Haftalık Bülten 27 Ocak 2012 www.sorularlaislamiyet.com 1 İçindekiler İnsanda bulunan nifak, kibir, haset gibi rahatsızlıklar tam olarak nasıl tedavi edilir? Bunlar imtihan mıdır? Kişi kendisinde kibir duygusu olduğunu hissediyor, bundan rahatsızlık duyuyorsa ne yapmalıdır? .......................................................................................................... 3 “Hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme.” Ankebut, 8) ayetine göre, hakkında bilgisi olmayan bir şey ne demektir ve nasıl ortak koşulur? Buna bir örnek verir misiniz? ...................................................................................... 6 Düğünde, gelin alma sırasında hangi dua ve sureleri okumamızı tavsiye edersiniz? ........... 7 Kuran-ı Kerim’de Nakur yılı/foton kuşağı’na ilişkin ayeti kerime bulunmakta mıdır? .......... 8 Tevbe suresi 30. ayette geçen Yahudi ve Hristiyanların geçmişte sapmış kimselere benzeyerek Allah'a çocuk isnad etmelerini açıklar mısınız? Bu inanışta olanlar kimlerdir? . 9 Mülk suresinin 5. ayetine göre yıldızlar en yakın gökte sanılıyor. Oysaki ışığı dünyamıza ulaşmamış uzaklıkta yıldızlar da var. Bu bağlamda ayeti açıklar mısınız? ........................... 10 Patent davalarına bakmak caiz midir? İslam hukuku, bir buluşun, belirli bir süre icin, birisine verilmesini nasıl degerlendirir? ................................................................................. 12 Tapu devri yaparken mülkün değerini gerçeğinden düşük göstererek vergiyi az ödemek dinen uygun mudur? ................................................................................................................ 13 “Belâların en büyüğü peygamberleredir..” hadisine göre, Hz. Muhammed’in musibetlerin en şiddetlisine maruz kaldığı söyleniyor. Halbuki, Hz. Zekeriya’nın ağaç kovuğunda testere ile kesilmesi daha büyük değil midir? ........................................................................ 14 Kaddafi’nin linç edilerek öldürülmesi İslam Hukukuna uygun mudur? Kaddafi’nin yaptığı zulme karşı, Allah’ın kendisine linç cezasını uyguladığını söyleyebilir miyiz? .................... 16 “Kimi benden çok seversen onu senden alırım” diye bir hadis var mıdır? ........................... 17 En´am Suresi 2. ayette "... size bir ecel, bir ömür süresi tayin edendir. Bir de O'nun nezdinde muayyen bir ecel vardır. Sonra, bir de kalkmış şüphe ediyorsunuz!" Ecel hakkında şüphe edenler var mı? .............................................................................................. 18 Edip Harabi kimdir? "Ey zahit şaraba eyle ihtiram. İnsan ol cihanda bu dünya fani" dizeleri küfür müdür?............................................................................................................................. 20 Kızım 2 ay önce ölen annemi gerçek hayatta ve rüyada göruyor. 14 yaşında çok korkuyor, ne yapmalıyım? ......................................................................................................................... 21 Taha suresi, 133. ayette geçen "önceki sahifelerde geçen belgeler deliller" hangi anlamda kullanılmıştır? ........................................................................................................................... 23 Razaman orucunu bozan sadece bir gün kaza tutar, keffaret tutmaz diyen Şafiilerim delili nedir? Bununla ilgili hadis var mıdır? ...................................................................................... 24 2 İnsanda bulunan nifak, kibir, haset gibi rahatsızlıklar tam olarak nasıl tedavi edilir? Bunlar imtihan mıdır? Kişi kendisinde kibir duygusu olduğunu hissediyor, bundan rahatsızlık duyuyorsa ne yapmalıdır? Bu duyguların da imtihan vesilesi olarak verildiği doğrudur. Ancak, bunların engellenmesi karşı gücün varlığıyla mümkündür. Fizik kanunlarında direngen güçlere karşı, indirgen güçlerin varlığı gibi, kötü huylara karşı iyi huyların harekete geçirilmesi büyük önem arz etmektedir. Bilindiği gibi, bir hastalığa teşhis koymak tedavinin yarısı kabul edilir. Eğer bir insan kendisinde bulunan bir kibrin bulunduğunu idrak edebiliyorsa, hastalığın teşhisi doğru konulmuş ve iyileşme yolunda yolun yarısına varılmış demektir. Boynunda bir akrebin olduğunu fark eden bir kimsenin, en büyük maksadı bu zehirli varlıktan kurtulmaktır. Boynumuzu değil, kalbimizi ısıran kibir akrebini gördükten sonra elbette bütün gayretimizi bu yolda harcamak durumunda olduğumuz bir gerçektir. Şimdi sorudaki kavramları ve tedavilerini özet halde arz etmeye çalışalım: - NİFAK, iki manada kullanılır. Birincisi: İçinde inkar olduğu halde, dışa iman görüntüsünü vermek suretiyle iki yüzlülük yapmaktır. Bunun tedavisi, küfrün zıddı olan iman esaslarına samimi olarak inanmaktır. İnanmak için, bilgiye ihtiyaç vardır. Bu asırda, iman esaslarıyla ilgili en güçlü bilgi kaynaklarından birinin Risale-i Nur Külliyatı olduğunu söyleyebiliriz. Bu eserleri okumanın, bilenlerle sohbet etmenin çok kısa zamanda bu hastalığı tedavi edeceğini söyleyebiliriz. İkincisi: Sosyal hayatta olması gereken doğruluktan uzaklaşmak, farklı yerlerde farklı yüzü göstermek, sözlü veya fiili olarak yalancılık etmektir. Bundan kurtulmak için şu konuları iyi düşünmek gerekir: a. Yalan söyleyen, iki yüzlülük eden kimsenin bu hali karşı taraftan mutlaka bu gün veya yarın bilinecektir. “Yalancının mumu yatsıya kadardır” atasözümüz, büyük bir hakikatin ifadesidir. b. Kur’an’da geçen “Allah’a şirk koşmaktan, bir de yalan söylemekten kaçının!”(Hac, 22/30) mealindeki ifadeyle yalanın Allah’ın nezdindeki çirkinliğinin boyutuna vurgu yapılmıştır. Bir mümin, Allah’ın bu kadar çirkin gördüğü bir vasfın değer kazanmasına izin verir mi? Demek ki, er-geç Allah iki yüzlü yalıncıların yüzlerini kara çıkarır ve el-aleme rezil eder. c. Şunu iyi bilmeliyiz ki, insanların iki yüzlülüğümüzü yüzümüze vurmamaları, onların bunun farkında olmadıkları anlamına gelmez. Özellikle ikiyüzlülüğü meslek haline getiren yalancıların maskesi bir şekilde düşer. Allah’ın hem ilmine hem kudretine bir iftira olan yalancılık, özellikle devam ettiği takdirde onun kukusunu, emarelerini karşı tarafa sezdirmek ilahî adaletin bir yansımasıdır. Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, bu manadaki nifak dahi insan onurunu zedeleyen, imanla 3 bağdaşmayan, insanlık dışı bir davranıştır. Bunları iyi düşündüğümüz zaman, İslamî ve insanî şerefimizi kurtarma adına ondan vazgeçmemiz çok kolay olur. - KİBİR de iki manaya gelir: Birincisi: İnkarı ve inançsızlığı barındıran kibir.. Bir ism-i celili Hak olan Allah’tan, hak olarak gelen vahiyle tespit edilen hak ve hakikati kabul etmeyi gururuna yedirmemektir. Başta iman esasları olarak İslam dinini kabul etmemek, namaz kılmaya, secde ile başını yere koymaya tenezzül etmemek.. Şekli ne olursa olsun, işine gelmeyen hakkı kabul etmekten imtina etmektir. İnsan gibi âciz, zavallı bir mahlukun evrenin yaratıcısına karşı baş kaldırması, isyan etmesi ne derece ahmakçasına bir davranış olduğu malumdur. Şairin dediği gibi, “Kibriya ve azamet Hakka yarar. Kul olanda bu sıfatlar ne arar? İkincisi: Zulmü netice veren kibir: Herhangi bir hakkı, hakikati, gerçeği kabul etmemek ya başkasına karşı bir haksızlıktır yahut da kişinin kendi nefsine karşı bir zulümdür. a. Başkasına kuş bakışı bakan kimse, kendisi ile o hor gördüğü kimse arasında şu iki önemli noktada hiç bir fark olmadığını görmekle kibir ve gurur hastalığından kurtulabilir: Birinci nokta şudur ki; hiç bir insan, rububiyet makamına çıkamaz, başkası tarafından mabut gibi kabul edilmesi gereken bir ilahlık makamına sahip olamaz ve başkasına rab olamaz. İkinci nokta şudur ki; hiç kimse kendisini kulluk dairesinden, Allah tarafından yaratılmış bir kul olma özelliğinden kendini kurtaramaz. Buna göre, ister şah, ister geda olsun, herkes aynı şekilde yaratılmış bir kuldur, herkes aynı seviyede Allah’a muhtaçtır, herkes aynı şekilde Allah’a kul olmak durumundadır. Fiziki olarak insanların organları bir birine benzediği gibi, manevî olarak da hepsi Allah’a karşı aynı ihtiyaç içindedir; hiç kimse kendisini ölümden kurtaramaz..Öldükten sonra kendisini diriltemez ve ha keza.. b. Kibir, insanı kendi kapasitesinin üzerinde bir konuma yakıştırmak olduğu için, daima sahibini yapmacık tutum ve davranışlara sürükler. Yapmacık davranışlar ise, insandan samimiyeti, ciddiyeti gideren, riyakârlık, gösteriş şovmenliğine düşüren pek komik bir özelliktir. c. Tevazu, büyüklüğün kriteri olduğu gibi, kibir de küçüklüğün ölçüsüdür. Şunu asla unutmayalım ki, “kibir” vasfıyla kendimizi ne kadar pahalıya satarsak, aklı başında insanların nazarında o kadar değersiz oluruz. Hadis-i şerifte “Tevazu göstereni Allah yükseltir, kibir göstereni ise alçaltır”(Mecmau’z-zevaid, 8/82-83) diye ifade edilmiştir. Bundan anlaşılıyor ki, Allah tevazu gösteren kullarını sever, onların bu alçak gönüllü olmalarından dolayı da onları insanların nazarında vakarlı, ağırbaşlı bir insan haline getirir. Buna mukabil sevmediği kibirli insanı ise, insanların gözünde haddini bilmez, yapmacık tavırlı, küçük bir insan olarak gösterir. - HASED kavramı da iki manada kullanılır: Birincisi: kıskançlık anlamıdır ki, başka insanlarda var olan, Allah’ın maddî-manevî nimetlerine karşı tahammülsüzlük göstermek, haset edilen kişiye karşı kin ve nefret beslemeye, ondan iğrenmeye kadar götüren iğrenç bir hastalıktır. 4 Asıl manası bu olan hased, çok tehlikeli bir hastalıktır. Çünkü bunun ucu iman esaslarına da dokunur. Zira, her nimet Allah tarafından takdir edilmiştir. Bu nimetlerin varlığına tahammülsüzlük göstermek, kadere karşı itiraz etmek, Allah’ın taksimatını beğenmemek gibi çok riskli bir ruh haletini yansıtır. İşin bu yönünü düşünüp tartmakla insan bu hastalığından kurtulabilir. Ayrıca, düşmanımız da olsa kendisinde var olan, ister makam-mevki gibi manevî nimetler olsun, ister mal-mülk gibi maddî nimetler olsun, bunların hepsinin kısa zaman sonra yok olacağı, sahibi olan kimsenin ölüme mahkum olacağını, bütün nimetlerini -ölümle- bir kaç yıl içerisinde tamamen kaybedeceğini düşünerek; dünyanın fani ve geçici bir hayat zemini olduğunu tefekkür ederek bu haset hastalığından kurtulabiliriz. Hasedin ikinci anlamı; gıpta etmek, imrenmektir. Burada kişi, başkasının elindeki nimetten rahatsızlık duymak değil, onda var olan nimetlerin kendisinde de olmasını ister. Bu manaya gelen hased kavramını peygamberimizin şu hadis-i şerifinde görmekteyiz “Hased(Gıpta) ancak şu iki kişiye karşı düşünülebilir; birisi, Allah’ın kendisine ikram ettiği Kur’an’ı gece, gündüz okuyan, onunla amel eden kimsedir. Diğeri ise, Allah’ın kendisine verdiği malını Allah yolunda harcayan kimsedir” (Mecmauz’-zevaid, 2/25657). Prensip olarak şunu belirtelim: Allah’a ve ahirete iman eden ve bu iman şuuruyla hareket eden kimsenin şunu bilmesi gerekir ki, dünyada pek rağbet gören çok şey var ki, ahirette hiç de bir geçer akçe değildir, Allah katında hiç de bir değer ifade etmez. Bu sebeple, dünyalık namına ne olursa olsun, hiç bir nesnenin aktif bir iman şuuruna sahip kimseyi hasede sevk etmemesi gerekir. Böyle bir kimsenin Kibre kapılmaması, Nifakın semtine bile uğramaması lazımdır.. 5 “Hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme.” Ankebut, 8) ayetine göre, hakkında bilgisi olmayan bir şey ne demektir ve nasıl ortak koşulur? Buna bir örnek verir misiniz? “Biz insana, yapacağı en hayırlı iş olarak, annesine ve babasına iyi davranmasını bildirdik. Ama bununla beraber, onlar senden, hakkında bilgin olmayan bir şeyi, Bana şirk koşmanı isterlerse, itaat etme! Hepinizin dönüşü Bana’dır ve Ben de yapageldiğiniz şeyleri bir bir bildirip karşılığını vereceğim”(Ankebut, 29/8). Ayette yer alan “hakkında bilgin olmayan şey”den maksat Allah’a ortak koşulan her şeydir. Yani ayette demek isteniyor ki, hiç bir kimse Allah’ın ortağı olduğuna dair herhangi bir sağlam bilgiye sahip değildir. Böyle bir bilginin olması söz konusu olamaz. Çünkü Allah’ın asla ortağı olmamıştır ve olamaz da. Olmayan ve olamayan bir şeyin varlığı hakkında nasıl bilgi edinilir ki..? O halde, Allah’a bazı şeyleri ortak koşanlar sadece hezeyan etmektedir. Dayandıkları hiç bir bilgi kırıntısı bile yoktur. Çünkü ortak denilen bir şey yok ki hakkında bilgi olsun.. Ayetin bu ifadesinden Kur’an’ın nasıl ilme değer verdiğini de anlayabiliriz. Bilgi sahibi olmak, ilim yoluyla bilmek demektir. Demek ki Kur’an’da, bilgisizce yapılan yorumlara yer yoktur. “Akl-ı selim, beş duyu organı ve mütevatir haber”den ibaret olan kesin bilgi yollarından biriyle elde edilemeyen bir tasavvur, hayal ürünü olmaktan öteye geçemez. O halde Allah’a ortak koşma tasavvuru da, objektif olmadığı, nesnel bir bilgiye dayanmadığı için, bir hayalden ibaret kalmaya mahkumdur. Buna aslında örnek verilemez. Çünkü yok olan bir şeyin varlıktan bir örneği yok ki ona misal olsun. Bununla beraber şöyle düşünülebilir ki; “Güneş sisteminde iki güneşin var olduğunu” iddia eden bir kimseye, cevap olarak denilir ki; “gerçekten orada iki güneş olduğuna dair bir bilgin var mı? Varsa kanıtını göster..!” Eğer gösteremezse, ki göstermesi mümkün değildir, çünkü güneş sisteminde ikinci bir güneş yoktur. O zaman denilir ki; “hakkında bilgin olmayan böyle bir iddiadan vazgeç, yoksa dünya-âleme maskara olursun..!” 6 Düğünde, gelin alma sırasında hangi dua ve sureleri okumamızı tavsiye edersiniz? Şu duayı okumanızı tavsiye ederiz: "Barekallahu leke ve barekellahü aleyke ve cemea beyneküma fî hayrin" (Tuhfetül ahvezi, c. 4, s. 163) "Allah bu evliliği size mübarek kılsın, üzerinize bereket yağdırsın ve ikinizi her türlü hayırda bir arada tutsun" Ayrıca Fatiha, Felak, Nas surelerini okumanızı tavsiye ederiz. 7 Kuran-ı Kerim’de Nakur yılı/foton kuşağı’na ilişkin ayeti kerime bulunmakta mıdır? Nakur kelimesi, Müddessir suresinin 8. ayetinde geçmektedir. “Fe iza Nukıra fi’nNakuri=Sura/sur gibi boruya üfürüldüğü zaman..” Lügat ve tefsir kaynaklarının bildirdiğine göre, NAKUR, Sur gibi ağızla üflenerek çalınan boruya denir. N-K-R kök harflerinden türeyen bu kelime, ses çıkaran aletlere dokunmak(çalgı aletlerinin tellerine dokunmak) manasına da gelir(bk. Derveze, et-Tefsiru’l-hadis, ilgili ayetin tefsiri). Bütün Kur’an’da bir defa geçen bu kelimenin manası, ayetin siyak ve sibakına bakılarak, diğer ayetlerde yer alan “sura üfürme” olarak tespit edilmiştir(bk.Taberî, Razî, Beyzavî, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri). Örneğin, Kaf suresinin 20. ayetinde “Nefh-i sur” kavramına yer verilirken, aynı surenin 41. ayetinde “Nida”, 42. ayetinde ise, “sayha” kavramına yer verilmiştir. Ragıb’ın belirttiğine göre, NKR kelimesi, delme amaçlı vuruş, çakma manasına da gelir. Kuşun gagasına da aynı kökten olan minkar adı verilir. Minkar aynı zamanda delici alet manasına da gelir(bk. Ragıb el-Isfahanî, NKR maddesi). Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, klasik kaynaklarımızda NAKUR kelimesi, Hz. İsrafil’in üfüreceği sur/boru manasında anlaşılmıştır. Bazı internet sitelerinde yer alan “İşte bu NAKUR Samanyolu galaksisinin, yani dünyamızın içinde bulunduğu galaksinin merkezindeki karadeliktir. Karadeliklerin yapısı yeryüzünde oluşan dev hortumlara yada su üzerindeki dibe doğru emilen anaforlara benzer” şeklindeki değerlendirmeleri onaylayacak bilgiler bulamadık.. 8 Tevbe suresi 30. ayette geçen Yahudi ve Hristiyanların geçmişte sapmış kimselere benzeyerek Allah'a çocuk isnad etmelerini açıklar mısınız? Bu inanışta olanlar kimlerdir? İlgili ayetin meali şöyledir: "Yahudiler, "Uzeyir Allah'ın oğlu" dediler, Hıristiyanlar da "Mesih Allah'ın oğlu", dediler. Bu onların kendi ağızlarıyla uydurdukları sözlerdir. Daha önce inkâra sapmış olanların sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da saptırıyorlar!" (Tevbe 9/30) Daha önce sapmış olanların sözlerine benziyor ifadesi hakkında şu açıklamalar yapılmıştır: "Melekler Allah'ın kızlarıdır." diyen müşriklere benzemeleri... O dönemdeki Hristiyan ve Yahudiler atalarının sözlerini tekrarlamaları; Hz. Peygamberin (a.s.m), döneminde Hıristiyan ve Yahudiler kendilerinden önceki atalarına uyarak bu çirkin sözleri tekrar ediyorlardı. "Biz, atalarımızı bir din üzere bulduk..." (Zuhruf, 43/22-23) âyetleri buna işaret etmektedir. "Onlardan önce küfre bulaşan eski Mısırlılar, Yunanlılar, Romalılar ve Persler; Yahudiler ve Hıristiyanlar, bu eski kavimlerin felsefelerinden, hurafelerinden ve hayallerinden onların yaptığı gibi aynı yanlış ve hatalı hareketlere dalacak kadar etkilenmişlerdir. Her batıl inanışın özünde ilahlarına yardımcılar, çocuklar nisbet edildiği görülmektedir. Hükümdarlarını ilahlarının dünyadaki yansıması olarak telakki etmişlerdir. Şirk ifade eden her türlü söz ve inanışa sahip olan kişi ve topluluklar bu ayetin kapsamına girer. (Kaynaklar için bkz. Taberî, Tefsir VI/112; Kur’an Yolu Tefsiri, III/35; Elmalılı; İlgili ayetin tefsiri) 9 Mülk suresinin 5. ayetine göre yıldızlar en yakın gökte sanılıyor. Oysaki ışığı dünyamıza ulaşmamış uzaklıkta yıldızlar da var. Bu bağlamda ayeti açıklar mısınız? Mülk Suresi 1 - 5. Ayetler: 1- Mülk-ü saltanatın tasarrufunu elinde tutan (Allah) çok yüce, çok mübarektir. O'nun kudreti her şeye yeter. 2- Hanginizin daha güzel amelde bulunacağını deneyip ortaya çıkarmak için ölümü ve hayatı yaratan O'dur. O, çok üstündür, çok güçlüdür ve çok bağışlayandır. 3- O ki, yedi göğü tıpatıp uyum halinde yaratmıştır. Sen, Rahman'ın yarattığında hiçbir düzensizlik, uygunsuzluk göremezsin! Gözünü bir çevir de bak, acaba bir çatlak, bir bozukluk görebilir misin? 4- Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak, gözün yorgun-bitkin halde alçalmış olarak sana döner. 5- And olsun ki biz, dünya semâsını (veya en yakın semâyı) kandillerle süsledik; onları şeytanlara atılacak şeyler yaptık ve onlara alev alev köpüren Cehennem azabını hazırladık. «O ki, yedi göğü tıpatıp uyum halinde yaratmıştır. Sen, Rahmân'ın yarattığında hiçbir düzensizlik, uygunsuzluk göremezsin.» Ayette uyumlu, dengeli, düzenli yedi gökten söz ediliyor ve bu, ilmî açıdan Allah'ın varlığına, kudretinin sınırsızlığına delil ve belge gösteriliyor. Şüphesiz kâinat bizim tasavvurumuzun çok üstünde bir büyüklüğe ve genişliğe sahiptir. Mülk suresinin beşinci âyetinde: «Biz, dünya semasını (veya en yakın semayı) kandillerle süsledik» buyurularak, yedi tabakadan neyin kasdedildiğine bir işarette bulunuluyor. Dünya seması, onu her tarafından süsleyen yıldızların yer aldığı göktür. Ancak çıplak gözle görebildiğimiz veya teleskoplarla inceleyebildiğimiz yıldızlar mı, yoksa kâinatta mevcut bütün yıldızlar mı kasdediliyor? Âyeti bu iki değişik şekilde yorumlamak mümkün. Ancak hangi yorum kabul edilirse edilsin, dünya semasının veya en yakın semânın ötesinde altı sema daha vardır ki onların özellikleri henüz bilinmemekte ve teknik imkânlarla tesbit edilememektedir. İlmî araştırmalar ve gelişen teknik imkânlar henüz güneş sisteminin bile özelliklerini bütünüyle tesbit etmiş değildir. Bunun ötesinde sayısı belirsiz sistemler, galeksiler söz konusudur ki beşer ilmi henüz o sınırlara erişememiştir. O bakımdan âyette «dünya seması» veya «en yakın sema» denilmesi, araştırıcılara ipucu vermeye yönelik bir anlatımdır. Ayrıca burada dünya semasının yıldızlarla donatıldığı bildirilirken, diğer âyetlerle bu sûredeki âyetin bütünlüğü içinde onların üç ayrı faydasına dikkat çekiliyor: 10 1- Göğe yükselmek isteyen cin ve şeytanlara karşı birer nükleer başlık gibi fırlatılıp geri çevrilmeleri sağlanır. 2- Geceleri yönleri belirlememize yardımcı olurlar. 3- Dünyamızı süsler ve kâinatta yer alan sistemlerin dengesinin birer parçası olarak düzeni sağlarlar. Gökteki milyonlarca sistemlerde bir düzensizlik söz konusu olabilir mi? Kur'ân, ikinci ve üçüncü âyetlerle daha çok ilim adamlarına, gökteki yıldız ve bağlı bulundukları sistemlerin hem kendilerinde, hem de diğer sistemle olan bağlantısında bir düzensizlik ve uyumsuzluk olup olmadığını dikkatle gözetleyip incelemelerini tavsiye etmekte ve sonra da sonucu yine kendisi açıklamaktadır: «Sen, Rahmân'ın yarattığında hiçbir düzensizlik, uygunsuzluk göremezsin; gözünü bir çevir de bak, acaba bir çatlak, bir bozukluk görebilir misin? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak; gözün yorgunbitkin halde alçalmış olarak sana döner.» (bk. Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6291-6292.) Elmalılı Hamdi Yazır bu manadaki ayetleri tefsir ederken şöyle der; "Biz dünya semasını, en yakın göğü bir zinet ile donattık. 'Dünya' 'ednâ'nın müennesidir ki, 'en yakın' demektir. Bu ifadenin zâhiri, bütün yıldızların en yakın gökte olmasıdır. Şu halde burada en yakın gök, yer kürenin etrafında yalnız ayın yörünge sahasından ibaret değil, yalnız güneş sistemi âlemi de değil, genel olarak yıldızların bulunduğu cisim olan saha, yani üç boyut sahasıdır." (Saffat suresi 6.ayetin tefsiri) Atmosfer katmanlarıyla beraber birinci kat semanın içindedirler. Yıldızlar da birinci kat semanın içindedirler. Yıldızlar atmosferin katmanları arasında değilidir. Zira Astronomi biliminin verdiği bilgilere göre dünyaya en yakın yıldızın bile uzaklığı ışıkyılı ile hesaplandığı halde, Atmosferin en son tabakası olan Magnetosfer 64000 km'ye kadar çıkmaktadır. Atmosfer dünyayı çepeçevre kuşatmıştır. Yıldızlar ise bundan daha uzaktır. Bilgi için tıklayınız... 11 Patent davalarına bakmak caiz midir? İslam hukuku, bir buluşun, belirli bir süre icin, birisine verilmesini nasıl degerlendirir? Patent hakkı alınır ve satılır. Patent hakları ile ilgili dava takibi -haklının tarafında olmak şartıyla- caizdir. Prof. Dr. Hayrettin Karaman 12 Tapu devri yaparken mülkün değerini gerçeğinden düşük göstererek vergiyi az ödemek dinen uygun mudur? Müslüman, yalan söylemez, aldatmaz, hile yapmaz. Bu durum, hem yalan ve aldatmadır, hem de vergi kaçırmadır. Bilgi için tıklayınız: Vergi kaçırmak haram mıdır, kul hakkına girer mi? Bu durumda orada çalışan tüm elemanlar da bu suça ortak olur mu? Muhasebecinin işverenin direktifiyle vergi kaçırması caiz mi? 13 “Belâların en büyüğü peygamberleredir..” hadisine göre, Hz. Muhammed’in musibetlerin en şiddetlisine maruz kaldığı söyleniyor. Halbuki, Hz. Zekeriya’nın ağaç kovuğunda testere ile kesilmesi daha büyük değil midir? Evet, “İnsanlar içinde en ağır imtihana çekilenler Peygamberlerdir. Sonra sırasıyla (rütbeleri) onları takip edenler, sonra onları takip edenlerdir.” anlamında hadisler vardır. (bk. Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1:519;Hâkim, el-Müstedrek, 3/343; Müsned, 1/172, 174, 180, 185, 6:369) Bu ve benzeri hadisler peygamberlerin ve onlarla beraber o belaları göğüsleyen arkadaşlarının ne büyük imtihandan geçtiklerini göstermektedir. Kur’an’da veya hadis kaynaklarında Hz. Peygamberin diğer bütün peygamberlerden daha fazla musibete uğradığına dair açık bir ifadeye rastlayamadık. Ancak, İslam alimleri tarafından bu gibi ifadelerin kullanıldığı bilinmektedir. Hz. Muhammed (asm), son peygamber ve Kainatın da Efendisi olduğuna göre imtihanı en büyük olan peygamber olmalıdır. Başka bir peygamber (as), bir açıdan ağır bir imtihana maruz kalmış olsa bile, bütün açılardan imtihana bakıldığı zaman, imtihanı en ağır ve en büyük olanın Hz. Muhammed (asm) olduğu daha net anlaşılabilir. Ayrıca, musibetin sadece bedene gelen maddi musibetler değil, aynı zamanda insanların manevî şahsiyetine yapılan hakaretler de birer musibettir, hatta tahammülü daha zor musibetlerdir. Konuya bu açıdan bakıldığı zaman, herkesin bu hakaret-âmiz musibetten alacağı gönül yarası onun şahsiyetinin büyülüğüyle doğru orantılıdır. Hz. Muhammed(a.s.m) bütün peygamberlerden daha büyük olduğuna göre, onun düşmanlarından aldığı onur kırıcı manevî darbelerden aldığı yara herkesinkinden daha büyüktür. Bir misal olarak şunu arz edebiliriz; - Efendimiz (asm) büyük bir ümitle Taife yaptığı bir yolculuğu vardır. Yolda uğradığı her kabileyi İslam'a davet etmiş, fakat onlardan hiçbiri bu daveti kabul etmemişti. Taif'e vardıklarında Sakif Kabilesi büyüklerinden üç kardeşe gittiler. Bunlar Abdiyaleyl, Mes'ud ve Habib b. Amr b.Umeyr es-Sakafı idi. Onlarla birlikte oturup, kendilerini İslam'a davet etti. Bu üç kardeşten biri: - "Eğer Allah seni elçi olarak gönderdiyse Kabe'nin örtüsünü yırtarım." dedi. Diğeri: - "Allah senden başkasını bulamadı mı?" diye konuştu. Üçüncüsü de: - "Vallahi, seninle ebediyen konuşmam. Eğer resul isen sana cevap vermek büyük bir tehlikedir. Şayet Allah'a yalan uyduruyorsan seninle konuşmam zaten uygun olmaz." dedi. Hz. Peygamberin bu gönül yaralayıcı küstahlık karşısındaki ıstırabının boyutunu Hz. Aişe’den öğreniyoruz: Hz. Âişe anlatıyor: Rasûlullah’a (asm): Uhud gününden daha sıkıntılı bir gün geçirdin mi? diye sordum. Şöyle cevap verdi: 14 Akabe günü kavminin yaptıkları, başıma gelenlerin en şiddetlisiydi. Şöyle ki: Kendimi İbn Abdiyaleyl b. Abdi Kulâl’e tanıttım. İsteğimi kabul etmedi. Üzgün bir halde yola koyuldum. Ancak Karnu’s-Seâlib’te kendime gelebildim. Başımı kaldırdığımda, bir bulutun bana gölge yaptığını ve o bulutun içinde Cebrâîl’i gördüm. Bana şöyle seslendi: Yüce Allah kavminin sana söylediklerini ve sana verdikleri cevabı duydu. Onlar hakkında istediğini emretmen için sana dağlar meleğini gönderdi. Dağlar meleği bana: Ya Muhammed! Allah kavminin sana söylediklerini ve sana verdikleri cevabı duydu. Ben dağlar meleğiyim. Bana dilediğini emretmen için Allah beni sana gönderdi. İstiyorsan, şu iki yalçın dağı onların üzerine kapatayım, dedi. Ben, “Hayır, ben böylesini istemem. Ben, Allah’ın bu müşriklerin soyundan Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan ibadet edecek bir nesil çıkarmasını isterim” dedim. Taif dönüşü yaptığı şu dua da Efendimizin bu ıstırabının ne kadar büyük olduğunu gösteren bir kanıttır: "Allahım! Kuvvetimin zayıflığını, çaresizliğimi ve halk üzerindeki güçsüzlüğümü ancak sana şikayet ederim. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi! Güçsüzlerin Rabbi sensin. Sensin benim Rabbim. Beni kime bırakıyorsun? Beni asık suratla karşılayan yabancılara mı? Yoksa işimi eline teslim ettiğin bir düşmana mı? Eğer bana karşı gazap etmediysen, ben hiçbir şeye aldırış etmem. Fakat afiyetin benim için daha engindir, daha hoştur. Gazabına uğramaktan veya azabına layık olmaktan, karanlıkları yırtıp aydınlatan, dünya ve ahireti selamete ulaştıran zatının nuruna sığınıyorum. Sadece sana iltica eder ve senin rızanı dilerim. Senden başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur." (bk. Said Ramazan el-Butî, Fıkhu’s-Sîre, -Daru’l-Fikr, 1400/1980- s.136-140) 15 Kaddafi’nin linç edilerek öldürülmesi İslam Hukukuna uygun mudur? Kaddafi’nin yaptığı zulme karşı, Allah’ın kendisine linç cezasını uyguladığını söyleyebilir miyiz? Cevap 1: “Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle vuruşursa, onların aralarını bulun. Buna rağmen biri öbürüne saldırırsa, bu saldıran tarafla, Allah’ın emrine dönünceye kadar siz de vuruşun. Döndüğü takdirde aralarını hakkaniyetle düzeltin ve hep âdil olun, çünkü Allah âdil davrananları sever” (Hucurat, 49/9) mealindeki ayetten anlaşılacağı üzere, Kaddafî bir nevi bağî taraf olmuştur. Çünkü bütün çabalara rağmen, halkın haklı taleplerine kulak vermemiş, barış elini uzatmamış, askeri gücüne güvenerek halkını öldürmeye, yok etmeye karar vermiştir. Bu açıdan onun zalim bir diktatör olduğunda şüphe yoktur. İslam hukukuna göre, savaş esiri olan kimselerin esir muamelesi görmesi gerekir. Esir ise, prensip olarak- öldürülmez, mahkemece yargılanmadan infaz edilemez. Kaldı ki, müslümanlar arasında meydana gelen bu gibi iç savaşlarda uluslararası savaş hukuku da uygulanmaz. Çünkü harici savaşta düşmanın malı ganimet olur. Fakat iç savaşta kimse karşı tarafın malına da dokunamaz. Zira karşıdakiler zalim ve baği de olsa müslümandır. Biz Kaddafi’nin ve taraftarlarının da müslüman olduklarını düşünüyoruz. Bu açıklamalardan da anlaşılıyor ki, yakalandıktan sonra Kaddafi’ye yapılanlar İslam hukukuna uygun olmadığı gibi, İslamın yasakladığı ve haram kıldığı şeylerdir. Diğer taraftan, Kaddafi’nin bu şekilde öldürülmesi, bazı iç ve dış menfaat şebekelerinin planı olabilir. Kaddafi’nin kendileriyle olan kirli ilişkilerinin ortaya çıkmaması için onun linç edilmesini istemeleri de mümkündür.. Cevap 2: Biz burada işi sadece kader noktasına taşıyarak, Kaddafi’nin yaptığı zulme karşı Allah’ın kendisine linç cezasını uyguladığını söyleyecek durumda değiliz. Çünkü bunu kesin olarak bilmemize imkân yoktur. Bununla beraber, biz şunu da biliyoruz ki, insanların zulüm yaptığı aynı konuda Allah adalet eder. Buna göre, İnsanların bu linç girişimi ve uygulaması İslam’a aykırı bir şey olduğu için bir günah ve bir suçtur. Fakat Allah’ın buna izin vermesi -onun yaptığı pek çok linçlere karşıbir ceza olduğu için bir adalet olduğu söylenebilir. Çünkü “cezalar yapılan suçun cinsinden olur” manasındaki kural bunu göstermektedir. 16 “Kimi benden çok seversen onu senden alırım” diye bir hadis var mıdır? Kaynaklarda böyle bir rivayete rastlayamadık. Benzer bir rivayetin meali şöyledir: Hz. Cebrail peygamberimize hitaben: “Ya Muhammed ! İstediğin kadar yaşa sonunda öleceksin. İstediğini yap, mutlaka onun karşılığını görürsün. Dilediğini sev, muhakkak ki (bir gün) ondan ayrılacaksın” (Mecmau’z-zevaid, 2/252). 17 En´am Suresi 2. ayette "... size bir ecel, bir ömür süresi tayin edendir. Bir de O'nun nezdinde muayyen bir ecel vardır. Sonra, bir de kalkmış şüphe ediyorsunuz!" Ecel hakkında şüphe edenler var mı? İlgili ayetin meali şöyledir: "O, sizi bir çamurdan yaratan, sonra size bir ecel, bir ömür süresi tayin edendir. Bir de O'nun nezdinde muayyen bir ecel vardır. Sonra, bir de kalkmış şüphe ediyorsunuz!" (En'am 6/2) Ayet-i tefsir eden merhum Elmalılı Hazretleri şu önemli hususlara dikkat çekmiştir. Bazıları demiş ki, her insanın iki eceli vardır. Birisi tabiî eceller, ikincisi ihtirâmî (yok etmekle ilgili) eceller. Tabiî ecel şudur: Mizac, dış arızalardan korunmuş olsaydı ömrünün kalan müddeti felan zamana kadar varacaktı. Yok etmekle ilgili ecelde, boğulma, yanma, zehirli böcek sokma vesâire gibi dış etkenlerden güç bir sebep ile meydana gelendir. Fahreddin Râzî bunu İslâm filozoflarının görüşü diye nakletmiştir ki, maksat tabiblerdir. Tabibler arasında bir tabiî ömür teorisi vardır. Ve nitekim tabiblerimizin dilinde tabiî ecele, ecel-i müsemmâ (takdir edilmiş ecel); yok etmekle ilgili ecele de, ecel-i kazâ (kaza eceli) demek âdet olmuştur. Böyle bir telakki, ölüm öncesi hayatta sebeplere, sağlık bilgisine, tedaviye, dışa ait korunmalara riayetin faydalarını göstermek açısından faydalıdır. Fakat bunu iki ecel diye anlamak doğru değildir. Yani bir insanın, biri tabiî (doğal), biri yok etmekle ilgili olmak üzere iki eceli yoktur. Ya doğal veya yok etmekle ilgili bir eceli vardır. Zira fiilen vâki olacak olan ecel, bunların ancak biridir. Diğeri bir imkandan ibarettir. İmkan şekilleri çeşitli ve hatta sonsuz olabilir. Fakat vâki olan birdir. Hakikaten ömür, ecel de o vâki olandan ibarettir. Allah'ın takdir ve kaza ettiği de odur. Allah'ın bildiği şaşmaz; O mümkünü mümkün, vâkî olanı vâkî olan olarak bilir. Şu halde tabiî ve helakle ilgili ecel ayırımı; mümkün ecel, vuku bulan ecel diye bir ayırım yapmak gibidir. Dış sebeplerin helakiyle ölenin tabiî olarak ölmesi mümkün olduğu gibi, tabiî olarak ölenin de haricî sebeplerle ölmesi düşünülebilir. Fakat, o her halde bunların yalnız biriyle ölecektir. Halbuki ecel denildiği zaman mümkünü değil, vuku bulanı anlamak gerekir. Vuku bulan, vâki olmadan önce henüz imkan sahasındadır. Şu halde henüz ölmeyen bir kimsenin korunma sebeplerine uyması meşru ve hatta görevdir. Fakat vuku bulanın, vâki olmasıyla imkan sahası kapanmış, ecel tahakkuk etmiştir. Bundan dolayı o zaman da görev, vuku bulana teslim olmaktır. Sonra "tabiî ömür" sözü de soyut bir teoridir. Ölüm, her ne olsa, bir yok etme ve tahrip etme olmaktan çıkmaz. İhtiyarlama, esasen bir helak etme eseridir, yoksa tabiatın tabiat olmak üzere gereği, devamlılıktan başka bir şey değildir. Dışa ait tesir ile yok etme bahis konusu olmayınca, tabiî ömrün sonsuz olması gerekirdi. Demek ki hüküm, tabiatte değil, tabiatı yaratandadır. O halde tabiat sözü bir yanıltma ve şüpheye düşürmedir. Bu gibi sözlerle insanlar kesin bir olgu olan ölümde bile şüphelere düşer dururlar. Bunun için ayette buyuruluyor ki: Sonra, ey kâfirler siz tutar şek ve tereddüt edersiniz ha! "Siz hâlâ şüphe ediyorsunuz" ifadesiyle müşriklere hitap edilmiştir. Çünkü bu ifadede bir 18 tenkit ve tehdit vardır; müminler âyetlerde bildirilen gerçeklere inandıklarından böyle bir itham ve tehdide mâruz kalmaları düşünülemez. Günümüzde de inançsızlığı inanç edinmiş kimseler bilimin ileride ölümsüzlüğü bulacağını iddia etmektedirler. Ancak bu sözleri boş bir temenniden ibaret olduğu bu ayet bildirmektedir. "Her nefis ölümü tadacaktır." (Âl-i İmran, 3/185) gerçeğinden kimse kurtulmamıştır ve kurtulamayacaktır. (M. Hamdı Yazır, III, 1874-1877; ayrıca bkz. Şevkânî, II, 114; İbn Âşûr, IV, 130-131) 19 Edip Harabi kimdir? "Ey zahit şaraba eyle ihtiram. İnsan ol cihanda bu dünya fani" dizeleri küfür müdür? Müslümanların ifadelerini iyiye tevil etmek güzeldir. Bu açıdan müslümanım diyen bir kimseye, ne kadar hatalı olursa olsun kafir demek doğru olmaz. Ehl-i sünnet, itikadi anlamda hatalı olanları bile asla kafirlikle itham etmemiştir. Ehl-i Kıbleden olup da büyük günah işledikleri kesin olarak bilinen kimselerin tövbe etmeden ölmeleri halinde cenaze namazlarının kılınacağı, onlar için dua edilerek affedilmelerinin istenebileceği konusunda, Peygamber (asm)`in asrından çağımıza kadar olan zaman içinde ümmet`in kesintisiz icmaı vardır. (Taftazânî, Şerhu`l-Akaid, çev: S. Uludağ, İstanbul 1980, 264) Bu açıdan soruda geçen ifadeleri veya başka szöleri nedeniyle bir kişiye kafir demek doğru olmaz. Edib Harabi (1853-1916), son devir Bektaşî şairlerinden biridir. İstanbul'da doğdu. Asıl adı Ahmed Edib’dir. Şiirlerinde bazen Harâbî, bazen Edib mahlasını kullanmıştır. On yedi yaşlarında Merdivenköy Şahkulu Dergâhı şeyhi Mehmed Ali Hilmi Dede Baba'ya mürid oldu. Ancak herhangi bir kimseden icazetname almadan babalık yapmaya kalkıştığı için İstanbul Bektaşîleri arasında pek sevilmez, hatta Bektaşî tekkelerine kabul edilmezdi. Daha çok Bektaşî olmayan kişilerle ve şairlerle düşüp kalkar, evinde âyinler düzenlediği söylenirdi. Hatta Rıza Tevfik bile başlangıçta ondan el atmıştı. Edib Harâbî'nin, "Kâf u nün hitabı izhâr olmadan / Biz bu kâinatın ibtidâsıyız" matla'lı meşhur nefesi bütün Bektaşîler tarafından ezbere bilinir ve dergâhlarda okunurdu. Aruz ve hece vezinlerini son derece rahat kullanan Edib Harâb’nin şiirleri devrinde büyük bir ilgi görmüştür. Özellikle Bektaşî düşüncesini yansıttığı ve sade bir dille kaleme aldığı şiirlerinde hiciv unsuru ağır basmaktadır. Sadettin Nüzhet Ergun onda Melâmîlik etkisi olduğunu söylemiştir. (bk. TDV İslam Ansiklopedisi, Edib Harabi md.) Melamilik konusunda bilgi için tıklayınız: MELÂMİYYE 20 Kızım 2 ay önce ölen annemi gerçek hayatta ve rüyada göruyor. 14 yaşında çok korkuyor, ne yapmalıyım? Annenize Cenab-ı Haktan rahmet dileriz. Vefat etmiş bir kişinin bizim boyutlarımızda ve normal insanlara görülmesi pek rastlanan bir olay değildir. Bizim haricimizde Kabir ehlinin halini müşahade edebilen veliler, günahsız ve masum olanlar (mesela çocuklar gibi), bazen aşikâre görmeleri mümkün olabiliyor. Korkmanıza gerek yok Anneniz saliha bir kadın imiş. Zira Ölen kişinin ruhunun salih(a) olması sebebiyle kabirde çok kalmıyorlar serbest dolaşabiliyorlar. Üstad Bediüzzaman Hazretleri; bâkî ruhların eskimiş yuvalarını toprak altında bırakarak bir kısmının yıldızlarda, bir kısmının âlem-i berzah tabakalarında, bir kısmının da cismânî âlemlerde (bizim yaşadığımız yerlerde) gezdiğini haber veriyor. (bk. Lem’alar, s. 238; Sözler, s. 820) Rüyada görülmesi ise zaten normaldir. Gelelim çocuğunuza bunu nasıl anlatacağınıza; Çocuğun ölümü doğru algılayabilmesi için her şeyden önce Allah'ı tanıması ve sevmesi gerekmektedir. Çünkü Onu sevmeden Onun yarattığı ölümü doğru anlaması mümkün değildir. Çocuk için iyi anlaşılmamış ve hazmedilmemiş Allah inancı, ölüm olayını değerlendirmede sıkıntıya sebep olmaktadır. Bununla birlikte, aile çevresinin ölüm karşısındaki tavırlarını çocuk dikkatle incelemektedir. Özellikle annenin ölüm ve bunun gibi manevi konulardaki tesiri tüm aile bireylerinin üzerindedir ve çocuk nedensiz hiç bir şeyi kabul etmemektedir. "Niçin öldüğü", çocuğun kafasını en çok kurcalayan sorudur... Cennet fikri anlatılmadan, yeni bir hayatın başlayacağı belirtilmeden, Allah'ın kullarını çok sevdiğini ve ona dünya ve ahirette çok şeyler verdiğini ortaya koymadan ölüm olayını çocuğun taşıması oldukça güçtür. Ayrıca, ölüm gibi konularda kullanılacak dil mümkün olduğunca hafifletilmelidir. Çocuğun ölüme tepkisi, aslında yok olmaya bir tepkidir... Çocuğunuza annenizin Allah tarafından ödüllendirildiğini, ona serbestlik verildiğini söyleyin. Gün gelecek gerçek bedeniyle uyanıp hep birlikte cennette yaşayacağınızı söyleyin.. Bunu anlaması için bahardan örnek vererek, kuru ağaçların nasıl uyandığını gösterip aynen onun gibi herhangi bir bozulma olmadan gerçek anneannesi olarak onun yeniden uyanacağını anlatın... Gönlüne hoş gelecek hikayelerle ferahlatın... 21 Anneannesinin onu cennette tekrar kucağına alacağını ve buralardan daha keyifli yaşadığını, yıldızlara gezmeye gittiğini arasıra bizleri görmek için geldiğini ona anlayacağı dille söyleyin.. Ayrıca kendisine görünmesinin kısa bir zaman sonra sona erebileceğin söyleyin. Neden sadece kendisine göründüğünü sorarsa "içinizde en iyi duygulara sahip ve en güzel olanın kendisi olduğundan bunun bir ödül olduğunu" kendisine söyleyin. Başta da söylediğimiz gibi sizin tepkileriniz çok önemlidir. Siz böyle algılarsanız, çocuk herhangi bir problem yaşamayacaktır.. İlave bilgi için tıklayınız: Küçük bir çocuğa ölümü nasıl anlatmalıyız? Ahirete imanın toplum ve fert açısından önemi ve faydaları nelerdir? 22 Taha suresi, 133. ayette geçen "önceki sahifelerde geçen belgeler deliller" hangi anlamda kullanılmıştır? Taha Suresi, 133. Ayet: "(İnkarcı sapıklar) «O (Muhammed), Rabbinden bize bir mu'cize getirse ya» dediler. Önceki sahifelerde geçen belgeler, deliller onlara gelmedi mi? (Kur'ân o mu'cize ve belgeleri onlara açıklamadı mı?) "Önceki sahifelerde geçen belgeler, deliller onlara gelmedi mi?" buyurularak, Kur'an'ın önceki peygamberlere indirilenlerle aynı temel gerçekleri dile getirdiği hatırlatılmakta, aynı zamanda önceki kitaplarda Muhammed aleyhisselâmın geleceğini haber veren işaretlere ilişkin bir imada bulunulmaktadır. Eski kutsal kitaplarda Hz. Muhammed'in peygamberliğini müjdeleyen bu bilgiler İslâm kaynaklarında "beşâirü'n-nübüvve" veya kısaca "beşâir" diye anılır. (bk. Diyanet Tefsiri, Kur’an Yolu:III/562.) İlave bilgi için tıklayınız: Tevrat Ve İncil Peygamberimizin Nübüvvetine Delildir Eski kitaplarda Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m)'a dair işaretler var mıdır? Tevrat'ın tahrif olmadığını iddia edenlere, bizzat Tevrat'tan delil var mıdır? Eğer değiştiyse, Kur'an'da neden Yahudilere ve Hıristiyanlara, Tevrat ve İncil ile hükmetmeleri emri vardır? Bakara suresi 76. ayette, Tevrat'daki bilgilerin gizlenmesinden bahsediliyor. Müminlerin bu bilgileri delil olarak kullanması meselesini Bakara suresi, 75-76-77. ayetler bağlamında açıklar mısınız? 23 Razaman orucunu bozan sadece bir gün kaza tutar, keffaret tutmaz diyen Şafiilerim delili nedir? Bununla ilgili hadis var mıdır? Oruç Kefareti, Kur'an'da yer almayıp Hz. Peygamber tarafından vazedilmiştir. Oruç bozma kefareti, herhangi bir mazereti bulunmaksızın ramazan orucunu kasten bozan kimseye gereken kefareti ifade eder. İslâm'ın beş temel şartından biri olan oruç ibadetini yerine getirmekte zorlanan kimselere bir dizi kolaylık ve ruhsat getirilmiş, ayrıca kasten oruç tutmayan veya başladığı orucu meşru bir mazerete binaen bozan kimseye de tutulmayan orucu kaza etmesi imkânı tanınmıştır. Bu ruhsat ve imkânlardan sonra başladığı ramazan orucunu hiçbir mâkul ve haklı görülebilir sebep yokken bilerek ve İsteyerek bozan kimsenin durumu ağır bir kusur ve suç kabul edilmiş, böyle kimselere, bu hatalı davranışlarından dolayı Allah'tan af dileyebilmeleri için biri yine oruç cinsinden olmak üzere üç tür ibadetten biri kefaret olarak öngörülmüştür. Orucu kasten bozan kimse için öngörülen kefaretin ceza yönü ağır basar. Bu kefareti gerektiren sebep ise ramazan orucunu eda eden kimsenin orucu kasten ve isteyerek bozmasıdır. İkrah, hata, unutma gibi kasıtlı olmayan durumlar kefareti gerektirmez. Hanefîler ve Mâlikîler dahil fakihlerin bir grubuna göre ramazan orucunun cinsî münasebetle veya yeme içme ile bozulması aynı hükme tâbi iken Şafiîler başta olmak üzere diğer bir grup fakihe göre ramazan orucunun sadece cinsî münasebetle bozulması kefaret gerektirir, kasten de olsa yeme içme kefareti gerektirmez. Birinci grup, kasten yapılan cinsî münasebetle kasten yeme içmenin aynı ortak illete sahip bulunduğunu, ikisinin de orucun kasten bozulması mahiyetinde olduğunu ileri sürer. İkinci grup ise Hz. Peygamber'İn ramazan ayında karısıyla cinsî münasebette bulunan sahâbî hakkında kefarete hükmettiği (bkz. Buhârî, Savm,30-31; Keffârât, 2, 4; Müslim, Sıyâm, 14) hadiste yeme içme geçmediği ve yeme içmenin farklı olduğu mülahazasıyla hareket eder ve kıyas yoluyla kefaret hükmünü genişletmek istemez. Şâfiîler'in burada kıyas yoluna gitmemeleri biraz da kolaylığı sağlama, zorluk ve sıkıntıya yol açmama düşüncesinden kaynaklanmış olabilir. (Geniş bilgi için bkz. TDV İslam Ansiklopedisi Kefaret md. 25/178) 24