HASTA İŞİ İnsanların içlerinde barındırdıkları ve çoğunlukla kaçmaya çalıştıkları bir benlikleri vardır. O benliklerin içinde yaşadıkları olaylar ve onlardan arta kalan üzüntüler barınır, zaten bu yüzdendir bu kaçış eylemi. İnsanoğlu kendinden kaçarken kaybettiği duygularının ve hislerinin – bir nevi hissizleşmelerinin – acısını başka şeylerde aramaya ihtiyaç duyar. Kim bilir belki ben bile yazı yazmayı sırf bu yüzden seviyorumdur. Beni kendimden ve beynimin içindeki düşüncelerden uzakta tuttuğu için hoşuma gidiyordur. Olamaz mı? “Peki ya yazı yazmayı sevmeyenler ne yapıyor?” diye düşündüm, ben böyle rahatlıyordum peki ya diğer insanlar? Bugün bu sorunun cevabını aramaya başladım gizliden gizliye. Her zamanki günlerden biri olarak servise binip ihtiyacım olan birkaç şeyi almak ve hayatımın büyük bir bölümünü oluşturan kitaplardan birini daha edinmek için CEPA alışveriş merkezine gidecektim. Servis ODTÜ durağında durduğu an neredeyse servisin yarısı boşalmış durumdaydı. Benimle birlikte inan insanlar benimle aynı doğrultuda yürümeye başlamıştı. O an bir düşünce belirdi zihnimde. Bu kadar insan ne için gidiyordu alışveriş merkezine? Mantık çerçevesinde düşünüldüğünde bunun birçok alternatif cevabı olabilir fakat anlatmak veya vurgulamak istediğim konu insanların alışveriş merkezlerine ihtiyacı olsun olmasın gitme durumları. İhtiyaçlarımı karşılarken bu sorunun cevabını aramak için çevremde dolaşan insanları gözlemlemeye başladım ve gördüğüm manzara hoş değildi. İnsanlar öylesine dolanıyordu. Ne alacağını bilmeyen neye baktığının bile farkında olmayan insanlar vardı çevremde. Başlarda çok garipsemiş olsam da bu hareketlerini birazcık üstünde durunca anlayabiliyordum. İnsanlar kaybettikleri duygularını değerlerimi hatta ve hatta benliklerini tüketim aracılığıyla bir şeyler alarak tamamlıyorlardı. Benim yazı yazmakta bulduğum rahatlatıcı etkiyi onlar alışveriş yaparak yaşıyorlardı. Bu düşüncelerden biraz sıyrılıp kendimi D&R ‘ın içine attım. Kitap kokusunun o başımı döndüren büyüsüyle kitaplar arasında ilerlerken sanki “Beni al!” diyen bir kitapla karşılaştım: Öteki Dünya. İsmindeki gizemden olsa gerek bir hışımla elime alıp arka kapağını okumaya başladım ve sonrasında kendimi kasada buldum. Minik bir tesadüfle açılan bir kapı olacağını hiç tahmin etmemiştim. Alışveriş merkezleri artık her yerde. Arabanızla giderken bile artık ‘alışveriş merkezine gider’ yazıları ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Sahi neden insanları bu denli tüketimin ağlarına atmaya çalışıyorlar ve daha da önemlisi neden insanlar bu çirkin düzenin bir parçası oluyorlar? Sorsanız “Neden buraya, alışveriş merkezine geldiniz? diye çoğunun cevabı “Hiç öylesine.” olacaktır. Boşluk içinde kalmış insanların başka bir boşluk ile kendini avutması olayı oluyor bu durum biraz da. Devasa duruşu ile cezbeden alışveriş merkezleri şimdi insanların boşluklarını dolduruyor. Tüketim çılgınlığı adı verilen bir akım başlamış durumda. Shopping Fest adı altında sözde indirim günlerinin başladığı – bana göre ise kimsenin indirim yapmadığı sadece birbirini kandırdığı- festivaller başlatıldı. Milletin cebinde sayısını dahi artık bilmediği tonlarca kredi kartı, indirim kuponları var. Kredi kartı olmadan taksitlendirmeler mi istersiniz yoksa yüzde seksenlerin üzerinde – tabi ki sözde- indirimler mi? Hepsi ne kadar cezbedici geliyor değil mi insana? Alışveriş sevmeyen biri dahi olsanız indirim yaptığını söyleyen mağazaların önünde öyle bir yoğunluk oluyor ki ister istemez insan merak edip “Ne oluyor burada, ne varmış ki?” diyerek göz ucuyla bakıyoruz. İş bu kadarla kalsa belki yine de bir süre sonra insanların alışverişe doyup alacak gerçekten bir şey bulamadıklarında bu huylarından vazgeçebileceklerini düşünebilirdim. Bu düşünceler bir yandan kafamda dönerken bir yandan da Öteki Dünya isimli kitabın derinliklerinde kayboluyordum. Tesadüften bahsetmiştim ya işte o tesadüf kafamdaki soru işaretlerinin kısmen de olsa bu kitap içinde bulmam oldu. Okudukça her şey daha da netleşiyordu. Mesela kitabın içinde konusu savaşı andıran bir tiyatroya benzetilmiş. Alışveriş merkezlerinin içindekiler dekor, insanlar ise oyuncu konumunda bu tiyatroda. Savaş temalı dedim ya işte, silahlar da o elimizde parıldıyan kredi kartları. Ne kadar da doğru bir tespit! O kredi kartları resmen kendimizi savunduğumuz birer araç şimdi. Tiyatrolar son perde ile biter de bu hayat tiyatrosunda ne yapacağız, ne zaman bitecek bu çılgınlık bilemiyorum. Bir de işin trajikomik tarafları da oluşmaya başladı. Artık marketlere gittiğim zaman insanlara hediye edebileceğimiz kartlar var. Bu nasıl bir saçmalıktır aklım almıyor! Bir insana bir şeyi hediye etmek o insana verilen değerin göstergesidir. Eğer bir insan birine hediye alacaksa gerekirse mağaza mağaza gezer, karşısındakini tanıdığı kadarıyla onun zevkine hitap edecek şeyleri özenle bulmaya çalışır. Maddi değerden çok maneviyat yatmaktadır o hediyede. Ancak şimdi bakıyorum da insanlar birbirlerine para hediye ediyor. Bu hakaretten başka bir şey değil. “Al sana para, ne yaparsan ne istersen öyle kullan ben veriyorum parasını hediye ediyorum işte istediğin bir şeyi al.” Başıma gelmedi böyle bir hediye fakat gelirse hoş karşılayamayacağım kesin. Ben alışveriş çılgınlığının gerçekten iyi olmayan yanlarını görebilecek kadar kendimi kaybetmeyenlerden biriyim. Fakat insalar bu hallerini nasıl görecek merak ediyorum. Okumuş olduğum Öteki Dünya romanında da anlatıldığı gibi çevremizdeki dev kubbeler yeni insanlar yetiştiriyor. Bu ortaya çıkan alışverişin yapı taşları ile büyütülen insanlar ise değerden, sevmekten ve sevilmekten uzak kalıyor. Kendilerini hapsediyorlar resmen o duvarlar arasına ve önlerinde duran ürünlerle kendilerini avutuyorlar. Diğer insanları sevip, onlarla birşeyler paylaşmak yerine cansız maddeleri gözlerinde büyütüp onları putlaştırıyorlar. Eskiden’ kula kulluk etmeyin’ denirdi ama bu gidişle bu sözü ‘maddeye kulluk etmeyin’ diye değiştirmek zorunda kalacağız.