ıı. uluslararası konferans ı

advertisement
II.
ULUSLARARASI
İSLAM DÜŞÜNCESi
KONFERANS I
İstanbul, 25-27 Nisan '97
İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ KÜLTÜR İŞLERİ DAİRE BAŞKANilGI YAYINLARI
İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ
KÜLTÜR İŞLERİ DAiRE BAŞKANLIGI YAYINLARI
Yayın
No: 54
ISBN
975-8215-09-4
2000 Adet
basılmıştır.
1997
Yapım - Ofset Hazırlık
Sina Ltd. Şti. 531 60 75
Baskı
Erkarn
Matbaacılık
İSLAM TASAVVUFU VE TARiKATLAR
HamidAlgar*
Ruha düşünceyi Öğreten'in ve kalbi ruhun nuroyla Nuriandıran'ın Adıyla
asavvufun şairane yazılmış en meşhur özlü kitaplarından birisi olan
Mahmud Şebisteri'nin (öl. 720/1320) Gülşen-i Raz' ı böyle başlar. Dikkat çeken nokta, Allah'a yönelik sarih bir hamdu senanın ve Onun isminin
zikrinin, beklenilenin aksine, bulunmayışı; buna karşılık düşüncenin birincilliğine vurgu yapılmasıdır. Üstelik, Tasavvufun herşeyden ziyade kalbin
tasfiyesi ve ahlaki tekamülle ilgilenen bir sofuluk biçimi olduğuna; kişisel
ve disiplin altına alınmarnış akıl yürütme anlamında düşüncenin de kösteklendiğine ilişkin genel bir kabul vardır. Ancak, Muhammed Lahici (öl.
922/1516), Gülşen-iRaz üzerine yazdığı çok okunan şerhinde bize hem
orada "düşünce" kelimesinden bilhassa neyin kastedildiğini ve hem de Yaratıcı'ya hamdu senaya niçin yer verilmediğini izah etmektedir. "Düşünce",
Lahici'nin belirttiğine göre insanlığın elit tabakası (havas) tarafından nazar
ve istidlali, elitin eliti (ehass) tarafından da yaratılmış alemden bir ayrılma
(infisal) ve Yaratıcı ile birleşme (ittisal) anlamında "keşf'i ifade için kullanı­
lan bir tabirdir. Her iki grubun da ve seçtikleri yöntemin de hedefi bir ve
aynıdır: Marifetullah (Allah bilgisi). İşte, sarih hamdu senanın bulunmayışı­
nın nedeni burada yatmaktadır: Düşünce, Allah'ın en büyük nimeti olarak
indirilmiş bulunmaktadır ve kendisine "hamdu senanın ve methin en kamil
biçimi" olarak en yüce bir amaç biçilmiştir.
T
Şu
da belirtilmelidir ki, Şebisteri'nin nazarında, düşünce ilahi hidayetin sonucudur, aklın bağımsız ya da kendi kurallanyla yaptığı bir faaliyetin değil;
ve bu hidayetin asli mahalli ruhtur. Şarihinin ifadesiyle, insan ruhu "büyük
meleklerin; enbiyanın ve evliyanın hepsinin bir damlasına mazhar olduğu­
nu ilm-i ilahinin sonsuz deryasından ilham ve hidayet alır." Ruhun bu suretle kesbettiği düşünce, daha sonra, ilahi ihsan olarak verilen ilmin tefrikinin mahalli olan kalbe, oradan da nefse geçer. Böylece, insanın en yük(*) ABD, Prof Dr., California Üniversitesi Ortadoğu Araştırmalan Bölümü Öğretim Üyesi.
İSLAM DÜŞÜNCESiNDE TASAVVUFUN YERİ
/171
sek enfus1 idrak melekderinden en alttakine doğru hiyerarşik biçimde iner
ve aynı zamanda bu melekderin hepsini menşeine doğru bir yükseliş şe­
r_aresi olarak bağlar. Düşünce bu şekliyle sunulduğunda, Larnci'nin onu,
1
"Bilinmeyene ulaşmak için bilinen şeylerin düzenlenmesi" şeklindeki yaygın felsefi anlamından farklı olarak tanımlaması şaşırtıcı değildir; düşünce
onun nazarında "zahirden batına ve suretten manaya doğru bir seyr-i maneVı"dir. Bir taraftan, nazari ve istidlali düşüncenin, diğer taraftan da keş­
fin, düşüncenin ikiz formları olarak birbirine denk olduğunu ileri sürmesine rağmen, bu, felsefi geleneğin mensuplarının öne sürdüğünden -"bilinmeyene ulaşmak için bilinen şeylerin düzenlenmesi"- çok farklı bir düşün­
ce anlayışıdır ve bir bütün olarak Sufi geleneği açısından denilebilir ki, düşünce, bilinmeyene ilişkin bilgi kesbi değil, ezeli ilahl hidayetin sonucu
olarf-k bir anlamda zaten mevcut olan bilgiyi keşfetme veya yeniden keş­
fetme sürecidir.
Şebisteri'nin ve ondan da fazla Larnci'nin kullandığı terminoloji, elbette ki,
teorik Tasavvuf'un tekamülündeki nisbeten geç bir dönemi yansıtmaktadır.
Ancak, Kur'an ve Sünnet yakından ve dikkatli bir şekilde okunduğu takdirde düşüncenin bu benzersiz anlayışını, Tasavvufi kavrarnların ve terimierin
yarı bütünlüğü ile birlikte, çok daha erken dönemlerde görmek mümkündür. Gazali'nin İbya-i Ulumu'd-Din' de fikr'e ayırdığı uzun bölüm esasen
Kitabullah'taki ayetlerin uzun bir terkikinden oluşmaktadır ve bu terimin
(fikr) türevlerine yer verilmektedir. Sözkonusu ayetlerde -hem vahiyde yer
alan, hem de yaratılmış kainatta tezahür eden- Allah'ın ayetlerinin "düşü­
nen bir topluluğu" (li kavmin yetefekkerun) hedeflediği belirtilmektedir.
Gazali'nin fikr konusundaki tartışmasında, Allah'ın ayetlerini yeryüzünde,
okyanuslarda, göklerde ve insanın kendi varlığında tezahür eder şekilde
genişletmesi ve eserinin diğer kısımlarındaki kuru ve izahcı tondan oldukça farklı, şiirsel bir üslup kulanınası dikkat çekicidir. Bu anlatım sadece düşünme ve tefekkür etmeye ilişkin Kur'aru emirlerin ayrıntılı bir tekran değil, sözkonusu ernirlere iştiyakkarane bir mukabeleyi de içermektedir. Lahici'nin, düşüncenin mananın zahirinden batınına doğru hareketi dediği şe­
ye bu örnek olarak verilebilir: Gazali, yaratılmış harikaların sun (zahiri) tabiatından onların "ayet" olarak, yani Allah'ın kudretinin, hikmetinin ve azametinin işaretleri olarak batını özlerine doğru seyreder.
Böylece, düşüncenin gerek
lah olarak görülmektedir.
İlk
menşei,
gerekse mahiyet ve hedef mahalli Al-
dönem mutasavvıflarının düşünce anlayışları açısından "Onlar ki, ayakta iken de, otururken de, yatarken de daima Allah'ı zikrederler, göklerin
172/ır. ULUSLARARASI İSLAM DÜŞÜNCESi KONFERANSI
ve yerin yaratılışını tefekkür ederler" şeklindeki ayet (3: 191 bilhassa önem
taşımaktadır. Bu ayet sanat-ı iHihiyeyi bir düşünce konusu olarak ernretmekle kalmayıp, aynı zamanda düşünceyi, onun bir sonucu veya meyvesi olarak Allah'ın zikri ile birleştirmektedir. Ebu'I-Kasım el-Kureyş1 şöyle
demektedir: "Düşünce ya da tefekkür talibe ilisan edilmiş bir nimettir ve
meyvesi de hakiki bigiye vasıl olmaktır. Zikir bütün kusurlardan azade
olursa, o zaman zikreden kişi vusul yollarına girer. Şuhud (doğrudan şe­
hadet) ve huzur makamarında ilerlemeye başladıktan sonra da, fikrin (düşüncenin) üzerinden zikrin sınırlarına doğru yükselir; zikir ise sonsuzdur."
Diğer bir deyişle, fikr bir araç, zikr de bir amaçtır; fikr geçicidir, zikr ise
kalıcıdır; bu nederı1e de zikr fikrden üstündür. Kuşeyri, farklı insan sınıfla­
n için, kendisini uygulayarı1arın zikre ulaşmasını sağlayan belli bir fikr biçimini teklif etmektedir: Zahid, dünyanın faniliğini, ona talip oları1ara vefasızlığını; abid, kendisini ahirette bekleyen mükafaatın cemalini; arif ise
Yaratıcı'nın ayetlerini ve nimetlerini tefekkür etmelidir. Her üç durumda
da, tefekkür, Lahici'nin keşf tanımında bilindiği üzere, bu dünyayla infisali (bağlantının kesilmesini), Yaratıcı'yla ittisali (birleşmeyi) sonuç verecektir.
Zikrin fikrden öncelikli konuma getirilmesinde, Kureyşi'nin üstadı Ebu Abdurrahman es-Sulemi'nin görüşlerinden etkilendiğille şüphe yoktur. Kuşey­
ri risalesinde üstadıyla ilgili olarak şurı1an kaydetmektedir: "es-Sulemi eş­
Şeyh ed-Dekkak'a sordu: 'Hangisi daha kamildir, zikr mi fikr mi?' ed-Dekkak cevap vedi: 'Sen ne dersin?' es-Sulemi de şu cevabı verdi: 'Kanaatimce, zikr fikrden daha kamildir; çünkü zikr Hakk'a (cc) nisbet edilebilir, ama
fikr nisbet edilemez ve O'na nisbet edilebilen herşey sadece insanlığa nisbet edilebilen şeylerden daha kamildir. ed-Dekkak bu cevabı tasdik etti."
Zikrin Allah'a nisbet edilmesinden bahsederken, es-Sulemi şüphesiz Allah'ın Kendisinin "zikrettiği"nden bahsettiği Kur'an ayetini nazara alıyordu:
"Beni zikredin, ta ki Ben de sizi zikredeyim." Zikr, Allah ve mahlukatının
ortak bir sıfatı olarak tezahür etmektedir, buna karşılık fikr bu bklik yönün. den mahrumdur: Allah'ın Kendisinin fikrettiğinden bahsettiği hiçbir ayet
yoktur, olamaz da. Aynı ayeti tefsir eden başka bir ilk dönem Mutasavvıfı
Raşiduddin Meybudi, Keşfıt '!-Esrar' da, kişinin kendi fiil ve sözlerini tefekkürünün vacip, Yaratıcı'nın sanatını tefekürün mendup, ama Yaratıcı'nın
Zatını tt:Jekürün haram olduğunu belirtmekte ve Peygamber'in (sav) "Allah'ı (yani, O'nun Zatını) düşünmeyin, zira O'nun kudretini idrak edemezsiniz" şeklindeki hadisini buna delil göstermektedir. Her ne kadar, Lahici'nin izah ettiği gibi düşüncenin gayesi marifetullah (Allah bilgisi) ise de,
bu marifet sadece ilaili isim ve sıfatıara ilişkin olabilir, tefekkürün ulaşama­
yacağı Zat'a ilişkin değil. Fikr'de ikilik ve uzaklık sözkonusu olmasına kar-
İSLAM DÜŞÜNCESiNDE TASAWUFUN YERİ
/173
şılık,
zikr birlik mahiyeti sergiler ve bir kez daha fikrden daha üstün olduğunu gösterir.
***
Yukarıda tartışılan
anlarnlardaki düşünce (fikr), zikr ve diğer algısal süreçler aracılığıyla Mutasavvıflar yüzyıllar boyunca, bütünlükleri itibariyle İs­
lam'ın en önemli ifadelerinden birisi olarak görülmesi gereken bir dizi içgörüler (ferasetler) ve tecrübeler geliştirdiler ve bunları yazıya geçirdiler.
Bu eserler külliyatı kendine mahsus bir tada sahiptir, ama Mutasavvıfların
eser külliyatları içinde Tasavvuf doktrini denilebilecek birşeyi aramak veya
aramaya kalkışmak yanlış olur. Çünkü, Tasavvuf düşüncesi -geniş ve spesifik olmayan anlamıyla- sistematik değildir; fakat sistematik olmaması
onun düzensiz ve karışık olduğu anlamına değil, tecrübelerin tasnifatı ve
' olduğu anlamına gelir. Bu, Tasavvuf'un en gelişmiş edebi ve enkayıtları
tellektüel ifadesi olan İbn Arabi'nin eserleri için dahi geçerlidir; onun eserlerinde görülen giriftlik ve hadınce genişlik, oların sisternleştirilmesini haklılaştırıyormuş ve hatta zaruri kılıyormuş gibi görünebilir, ama böyle bir iş
tahrifi de beraberinde getirir. Aynı derecede önemli bir başka husus, kimi
zaman sayılarına ilişkin istiğrakkarane sözler sarfetmelerine rağmen, Mutasavvıfların, asla kendi kendilerine yeterli olduklarını iddia etmemiş olması­
dır; Tasavvuf'un organize ifadesi tefsir, hadis, fıkh, kelam gibi hepsi de belki sonuncusu hariç- mü'minlerin dilli ve entellektüel oluşumunun parçası olarak kabul edilen önemli dilli ilimierin gelişimine paralel biçimde
ilerlemiştir. Mutasavvıflar ile biçimsel dilli ilimierin (el-ulumu'r-Resmiyye)
uygulayıdan arasında sürekli bir rekabet veya esaslı bir çelişkinin kesirılik­
le bir kenara atılması gereklidir; bu, Oryantalizm'in uydurduğu bir mittir,
ama Oryantal menşeli diğer birçok tahrifat gibi Müslümarıların kendi dinleriyle ilgili düşüncesine arız olagelmiştir.
Son olarak, Kur'an'dan başka hiçbir kitabın kendi başına, Tasavvuf'un aktarılması veya geliştirilmesinde ayrıcalıklı bir konumu olmadığı hatırda tutulmalıdır; Mutasavvıfların nazarında ilmin kitapların satırlarından değil, insanların yürekleriden -sutur'dan değil, sudur'dan- alındığı bir kaziyye haline gelmiştir.
Bu genel mülahazaları zihnimizde tutarak, Tasavvuf geleneğinin bazı
önemli sirnalarını kısaca hatırlatabiliriz. Bu geleneğin ilk edebi ifadeleri
haliyle kısa ve parçalar şeklindeydi; çoğunlukla da öncelikle bir' Tasavvuf
üstadının takipçileriyle muhaberatı biçiminde algılanıyordu. Kur'an'dan
fena ve beka kavramlarını alarak (55: 26) izah. eden ve tevhid'i "Baki olanı, zaman içinde doğmuş olandan ayırma" şeklinde tarif eden ve yine
174/ıı. ULUSLARARASI İSLAM DÜŞÜNCESi KONFERANSI
Kur'an'da yer alan ezeli sözleşmeyi (ahd) insan ile Rabbi arasında bağlan­
tının kaynağı olarak kabul eden Cüneyd el-Bağdadi'nin (öl. 298/910) Resait' i bu türdendir. Tasavvuf'un bu ve diğer merkezi konularını içbütünlüklü ve yetkin biçimde izahı, Cüneyd'e Şeyhu't-Ta'ife ("Topluluğun [yani, mutasavvıfların] Yaşlısı") ünvanını kazandırdı. Cüneyd'in Tasavvuf hocası olan Muhasibi'nin, odağı itibariyle bir derece dar olan er-Ri'aya li Hukuk Allah isimli eseri, isminin de ifade ettiği gibi, esasen bir nefis muhasebesidir; ama Allah'la sevgi (aşk) biçiminde kurulan ilişki O'na itaati tamamlamaktadı. Diğer ilk dönem eserler, Tasavvufla ilgili yanlış anlamalan tashihi veya terminolojilerinin anlamını açıklamayı amaçlıyordu; bu
eserler arasında el-Kalabazi'nin Kitab et-Ta'arruf li Mezheb Ehl et-Tasavvuf u, Ebu Nasr es-Sarrac'ın daha verimli Kitabu 'i-Lu ma' sı ve hepsinden
önemlisi Kuşeyfi'nin Risale' si bulunmaktaydı. Bu son sayılan eserler aynca önemli biyografik bir unsuru, disiplinin anlaşılmasında kendi başlan­
na bir kaynak teşkil eden Mutasavvıfların arnelleri ve örnek emirlerini de
içermektedir; çünkü onlar intisab zinciri ile tarikatın en büyük üstadı ve
numune-i imtisali olan Peygamber'e (sav) kadar uzanmaktadırlar. Farsça
yazılmış ilk Tasavvuf metinlerinden birisi olan Hucviri'nin Keşfu '1-Mahbub' unun biyografi kısmında, Mutasavvıfların öncüleri olarak dört Hulefa-ı Raşidin'in, dört mezhep imamının ve Ca'fer-i Sadık'a kadarki Ehl-i
Beyt İmamlannın sayıldığını da belirtmek gerekmektedir. Diğer pek çok
delil gibi, bu da, ehl-i Tasavvufun Müslüman Ümmetin bir parçası olduklarını ve onların da kendilerini öyle gördüklerini; disiplinlerinin Ümmet'in
ortak mirasının bir parçası olduğunu ve bu disiplinin bütün Ümmet'in
hürmet ettiği simalardan alındığını ispat etmektedir. Bu ve diğer birçok
Tasavvufi eserde Ehl-i Beyt İmamlarının da dahil edilmesi özellikle anlamlı bir husustur; çünkü, Tasavvuf tarihl olarak Sünn1 ortamda tekamül etmiş olmasına rağmen, kökenierinden bazılarını Şia İslam'ının odağında
bulunan kimselere borçludur.
Adı
geçen bütün yazarlar ve Kutu'l-Kulub'un müellifi Ebu Talib el-Mekki
gibi diğerleri, zahiri ve batınl, hukukl ve manevi bütün dallarında İslam'ı
izah eden en etkili isimlerden biri olan büyük Gazali'nin bestesine bir giriş olarak kabul edilebilir. Gazali'nin Tasavvuf ile resınl "ortodoks (Sünci)
İslam"ı -burada İslam ile muhtemelen Şeriat kastedilmektedir- uzlaştırdığı­
rıı, Batılı alimler sık sık söylemekte, daha iyisini bilmesi gereken Müslüman alimler de bunu tekrar etmektedir. Bu teorinin temelini teşkil eden
ikilik sahte bir ikiliktir; birbiriyle zaten tam bir uyum içinde olan ve birbirlerini tamamlayan Tasavvuf ile Şeriat'ın "uzlaştırılmaya" ihtiyacı elbette ki
yoktur; çünkü, ancak birbirlerinin antitezini oluşturan şeyler uzlaştırılabi­
lir. Ve eğer sözkonusu ifadeyle kastedilen, Gazali'nin Tasavvuf'un amaçla-
İSLAM DÜŞÜNCESiNDE TASAWUFUN YERİ
nnın Şeriat'ın rehberliği
/175
ve emirleriyle uyum içinde olduğunu göstermiş olmasıysa, bu Cüneyd, Muhasibi ve Ebu Talib el-Mekki gibi kişilerce zaten
daha önce gerçekleştirilmişti. Gazali'nin muvaffakiyeti, ideal Müslümanca
hayatın pratik çerçevesinin çizilmesi gibi zorlayıcı aynntılara ilişkin şer'!
gaye ile Mutasavvıf arasındaki yakın ilişkiyi ustalıkla ortaya koymuş olmasındandır.
Download