editör’den Unuttuğumuz kavramlardan biri vefa… Sözlerimizde vefa, dostlukta vefa… Modernizm ile birlikte köklerimizden hızlı bir savruluş yaşıyoruz. Temellerimiz sarsılıyor. Vefa artık masal ve hikâyelerde mi kaldı bilinmez ama bilinen o ki vefasızlaşan bir dünyaya doğru süratlice gidiyoruz. Sözlerdeki vefasızlık özlere yansıyınca milyonlarca kişinin yaşadığı şehirlerde “yalnız” başımıza kaldık. Dünya köyleştikçe biz gönüllerimize devasa aşılmaz surları olan şehirler inşa ettik. Yalnız yaşıyoruz. Ne kapımızı çalacak dostlarımız var ne de o dostlara açacak yüreğimiz. Bundan daha büyük bir uçurum olabilir mi? Söz bir insanın kendisidir. İnsan sözünden ibarettir. Biz bir söz ile “Müslüman” oluruz. Yine bir söz veya sözler ile de Müslümanlıktan olabiliriz. Sözümüz kimliğimiz, kişiliğimizdir. Sözü yere düşenin yüzü de yere düşer. Yüzü yere düşenin nesi kalır? Mevlana’dan bir hikâye… Genç adamın biri, dermiş babasına her gün; "Benim de dostlarım var, sendeki dost gibi..." Baba itiraz eder, olmaz öyle çok dost. Hakikisi belki bir, belki iki, fazlasını bulamazsın gerçek, hakiki dostun... Devam eder durur konuşma... Aralarında başlar bir tartışma, karar verirler bir sınava, dostun hakikisini anlamaya... Bir akşam bir koyun keserler ve koyalar çuvala... Baba der ki oğluna: — Hadi al bu çuvalı, şimdi götür dost bildiklerine" Çuvaldan kanlar damlamakta... Delikanlı sırtlar çuvalı, gider en iyi bildiği dostuna, çalar kapıyı... O dost bakar ki çuvala hem de kanlı bir çuval, kapar hızla kapıyı delikanlının suratına. Almaz içeri arkadaşını... Böylece tek tek dolaşır delikanlı, kendince tanıdığı, sevdiği dostlarını. Ne çare, hepsinde de sonuç aynıdır. Evlat geriye döner, ama içten yıkılır... Babasına dönerek: — Haklıymışsın baba" der. Dost yokmuş bu dünyada ne sana, ne de bana... Baba: — Hayır evlat, der. Benim bir dostum var bildiğim. Hadi çuvalı sırtla ve bir kere de ona git, selamımı söyle. Genç adam, çuvalı sırtlar tekrar. Alnından terler, çuvaldan kanlar damlar... Gider, baba dostuna, selam verir. Kabul görür sevinir. O dost, delikanlıyı alır hemen içeri. Geçerler arka bahçeye, bir çukur kazarlar birlikte, koyunu gömerler adam diye, üzerine de serpiştirirler toprak belli olmasın diye dikerler üzerine sarımsak... Genç adam gelir babasına; — Baba işte dost buymuş" diye konuşunca, babası: — Daha erken, o belli olmaz daha, sen hemen git O'na, çıkart bir kavga, atacaksın iki tokat, hiç çekinmeden ona... İşte o zaman anlaşılacak dostun hakikisi... Sonra gel olanları anlat bana...Genç adam aynen yapar babasının dediğini, maksadı anlamaktır dostun hakikisini, babasının dostuna istemeden basar iki tokat! Der ki tokatı yiyen dost; "Git de söyle babana, biz satmayız sarımsak tarlasını böyle iki tokada!.." Allah’a emanet olunuz. içindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: Sayı: 50 Kasım 2009 SAHİBİ 4 HZ. ENES’İN ALLAH’A VERDİĞİ 48 Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri SÖZDE DURMASI Aydın BAŞAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ 6 SÖZÜM SÖZ 52Allah’a Tevekkül Serdar TAŞAR Nihat MORGÜL Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri YAYIN DANIŞMANLARI Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR 10 DOSTLUĞA AÇILAN PENCERE Hasan BAŞAR YAYIN KURULU 54 PEYGAMBERLER…(8) Osman KARABULUTOĞLU Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR 14 Yahudileştirme Çalışmaları Salih AYDIN Gölgesinde Kudüs’ün Geleceği 57 H. Şaban Efendim (Şiir) Ziyad El-Hasen (Aşık Visali)Abdulkadir Doğan 20 EHLİ-İ SÜNNET'İN "ORTAYA 58 Ahde Vefâ Umut BULUT GRAFİK TASARIM Burhan Ajans DAĞITIM ORGANİZASYONU Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 Fiyatı ÇIKIŞI" VE KARAKTER ÖZELLİKLERİ Ebubekir SİFİL Yusuf ELİBOL Tek Sayı: 6 TL 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL 6 Aylık Abone: 36 TL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro 24 NİÇİN ALLAH’A İTAAT EDİYORUZ? 60 HAYATA GEÇ KALMAYIN Kamil ABDULLAHOĞLU Ayşe BAĞCİVAN 28 BÜTÜN PEYGAMBERLERİN VE 62 BENCİL TUTKULAR DİN İLAHÎ KİTAPLARIN BİLDİRDİĞİ GERÇEK: AHİRET AHLAKINDAN UZAKLAŞTIRIR Abonelik İçin Hesap Numaraları Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 291928-1 Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 1673–44165588 YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE Elif ALACA Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Tel: +9 (0216) 498 94 00 30 FİLİSTİN VE MESCİD-İ AKSA`YA 65 Lem Yezel (Şiir) Faks: +9 (0216) 498 94 00 VEFA Ahmed Vehbi Antaki H.z Sultanbeyli / İST. İNTERNET ADRESİ Ersan BİLGİN burhandergisi@hotmail.com burhandergisi@mynet.com www.burhandergisi.com 34 ZİLHİCCE AYININ İLK ON GÜNÜ BASKI Mehmet TALU Milsan A.Ş. 0212 697 1000 YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. 38 Aliya İzzet Begovic 66 Dersaadette Daru’l Hikme Ahmet HALİLOĞLU 70 BURHAN ÇOCUK Ahmet HALİLOĞLU Musa KARACA 42 ÖLMEDEN ÖLELİM 72 OLMADAN (Şiir) Sezgin ÇAKIR Şemseddin Sivasi Hz. Enes’in ALLAH’A Verdiği Sözde Durması 4 Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Sözüm Söz 6 Nihat MORGÜL Yahudileştirme Çalışmaları Gölgesinde Kudüs’ün Geleceği Ziyad El-Hasen 14 Filistin ve Mescid-i Aksa`ya Vefa 30 Ersan BİLGİN Zilhicce Ayının İlk On Günü 34 Mehmet TALU Aliya İzzet Begovict Ahmet HALİLOĞLU 60 38 Hayata Geç Kalmayın Ayşe BAĞCİVAN Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN mustafaagirman@gmail.com HZ. ENES’İN ALLAH’A VERDİĞİ SÖZDE DURMASI Hz. Peygamber efendimize hizmeti ile tanınan ve en çok hadîs rivâyet eden sahâbîlerden biri de Hz. Enes b. Mâlik’dir. Hz. Enes, hicretten on yıl önce Medine’de doğdu. Babasının adı Mâlik, annesinin adı da Rümeysa (künyesi: Ümmü Süleym)’dır. İslâm’ın Medîne’ye yayıldığı yıllarda Şam’da vefat eden Mâlik, İslâm ile müşerref olamadı. Eşini kaybeden Rümeysa, yeni Müslüman olan Ebû Talha ile evlendi. Enes’in annesi Rümeysa (Ümmü Süleym), kardeşi Berâ b. Mâlik, teyzesi Ümmü Haram, üvey babası Ebû Talha ve amcası Enes b. Nadr tanınmış sahâbîlerdendir. Hz. Peygamber efendimiz, Medîne’ye hicret ettiği zaman henüz on yaşında, okur, yazar ve zeki bir çocuk olan Enes’i annesi veya üvey babası, Hz. Peygamber’in hizmetine verdi. Enes de Hz. Peygamber’in vefatına kadar on yıl onun hizmetinde bulundu. Akşam annesinin yanında kalır, gündüzleri Hz. Peygamber efendimizle birlikte olurdu. Enes b. Mâlik, Hz. Peygamber’in Medîne yılKasım 2009 4 larını, onunla birlikte katıldığı savaşları ve seyahatleri en güzel şekilde anlatanlardan biridir. Yaşadığı ve şâhit olduğu bütün olayları, sanki sesli ve görüntülü kameraya almış gibi anlatmaktadır. Hz. Enes’in aynı adı taşıyan bir de amcası vardı. Daha doğrusu amcası hayattayken onun adını kendisine vermişlerdi. Amcası Enes b. Nadr, Bedir savaşına katılamamıştı. Bedir savaşına katılamadığı için duyduğu üzüntüyü Hz. Peygamber’in huzurunda dile getiren Enes b. Nadr, müşriklerle yapılacak ilk savaşta kendini göstereceğini söyledi. Bedir savaşından bir yıl sonra cereyan eden Uhud savaşına katıldı. Bu savaşta Müslümanların bozguna uğraması ağırına gittiği için onların bu hallerinden dolayı Yüce Allah’tan bağışlanma diledi ve müşriklerin Hz. Peygamber’e karşı saygısız tutumları sebebiyle de Allah’a sığındı. Ardından kılıcını eline alarak savaş meydanına doğru ilerlerken boz- BAŞYAZI guna uğrayan sahâbîlerden Sa’d b. Muâz’a rastladı ve ona cennetin kokusunu Uhud tarafından aldığını söyleyerek geri dönmesini tavsiye etti. Daha sonra Hz. Ömer ve Hz. Talha’nın da aralarında bulunduğu bir grubun Hz. Peygamber’in vefat ettiğini ileri sürüp bir köşede çaresiz bir şekilde oturduklarını görünce onlara Hz. Peygamber, neyin uğrunda öldüyse aynı şey uğrunda ölmek gerektiğini söyleyerek kendilerini toparlamalarına vesile oldu. Düşmanla kahramanca çarpışan Enes b. Nadr, müşriklerden Süfyan b. Uveyf tarafından şehîd edildi. Savaştan sonra bu olayı Hz. Peygamber’e anlatan Sa’d b. Muâz, onun gibi yiğitlik gösteremediğini îtirâf etti. Müşrikler tarafından burnu, kulakları ve çeşitli organları kesilen Enes’in vücudunda seksenden fazla yara bulunduğu görüldü. Hiç kimse, onun mübârek cesedini tanıyamadı ve teşhîs edemedi. Uhud savaşında olup bitenleri duyup savaş meydanına koşan kadın sahâbîlerden biri olan kız kardeşi Rübeyyi, onu güçlükle tanıyabildi ve cesedin ona ait olduğunu tespit edebildi. Asr-ı Saâdet’te gördüklerini ve duyduklarını bize nakleden Hz. Enes b. Mâlik, amcası Enes b. Nadr’ın bu kahramanlığını şöyle anlatır: “Amcam Enes b. Nadr, Bedir savaşında Medîne’den uzakta bulunduğu için savaşa katılamamıştı. Bu ilk savaşa katılamayışı kendisine çok ağır gelmiş ve Hz. Peygamber’e şöyle demişti: “Ey Allah’ın elçisi! Müşriklerle yaptığın ilk savaşta uzakta bulunduğum için katılamadım. Yemîn olsun, eğer bundan sonra yapılacak savaşta Yüce Allah, bana seninle birlikte bulunma fırsatı verirse, müşriklere neler yapacağımı Yüce Allah herkese gösterecektir.” Bundan başka bir söz söylemekten de çekindi. Uhud savaşı olunca amcam da Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ile birlikte savaşa katıldı. Savaşın en çetin bir anında Ensar’ın liderlerinden Sa’d b. Muâz ile karşılaştı ve ona künyesi ile hitap ederek: “Ey Ebû Amr! Nereye gidiyorsun? İşte ben, Allah yolunda Uhud taraflarından cennetin kokusunu duyuyorum ve tekrar çarpışmaya gidiyorum” dedi ve tekrar savaş meydanına atıldı. Şehid oluncaya kadar müşriklerle savaştı. Savaş bittikten sonra vücudunda kılıç darbesi, mızrak darbesi ve ok yarası olmak üzere seksen küsûr yara tespit edildi. Onun kız kardeşi ve aynı zamanda benim halam olan Rübeyyi bint Nadr dedi ki: “Ben, kardeşimi ancak parmak uçlarından tanıdım.” Enes b. Mâlik, sözlerine devamla der ki: “Kurân-ı Kerîm’deki şu âyet-i kerîme amcam Enes b. Nadr ve kendisi gibi şehîd olan arkadaşları hakkında nâzil oldu: “Müminlerden öyle yiğitler vardır ki, Allah’a verdikleri sözde samimi olarak durmuşlardır. Kimi bu uğurda canını verdi, kimi de (şehidliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.” (el- Ahzâb sûresi, 33/23) Hz. Enes, sözlerine devamla der ki: “Ashâbı kiram da bu âyet-i kerîmenin amcam Enes b. Nadr ve onun gibi şehid olanlar hakkında nazil olduğunu söylerler.” Müslümana yakışan, verdiği sözde durmaktır. Hele kendisine söz verilen Yüce Allah olursa, o zaman verilen sözde durmaktan başka hiçbir yol ve hiçbir alternatif yoktur. Yüce Allah’a söz veren herkesin, Enes b. Nadr gibi sözünde durması gerekir. Benim bildiğim kadarıyla bütün insanlar, âlem-i ervahta Yüce Allah’a söz vermişlerdi. Şimdi sizi ervâh-ı ezelde verdiğiniz sözü tutmaya dâvet ediyorum. Yukarıda geçen âyet-i kerîmeye mâsadak olmaya, açıkçası adam gibi adam olmaya dâvet ediyorum. 5 Kasım 2009 Nihat MORGÜL SÖZÜM SÖZ er şey bir söz ile başladı. O, ol dedi olduk. Sonra söz ile devam etti. Yüce yaratan ruhlarımızı topladı ve ‘ben sizin rabbiniz değil miyim?’diye sordu. ‘Evet, sen bizim rabbimizsin’ diye cevap verdik, söz verdik, ahit verdik. Ardından insanın yolculuğu ve serüveni geldi. H Bir sıfatı da kelam olan Allah Teâlâ Kuranı bize indirdi. Kur’an yaratanın resulü aracılığı ile kullarına ilettiği sözleri olarak yeni bir insan ve toplum modeli inşa etti. Bu modelde insan karakteri ve yapısı şekillendi. Allahın kelamı olan vahiy Hazreti Peygamberimizin ağzından döküldü ve kaydedildi. Allahın kelamı olan Kuran, Allah elçisinin sözlerinin de vahiy olduğunu bildirdi. Böylece Hazreti Peygamberin sözleri de vahiy olarak ağızdan ağza nakledildi. Hadis diye adlandırılan bu peygamber sözleri Allahın sözü ile beraber İslam’ın temel kaynaklarından oldu. Böylece söz güç kazandı, itibarı arttı, itibar verdi ve itibar gördü. Kasım 2009 6 Allah söze önem veriyor. İslam’a girmek için sadece Şahadet kelimesi dediğimiz ‘Allahtan başka ilah yoktur, Hazreti Muhammed onun kulu ve resulüdür’ sözünü samimi olarak söylemek yeterlidir. Bu söz insanı iman ve İslam dairesine soktuğu gibi ona sonsuz hayatta sonsuz cennet kapılarını da açıyor. Biz söz medeniyetiyiz. İslam dairesine girdikten sonra inancının o kimseye yüklediği en önemli vazife sözü başkalarına da ulaştırmaktır. Tebliğ diye isimlendirilen bu görev peygamberimizin arkadaşları tarafından yerine getirilmeseydi belki dünyanın dört bir yanında yaşayan insanlara bu mesaj ulaşmayacak ve onlar karanlıkta yaşamaya devam edeceklerdi. İmanımızı o güzide insanların sözü başkalarına da ulaştırma çabasına borçluyuz. Yüz bini aşkın sahabe Medine de oturup peygamberimizin civarında yaşamak ve ibadet ile hayat geçirmek yerine bir söz uğruna dünyaya yayıldılar. Sözü yücelttiler. Evet, sözü yüceltmek diye ifade edebileceğimiz ‘îlay-ı kelimetullah’ davası İslam’a gönül veren nice erenlerin, hak aşığının ve mücahidin mefkûresi olmuştur. Bu mefkûre uğruna âşıklar kuşak bağlamış, hırka giymiş el alıp yolara düşmüş. Nice mücahid silahını kuşanıp serhatlarda at koşturmuştur. Hep bir söz uğruna. Biz söz medeniyetiyiz. Sahabe Peygamberimizin sohbetinde bulunan mümin demektir. İnsanın bedeni ağzından ruhu da kulağından doyar. Bu manada sohbet insanı yetiştiren, olgunlaştıran kemale erdiren en önemli vasıtalardandır. Belki bu yüzden Mevlana, Mesnevisine ‘dinle’ diye başlamaktadır. Sözü dinlemek ve ‘söz dinlemek’ kadar sözüne sadık olmak da önemlidir. Sadakat iman ile bir tutulurken sözüne gadretmek, sözünü tutmamak imana ihanet kabul edilmiştir. Bu açıdan vefa, İslam’ın inşa ettiği insan modelinin en önemli karakteridir. Bizim kültürümüzde ‘sözünün eri olmak’ ile ‘sözü yalama yapmak’ deyimleri arasındaki fark, iman ile nifak arasındaki fark olarak görülmüştür. 7 Kasım 2009 Bizzat Kuran vefa’yı övmektedir: “Kim ah- Yine bir hadiste Hazreti Peygamberimiz şöyle dini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş buyurur: "Allah Teala buyurdu ki: "Biri diğerine olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa göste- ihanet etmediği müddetçe iki ortağın üçüncüsü rirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.” ben olurum. Biri arkadaşına ihanet etti mi ben [Fetih; 48/10] “Ahdinize vefalı davranın, ben de ah- aralarından çekilirim." dimi yerine getireyim” [Bakara, 2/40] Bu ayetler ve hadisler ile ruhu yoğrulan Müs"Resûlullah aleyhisselam da buyurdular ki: lüman öncelikle vefalıdır, sözüne sadık olur. Her "Kıyamet günü, Allah, öncekileri ve sonrakileri şeyden önce sözüne değer verir. Evvela elest mec- birleştirip topladığı zaman her vefasız için, onu lisinde Allaha verdiği ‘belâ’ evet sen bizim rabbi- tanıtan bir bayrak dikilir ve: "Bu falan (oğlu fa- mizsin ikrarına vefa gösterir. Onun rab olduğunu lanın) vefasızlığıdır" denilir." dünya hayatında unutmaz. Sonra kendisine son- Kasım 2009 8 suz cennet ve nimet kapılarını açan kelime-i şehadet cümlesine, ona olan imanına vefa gösterir. Hayatını ona göre tanzim eder. Müslüman sorumluluğu olarak insanlıkta kardeşleri olan diğer insanlarında iman ile şereflenmeleri için vefa örneği gösterir ve hakikatleri onların da duymasını sağlamak için çaba sarf eder, onlara İslam’ı tebliğ eder. “Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine Vefanın en büyük örneklerini insanlıkta örnek olan hazreti peygamberin hayatında her zaman görmekteyiz. Azılı düşmanları ona suikast etmek için evine baskın düzenlemiş iken yine de o kendisine emanet edilen değerli eşyaları sahiplerine ulaştırma çabası ve uğraşı içinde plan yapıyor ve hazreti Ali’yi kendi yatağına yatırarak ona bunları sahiplerine teslim etme görevi veriyordu. Ölüm tehlikesi anında bile vefa’sından ödün vermiyordu. vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.” [Fetih; 48/10] “Ahdinize vefalı Yine Peygamberimiz Hudeybiye antlaşmasını henüz imzalamıştı. Anlaşma maddeleri ağırdı ve maddelerden biri de; Mekkeli müşriklerin zulmünden kaçıp hazreti peygambere sığınan Müslümanların tekrar müşriklere iadesini öngörüyordu. Tam imzalar atıldığı sırada müşrik tarafı temsilcisinin oğlu Müslüman olduğu için kendisini hapseden, kendisine işkence eden müşriklerin ellerinden kaçıp bağlı zincirleriyle peygamberimizin huzuruna girmiş ve onun adaletine ve merhametine sığınmıştı. Tam o sırada müşriklerin temsilcisi aynı zamanda o gencin de babası; ‘işte şimdi sözüne vefalı mısın, belli olacak’ diyerek anlaşma maddesi gereği oğlunu geri istemişti. O gencin; ‘Ey Allahın resulü ben ölümden kaçıp sana geldim sen şimdi beni tekrar onlara mı teslim ediyorsun?’ sözleri karşısında içleri kan ağlayarak o genci babasına teslim ettiler. Vefa ancak bu kadar olur ve dünyada bunun örneği hiçbir medeniyette ortaya bu denli çıkamaz. Yukarıdaki hadisten anlaşıldığı üzere vefa sadece sözünde durmak anlamına gelmiyor, aynı zamanda insanların hatırını gözetmek, hak ve hukukuna dikkat etmek anlamına da geliyor. Bu manada Müslüman sözüne vefa gösterdiği gibi, dostlarının da hatırını gözetir. Bizim kültürümüzde ‘bir acı kahvenin kırk yıl hatırı vardır’ sözü böyle bir davranın, ben de ahdimi yerine getireyim” vefa örneğini sergiler. Başta anne babası olmak üzere, konu komşuyu, baba ve aile dostlarını, kendisi üzerinde hakkı olanları arayıp sormak, hal hatır etmek varsa sıkıntı ve ihtiyacını gidermek vefa’nın en asgari şartlarındandır. ‘Köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek’ veya ‘dün dündür bu gün bugündür’ sözleriyle ifade edilen vefasızlık tavırları Müslüman kimliğinin ve anlayışının ifadesi olamaz. İslam, sözü senet olan insanlardan bir medeniyet kurmuştu. Şimdi senedine bile güvenilmeyen insanların bulunduğu bir güvensizlik ortamında güya ‘medeniyet’ denilen bir zamanda yaşıyoruz. İman ile bağları koparılan insan önce kendi emniyetini kaybeder. Çünkü imanla emniyet Arapçada aynı köktendir. Mümin güvenen ve güvenilen insandır. Sözü sözdür. Vefa böyle bir şeydir. Yoksa sadece bir semt ismi ve boza markası değildir. 9 Kasım 2009 Hasan BAŞAR DOSTLUĞA AÇILAN PENCERE “Dost dost diye nicesine sarıldım/ Benim sadık yarim kara topraktır.”diyen halk aşığımız Aşık Veysel’i bu kadar sitemkar eden nedir? Gerçekten dost dost diye sarıldıklarımızdan yediğimiz darbeler mi? Hani ne güzel söylenmiş türküde; Kasım 2009 rine kuşkuyla bakan ve aralarında derin uçurumlar oluşmuş, ilişkilerin yapmacık olduğu bir zamanı yaşıyoruz. İnsan böyle bir dünyada kendini yapayalnız hissediyor ve hayat onun için çekilmez hale geliyor. “Çok yaralar gördüm çok parelendim Eyvah dost yarası bitirdi beni Çok sitemler gördüm çok karalandım İlle dost yarası bitirdi beni Eyvah dost yarası bitirdi beni” Bu durumun suçlusu kim? Ve bundan sonra ne yapabiliriz? Birinci sorunun cevabı gayet basit sen, ben yani herkes. Her ne kadar bu durumlarda kendimizi suçlu görmesek te, hep başkalarını suçlasak ta. Hayır, suçlu biziz. Hiç beklemediğimiz, ummadığımız, dost bildiğimiz insanların yaptıklarının acısı hiçbir şeye benzemiyor. Bir kor gibi oturuyor yüreklerimize. Ve arkamızda koskocaman bir hayal kırıklığı.İnsanlara ve insanlığa olan inancımıza bir darbe daha vurulur böylece. Sonuçta birbirine güvenmeyen, birbi- İyi bir dost bulmak için önce nasıl iyi bir dost olabileceğimizi düşünmeliyiz. Hep iyi bir dost bulamadığımızdan dert yanarız. İnsanlara güvenilmeyeceğini artık güvenilir insanların kalmadığından dem vururuz. Unutmayalım ki etrafımızda ki herkes dert yanıyorsa bizimde bir sorunumuz var demektir. 10 Çünkü biz iyi bir dost olsaydık bizim etrafımızdaki insanlar da dert yanmazlardı. Biz etrafımızdakilere iyi bir dost olamıyorsak başkalarından dostluk beklemek abes değil midir? yaratılandan ötürü” sözü de bu hakikati en asgaride buluşturmuştur. İnsanları isteyerek sevmesen dahi Allah için sev; ama ne olursa olsun sev. Hiç başkaları ile ilgilendik mi? Başkalarının sıkıntısında yanında olduk mu? Bir mutluluğuna ortak olup paylaştık mı? Her gün gördüğümüz arkadaşlarımıza canı gönülden bir selam verip hatırlarını soruyor muyuz? Yoksa hep kendimizi mi düşünüyoruz. Ben dâhil etrafımızdakilerin konuşmalarını dikkatlice dinleyelim. Hayatın merkezine Peygamberimiz insanların değişimini zorla değil sevgiyle yapmıştır. Önce onların kalplerini kazanmış, insanların kendisine saygı duymasını sağlamıştır. Peygamberimizdeki insan sevgisi o kadar büyük ki kendisine karşı en acımasız davrananları dahi affetmiş, onlara merhametli davranmıştır. Hatta onlar için dua etme güzelliğinde bile bulunmuştur. kendimizi oturtup kaç defa “ben” kelimesini kulla- Hayatta bir insanı mutlu etmekten daha güzel nıyoruz. Çok basit bir mantık yürütelim. Biz başka- ne olabilir ki . Bizim sayemizde bir insan mutlu olu- ları ile ilgilenmezsek başkaları bizimle niye yorsa bizden daha mutlu kim olabilir ki bu dünyada. ilgilensin. Bir insanın bir insanla ilgilenmesi için en İnsanlar niye bu kadar çok çalışıyorlar, para ka- asgaride içinde insanlara karşı bir sevgi olmalıdır. zanmaktan gaye ne? Tabiî ki mutlu olmak. Müslü- İçinde insanlara karşı sevgi beslemesi gerekir. İs- man için en büyük saadet hem bu dünyada hem lamiyet insanları sevmeyi hayatın merkezine oturt- ebedi âlemde mutlu olmaktır. Oysa mutluluk öyle muştur. Peygamberimiz gerçek manada imanı çok uzaklarda değildir. Bazen samimi bir dostla ge- Müslümanların birbirini sevmesine ama gerçek ma- çirilen hoşça bir vakittir, bazen bir yetimin başını nada sevmesine bağlamıştır. “Yaratılanı severiz okşayıp onu sevindirmektir. Dostlukta esas olan 11 Kasım 2009 sevgidir. İnsan sevgisi. Karşılıksız ve umarsız sevgi. Mutlu insanlar kendisi ve etrafı ile barışık olan insanlardır. İnsanı ilişkileri üst düzeyde olanlardır. İnsanlar karşılıklı iletişim kurarak hayatlarını devam ettirirler. Başkaları ile kurulan bu iletişim düzgün ve etkili ise dostlukların temeli atılmaya başlar. Dostluk fedakârlık ister, özveri ister, emek ister. İnsanlara değer verip onlara saygı göstermek o insana yapabileceğimiz en büyük iyiliktir. Biz bizi seven, bize değer veren insanlarla olmaktan mutluluk duyarız. Bunun için her şeyi başkalarından beklemeyelim. İlk adımı biz atalım. Biz atmazsak şayet inanın bu ilk adım atılmayacak. Bu ilk adım ne olmalıdır? Bence bu ilk adım insanları tanımaktır. Aslında dünyanın her yerinde insanlar ortalama bir özellik gösterirler. Rengi, dili, cinsi ne olursa olsun bütün insanlar aynıdır. İnsanlarla iletişim kurarken, insanların insani özelliklerini göz önünde bulundurursak işimiz çok kolaydır. Dostlukların temeli atılırken dikkat edilecek birkaç hususu şöyle sıralayabiliriz. Gülümseme. Güler bir yüzle insanlara yaklaşma, hal hatır sorma İnsanların bizlere güven duymasına ve kendisine daha yakın hissettirmesine sebep olacaktır. Bütün insanlar kıymetli ve ehemmiyetli olmak ister. Onun için insanlara değer verelim. Onlara değerli olduklarını hissettirelim. İnsanlara samimi bir dille iltifat edelim. Onları abartıya kaçmadan övelim. İçimizden gelen güzellikleri söylemekten ve yapmaktan çekinmeyelim. İnsanlara isimleri ile hitap edelim, onları dikkatli bir şekilde dinleyelim, insanlara asla kaba davranmayalım. Güler yüzlü ve nazik olalım. Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır atasözü ne güzel açıklamış bu durumu. Unutmayalım ki Bir fincan kahvenin de kırk yıl hatırı vardır. İnsanlar ne kadar çok yanlış yaparlarsa yapsınlar kendilerinin eleştirilmesine dayanamazlar. Eleştiri insanları savunma durumuna geçirir. Gururu incittiği içinde zararlıdır. Eleştiri insanlara tercih şansı bırakmaz. İnsan bu durumda ister istemez istemediği şeyleri yapmak zorunda kalacaktır. Bizler istemediğimiz bir şeyi yapmak zorunda kaldığımızda kendimizi iyi hissetmeyiz. Kasım 2009 İnsanlara kendilerini ifade etme fırsatları tanıyalım. Bencillik kötüdür; ama insanların kendilerini mutlu edecek kadar da övünmeye layık olduğunu unutmayalım. İnsanlara önemli insanlar olduklarını hatırlatalım. Bencillik sadece kendini düşünmektir. Oysa bizden başkalarının istek ve arzularını da dikkate almak, önemsemek gerekir. Olayları sadece bizim bakış acımıza göre değerlendirmemeliyiz. Başkalarının bakış açılarını da dikkate almalıyız. Başkalarını eleştirmeyi bırakmalıyız. İnsanların kusurlarını, ayıplarını velhasıl açığa çıkmasından hoşlanmadığı davranışlarını ortaya çıkarmamalıyız. Hadiste "Her kim bir Müslüman kardeşinin ayıp ve kusurlarını kimsenin görmediği ve görmesini istemediği şeylerini örterse, Allah’u Teala da kıyamet gününde onun ayıplarını örter. Her kim Müslüman kardeşinin meydana çıkmasını istemediği bir şeyi ortaya çıkarır ve dile verirse, Allah da onun ayıplarını, kimsenin bilmesini istemediği hallerini meydana çıkarır. Bu suretle kendi evinin içinde de olsa onu rezil eder. Müslüman kardeşinin ayıplarını örten ölüyü diriltmiş gibidir." (Müslim,) buyrulmuştur. Allah’ın emirleri, iki cihan güneşi Peygamberimizin hadisleri beşeri münasebetlerimizde sevgi ortamının oluşmasını sağlamak içindir. Onun için başkalarının ayıbını yüzlerine vurmamalıyız, ortaya sermemeliyiz. İnsanların yanlışlarını, hatalarını yüzlerine vurmamalıyız. Çünkü bu durumda insan yanlış yaptığını bile bile kendisini savunmaya geçecektir. Böyle bir ortamda dostlukların temeli atılmaz. İnsanlarla tartışmaktan kaçınmalıyız. Çünkü tartışarak insanların fikirlerini değiştirmemiz mümkün değildir. Oysa yapılması gereken herkesin fikirlerine saygı duymaktır. Yanlış yaptığını bilsek dahi kendisinin anlamasını beklemek en doğru davranış olacaktır. Uğrunda ölünecek dost arıyorsak, uğrunda ölünecek dostlar olmalıyız. Bizler iyi bir dost olursak inanın dost bulmakta sıkıntı çekmeyiz. 12 ...? 13 Kasım 2009 Ziyad El-Hasen Yahudileştirme Çalışmaları Gölgesinde Kudüs’ün Geleceği “Jerusalem”in Siyonist işgal devletinin başkenti olarak hayali, Siyonist projenin ideolojisine ilk ortaya çıkışından itibaren eşlik ediyordu. “Jerusalem”, “Rabbin gözetimindeki” arı Yahudi devleti hayalinin romantik bir şekilde canlandırılmış haliydi ve en başından beri Siyonist projeye öncülük ediyordu. Siyonist aklında “Jerusalem” hayali kısaca kentin simgelerinin, kültürünün, dilinin ve sakinlerinin Yahudileştirilmesi anlamına gelmektedir. Doğu Kudüs’ün planlı bir şekilde Yahudileştirilmesi çalışmalarının başlamasının üzerinden 42 yıl geçti. Yahudileştirme projesinin çeşitli cephelerde gerçekleştirdiği ilerlemelere rağmen, Altın Kubbe ve Kudüs’ün dağlarından birini tamamen kaplayan geniş mescid manzaraya hakim durumdadır. Kudüs’ün minareleri ve kiliKasım 2009 14 selerinin burçları hep birlikte hâlâ bu kentin ufkunu doldurmaktadır. Roma döneminden İslami döneme uzanan soylu yapıları hâlâ kentin baskın dokusunu oluşturmaktadır. Heykel Dağı’nda ayin henüz gerçekleşmemiş ve Yahudiler hâlâ devletleri kurulmadan önce aldıkları ve ayin yaptıkları aynı yerde ayin yapmaktadırlar. Bir yandan kent halkına uygulanan tüm baskılara, diğer yandan da dışarıdan göçmenler getirilip kentte kalmaları için teşvik edilmelerine rağmen kentte hâlâ mutlak çoğunluğu elde etmekten çok uzaktırlar. Siyonistleri ürküten bu gerçekler, 2002 yılından itibaren Kudüs’ü kesin olarak işgal devletinin bölünmez Yahudi başkenti haline getirecek hummalı bir çalışmanın başlamasına neden oldu. 2006 yılındaki ikinci Lüb- nan Savaşı ve 2008-2009’daki Gazze Savaşı’nın ardından oluşan güç dengesinin giderek bozulduğu hissi, Kudüs’ün geleceğini kesin bir şekilde belirleme konusunu her renkten Siyonist siyasetçilerin nezdinde birinci öncelik haline getirdi. Kudüs davasının Arapların, İslam ülkelerinin ve hatta Filistinlilerin gündeminde müzmin bir şekilde gerilemesine karşılık, “Jerusalem”i son şekliyle yaratma fikri, Siyonistlerin öncelikler listesinin ilk sırasına oturdu. Çatışma alanları... Kudüs mü, “Jerusalem” mi? Kudüs davası kazılar, arazilere el koyma, kentin simgelerini değiştirme ve kimliğini yok etme, Yahudi yerleşkeleri, ırkçı ayrım duvarı, Kudüs’te daimi ikameyi sağlayan ve “hüviyet” olarak bilinen kartların geri alınması, ağır vergiler, ulusal sigorta, “yaşam merkezi” kanunu ve benzeri birçok ayrıntının dehlizinde kaybolup gitmesine rağmen, kent üzerindeki çatışma, kentin kimliğini iki temel alanda belirleme yönünde ilerlemektedir: Kentin dini ve kültürel kimliğini belirleme ve kent sakinlerinin kimliğini belirleme. A) Dini ve kültürel alandaki çatışma İşgalci bu alanda kentin Arap ve İslami kimliğini dini, kültürel ve mimari yönlerden Yahudi kimliğiyle değiştirmeye çabalamaktadır. İşgalci, bütün bunları gerçekleştirebilmek için dört yoldan çalışmaktadır: Birinci yol: İslami ve Hıristiyan kutsal mekanları içeren Eski Belde’ye paralel kutsal bir Yahudi kenti inşa etmek. Bu kutsal kent, Eski Belde’yle aynı merkeze, Mescid-i Aksâ’ya ortak olacaktır. İşgalci bu projeye “Öncelikle Kudüs” ya da “Kutsal Havzayı Geliştirme Projesi” ismini vermektedir. Mescid-i Aksâ’ya ve Eski Belde’ye ulaşmalarını sınırlandırmak. Dördüncü yol: Kudüs kentinin Yahudi kenti olduğu propagandasını yapmak. Bunun için kentteki İslami eserleri görmezden gelen seyahat turları organize etmek, Yahudilerin dini ve milli bayramlarında kutlamalar ve şenlikler düzenlemek. B) Demografi alanında çatışma 1967 yılında Kudüs kentinin tamamını işgal ettiğinden bu yana işgalciye hep demografi kaygısı hakim olmuştur. Bu nedenle işgalci, o tarihten bu yana devletin başkenti sıfatıyla kentte belirli bir demografik Yahudi çoğunluğu sağlamaya çalışmıştır. Bu nedenle 1973 yılında Filistinlilerin kentteki oranını % 22 ile sınırlandıran bir kanun çıkarmıştır. Fakat bu hedefi hiçbir zaman gerçekleştirememiştir. Bugün, Kudüs’te yaşayan Filistinlilerin oranı % 35’e ulaşmaktadır ve bizzat işgalcinin kendi tahminlerine göre 2020 yılında % 40’a ulaşması beklenmektedir. Bu nedenle, kentte demografik dengeyi sağlama konusu işgalcinin önceliklerinin en başında gelmektedir; belediyenin planlarına ve özellikle de 2020 yılı Kudüs’ü ve Heykel planına yön vermektedir. İşgalci bugün Kudüs’te demografik dengeyi sağlamak için dört yoldan çalışmaktadır. Birinci yol: Yahudi yerleşkelerini yoğunlaştırmak. Bugün Kudüs’ün duvarın içinde kalan ve 289 kilometre kareye ulaşan yeni alanında 69 Yahudi yerleşkesi vardır ve 270 bin Yahudi yerleşimcinin yaşadığı bu yerleşkeler 163 kilometre karelik bir alanı işgal etmektedir. İkinci yol: Radikal Yahudi gruplarının arka arkaya baskınlarıyla ve mescidin surları üzerinde, altında ve çevresinde havralar inşa ederek Mescidi Aksâ ve çevresinde kalıcı ve doğrudan bir Yahudi varlığı oluşturmak. İkinci yol: Kudüs kentinin yerleşim merkezi olarak reklam edilmesi. Kudüs, Yahudi sakinlerini kovan bir kent sayılır. 1980–2005 yılları arasında kentten tersine göç 105 bin Yahudi yerleşimciye ulaşmıştır. İşgal hükümeti bu durumla mücadele için 7 Ağustos 2007’de Yahudileri Kudüs kentine taşınmaya ve Kudüs’te yaşamaya teşvik edecek 200 milyar dolarlık bir projeye onay vermiştir. Üçüncü yol: Mescid-i Aksâ çevresindeki Filistinlilerin mahallelerini boşaltmak ve Filistinlilerin Üçüncü yol: Ayrım duvarı. Ayrım duvarının Kudüs’teki ilk hedefi, mümkün olan en geniş alanı 15 Kasım 2009 kentin belediye sınırları içine katmak ve yine mümkün olduğunca çok Kudüslüyü kentten kovmaktır. Kudüs halkı bu plana anında karşı koymaya kalktılar ve büyük sayılarda duvarın içinde kalan mahallelere taşındılarsa da, duvarın %90’ının tamamlanmasıyla 154 binden fazla Kudüslü Filistinli kentlerinden soyutlanmıştır ve Filistinlilerin ellerinden 163 kilometre kare toprak daha alınmıştır. Dördüncü yol: Kentin Filistinli sakinlerinin zorla göç ettirilmesi. Bu yolun demografik dengeyi sağlamaya etkileri sınırlı sayılır. Çünkü uygulaması çok zordur ve siyasi sorunlara yol açar. İşgalci geçmişte nadiren bu yola başvurmuştur. Fakat bugün, kendisi için durumlar daha da kötüye gitmeden demografik dengeyi sağlama çabası çerçevesinde bu yolu siyaset olarak benimseme eğilimindedir. İşgalci, Kudüslü Filistinlileri kentten iki temel metodu kullanarak göç ettiriyor: Birincisi; kalıcı oturum kimliklerini geri almak. “Mavi kart” olarak adlandırılan bu kimliklerden 1967 ile 2006 yılları arasında 6396 kimlik geri alınmıştır. İkinci üslup ise; toplu göç ettirmedir. İşgalci, 2008 ve 2009 yıllarında beş mahallede 174 emlakı kapsayacak şekilde bu metodu yeniden aktif hale getirmiştir. Bu mahalleler şunlardır: El-Bustan, El-Abbasiyye, Şeyh Cerrah, EtTûr, Eski Belde’nin kuzey mahallesi. BİRBİRİYLE ÇATIŞAN PROJELER... YAHUDİLEŞTİRMEYE KARŞI SABİTLEŞTİRME Bugün Kudüs’te iki proje arasında çatışma yaşanıyor. Birincisi; kenti söküp almak ve dini, kültürel ve demografik kimliğini yeniden şekillendirmek isteyen Yahudileştirme projesi. İkincisi ise, kentin kimliğini korumak için çalışan sabitleştirme projesi. A) Yahudileştirme projesi: Bu proje, Kudüs kentini işgal devletinin “birleşik ve ebedi Yahudi başkenti” haline getirmeyi hedeflemektedir ve bunun için şu yollara başvurmaktadır: 1) Kentteki demografik dengeyi korumak. Yani işgal devletinin 1973 yılında kentin toplam nüfusuKasım 2009 nun % 70’i olarak belirlediği kentteki Yahudi çoğunluğunu muhafaza etmek. 2) Kentin kimliğini; dini, kültürel ve imar yapısını Yahudileştirmek. Bunların başında da, Mescidi Aksâ, Eski Belde ve çevresinin Yahudileştirilmesi gelmektedir. Bu projenin gücü, uzmanların deneyimlerine ve kanuni desteğe ek olarak siyasi ve maddi desteğe de sahip olmasında gizlidir. Siyasi alanda, bu proje üzerinde işgal devletinde yerel bir icma vardır. Proje, Amerika tarafından da memnuniyetle karşılanmaktadır veya en azından projenin uygulanmasına ses çıkartılmamaktadır. Sadece evlerin yıkılması ve Mescid-i Aksâ’ya baskın gibi bazı istisna uygulamalar Avrupalılar ve Amerikalılar tarafından kınanmaktadır. Maddi alanda ise bu projeye resmi olarak büyük bir destek vardır. Sadece Kudüs’teki işgal belediyesi bu projeye yıllık 1,019 milyar dolar bütçe ayırmaktadır. Yahudi toplumu ve diaspora Yahudileri ise, bu projeye yıllık 180 milyon dolardan az olmayan yardımda bulunmaktadır. Tecrübe alanında da, uzmanlar ve çalışma ekipleri aracılığıyla projeye gerekli her türlü teknik ve lojistik destek sağlanmaktadır. Aynı şekilde proje, işgal hükümetinin ve uzman birimlerinin sağladığı kanuni desteğe de sahiptir. B) Sabitleştirme projesi: Buna biz mecazi olarak “proje” diyoruz. Çünkü çoğunlukla kent halkının plansız ve kişisel tepkisinden kaynaklanmaktadır. Bu proje, kentin Arap ve İslami kimliğini sabitleştirmeyi ve özgürlüğüne kavuşana kadar mevcut durumu korumayı hedeflemektedir. Bunun için de şu yollara başvurmaktadır: 1) Kentte kalıp yaşamayı sürdürebilmeleri ve zorla göç politikasına karşı koyabilmeleri için Kudüslü Filistinlileri desteklemek ve nüfus artış oranlarını korumak. 16 2) Kutsal mekanları koruyarak ve onarımını yaparak, Kudüs’teki ve özellikle de Eski Belde’de ve çevresindeki binaları ve emlâkı koruyarak kentin dini ve kültürel kimliğini muhafaza etmek. Bu projenin birkaç zayıf noktası vardır, bunlar siyasi ve maddi destek eksikliğinde kendini göstermektedir. Siyasi alanda, Filistin Kurtuluş Örgütü ve pratikte Filistin Ulusal Yönetimi, Filistinlileri temsil etme ve haklarını savunma yetkisine sahip olduğu için Filistin halkının asıl adresidir. Fakat Faysal El-Hüseyni’nin vefat etmesinden ve 2001 yılında Doğu Evi’nin kapatılmasından bu yana, Filistin Yönetimi Kudüs dosyasını ihmal etmektedir. Filistinli grupların Kudüs dosyasına yaklaşımları da çok daha iyi durumda değildir. Filistinli gruplar Kudüs’ten taviz verilmesini reddetse ve Kudüs’ü politikalarının sabitelerinden biri saysa da, kenti hâlâ ana başlık olarak ele almaktadır ve kentte etkili bir varlığı yoktur. Kudüs’teki İslami vakıfların ve kutsal mekanların vasisi Ürdün’e gelince, o da olaya dış politi- kası çerçevesinden bakmaktadır. Kendisini gücü ve imkanları sınırlı, çatışmadan kaçınan ve baskıya uğramak istemeyen bir ülke olarak görmektedir. Maddi alanda ise, sabitleştirme projesi maddi destekten neredeyse tamamen yoksundur. Kudüs kentinden sorumlu olan Filistin Yönetimi, bütün kesimlerde desteğini durdurmuştur. Filistin Yönetimi yeni liderleri döneminde Kudüs dosyasını gereksiz bir yük olarak görmektedir. Filistinli gruplara gelince, onların da Kudüs’e maddi destekleri oldukça sınırlıdır ve kentin öncelikleri arasında değildir. Bu durum, Kudüslü Filistinlilerin yıllar boyu maruz kaldıkları aralıksız baskılar nedeniyle kişisel imkanlarının da gitgide gerilemesine denk gelmektedir. Bütün bunlara dışarının ilgisizliği de eklenmektedir. Öyle ki, Kudüs’te bu projeye sahip çıkanlar, işgalciye karşı mücadelelerinde kendi hallerine terk edildiklerini hissetmektedirler. Bu zor şartlar, sabitleştirme projesinin yararına çalışan güç noktalarının varlığına engel değil17 Kasım 2009 dir. Örneğin bu projenin sahiplerinin görevi, var olan mevcut durumu korumak ve güçlendirmektir. Yeni durumlar yaratmak ve pratikte köklü değişiklikler yapmak zorunda değildirler. Ayrıca Kudüslü Filistinliler, kentte kalmaları için ödemeleri gereken bedelin farkındadırlar ve onlar bu uğurda zor hayat şartlarına katlanmaya hazırdırlar. Bu da onların işgalden bu yana %3’ten az olmayan nüfus artış oranını korumalarını sağlamıştır ve gelecek yirmi yılda da yaklaşık aynı oranı korumaları beklenmektedir. MUHTEMEL SENARYOLAR Birinci senaryo: Kentin kimliğini belirlemede Yahudileştirme projesinin başarıya ulaşması. Bu senaryonun başarılı olabilmesi için, işgalcinin Mescid-i Aksâ’yı ikiye bölmeyi ve Yahudilerin de Müslümanlarla birlikte orada ibadet etmeye hakkı olduğu ilkesini kabul ettirmeyi başarması gerekir. Mescid-i Aksâ çevresinde büyük havralar açmayı, turistik ziyaret yerleri olarak açmayı planladığı tünelleri tamamlamayı, Silvan Mahallesi’nin büyük bölümünde “Davud” kentini inşa edebilmek için Eski Belde’nin yakın çevresinde oturanları zorla Kasım 2009 göç ettirmeyi, sonuçları bugünden kestirilemeyecek yeni demografik bir yapı üreterek ve Kudüs çevresindeki Yahudi yerleşkelerini kent sınırlarına dahil ederek kentin belediye sınırlarını yeniden çizmeyi başarması gerekir. Burada, şunu vurgulamamız önemlidir: Siyonistlerin bugün yaptıkları hazırlıklar ve icraatlar ışığında, Mescid-i Aksâ’nın bölünmesi çok yakın bir adım haline gelmiştir. 11 Haziran 2009 günü sabahı “kapalı güvenlik bölgesi” gerekçesiyle Mescidi Aksâ’nın güney sahasını kapatma tatbikatı yapılmıştır. Kudüs’teki gelişmeleri yakından takip edenler, tatbikat ile uygulama arasındaki farkın – özellikle de mevcut hükümet ve belediye yönetimi döneminde- büyük olmadığını bilirler. İkinci senaryo: İşgalcinin birinci senaryonun gereklerini yerine getirmede çok büyük sorunlar yaşaması ve bu nedenle birinci senaryonun başarısız olması, uygulamasının gecikmesi veya işgalciyi alternatif senaryo arayışına girmeye sevk etmesi. Bu senaryo, Kudüslü Filistinlilerin direnişinin programlı bir şekilde desteklenmesini gerektirmektedir. 18 Kudüs dahilinde işgalciyi rahatsız edecek etkin bir halk hareketi ve dışarıda da, işgalcinin Kudüs’e yönelik planlarının hesap ettiğinden ve hazırlandığından daha büyük ve daha pahalıya mal olacağını gösterecek siyasi tavır ve halk hareketi gerektirmektedir. Böylece işgalci kentin kimliği üzerinde belirleyici olmasını –kesinlikle- engelleyecek daha az radikal alternatifler benimsemek zorunda kalacaktır. Bu senaryo, Kudüs’e destek olması gereken tarafların davranışında köklü bir değişiklik gerektirmektedir. Bu dönüşüm mümkündür; fakat çok zamana, çabaya ve paraya ihtiyaç vardır. Filistin’de, Arap ülkelerinde ve İslam Dünyası’nda karar mercilerinin anlayışında değişime ihtiyaç vardır. Bunun şu anda gerçekleşmesi için uzatma süresinde olabiliriz. Üçüncü senaryo: Kudüslü Filistinlilerin kentin hüviyetini kendi lehlerine kesin olarak belirlemeyi başarmaları. Bu, işgalcinin çatışma cephelerinin hepsinde herhangi bir ilerleme sağlamasını engellemeyi ve demografi alanında ilerlemeyi sürdürmeyi gerektirmektedir. Bununla birlikte, yapılaşma ve kentin kültürel kimliği alanında kalıcı icraatlar yapılmalıdır. İşgal altında ve mevcut siyasi şartlarda bu senaryonun gerçekleşmesi imkansız gibidir. Öneriler Arap ve İslam ülkeleri halklarına Kudüs’ün konumunu ve İsrail işgalinin Kudüs’e yönelik tehditlerini anlatmak ve Kudüs’e yapılanlara karşı daha etkin tepki verilmesini sağlamak. Böylece işgalci, kutsal mekanlara doğrudan saldırısının kendisine altından kalkamayacağı bir bedel ödeteceğini anlamalıdır. Sivil toplum kuruluşlarının rolünü etkinleştirmek ve Kudüslü Filistinlilere daha çok yardımda bulunmak. Böylece onlar, kentlerinde kalabilmek için işgalcinin icraatlarına karşı koyabilirler. Bu arada, kentin kimliğini ve geleceğini tayin etmede insan faktörünün belirleyici olduğunu unutmamak gerekir. Resmi (Filistinli, Arap ve İslami) otoritelere Kudüs ve Kudüs halkı karşısında üzerlerine düşen sorumlulukları hatırlatmak ve binalar, araziler ve kent sakinleri alanlarında sabitleştirme projesine destek vermelerini sağlamak. Kudüs kenti ve Kudüs halkına karşı düşmanca uygulamaları nedeniyle “İsrail” ve üst düzey Siyonist yetkililer aleyhine davalar açmak. Ramallah ve Gazze arasındaki bölünmüşlüğü –en azından Kudüs ve Kudüslü Filistinliler ko- Bu değerlendirmeler ışığında, birinci senaryo da göz ardı edilmemekle birlikte, ikinci senaryo gerçekleşmeye en yakın senaryo olarak görülmektedir. Mevcut şartlar istenilen düzeyde olmasa da, pratikte yaşanan bir durum olarak kalacaktır. Kudüs Savaşı bugün büyük oranda zamana karşı mücadeledir. İşgalcinin sabretmeye ve on yıllar sonrası için plan yapmaya vakti kalmamıştır. Bilakis, önümüzdeki birkaç yıla sonucu kesin olarak belirleyecek dönem gözüyle bakmaktadır. Bu birkaç yılda kentin kimliğini belirleyebilirse, hayatta kalabileceği duygusunu güçlendirecektir. Birkaç yıl içinde bu sonuca ulaşamazsa, kentin kimliğini belirlemede ümitsizliğe kapılacak ve bu ümitsizliği kökleşecektir. Bunun da ayakta kalma ve varlığını sürdürmeye güveni noktasında pratik yansımaları olacaktır. “Jerusalem” olmadan “İsrail” olabilir mi?!. nusunda- mutlaka aşmak gerekmektedir. Çünkü her iki taraf da, Filistin devletinin başkenti olarak Kudüs’ten vazgeçmeyeceğini ilan etmektedir. Filistin Yönetimi Başkanlığı açık bir siyasi tavır ortaya koymalı ve Filistin devletinin başkenti olarak Kudüs’ün konumuna ve kimliğine zarar verecek her türlü adımı reddetmelidir. Kudüs’ün konumunu tehdit eden her türlü anlaşmayı reddedeceğini açıkça ilan etmelidir. Zeytune Araştırma Merkezi, Uluslararası Kudüs Müessesesi İcra Müdürü Üstad Ziyad ElHasen’e bu değerlendirmeye temel teşkil eden metni kaleme aldığı için şükranlarını sunar. (Filistin Enformasyon Merkezi) 19 Kasım 2009 Ebubekir SİFİL EHLİ-İ SÜNNET'İN "ORTAYA ÇIKIŞI" VE KARAKTER ÖZELLİKLERİ "Fırkalar içinde bir fırka"dan mı, yoksa müsemmanın isimden önce var olması durumundan mı bahsetmemiz gerektiği sorusunu cevaplamadan Ehli Sünnet üzerine yapılacak tahlil ve değerlendirmeler hep önemli bir eksiklik ile malul bulunacaktır. Ehl-i Sünnet'in "fırkalar içinde bir fırka" olduğunu söylemek, ancak tarihî durumu önyargılı okumakla mümkündür. Söz gelimi şu doğrultudaki tesbitler böyle bir okumanın ürünüdür: Önce Şia ve Haricîlik tarih sahnesine çıktı; bunları Cebriye, Mu'tezile… izledi. Bunların sebebiyet verdiği kargaşa ortamı içinde toplumun birlik-bütünlüğünü sağlama temel gayesiyle hareket eden bir başka akım daha zuhur etti ki, kendisine Ehl-i Sünnet diyen bu grubun temel karakteri "mevcudu meşrulaştırma" anlayışıydı… Kasım 2009 20 Bu tür bir okuma biçiminin "önyargılı" olarak tavsifi şuraya dayanmaktadır: Eğer bu fırkaların oluşum ve gelişim dönemlerinde Ümmet bu fırkalardan ibaret idiyse –ki Ehl-i Sünnet'in sonradan ortaya çıkmış "tepkisel" bir fırka olduğu tezi bu tesbite dayanmaktadır–, bu fırkalardan hangisinin söylemleri Hz. Peygamber (s.a.v)'in Sahabe'ye aktardığı İslam olarak değerlendirilmelidir? sorusunun ikna edici ve sahici bir cevabı yoktur! Şu bir gerçek ki, bu fırkaların "kurgulayıp" savunduğu modellerin her biri aslında birer "din anlayışı"dır ve bunların birbiriyle bağdaşması mümkün değildir. Daha önce de değişik vesilelerle vurgulamaya çalışmıştım: Bütün bu fırkaların, söylemlerini Kur'an ayetleri üzerine inşa etmiş olması son derece önemli bir noktadır. Sünnet'ten tecrit edilmiş bir Kur'an anlayışının toplumu nerelere götüreceği ve ortaya kaç türlü farklı "İslam"ın çıkmasına müncer olacağı bu noktaya dikkat edilerek görülebilir. Acaba Sahabe ve onların yetiştirdiği Tabiun bütün bu değişik "İslam" telakkileri karşısında nasıl bir pozisyon almıştı? Tefsir'in, Hadis'in Fıkh'ın, kısacası İslamî ilimlerin Sahabe'den Tabiun'a, onlardan Etbau't-Tabiîn'e hoca-talebe ilişkisi içinde aktarıldığını biliyoruz. Bu meyanda "itikad"ın ihmal edilmiş olduğu söylenemeyeceğine göre, Sahabe ve Tabiun'un bu sahada da belirgin bir tavrının, çizgisinin, etkisinin var olduğunu kabul etmek durumundayız. Mekke ve Medine'yi merkez kabul edip parantez içine alacak olursak, el-Kevserî'nin tesbitine göre Irak –bilhassa Kûfe– bölgesinde tavattun etmiş olan 1500'ü aşkın, es-Süyûtî'nin tesbitine göre Mısır'da tavattun etmiş bulunan 300'ü aşkın sahabenin ve onların yetiştirdiği binlerce alim tabiinin işbu fırkaların görüş ve iddiaları karşısında "derin bir sessizliğe" gömüldüğünü söylemeyeceksek, ne demeliyiz? Şu halde manzarayı doğru okumak adına şunu söylemeliyiz: Hz. Peygamber (s.a.v), peygamberlik görevini şüphesiz hakkıyla yerine getirmiş ve İslam'ı itikat, amel, ahlak cihetleriyle, zahir ve batınıyla bir bütün olarak Sahabe'de tecessüm ettirmişti. Sahabe de –bilhassa alim sahabîler vasıtasıyla– bu Din'in bir "varlık şuuru" olarak kendisinden sonraki nesle eksiksiz bir şekilde intikal ettirmiştir. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet'in "sonradan/tepkisel olarak ortaya çıkmış bir fırka" olmadığını söylemek zorundayız. İlk oluşum kıvılcımları Cemel ve Sıffin vakalarında çakan, muhtelif iç ve dış gelişmelerin etkisiyle zaman içinde kitleselleşen birçok dinî/siyasî akım Hz. Peygamber (s.a.v)'den ve Sahabe'den intikal eden dinî duruştan şu veya bu ölçüde/şekilde ayrılmıştır. Başta Hz. Ali ve Abdullah b. Abbas olmak üzere birçok sahabînin (Allah hepsinden razı olsun) Havariç, Kaderiye, Şia… gibi fır- kalarla mücadelelerini ilgili kaynaklarda müşahede edebiliyoruz. Bu durum açıkça göstermektedir ki, zaman içinde vücut bulan oluşumlar ana gövdeden kopmakta ve toplumu pek çok açıdan tehdit eder hale dönüşmektedir. Yani ortada çok yönlü bir "ayrılma/sapma" vardır ve ana gövdenin, bu "sonradan ortaya çıkan/bid'at" din telakkileri karşısında sessiz kalmaması son derece tabiidir. Ana istikameti muhafaza eden çoğunluğun bu oluşumlar karşısında ilk anda ortaya koyduğu refleksif tepki, zaman içinde sistemli bir "direnme ve savunma" faaliyetine dönüşmüştür. İşte "Akide"nin "Kelam" formatında yeniden ifadesinin anlamı budur. Yoksa Müsteşrikler'in kurgusunu – çaktırmadan– yeniden ifade ederek "Ehl-i Sünnet" ana başlığı altında ortaya konan hususların başlangıçta var olmadığını, diğer fırkaların ortaya çıkmasıyla birlikte "toplumu bir arada tutmak, orta yolu tutturmak"… gibi saiklerle sonradan ortaya atıldığını ileri sürmek, Kelam Tarihi'ni şaşı okumanın ürünü olmaktan öte bir anlam ifade etmez. Esasen Ehl-i Sünnet'in itikadî kabullerine diğer fırkalarla karşılaştırmalı olarak baktığımızda bu iki temel tesbitin ("toplumu bir arada tutmak ve orta yolu tutturmak") çok da "işe yarar/anlamlı" şeyler olmadığını görürüz. (Detay için bkz. Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi, III, 17 vd.) Çağdaş bir çok çalışmada, mezkûr "ana gövde"yi ifade için kullanılan "Ehlu's-Sünne", "Ehlu's-Sünne ve'l-Cemâ'a", "Ehlu's-Sünne ve'lHadîs/Eser"… gibi nitelemelerin, aynı şemsiye altında bulunan fakat birbirinden farklı tutum ve kabulleri olan birçok –tabir yerinde ise– "fraksiyon"u anlattığı vurgulanmaktadır ki, malumdur ve doğrudur. Başkaları bu doğrudan farklı sonuçlara varmak istese de, burada bizim için bu doğrunun ortaya koyduğu bir başka doğru söz konusudur: Bu tabirler, ortaya çıkan bid'at akımların görüşleri karşısında ana gövdenin Selef'ten tevarüs ettiği duruşu ifade için kullanılmıştır ve tamamen spontane (kendiliğinden) bir durumu ifade eder. Bu bakımdan, "Ehl-i Sünnet'in kendisi gibi ismi de bir "alternatif arayışı"nın ürünüdür" tarzındaki uçuk tesbitlerin itibar edilecek yanı yoktur. Kelamî me21 Kasım 2009 seleler üzerine yazan-konuşan her alim, sapmanın ortaya çıktığı alanlarda ana gövdenin tutumunu belirtmek üzere kendisine uygun gelen tabiri kullanmıştır ve elbette bunda, meşrep ve ekol farklılığının bir rolü bulunduğunu söylemek de mümkündür. Ancak bütün bu meşrep farklılıklarını ortak bir noktada buluşturan ve ortak bir potada eriten bir husus vardır ki, onun üzerinde müstakil olarak durmadan geçmek olmaz. O husus, bütün nitelemelerin "Sünnet" merkezli olmasıdır. Bu kısa izahat ortaya Bir diğer husus, Ehl-i Sünnet'e niçin "Ehli Sünnet" dendiği… "Bid'at/sonradan ortaya çıkan" fırkaların –ki bu oldukça isabetli bir nitelemedir– temel karakterlerine baktığımızda, Sünnet konusunda her birinde farklı şekilde tezahür eden bir "arıza" bulunduğunu tesbit etmek zor değildir. Kısaca detaylandıralım: koymaktadır ki, bid'at fırkaların tamamının ortak yanı Sünnet'i şu veya bu şekilde/oranda göz ardı Havariç: "Hüküm ancak Allah'ındır" sloganıyla ortaya çıkan bu kitlenin önemlice bir kısmı, 6/el-En'âm, 57; 12/Yûsuf, 4, 67 ayetlerinde geçen bu cümleden hareketle "Hakem olayı"na karışan herkesi tekfir ederken, herhangi bir meselede birisinin hakem kılınmasının meşruiyetine delalet eden Sünnet'i göz ardı etmişti. Hatta aynı noktaya delalet eden Kur'an ayetlerini de öyle. Bu sebeple Hz. Ali (r.a) tarafından kendilerine "tahkim"in (hakem tayin etmenin) meşruiyetini gösteren Sünnet delili (Hz. Peygamber (s.a.v)'in Bunû Kureyza Yahudileri'ne nasıl muamele edileceği konusunda –Yahudiler'in tahkim talebi üzerine– Sa'd b. Mu'âz (r.a)'ı tayin etmesi) gösterilince pek çoğu tevbe edip Hz. Ali (r.a)'in saflarına intikal etmiştir. (Burada Hz. Ali (r.a)'nin, İbn Abbas (r.a)'ı Haricîler'le münazaraya gönderirken onlara Sünnet'ten delil getirmesi tavsiyesini bir kere daha hatırlamanın tam sırasıdır.) etmeleridir. Ya da bir başka şekilde söylersek, bid'at fırkalara vücut veren en temel olgulardan birisi, Sünnet konusunda problemli bir tutuma sahip olmalarıdır. Öte yandan "tahkim"i küfür ve bu olaya karışan herkesi kâfir olarak gören Haricîler, onlar kanalıyla gelen haberlere (hadislere) de itimat edilemeyeceği zorunlu sonucuna vardılar. Dolayısıyla baştan düştükleri Sünnet'i göz ardı etme hatası, işin sonunda daha da katmerli bir hale dönüşmüş oldu. Kasım 2009 22 Mu'tezile: Haber-i vahidlere (ravi adedi bakımından mütevatir seviyesine ulaşamamış olan hadislere) güvenilemeyeceği ve bunların Din'de kaynak/delil olamayacağı kanaatiyle Sünnet'in önemli bir yekûnunu iskat ve en az bunun kadar önemlisi, senedi ne kadar sağlam, ravi adedi ne kadar fazla olursa olsun, akla aykırı buldukları pek çok rivayeti reddetmiş olan Mu'tezile'nin bu tutumunun da Sünnet nokta-i nazarından "problemli" olduğu açıktır. Şia: İtimada ve kabule şayan olan rivayetleri, sadece kendilerince makbul olan raviler silsilesine inhisar ettiren Şia'nın durumu da son tahlilde diğerleriyle aynı kapıya çıkmaktadır. Benzer arızalar diğer fırkalar için de söz konusudur. Bu kısa izahat ortaya koymaktadır ki, bid'at fırkaların tamamının ortak yanı Sünnet'i şu veya bu şekilde/oranda göz ardı etmeleridir. Ya da bir başka şekilde söylersek, bid'at fırkalara vücut veren en temel olgulardan birisi, Sünnet konusunda problemli bir tutuma sahip olmalarıdır. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.v)'den ve Sahabe'den tevarüs edilen duruşa aykırılık arz eden çizgileri bakımından onları "bid'at fırka" diye nitelendirmenin anlaşılmaz bir yanı olmadığı gibi, onların tutumu karşısında Sünnet'e bağlılığın gereğini ortaya koyan çizgiye "Ehl-i Sünnet" denmesinde de yadırganacak bir taraf yoktur. Dikkat edilecek olursa Kur'an'ı referans alma noktasında fırkalar arasında herhangi bir ihtilaf mevcut değildir. Her ne hal ise, Ehl-i Sünnet'i "fırkalardan bir fırka" olarak görenler, Son Din'in, yüzyıllar boyunca sübjektif, tartışmalı, hatta "hatalı" bir yorumunun Ümmet'in kahir ekseriyetinin din anlayışını belirleyen biricik unsur olarak yaşadığını, yani İslam'ın "doğru yorumunun" (o her ne ise?!) aslında hiçbir zaman var olmadığını söylediklerinin ve dahi bunu söylemekle kendilerinin de bid'at bir yönelişe yelken açtığının farkında olmuyorlar. Bunun kişiyi götüreceği yer neresi olabilir sizce? 23 Kasım 2009 Kamil ABDULLAHOĞLU NİÇİN ALLAH’A İTAAT EDİYORUZ? Kainatta hiçbir şey kendiliğinden oluşmuş değildir ve olması da imkansızdır. İnsanların yaptıkları her bir fiil de genel anlamda bir gayeye matuftur. Her nekadar bazı insanlar gayesiz ve sorumsuz davransalar da, bu insanın, insanlık vasfına uygun değildir. İnsan kendinde bulunan akıl cevheriyle diğer varlıklardan farklı kılınmış ve bu farklılığını göstermesi istenmiştir. Bu akıl sayesinde insan yaptığı her işi sorgular ve sorgulaması da gerekir. Neden ben, fakir, cahil ve sosyal statüsü düşük bir aileden geldim? Hatta bazen insan dünyaya kendisinin gelmesine sebep olan anne ve babasını dahi sorgular. Kısaca her şeyi sorgulama durumunda olan insanın tarih süreci içerisinde beklide en az sorguladığı şey batıl inanışlar ve hak din hariç taptığı putlar vs. lerdir. Büyük peygamber İbrahim (a.s)ın puta tapan toplumuna: “İbrahim, babasına ve milletine: «Bu tapınıp durduğunuz heykelKasım 2009 24 ler nedir?» demişti. Onlar: «Biz atalarımızı bunlara tapar bulduk» dediler. İbrahim: «And olsun ki sizler de babalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz» dedi.”1 Ayetten, puta tapan o topluluk neden putlara tapındıklarını sorgulamadan gözü kapalı olarak taklitte bulundukları anlaşılmaktadır. Kur’an Yüce Allah’ın varlığını gözü kapalı olarak kabul etmelerini değil, tefekkür ederek ve akıllarını kullanarak inanmalarını istemektedir.2 “Allah, sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (İslâm'ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vâdetti. Çünkü onlar bana kulluk ederler; hiçbir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır.” Biz hak dinin salikleri olarak neden bu dine inanıyor ve neden Allah’a itaat ediyoruz konusunu birkaç maddede izah etmeye çalışalım: 1- Allah Teala bizi yoktan yaratan, bizleri doyuran, giydiren, nimetleri bizlere bahşetmesi sebebiyle de velimizdir. Bütün nimetleri bizlere bahşeden böyle bir velinin davetine “buyur” demeden başka ne olabilir? İbrahim (a.s)ın ifadelerinin yer aldığı şu ayetlerde: “İbrahim dedi ki: İyi ama, ister sizin, ister önceki atalarınızın; neye taptığınızı (biraz olsun) düşündünüz mü? Sizin ve eski atalarınızın?» İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur); Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O'dur. Beni yediren, içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur. Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O'dur. Ve hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum O'dur.”3 İbrahim (a.s) onların putlarının tapınmayı hak etmediklerini, kendi Rabbisinin ise zikrettiği gerekçelerden dolayı itaat edilmeye layık olduğunu ispat ediyor. Bir başka gerekçesinde de: “Allah kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik) verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrahim ile tartışmaya gireni (Nemrut'u) görmedin mi! İşte o zaman İbrahim: Rabbim hayat veren ve öldürendir, demişti. O da: Hayat veren ve öldüren benim, demişti. İbrahim: Allah güneşi doğudan getirmektedir; haydi sen de onu batıdan getir, dedi. Bunun üzerine kâfir apışıp kaldı. Allah zalim kimseleri hidayete erdirmez.”4 2- Allah Teala insanı, insanlığına yaraşır bir şekilde hükümlerde adalet sağlama özelliğini vermiş ve güzel ahlakla da bezeterek diğer varlıklardan farklı bir özellikte yaratması O’na itaati gerekli kıl25 Kasım 2009 maktadır. Zira insanların dışındaki varlıklar bu gibi güzel meziyetlerle donatılmış değildir. Neyin iyi neyin kötü olduğunu kavrama yetisinde olan insanın, kendisine bu özellikleri verenden başkasına itaat etmesi akılla bağdaşmamaktadır. Bir ayette Yüce rabbimiz: “Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: «Babalarımızı bu yolda bulduk. Allah da bize bunu emretti» derler. De ki: Allah kötülüğü emretmez. Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz? De ki: Rabbim adaleti emretti. Her secde ettiğinizde yüzlerinizi O'na çevirin ve dini yalnız Allah'a has kılarak O'na yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi (yine O'na) döneceksiniz.”5 Allah peygamberine ve onun şahsında bütün insanlığa “adaleti emretmiştir.” Adalet, inançta ve yaşayışta doğruluğu, dengeli ve ölçülü olmayı gerektirir. Bunun için ibn Abbas bu ayetteki “kıst” kelimesini “lailahe illallah” yani “Allahtan başka tanrı bulunmadığını kabul ve ikrar etmek” şeklinde yorumlamıştır.6 3- İnsanın Allah Tealaya karşı gelmekten sakınması ve hukukuna riayet etmesinin, insanı dünya heva ve hevesine karşı korumasını ve şeytanın hilesine karşı uyanık ve tedbirli olmasını sağlar. Böyle davranan bir kul Rabbisinden yardım alır. “Ey iman edenler! Eğer Allah'tan korkarsanız O, size iyi ile kötüyü ayırdedecek bir anlayış verir, suçlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük lütuf sahibidir.”7 Allah’tan korkan bir kula nimet olarak “Furkan” nimeti bahşedilir. “Furkan”, hak ile batılı karıştırmayan ve müminin yolunu aydınlatacak bir basiret olduğunu bilmekteyiz. Bu öyle bir nurdur ki, kul bu nurla yürürken kaymaz ve şeytanın mekrinden emin olur. Kurtulmak isteyen her bir müslümanın bu nura ihtiyacı vardır. Bir başka ayette de: “Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve Peygamberine inanın ki O, size rahmetinden iki kat versin ve size ışığında yürüyeceğiniz bir nûr lütfetsin; sizi bağışlasın. Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”8 4- İman ve Salih amelin istenmesi, kulun dünyada mutlu ve rahat yaşamasına ve yeryüzüne varis olmasına sebep olacaktır. İnsan tabiatı gereği peşin olanı sever ve yaptığının karşılığını hemen almak ister. Dünyaya karşı aşırı derecede meyilli olması da bundan kaynaklanmaktadır. Bir ayette: “Hayır! Doğrusu siz, çarçabuk geçeni (dünya hayatını ve nimetlerini) seviyor, ahireti bırakıyorsunuz.”9 Dünyada da bir insan rızkının bol olmasını istiyorsa çokça istiğfar etmeli ve Salih amellerde bulunmalıdır. Nuh (a.s) kavmine hitaben: “Dedim ki: Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O çok bağışlayıcıdır. (Mağfiret dileyin ki,) Kasım 2009 26 üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, Mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıtsın.”10 Bizler gerçek manada kul olabilsek Yüce Allah yeryüzünü bizlerin hizmetine sunacağını beyanla: “Andolsun Zikir'den sonra Zebur'da da: «Yeryüzüne Salih (iyi) kullarım vâris olacaktır» diye yazmıştık.”11 Bir başka ayette de: “Allah, sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (İslâm'ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vâdetti. Çünkü onlar bana kulluk ederler; hiçbir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır.”12 olsun sadece dünyaya yöneliktir. Ahiret inancı gaybi bir olay olması nedeniyle inanalar hariç, beşerin buna aklı ermediğinden ve imkanı dahilinde olmadığından böyle bir vaadde bulunması da düşünülemez. Yüce Rabbimiz ahiret nimetlerinden bahsederken: “O insanların etrafında öyle ölümsüz genç nedîmler dolaşır ki, onları gördüğünde, etrafa saçılıp dağılmış inciler sanırsın. Ne yana bakarsan bak, (yığınla) nimet ve ulu bir saltanat görürsün. Üzerlerinde yeşil ipekten ince ve kalın elbiseler vardır; gümüş bilezikler takınmışlardır. Rableri onlara tertemiz bir içki içirir. (Onlara şöyle denir:) Bu, sizin için bir mükâfattır. Sizin gayretiniz karşılığını bulmuştur.”13 Cennet nimetleri ile alakalı Kur’an da onlarca ayet mevcuttur. Sahbe-i kiram efendilerimizin Allah yolunda mallarını ve canlarını feda etmelerinin arka planında ahireti görüyor gibi olmalarından kaynak- 5- Bizlerden kulluk isteyen yüce zat bunun karşılığında ahirette büyük nimet ve mükafat vaat etmektedir. Allahtan başkasına kulluk yapanların taptıkları nesneler ahiret hesabına onlara ne vaat etmektedir? İslam da mükâfatta cezada hem dünyevi hem de uhrevidir. Beşerin ürettiği her ne olursa lanmaktadır. Allah bizleri onların yolundan ayırmasın. Amin. ............................................................................................ 1 - Enbiya, 21/52,54, 2 - Konu ile ilgili ayetler için bk. Bakara, 164; Nahl, 3-21 ve pek çok ayet mevcuttur., 3 - Şuara, 75-82, 4 - Bakara, 258, 5 - A’raf, 28-29, 6 - Kur’an yolu, 2/ 516-517, 7 - Enfal, 29, 8 - Hadid, 28, 9 - Kıyame, 20-21, 10 - Nuh, 10-13, 11 - Enbiya, 105, 12 - Nur, 55, 13 - İnsan, 19-22 27 Kasım 2009 Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE BÜTÜN PEYGAMBERLERİN VE İLAHÎ KİTAPLARIN BİLDİRDİĞİ GERÇEK: AHİRET Hz. Adem'den son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v)'e kadar bütün peygamberler, dünyanın muhtelif bölgelerinde, farklı zamanlarda, birbirlerinden habersiz olarak, fakat adeta ittifak etmiş gibi hepsi de insanları, Allah'a imân'dan sonra, âhiret'e cennet ve cehenneme imân etmeye davet etmişlerdir. Dinler Tarihi bu gerçeğin şâhidi olduğu gibi Kur'ân-ı Kerim de, bütün peygamberlerin bu daveti yaptığını çeşitli âyetlerle ifâde etmiştir. "Her ümmete mutlaka bir nezîr (cehennem azabıyla uyaran) gönderilmiştir" âyeti bütün milletlere peygamber gönderildiğini ifâde ederken, nezîr (cehennem azabıyla uyaran) tabiri de her peygamberin âhireti haber verdiğine, Allah'ın emirlerini yerine getirrmedikleri takdirde başka bir âlemde cezâ göreceklerini haber verdiklerine delâlet etmektedir. Bilindiği gibi, peygamberlerin en önemli vasıfları doğruluktur. Onlar yalandan şiddetle kaçınmış ve başkalaKasım 2009 28 rını kaçındırmış emîn kimselerdir. Dolayısıyla bütün söyledikleri hak olan, beşeriyetin en dürüst, en ahlaklı, en güvenilir insanları olan peygamberlerin, "âhiret vardır, cennet ve cehennem haktır" şeklindeki sözlerine inanmamak, şüphe etmek mümkün değildir. Peygamberlerin sonuncusu olan Peygamber Efendimiz (s.a.v)' in istikbâla dâir verdiği haberler bir bir gerçekleşmiş, hatta o devirdeki kâfirler dahi onun haber verdiği şeyin mutlaka vuku bulacağına inandıkları için, aleyhlerine haber verdiği hususlarda tedbîri elden bırakmamışlardır. O halde, onun âhirete dâir verdiği haberler de mutlaka vuku bulacaktır. Nitekim, Adiyy b. Hatim şöyle demiştir: "Allah rasûlu (s.a.v) dünyaya ait bazı hâdiseleri daha vuku bulmadan önce haber vermişti. Bir de ayrıca âhirete ait haberler verdi. Dünyaya ait verdiği haberler aynen çıktı. Bununla anlıyorum ki, âhirete ait verdiği haberler de aynen çıkacaktır"1. Peygamberlerin haber verdiklereri şeylere önem verilmesinin gereğini daha iyi anlamak için şöyle bir misâl verebiliriz: Erzurumdan İstanbula doğru seyahat eden bir kimseye, Erzincan yakınlarında birisi rastlayıp otomobilini durdursa ve dese ki, yolda eşkiyâ var gitmeyin geri dönün! Aklı olan, o adamı tanımasa da, hatta sözüne güvenilir bir kimse olarak görmese de, ihtiyaten tehlikeden kaçarak geri döner veya başka bir yol dener. Öyle ise, binlerce peygamberin kat'î olarak, mucizelerine dayanarak haber verdikleri âhiret âlemine dâir ikazlarını dikkate almayıp inanmamak doğru bir davranış sayılabilir mi?! Acaba bu haberleri kulak ardı edenlere akıllı insan denilir mi?! Üstelik Peygamber Efendimiz (s.a.v) cennet ve cehennemi gözleriyle görmüş ve gördüklerini anlatmıştır2. Şu halde artık hiç bir şüpheye mahal kalır mı? Bütün peygamberlerin haber verdiği bu hakikatleri, onların peşinden gelen temiz rûhlu, münevver kalbli, nuranî akıl sahibi zâtlar, sahalarında ihtisas sahibi olan evliyâ, asfiyâ... da, ittifakla haber vermişler, aynı davâya imza atmışlardır3. Bütün ilahî kitaplar da, Allah'ın varlığı ve birliği meselesinden sonra en çok âhiret'in varlığı, cennet ve cehennem hayatı üzerinde durmuşlardır. "Her ümmete mutlaka bir nezîr (cehennem azabıyla uyaran) gönderilmiştir" Bütün Peygamberler âhireti, öldükten sonra kıyamet gününde tekrar dirilişin varlığını haber verdikleri gibi hiç şüphesiz, onların ellerinde bulunan ilahi fermanlar yani Allah tarafından indirilmiş kitaplarda da âhiret hayatının varlığı bildirilmiştir. Bu ilahî kitapların sonuncusu olan Kur'ân-ı Kerîm'in pek çok vecîhlerle mu'cize olduğu, Allah kelamı olduğu ispat olunduğuna göre, O'nun, "Tozdurup savuranlara, yük yüklenenlere, kolayca süzülenlere, işi taksîm edenlere yemin olsun ki, size va'dedilen kesinlikle doğrudur ve mücâzât mutlaka vuku bulacaktır" (Zariyât, 1-6), "Tur'a, yayılmış ince deri üzerine satır satır yazılmış Kitab'a Beyt-i Ma'mûr'a, yükseltilmiş tavana, dolu denize andolsun ki, rabbinizin azabı mutlaka vuku bulacaktır" (Tûr, 1-7) gibi yeminlerle tekid ederek kat'î olarak haber verdiği âhiret, kıyamet, cennet ve cehennem hiç şüphesiz haktır ve vuku bulacaktır. Bu söze inanmayan artık başka neye inanacaktır!? "Bundan sonra hangi söze inanacaklar?" (Murselât, 50). ................................................................................................ *. Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır. 1. Buharî, Menakıb, 25; Ahmed b. Hanbel, IV, 257, 378 (biraz lafız farkıyla). 2. Bkz. Buharî, Enbiyâ, 5, IV, 106-108; Suyutî, Tehzîbu'l-Hasâis, s. 271-272. 3. Bkz. Nursî, el-Mesneviyyu'l-Arabî, s. 99. 29 Kasım 2009 Ersan BİLGİN FİLİSTİN VE MESCİD-İ AKSA`YA VEFA ugün ne yazık ki, siyonist işgal altında olan Mescid-i Aksa bilindiği üzere Müslümanların ilk kıblesi ve harem mescidlerin üçüncüsüdür. Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de Mescidi Aksa'dan adıyla söz etmekte ve bu mescidin etrafıyla birlikte mübarek kılındığını ve kutsal olduğunu bildirmektedir. (İsra,1) Mescid-i Aksa’nın fazileti, Kur’an’da vurgulanmaktadır. Mescidi Aksa'nın fazilet ve ehemmiyeti hakkında ayrıca birçok hadisi şerif bulunmaktadır. Resulullah (a.s.) bir hadisi şerifinde şöyle buyurmuştur: "(İbadet amacıyla) Yolculuk ancak şu üç mescidden birine olur: Benim şu mescidime (Mescid-i Nebevi), Mescidi Haram'a ve Mescidi Aksa'ya." (Müslim, Kitabu'l-Hacc, 15/415, 511, 512) B Unutmayalım ki, Mescidi Aksa sadece Filistinlilere emanet edilmemiştir. Ona sahip çıkmak ve harem Kasım 2009 30 mescitlerden biri olan bu kutsal mabedi korumak tüm dünya Müslümanlarının ortak görevidir. Bu konuda işgalci Siyonistlerin hilelerine ve oyunlarına dikkat etmemiz, Büyük Mücahid Selahaddin-i Eyyübi duyarlılığını gönüllerimize yerleştirmemiz gerekir. Eğer bunu başarabilirsek işgalciler bu kutsal mabede ve çevresine, kardeşlerimize zarar vermeye cüret edemezler. Ama duyarsız ve ilgisiz kalırsak onlara cesaret vermiş oluruz. Ne yazık ki İslam alemi olarak şu anki halimizle zalimlere cesaret veriyoruz… Filistin, Kudüs ve Mescid-i Aksa, İslam vatanının en mukaddes topraklarından biridir. Filistin’in işgali bütün İslam Dünyasının işgalidir. Mescid-i Aksa’nın boynunun bükük olması, İslam ümmetinin boynu bükük olması demektir. Müslümanlar tek bir ümmet’tir ve birbirlerine daima yardım ederler. Müslümanların nerede olursa olsun diğer müslümanlara yardım etmesi farz’dır. Ve hangi şart altında olursa olsun Müslümana, Allah'ın düşmanlarıyla, kafirlerle dost olması yaraşmaz hatta onlara bir meyil ve yardım hissi taşıması da asla caiz değildir. Şimdi Filistin için fiili ve kavli dua zaman Kaldırın ellerinizi semaya.. Yalvarın Müslümanlar. Sahip çıkamadığımız Mescid-i Aksa’nın, Peygamberler diyarı Filistin’in hain ve cani düşman çizmeleriyle daha fazla ezilmemesi için… Siyonist zalim ve acımasız yahudi karşısında İslam ümmetinin birleşmesi için dua edin… Bir Müslüman mazlum hiçbir kardeşini yalnız bırakamaz, ona elinden gelen yardımı yapar. Mü’minin kanı Allah nezdinde çok değerli ve mukaddestir. Sadece bir mü’minin kanına girmeleri sebebiyle Allah, bu konuda hissesi olan herkesi cezalandıracaktır. Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki: “Yeryüzünde ve göklerde bulunanlar bir Müslüman’ın kanını dökmek için birleşseler, sadece bir mü’minin kanı sebebiyle Allah hepsini Cehennem’e döker.” (Tirmizî: Diyât 8 Hadis No: 1398) Gelin.Ne Filistin’de ne de İslam dünyasının bir başka yanında Müslüman kanının akmaması için gönülden dua edelim. Zalime ve işbirlikçilerine karşı duruşumuzu ve izzetimizi gösterelim. Acilen yardımlarımızı ulaştıralım. Safımızı, nerede durduğumuzu belli edelim. Gücümüzü, gayretimizi, bilgimizi; barış, huzur, özgürlük, adalet, İslam birliği kısacası Allah’a kulluk için birleştirelim. luk yapmak; ikincisi secde ederek alnımı O’nun için toprağa koymak; üçüncüsü ise hurmanın güzelini seçtikleri gibi sözün güzelini de seçmeye çalışan bir kavim içerisinde bulunmaktır.” O MEÇHUL ADAM VAR YA… ZULME DUR DEMEK Peygamberimiz’in (as) sâdık dostu, Hz. Ebubekir (ra) Rasulullah’tan (as) şöyle nakleder: “İçlerinde kötülük (haram, kumar, zina, fuhuş, zulüm vs.) işlenen toplum, bu kötülükleri bertaraf edecek güçte olduğu halde seyirci kalır, mücadele ve müdahale etmezse Allah’ın o toplumun hepsini saran umumi bir bela göndermesi yakındır.” Hz. Ömer (ra) yanında oturanlara, “Ecir yönünden insanların en büyüğü kimlerdir?” diye sordu. Onlar da oruçtan, namazdan söz ederek, “Mü’minlerin emirinden sonra, ecir bakımından falan falan kimseler büyüktür” diye cevap verdiler. Hz. Ömer, “Kimin büyük olduğunu size söyleyeyim mi?” dedi. “Söyle” dediler. Hz. Ömer; “Atının gemini tutarak İslâm ülkesinde koru- ŞU ÜÇ ŞEY OLMASAYDI… yuculuk yapan ve canavar mı yiyecek zehirli bir Hz. Ömer (ra)şöyle diyor: “Eğer şu üç şey olmasaydı ölüp Allah Teâlâ’ya kavuşmayı arzu ederdim: Birincisi Allah için cihada çıkıp yolcu- hiç bir tehlikeyi umursamayan o meçhul adam hayvan mı sokacak, düşman mı yakalayacak diye var ya, işte o saydığınız kimselerden de, mü’minlerin emirinden de kat kat üstündür” dedi. 31 Kasım 2009 ALLAH YOLUNDA YÜRÜYÜŞ Hz. Ömer (ra) bir ordu gönderdi. İçlerinde Muaz b. Cebel (ra) de vardı. Onlar gittikten sonra Hz. Ömer, Muaz’ı Medine’de gördü ve “Sen niçin gitmedin” diye sordu. Muaz; “Cumayı kıldıktan sonra çıkmak istedim!” dedi. Hz. Ömer “Benimle sizin aranızdaki durum aynen şuna benzer. Adamın biri ateş yakmıştır. Çekirge ve kelebekler bu ateşe atılmaya koyulurlar. Adam da onları, ateşten uzaklaştırmaya çalışıyor. Ben ateşe düşmeyesiniz diye eteklerinizden yakalamışım, siz ise elimden kurtulup ateşe girmeye uğraşıyorsunuz” “Sen Rasûlullah’ın “Allah yolunda yarım günlük bir yürüyüş, dünya ve dünya içindekilerin hepsinden daha hayırlıdır” buyurduğunu işitmedin mi?” dedi. “SEN KAFİRLERİN BOYNUNDAKİ ZİLLETİ ALIP KENDİ BOYNUNA KOYDUN” - Hz. Ömer (ra), Abdullah el-Ansi’nin Şam’da mülk edinip bir tarlayı ektiğini, dünyaya dalıp ibadeti ve cihadı terkettiğini duyunca Abdullah’ın ekinini yağma ettirerek ona; “Sen kafirlerin boynundaki zilleti alıp kendi boynuna koydun” dedi. DİNİNİZİ ÖĞRENİNİZ ve ŞUURLU MÜSLÜMAN OLUNUZ - Hz. Ömer (ra) ordu kumandanlarına, “Allah’ın dininde anlayış sahibi olmaya çalışınız, İslamı öğreniniz. Çünkü bâtılı hak görerek bâtıla tabi olan bir kimsenin mazereti yoktur. Hakkı bâtıl görerek onu terkedenin de mazereti yoktur” diye mektup yazdı. HİÇ KİMSENİN KINAMASINDAN KORKMAMAK Bir kişi Hz. Ömer’e gelerek; “Allah yolunda, kınayıcıların kınamalarından korkmamak mı yoksa kendini ibadete vermek mi daha hayırlıdır?” diye sordu. Hz. Ömer bu soruya şöyle cevap verdi: “Kim müslümanların işlerinden herhangi birinin başına yönetici getirilecek olursa, Allah yolunda kınayıcıların kınamalarından korkmasın, Hak neyi emrediyorsa onu yapsın…” EMR-İ Bİ’L-MA’RUF VE NEHY-İ ANİ’L MÜNKER Hz. Ömer (ra) bir gün insanlara, “Sefih ve edepsiz bir kimsenin onun bunun namuslarına dil uzattığını gördüğünüzde sizi, onu engellemeye çalışmaktan alıkoyan Kasım 2009 32 şey nedir?” diye sordu. “Biz onun dilinden korkuyoruz!” dediler. O zaman Hz. Ömer şöyle buyurdu: “Ona engel olmaya çalışınız. Çünkü bu sizlere en azından bir şehit sevabı kazandırır. Hz. Osman (ra) şöyle buyurmuştur: “Şerlileriniz ve kötüleriniz başınıza musallat olmazdan önce iyiliği emredip kötülükten sakındırma görevinizi yerine getiriniz. Bunu yapmaz da kötüleriniz başınıza musallat olacak olursa artık iyilerinizin yapacağı beddualar da kabul olunmayacaktır.” ALİMLER SUSARSA… Hz. Ali (ra) bir hutbesinde şunları söylemiştir: “Ey insanlar! Sizden önceki ümmetler, günah işlerlerken âlimlerinin onları bu işten menetmeye çalışmamaları yüzünden helak olmuşlardır. Onlar günahlara dalıp âlimleri de “Sakın bunları yapmayın! Allah’ın haram kıldığını işlemeyin” demedikleri için cezaları kendilerini çepeçevre kuşatarak helak edip onları dünya yüzünden silmiştir. O halde onların başına gelenler sizin başınıza da gelmezden önce iyiliği emredip kötülükten menetme görevinizi hakkıyla yerine getiriniz. Hem şunu da biliniz ki emri bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l- münker ne insanın herhangi bir rızkını keser ve ne de ecelini yaklaştırır.” “YA ALİ, GİR DÜŞMAN SAFLARINA…” Çarşı ve Panayırlarda iki dünya saadeti İslam’ı anlatmak için koşuşturan, Taif’te tebliğ aşkına taşlanan, Risalet Pınarı Sevgili Peygamberimiz (sav), “Ya Ali, Düşman saflarına gir, onlara İslam’ı anlat. Senin vesilenle bir kişinin hidayete erişmesi, kızıl develere (yer altı ve yer üstü zenginliklerine) malik olmaktan daha hayırlıdır.” (Buhari) buyurmuştur. İsyan bataklığına gidenlerin acısını kalbinde duyan Peygamberimiz (as), “Benimle sizin aranızdaki durum aynen şuna benzer. Adamın biri ateş yakmıştır. Çekirge ve kelebekler bu ateşe atılmaya koyulurlar. Adam da onları, ateşten uzaklaştırmaya çalışıyor. Ben ateşe düşmeyesiniz diye eteklerinizden yakalamışım, siz ise elimden kurtulup ateşe girmeye uğraşıyorsunuz”, buyuruyorlar. Ne mutlu İslam’ı samimiyetle yaşayanlara, hayra motor, şerre fren olmaya, Hakk’ı hakim kılmaya çalışanlara 33 Kasım 2009 Mehmet TALU ZİLHİCCE AYININ İLK ON GÜNÜ 18 kasım 2009 Çarşamba günü Zilhicce ayının biridir. Zilhicce: Ayların on ikincisi ve haram ayların ikincisidir. İçinde Kurban bayramının da bulunması sebebiyle mübarek ayların en mühimleri arasında yer almaktadır. Zilhicce'nin sekizinci gününe "Terviye günü" dokuzuncusuna "Arefe günü"; Kurban bayramı gününe yani onuncu güne "Nahr günü", ondan sonraki üç güne de "Teşrik günleri" denilmiştir. Zülhicce'nin ilk yarısındaki günler, yüce ALLAH katında değerli günler arasındadır Hatta: "Cuma haftanın; Zilhicce'nin ilk onu ise yılın mübarek günleridir" denilmiştir. Buna göre Zilhicce'nin ilk onuna tesadüf eden Cuma, her iki fazileti de toplayacağı için yılın en mübarek günlerinden biri sayılmıştır. Kasım 2009 34 Hz. Peygamber (S.A.V.) efendimiz ve ashâbı kiram pek çok fazîletin bir arada toplandığı Zülhicce'nin ilk yarısını zikr, tesbîhât, ibâdet ve tefekkür ile geçirirler, yoksullara yardım ederlerdi. Dolayısıyle onları örnek alarak Müslümanların o günlerde ibadetlerine dikkat etmeleri, dualarını artırmaları, hayır ve hasenâtı daha çok yapmaları, kendilerini nefs muhâsebesine tabi tutarak hatalarına tevbe etmeleri uygun olur. Şunu da hatırlamak gerekir ki, bilhassa Zülhicce'nin ilk yarısı içinde hac ve kurban ibadeti vardır. Bugünlerde milyonlarca hacı telbiye getirmekte, Kâ'be'yi tavaf etmekte, tüm Müslümanlar için dua etmektedirler. Malî durumu uygun olan yüz milyonları aşan Müslümanlar kurbanlarını kesmektedirler. Bu sebeble, Zilhicce ayının özellikle ilk on gününün ve gecelerinin büyük bir önemi vardır. Ayrıca: "On geceye yemin olsun ki"1 ayet-i kerimesi ile, ekseri müfessirlere göre zilhicce aynın ilk on gecesi kastedilmiştir.2 Abdullah b. Abbas (R.A.) şöyle: Ayet-i kerimede geçen "On gece": Zilhicce ayının ilk on gecesidir, demiştir.3 Ayet-i kerimede on gün değil de, "On gece" buyrulmasının sebebi: Günlerinin dokuz olmasındandır. Zira, onuncu gün bayramdır. Geceleri ondur. Zilhicce ayının ilk on gününde peygamberlere ALLAH Teâlâ'dan nice ikramlar gelmiştir. Ayrıca bu on günlerde yapılacak amellerin hayli faziletleri vardır. Abdullah b. Abbas (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: “Başka günlerin hiç birinde şu zilhiccenin ilk on gündeki amellerden daha efdal hiçbir amel yoktur” buyurdu. Sahabe-i Kiram: Ya Resûlellah! ALLAH yolunda cihad da mı, o günler kadar sevimli değildir? Diye sordular. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: "ALLAH yolunda cihad da! Ancak bir kimse, canını, malını tehlikeye atarak çıkar, hiçbir şeyle dönmezse, yani cihad sırasında ölürse o kimse hariç." 4 buyurdu. Hadis-i Şerif, Zilhicce ayının ilk on gününde yapılan ibadetlerin sevabının başka günlerde yapılan ibadetlerin sevabından daha fazla olduğuna delalet etmektedir. Bu hadis-i şeriften anlaşıldığına göre bazı yerler başkalarına nisbetle daha üstün olduğu gibi, bazı zamanlardan da başka zamanlara üs-tünlüğü vardır. Zilhicce'nin on günü de senenin diğer günlerinden daha faziletlidir. Bu üstünlüğün faydası şurada görülür: Bir kimse en faziletli günlerde oruç tutmayı veya başka bir ibadeti adasa, adağını bu günlerde yerine getirir. Eğer en faziletli bir günde oruç veya ibadeti adamışsa, o adağını da Arefe, Kurban Bayramından önceki günü yerine getirir. Çünkü Zilhicce ayının on gününden en faziletlisi arefe günüdür. Eğer haftanın en faziletli gününü kast ederse, o zaman cuma günü olur. Bu hadis-i şeriften anlaşıldığına göre, belirtilen günlerin ibadeti, ALLAH yolunda cihaddan daha üstündür. Nitekim sahabilerin cihadla ilgili sorusu ve Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin cevabı bu hükmü daha açık olarak ortaya koymuştur. Hem canı, hem de malı ile ALLAH için savaşan ve kendisi şehid olan ve malı düşman tarafından zaptedilen kişi ise, bundan müstesnadır. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin işaret edilen günlerdeki ibadetin cihaddan bile faziletli olduğunu bildirmesinden maksadının, hac ibadetini engelleyeceği için sadece o günlerdeki cihadla ilgili olması muhtemeldir. Çünkü Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin en üstün iba-detin ALLAH yolunda cihad olduğunu belirten hadisleri vardır. Nitekim Ebû Hureyre (R.A.)den rivayete göre: Bir adam Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize gelip: Ya ResûlALLAH! Bana cihada denk bir ibadet göster, demiş. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: "Öyle bir ibadet bulamıyorum. Sen, mücahid savaşa gittiğinde mescidine girip bıkmadan 35 Kasım 2009 1234- namaz kılmaya, ara vermeden oruç tutmaya muktedir misin?" cevabını vermiştir. Adam da: - Bunu kim yapabilir ki? demiş 5 Görüldüğü üzere Ebû Hureyre'den rivayet edilen bu hadis-i şerif açık bir şekilde en faziletli ibadetin ALLAH yolunda cihad olduğunu göstermektedir. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz Zilhicce ayında oruç tutardı ve tutmaya teşvik ederdi. Resûlullah (S.A.V.) efendimizin hanımlarından birinin Ümmü Seleme (R.Anha) validemiz şöyle demiştir: Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz; Zilhicce'nin dokuz günü, Aşure günü ve her ay, ayın ilk pazartesi ve perşembe günleri olmak üzere üç gün oruç tutardı.6 Bu hadis-i şerif, zilhiccenin ilk dokuz gününde oruç tutmanın faziletli ameller arasında olduğunu belirtmektedir. Bilhassa dokuzuncu gün ki Arafe'dir. O gün oruç tutmanın faziletiyle ilgili pekçok hadisi şerif vardır. 7 Ebû Hureyre (R.A.)den rivayete göre de Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: "Zilhicce ayının bu ilk on gününde ibadet etmek kadar, ALLAH'a daha sevgili olan hiçbir gün yoktur.Ondaki her bir günün orucu bir yıllık oruca sevabca eşittir. Ondaki bir gece kıyamı ibadetle ihya edilmesi Kadir Gecesi'nin kıyamına, ihyasına eşittir." 8 Zilhicce'nin ilk on gün ve gecesini değerlendirenler için denilmiştir ki: Bir kimse, bu on günleri değerlendirir ise.. ALLAH Teâlâ ona on ikramda bulunur. Şöyle ki: 1234567- Hz.Hafsa (R.Anha) validemiz şöyle der: Dört şey var ki, Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz yaşadığı müddetçe hiç bırakmadı: Kasım 2009 Aşûra orucu, Zilhicce'den ilk on gün, Her aydan üç gün, Sabah namazından önce iki rek'at.. 36 Ömrü uğurlu ve bereketli olur. Malında bereket olur, artar. ALLAH onun çoluk çocuğunu korur. Günahlarına kefaret olur. Yaptığı iyiliklere kat kat sevab alır. Ölüm halini kolay eyler. Kabrindeki karanlık günlerine aydınlık verir. 8- Mizanında iyilik tarafını ağır bastırır. 9- Düşük hallere girmekten kurtarır. Yani: Öbür âlemde. 10- Cennetteki derecelerini yükseltir. Zilhicce'nin ilk on gün ve gecesinin böyle faziletli olmasının sebebi Hac farizasını yerine getirmek isteyen mü'minlerin kutsal topraklarda bu on gün içinde mahşerden bir tablo oluşturması ve kalplerin, dertlerin, hedeflerin tek kalp, tek dert ve tek hedef haline gelerek Kâbe ile birleşmesi büyük bir olaydır ki, ALLAH'tan insanlardan yana razı olup seçtiği İslâm dininin kardeşlik, birlik ve dirlik dini olduğunu isbatlamaktadır. Arefe günü: Zilhicce ayının dokuzuncu günü, yani Kurban Bayramı'ndan bir önceki gün demektir. Türkiye'de Ramazan Bayramından bir gün öncesine de Arefe günü denir. Bu günde hacılar Arafat Dağı'na çıkarlar. Hacıların buradaki duruşlarına Vakfe adı verilir. Arefe günü, haccın temel rüknü olan vakfenin o gün yapılması sebebiyle büyük önem taşımaktadır. Bu günün önemine, faziletli bir makbul duanın o gün yapılan dua olduğuna dair hadis-i şerifler vardır. Hz. Aişe (R.A.) validemizden rivayete göre Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: "Arefe günü vakfe sırasında Cenab-ı Hakk'ın Cehennem'den azad ettiği kulların sayısı diğer günlerde azad edilenlerle, kıyaslanmayacak kadar çoktur. ALLAH, Arefe günü vakfe yapanlara yaklaşır. Sonra onlarla meleklere karşı iftihar ederek "bunlar ne istiyorlar ki bütün işlerini bırakıp burada toplandılar" der."9 Yine Talha b. Ubeydillah (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz: Hacıların zayıf düşerek asıl görevlerini aksatmalarına yol açacağı için arefe günü oruç tutmaları mekruh, hacca gitmeyenlerin aynı gün oruç tutması ise müstehap kabul edilmiştir.11 Çünkü Ebû Katade (R.A.)den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurduğu: "Ben ALLAH'dan umuyorum ki Arefe günü tutulan oruç, içinde bulunulan seneden önceki ve sonraki seneye keffaret olur." 12 Arefe günü Arafat'ta vakfeye duran hacılar topluluğu mahşerin küçük bir örneğini gösterirler. Bütün hacılar, siyahı, esmeri, beyazı ve kızılı tamamen eşit şartlarda, aynı tip elbiseye bürünmüş, amiri-me'muru, zengini-fakiri hep bir arada ihramlar içinde başları açık, yalınayak vakfeye durmuş ALLAH'a yalvararak günahlarının bağışlanmasını isterler. Sosyal yönden büyük bir eşitlik arzeden bu manzara İslâm'ın insana bakış açısını göstermektedir. Bu arada şu iki hususu da hatırlatalım: 1- Kurban Bayramı'nın dördüncü günü ikindi namazına kadar her farz namazın ardından okunan teşrik tekbirlerine de Arefe günü sabah namazından sonra başlanır. Diğer taraftan, Hanefiler'e göre Arefe ve daha sonraki dört gün içinde umre yapmak, diğer hac vazifelerini aksatabileceği için tahrimen mekruh sayılmıştır. 2- Arefe günü, Arafat'taki hacıları taklit maksadıyla halkın Mescid-i Nebi'de veya başka herhangi bir mescid veya yerde toplanması bid'at olup manasız bir davranıştır 13 .......................................................................................... 1 Fecr sûresi:2, 2 Alusi, 30/119, 3 Hakim, Müstedrek, 2/522, 4 Buhari, Îdeyn:11; Ebu "Günlerin en faziletlisi Cuma günü olan arefe günüdür. Cuma günü olan arefe, cuma günü dışında yapılan yetmiş haccdan daha faziletlidir. Duaların en faziletlisi de arefe günü yapılan duadır. Benim ve benden önceki peygamberlerin söylediği en faziletli söz de: “Lailahe illALLAHu vahdehu lâşerikelehu = ALLAH’tan başka ilah yoktur, sadece O vardır. O'nun ortağı da yoktur” sözüdür. 10 Davud, Savm: 61; Tirmizi, Savm: 51; İbn-i Mace, Sıyam: 39, Ahmed b. Hanbel, 2/224, 338,2/75, 132., 5 Buhari, Cihad: 1; Müslim, İmare: 110, Tirmizi, Fezailu'l-Cihad: 1, Nesei, Cihad: 17, Ahmed b. Hanbel, 2/344-424., 6 Ebu Davud, Sıyam: 61, Nesei, Sıyam: 83, Ahmed b. Hanbel, 5/271,6/288, 423., 7 Neseî, Sıyam: 83, A. b. Hanbel, 6/287., 8 Tirmizi, Savm: 52., 9 Müslim, Hac: 436, Nesei, Hac: 194., 10 İmam Malik "Duaların en en faziletlisi..." ibaresinden sonraki kısmını Muvatta'da tahric etmiştir. Rezin ise rivayeti baştan sona kadar tam olarak tahric etmiştir. Muvatta, Hacc:246, 1/422, 11 Alemgir, el-Fetava'l-Hindiyye, 1/229., 12 Müslim, Sıyam:1162, İbn-i Mace, Sıyam: 40 Darimi, Savm: 54, Ahmed b. Hanbel, 5/296-297., 13 Alemgir, el-Fatava'1Hindiyye, 1/153. 37 Kasım 2009 Ahmet HALİLOĞLU "Allah'ın mavi arşına, Mabetlerden tekbirler yükseliyor, Bunlar ülkemin şarkılarıdır, Tüm ovalar, dağlar bunu haykırıyor. Kanlı toprak üzerine kurulmuş, Sevgili Bosnam benim. Aliya İzzet Begovic Müslümanların dünyanın dört bir tarafında yaşadıkları ortak bir yazgıdan bahsedeceğiz bu ay sizlere. Müslümanlar nereye gittilerse adalet götürdüler. Kudüs Hz.Ömer eşliğinde fethedildiğinde kimsenin kılına dokunulmazken; Haçlılar Kudüs’e girdiklerinde Hz.Süleyman’ın emaneti olan Mescid-i Aksa’yı Müslüman kanı ile doldurdular. Filipinler’de Moro Müslümanlarının veya Endülüs’te Arapların ortak yazgısının bu sefer Balkanlar’daki tecellisi kadar ağır olanı yoktur. Bosna-Hersek; 1463’te Hazreti Fatih zamanında Devlet-i Aliyye topraklarına katılır. Hıristiyanlığın muvahhid bir çizgisini izleyen Bogomil mezhebine mensup olan Boşnaklar; hem inançlarının yakınlığı hem de Osmanlı’nın adalet ve müsamaha politikaları sayesinde kısa sürede Kasım 2009 38 İslamiyeti kabul ederler ve Osmanlı Devletinde çok önemli görevlere gelirler. (1) Ecdad kısa sürede imar faaliyetine girişir. Ölümsüz eserler bırakır. Mimar Sinan’ın talebesi Mimar Hayreddin asırlarca Bosna’nın Müslüman kimliğinin simgesi olacak olan Mostar Köprüsünü inşa eder. Zambakların kan ve gözyaşı ile sulandığı topraklara Osmanlı; barışı, adaleti ve refahı getirir. Aliya İzzet Begovic’in ailesi Belgrad’da mukimdir. Osmanlı Ordusunda subay olan dedesinin tayini üzerine Bosna-Hersek’te o zamanki adıyla Aziziye kasabasına göç ederler. Ama ne var ki Bosna’nın huzurlu günleri 1878’de sona erer. Devlet-i Aliyye’den kopartılır Bosna Hersek. Müslümanların gönlü İstanbul’dadır ama büyük devletler Bosna Hersek’i Avusturya-Macaristan’a bağlarlar. 1914’te Avusturya-Macaristan Veliahtına Saraybosna’da bir Sırp gencinin suikast düzenlemesi ile tüm Dünya ile birlikte Balkanlar da bir kan deryası haline dönüşür. Sırpların ve Hırvatların zulmü altındaki Aziziye’de 1925’te doğar Aliya. O henüz iki yaşındayken ailesi Müslümanların daha yoğun olduğu Saraybosna’ya hicret ederler. Altı yaşında medreseye başlar. Osmanlı’dan kalma taş medreseler ruhuna Necip Fazıl’daki gibi yakîn çivisini çakar. Genç Aliya; geleceğin Bilge Kral’ı olma yolunda en büyük mesafeyi kat etmeye başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı’nda Bosna-Hersek’i bu kez Hitler işgal eder ve Hırvatlara bağımsızlık verir. Müslümanların adı yoktur ortada. Hırvat işgali altındaki Saraybosna’da liseyi 1943 yılında bitirir Aliya. Liseden hemen sonra da Aliya’yı Hırvatlar askere almak isterler. Bunun üzerine bir yılı aşkın bir süre Saraybosna’yı terk eder ve saklanır. Hayatı boyunca göreceği zulümlerin ilkidir bu. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile birlikte Saraybosna’ya döner ama Bosna Müslümanları için en zorlu dönem başlamıştır. Tito; yedi küçük cumhuriyeti bir araya getirir, Yugoslavya Devletini kurar ve komunizme yelken açar. Yeni kurulan devlette Müslümanların hiçbir hakkı tanınmadığı gibi Müslüman nüfusun yoğun olduğu Kosova Sırbistan’a, Sancak ise Karadağ’a bağlanır. Müslümanlar arasında etnik sıkıntılar çıkarmaya çalışılır. Osmanlı dönemi en ağır ifadeler, en galiz küfürler ile kötülenir. İnsanların bilinçaltına Osmanlı Düşmanlığı yerleştirilmeye çalışılır. Dini tedrisat yapan tüm kuruluşlar ve elbette ki camiler kapatılır. Osmanlı izleri silinmeye başlanır. Zorunlu sürgünden yeni dönen Aliya İzzet Begovic tifo hastalığına yakalanmıştır. Hasta halinde O’nu askere alırlar. Aliya; askerliğinin sonuna doğru Genç Müslümanlar Teşkilatı üyesi olarak tutuklanır. Genç Müslümanlar Teşkilatı Yugoslavya’daki bir kaç Müslüman teşkilatından birisidir; fikir babası da Fatih Medreselerinden mücaz eski Kudüs Müftüsü Emin Efendi Hazretleridir. Aliya hakkında, Sovyet karşıtı olmak, gerici olmak ve devleti yıkmak suçlaması ile dava açılır. Fark ettiniz mi bilmem ama coğrafyalar ve insanlar değişse de suçlamalar ve mazlumlar hiç değişmiyor. Barat Hacı’yı Doğu Tür- kistan’da yirmi bir sene hapseden zihniyet ile Aliya İzzetbegovic’i Bosna Hersek’te hapse attıran suçlama irtica/gericiliktir. Halbuki her ikisinin de fikir ve dava adamı olmaktan başka bir suçları yoktur. Zalimler; bu iki şahsın kimliğinden ve davasından korktukları için hapse atmışlardı. Balkan Savaşlarından sonra Rumeli’den başlayan göç; Yugoslavya’nın kurulması ile hızlanır. Ülkedeki tüm Müslümanları Türkiye’nin ajanı olarak gören ve kendisi için tehlike sayan Tito ve ekibi; baskıyı doruğa çıkarıp; Müslümanların tüm dini haklarını ellerinden alınca hicret yeniden hız kazandı. Gostivar, Kalkandelen, İştip, Ohri hızla boşalıyordu. Arnavutu, Boşnakı, Torbeşi (Müslüman Makedon), Pomak’ı, Türk’ü hızla Anadolu’ya göç ediyordu. Kosova’dan Sırplar tarafından komunist Arnavutluk’a sürgün edilen Enver Hoca yönetimindeki Müslüman Arnavutlar; “Biz Arnavut değil Türküz” diyerek ikinci hicretlerini Anadolu’ya yapıyorlardı. Zambakların ülkesinde Türk kelimesi Müslüman kelimesi ile eşdeğer hale gelmişti. Ne hazindir ki aynı dönemde Anadolu’da da Türkler; dinlerinden koparılmaya çalışıyordu. Devletin baskıları ve hicretin sonucunda camiler kapanıyor, tekkelerde zikir meclisleri susuyordu. Dört beş asırdır susmayan zikir meclisleri ister istemez kapanıyordu. Hicret ile kapanmayan tekkeler ise devlet eliyle kapatılıyordu. Yugoslavya Müslümanları için tarihin en karanlık dönemi adım adım yaklaşıyordu. Genç Müslümanlar Teşkilatının üyelerini hapiste zor koşullar beklemekteydi. Müslümanlara işkence yapmak sıradan bir uygulamaydı. İbadet etmek yasaktı. Sadece bu kadar ile de yetinmez komünist zalimler. Domuz eti yedirmeye çalışırlardı. Tüm zorlamalara rağmen Müslümanlara domuz eti yedirmeyi başaramayınca; bu sefer domuz eti yemeklerin içine katılırdı. Henüz yirmi bir yaşındaki Aliya; üç yıl hapis ile cezalandırıldı. 1946- 1949 yılları arasını hapiste geçirdi. Ailesi hapse atıldıktan ancak altı ay sonra yerini öğrenebildi. Bu süre zarfında oğullarının hayatta olup olmadığını bile bilmiyorlardı. Aliya İzzet Begovic hapiste ormanda çalıştırıldı. Nazenin ruhlu bir fikir adamı, bir kanaat önderi adi bir suçlu gibi muameleye tutuldu. Maruz kaldığı baskıların, işkencelerin haddi hesabı yoktu. Hapisten çıktıktan sonra Saraybosna’ya döner ve hukuk okumaya başlar. Artık o komünistlerin mimlediği sakıncalı bir isimdir. Suçu sadece 39 Kasım 2009 Osmanlı’dan kalma ne varsa düşmandır yeni yönetim. Camilere, hamamlara, tekkelere, medreselere ve en önemlisi evlad-ı fatihan olan insanlara. Balkanlar’da kalan tüm Müslümanların ortak kaderidir bu. Bir yandan baskılar diğer yanda dinden insanları soğutma ve ateizm propagandasının etkisiyle Yugoslavya Müslümanlarının ahlaki ve toplumsal yapılarında gözle görülür bir bozulma başlar. Bu gidişe, bu yozlaşmaya bir dur demek gereklidir. 1970’de İslam Manifestosu isimli eserini yayınlar. Aslında bu eser bir bildiridir. Sadece Bosna veya Yugoslavya Müslümanlarına değil tüm Müslümanlara kimliklerini hatırlatmaktadır. Müslümanları yeniden dirilişe, uyanmaya ve şuurlu birer Müslüman olmaya çağrıdır bu. İslam Manifestosu isimli eserin yankısı kıtaları aşar. İslam Aleminde büyük bir ses olarak yankı bulur. Muhtelif dillere çevrilir. Zalimler sindirdiklerini düşündükleri Bosna’dan böyle gür bir ses çıkmasını hazmedemezler. 1983’ün Ağustosunda Aliya tekrar hapsedilir. Genç Müslümanlar Teşkilatından arkadaşları ile birliktedir yine. Aradan kırk sene geçmiş ama komünist idarenin Genç Müslümanlar paranoyası geçmemiştir. Fikir suçlusudur altı üstü. Halbuki Tito’nun Yugoslavya’sında en büyük suçtur bu. kendisi olmaktır. Adım adım takip edilir. Sadece kendisi değil O’nunla irtibata geçenler de takip altına alınır. Aliya İzzetbegovic iş bulmakta zorlanır. Toplumun tamamında bir korku, bir paranoya hakim olmuştur. Müslümanlar zalimlerden çekinmektedir. Aliya İzzet Begovic ; hapisteyken “ Doğu Batı arasında İslam” isimli eserini yazar. Ancak 1960 ve 1970’lerde Yugoslavya’daki Müslümanların durumu her geçen gün kötüye gitmektedir. Ecdad yadigarı icazetli alimler ebedi aleme göçmüş, Komunist idare yeni alim yetişmemesi için medreseleri, tekkeleri hatta camileri kapatmıştır. Yurtdışına İslami ilimleri tahsil için gidenlerin ailelerine her türlü baskı yapılmaktadır. Yurt dışına dini tedrisaet için çıkanlar geri dönemezler. Ezher’e okumaya giden Ali Yakup Cenkciler Hocaefendi; Yugoslavya’ya sokulmaz. Mecburen Türkiye’ye hicret eder. Gelen gün geçen günden daha da beter bir hali taşımaktadır Müslümanlara. Kasım 2009 Göstermelik bir mahkemeden sonra Aliya İzzet Begovic on dört yıla mahkum edilir. Bir dizi suçlamanın içinde gericilik en önemli maddedir. Hapsin altıncı ayında Aliya dilekçe verir ve cezasının hafifletilmesini ister. Aslında suçsuzdur, suçu sadece inandığı gibi yaşamak istemesidir. Komünist rejim cezasını on iki yıla indirir. İkinci dilekçenin sonunda cezası dokuz yıla inmiştir. 1987 yılında yeni bir gelişme olur. Yugoslavya Af Komitesi Aliya’nın kızlarını çağırır ve görünüşte masum ardında ise kirli bir hedefe sahip dilekçeyi babalarına imzalatmalarını ister. Karşılığında hapisten salıverilecektir. Elli yaşını çoktan devirmiş masum herkesin kabul edeceği cümleler vardır dilekçede. İstedikleri Aliya’nın yaptıklarının yanlış olduğunu kabul etmesi, normal hayata döneceğini beyan edip; bir daha siyaset ve teşkilatçılık ile uğraşmayacağına dair taahhütte bulunmasıydı. 40 Aliya’yı bırakın; davanın çilesini çekmemiş bir müslümanın bile imza atmayacağı şeylerdi bunlar. Allah Resulü’ne de gelmişti Mekkeli müşrikler. Mal istiyorsa mal, saltanat istiyorsa kral seçeceklerine dair sözler vermişlerdi. Hatta evlenmek istiyorsa dilediği kızı da vaat etmişlerdi. Ama Efendimiz sav ellerini açmış, “Bir elime ayı, bir elime güneşi verseniz ben yine de davamdan dönmem” demişti. de davasından vazgeçmesi teklif edildiğinde büyük İmam şu sözü söyler: “Düşmanlarımın bana yapabilecekleri üç şey vardır: Birincisi beni öldürebilirler ki bu şehadettir. İkincisi beni sürgün edebilirler ki bu da hicrettir. Üçüncüsü de beni hapsedebilirler ki bu da halvettir. Bunların hepsi de makbul işlerdir.” Dava; basit, sıradan ve insan aklının keşfi olan ideolojiden ibaret değildi ki. Dava felfesenin çıkmaz labirentlerinde kaybolmuş karmakarışık bir nizam da değildi. Dava belliydi: İlay-ı kelimetullah için Nizam-ı Alem davasıydı. Aliya; zorunlu halvet olan hapishanede Allah ile baş başaydı. Üç beş sonra başlayacak olan insanlık tarihinin en acımasız soykırımına kalbî hazırlık olması için bir sevk-i ilahi ile zaruri halvete gönderilmişti. Şimdi o zorlu mücadeleye kalben hazırlanıyordu. Başıma erre koy Zekeriyyavari Neccar; senden dönmezem gayri Beyitleri bu davanın gönül erlerinin düsturu olmuştu. Kah Zekeriya a.s. gibi ağacın içinde erre ile (testere ile) kesilmişler, kah Resul-u Ekrem sav. gibi Taif’ye taşlanmışlardı. Ama insanlığa tevhid nefeslerini ulaştırmışlardı. Aliya yeni dilekçe isteği ve davasından vazgeçme talebi kendisine iletildiği zaman aklına İmam-ı Birgivi geldi mi bilinmez. İmam-ı Birgivi’ye 1988 yılında İslam Ülkelerinin yoğun baskısı ve Yugoslavya’nın İslam ülkeleri ile ticaret yapma isteği neticesinde parlamento Begovic’i affetti. Halbuki ortada ne hapsi gerektirecek bir suç vardı; ne de affa mahzar olacak bir ceza. Gelecek sayımızda yeryüzünün yaşadığı en büyük soykırımlardan birisinin izinde Aliya İzzet Begovic’i anlatmaya devam edelim. .............................................................................................. 1)Hıristiyanlıktaki tevhidci çizgi için Muhterem Ebubekir Hocaefendi’nin http://www.darulhikme.org.tr adresindeki Muvahhid İseviler sohbetini dinleyebilirsiniz. 41 Kasım 2009 Sezgin ÇAKIR sezginckr@hotmail.com ÖLMEDEN ÖLELİM Duyunca ürperdiğimiz, pek de duymak istemediğimiz Soğuk bir kelime ölüm. İnsan çoğu kez düşünmek bile istemiyor. Ama bu da bir hakikat ki hepimiz ölüme doğmuşuz. Doğmayan ölmez derler. Ölüm, doğanlar için kendisinden kaçılamayan bir son. Ölüme inanmayan yoktur ama kendisinin öleceğine inanan çok azdır. Ölüme inanmak, başkasının öleceğine inanmak değil, kendimizin her an ölebileceğimize inanmaktır. Aslında ölüm inancı alıp verdiğimiz nefesin son nefes olduğuna inanmak değil midir? Gerçekten bu sene, bu ay, bu hafta, bu gün öleceğine inanan bir insan ne şekilde bir hayat yaşar? Mümkün mü o insan Allah’ın emirlerini yapmasın? Mümkün mü okunan ezanları duymasın? Mümkün mü günah işlemeye cesaret edebilsin? İmam Hasan Basri (r.a)'a sormuşlar: Kasım 2009 42 “Ya İmam bir Müslüman dünya hayatında nasıl olmalı?” Cevap vermiş İmam: "Son nefesinde nasılsa öyle." Son nefes… Nice Allah dostlarını sabahlara kadar inim inim inleten son nefes. Benizleri solduran, tatları gideren son nefes… Ebu zer (r.a) der ki: Resulullah (s.a.v): "Hel eta a'lel insanı hınun mineddehri…(insan yaratılıp bahse değer bir şey haline gelmeden evvel…) -İnsan süresini- okudu bitirince: "Sizin göremediklerinizi görüyorum, işitmediklerinizi işitiyorum. Sema, üzerindeki meleklerin çokluğundan ve ağırlığından çatırdadı. Buna da hakkı var. Çünkü orada alnını yere koyup secde eden meleklerden, bir ayak koyacak boş yer kalmamıştır. Vallahi eğer benim bildiklerimi bilseniz, az güler çok ağlarsınız. Ve yataklarda hanımlarınızla (sabaha kadar) yatamazsınız. (Geceleri kalkar ibadet yaparsı- nız); sokaklara çıkar, -günahlarınızın affı içinAllah'a yalvarırsınız. Vallahi, kesilen bir ağaç olarak yaratılsaydım (da sonumun ne olduğunu bilemediğim için sorumluluk taşımasaydım keşke). (Buhari, Tirmizi) Enes (r.a) şöyle dedi: Resulullah (s.a.v)'a ashabın bazı halleri anlatılınca onlara bir konuşma yaparak: "(Mânâ âleminde) bana cennet ve cehennem gösterildi. Hayır ve şerlerle dolu böylesine bir gün görmedim. Eğer benim bildiklerimi bilseniz az güler çok ağlarsınız" dedi. Resulullah'ın ashabı o günkü kadar hiç etkilenmemişlerdi. Başlarını ve yüzlerini kapattılar, ağlamaktan iniltileri duyuluyordu. (Buhari, Müslim, Tirmizi) Şimdi iyi düşünelim: Son nefeste bütün dünyayı bize verseler dönüp bakar mıyız? Son nefeste durumumuz nedir? Mesela Rabbimize karşı günah işlemeye cüretkâr olabilir miyiz? Öyleyse aslında her aldığımız nefes son nefesken neden ölüm bize gelmeyecekmiş gibi yaşıyoruz? Neden Rabbimize kulluğu sürekli erteliyoruz. Yarın yarın diyoruz ama, unutmayalım ki bu gün dünün yarını değil mi? Bu sene geçen senenin gelecek senesi değil mi? Bu yaz geçen kışın gelecek yazı değil mi? Erteliyoruz ha bire… Peygamberimiz (a.s) "yarın yaparım diyenler helak oldu" buyuruyor. Haşr süresinde Rabbimiz "Ey iman edenler! Allah'tan korkun. Her nefis yarın için ne hazırladığına bir baksın" buyuruyor. Nedir yarın? Ölüm. Hepimiz o yarını bekliyoruz. Durum böyleyken her ölenle beraber ölüp, ölümle beraber yaşamamız gerekirken neden ölülerle birlikte ölümü de kabre koyuyoruz? "Ölmeden önce ölünüz" buyruğunca hareket etmemiz gerekirken neden hiç ölmeyecekmiş gibi ölümü hayatımızdan çıkarıp yok sayıyoruz. Niceleri bizim gibi bu hayallerdeydi ama şimdi onlar toprak altında. Sabah evinden çıktı akşam evine dönemedi. Akşam evine girdi sabah son çıkışla çıktı. Belki bizimde bu günün son günümüzdür. Hazır mıyız? Peygamberimiz buyuruyor ki: "Dünyada, garipmişsin gibi yahut yolcuymuşsun gibi ol. Akşama kavuştuğunda sabaha çıkacağına, sabaha kavuştuğunda da akşama çıkacağına ümitlenme. Sağlıklı zamanlarında hastalığın için, dünya hayatında da ahretin için hazırlık yap" (Buhari) Davetsiz misafir bu gün bizi ziyaret ederse ayak bağlarımız çözülmez mi? Eyvahlar çekmez miyiz? Ya Rabbi deyip Rabbimize yönelmek için neyi bekliyoruz. Peygamberimiz "insanlar uykudadırlar ölünce uyanırlar" buyurmuş. Acaba uyanmak için ölmemizi mi bekliyoruz? Mezarımızın üstüne baykuşların tünemesini mi? Peygamberimiz (s.a.v) buyuruyor ki: "Ağız tadlarını bozan, bütün ümitleri kıran ölümü çok düşünün" (İbn Mace) Ölümü düşünmek kuru kuruya düşünmek olmamalı. Bizzat ölmüşüz gibi ölüm yolculuğunun hakikatini yaşarcasına tefekkür etmeliyiz. Tabiî ki ölmek lazım. Ölümün ne kadar dehşet olduğunu bütün benliğimizde yaşamak lazım… Ölmeden önce kabre girmek lazım… Dünya hayatını kabirde yaşarmış gibi yaşayarak haramlara ölmek lazım… Ölmek… Kefeni kalbinin üzerine koymak… Ölmek… Haramlara sala okumak… Ölmek… Dünyayı kabre, kendini ölüye çevirip isyana, tuğyana ölmek, Mevla’nın rızasına firar etmek… Ölmek kendinden, hevasından, nefsinden kaçmak… Ölüm çok uzağımda, yetmiş seksen sene yaşarım hayallerindeyiz. Bu an bizim yaşımızda olup ta kemiği toprağa karışmış nice canlar var. İbret alan nerede? Her dem Mevla’ya yalvarıp "ya Rap bir nefes lütfet seni anayım" diyen nice 43 Kasım 2009 emsallerimiz var. Biz bunun farkında bile değiliz. Kabrinde hesabını bekleyen nice senden benden sonra doğanlar var. Buna rağmen bu fanide baki kalacağım havalarındayız. Bir gün bir kenara çekilelim. Sessiz ve sakin evvelimizi ve sonumuzu düşünelim. Nerden gelip nereye doğru ne şekilde gittiğimizi… "Tefekkür gibi ibadet yoktur" buyurulmuş. Günlük ölümü düşünenlerin şehid sevabıyla ölecekleri haber verilmiş. Ölümü düşünmek ölümü dünyada yaşamaktır. Ve onun gereklerini yerine getirmektir. Ansızın Azrail (a.s)'in geldiğini, bizi çaresiz bıraktığını, teneşir, musalla derken bizi en çok seven eşimizin, dostumuzun kendi elleriyle kazdıkları kuyuya bizleri yatırdıklarını… Sonra orada artık dünyanın bizim için bir hiç olduğunu… Allah'la baş başa kaldığımızı düşünelim. Sorgu suali düşünelim. Kimsenin bize bir fayda sağlamayacağını düşünelim. Ezan okununca duymadığımız, adeta yerlere attığımız emri ilahiyi Kasım 2009 düşünelim. Hesabını veremeyeceğimiz günah yükünü düşünelim. Allah'ı hesaba katmadan yaşamanın ne demek olduğunu düşünelim. Korkunç değil mi? Ve bunlarında başımıza çok yakın bir zamanda geleceğini düşünelim ve kararımızı verelim. Ya hemen bu gün Allah'a O'nun istediği gibi bir kul oluruz ya da nefsimiz bizi her gün her gün yarınlara atar. Efendimiz (a.s) şöyle buyuruyor: "Ölümün Mutlaka geleceğine inanıp sonrada sevinen kimseye hayret ettim. Cehennem ateşine inanıp da gülüp oynayan kimseye hayret ettim. Kadere inanıp sonrada kendisini telaşa sokan kimseye hayret ettim. Dünyanın kararsız olduğunu bilip, ona bağlanan ve kalbini ona kaptıran kimseye hayret ettim. Kıyamet gününde hesaba inanıp, sonra da hayır ameller yapmayan kimseye hayret ettim." (İbn Hibban) 44 "Ne bu haliniz? Eğer ağız tadını bozan ölümü çok düşünseniz, sizi bu halde görmezdim. Ümitleri kıran ölümü çok düşünün. Çünkü kabir her gün bu sözleri mutlaka tekrarlar: "Ben gurbet ve ayrılık eviyim. Ben yalnızlık eviyim. Ben toprak eviyim. Bana gelenleri toprak ediciyim. Ben kurt ve böcek eviyim. Bana gelen ölüler kurtlanır, böceklere yem olur." Mümin bir kulun cenazesi gömülünce kabir ona: "hoş geldin, sefalar getirdin. Üzerimde yürüyenlerin arasında en çok sevdiğim sendin. Bu gün benim himayemdesin. Pek yakında sana yapacağım iyilikleri göreceksin" der ve Allah kabri ona gözünün alabildiği yere kadar genişletir ve kabrine cennetten bir kapı açılır. Facir ve kâfir bir kul defnedilince de kabir ona: "Sana burada ne geniş yer var ne de rahatlık. Üzerimde yürüyenlerin arasında en sevmediğim sensin. Biraz sonra seni bana bırakıp gittiklerinde benimle yalnız kalınca, göreceksin sana ne işkenceler yapacağım" der, hemen üzeri daralmaya baş- "Ölümün Mutlaka geleceğine inanıp sonrada sevinen kimseye hayret ettim. Cehennem ateşine inanıp da gülüp oynayan kimseye hayret ettim. Kadere inanıp sonrada kendisini telaşa sokan kimseye hayret ettim. Dünyanın kararsız olduğunu bilip, ona bağlanan ve kalbini ona kaptıran kimseye hayret ettim. Kıyamet gününde hesaba inanıp, sonra da hayır ameller yapmayan kimseye hayret ettim." lar. Kabir o kadar daralır ki kaburga kemikleri birbirine girer." Hz. Peygamber bunu söylerken parmaklarını birbirine geçirdi ve kabir azabını anlatmaya devam etti: "Ona azap etmek için yetmiş yılan gönderilir. Eğer onun bir tanesi dünyada olsa, nefesinden çıkan zehirin etkisinden yeryüzünde hiçbir şey bitmez. İşte o yılanlar kıyamet gününde hesaba çekilinceye kadar- ona azap ederler." Resulullah (s.a.v) sözlerini şöyle bitirdi: "Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçedir veya cehennem çukurlarından bir çukurdur." (Tirmizi) Abdullah b. Mes'ud (r.a)'dan şöyle rivayet olundu: Resulullah (s.a.v): "Allah'tan hakkıyla utanın" dedi. Biz: "Ey Allah'ın Nebisi! Elhamdulillah, Allah'tan utanıyoruz" dediğimizde: "O sandığınız gibi değil. Fakat Allah'tan hakkıyla utanma, dili, gözü ve kulağı haramdan koruman, karnına haram lokma tıkmaman, zinadan sakınman ve ölüp toprak olacağını düşünmendir. Ahireti isteyen dünya zinetini terk eder. İşte kim bunları yaparsa Allah'tan hakkıyla utanmış olur." buyurdu. (Tirmizi) Bera (r.a) der ki: Bir cenazede Resulullah (s.a.v) ile beraberdik. Kabrin kenarına oturdu, o kadar ağladı ki, gözyaşları toprağı ıslattı. Daha sonra: "Kardeşlerim! Kendinizi burası için, yani ahiret için hazırlayın" buyurdu. (İbn Mace) İbn Mes'ud (r.a) der ki: Hz. Peygamber (s.a.v) bir dikdörtgen şekil çizdi. Dışından ona paralel uzun bir çizgi çekti, o çizginin üzerine yanlamasına kısa çizgiler çekti. Ve bunu şöyle izah etti: "Dörtgenin içinde insan, etrafını saran çizgiler eceli, dıştaki çizgi insanın emelleri ve arzuları, yan çizgiler de ölümüne neden olan hadiselerdir. Bunların birinden kurtulsa diğerine, ondan kurtulsa öbürüne yakalanır, arzularına kavuşmadan eceli gelir ölür." (Buhari, Tirmizi, Nesai) Cabir b. Abdullah (r.a): Resulullah (s.a.v) bize yaptığı bir hitabesinde şunları söyledi: "Ey İnsanlar! Ölmeden önce gafleti bırakın Allah'a dönün, tevbe istiğfar ederek Allah'a kulluk edin. Sizi oyalayıcı işleriniz çoğalmadan yararlı işler yapmaya gayret edin. Çok çok sadaka vererek Rabbinizle aranızı düzeltin. Rabbinizin rızasını kazanmaya çalışın. Böyle yaparsanız rızkınız bol olur kazancınız çoğalır, yardım görürsünüz ve 45 Kasım 2009 eksikleriniz tamamlanır." (İbn Mace) Evs oğlu Şeddad (r.a.) Resulullah (s.a.v)'in şöyle dediğini rivayet etti: "Akıllı kimse, nefsine hâkim olarak ölümden sonrası için hayır ameller işleyendir. Aciz ve başarısız olan ise, süfli arzularına uyup, tembel tembel yatarak Allah'tan ümit bekleyendir." (Tirmizi, İbn Mace) Dünya sarhoşluğu bizi öylesine kapladı ki artık ölümü konuşup düşünmek yerine daha çok dünyevi meşgaleleri düşünür olduk. Öleceğimiz gün ve saat belli olmasına rağmen gaflet perdesini gözlerimize çekip rahatlıkla farzları ihmal edebiliyoruz. Kabirdekiler hep kabirdeymiş, biz ise hep bu devrandaymışız gibi davranıyoruz. Hâlbuki onlar daha doğmamışlardı. Doğduklarında dedeleri torunum oldu diye sevinmişti. Şimdi onların torunlarının torunları olan bizler hayat sürüyoruz. Hayat kitabımızı yazıyoruz. Bir gün mutlaka o kitabı bize okutacaklar. Acaba o kitabı rabbimizin huzurunda okuyacak yüzümüz olacak mı? Yoksa “bu gün yer yarılsa da yerin altına geçsem” mi deriz utancı- "Ey İnsanlar! Ölmeden önce gafleti bırakın Allah'a dönün, tevbe istiğfar ederek Allah'a kulluk edin. Sizi oyalayıcı işleriniz çoğalmadan yararlı işler yapmaya gayret edin. Çok çok sadaka vererek Rabbinizle aranızı düzeltin. Rabbinizin rızasını kazanmaya çalışın. Böyle yaparsanız rızkınız bol olur kazancınız çoğalır, yardım görürsünüz ve eksikleriniz tamamlanır." Kasım 2009 mızdan… Hızlı bir şekilde o ana doğru gidiyoruz. Gelenler gittiler. Sıra belki de bu gün bizde… Kim bilir? Her gün bir günah işlesek amel defterine yılda üç yüz altmış beş günah yazdırmış oluruz. Fazlasını siz hesaplayın. Günah işlemek çok kolay... Ya o günahı sildirmek? Sildirebilecek gönül var mı? Allah'a karşı işlediğimiz günahlardan dolayı pek öyle üzüntü duyduğumuz falan söylenemez. Bir çocuğun babasından para isterken gösterdiği samimi tavrı biz Allah'a karşı günahlarımızın affı konusunda gösteremiyoruz. Estağfirullah derken son nefeste ya da sırat köprüsü üzerindeymiş gibi ağlaya ağlaya yalvaran kaç Müslüman vardır. Nerde o azap ayeti okununca devesinden düşüp bayılan Hz. Ömer samimiyeti… Nerde o cennetle müjdelendiği halde kabirlerin yanından geçerken sıtmaya tutulmuş gibi ağlayıp titreyen Hz. Osman samimiyeti… Gönülde sevgi, korku olmayınca gözde yaş olur mu? Gönülde hararet olmayınca gözler yaşlanır mı? Korkmayan, ürpermeyen, endişelenmeyen bu halimiz ne olacak bizim? Ya Rabbi senin rızan için geceleri gözyaşı döküp, sabahlara kadar kıyamlarda duran Efendimiz (s.a.v) hürmetine bize samimi bir kalp, senin korkundan ağlayan göz nasip eyle. Ya Rabbi sana yönelip “estağfirullah” dediğimizde dilimizi de kalbimizi de samimiyetle dalgalandırıp kalp evimizi günah kirlerinden tertemiz eyle. Hz Ebu Hureyre (r.a)'dan rivayet edilen hadiste Resulullah (s.a.v)şöyle buyurdu: "Mü'min bir günah işleyince kalbine siyah bir nokta düşer. Eğer tevbe eder, hatasından döner, Allah'tan günahının affını dilerse, kalbi siyah noktadan temizlenir. Günah işlemekte devam ederse, noktalar çoğalır, kalbi tamamen kararır. İşte Kur'an'ı Kerim'de Allah'ın:"Hayır, öyle değil. Tam tersine işledikleri hatalar kalplerini tamamen karartmıştır" (Mutaffifin suresi:14) buyurması buna işarettir." (Tirmizi, Nesai) Her gün uykudan uyandığımızda o günün bize, bir son fırsat olarak verildiğini düşünerek hareket etmeliyiz. Son fırsat… O son şansı ya iyiye ya da kötüye kullanırız. Acaba bu gün hangisine kullandık? Bu gün şansımızı kötüye kullandıksa yarın için düşüncemiz nedir? Hep böyle mi yaşa46 yacağız? Artık bir yerden başlamalıyız. Şeytan ve avenelerini sevindirip Allah'ı üzemeyiz. Ebu Umeyye eş Şabani der ki: Ebu Salabe el Huşeniye: "Kendi nefsinizi kurtarın" (maide 105) ayeti hakkında ne dersin?" diye sordum. O da: "tam yerinde sordun. Ben de o ayeti Resulullah (s.a.v)'a sorduğumda şöyle söylemişti": "Birbirinize iyilikleri ve hayır işleri tavsiye edin. Kötülüklerden ve zararlı şeylerden birbirinizi sakındırın. Cimriliğin çoğaldığı, süfli arzulara uyulduğu, ahiretin unutulup da hep dünya için çalışıldığı, herkesin kendi kendini beğendiği zamana ulaştığında kendi kendini düzeltmeye, kötülüklerden kendini korumaya çalış. İnsanları bırak, onlara uyma. İleride zor günler yaşayacaksınız. (Kötülükler çoğalacak) o zamanlarda kötülüklerden kaçınmak, elde ateş tutmak kadar zor olacak. O günlerde yararlı işler yapan, müslümanca yaşayan, aynı işleri yapan elli kişinin kazandığı ecir ve sevabı kazanacak. Resulullah (s.a.v)'i dinleyen ashap: "Ya Resulallah! Bizden mi, yahut o zaman yaşayan insanlardan mı elli kişinin sevabını kazanacaklar?" dediklerinde: "Hayır, sizden elli kişinin ecir ve sevabını kazanacaklar" buyurdu. (Ebu Davud,Tirmizi) Peygamberimiz buyuruyor ki: "Ey İnsanlar! Sanki ölüm bizden başkası için yaratıldı. Sanki o konudaki hakikat bizden başkası için vacip oldu. Sanki uğurlanan ölüler yakın bir gelecekte bize geri dönecekler. Onları kabirlerine indiririz ve sanki bizler onlardan sonra ebedi olarak yaşayacakmışız gibi miraslarını yeriz. Bize öğüt veren her şeyi unuttuk. Kendimizi her felaketten emin gördük. Günah olmayan bir yoldan kazandığı maldan Allah yolunda harcayana, ilim ve hikmet ehliyle düşüp kalkana ve mütevazı, fakir kimselerle beraber bulunanlara ne mutlu! Malının fazlasını Allah için verene, sözünün lüzumsuzunu tutup söylemeyene, sünnetin sınırları kendisine kâfi gelene ve bidata heves etmeyene ne mutlu!" (subhu'l-aşa) Bu gün kendi kendimize bir karar verip alışkanlıklarımızı gözden geçirelim. Yapmamamız gerekirken yaptıklarımızı terk edelim. Yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı da samimiyetle yerine getirelim. Kalp dünyamızda manevi bir devrim sayfası açalım. Muhasebemizi son günümüzmüş gibi gözden geçirelim. Kabirde yaşar gibi dünyada yaşayalım. Eğer hâlâ vaktimiz varsa… Allah'a emanet olun… 47 Kasım 2009 Aydın BAŞAR aydin_basar@hotmail.com Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri Celvetiye tarikatının piri olan Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri yaklaşık olarak 1541 tarihinde Şerfelikoçhisar’da doğmuştur. Babası Fadlullah b. Mahmud’tur. Asıl adı Mahmud olup “Hüdayi” ismi kendisine şeyhi Muhammed Üftade Hazretleri tarafından verilmiştir. Soyunun Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerine onun vasıtası ile de Hz Peygamber Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem’e dayandığı söylenmektedir. Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerinin silsile-i şerifi şöyledir: 23. Somuncu Baba (k.s.) 1412 24. Hacı Bayram Veli, (k.s.) 1429, 25. Akbıyık Meczub (k.s.) 1455 26. Hızır Dede (k.s.) 1512 27. M. Muhyiddin Üftade (k.s.) 1580 28, Aziz Mahmud Hüdayi (k.s.) 1628 Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri kişilik itibari ile çok kibar, nazik, zarif bir şahsiyettir. İnKasım 2009 48 sanlara karşı ayrım yapmaksızın yumuşak ve şefkatli davranmayı daima kendisine düstur edinmiştir. Ailesine ve çocuklarına karşı da her zaman son derece merhametli, tatlı dilli, güler yüzlü bir baba olmayı başarmıştır. Çocukluğu Sivrihisar’da geçmiş olup daha sonra İstanbul’da Küçük Ayasofya Medresesi’nde tahsile başlar. Hocalarından en şöhretli olanı Nazırzade Ramazan Efendi’dir. Talebeliği esnasında Halvetiye tarikatına mensup Küçük Ayasofya Camii Şeyhi Nureddinzade Muslihiddin Efendi’nin sohbetlerine katılır. Kahire’de bulunan Şeyh Kerumuddin Halveti den de usul-i esma dersleri alır. “Sağlığımızda bizi, vefatımızdan sonra kabrimizi, ziyaret edenler ve türbemizin önünden geçtiğinde Fatiha okuyanlar bizimdir. Bizi sevenler denizde boğulmasın, Aziz Mahmud Hüdayi, otuz üç yaşlarında iken hocası Nazırzade ile birlikte Bursa’ya gelerek orada üç sene kadar Ferhadiye Medrese’sinde müderrislik yapar. Hocasının vefatı ile aynı dönemde Bursa kadılığına getirilen Hüdayi Hazretleri kadılık yaptığı dönemde, bir gece rüyasında bazı tanıdığı kişilerin cehennem ateşinde yandığını görmesi üzerine bu durumdan fazlası ile müteessir olur. Rüyanın verdiği teessür duyguları içerisinde iken, görmekte olduğu bir boşanma davası esnasında, esrarengiz bir takım olaylarla karşılaşması neticesinde, şaşkınlığı bir derece daha artar. Karşılaştığı bu durum üzerine hemen o davayı gördükten sonra kadılığı bırakarak kendisini irşad edecek bir şeyh arayışına girer. ahir ömürlerinde fakirlik çekmesin, imanlarını kurtarmadıkça göçmesin” İlk önce, Mısır dönüşünde önceleri zaman zaman sohbetine katıldığı Halveti şeyhlerinden Eskici Mehmet Dede’ye bağlanmak istese de onun “Senin nasibin bizde değil, Hz. Üftade’dedir, sen ona müracaat et” demesi üzerine Üftade dergahına yönelir. Otuz altı yaşında iken Üftade Hazretleri’ne intisab etmiş bulunan Hazreti Hüdayi’den mürşidi evvela, mal ve mülkten, ikinci olarak memuriyetten feragat etmesini, üçüncü olarak da nefsini ayaklar altına almasını ister. Hüdayi Hazretleri mürşidinin bütün bu isteklerini tereddütsüz kabul ederek onun irşad halkasına katılır. Beyat ederken mürşidine verdiği sözleri bir bir yerine getirerek önce mal ve mülkünü fukaraya dağıtır, sonra da memuriyeti ve makamını terk eder. Dergaha kabulü ile birlikte nef49 Kasım 2009 sini ayaklar altına alabilmek için çok sıkı bir riyazata başlar. Uludağ eteklerinde Yerkapı Semti’nde bulunan dergahın çilehanesinde üç yıl boyunca zaman zaman çile doldurarak tasavvufi eğitimini ikmal eden Hazreti Hüdayi, zaman zaman da Şeyhi Üftade’nin emriyle Bursa sokaklarında kadı kıyafetiyle ciğer satarak ağır bir nefis imtihanından geçirilir. Ciğerleri astığı sırıklar bu gün Bursa’da Üftade DerKasım 2009 gahı’nda hatıra olarak hâlâ saklanmaktadır. Hüdayi Hazretleri Bursa’daki bu üç yılın sonunda kemal derecesine ulaşarak seyr-ü sülukunu tamamlaması üzerine Şeyhi Üftade Hazretleri tarafından kendisine tasavvufi hilafet teklif edilir. Fakat bu yükün ağırlığının çok, sorumluluğunun ise fazla olduğunun bilincinde olan Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri bu göreve karşı pek istekli olmayınca şeyhi 50 Üftade Hazretleri ona şöyle telkinde bulunur: “İrşadı kabul eylersen Allah’tan bil. Allah Teala ise na-ehil olanlara irşad vermez. Zira benden sonra gayrı şeyh ile sohbet edemezsin. İmdi irşad sana lazım oldu. İlel’an beş kere söylüyorum kabul edesin.” Bu ısrar üzerine Sivrihisar’a halife sıfatıyla gönderilir. Bursa kadılığına getirilen Hüdayi Hazretleri kadılık yaptığı dönemde, bir gece rüyasında bazı tanıdığı kişilerin cehennem ateşinde yandığını görmesi üzerine bu durumdan fazlası ile müteessir olur. Rüyanın verdiği teessür duyguları içerisinde iken, görmekte olduğu bir boşanma davası esnasında, esrarengiz bir takım olaylarla karşılaşması neticesinde, şaşkınlığı bir derece daha artar. Altı ay kadar Sivrihisar’da kalan Hüdayi Hazretleri şeyhinin hasretine daha fazla dayanamayarak onunla görüşmek için Bursa’ya geri döner ve bu ziyaretinde şeyhiyle yaptıkları özel görüşmede kendisine Üsküdar taraflarına gitmesi işaret buyrulur. Bundan kısa bir süre sonra gözünün bebeği olan üstadı Üftade Hazretleri 26 Temmuz 1580 tarihinde rahmet-i Rahman’a kavuşacaktır. Mürşidinin vefatından kısa bir süre sonra İstanbul’a gelen Aziz Mahmud Hüdayi, Üsküdar Çasmlıca’daki Musalla Mescidi’nin olduğu yere taştan iki oda yaptırarak oraya yerleşir ve çok mütevazı bir hayat sürmeye başlar. Daha sonra Üsküdar’da Rum Mehmet Paşa Camii’nin yakınına taşınacak ve o dönemlerde, devrin Şeyhülislam’ı Sadreddin Efendi’nin ricasını kıramayarak Küçük Ayasofya Tekke’sinde şeyhlik makamına oturacaktır. Bir müddet kadar da Fatih camiinde vaizlik yapacaktır. 1595 yılına tekabül eden bu dönemde Üsküdar’dan bir arsa satın alarak dergahını inşa ettirmeye karar veren Hazreti Hüdayi, artık bu dergahta her kesimden insanın irşadıyla ilgilenmeye başlayacaktır. Dönemin padişahları III Mırad, III. Mehmed, I. Ahmed, II. Osman ve IV. Murad onun öğütlerini almış kişiler arasındadır. Hayatı boyunca devlet ricali ile iyi ilişkiler kuran Aziz Mahmud Hüdayi, IV.Murad Han’a saltanat kılıcını bizzat kendisi kuşatmıştır. Yine 1595 yılında İranlılarla yapılan Tebriz Sefer’ine de Ferhad Paşa ile birlikte bizzat katılmıştır. Bu yıllarda Üsküdar Mihrimah Sultan Camii’nde de zaman zaman vaizlik yapan Aziz Mahmud Hüdayi 1616’da kendisi tarafından açılışı yapılan Sultan Ahmed Camii’nde ilk hutbeyi okumuş ve hayatının sonuna kadar her ayın ilk pazartesi günü bu camide halka vaaz etmiştir. Ömrü boyunca sekiz padişah gören, pek çok devlet adamının ilgisiyle karşılaşan, 25 kadar da tasavvufi eser bırakan Üsküdar’ın cansuyu Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri, takvimler 1623 ekimini gösterirken yaklaşık doksan yaşları civarında Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Üsküdar’da kutlu bir tepede bulunan türbesinde yazılı olan meşhur dûası şöyledir: “Sağlığımızda bizi, vefatımızdan sonra kabrimizi, ziyaret edenler ve türbemizin önünden geçtiğinde Fatiha okuyanlar bizimdir. Bizi sevenler denizde boğulmasın, ahir ömürlerinde fakirlik çekmesin, imanlarını kurtarmadıkça göçmesin” Aziz Mahmud Hüdayi’yi ve şeyhi Üftade’den bahseden bu kısa yazıyı Hüdayi Hazretlerinin şu kıymetli öğütleri ile bitiriyoruz. “Ey Hak yola talib olan uyumlu derviş arkadaş. Senin bir dış bir iç dünyan, bir suretin ve bir mânân var. Amellerin de öyle. Onların da bir kısmı cismani bir kısmı kalbî ve ruhanî. Bunlardan bir kısmını terk etmek eksiklik ve emr-i ilahiye muhalefettir. İlahi emirlere muhalefetin sonu ise hüsrandır. Zahir ve batının şartlarına riayet, insanın kemalini gösterir. Kemal arzu ediyorsan, manevi derecenin yükselmesini diliyorsan zahir ve batının şartlarına uyman ve ibadetlere koşman gerekir. Namaz, kalbi ve kalıpla ilgili amelleri, cehrî ve hafî zikri toplayan ve kulu yüksek derecelere ulaştıran bir ibadettir.” 51 Kasım 2009 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri’nden Alla h’a T e ve kkül Yahya bin Muaz (r.a)’a “Kul Allah’a tam olarak ne zaman bağlanabilir?” diye sorulunca şu cevabı verdi: “Allah’ı vekil kabul edip, var olan ya da olmayan tüm alâkalara kalbini kapadığı zaman.” Rivayet edildiğine göre Cenâb-ı Hak, Dâvud (a.s)’a şöyle vahyetti: “Ne abidlerin ibadeti, ne mukerreblerin yakınlığı, bana dayanmak ve teslim olmak kadar yaklaştırıcı değildir.” Amir bin Kays (r.a), âriflerden birine kendisi için Allah’a dua etmesi ricasında bulundu. Ârif bu ricaya şöyle cevap verdi: “Senden daha aciz olan birinden yardım istiyorsun! Beni bırak Allah’a itaat et ve O’na dayan; dua ile O’ndan isteyenlere verilenlerden daha fazlasını sana gönderir.” Musa (as)’a gönderilen Tevrat’ta şu nasihatin bulunduğu rivayet edilir: “Dünya ehline bir önder, öteki âlemin yüce tepelerinde bir efendi olmak istiyorsan emrime teslim ol, hükmüme razı ol!” Fudayl bin İyâz (r.a) der ki: Ben, “Allah’a bağlıyım” demekten utanıyorum. Çünkü Allah’a bağlı olan, O’ndan başkasından korkmaz, bir şey beklemez ve kalbini iki cihanın alâkalarından keser.” Ârifler, “Biz Allah’a aidiz” ibaresinin manası hakkında şunu söylemişlerdir: “Biz Allah’ın kulları ve köleleriyiz. O’nun iradesi ve hükmü altında kalıptan kalıba gireriz. Kulların perçemleri O’nun elindedir.” Ayetin geri kalan “Ve biz O’na döneceğiz” kısmı hakkında: “O’ndan razı olarak, O’na teslim olarak, O’na dayanarak ve kendimizi O’na ısmarlayarak (huzuruna varırız)” şeklinde yorum yapmışlardır. Şöyle bir rivayet vardır: Allah Teâlâ, Musa (a.s)’a “Firavun’a git. Çünkü o iyice azdı.” vahyiyle Firavun’a gitmesini emrettiği zaman Musa (a.s) şöyle dedi: “Ya Rabbi! Ailem ve koyunlarım var (onlar ne olacak?)” Bunun üzerine Allah Teâlâ, ona şöyle buyurdu: “Ey Musa! Beni bulduktan sonra başkasını ne yapacaksın? Git, bana dayan ve teslim ol! Bütün işlerini bana ısmarla. Şayet ben istersem, bir kurdu koyunlarına çoban, meleklerimi de ailene muhafız ederim. Ey Musa! Annen seni denize attığı zaman oradan seni kim kurtardı? Bundan sonra, seni annene kim kavuşturdu? DüşEylül 2009 52 manın Firavun, seni öldürmek istediği zaman onun elinden seni kim kurtardı? Firavun’dan korkup çöle kaçtığın zaman seni oradan kim çıkardı?” Allah’ın sözlerini dinlerken Musa (a.s), hepsine “Sen Sen!” diyordu. Şunu iyi bilmek gerekir ki Allah’tan başka bir kimseye veya bir şeye dayanan, kulluk sınırından çıkarak rezil olur. Çünkü kulluk sınırı, iradeyi Cebbâr olan Allah’a bırakmaktır. Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçim hakkı yoktur.” “Allah’ın insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutup hapseden olamaz.” “Eğer Allah seni bir zarar uğratırsa, onu kendisinden başka giderecek yoktur.” “De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez.” “Kim Allah’a güvenirse O, ona yeter.” Kulluğun, şu on haslet üzerine bina edildiğini bil: • • • • • • • • • • Her şeyde Allah’a dayanmak. Her halde Allah’tan razı olmak. Her durumda O’na dönmek. Her konuda Allah’a muhtaç olmak. Her hususta Allah’a yönelmek. Her sıkıntıda Allah’a dayanıp sabretmek. Her şeyden uzaklaşıp Allah’a yönelmek. Her hususta Allah için dosdoğru olmak. Her şeyi Allah’a ısmarlamak. Her konuda O’na teslim olmak. Son olarak şunu iyi bil ki: “Teslimiyeti ve teslimiyete ulaştıran yolları aramak, iman ve marifetin şubelerinden biridir. Teslimiyet, bulanmamış bir esenlikle ‘Selam’ olan Allah’a tüm varlığını vermektir. Teslimiyet yollarını aramak ise başına gelecek bütün belalardan razı olarak O’na götüren yolu aramaktır”. 53 Eylül 2009 Osman KARABULUTOĞLU PEYGAMBERLER… (8) Ey aziz okuyucu, Abduh tarafından bu söylenenleri, Mısır’da yayın yapan gazetelerin İslam kültüründen çark edip batı kültürüne yönelen yayınlarını iyi düşün! Bu yayınlar nebi tarifinin sonunda ‘İyi düşün, bu husus dakiktir’ diyen Şeyh Abduh’un bu tarifiyle sözlerini sürekli teyit ediyorlar. Evet, ey okuyucu bunları tekrar, tekrar tefekkür et! Sonra da üstat Ferit Vecdi’nin benimle, ‘Ehram’ gazetesinin sahifelerinde günlerce süren münakaşası esnasında enbiyanın mucizelerini açık seçik inkâr edişini iyi hatırla! Ki, o münakaşa bitmeden Ferit Vecdi Bey, o zaman ‘Nur-ü-l- İslam’ adıyla yayın yapan gazetenin başına müdür ve başyazar olarak atanmıştı. Evet, aziz kardeşim bunları düşünürken peygamberimizin manevi hayatını temsil eden mucizeler hususunda tıpkı Fuat Ümmü Musa gibi düşünen doktur Hüseyin Heykel Paşanın ‘Hayatı Muhammed’ adlı kitabını da unutma. Kasım 2009 54 Şayet Bir İtiraz Olursa Eğer denilirse ki: E canım, Kur’an’ın mucize oluşunu kimse inkâr etmiyor; bunu ne duyan var, ne gören. Sadece Peygamberimizin hayatını yazarken Kur’an gibi tevatüren sabit olmadığı için mucize olarak isimlendirilen şeylerden uzak duruyorlar, kitaplarını bundan hali tutuyorlar. Ki, bunların bazılarını tevil, Heykel Paşanın Surake hadisesinde yaptığı gibi mümkündür. Bilindiği gibi Surake hadisesi, Hz. Muhamed’in (S.A.V) Medine ye hicreti esnasında kötü niyetle O’nu öldürmek kastıyla O’nun izini sürerken Surake, efendimize yaklaşınca, önce atı tökezlemiş onu yere atmış, sonra Bilindiği gibi Surake hadisesi, Hz. Muhamed’in (S.A.V) Medine ye hicreti esnasında kötü niyetle O’nu öldürmek kastıyla O’nun izini sürerken Surake, efendimize yaklaşınca, önce atı tökezlemiş onu yere atmış, sonra ikinci kez aynı niyetle hücum yapınca atı toprağa gömülmüştür. İşte bu hadiseyi Heykel Paşa atın ani tökezlemesi ile tevil etmiştir. Tıpkı Abduh tefsirinde, fil suresinde anlatılan kuşların attığı taşı mikropla tevil ettiği gibi. ikinci kez aynı niyetle hücum yapınca atı toprağa gömülmüştür. İşte bu hadiseyi Heykel Paşa atın ani tökezlemesi ile tevil etmiştir. Tıpkı Abduh tefsirinde, fil suresinde anlatılan kuşların attığı taşı mikropla tevil ettiği Bu tür mucizevî hadiseleri sihir vb. hadiselerden ayırmak zor olduğundan Heykel Paşa’nın ‘Hayatı Muhammed’ adlı kitabı yayınlandıktan sonra ‘Menar’ mecellesi sahibi Reşit Rıza kitaba karşı yapılan itirazları ret sadedinde ki, bunarlı Heykel Paşa ‘Hayatı Muhammed’ adlı kitabının ikinci baskısında yayınlamıştır. Ben Onları Şimdi Naklediyorum. Reşit Rıza Diyor ki: ‘Heykel’e Ezher’cilerden ve tarikatçılardan karşı çıktıkları en önemli husus ki, bunların kahir ekseriyetini mucizeler ve harikulade hadiseler oluşturuyor. Bu konuları içeren hususları ben bütün detayları ile enine boyuna ‘Vahyi Muhammedi’adlı kitabın ikinci faslında ve beşinci faslın ikinci makasidinda yazdım ki: ‘Kur’an tek başına, bizatihi, kati olarak Hz. Muhammed’in (S.A.V) nübüvvetini ispat eder. Diğer enbiyanın nübüvvetini günümüzde ispat ise Kur’an’dan başka bir ayetle mümkün değildir. Kozmik kanunları yırtan harikulade hadiseler ise günümüz ulemasının indinde kuşkuludur, bunlarla alakalı bir hüccet bir delil yoktur; çünkü bu tür hadiseler geçmişte olduğu gibi günümüzde de aynen söylenmektedir. Böylesi hadiselerin meftunları ise bütün milletlerden hurafecilerden başkası değildir.’ gibi. Bu hususta Ezher Şeyhi üstat Mustafa Meraği de yukarıda zikredilen kitabı itirazcılara karşı savunurken şöyle diyor: “Muhammed (S.A.V) in Kur’an’dan başka mucizesi yoktur. Buseyri ne de güzel söylemiş: “Bize olan tutkudan; Aklın kabul etmediği ile biz denenmedik Zaten böyle bir şeyi ne önemsedik ve ne de sabit” Sayın Meraği peygamberimize ait Kur’an dışında mucizesinin yokluğunu savunurken merhum Buseyri’nin sözünü delil olarak gösteriyor. İlerde bu kitabın 96. Sayfasında (Arapça metin), Reşit Rıza ve Meraği’ye karşı tafsilatlı cevabımız gelecektir. Heykel Paşa da ‘Hayatı Muhammed’ adlı kitabının ikinci baskısının mukaddimesinde, kendisinin dini ilimlerle uğraşanlar olarak isimlendirdiği kişilerin, kitabında peygamberimize ait kozmik kanunları yırtan mucizeleri dile getirmediği için eleştirel açıdan sorgulayanlara karşı diyor ki: 55 Kasım 2009 “Biz bu kitaba, hadis ve siret kitaplarında yazılı olan mucizeleri, farklı hadiseleri almadık, bu almayış hususunda ilmi bir metot takip edişimiz bu tür itirazları cevaplandırmağa sanırım kâfidir. Evet, ben bu kitabı asrın üslubu ile yazdım, niye böyle yaptım, çünkü bu üslup, gerek tarihi ve gerekse tarihi olmayan fen ve ilimlerde çağdaş ilim adamlarının nazarında takip edilen sağlam bir yoldur da ondan. Bu kitabın yazımı hususunda benim durumum budur, geçmiş ulemanın üslubu ile yazmak zorunda değilim, böyle bir kayıtla kendimi kayıtlayamam. Günümüzün üslubu ile geçmişteki yazım üslubu arasında dağlar kadar fark vardır. Zira geçmişteki kitaplarda eleştiri günümüz kadar serbest ve açık değildir. Çağımızdaki kitaplar eleştiri ve ilmi üslupla yazılmasına rağmen geçmişte yazılan kitaplar, dini ubudiyet gayesi ile kaleme alınmıştır. Şahsen ben mütefekkir, tetkik ehli Müslüman önderlerin yaptığı gibi hadis ve siret kitaplarında yazılı olanları rastgele almadım. O mütefekkirlerin takip ettiği ilmi tenkit kurallarını dikkate alarak aldım.” (Hayatı Muhammed S. 46, 47) Kasım 2009 Niçin Böyle Yaptım? Zira bu kitaplarda Nebi (S.A.V) e nispet edilen rivayetler çelişiktir, bu kitapları tetkik eden şunu açıkça görür ki, mucizeler ve diğer hususlarla alakalı olarak bu kitaplara konulan haberler, herhangi bir haklılık payı olmadan sadece zaman farkından dolayı biri diğerinden fazla veya eksiktir. Konuyla ilgili olarak önce yazılanlar sonrakilerden azdır. Harikulade konularla alakalı olarak önceki kitaplarda varit olanlar, akla uzaklığı açısından sonra yazılanlardan daha azdır. Yani sonra yazılanlar aklın gereklerine daha uzaktır. Mesela: Bugün siret kitaplarının en eskisi olarak bilinen İbni Hişam da yazılı olanlar, Eb-ü-lVefa’da yazılı olanlardan çok azdır, diğer bir tabirle İbni Hişam Eb-ü-l- Vefa’nın yazdıklarından bihaberdir. Keza, Kadı Iyaz’ın ‘Şifa’da yazdıkları, sonraki tarihçilerin yazdıkları da böyledir. Hadis kitaplarında aynen siyer kitapları gibidir; yani öncekilerin metinleri kısa sonrakilerin uzundur.” (Hayatı Muhammed, Heykel Paşa) 56 H. Şaban Efendim ALLAH’ın katında ölmez aşıklar, Zincirin halkası sende efendim. Derdine dermanı ara sadıklar, Dertlerin devası sende efendim. İki cihan oldu senin mekanın, İhvanların sardı dört bir etrafın. Semada zikrullah tutar safların, Cennetin sefası sende efendim. Bayburt’da parlıyor solmayan güneş, Parlayan güneşte gel sende birleş. Aşka yansın gönül, sevgiye yerleş, Bülbülün yuvası sende efendim. Biter bu dünyanın zevkü sefası, Yazılır durmadan amel levhası. İnsanın olacak illa hatası, Bu gönlün mayası sende efendim. Bu nefisle çıktık uzun bir yola, Visali, bu yolda verilmez mola. Çeker suyu ırmak, binilmez sala, Denizin deryası sende efendim. (Aşık Visali)Abdulkadir Doğan 25/09/2009-BAYBURT 57 Kasım 2009 Muhabbet Bahçesi Yusuf ELİBOL Ahde Vefâ “Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuş: "Herhangi bir hususta yemin eden kişi bundan daha hayırlı bir şey görürse yemin keffaretini versin ve daha hayırlı olan o işi yapsın.” Müslim, Nüzûr, 13 Bir hadiste şöyle buyrulmuştur. "Kişinin verdiği yeminden dolayı ailesine yaklaşmamada ısrar etmesi, Allah'ın vermesini farz kıldığı keffareti vermemesinden daha büyük bir günahtır.'' Buhâri, T. Sarih, 12/237 Enes b. Malik'in şöyle dediği rivayet ediliyor: "Amcam Enes b. Nadr, Bedir savaşma katılmamıştı. Resulullah'a (s.a.v.) - "Ey Allah'ın Resulü! Ben, müşriklerle yaptığınız savaşa katılamadım. Şayet Allah (c.c.) seninle beraber savaşa katılmamı nasib ederse ben müşriklere ne yapacağımı bilirim" dedi. Uhud gününde müslümanlann hezimeti ortaya çıkınca o "Allah'ım arkadaşlarımın yaptığından dolayı beni mazur görmen müşriklerin de yaptığından dolayı beni mazur görmeni, niyaz ediyorum" dedi ve öne atıldı. Onu Şad bin Muaz karşıladı. Ona da "Ey Muaz'ın oğlu Sa'd, Nadr'ın Rabbına yemin ederim ki ben cenneti istiyorum. Ben cennet kokusunu Uhud dağı tarafından duyuyorum" dedi. Sa'd: Ey Allah'ın Resulü! Onun yaptığını ve atılganlığını ben yapamadım dedi. Enes: -"Biz onu, vücudunda 80 küsur kılıç, ok ve mızrak yarası, bir de müşriklerce burun ve kulaklarının kesildiği bir durumda gördük. Kız kardeşi onu parmak ucu ve vücudundaki bir benek vasıtasıyla tanıyabildi. Enes: (Devamla) Bizler aşağıdaki ayetin o ve onun benzeri kişiler hakkında nazil olduğunu kabul ediyorduk dedi. Buhâri, T. Sarih, 8/27.1186 "Mü'minlerden öyle erkekler vardır ki Allah'a verdikleri söze sadakat ettiler. Kimi şehid oluncaya kadar savaşacaklarına dâir adağını ödedi (şehid oldu). Kimi de şehid olmayı bekliyor. Onlar asla verdikleri sözü değiştirmediler." Ahzâb,115 Allah (c.c.) Âdem (a.s.)'dan yasaklamış olduğu ağaçtan yememesi için söz almıştı. Fakat Âdem (a.s.) unuttu za'fa düştü, sonra da ahdini bozdu. "Doğrusu bundan önce Âdem'e (bu ağaçtan) yeme diye emr verdik de unuttu. Biz onda bir sabır ve sebat bulduk." Ahzâb,115 Kasım 2009 "Allah'a verdiğiniz ahitleri yerine getirin. Düşünmeniz için Allah, sizlere bunları emretti." Enam, 152 "Yoksa siz ey mü'minler! Kendinizden evvel geçenlerin halleri hiç başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle ezici sıkıntılar, kımıldatmaz zaruretler dokundu ve öylesine sarsıldılar ki peygamber ve maiyetinde îman edenler Allah'ın yardımı ne zaman olacak diyesiye kadar. Bilin ki Allah'ın yardımı muhakkak yakındır" Bakara: 214 "Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi hatırlayın. ve bana itaat ederek Tevrat'taki ahdime vefa edin ki, ahdinize vefa edeyim. Ancak benden korkun." el-Bakara: 40 Avf bin Malik şöyle der: Biz Resululah (s.a.v.)'in yanında dokuz, sekiz veya yedi kişi idik: "Bana biat etmez misiniz?" buyurdu. Ellerimizi uzatarak Sana biat ederiz Ey Allah'ın Resulü" dedik. "Bana şu hususlarda biat ediniz," buyurdu: "Allah'a ortak koşmayacağınıza, O'na ibadet edeceğinize, beş vakit namaz kılacağınıza, dinleyip itaat edeceğinize (bir de sessiz olarak şu kelimeyi ekledi) kimseden birşey istemiyeceğinize... " Avf bin Malik": Ben bundan sonra biat edenlerden bazılarını gördüm. Birinin elinden kamçısı düşüyordu da, kendisine verilmesini dahi kimseden istemezdi." Müslim, Hudud, 41 Enes anlatıyor: "Huneyn savaşında Hevazin ve Gatafan kabileleri ile birlikte, başkaları da çoluk çocukları ve develeri ile beraber müslümanlara yöneldiler. Resulullah (s.a.v.) ile onbin kişi ve birçok âzad edilmiş köle vardı. Tüm bunlar savaşta Resulullah'ı tek başına yalnız bıraktılar. Bu arada Resulullah tek başına savaşıyordu. Üst üste iki nidada bulundu. Ve sağına dönerek: "Ey Muhacir topluluğu! buyurdu." Buyrun ey Allah'ın Resulü! Emrine amadeyiz." Sonra da sol tarafına yönelerek: "Ey Ensar topluluğu! dedi. Onlar: "Buyurun ey Allah'ın Resulü! Emrine hazırız. Bu sırada Resulullah (s.a.v.) binmiş olduğu boz katırdan inerek: "Ben Allah'ın kulu ve Resulüyüm" buyurdu. Bundan sonra müşrikler hezimete uğradı. Resulullah büyük ganîmetler elde etti. Bunu Muhacir ve 58 azad edilmiş köleler arasında taksim etti. Fakat Ensar'a hiçbir şey vermeyince onlar: "Zorluk anında bizler çağrılırız. Fakat ganimetler başkalarına verilir," dediler. Resulullah bunu duyunca hemen onları toplayarak şöyle buyurdu: "Sizlere ne oluyor (ses yok). Ey Ensar! Başkasına dünyalık, size de Muhammed (s.a.v.)'in olmasına, onu evlerinize götürmenize (onunla beraber bulunmanıza) râzı değil misiniz?" deyince onlar: Olur, Ya Resulallah! Buna razıyız," Deyip kabul ettiler. Resulullah (s.a.v.):"Tüm insanlar bir tarafa Ensar da bir tarafa doğru gidecek olursa ben ensarın gittiği tarafa doğru gideceğim dedi. Buhâri, T. Sarih, 10/340 Rivayet edildiğine göre Medine halkından olan "Salebe" ensar meclisinde "Allah bana mal verecek olursa ondan herkesin hakkını çıkarıp, sadaka verip, akrabalara yardım edeceğim" diye yeminde bulundu. Sonra amcası oğlu ölüp ona çok mal bıraktı. Sa'lebe verdiği sözü yerine getirmedi. Bunun üzerine şu âyetler nazil oldu: "Onlardan kimi de Allah'a şöyle kesin söz vermişti: Eğer Allah bize lütuf ve kereminden ihsan ederse muhakkak zekatı vereceğiz. Gerçekten sâlihlerden olacağız. Ne zaman ki Allah, kereminden isteklerini verdi, cimrilik edip yüz çevirenler (oldular). Zaten yan çizip duruyorlardı. Nihayet Allah'a verdikleri sözü tutmadıkları ve yalan söylemeyi âdet edindikleri için, Allah'da bu işlerin sonunu kalplerinde kıyamet gününe kadar devam edecek bir nifaka çeviriverdi. Hele o (münafıklar) bilmediler mi ki? Allah onların gizledikleri sırları da bilir, fısıltılarını da... Allah gâibleri hakkıyla bilendir." Tevbe, 75-78 Nimeti inkâr ve ahdi bozmanın kötülüğüne delalet eden kıssalardan biri de Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği şu hadistir: "Beni İsrail'den kel, kör ve abraş olan üç kişiye Allah (c.c.) imtihan gayesiyle bir melek gönderir. Melek ilkin abraş olana gelir, "-Senin çok sevdiğin şey nedir?" dedi. -"Güzel cild ve sima çünkü, halk beni çirkin görüyor," dedi (Resulullah devamla): Melek abraşın vücudunu sıvadı. Ondan bu çirkin manzara gitti ve ona güzel bir sima, güzel bir ten verildi. Bundan sonra melek ona en çok hangi malı seversin diye sordu? -"Deveyi," dedi. Ona on aylık gebe bir deve verdi ve:" Bu sana mübarek olsun" dedi. Sonra melek başı kel olanın yanına geldi. Ona da "En çok neyi seversin?" dedi. O da "Güzel saç isterim şu kellik benden gitsin. Herkes benden iğreniyor dedi (Resulullah devamla): Melek onun başını sıvadı da ondan kellik gitti ve güzel bir saç verildi. Melek: "En çok hangi malı seversin?" diye sordu. O da "Sığırı severim" dedi. Ona da gebe bir sığır verdi ve "Allah sana mübarek kılsın" dedi. Melek sonra kör olana geldi ve "En fazla neyi seversin?" dedi. "Allah 'ın bana yeniden gözlerimi iade etmesini isterim," dedi. Resulullah (s.a.v.) diyor ki: Melek onun gözlerini sıvadı. Allah (c.c.) onun gözlerini tekrar görür hale getirdi. Melek sonra ona "En çok sevdiğin mal nedir?" diye sordu, -"Koyun"- dedi. Allah (c.c.) ona gebe bir koyun verdi. Deve ve inek yavruladı, koyun da kuzuladı. Devenin sahibi bir vâdi dolusu deve, inek sahibinin bir vâdi dolusu inek, diğerinin de bir vâdi koyunu oldu. Bundan sonra günün birinde o melek üç kişiyle ilk görüştüğü suret ve şekilde abraş kişiye geldi ve dedi ki: "Ben fakir ve garip bir kişiyim. Yol üzeri maişet ve memleketime ulaşım sebepleri şimdilik kesilmiştir. Bu günde benim için isteğime nâil olabilmek için evvela Allah'ın yardımıyla sonra senin. Şimdi ben sana güzel bir renk, güzel bir vücut ve birçok mal veren Allah'ın rızası için senden bir deve isterim ki, bu seferimde onun üzerinde muradıma ve beldeme erişebileyim. Bunun üzerine eski abraş ona: "İyi ama hak sahbleri (isteyenler) çoktur. Her gelen dilenciye bir deve vermek işime gelmez" dedi. Melek ona;" Öyle sanıyorum ki ben seni tanıyacağım. Sen halkın iğrendiği abraş kimse değil misin? Sen fakirdin de bu malı sana Allah vermişti," dedi. Bu eski abraş, Meleğe: "Hayır ben bu mala atadan ataya intikal ederek sahip oldum." Melek de ona: "Eğer sen bu iddianda yalancı isen Allah seni eski haline çevirsin," dedi. Sonra melek ilk karşılaşmadaki suret ve hey'etinde kel adama geldi de, abraşa dediği gibi ona da söyledi. Ve abraşın reddettiği gibi bu kel de reddetti. Melek de ona "Eğer sen bu iddianda yalancı isen Allah seni eski haline çevirsin" diye beddua etti. Bu defa melek âmâya geldi de, dedi ki; "Ben fakir bir zavallıyım. Sefer hâli maişetim ve memleketime dönmem sebepleri kesilmiştir. Bunun için muradıma nâil olabilmem ancak senden, evvela gözlerini iâde eden Allah rızası için senden bir koyun isterim ki bu seferimde onunla muradıma ve yerime varabileyim." O kişi meleğe,"Hakikaten ben âma idim. Allah gözlerimin nurunu iâde buyurdu. Fakirdim Allah beni zengin kıldı. (İşte koyunlarım dilediğini al, dilediğini bırak) Allah'a yemin ederim ki bugün Allah rızası için benden alacağın birşeyin miktarını tahdid ile sana güçlük vermek istemem," dedi. Melek de ona: "Malını tamamen muhafaza et. Allah üçünüzü imtihan etti de senden razı oldu. İki arkadaşın ise gazaba uğradı." Buhâri, K. Enbiya, 6,364-365 59 Kasım 2009 Ayşe BAĞCİVAN HAYATA GEÇ KALMAYIN İnsan ne kadar dakik olmaya çalışsa da, hayatı boyunca mutlaka geç kaldığı yerler vardır.İşine mesela,yahut söz verdiği bir buluşmaya,yada son seferini yapmak üzere olan bir gemiye...Peki ya hayata ......Hayata da geç kalınılır mı sizce?..... Eğer kişi sevmeyi bilmiyorsa yada sevildiğini anlamıyorsa evet hayata da geç kalınılır.Tıpkı Bir daha asla kalkmayacak o gemi gibi.... Düşünün tüm hazırlıklarınızı yaptınız. Bavulunuzu ;ihtiyaç duyacağınız tüm giysilerle ve gerekli eşyalarla doldurup hazırladınız.Yanınıza koyacağınız küçük çantanın içine yolda lazım olacak yemek,içecek,peçete,vs vs aldınız.Artık hazırsınız bu yolculuğa. Evden çıkarken de tedbirli olmak için son kez gözden geçiriyorsunuz eksik olan bir şey var mı diye..Şimdi hazırsınız ve "bismillah "deyip çıkıyorsunuz evden... Ancak Kasım 2009 60 oda ne gemi sizi almadan gidiyor. İşte orada denizin üzerinde son seferinde........... başınıza sallanan sandalyenizin üzerinde;bebeğinizle geçireceğiniz hayata geç kalınılır..... Hayata da geç kalınılır. Söyleyemiyorsanız en sevdiğinize onu sevdiğinizi ve uçup gidiyorsa ellerinizin arasından elleri onsuz geçecek hayata geç kalınılır.... Yazık ki hayata da çoğu kez geç kalınılır. Hem de tam ortasındayken yaşamın... Herşey eksiksiz tammış gibi görünürken bir de bakarsınız ki çoktan geç kalmışsınız sevdikleri- Uymuşsanız en aç anınızda şeytanın vesvesesine çalmışsanız üç kuruşluk bir lokmayı yirmibeşyıllık bir hapis bedeline; tutsak geçirirken hayatı özgür geçireceğiniz hayata geç kalınılır.... Bana bir şey olmaz deyipte çıkmışsanız uykusuz yola ,ön koltukta sürerken arabayı dalmışsanız en güzel rüyalara;tekerlikli sandalye üzerinde:koşacağınız yürüyeceğiniz hayata geç kalınılır.... nize.Hemde tam sevildiğinizi anlarken karşınızdaki kişi yorulmuştur sizi defalarca sevdiğini söylemekten .Siz gerçekten seviyor mu diye düşünürken eşiniz çoktan bavulunu hazırlamıştır ayrılmak üzere çıktığı evden.... Hayata geç kalınma örneği yazık ki çok. benzer örneklerini her gün televizyonda haber programlarını izlerken görüyoruz.Yada en yakınlarımızın kötü haberlerini aldığımızda.Evet Esiri olmuşsanız gururunuzun aramıyorsanız ailenizi,yalnızlık içerisinde geçirirken ömrünüzü mutluluklar içinde paylaşılan bir hayata geç kalınılır.... kişi sadece gün içindeki programlarına değil haya- Gözünüzün ferini almışsa para hırsı,çalışıyorsanız gece gündüz ve ihmal ediyorsanız hayat arkadaşınızı ;çalışırken daha fazla kazanma uğruna masanızda asla birdaha geri gelmeyecek genç yıllarınızdaki eşinizle beraber geçireceğiniz hayata geç kalınılır... ? Kaç kere "keşke" dediniz iç geçirerek .Ve kaç ge- Gideni durdurmaya yetişmiyorsa nefesiniz akıyorsa gözyaşının kekremsi tadı dudaklarınıza yalnızlığınızın içinde sevgisinden yoksun;sevgiliyle geçecek hayata geç kalınılır... tın kendisine de geç kalır lakin farkında olmaz. Peki ya siz ? Siz kaç kere geç kaldınız hayata ceyi uykusuz geçirdiniz yanlış yaşanılan bir hayatın içinde.Kaç hatanızı bedel kıldınız ömrünüze.Kaç gece güneş doğmak bilmedi sizin için...Kaç gece uyuya kaldınız cevabını bilmediğiniz sorularınızı düşünürken kanepenin üzerinde..Yada kaç kere kaçtınız kendi ruhunuzdan.Ve gitmek istediğiniz asla tanınmayacağınız bir yere.... Hayatımızda "keşke" lere yer vermemek için yanlış gittiğini düşündüğümüz hayatı doğrusuna Nasılsa kazanırım deyip yatırmışsanız tüm paranızı varınızı yoğunuzu poker masasına ,dileniyorken bir köşede küçük bir ekmek lokması için;sıcak yemekler eşliğinde ailenizle geçecek hayata geç kalınılır... Kıymışsanız doğmamış bir cana ;asla bir daha anne olamayacağınızı öğreniyorken doktorunuzun ağzından ;koskoca bir ömrü çocuk seslerinden yoksun vicdan azabıyla geçiriyorken yalnız bir çevirmek için artık geç kalmayalım hayata. Kayıp giderken hayatın içinden ,çevirelim artık hayatı kendi lehimize ve sevdiklerimizin lehine..Utanmayalım sevdiğimizi söylemekten.Geç kaldığımız hayatımız değil hatalarımız olsun ... Hayatınızın en güzel anlarını sevdiklerinizle paylaşmanız ve asla geç kalmamanız dileğiyle. 61 Kasım 2009 Elif ALACA elif@elifalaca.com BENCİL TUTKULAR DİN AHLAKINDAN UZAKLAŞTIRIR Kur’an-ı Kerim’de insana ilişkin ayetlerde çok fazla geçen nefis kelimesi ‘insanın kendisi’ anlamındadır ve ‘benlik’ olarak düşünülebilir. Kuran ayetlerine göre, insan nefsinin kötülüğü emreden bir yönü ve o kötülükten sakınmayı emreden diğer bir yönü bulunmaktadır. Nefsin bu özelliğini Rabbimiz şu ayetlerle haber vermektedir: Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur. İşte inanan insanlarla inkar edenler arasındaki en önemli farklardan biri burada ortaya çıkar. Müminlerin aksine inkarcılar içlerindeki bu kötülüğe teslim olur, nefislerini örter ve onun fücuruna tutsak olurlar. Tüm davranışları nefislerinin fücurunun telkinlerine göre düzenleyen kişilerin yaşamı artık bir çeşit içgüdüsel yaşamdır. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır. (Şems Suresi, 7-10) Nefsin söz ettiğimiz bu kötü yönünün amacı, etkisi altında olduğu şeytanın karakterini ve düşünce siste- Nefse ve ona "bir düzen içinde biçim verene", Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Kasım 2009 Ayetlerde bildirildiği üzere nefsini fücurundan arındırıp-temizleyen ve Yüce Allah'ın ilhamı olan vicdanına uyarak ondan sakınanlar kurtuluş bulacaklardır. Bu, gerçek ve sonsuz kurtuluştur, yani Rabbimiz'in hoşnutluğunu ve cennetini kazanmak... 62 mini insana kabul ettirmektir. Bu nedenle de, organize çalıştığı şeytanın telkinleriyle, günlük hayatta gerçeklerden kaçmak için birçok bahane ileri sürer. Dinin hükümlerini uygulamaktan kaçmak için kişinin öne sürdüğü bahanelerin en başında ‘ailevi sorunlar’ gelir. Vicdanının değil bencil tutkularının sesine kulak veren ve Allah'a itaatte tutarlı davranmayan kişiler, "ailemle ilgilenmek tüm zamanımı alıyor, vaktim kalmıyor" ya da "dinin gereklerini yapmama ailem izin vermiyor" gibi bahaneler öne sürerler. İnsanın ailesine zaman ayırması doğaldır ve ailesiyle ilgili işleri de olabilir. Ancak bunun, Allah'ın emirlerini uygulamaya zaman bulamamak gibi bir sonucu olmaz. Dolayısıyla bu samimi bir mazeret değildir ve Allah Katı’nda geçerli olmayabilir. Kur’an-ı Kerim'de de bu konuya dikkat çekilmekte ve ‘ailevi sorunlar’ mazeretinin geçerli olmadığı bildirilmektedir. Kuran'da bildirildiğine göre, Peygamberle birlikte Allah yolunda savaşa çıkmayıp geride kalanlar, "bizi mallarımız ve ailelerimiz meşgul etti" gibi bir bahane öne sürmektedirler, ancak ayetin devamında Allah; "... onlar, kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar..." (Fetih Suresi, 11) buyurarak onların tüm samimiyetsizliklerini ortaya koymaktadır. Bu kişiler, belki çevrelerindeki insanları aldatabiliyor olabilirler ancak Allah’ın ‘gizlinin gizlisini bilen’ olduğunu ve dolayısıyla kalplerinde olanı da bilen olduğunu unutmuşlardır. Kur’an-ı Kerim’de bir başka ayette ise Peygamberimiz (s.a.v) döneminde yaşanan bir savaş zamanında evlerinin ‘açıkta’ olduğunu öne sürerek kaçmak isteyenlerden şöyle söz edilmektedir: "... Onlardan bir topluluk da: "Gerçekten evlerimiz açıktır" diye peygamberden izin istiyordu; oysa onlar(ın evleri) açık değildi. Onlar yalnızca kaçmak istiyorlardı." (Ahzab Suresi, 13) Nefsinin bencil tutkularını gözeten kişinin öne sürdüğü mazeretlerin bir başkası ise ‘iş’ ya da ‘okul’ sorunlarının, ibadetlerini yapmaya engel olduğu şeklindedir. İşi ya da okulu nedeniyle çok yoğun olduğu ve namaz kılmaya, oruç tutmaya, insanlara iyiliği emretmeye, müminlerle beraber olmaya zaman bulamadığı bahanesine sığınan kimsenin düşünce yapısında büyük bir çarpıklık olduğu açıktır. Bu kişi, yaşamındaki öncelikler konusunda büyük yanılgıdadır. İşinin ya da okulunun yaşamının en önemli konusu olduğunu düşünmekte, kalan zamanları da dine ayırmaktadır. Oysa bir mümin için böyle bir durum asla söz konusu olamaz. "De ki: 'Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır." (En’am Suresi, 162) ayeti gereğince, bir mümin tüm yaşamında Allah rızasını gözetir. Yaşamın bir bölümünü dine, bir bölümünü ‘dünya işlerine’ ayırmanın ise kendisini Allah'a ortak koşma durumuna düşüreceğinin bilincindedir. Müminin Allah rızası gözeterek yaptığı her iş birer salih ameldir. Yüce Allah’a itaat etmeyerek, bencil istek ve tutkularına tutsak olarak yaşayan insanları ahirette bekleyen azap bir ayette şöyle bildirilmektedir: “Kim dünya hayatını ve onun çekiciliğini isterse, onlara yapıp ettiklerini onda tastamam öderiz ve onlar bunda hiçbir eksikliğe uğratılmazlar. İşte bunların, ahirette kendileri için ateşten başkası yoktur. Onların onda (dünyada) bütün işledikleri boşa çıkmıştır ve yapmakta oldukları şeyler de geçersiz olmuştur.” (Hud Suresi, 15-16) Gerçek bilinçten yoksun yaşayan bu kişilerin hevalarının, Kuran ahlakını yaşamasını engellemek için öne sürdüğü bahanelerden biri de ‘çevre baskısı’dır. Bazı insanlar, çevreleri tarafından dışlanmaktan korktukları için dinin gereklerini yaşamaktan kaçınırlar. Oysa Allah'ın dinine uyup, Kuran-ı Kerim’i rehber edinerek yaşamaya karar veren bir insan, bazı sıkıntıları da göze almalıdır. Dine yöneldiğinde, yakın çevresi kendisine tepki gösterebilir. Çünkü iman eden bir insan, çoğunluğu yanlış yolda olan ‘cahiliye toplumu’ndan gelmektedir: “Hüküm, yalnızca Allah'ındır. O, Kendisi'nden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf Suresi, 40) 63 Kasım 2009 İnsanların çoğunun iman etmediği, bir başka ayette de, “... Allah, vaadinden geri dönmez. Ancak insanların çoğu bilmezler. Onlar, dünya hayatından (yalnızca) dışta olanı bilirler. Ahiretten ise gafil olanlardır.” (Rum Suresi, 6-7) şeklinde bildirilmektedir. Pek çok insan ayette haber verildiği gibi, dünya hayatının yalnızca ‘dışta olan’ kısmını bilmekte, ‘gizli’ kısmını kavrayamamaktadırlar. Ahiretten ise tümüyle gafildirler. Bu nedenle insanların çoğunluğu her zaman yanlışta ısrarlı olacaktır. Yüce Allah bu konuda tüm müminleri uyarmaktadır: “Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıpsaptırırlar." (Enam Suresi, 116) İnanan bir insanın, Yüce Allah’ın uyulmaması konusunda uyardığı çoğunluğun düşüncelerini kendisine kıstas olarak kabul etmesi mümkün değildir. Bu çoğunluğa, doğal olarak kişinin eski yakın çevresi de dahildir. Ancak müminler gaflette yaşayan bu çoğunluğa ters düşmekten ve onlar tarafından kınanmaktan asla çekinmezler. Kuran-ı Kerim’de de belirtildiği gibi, ‘kınayıcının kınamasından korkmazlar.’ Çünkü müminlerin aradıkları yalnızca Allah'ın rızasıdır. Rabbimiz kendisinden hoşnut olursa, zaten insanlar da ona değer vereceklerdir. Kasım 2009 Müminler ibadetlerini katkısızca Allah’a yönelerek, ihlasla, samimiyetle yerine getirirler ki Rabb’leri onlardan kabul etsin. Peygamber Efendimizin, “ameller (in sevap ve mükafatı) ancak niyet iledir” hadis-i şerifinden samimi olarak niyet edilmeden yapılan amellerin sevabı olmayacağı anlaşılır. Resûlullah efendimiz, Muâz bin Cebel'i, Yemen'e vali gönderirken de şöyle buyurmuşlardır: "İbâdetlerini ihlâs ile yap. İhlâs ile yapılan az amel, kıyâmet günü sana yetişir." (E. Ans. c.1, s.25) Hidayet lütfeden, doğru yola ulaştıran Allah, samimi olan insanın kalbini İslam'a açar. "İşittik ve itaat ettik" demek, Allah’ın dosdoğru yolunu seçen bir insanın kalbini tatmin bulmaya götürecek olan ilk adımdır. Kendisini yaratan, ruhundan üfleyen, dosdoğru yola yöneltip-ileten Allah'a itaat etmek, onu sonsuz huzur ve mutluluk yurduna götürecektir. Kısacası, "Biz ona (insana) 'iki yol-iki amaç' gösterdik." (Beled Suresi, 10) ayetiyle haber verildiği üzere, insanın önünde iki yol vardır; yalnızca Allah’a boyun eğildiğinde O’nun hoşnutluğunu ve cennetini kazandıracak olan iman yolu ve bencil tutkularını ilah edinerek izlediği aşağılanmaya ve cehenneme sürükleyecek olan itaatten çıkmış şeytanın yolu… Öyleyse güç yetirebildiğiniz kadar Allah'tan korkup-sakının, dinleyin ve itaat edin. Kendi nefsinize hayır (en büyük yarar) olmak üzere infakta bulunun. Kim nefsinin bencil-tutkularından (ya da cimri tutumundan) korunursa; işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. (Tegabün Suresi, 16) 64 Lem Yezel Mekteb-i irfâna gidip âyet-i Kur’ân okuruz İlm-i ledün vâkıfıyız nüsha-i insan okuruz Söylemeyiz mâ-halefe böylece erdik şerefe Vâkıf olup “Men aref”e nükte-i pinhan okuruz Gelse güzel bezmimize yad gelmese yanımıza Münkir ermez sırrımıza böylece irfan okuruz Her güzelin dengine biz boyanırız rengine biz Düşmanının cengine biz tîg ile çevgân okuruz Birbirini sevmeyenin kendi özün bilmeyenin Ademe baş eğmeyenin ismini şeytân okuruz Aşk ile sevda ile biz derd-i dilârâ ile biz Tabla-i şeyda ile biz böylece dîvân okuruz Vehbiyâ mestiz ezeli biz severiz her güzeli Anda görüp Lem Yezel’i ismini cânân okuruz Ahmed Vehbi Antaki H.z 65 Kasım 2009 Ahmet HALİLOĞLU Dersaadette Daru’l Hikme 17 – 18 Ekim tarihlerinde katıldığım iki seminerden bahsetmek istiyorum. Aslında her iki seminerin de (cumartesi günü olan seminerde tercüme yoktu) cd olarak Burhan Dergisi tarafından sizlere hediye edilmesi gerekli diye düşünüyorum.. “Bakiyyetü`s selef`” –seleften geriye kalmışdeyiminin mefhumunu ve manasını tam olarak bizlere idrak ettiren bir alimin seminerine katıldık: Üstad Muhaddis Muhammed Avvame. “Allah-u Teâlâ, ilmi kullardan soymak suretiyle çekip almaz. Ancak ilmi, âlimleri almak suretiyle ortadan kaldırır. Allah hiçbir âlim bırakmayınca da, insanlar bir takım cahil başlar edinirler, onlara sorular sorarlar ve onlar da ilimsiz fetva verirler. Bu yüzden de hem kendileri saparlar hem de başkalarını saptırırlar."(1) hadisinin kast ettiği zaman dilimi, herhalde günümüz olmalı diye düşündüğümüz bir dönemde, iştirak ettiğimiz her iki semiKasım 2009 66 nerde de alime ve ilme ne kadar muhtaç olduğumuzu bir kez daha hatırladık. İstanbul Fatih’te bulunan Daru’l Hikme (Bilgi ve Hikmet Evi Derneği)’nin davetlisi olarak Türkiye’ye gelen Muhammed Avvame Hoca, asrın muhaddisi unvanına sahip Abdulfettah Ebu Gudde Hoca’nın talebesi. Ebu Gudde merhum ise asrımızın müceddidi İmam Zahidül Kevseri (r.a.)’nin öğrencisi. Osmanlı’nın başkentinde Osmanlı ilmiye silsilesine mensup ve bununla da iftihar eden bir alim Üstad Avvame. İlk seminer; 17 Ekim Cumartesi Akşamı Daru’l Hikme’nin yeni binasında yapıldı. Bizler de akşam namazını Hazreti Fatih’in camiinde kıldıktan sonra Daru’l Hikme’ye intikal ettik. Seminerin katılımcıları Üstad Muhammed Avvame Hocaefendi ve Şeyh Muhammed Emin Er Hoca’nın salona el ele girmeleri bendenizin içini titretti. İki dostun bu kadar samimi havası kalbimizi toplantının henüz başındayken bile yumuşatmayı başardı. Dırahşan çehreli iki hocanın, iki muhaddisin sünnet üzere bakışları yerde ama kalpleri tevazu dağının zirvelerinde salona girişleri görülmeye değerdi. O anda hangi hülyalara daldım, nerelere gittim, o birkaç saniyelik zaman zarfında neler düşündüm bir kelimelere dökebilsem. Biri Halep doğumlu ve Medine’de Resulullah’a mücavir, diğeri Irak asıllı, Diyarbekir doğumlu, Ankara’da mukim iki Ehl-i Sünnet aliminden söz ediyorum. Hemen arkalarında Fatih Kaya ve Ebu Bekir Sifil Hoca; onları da Üstad Avvame Hoca’nın oğlu Muhyiddin Avvame ve Cübbeli Ahmet Hocaefendi takip ederek salona girdiler. Bizim imamlarımızın –artık giymediği(!)siyah cübbesi ve kırmızı fes üzerine sarılmış beyaz sarığı ile hal diliyle “Ene Usmaniyyun”(2) diyen Medine’de mûkim bir alim önünüzden geçerse aklınıza ne gelir? Üstad Avvame’nin oğlu Muhyiddin Avvame’yi bu kisve ile gördüğümde aklıma Osmanlı ilmiye kıyafetini çıkarmayan Kudüs Müftüsü Emin Hüseyin’i, Abdulfettah Ebu Gudde’yi, Vehbe Zuhayli’yi, Batı Trakya Müftüsü Mehmed Emin Aga’yı, Bosna-Hersek Müftüsü Mustafa Ceriç’i gö- zümün önünde canlandırdım. Hepsi Osmanlı ilmiye sınıfının kıyafeti ile gözümün önünde sanki tecessüm ettiler. Onların sahip oldukları bilince, şuura, vefaya baktım, bir de kendi mahallemdeki cami imamının şuursuzluğunu hatırladım. Diyanetin imamlara yeni verdiği beyaz renkli sarı sim işlemeli cübbeyi göstererek “abi, adamlar bizi senelerce siyaha mahkum etmişler” diyen zavallıya acıdım. Osmanlı Ruhundan, ecdadı Osmanlı yapan Ehl-i Sünnet telakkisinden ne kadar uzak olduğunu bir kez daha müşahede ederek üzüldüm. “Cübbenin renginden veya şeklinden ne olur” demeyiniz. Burada bir zihniyetten söz ediyoruz. Bizi biz yapan zihniyetten. Ehl-i Sünnet zihniyetinden. Devleti Aliyye’nin yıkılmasından bu zamana en garib devresini yaşayan Ehl-i Sünnet mezhebi adına üzüntüm fasih ve beliğ Arapçası ile konuşmaya başlayan Muhammed Avvame Hocaefendi’nin davudi sesi ile yerini diriliş muştularına bıraktı . Tam o esnada Pakistanlı Müftü Abdurrauf Hoca ve talebeleri salona girdiler ve salonda farklı bir uhuvvet rüzgarı estirdiler. Allah Resulu’nun müj67 Kasım 2009 sunulması yönünde. Üstad Avvame Hoca’yı dinlerken Türkiye’de alim eksikliğini bir kez daha hissettim. Müzakerelerde elini kuvvetlendirmek için delil arayanlar Üstad Avvame Hoca’nın seminer kayıtlarını temin edip muhakkak dinlemeliler. Arapçaları kafi gelmezse Daru’l Hikme’nin Hocaları yardımcı olacaklardır. “Alim” kelimesinin müzakerelerde üstün gelmek için delil arayan değil, Allah’ın muradını anlamak için delil arayan olduğunun en güzel örneği Üstad Avvame’ydi. delediği gariplerden(3) oldukları hal ve hareketlerinden belliydi. Rahatlıkları, samimiyetleri ve mü’min kardeşliğinin güzel bir timsali olmaları takdire şayandı. Muhammed Avvame Hoca’yı dinlerken iki şeyden hayıflandım. Birincisi konuşmasının çoğunluğunu anlamama rağmen bilmediğim bazı kelimeler olması, diğeri ise not almak için yanımda herhangi bir kağıt olmamasıydı. Avvame Hoca’nın konuşması fetva verme üzerineydi. Bu konuşmanın Rıhle’de yayınlanacağını Ebu Bekir Sifil Hoca müjdeledi ama bendenizin kanaati Arapça aslı Türkçe altyazılı olarak bir cd’de bizlerin istifadesine Kasım 2009 Katılımcıların çoğunun ilim ehli olması nedeniyle soru cevap faslı bizim için tam bir ziyafet oldu. Sorular Üstada arz edilmeden önce kürsüye Ebu Bekir Sifil Hoca da çıktı ve işte o zaman ilmin nasıl kazanıldığını gördüm. Sifil Hoca kürsüye konulan sandalyeye oturdu ve başını Avvame Hoca’ya çevirdi o kadar. Salonda sanki ikisinden başka kimse yok ve Avvame Hoca sadece O’na anlatıyor gibi bir dinleyiş… Sifil Hoca’nın halini nasıl anlatayım ki!.. Başının üzerinde sanki bir kuş var ve o kuşun uçup kaçmasından korkarak nefes almaktan bile imtina eden bir duruşu vardı Sifil Hoca’nın. Muhammed Emin Er Hocaefendi’nin yüz yaşına rağmen hafızasının sağlamlığı ve konuşmasındaki dirayet salondaki herkesi şaşırttı. Tatlı bir şive ile yaptığı konuşmadan bugüne kadar aklımdan çıkmayan bir sorusu var: “Din Nedir?”. Üzerinde düşünülmeye değer bir mesele olarak hâlâ kulaklarımda çınlıyor. Sahi din nedir? Müftü Abdurrauf Hoca’nın Urduca konuşması bizlere kendi coğrafyamızın büyüklüğünü bir kez daha hatırlattı. 68 Misafirler uğurlandıktan sonra Daru’l Hikme’nin kütüphane kısmına geçildi. Manisa’dan gelen kardeşlerimiz Üstad Avvame Hocaefendi’ye Kırkağaç Kavunu hediye ettiler. Elbette alime hediye takdim etmenin de yolunu bulmak zorundasınız. Kardeşler güzel bir yol bulmuşlar : Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi Mısır’da zorunlu gurbette iken o zaman Ezher’de daha talebe olan İSAV Başkanı Prof. Ali Özek Hoca’dan Kırkağaç kavunu istemiş. Dr. Ebu Bekir Sifil Hocamız da kavunları Üstad Avvame’ye arz ederken bu hadiseyi hatırlattı. İşte o an Avvame Hoca’nın yüzünü görmeliydiniz. Muazzam bir tebessüm kapladı çehresini. Şefkatli bir bakış, sıcak bir gülümseme ile nazar etti genç arkadaşlara. Gece boyunca simasını kaplayan ilmi celadet gitti yerine bir babanın evlatlarına bakışındaki şefkat ve letafet geldi. Genç ilim aşıklarının Hocaefendi’ye gösterdikleri muhabbet ayrı bir yazı konusu. Gençlerden cesaret alarak bendeniz de Avvame Hoca’nın elini öpmek için eğildiğimde elini geri çekti. Bunun üzerine fakir cübbesini öpünce Hocaefendi bu sefer tekrar elini geri uzattı. Başımı kaldırdığımda bakışları ile karşılaşınca tüm söyleyeceklerimi unuttum. Öyle bir celadet vardı ki.. Doğrusu alime de celadet yakışıyor. Halbuki iki haftadır söyleyeceklerimin provasını yapıyordum. İrab hatası yaparım diye de hususi olarak yazdım ve ezberledim. Ama o celadetli gözlerin içinde söyleyeceklerimi unuttum ve geri kaçmak zorunda kaldım. Hocaefendi’ye söyleyeceklerimi not aldığım kağıdı dönüşte dilimize çevrilmiş tek eseri olan “İmamların Fıkhi İhtilafında Hadislerin Rolü”(4) isimli eserinin arkasına yapıştırdım. Birilerine bendenizin Hocaefendi’ye bu tavrı ters gelebilir. Ama emin olunuz ki Üstad Avvame daha fazlasını hak ediyor. 1982 Hama katliamından sonra Nusayri zulmünden ötürü hicret etmek zorunda kalan, selef-i sâlihinden bizlere miras bu alimden keşke her ilahiyatta/medresede okuyan talebe istifade edebilseydi. İbni Ebu Şeybe’nin Musannef’ini tahric ve tahkikle 26 cilt olarak bizlere kazandıran bu muhaddisten alacağımız çok şeyler var. Gecenin en güzel sürprizlerinden biriside 28 Şubat’ın hakiki mağdurlarından İmdat Kaya Ho- ca’nın da salonda olmasıydı. Ehl-i Sünnet davasının bu çilekeş yiğidi ile karşılaştığımda eğilip elini öpmek, “hocam sizi Milli Gençlik Vakfı’nda dinlemiştim” demek istedim ama sonra Hoca’nın belki yarasını deşmemek adına mı bilemiyorum, imtina edip yanına gidemedim, sadece uzaktan selamlaştım. Gecenin sonunda Daru’l Hikme’den ayrılırken ilim yolculuğuna henüz Emsile okumakla başlamış bir kardeşin “Gözümü kırpmadan dinledim” tespiti müminlerin anlaşma dilinin kalbi olduğunu vurguluyordu. Hasılı kelâm; Darul Hikme’nin gecesinde bize ait her şey vardı. Farklı coğrafyalardan esen uhuvvet ve ilim rüzgarları kalbimizin pasını silerken, hayalimiz maziye uzandı. Pazar günkü Fatih Ali Emiri Efendi Kültür Merkezi’ndeki toplantıya biraz geç katıldık. Trafikten çok Edirnekapı Sakızağacı Şehitliğindeki ziyaretler bizi geciktirdi. Kültür Merkezine ulaştığımızda salon hınca hınç doluydu ve mecburen ayakta dinledik. Ne anladın deseniz inanın şimdi vallahi satırlara dökemiyorum. Ancak tek hatırladığım kalbimin itminan olduğuydu. Konferansın sonunda Burhan Dergimizin Genel Yayın Yönetmeni ve grafikeri ile karşılaşmak bizi daha da mutlu etti. Hasta haliyle seminer için o kadar yolu kat eden Hocamıza "helal olsun” dedim. Izdırabı ve sancısı yüzünden belli olsa da Necip Fazıl’a nazire yaptım. Hani Üstad bu dava öksüz diyordu ya... Üstad rahat uyusun. Dava öksüz falan değil. Hasta haliyle ilim meclislerini kaçırmayan hocalar oldukça emin olun bu dava yere düşmez. Son dönemde yaptığı çalışmalar ile adından söz ettiren Daru’l Hikme’deki hocalara hem gıbta ettim hem bol bol dua ettim hem de minnettar kaldım. Allah ilimlerini, takvalarını ve yakînlerini artırsın. Kendilerinden daha böyle nice toplantılar ve –elbette ki davet edilmeyi- bekliyoruz. Onların da bizlere böyle cemiyetler tertip etmelerinin ilmi bir mecburiyet ve imani bir mesuliyet olduğunu düşünüyorum. Ehl-i Sünnet eksenli bir ruha sahip olduklarına göre, İstanbul’u Dersaadet zamanındaki ilmî canlılığa ve manevi atmosfere büründürmek için gecelerini gündüze katarak gayret sarf etmeliler. ............................................................................................... 1) Buhari, İlim, 34, 2) Ben Osmanlıyım, 3) “Şüphesiz ki, İslam garip olarak başladı ve bir gün yine garip hale dönecektir. Ne mutlu o gariplere!“(Tirmizi, İman: 13), 4) Eseri Kayıhan Yayınlarından temin edebilirsiniz. 69 Kasım 2009 BURHAN ÇOCUK Musa KARACA mkaraca_rehber@hotmail.com AHDE VEFA Ahde vefa, verdiği sözde durmak, yaptığı anlaşmaya sadık kalmaktır. Peygamberimiz verdiği sözde duran, yaptığı anlaşmaya bağlı kalan en büyük örnektir. Bu hususta dostunu da, düşmanını da ayırt etmemiştir. Dostuna verdiği bir sözde durup, onu yerine getirdiği gibi, düşmanlarıyla yaptığı anlaşmaya da sadık kalmış, her ne pahasına olursa olsun, aykırı hareket etmemiştir. Peygamberliğinden önce ticarî hususta bir dostuna verdiği sözü tutmak için üç gün beklediği meşhurdur. O adam unutup gelmediği halde, "Nasıl olsa artık gelmez" diyerek çekip gitmemiştir. Verdiği sözde durmanın en müstesna örneğini vermiştir. “Ahde vefa imandandır." buyurarak ahde vefanın önemini belirtmiştir. Ahde vefasından dolayı herkes ona “emin (güvenilir)” diyorlardı. Bizde öncelikle Allah’ın (c.c): "Ben sizin rabbiniz değil miyim?" sorusuna "evet” diye verdiğimiz ahde vefa göstermeliyiz. Bu ahdin gereği olarak ibadetlerimizi eksiksiz yerine getirmeli, ahlakımızı güzelleştirmeli, elinden dilinden zarar gelmeyen bir Müslüman olmalıyız. Sonra insanlara verdiğimiz sözlere aynı hassasiyeti göstermeliyiz. Unutmayınız ki Allah (c.c) ve Hz. Peygamber efendimiz ahde vefalı olanları sever. BİLMECE BİLDİRMECE 1. Ateş olmayan yerde ne olmaz? 5.Surat asılır 4.Kitap yaprakları 2. Hangi top zıplamaz? 3.Karanfil 3. En güzel kokan fil hangisidir? 2.Kartopu 5. İpsiz ve mandalsız ne asılır? 1.İtfaiye 4. Hangi yapraklar sonbaharda dökülmez? Cevaplar: FIKRA Hoca derste sorar : - Arkadaşlar balıklar neden konuşmazlar. Bu soruyu kimse cevaplayamaz. Ali kalkar ve soruya cevap verir : - Hocam sizin başınızı suda olsa konuşabilir misiniz? Kasım 2009 70 Birinci sınıf öğretmeni öğrencilerden birine sordu: - Bu harfin adı ne? Üzülerek karşılık verdi çocuk : - Harfi tanıyorum ama, adı bir türlü aklıma gelmiyor. VERİMLİ DERS ÇALIŞMA YÖNTEMLERİ Arkadaşlar okullar açılalı bir ay oldu bu sayımızda başarı üzerinde durmak istiyorum. Başarının yolu çalışmaktan geçer. Ama çok çalışmaktan değil verimli çalışmaktan geçer. Anlayacağınız başarılı olmak için çok çalışmak değil verimli çalışmak gerekir. Bu nedenle aşağıya çıkarılan yöntemler ışığı altında, kendi çalışma metotlarınızı gözden geçirerek, ders çalışma konusunda hangi alışkanlıklarınızın olduğunu hangilerinin olmadığını belirleyiniz. ÇALIŞMANIN PLANLANMASI Etkili öğrenme, her işte olduğu gibi öğrenilecek olanların planlanmasıyla başlar. Planlı çalışma başarının artırılmasında en önde gelen koşuldur. Çünkü çalışmada plansızlık; dikkatsizliğe, yorgunluğa, bitkinliğe ve dalgınlığa neden olur. Çalışma konularınızı belli sürelere bağlayınız; ne zaman, nasıl çalışacağını önceden belirleyiniz. Birçok çalışma konusu ile aynı anda karşılaşınca, hangi işten başlayacağını bilemez, çalışmalarınızı planlayamazsanız hem zaman kaybeder hem de çalışma alışkanlığınızı kaybedersiniz. Öyleyse hemen günlük ders çalışma programı oluşturmalısınız. Okuldan geliş saatleriniz, yemek saatleriniz ve dinlenme zamanınızı içeren bir program oluşturmalısınız. Planlı Çalışmanın Faydaları 1) Her işe daha rahat zaman ayırmanızı ve yapmak istediğiniz şeyleri daha huzurlu yapmanızı sağlar. 2) Hangi dersi çalışacağınıza karar verememekten dolayı zaman kaybetmenizi, bir dersi bırakıp diğerine geçmenizi önler. 3) Her derse yeterince zaman ayırmanın ve çalışmanın verdiği bir güven sağlar. 4) Günü gününe çalışma nedeniyle, sınav öncesi çalışma süresini kısaltır, sınav paniğini önler ve çalışma verimini yükseltir. 5) Öğrenilecek konunun kısa bir zamana sıkıştırılması yerine, uzun zamana yayılarak daha kalıcı ve etkili olmasını sağlar. 6) Anne-Babanız ile aranızda ders çalışma konusunda çıkabilecek anlaşmazlıkları önler. 7) Bilinçli bir plan yapmanız, derslere daha verimli çalışmanızı sağlar. ÇALIŞMA ORTAMININ DÜZENLENMESİ Yapılan planlara uymada çalışma yerinin büyük bir önemi vardır. 1) Her şeyden önce ders çalışacak bir yeriniz olması gerekir. Bu yer bir oda olmasa bile, odanın köşesinde belli bir masa da olabilir. 2) Çalışma yeriniz yalın, elden geldiğince sabit ve sakin bir yer olmalıdır. 3) Duvarla asılı poster, afiş, resim gibi araçlar kafanızı dersten kaldırdığınız anda dikkatinizi dağıtacağından çalışma odasında olmamalı. 4) Çalışma yerinin ışık, ısı ve fiziksel sorunları çözümlenmiş olmalıdır. 5) Çalışma sırasında gereken araç ve gereçleri çok önceden çalışma masasında bulundurulmalı. 6) Çalışma odası sık sık havalandırılmalı, düzenli ve temiz olmalıdır. 71 Kasım 2009 OLMADAN Vâsıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûr olmadan Kenz açılmaz şol gönülde tâ ki pürnûr olmadan Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hakk Pâdişâh konmaz saraya, hâne mamûr olmadan Hakk cemalin Kâbe'sini kıldı âşıklar tavaf Yerde Kâbe, gökyüzünde Beyt-i mamûr olmadan Mest olanların kelâmı kendiden gelmez veli Ya niçin söyler Ene’l-Hak, kişi Mansûr olmadan? Mest olup meydane geldim ta ezelden ta ebed İçmişem aşkın şarabın âb-ı engûr olmadan "Mûtû kable en temûtû"* sırrına mazhar olan Haşr-ü neşri bunda gördü nefha-i sûr olmadan Âşıkın çok derdi amma sırrın izhâr eylemez Söylemesi terk-i edeb çünki destûr olmadan Bir acaîb derde düşmüş tutuşur Şemsî müdâm Hakk'a makbûl olmak ister, halka menfûr olmadan Şemseddin Sivasi Kasım 2009 72