lblı \ Dem. No: Tas. No: L Çağ1m1zda Sosyal Değişme ve Islam 2002 Yılı Kutlu Doğum Sempozyumu Tebliğ ve Müzakereleri Yayın No: 377 Sempozyumlar ve Paneller Serisi: 37 ©Bütün Haklan Türkiye Diyanet Vakfı'na aittir 1. Baskı, Şubat 2007, Ankara, 1.000 adet ISBN 978-975-389-494-4 07.06,Y.0005.377 Redaksiyon : Dr. Mehmet BULUT Kapak ve Iç Tasanm: TN Iletişim Kufi Besmele: Hişam ei-Garavl Uygulama: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınlan Türkiye Diyanet Vakfı Mütevelli Heyeti'nin 25.02.2003/1104-14 sayılı karanyla basılmıştır. Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Matbaacılık ve Tıcaret Işletmesi'nin dizgi, fotomekanik, ofset ve cilt tesislerinde hazırlanıp basılmıştır. TÜRKIYE DIYANET VAKFI Yayın Matbaacılık ve Ticaret Işletmesi OSTIM Örnek Sanayi Sitesi 1. Cadde 358. Sokak No: 11 06370 Yenimahalle 1 Ankara Tel: 0312. 354 91 31 (pbx) Faks: 354 91 32 e-posta: tdvyayin@diyanetvakfi.org. tr Sosyal Değişme ve içtihat Prof. Dr. Faruk BEŞER Sakarya Üniversitesi Ilahiyat Fakültesi Islam ve Değişim enel anlamda İslam'ın değişmeyi değil, kalıcılığı, sürekliliği ve geleneği öngördüğü söylenebilir. Nitekim o, Cahiliye'ye dönemine ait olan her şeyi değiştirmemiş, bazısını ibka etmiş, bazısını da ıslah ederek bırakmıştır. Hz. Peygamber "türedi bir peygamber değildir" (Ahkaf, 46/9). "Dine ilişkin olarak sonradan ortaya çıkan uygulamalar bidattir." "Bir topluluk kendi içindekini değiştirmedikçe Allah da onlardaki değerleri değiştirmez" (Ra' d, 13/11). "Allah'ı inkar edenleri, O, çok çetin bir aiapla yakalar. Bunun sebebi şudur ki Allah, bir kavme verdiği bir nimeti, onlar kendi içlerindekini değiştirmedikçe değiştirmez ... " (Enfal, 8/53). Bu ayet önceki benzer ayeti açıklar ve "Değiştirmez" denmesi, değişmemenin iyi ve istenen bir durum olduğuna işaret eder. Kur'an'da değiştirmenin ve dolayısıyla da değişmenin mutlak anlamda güzel ve makbul olmadığını gösteren daha açık ifadeler de vardır: "Allah' ın kelimelerinde tebdil olmaz"' (Yunus, 10/64). "Allah'ın yaratışında (yarattığında) tebdil olmaz. Bu dosdoğru bir dindir" (Rılm, 30/30). "Allah'ın sünnetinde (kanununda) hiç bir tebdil, (Ahzab, 33/62), hiçbir tahvil bulamazsın" (Fatır, 35/43). (Tebdil kelimesinin tamamen değiştirme, bir şeyden bedel başka bir şey getirme, tahvil kelimesinin, bir şeyin halini, yani özelliklerini değiştirme, tağyir kelimesinin ise, bir şeyi bir başka­ sı ile değiştirmemekle beraber onu kendi içinde değiştirerek adeta bir başka şey haline getirme manalarında olduğunu gözönünde bulundurmalıyız.) G 1 "Allah'ın sözlerinde tebdiUdeğiş(tir)me olmaz" (Yunus, 10/64) mealindeki ayetler, bir başka açıdan da, bir ihtimalle de olsa, ayetlerin hem lafızlannın, hem de ne dediklerinin değişmemesi gerektiğini hatır­ latır. Yani, eğer bu ihtimal doğru ise Kur' an, tarihseki bir okuma metoduna tabi tutulrnamalıdır. i i 1 l -----, \~~"' 302 1ÇaQımızda Sosyal Degişme ve Islam Şeytan Allah'la olan muhaveresinde, "Senin kullanna emirler yağdıracağım ve onlar Allah'ın eder. yaratışını (yaratıklarını) tağyir Estetik!güzelleşme amaçlı edecekler" (Nisa, 4/119) diye yemin olarak dövme yaptırma, kaş aldırma, saça saç ekleme, seyreltme gibi operasyonlar lanetlenirken, sebep olarak bunlarla Allah'ın yaratışının (ya da yaratıklannın) değiştirilmesi (tağyir) gösterilir. 2 Bunlarla da açıkça Allah'a ait olan (İlahi) bir alana işaret edilir ve insanın onu değiştirmeye kalkışma­ ması istenir. Ama diğer taraftan atalarının dinlerine körü körüne sarılanlar kınanır­ lar ve "Onların izlerinden gittikleri atalan bir şey anlamamışlarsa ve doğru yolda değillerse!" (Bakara, 2/170), "Onlar bir şey bilmiyorlar ve hidayet üzre değillerse! (Yine mi onlan izleyeceklerdir)" (Maide, 5/104) diye uyanlırlar. "lki günü müsavi olan ziyan dadır." Öyleyse aslında gelişen ve değişen bir şeylerin bulunduğu da açık­ tır. İlimin arneli gerektirmesi ve İslam'da ilme karşı ileri derecede teşvikin bulunması da bir tür müspet gelişmeyi ve değİşıneyi akla getirir. Aslında Kur'an-ı Kerim'in belli bir tedriç süreci içerisinde gelmiş olması, onun anlama ve bilgilenmedeki değişimlere riayet ettiğinden dolayıdır. Kur'an zaten kendisinin anlaşılmasında sürekli bir açılırnın ve beyanın olacağını söyler. 3 Bunun anlamı, bilgide ve hikmette nicelik!kemiyet olarak değişimin süreceğidir. Öyle anlaşılıyor ki, değişmemeyi ve değişmeyeni asıl olarak gösteren deliller, iki şeye dikkat çekiyorlar: 1. Varoluşsal değişmenin olmadığına; 2. Allah'a ait olması gereken alana kulun müdahale etmemesi, varlığın yönünü ve misyonunu değiştir­ memesi gerektiğine. Değişmeyi makul ve olması gereken olarak gösteren deliller de yine iki şeye işaret ediyorlar: 1. İnsanoğlu varlık hakkında sürekli bilgilenmeli ve, 2. Bilgi;inin artmasına paralel olarak ameli/yapıp ettikleri de hep daha güzele doğ­ ru değişmelidir. Böylece insan asıl gayesine, Allah'ı bilmeye ve O'na karşı saygılı olmaya doğru ilerleyecektir. Din sözkonusu olunca da onun hiç değişmeyen ve değişmemesi gereken bir aslı­ nın, sabitesinin bulunduğunda ittifak edilmekle beraber, bunun ne olduğu ve nereye kadar gideceği konusunda farklı anlamalar da yok değildir. İslam geleneğindeki genel kabul odur ki, dininen azından iman esaslan (teolojik ya da antolajik saha), salt ibadetler ve sayılarla ifade edilen hükümler (mukadderat) İslam'ın hiç değişmeden kalacak olan özünü ve sabitesini teşkil ederler. Bunların yanında mesela, haram kılı­ nan şeylerde de mutlak anlamda bir değişmenin olabileceği düşünülemez. Dinin sabiteleri ve tarihsel süreç içerisinde oluşturduğu kültürleri vardır. Sabiteler, isminden de anlaşılacağı gibi, dinin değişmemesi gereken (Teolojik) sahası, kültürel yönü ise değişmesi gereken (Sosyolojik) sahasıdır. Ya da sabitelerin değiş­ tirilmesi olumsuz olduğu kadar, kültürel yönünün değişmeden kalması ve her yer ve zaman için aynen uygulanmak istenmesi de olumsuz bir durumdur. diş 1 Bkz. Buhari, Libas, H. No: 5476. 3Ömek olarak bkz. Kıyame, 75/19. Tebliğler ve Müzakereler Sosyal 1303 Değişme Bugün sosyal değişme deyince sosyologlar, "sosyal" nitelemesinden de anlaşıla­ cağı üzere, toplumsal yaşayışta, aile yapısında, akrabalar arası ilişkilerde, toplumu ilgilendiren yönüyle insanların kullandıklan araçlarda ve bunların kullanılına biçim ve gayelerinde, hatta bu sayılanlan etkilernesi açısından varlığa ve hayata bakışta ortaya çıkan farklılaşmalan ve bunlan doğuran faktörleri, bütün bunlardan sonra da bunların vaki ya da muhtemel sonuçlarını anlarlar. Dikkatli bakılırsa biz bunların sadece sosyolojinin değil, aynı zamanda fıkhın da konusu ve ilgi alanı olduğunu söyleyebiliriz. Sosyologlar bu değişınderin etkenlerini, özelliklerini, bunları doğuran temel kanunlan, yani farklı değişim teorilerini ele alır ve uzun uzadıya anlatırlar. Bu anlatılanlara bakıldığında hepsinde var olan ortak paydanın, sosyal değişmelerin, bilimin ve teknolojinin katkılarıyla hep iyiy~ doğru gideceği doğal, doğrusal ve olumlu olarak görüldüğüdür. Elbette bunun tabii sonucu da, insanlığın ilkelden ve ilkelJ.il.-.i:en başlamış olduğunun kabulüdür. Ama artık, değişimin mutlak anlamda olunılu olmadığı, pek çok değişinıin, insanlığı felakete de sürükleyebileceği dile getirilmeye başlanmış durumdadır. lçtihadı Etkileyen Belli Başlı Değişme ve Kırılmalar İlk dönenilerde çok yavaş ~eyretmiş olsa dahi İslam dünyasında da önenıli değişinıler olmuş ve Müslümanlar da bu değişmelere paralel farklı görüş ve içtihatlar oluşturabilmişlerdir. Hz. Ömer'le beraber hız kazanan fetihlerin İslam ülkesine yabancı kavinıleri ve artık dil birliğinin bulunmamasırıı, insanlar arasındaki dayanışma ve yardınılaşma anlayışının değişmesiyle akile yerine divanların ilidasını, Farsların ve Türklerin İslamlaşması ile Kur'an-ı Kerim'i anlama probleminin ortaya çıkmasını ve onun dilinin tartışılınasını, h~tta yönetimin daha rahat hareket edebilmek amacıyla ulemayı, Kur'an'ın "malıluk" olduğu tezirıi kabule zorlamasını örnek olarak katınasını hatırlayabiliriz. Daha sonra mesela Haçlı seferlerinin (1095) Müslümanların Hıristiyanlara karşı bakış açısını etkilernesi ve önceden onlar adeta korumamız altındaki evlatlarımiZ gibi muamele görürlerken, Haçlı Seferleri sonrası Ehli Kitap hakkında daha sert fikhi görüşlerin ortaya çıkması, Moğol istilası (1258) ile birlikte Müslümanların ilk ciddi yenilgilerini alınaya başlamalan ve bunun en azından Hanefiler için, mesela cuma namazının darülharpte kılınamayacağı kanaatlerini gözden geçirmelerine sebep olması; Osmanlının Batıya yenilmesiyle onların iktisadi, askeri, bilimsel ve teknolojik üstünlüğü karşısında kendisinin bütün bu alanlarını sorgulamaya başlama­ sı akla gelen ilk etkili değişim ve kırılınalardır. Fıklıi mirasırnız bu kırılmalara paralel biçimde incelendiğinde, aslında fikıhtaki tarilisetlik de bütün açıklığıyla ortaya çıkacaktır. Bu değişınderin bir kısmı İslam dünyasındaki ilmi gelişmelerden hızlı cereyan ettiği için zamanla bunlan yorumlamalarda ve hayatı ona göre düzenleme- 304 1Çağımızda Sosyal Dağişme ve Islam de zorlanmalar başgöstermiştir. Sanayi devrimi ile başlayan süreç ise İslam dünyasının değişmelere cevap bulup ayak uydurmasını bütünüyle zorlaştırdı. Köyden kente taşınma, hızlı kentleşme, iş hayatı, tarımdan sanayi işçiliğine geçiş, hareket alanlan belirlenmiş, sürekli ve mono ton kılınmış bir çalışma düzeni ve bunların getirdiği değişme ve anlayış kaymalan İslam dünyasında da ciddi sarsılmalara neden olmuştur. Ve aslında bir Medine/kent medeniyeri olan İslam'ın bu değişmelere vereceği cevabın gereken hızla bulunamadığı açıktır. Bunun sebebi, bütünüyle bir İslam Dünyasının geri kalma sebeplerinde aranmalıdır. Kur'an-ı Kerim'in ve Hadisin açılımı ve bütün zamanlara mutabık olması, sadece onların metinleri üzerinde yoğunlaşarak keşfedilebilecek bir husus değildi. Zira Kur'an-ı Kerim -kelirneleri itibariyle- sınırlı bir metindi ve bilirnin keşfi olmadan ondan anlaşılanlarm artma şansı olamazdı. Oysa olaylar çeşitlenerek çoğalıyordu. Bu yüzden sadece ispatlanmış bilimsel gerçekler değil, bazan bilim teorileri dahi müslümaniann etkilenmelerine ve sarsılmalanna yetebildi. Mesela Seyyid Hüseyin Nasr'a göre dini düşünceyi sarsan en büyük etken Evrim Teorisidir. 4 İslam tasavvuf anlayışının dünyayı terketmeye ve miskinliğe doğru m eyledişini ve bununla beraber sufi meşayihin toplum üzerinde ulemadan daha etkili oluşunu, İslam dünyası için en önemli değişmelerden ve kırılmalardan sayan görüşler de büyük ölçüde doğrudur. Faruki'rtin dediği gibi tasavvuf; "Bir takım saldırgan devletlerin ortaya çıkmasından, bazı sosyal ve siyasi hareketlerden olduğu kadar milyonlarca insanın İslam'a girmesinden de sorumludur. Aynı zamanda Müslüman gücünün ~ok olmasından, Müslümanların akli olanın yerini sezgi yoluyla öğrenilenle değiştirmelerinden ve batıl irikada dayalı bilgi için eleştirel olanı terketmelerinden; bu dünyayı terkederek sadece öte dünya ile ilgilenmelerinden de sorumludur."5 lçtihadın Soy Kütüğü Burada içtihadın teknik tarifi ve bununla ilgi kayıtlardan çok, onun malıiyerini anlamayı, Kur'an'daki ve bulabildiğimiz kadarıyla da sünnetteki ilgili kavramları tanımayı deneyeceğiz. Beylik bir ifade olan, "Dinin kaynaklan ya da edille-i şeriyye dörttür: Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas" anlatımını herkes bilir. Aslında dinin ya da dini bilginin kaynağı bir tanedir ve o da vahiydir. Sünnet Kur'an'ı anlatacağı kadar anlatmış ve artık kalan detaylan insanoğluna bırakmıştır. "Kur'an'ı Ralınıan olan Allah öğretmiştir. O insanı yaratmış ve ona beyanı öğretmiştir" (Rahman, 55/1 -4). Artık insanoğlunun kendi zaman ve mekanındaki davranışlarının meşruiyetini, yani Allah'ın bu konudaki muradını öğrenmesinin, sünnet ve yaşayan sünnet/gelenek örneğinden yararlanarak, Kur'an'dan almaktan başka bir yolu yoktur. Öyleyse aslında sistematik zi4 Bkz. Mehmet Erdoğan, Sosyal Değişme, s. 32. İslam Kültür At/ası, s. 323. 5 Faruki, ----------- ----------------= Tebfiğler ve Müzakereler 1305 hinsel bir çaba olan içtihat müstakil bir kaynak değil bütün bu dört aslı işlevsel kıla­ cak, hepsinin arasındaki bir ortak dokudur. Bu yüzden biz on ını mahiyet ve meşru­ iyetini öncelikle Kur'an'dan ve sünnet örneğinden aramayı deneyeceğiz. Düşünme ve bilgi edinme ile İlgili olarak Kur' an' da insanı hayrette bırakacak bir kavram haritasının olduğunu burada sadece söylemekle yetineceğiz. Bilginin vası­ talan olarak; sem'/duyma, kulak, basar/görme, göz ve aklın; fuad, hicr, lübb, nühye, katb gibi kademeleri, bunlan eyleme dönüştürme ve kullanma biçimi olarak fehm, nazar, teemmül, tefekkür, taakkul; tedebbür, İlinl, marifet, hikmet, tefakkuh, · dirase ve daha pek çok eylem Kur'an'dazikredilmektedir ve bunlar sanıldığının çok üzerinde ve çok renkli bir bilgilenme haritası çizerler. Elbette "Müçtehit" dediğimiz insan da bu araçlardan bazılarını ya da tamamını kullanabilen insandır. Bu bakış açısıyla bizim Kur'an-ı Kerim'deki bazı kavramlar dikkatimizi çekmektedir. Eblü'z-zikr: Kur'an'ın, bilgisine başvurulmasını istediği, en önde gelen zümrelerden birinin "ehl-i zikir" olduğunu söyleyebiliriz. Kur'an-ı Kerim'de iki ayn yerde, bir tek kelinıe farkıyla tekrarlanan bir ayeti kerime vardır: "Biz senden önce de kendilerine vahiy verdiğimiz erlerden başkasını göndermemişizdir. Eğer bilıniyor­ sanız zikir ehline sorun" (bak. Nahl, 16/43; Enbiya, 21/7). Bu her ikiayetinde bağ­ Iarnı aslında Hz. Peygamber'in bir beşer olarak peygamberliğine itiraz edilmesi sadedidir ve orada ehl-i zikir'den anlaşılan da birinci derecede Tevrat'ı ve İncil'i bilenlerdir. Ancak bu özel sadede rağmen zikir kavramının kapsamı çok daha geniş­ tir. İbn Abbas'ın tercihi olarak "Ehl-i zikir", Kur'an ehlidir, yani Kur'an'ı bilen ve içselleştiren insanlardır. Buna bilahare ilim ehli insanlar da katılmıştır. 6 İlk dönemlerde "ilim" kavramıyla sünnetin kastedildiğini düşündüğümüzde bu anlamlı olur. Çünkü Kur'an-ı Kerim burada Tevratve İncil değil de Zikir kavramını tercilı etmiş­ tir, öyleyse onun ehli ile kastedilen kimseler de,' yine Kur'an'ın zikir kavranıına yükIediği ·anlamlan kendisinde bulunduran kimseler olınalıdırlar. Kur'an-ı Kerim kendisine de "zikr" adıru verirken, bu kelinıeyi, Firuzabadi'nin tespitine göre yirnıi ayrı manada kullanmıştır: Dil ile zikretme/söyleme, kalb ile zikretme/hatırlama, öğüt verme, Tevrat, Kur' an, Levh-ı mahfuz, Hz. Peygamberin risaleti, ibret, haber, Hz. Peygamberin bizzat kendisi, şeref, tövbe, beş vakit namaz, özel olarak ikindi namazı, Cuma namazı, hatadan dolayı özür, şefaat, tevhit, nimeti anma, itaat ve hizmet. 7 O, zikrin bu anlamlarda kullanıldığı ayetleri de verir. Ancak dikkatlice bakılırsa bu manalardan bir kısmının diğerlerine dahil edilebileceği görülür ve sonuçta "Ehl-i Zikir" şöyle bit insan olarak karşımıza çıkar: Kur'an'ı ve Peygamber'i (sünneti) tanıyan, kulluk görevlerini yerine getiren, yaptığı işlerde Allah'ı hatırda tutan, dinlerin temel esaslannı bilen bir insan. Zikirdeki temel özellik elbette, İbn Paris'in dediği gibi, akla getirme ve hatırlamadır. Ama hatıriamanın an6Bkz. Kurtubi, X/108. 7 Bkz. Firılzabadi, Basair, III/13; Ayrıca İhsan Kahveci, Kur'an'da Zikir Kavramı adlı bir dok-tora tezi hazırlamak'iadır. -, ~\};1;:;~ 306 1Ça~ımızda Sosyal Değişme ve Islam cak bilmeden sonra olabileceğini düşünürsek "Ehl-i Zikir"in, bilen ve bununla birll'te yukandaki özelliklere sahip olan kimse olduğu anlaşılır. Buna göre Kur'an'ın "Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun" ifadesinden anlaşılan şu olur: Öncelikle herkes için asıl olan bilmektir. Çünkü her insan Allah'ın muhatabıdır ve O'nun muradım kendi mükellefiyeti nispetinde bilebilme imkanı­ na sahiptir. Bununla birlikte herkesin bu mümkünü başaramadığı da bir gerçektir. Öyleyse bilemeyenler bilenlere soracaklardır. Ancak bu bilenler mutlak, sıradan ve vasıfsız bilenler değil, yukandaki özellikleri kendilerinde bulunduran alimlerdir. Şu halde bu ayetin "Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorun" diye tercüme edilmesi de eksik bir çeviri olmalıdır. Diğer yönden bu ayetlerden, başkalannın görüşlerinisorup ona göre davranma anlamında bir mezhebe ittibanın cevazı da anlaşılmış olur. Ulü'l-emr ve İstinbat "Ulü'l-emr", emir yetkisi olanlar, emri elinde bulunduranlar demektir." Anlaşılacağı üzere buradaki birinci emir, yasaklamanın zıddı olan emretmek, ikinci emir ise imaret/velayetiyetkiisiyasi otorite anlanıındaki emirdir. Ulü'l-emr' de her iki mana da düşünülebilir. Bu kavramın geçtiği ayetlerden birinin meali şöyledir: "Onlar kendilerine güven ya da korku ile ilgili bir haber geldiğinde onu hemen yayıveriyorlar. Oysa onu Peygamber' e ve 'ulü'l-emre' götürselerdi elbette içlerinden istinbat edebilenler onu bilirlerdi" (Nisa, 4/83). Rağib, Ulü'l-emr'i tanınılarken diyor ki: "Bir görüşe göre bunlar Hz. Peygamber zamanmdaki ümera (emirler/yöneticiler) dir. Bir görüşe göre, Ehl-i Beytten gelen İmamlardır, bir görüşe göre de marufıı!iyilik­ Jeri emredenlerdir, İbn Abbas da şöyle demiştir: 'Ulü'l-emr, Allah'a itaat eden fakihler!dip. alimleri l'e dinin adeta sahibi l'e ehli olan insanlardır.' Bütün bu görüşler doğ­ rudur. Şöyle ki, insaniann sözünü dinlediği (otorite olan) ulii'l-emr dört smıftır: 1. Peygamberler: Bunlann hükmü (otoritesi) awıınm da hal'assm da hem zahirierine hem de batınlanna etkilidir. 2. Yöneticiler/vülat: Bunlann hük..rnü herkesin zahirine etkilidir, batınma etkili değildir. 3. Mütefekkirler/hükema: Bunlann hükmü ise sadece hal'assm l'e de zahirierine değil de batınlanna etkilidir. 4. Vaaz ve öğüt verenler: Bunlann hükmü de al'amm zahirierine değil de batınlanna etkilidir.''8 Anlaşılan hem ümeranın hem de nlemanın insanlar üzerinde otoriteleri vardır. İnsanlar için gerekli olan bilgi manevi bir güç olduğu için, bilgiye salıip olmayanlar, muhtaç olduklan bilginin kaynağına boyun eğerler. Anıa bilginin oluşturduğu otorite manevi bir otoritedir ve o, insaniann ancak iç dünyalannda/batınlannda etkilidir. Ümeranın otoritesi ise bunun aksinedir. Ancak ümerasiyasal otorite ile birlikte ilme de sahip olurlarsa her iki otoriteyi birlikte edinmiş ve gerçek anlamda ulü'l-emr olmuş olurlar. Burada bizi ilgilendiren husus, bilgi edinmek için ulü'lemre başvurmamızın istenmiş olması ve tam anlamıyla ulü'l-emrin ancak ilimle oluşabileceği gerçeğidir. Aynı s Bkz. Rağib, ayette insanlar istinbat gücüne sahip olanlarasormaklada mükellef kılınMüfredat. Tebfi!ller ve Müzakereler 1307 mışlardır. İstinbat kavramı "nabat" kökündendir ve "nabat", kuyu kazıldığında ilk çıkan suya verilen addır. "İstinbat" ise, gerekli ınalzerneler ve bilgiler kullanılarak, bir konunun özüne ve deri'ınuna irıilip yeni bilgiler elde etmeye denir. Kavrarnın köküyle alakası açıktır. Bu kavram yukanda meali verilen Nisa, 4/83'te dini bilgirıirı farklı bir derecesirıdeki irısanlar içirı kullanılımştır. "Dinde tefakkuh edenler", konumuzia ilgili olan dördüncü anahtar kavramdır. Fıkıh, ınaksudu kavraınaktır. Fehiın' den ve ilirnden daha özel bir bilgidir. Bunun tefakkuh kalıbıyla ifade edilmesi onun, kolayca elde edilemeyen bir bilgi türü olduğu­ na işaretolınalıdır. İlgili ayetinmeali şöyledir: "Müınirılerirı tamarnı birden seferber olmaınalıdırlar. Her firkadan bir grup çıksalar ve dirıde tefakkuh etseler de, döndükleri zan1an kavimlerini uyarsalar, ola ki sakınırlar" (Tevbe, 9/122). Bu ayetten anlaşıldığı üzere 'dirıde tefakkuh edenler', irısanlan uyarma/irızar etme yetkisirıe sahip kimsderdir. Birıaenaleyh, bu vasıf konumuz açısından önemli bir vasıftır. Çoğu Ku' ran tercümesirıirı verdiğirıirı aksirıe, bu irısanlar çıkınarnası gereken irısanlar değil, aksirıe çıkınası gereken irısanlardır. "Levla-nefera", "çıkınasınlar" değil, "çıksa­ lar ya! Çıkmalıdırlar" anlaınına gelir. 9 Bu durumda bu uyarma özelliğirıirı ancak çık­ makla, yani dünyayı ve hayatı tannnakla elde edilebileceği anlaşılınış olur. Burada fıkıh ve ondan türeyen kelirılelerin Kur'an-ı Kerim'de hep fiil kalıbıyla gelıniş alınalanna dikkat çekmek de güzel olur. Muhtemelen bu durum, fikhın sabit bir bilgi olınayıp, sürekli bir anlama eylemirıirı adı olduğuna delalet .eder. Aynca fıkıhla elde edilen bilgirıirı hikmet olduğu söylenir. 10 Çok ilgirıçtir ki, fıkıh kelimesi Kur'an-ı Kerim'de yirmi kez ve hepsirlde fiil olarak kullanılırken, hikmet kelirılesi de yine tam yirmi kez ve hepsirlde isim olarak kullanılımştır. Bu da fikhırı sürekli bir kavrama eylemi; hikmetin ise bu eylem sonucunda elde edilen sabit ve ınuhkeın bir bilgi olacağına iş~ret olabilir. İşte Allah'ın, kendi gönderdiği dirı adına bilgilerine başvurulmasını istediği kimseler bu dört sınıf irısandır. Bunlardaki özellikler de bir bakıma, sonradan ınüç­ tehit diye isiınlendirilecek olan otoriteleriri özellikleridir. Bunlardan başka elbette Kur'an-ı Kerim'irı bilgi sahibi olan irisanlardan söz ettiği başka kavram ve kelirıle­ ler de vardır. Ancak onlara sorulınasının, yani onlardan dini bilgi alınmasının istendiği ile ilgili bir işaret bilmiyoruz. Mesela Uleına!Alirılün kavramı önemli bir bilgi derecesirıi anlatır. Alirıl'irı alem'den geldiğirıi düşünürsek, aliınde adeta bir alem/işaret alına, farkedilir bir yönünün bulunması ve böylece de örnek teşkil etme anlamlannın bulunduğunu anlanz. Bu da elbette sadece onun bilgisirıi uygulamasıyla olabilir. Aksi halde hafızadaki bilgirıirı görünür ve alem olabilir bir yönü olamaz. Bu yüzden olacak ki Şatibi, eyleme dönüşmeyen bilgiyi bilgi kabul etmez. Ama alim yine de Ku- Ömek olarak bkz. Şeyhzade ale'l-Beydıhive Seyyid Kutub, IOBkz. Elmalılı, II/916. 9 Fi-ZıJali'l-Kur'an, ilgili ayetin tefsiri. 308 1Çağımııda Sosyal Degişme ve Islam ran'da sözüne başvurulan bir sınıf olarak zikredilmez. Aksine o, daha çok yaşayışı ile örnek/alem olan insandır. Bilgisine başvurulmasından sözedilmeyen, ancak dini anlamada önemli bir yerde olduklan anlaşılan başka zümreler de vardır ve mesela "Mütevessimin", "Rasihıln" bunlardandır. lık Kaynaklarda Içtihat Teknik anlamda İçtilıat kavramı Kur'an-ı Kerim'de geçmemektedir. Kur'an-ı Kerim' e bakıldığında ve özellikle de Mekki ayetlerdenazar kelimesiyle karşılaşınz. Nazar, tecrübi (pozitif) sahalarda akıl yürütmenin adıdır. Bütünüyle yer küreye, semalara, canlılara nazar edilmesi eınredilir. Bundan hareketle mücerret saha olan hukuki konulardaki içtihattan ve hukuki anlamdaki hükümden önce tecrübi konulardaki içtihadın, yani nazarın bulunması gerektiğini çıkarabiliriz. Zaten sürekli tekrar etmemiz gereken bir husus, içtihadın sahasını sadece hukuki alanla sınırlamanın yanlış olacağı gerçeğidir. "İçtihadın Kur'an'daki en önemli delili" diyor İkbal: "Bizim uğrumuzda cihad edenler için biz yollanmızı kolaylaştınnz" ayetidir (Ankebılt 29/69).ıı Bilindiği gibi, cihat ile içtihat kökteştirler ve aralanndaki m ana ilişkisi açıktır. Cihat adeta bahçeyi aynk otlanndan temizleme, içtihat da orada ilahi mesajlan fidelendirme çabasıdır. Gerek Hz. Peygamber'in hadislerinde ve gerekse -çok fazla olmamakla birliktesahabenin sözlerinde içtihat kavramı geçmektedir, ancak o dönemde sözü edilen içtihar sonradan alacağı teknik anlamında değildir. Daha teknik birer terim olan kı­ yas ve istilısandan ve teknik anlamdaki içtihattan önce "re'y" terimi kullanılıyordu. İçtilıat terimi ise teknik anlamda, muhtemelen ilk defa İmam Şafii tarafından kullanıldı. Hatta iraklıların eserlerinde bile içtihat kavramına çokça rastlanmaz. Re'y, içtihattan önce sıkça kullanılan bir kavram olmakla beraber, bütünüyle müspet ve olması gereken bir şey olarak değil, bir bakıma yanlış olma riskine rağmen kendi görüşünü açıklama anlamında idi. 12 Kıyas'ın da ilk dönemlerde bu günkü teknik anlamından daha geniş olarak kullanıldığı ve akli tahlil ve bir hüknıe varmak için mukayese etme, benzer şeyler arasında ilişki kurma, bir düşünceyi çeşitli delillerle temellendirme, hatta akıl yjirütme gibi anlamlara geldiği açıktır. 13 Daha sonralan istilısan, istıshı.h hatta seddüzzerayi' gibi teknikler de içtilıadın bir çeşidi olarak kullanılır oldular. · Kıyas kavranıını teknik anlamda ilk kullanan ve muhtemelen anlamını bir miktar daraltan kişi İmam Şafii olmakla beraber o aynı zaı:i:ıanda kıyasın sahasından aldığı alanı, daha fazlasıyla "beyan" kavramına vermiştir. Beyan ona göre aslında bir Muhemmed İkbal, İslamda Dini Düşünce, s. 202. 12Bu konularda daha geniş bilgi için bkz. Ahmed Hassan, İslam Hukukunun Doğuşu, s. 135 vd. 13 Bu konularda daha geniş bilgi için bkz. Hassan, age., s. 156 vd. 11 Tebfiğler ve Müzakereler 1309 nasta var olan manalan anlamanın her türlü yoludur. 14 Ve denebilir ki, Kı­ yas ilk zamanlarda Cabiri'nin ifadesi ile" Delalet Kıyası" iken sonralan "İllet Kıyası" haline gelmiştir. 15 şekilde lçtihadın Sahası Bu gün için usul konulannda içtihat, furıl' meselelerde içtihattan daha önemli görünliyor. Kur'an'ı ve sünneti ne olarak kabul edeceğimiz, neyi nasıl ele alacağımız, ne kadar ilgileneceğimiz gibi meseleler hep önemli birer usul meseleleridir ve bizi en çok meşgul eden konulardır. Buna bu günkü ifadesiyle metodoloji de diyebiliriz. içtihat deyin·ce elbette sadece hukukun sahasını anlanıamamız gerekiyor. Bu gün aslında bir İslam toplumunun temelini oluşturan ahlak konusunda içtihat yapmak ve hukukun da kaynağı olan toplumsal ahlaki oluşturmak daha önceliklidir. Aslında hukukun da hedeflediği ve kendisinden kaynaklandığı zemin/fon, ahlaki alandır. Hukuk onun üzerinde kurulduğu zaman bir anlam ifade eder ve kalıcı olur. Aksi takdirde ya reddedilir veya fonksiyonel olamaz, işlev göremez. Bu yüzden günümüzde fikhın ve içtihadın sözkonusu olduğu her yerde İslam hukukundan söz edilmesi ve onun kastedilmesi yanlış değilse dahi eksik olmalıdır. Cabiri'nin dediği gibi, İslam hukukçularının, en azından büyük bir kısmının ağırlıklı olarak içtihadı lafzın ve nassın yorumu sahasına hapsetmeleri ve Şatibi'nin vurgu yaptığı makasıd' dan öne almalan, içtihattaki bir sapma ve daraltma olarak görülebilir.16 Ama kabul etmeliyiz ki, ne önceki hukukçular makasıdı tamamen ihmal etmişler, ne de Şatibi ve izleyenleri makasıdı nassa rağmen öne çıkarmışlardır. Akide ve ibadet konulan da bir anlamda içtihada dahildir. 17 Ancak bunu, 'anlama/fehm içtihadı' diye kayıtlamak gerekir. Çünkü akide ve ibadet konulannda kı­ yas anlamında içtihadın olabilmesi, o konularda da bir şeylerin değişmekte alınası­ nı gerektirir. Ya da Sahabe ve onlan izleyenler döneminde bu konularm yanlış veya eksik anlaşıldığını varsayınalıyız ki, bunun da doğru olmadığı açıktır. Öyleyse, olsa olsa varlığa ilişkin olarak bilinen şeyler, yani bilgirniz değişmiş ve belki bazı gerçeklerin ortaya çıkması ile nasslardaki müteşabihlerin anlaşılması sözkonusu olmuş olabilir. Aksi takdirde varoluşsal bir değişme alınadan akidede değişme olamaz. Çünkü akide gerçeği/hakikati olduğu gibi bilmenin adıdır. Gerçek/Hak ise zaten vardı ve ilk Müslümanlar da onu mükellef olduklan açıklıkta anlamışlardı. Belki bizim onlan anlamamızın önündeki engeller kalktı ve anlamadıklanmızı da an. ladık diyebiliriz. Ama o neyse yine odur. İmani konular gibi ibadetlerde de içtihat yine ancak bu anlanıda olabilir. Çünkü onlarda da değişme sözkonusu değildir, zira onlar aklın konusu dışındadırlar. içtihat ise akü bir süreçtir. Öyleyse hüküm ortaya koyına anlamında içtihada, yani Bkz. Cabiri, Arap-İslam Kültürünün l1kı.l Yapısı, s. 28 vd. Bkz. Muhammed Abid el-Cabiri, age., s. 153. 16 krş. Cabiri, age., s. 140 vd. "Bkz. Kardawi; el-İctihad, s. 65. 14 15 -,_ '{~<-~ 31 O 1 ÇaQımızda Sosyal De()işme ve Islam içtihad-ı kıyasa, kala kala değişime tabi olan konular kalmal'tadır. İnsan ve tabiat hakkında bilinenler değiştikçe elbette verilecek hükümler de değişmiş olacaktır. Bu gün içtihadın asıl alanı, değişen insani ilişkiler ve tabiatın insan tarafından daha farklı şekillerde ve amaçlarda kullanılmasıdır. Öyleyse içtihat bu gün her zamankinden daha çok bilimiere muhtaçtır. Bu da tek başına bir insan için neredeyse mümkün olamayacak kadar zor bir iştir. Öyleyse 'heyet içtihadı' üzerinde durulmalıdır. Bu gün içtihat, iktisatta, hukukta, teknolojide, bilimlerin konularında, insanın tabiata müdahale sınırında, "Başkalan"nın kullandığı silahların ve diğer araçların Müslümanlar tarafindan da aynen kullanılıp kullanılamayacağında, sürekli değişen ve güçlenen, güçlendikçe de tahakküm yollan arayan dünyaya karşı Müslümanların tavrının neler olabileceğinde, siyasette, yeni yeni ortaya çıkan ve genellikle hayatı kolaylaştıran gıda ve araçların ne kadarının ve hangi amaçlarla kullanılabilece­ ğinde, küreselleşen dünyada Müslüman bireyle "öteki" arasındaki ilişkilerin boyutunda, devletler arası ilişkilerin boyutlarında ve benzeri şeylerde olmalıdır... Görüldüğü gibi bunların hepsi hem fen bilimlerini, hem de sosyal bilinıleri çok yakından ilgilendiren konulardır. Bu sahalarda sözkonusu bilimlerin bugün geldiği çizgide durmadan bunlar hakkında söz söylemek ya münıkün değildir ya da söylenecek sözler, sadece söyleyenle ve onun gibi olanlarla sınırlı kalır. O takdirde içtihadı yapan insan klasik anlamda sadece fikıhçı olamaz. lçtihadın Gerekliliği İçtihı;ı.dın gerekli olup olmaması, içtihat kapısının kaparmuş olması gibi konuların bu gün meseleler haline geldiklerini hemen hemen herkes kabul etmektedir. Kardavi'nin dediği gibi, Hz. Peygamber'in açtığı bir kapıyı kimsenin kapama yetkisi bulunmamalıdır. "Mukallif', diyor İbniilcevzi, "taklit ettiği konuda emin değildir. Taklitteaklın fonksiyonunu iptal etmek ırardır. Çünkü akıl teemmül ıre tedebbür için yaratılmıştır. Kendisine yolunu aydınlatması için bir m um ırerilen insanm, onu söndürüp karanlıkta yürümesi ne kötü bir şeydir." 18 Dini konularda yetkisi olmadığı halde görüş beyan etmek kötü bir şeydir; ama bu hiçbir zaman insanların düşünmelerine engel teşkil edecek bir mazeret olarak da görülmemelidir. İçtihadın zaten bulunmayan k~pısının kapatılmasına gösterilen en makul sebep, bir zamanlar özellikle siyasi iktidarların ulemayı kötüye kullanma arzulan ve tasarruflarını meşrulaştırmak için bazı alimlerden istedikleri fetvayı kolayca alabilmeleri üzerine, sivil alimierin buna engel olmak ve dini bozulmaktan kurtarmak için bu işin ehlinin artık bittiğini ve geçmiş müçtehitlerin sahip olduğu özellikleri taşıyan insanlar kalmadığı için artık içtihat edilemeyeceğini, netice olarak da bu kapının kapandığını ilan etmiş olmalandır. 19 Onlar bu endişelerinde muhtemelen haklıdırNahve fıkhın müyesser, s. I lO. I9Bkz. Abdüsselam, e/-İctihad, s. 321. 18 Kardawi, 1 ı) li 1 1 ~ Tebliğler ve Müzakereler 1 311 lar. Ancak böyle bir teşebbüsün sonucun un, endişe ettikleri durumdan daha zararlı alınadığı da söylenemez. Keza, görüşler ortaya koyma anlamında mezheplerin oluşması değil ama, kurum olarak mezheplerin çerçevelenmesi de içtihadı zorlaştıran bir başka sebep olsa gerektir. Çünkü bu sebeple sadece fıkhi görüşler değil usul ve metot da sabitlenmiş ve bağlayıcı olarak görülmüştür. Mezheplerin böylece kururnlaşması içtihadı bir başka açıdan daha zorlaştırmıştır ki o da, mezhep bağlılarının, yanlış alına ihtimaline rağınen kendi mezheplerini savunmaları ve doğru alına ihtimaline rağınen diğer mezheplerin görüşlerinin çürütülmeye çalışılınasıdır. Bağımsız bir ilinı alına noktasına kadar yükselen İlın-i hilafın da gayesi budur. Oysa, Gazali, Şatibi ve başkalarının dediği gibi; marangozluk, demirellik vb. meslekler farz-ı kifaye sayılırken içtihadında en azından bu derecede görülıneme­ si makul olamaz.20 Eğer Allah, herhangi bir zaman ya da mekanı müçtehitsiz bıra­ kırsa, bunun anlamı o insanlardan teklifin kaldırılnuş olacağıdır. 21 Ama yine de kabul etmemiz gerekiyor ki, ehliyetine bakılınadan din adına söz söylemenin tahribatı da küçümsenecek bir husus değildir. Eski ulema belki de içtihadıyla bu iki tercihten birini seçmiş ve nihayet içtihadında yanılınıştır. içtihat kapısının kapatılınasına sebep olan hususlardan birisi de muhtemelen ilk büyük müçtehitlerin gerçekten zor ulaşılır özelliklere sahip olınalarıdır. Onların ortaya koydukları fetva ve hükümler ortada dururken, onlarla kıyaslandığında çok küçük kalan insanların görüşlerine itibar edilınemiş olabilir. Diğer yönden sosyal değişınderin çok yavaş seyretınesi de içtihatlardaki değişme ihtiyacının hissedilmemesine sebep olınuş ve yeni içtihatlara fazla gerek duyulınamıştır. Biriaenaleyh, içtihadın şartları denince nelerin anlaşıldığına gözatınamız da gerekli olmuştur: lçtihadın Şartları Burada M. Hamidullah'ın sözünü bir kez daha hatırlamalıyız: "Nasıl tababet, mimari, fizik, \'S. uzun bir çıraklık isteyen ihtisas kollan ise, din ye hukuk için de meseIe aynıdır. Bu mevzuda ne maceraperesdere ne de amatörlere salahı)ret tanmmaz." Bunun anlamı elbette içtihat gibi önemli bir kurumun işletilebilmesinin de birtakım şartlarının bulunacağı gerçeğidir. Çünkü içtihat din adına konuşmak ve Allah'ın muradını tespit çabasıdır. Sıradan bir hukuk metnini yorumlama işi, belli özelliklerdeki hukukçulara bırakılırken, Kur'an'ı ve sünneti herkesin istediği gibi yorumlayabileceğini söylemek elbette anlamsızdır. Onlardan herkesin bir şeyler anlayabilec~ğini söylemekle, onların nihai olduğu sanılan amaçlarının tespiti farklı farklı şeylerdir. Gazali, içtihat için gerekli olan ilimierin üçe lO indirgenebileceğini söyler. Bunlar Bkz. Kardawi; el-İctihad, s. 7, H. Karda,vi; el-İctihad, s. 86. 1ı Bkz. -,_ . \;;i1ıi\,., 312 1 Ça(Jımızda Sosyal De(iişme ve Islam hadis, lügat (Kur'an'ın dili) ve usulü fıkıhtır. 22 Şatıbi ise sözkonusu şartlanı makasıdı bilmek ve istinbat gücü diye iki maddede toplar. Bu sonuncusu özellikle Arapça'yı, yani Kur'an'ın ve Sünnetin dilini bilmeye dayanır.23 Makasıd şartını ilk kez Şatıbi söylemiş gibi görünüyor olsa dahi ilk dönem fıkıhçıların şekillendirdikleri killli kaideler bunun daha önceleri de isimsiz de olsa var olduğunun delilidir.24 Hatta istihsan ve İstislah gibi tekniklerin, iyi incelendikleri takdirde bunlarla makasıd­ dan başka bir şeyin hedeflenınediği anlaşılacali:ır. İmam Şafii'den başlamak üzere, İbn Abidin'e kadar, 25 hatta günümüze dek pek çok alim içtihat için gerekli olan şartlan sayıp durmuşlardır. Ama bunların tamamı gerçekten de Şatibi'nin iki şartmda toplanabilir. İçtihadm şartlarından olarak sayılan, Sünneti bilme konusunda sadece içtihat için yeterli olacak hadis sayısından sözedilir ve bu sayı çeşitli alimlerce bir milyon hadisten, sadece Ebu Davud' daki hadisleri ve onu da istendiğinde ulaşabilecek şe­ kilde bilmeye kadar farklı rakamlarla anlatılır. 26 Oysa biz bugün İslam'ın anlaşılma­ sı konusundaki modern yaklaşımlarm çıkmasıyla anlıyoruz ki, içtihat için sünnetin mahiyetinin ve onu anlan1anm yöntemlerinin bilinmesi de bir o kadar önem arzeden meselelerdir. içtihat için zamanı, hayatı, insanı ve varlığı tanıma şartUla ilk usulcillerde rastlanmaz. Anlaşılan bu konulardaki mevcut bilgi ilk yıllarda değişmeden uzun zaman devam etti ve değişim yaşann1adığı için buıia fazla ihtiyaç duyulmadı. Ama son asırlarda bilimde, felsefede ve sosyal hayatta köklü değişiklikler olunca bu değişik. likleri tanm1adan müçtehidin fetva veremeyeceği ve olayların hükmünü belirleyemeyeceği~ dile getirilir oldu. Hatta bu durum günümüzde o noktaya geldi ki, kanaatinüzce bir insanm toplum, bilim ve insan ile ilgili olarak bilinmesi gerekenleri kendisinde toplayabilmesi, eskilerdeki içtihat şartlarını elde etıneye göre çok daha zor bir hal aldı. Onun için de "Heyet İçtihadı" daha bir anlam kazanır oldu. An1a burada şunu da bilmemiz gereklidir ki, içtihat edilecek konularda geniş bir bilgiye sahip olmakla, içtihat melekesi kazanmış olınak farklı şeylerdir. Yani, İslam'ın temel gayelerini, makasıdmı ve onun asıl kaynaklannı bilmeden içtihat melekesi elde edilemez. içtihat melekesi elde edemeyen insanların ittifakla verdikleri kararlar dahi bir içtihat olamaz. Ama böyle bir meleke elde edildikten sonra hükmü aranacak konularda yeterli bilgiye sahip oluİıınaınış olsa dalü bunun giderilmesi mümkündür. Öyleyse içtihadın meleke olarak bölünmesinden sözedilemez, ama içtihat edilen meselderin az ya da çok olması elbette sözkonusu olacaktır. İçtihadın tecezzisi/bölünüp bölünemeyeceği meselesini böyle anlamak gerekir. Tevbe suresi 122. ayetinde tavsiye edilen tefakkulı için çıkmayı da böyle .bir Bl<Z. Kardawi, el-İctihad, s. 40. el-İctihad, s. 44. 24Agk. 25 Bkz. İbn Abidin, Uküdu'r-Resmi'l-Müftiadlı risalesi. 26 Abdüsselam, el-İctihad, s. sı. 22 13 Kardawi, \ ı Tebliğler ve Müzakereler 1 313 özellik olarak görmemiz gerekir. Çünkü çıkmanın, dışanya, herhangi bir alana çık­ ma olarak anlaşılması elbette anlamsızdır. Öyleyse bunun varlığı, insanı ve toplumu öğrenmek diye anlaşılmasından başka çare yoktur. Bazı müellifler içtihat için sübjektifbir şarttan, takva'dan da sözederler ki, doğ­ rusu bunun belli bir ölçüsü olmamakla beraber, öneminin büyük olduğu da inkar olunamazY Aslında bu, içtihat edebilmenin şartı olmaktan çok, içtihadının kabul görmesinin bir sebebidir. Takva, bildiği ile amel etme, ihlas gibi ifadelerle anlatılan bu özelliğin Kur'an ve Sünnet ile temeliendirilmesi de mümkün gözükmektedir. Çünkü, Kardavi'nin dediği gibi, Allah dünyaya ilişkin bir konuda şahitlik edeceklerm dahi, "Sizden adil olan iki şahit. .. Razı olduğunuz şahitlerden .. " olmasını isterken (Bakara, 2/282), Allah adina şahitlik etmekte olan müçtehidin durumu, nasıl daha hafif tutulabilir?28 Kur' an' daki; "Bu Kitap taJ..:valı olanlar için bir hidayettir" (Bakara 2/2); "Ey nıü­ nıinler! Eğer Allah'a karşı takvalı olursanız O size furkan verir" (EnfaJ., 8/29) gibi ayetler, Kuranın tak'Ya dediği özelliği kendilerinde bulunduraniann yol bulmalannda ve doğruyu yanlıştan ayırt edebilmelerinde ilahi bir desteğe sahip olacaklan açık­ ça vurgulanır. Öyle ki, bu manalar sözü edilen ayetlerinasıl ve birincil manalandır. Böyle bir özelliği bir açıdan da otorite olmanın şartı diye aniayabiliriz ve anlaşı­ lan bu durum tamamen manevi bir niteliktir. Diğer bir ifade ile otorite olma, meş­ ruiyetın kaynağıdır. İnsanlar bütün yaptıklarını meşrulaştırarak yapmak isterler. Bunun için de hükmün kaynağında manevi bir boyut ararlar. İşte bu özellik bir nevi otorite görülme sebebidir ve alimlerde bu durum, söylediklerini önce kendilerinin yaşamalanyla oluşur. Heyet lçtihadı ya da Cemaliçtihat · Bu gün bilgiye ulaşma açısından içtihadın kolaylaştığı söylenebilse dahi onu zorlaştıran pek çok unsurun da ortaya çıktığı açıktır. Kolayca ulaşılan bu sınırsız bilgiden işe yararlı olanını seçebilmenin zorluğu, eskilerin bilgiye ulaşınada yaşa­ dıklan zorluktan daha hafif gözükmemektedİr. Bu sebeple taril1 boyunca pek çok insanın dile getirdiği cemai (toplu) içtihadı bu gün mesela bir Heyet İçtihadı olarak gündeme getirebiliriz. Bu kurum bu gün bir "ulema birliği" formatında oluşturu­ labilir. M. İkbal benzer bir oluşumdan sözederken diyor ki, "Kanaatimce Emevi ve Abbasi Halifeleri kendileri için belki de bir gün hayli güçlü hale gelebilecek sürekli bir meclis kurulmaJ.:tansa içtihat hak ye yetkilerini münferit müçtelıitlerin eline bırakmayı kendi çıkarlan açısmdan daha uygun buldular." 29 Ancak bunun en büyük handikabı, böyle bir oluşumun özerk ve özgür olarak kurulup çalışamaması riskidir. Aslında Kur'an-ı Kerirn'in, mürnilllerin işlerinin kendi aralannda şura ile halloBkz. Abdüsselam, el- İctihad, s. 54. 2BBkz. Kardawi, el-İctihad, s. 49. 29 İk bal, age., s. 233. li 314 1 Çagımızda Sosyal Değişme ve Islam lacağını söylemiş ve Hz. Peygamberin de bunu fiilen uygulamış olması, aynı zamanda heyet içtihadının önemli bir temelidir. Bu gün gelişmiş Batılı ülkelerin kurumlaştırdıklan, gelenek olarak da, ahlaken de, hukuken de siyasal oteritelerin üzerinde bulunan ve onlardan etkileurneden araştırmalar yapari çok çeşitli enstitülerin yaptıklan da bundan başka bir şey değildir. Bu dunınıu, İslam'ın tavsiye ettiği bir kurumun meyvelerinin başkalan tarafindan devşirilmesi olarak da görebiliriz. Böyle bir kurumu Dört Halifenin öyle ya da böyle işlettiğini söylemek mümkündür. Hz. Ömer'in, görüşlerine başvurulabilecek sahabeyi Medine'de ikamete zorlaması bunun bir tatbikidir. Bundan daha önce Hz. Ebubekir'in halife seçilmesi bu yolla gerçekleştiği gibi, seçildikten sonra onun Kur'an-ı Kerim'i toplatmak için başvurduğu yöntem de budur. Hz. Ali'nin yukanda verdiğinıiz hadisinde yer alan ve Hz. Peygamber'in "fakihlere ve abidlere danışm ''e tek bir kişinin görüşünü uygulanıaya koymayın" ifadeleri de bunu anlatır. Hatta bu durum fiilen mümkün olabilecek olan icmaın da bize göre yegane yoludur. İçtihadın şartlan ya da dini bilgi üretme arneliyesi için aranacak özellikler konu- · sunda Kur'an-ı Kerim'e baktığınıızda, yukanda değindiğimiz bilgileri bu açıdan burada da zikredebiliriz. Kur'an bizi "ehl-i zikil'e, "ulül'l-enır'e ve "istinbat gücü olanlar"a gönderdiğine, insanlan inzar edenlerin de fıkıhta derinleşeiller olacağını söylediğine göre, aslında içtihadın şartları da bu kavramların anlattığı özellikler olmalıdır. Ehl-i zikr'in; Kur'an'ın, dini geleneğin (Tevrat ve İncil' e de zikir denmesinden bunu anlıyoruz), Hz. Peygamber'i tanıyan, kulluk görevini yerine getiren, yapıp ettiklerinde Allah'ın rızasını hesaba katan biri olduğunu hatırlayalım. Ulü'lemr'in ise, Rağib'in dediği gibi, insanların hem zahirierinde hem de batınlarında, ya da s~dece zahirierinde otoritesi (manevi etkisi) olan ulema olduğunu düşünelim. Bunlara bir de istinbat, yani Kur'an'ın herkes için ulaşılması kolay alınayan manalarını çıkanna gücüne sahip bulunanlan ekleyelinı. Sonra bir de dinde sürekli tefakkuh edebilmek için toplumu ve varlığı tanımaya çalışanlan hesaba katalım. İşte bütün bunlar bizzat Kur'an'ın işaret ettiği özelliklerdir ve din adına konuşma yetkisi bulunanlar da bu özellikleri taşıyanlardır. Böyle bir yetkiye içtihat denmesinirı hiç bir sakıncası olınamalıdır. Netice olarak, bizzat Kur'an'ın işaret ettiği bu vasulardan başka içtihat için şartlar aramanın da bir anlamı yoktur. Tarihsellik/Tarihselcilik ve Içtihat "Değişim ve içtihat" dendiğinde akla gelen önemli konulardan biri elbette nasslardaki tarihsellik sorunu olacaktır. Nasslardaki tarihseilikle kastedilen husus -bizim anladığınıız kadarıyla ve konumuzu ilgilendiren yönüyle- şudur: Kur'an-ı Kerinı ve elbette sünnetin ifadeleri olan hadisler belli bir zamanda ve belli olaylarla ilişkili olarak gönderilmiş ve söylenmiş­ lerdir. Sadece Kur' an' ı düşündüğümüzde onun yirmi üç yılda ve olayların cereyan etmesine göre indirildiğine şahitoluruz. Bu durum elbette onun "esbab-ı nüzu!' denen bu cüzi/tikel olaylan hesaba kattığını ve onların aktörlerini muhatap aİdığı- 1 1 1 ı l _J Tebfıgler ve Müzakereler nı gösterir. 1 315 Sözgelimi Kur'an-ı Kerim muhataplarına Allah'ın nimetlerini sayarken, "sizi sıcal"tan koruyan elbise/ei'den söz eder (bkz. Nahl, 16/81). Sözcüklerin Yahudilerce kötüye kullanılması üzerine müminlere: "Siz de 'raina' demeyin, 'unzurna' deyin" diye öğütte bulunur (Bakara, 2/104). Hz. Peygamber'le konuşmak isteyenlerin bundan önce bir miktar sadaka vermelerini öğütler, (bkz. Mücadele, 58/12). Düşmanları caydırmak için atlar beslenilmesini salık verir (bkz. Enfal, 8/60). Bu ve benzeri ifadelerin bu hali ile, yani lafzi!literal anlamlarıyla dünyanın her yerindeki ve farklı zamanlardaki bütün insanlar için anlamlı olmayacakları açıktır. Öyle ise naslar lafzi anlamlarıyla sadece gönderilclikleri zamanı, mekanı ve o zaman ve mekanda yaşayan insanları m uhatap almış ve bu söylediklerini onlann şartianna göre söylemiş olmalıdır. Sözgelimi, Kur'an Sibirya'da gönderilmiş olsaydı orada da sı­ caktan koruyan değil, soğuktan koruyan elbiselerden sözedecekti. Çünkü onlar için elbisenin nimet olma yönü budur. Oysa Kur'an-ı Kerim'in bütün zamanlar ve bütün insanlar için gönderildiği de yine kendisinden anlaşılmaktadır. Onun tek tek cümlelerinin lafzi anlamlannın böyle bir evrensellik taşımadığına göre, onun böyle olan başka bir yönünün bulunması gerekir. İşte bu da onun bu cüz'i/tikel hükümleriyle, gönderildiği yerdeki ve bütün dünyadaki insanlara neyi anlatmak istediğidir, harfiyyen ne dediği değildir. Kur'an'ın evrensel olan yönü burasıdır. Kısaca bu, onun getirdiği külli/tümel mesajdır. Bize düşen, onun inzal anındaki şartlan hesaba katarak bu mesajı anlamaya çalışmak ve tüm insanlar için onu evrensel ve geçerli kılmaktır. Yoksa dünyanın her yerindeki ve her zamanındaki insanlara bu özel, bölgesel ve tarihsel hükünıleri uygulamaya kalkışmak, adalet değil zulüm olur. Oysa Kur'an adaleti gerçekleştirmek için gönderilmiştir. İşte son yıllarm İslfu:niyatçılarmı meşgul eden ve "Tarihselcilik" olarak bilinen okuma biçiminden ya da metodolojik yaklaşımdan, en azından bizim anladığımız budur. Görüleceği üzere, bu düşünme biçinn böyle bir sunuşla ve bunu dillendirenlerin ve taraftarlığını yapanlarm gayret ve samimiyetlerine bakıldığında hiç de kıılak ardı edilecek bir anlayış gibi görünmemektedir. Tarihsellik ise tamamen masunıdur ve bir zamana ve mekana ait olma durumudur. Tarihselcilikten farklıdır. İşin görünen kısmı böyle olmakla beraber, böyle bir farklı okumadan Kur'an'ı ya da bütünüyle İslfu:n'ı anlama adına istenilen yönde hatırı sayılır bir fayda elde edildiğini de söylemek, en azından şimdilik zordur. istenilen yönde diyoruz; çünkü, bu entelektüel çabanın başka açılardan faydalı olduğu açıktır. Bize göre en büyük faydası, yüzyıllardır üzerimize çöken zaman bilinçsizliğini (anakronizmi) sarsmış ve insanları düşünmeye zorlamış olmasıdır. Oysa bütünüyle bir anlama tarihinin elbette tamamı tarihseldir ve her yorum, doğduğu şartlara göre değerlendiril­ melidir. Çünkü beşeri bilginin karakteri budur. Her anlama bir görmedir ve her görme bakılan açıya, görme gücüne ve perspektifine göre değişir. İkinci olarak bu metodolojik yaklaşım, bu tarih bilinçsizliğinden kurtulamayanlar için de bir uyarıcı olmuş ve önyargı ile reddettikleri bu düşünme biçimine 316 1 Ça1)ımızda Sosyal Değişme ve Islam cevap yetiştirmek için tahrik edilmişler ve nasıl olursa olsun okumaya başlamışlar­ dır. En aşılmaz kaleler gibi olan önyargılarda dahi bilginin gedik açmaınıısı mümkün değildir. Fakat bu dalaylı faydalarınarağmen tariliselci okumanın biz bütünüyle masum ve salt yararlı olduğunu da bir türlü kabullenemiyoruz. Çünkü: Öncelikle böyle bir metot İslam'ı anlamak için özgün değil, ithal bir metottur. Metotlar araçtırlar, birden çok maksat için kullanılabilirler, ancak ilk çıktıklarında hedeflenen amaca göre dizayn edilirler. Kavrarnlar paket programlara benzerler. Gittikleri yere bütün bileşenler ile beraber giderler. Ve onlar sıradan kelimeler gibi köksüz değildir. Kendi köklerine her an referanslan vardır. Bir kavramın doğumu için, çoğunlukla önce, tıpkı hipotezler gibi bir mana düşünülür ve oluşturulur. Bunun üzerinde onlarca, yüzlerce usta çalışır, rötuş yapar. Sonra adeta bir teori yapma dönemi gelir ve onu büyük ölçüde belirgin hale getirirler. Bir kelime ile de uzun zamanlarda oluşturulan bu manayı karşılarlar. Böylece bu kelime kavram anlamı kazanır. Artık o zikredildiğinde adeta müsemmasınııi bileşenlerine linkler oluşur. Bu sebeple ithal kavramlarla, İslam'ın soyut sahaları olduğu gibi anlatılamaz. Bu da bu tür yeni yaklaştınların bir açmazıdır. Her kavramiaştırma bir tanınılama ve sı­ nırlamadır. O kavramlan aldığınızda o sınırlamalardan birine girmiş, onun objesi olmuş ve bunu benimsemiş olursunuz. Artık kendinizi de o sınırlada görmeye baş­ lamak zorundasınız. Sözgelimi; Modernİst ya da Gelenekçi, Tarihseki ya da Evrenseki gibi kavramlan benimsediğinizde, kendinizi bu kategorilerden birine koyma gereğini duyacaksınızdır. Oysa mesela, modernİst ile gelenekçi arasındaki çizginin yerini,belirleyen siz değilsiniz. Dolayısıyla ben daha serbest ve seçici düşünebilmem için, "tarilıseld' ya da "evrenselcl' takunlarından birini tutmak ve birinin programını paket olarak alınak zorunda alınadığıını bilmeliyim. Ama bunun için de elbette öncelikle müsemmayı, sonra da ismiben üretebilmeliyim. Tekrar tarihselciliğe dönersek, böyle bir okuma biçimi Kitab-ı Mukaddes' e dayalı metinleri anlamak için yararlı olabilir. Gerçi bu da tartışılmaktadır. Ama Kur'an ibarelerini anlamak için yanıltıcı sonuçlar verebilir. Batıda gerçekleştirdiği sonuç aslında Batı adına fayda getirmiştir. Çünkü Hıristiyanlığı dünyevileştirmiş ve Kilisenin tahakkümünden kurtarmıştır. Ve Batı, bu sayede aydınlanmasını gerçekleştirmiştir. Ama aynı şeyler İsMm için fayda değil zarardır. İkinci olarak bu okuma biçiminin yukarıda zikrettiğimiz iki faydalı sonucu dı­ şında ortaya koymuş bulunduğu bir ürününün olup alınadığı tartışılmalıdır. Bu iki önemli fayda böyle bir metodun gerekli olduğunu ispat için yetınez mi diye akla gelebilir. Eğer tarihsekiliğin hedefi bu olsaydı ve bu sonuçlar bir başka yolla elde edilmez sonuçlar olsalardı bu soruya elbette müspet cevap verilebilirdi. Ama durum öyle değildir. Problem bizim kendi dinamiklerimizi bulup değerlendiremememiz­ den kaynaklanmıştır. Üçüncü olarak, böyle bir düşünme biçin1ine onay veren ve yeşilışık yakan hiçbir Kur'an ya da Sünnet nassı yoktur. Oysa biz, Kur'an'ın anlaşılınası konusunda- Tebliğler ve Müzakereler 1 317 ki metodumuzu dahi bizzat onun kendisinden çıkarabileceğimize inanıyoruz. Elbette bunun nasıl olacağını burada bir tebliğ çerçevesinde anlatmamız beklenmemelidir. Ama buna bağlı olarak şunu da söylemeliyiz ki, bu yeni metodu savunma adına yazılanların en belirgin eksikliklerinden biri, Kur'an'a yeterince müracaat etmemeleri ve ona tamamen uzaktan bakıp onun resmini yapmaya çalışmalandır. Oysa bir şeyin ne olduğu öncelikle kendisinden sorulmalıdır. Bı!nlara ilave olarak diyebiliriz ki, asimda tarihsel olan, yani zamanmm etkisiyle söylenen ve başka zamanlar için geçerli olamayacak olan söz Kur'an değil, bu kabil yorurnlardır. Daha açık ifadesi ile, tarihseki okuma biçiminin Kur'an'a tatbikinin istenmesi, içinde bulunduğumuz şartların bir ürünüdür. Eğer İslam dünyası bu gün Batı Medeniyeri karşısmda bu ölçüde yenik düşmüş olmasaydı, tarihsekilik de muhtemelen bir çıkış kapısı olarak denenıneye kalkışılmayacaktı. Konumuzia ilgili olarak dikkatimizi çeken hususlardan biri de şudur: Kur'an-ı Kerim'in 23küsur yılda ve belli olaylar (esbab-ı nüzul) üzerine nazil olmuş olması tarihsekiliğin bir delili olarak gösterilir. Oysa durum tam aksine de değerlendirile­ bilir. Eğer böyle olmuş olsaydı sünnetin beyanı ya da sahabenin uygulamalan bu noktaya işaretle de olsa değinirlerdi. Oysa biz önce inen ayetleri kendi iniş zamanı­ na hasreden bir sünnet beyanı bilmediğimiz gibi, bunun böyle olduğunu söyleyen bir sahabi sözü de bilmiyoruz. Yine buna bağlı olarak Kur'an'm iniş sırasma göre tertip edilmeyişi, hatta bu günlerde meşhur olan konulu tefsirlerin aksine, Kur'an'ın anlattıklannı, birbirinden bağımsız konular olarak anlatmayışı da onun artık bu ölçüde zamana ve mekana mahkum edilmemesi gerektiğini gösteren işa­ retlerdir. Biz şöyle düşünüyoruz: Kur'an-ı Kerim, daha önce de değindiğimiZ gibi, lafzı ile, nüzulü ile, seçtiği kelimeleri ve ilk muhataplan itibariyle tarihseldir. Yani onun baş­ ka değil de öyle olmasmda o zamanm, o mekanın ve o muhataplarm etkisi vardır. Kur'an bize tarihi olaylardan sözeder ve onlardan "ibret almanılZl" ister (b~. Haşr, 59/2). İbret, ubılr, yani geçiş demektir bunun anlan1ı, anlatılan olaylardan ve onların sonuçlarmdan, günümüzdeki benzer olaylara geçiş yapma ve onlarm sonuçlannı da talın1in etmedir. Kur'an'ın indiği zamanlardaki olaylar için dahi bu durum sözkonusu olabilir. Tarihteki olaylan nasıl biz artık yaşayamayacağurıız için onlardan ancak ders çıkarmamız gerekiyorsa, Kur'an'm iniş zamanında olup da bu gün bizim yine yaşayamayacağırnız olaylar da ancak bizim ders çıkarmamız için zikredilmiş olabilirler. Mesela, Hz. Peygamberle fısıldaşmadan önce bir miktar sadaka vermeyi biz bu gün fiilen yaşayamayız. Bunun böyle olması ve bizim onu artık gereksiz bir metin olarak da göm1emizin doğru olmayışı, bizi onun demek istediğini ve bize hangi dersi verdiğini tespite zorlar. Çünkü bu bir llsana ilişkin zorunluluktur ve Kur'an'ın Arapça olarakindirildiğine on bir kez vurgu yapılmasmm hikmetlerinden birisi onu bu dil kurallan ve ilirimalleri içerisinde anlamak gereğidir. Eğer bu gün o fiilen mün1kün olsaydı elbette onu olduğu gibi uygulan1aktan başka çaremiz kalmazdı. Çünkü bunun aksi bir durum, dil açısmdan mümkün değildir. O takdirde, 318 1Çağımııda Sosyal Değişme ve Islam aynı anda dahi dünyanın çeşitli bölgelerinde çok farklı İslamiarın olmasının önüne geçilemez. Hz. Ömer örneğinde olduğu gibi, hükümlerin uygulanma şartlarının gözönünde-bulundurulması ise ayrı bir şeydir ve aslında o tarihseki okuyuşa gerek bı­ rakmayacak bir anlama biçimidir. Arada ciddi bir fark vardır: Orada lafiziarda ve onların medlullerinde bir değiştirme ve batıni bir yorumlama yoktur. Tarihseki okuma olsa olsa usule ilişkin bir içtihat olabilir. Bu ise ancak öyle düşünenleri bağlar. Bunu tıpkı bilimlerdeki teoriler gibi de düşünebiliriz. Hatta teoriden de önce belki hipotez olarak görülmelidir. Dolayısıyla buna çok fazla sonuçlar yüklemenin biz doğru olmadığını sanıyoruz. Görüldüğü gibi içtihadın bu gün asıl meselesi tarihsekilik benzeri metoda iliş­ kin konulardır ve bu konularda tutarlı bir noktaya gelmeden İslam adına söz söylemek verimli olmayacaktır. Sonuç Sosyal değişme ve içtihat ya da daha dar anlamda değişim ve içtihat adeta birbirlerinin sebep ve sonuçları, eski ifadesi ile, lazını-ı gayri müfarikleridir. İslam tarilii boyunca Müslüman ulema gerek sosyal, gerek siyasal ve gerekse bilimsel değiş­ meleri iyi izleyebilmiş ve gereken müdahaleyi zamanında yapabiliniş olduklan dönemler İslam medeniyeri yara almadan, hatta güçlenerek yoluna devam etıniştir. Zamanı ve değişinıleri izleyemediği devrelerde ise tarih tünelinin dışına çıkmış ve dünya bir tarafa giderken o fezada adeta yerçekimsiz olarak kalmıştır. Bu durumdan kurtulmak için gerekli olan çabalardan bazılannın şunlar olduğunu sanıyoruz: ı. Kur'an'ın, sünnetin ve İslami kültürlerin önce mahiyetleri sonra da muhtevası yeniden ve çok iyi tanınmalıdır. Evrensel ve tarihsel olanlar ayırdedilebilmelidir. 2. Bu gün galip durumdaki Batı biliminin ve özellikle de sosyal bilimlerin geldiği nokta anlaşılınadan İslami bilimlerin iliyası mümkün gözükmemektedİr. Bu yüzden bu gün sosyoloji bilen fakililerden çok, Kur'an'ı bilen sosyologlara, ekonomistlere ilitiyaç vardır. 3. İslam' ı din yapan, alınazsa olmaz özellikleri/sabiteleri ile, onun sosyolojik ve kültürel tezahürlerini iyi tanırnak ve her birine ancak gerektiği kadar değer vermek gerekir. 4. Bütün bunlar için sadece dar anlamda hukuki ve fıkhi konularda değil, düşün­ ce sorunlarında, metotta ve toplumsal ahlaki oluştıırmada da içtihatyolları aramalıdır. 5. Bu söylediklerimizi mümkün kılabilecek yollardan birisi, gerçekten yetkili aliınlerin oluşturacağı ve önce ulusal, bilahare uluslar arası özellikteki bir "Ulema Birliği" dir. Ancak bunun tüm etki ve yönlendirmelerden uzak olabilmesi de ayrı bir içtihat konusudur. Yararlanılan Kaynakların Bazıları: Abdüsselam es-Süleymani, el-İctihad B 1-Fıkhll-İsliımi, Davabituhu ve Müstakbelühü, el-Memleketü'l-Mağribiyye, Vuzaratü'l- Evkıif ve'ş-Şuuni'l-İslfırrıiyye, 1417 (1996). Ahmed Hassan, İslam Hukukunun Doğuşu ve Gelişim~ Türkçesi: Ali Hakan Çavuşoğlu, Hüseyin Tebfigler ve Müzakereler 1 319 Esen, İz Yayıncılık, İst 1999. Ebu'l-Beka, Kiilliyat, Müessesetü'r-Risale, Beyrut 1413-1993. Elmalılı, Muhammed Harndi Yazır (1942), Hak Dini Kur'an Dili, İst. ty. Firılzabadi, Basair. Heyet, Sosyal Değişme ve Dini Hayat (Sempozyum Tebliğleri), İSAV, İst. 1991. Heysemi, Mecmauzzevaid. İsmail Raci el-Faruki, Luis Lamia el-Farıiki, İslam Kültür At/ası, (Çev. Mustafa Okan Kibaroğlu, Zepin Kibaroğlu), İnkılab Yayınları, İst 1999. Kardavi, "Nahve fıkhin müyesserin mu' asır", İslamiyyetü'I-marife, 2. Yıl, 5. Sayı. Kurtubi Ebu Abdiilah Muhammed b. Ahmed el-Ensari (760/1359), el-Cami' li-Ahkdmi'lKur'an, Beyrut 1405 (1985). Kuşeyri, Letaifu'l-işardt, Daru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut 1420-2000. Mazharüddin Sıddıki, İslam Dıiııyasında Modemist Düşünce, Dergah y. İst. 1990. Muhamed Abid el-Cabiri, Arap-İslam Kültürünün Akıl Yapısı. Çev. Burhan Köroğlu, Hasan Hacak, Ekrem Demirli, Kitabevi, İst. 1999. Muhammed Hamidullah, Kur'dıı-ı Kerim Tarihi ve Türkçe Tefsirler Bibliyografyası, Ter. Mehmet Said Mutlu, Yağmur Yayınevi, İst. 1965. Muhammed İkbal, İslamda Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu, Çev. N. Ahmet Asrar, Birleşik Yayıncılık, İst. ty. Rağıb el-İsfehani, Ebu'I-Kasım Hüseyin b. Muhammed, el-Müfredat fi Garibi'l-Kur'aıı, Beyrut, tarih siz. Şaban Muhammed İsmail, el-İctihadü'l-Cemai ve Devnı'l-Mecamii'l-Fıkhiyye fi Tatbikıhi, Daru'l-Beşairi'l-İslamiyye, Beyrut 1418 (1998). Yusuf el-Kardavi, el-İctihad fi'ş-Şeri'ati'l-İslamiyye, Ma'a-Nazaratin Tahliliyyetin ji'l-İctihadi'l­ Mu'dsır, 2. Baskı, 1410/1989, Daru'l-Kalern!Kuwayt.