Mayıs 2016 ///// HAKİMİYET MİLLETİNDİR 36 Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan TPB Parlamento’ya özel röportaj...18 Gençlik ve Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç: Gençlerimiz geleceğe emin adımlarla koşuyor...28 EXPO 2016 Antalya...60 Antik dünyanın din, kültür, sağlık merkezi: Bergama...50 ISSN 2147-6616 9 772147 661000 36 Mayıs 2016 Sayı: 36 Fiyatı: 20 TL/Kurum ve kuruluşlar için: 30 TL Yerel süreli yayın ISSN 2147-6616 Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti. adına TPB Parlamento Dergisi Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü Eren Safi Yayın Koordinatörü Erbay Kücet Editör Songül Baş Yazı İşleri Çağla Taşkın Enver Uygun Evren Özesen Gökçe Doru İrem Coşkunseven Nehir Öztürk Nil Özben Orhan Gülenay Pınar Çavuşoğlu Zeynep Yiğit Katkıda Bulunanlar Dr. Ahmet Tetik Hakan Arslanbenzer Dr. Polat Safi Tasarım Evrim Uluçay Sinan Günçiner Genel Koordinatör İsmail Demir TÜRK PARLAMENTERLER BİRLİĞİ GENEL BAŞKAN Nevzat PAKDİL 22, 23, 24. Dönem Kahramanmaraş Milletvekili YAYIN KURULU Yahya AKMAN 21, 22, 23, 24. Dönem Şanlıurfa Milletvekili Cahit BAĞCI 23, 24, 25. Dönem Çorum Milletvekili Kadir Ramazan COŞKUN Genel Sekreter 19. Dönem İstanbul Milletvekili İlknur İNCEÖZ Aksaray Milletvekili Alpaslan KAVAKLIOĞLU Niğde Milletvekili Ömer Faruk ÖZ Genel Sayman 23. ve 24. Dönem Malatya Milletvekili Ramazan Kerim ÖZKAN 22, 23, 24. Dönem Burdur Milletvekili Yayımlanan yazıların hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir. Makul alıntılar dışında izinsiz iktibas yapılamaz. YAPIM Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti. Uğur Mumcu Cad. 89/8 Çankaya/ANKARA T: 0312 446 15 72 F: 0312 446 15 82 www.buyukharf.com.tr BASKI Özel Matbaası Basım Yeri: Matbaacılar Sanayi Sitesi 1514. Sokak No: 6 İvedik/Ostim/ANKARA T: 0312 395 06 08 Basım Tarihi: 02.05.2016 MAYIS 2016 İÇİNDEKİLER 18 CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN ILE RÖPORTAJ 28 Gençlerimiz geleceğe Gençlik ve Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç: emin adımlarla koşuyor 40 Siyasette erdemli, ahlaklı İsmet Sezgin: ve dürüst olmak, “Boğaz dokuz boğumdur” sözünü unutmamak gerekir MAYIS 1919 24 19“YA ISTIKLAL YA ÖLÜM” 56 Siyaset her zaman “Önce Mehmet Yazar: vatan” diyerek yapılmalı, şahsi meseleler ikinci planda tutulmalıdır 44 ÇOK PARTİLİ DEMOKRASİYE İLK DARBE: 27 MAYIS 1960 60 EXPO 2016 ANTALYA 84 AK PARTI GENEL BAŞKAN YARDIMCISI VE ISTANBUL MILLETVEKILI MUSTAFA ATAŞ ILE FOTOĞRAF ÜZERINE SÖYLEŞI 4 BAŞKAN’IN MESAJI 5 BIRLIK’TEN 6 HABERLER 14 DÜNYADAN 31 TÜRKIYE BÜYÜK MILLET MECLISI’NDE NISAN 2016’DA KABUL EDILEN YASALAR 64 ANNELER GÜNÜ 72 DR. ŞÜKRÜ M. ELEKDAĞ’IN MAKALESI 76 TARIH SAHNESI - ENGELLILER HAFTASI 80 VAKIF HAFTASI 88 ERBAY KÜCET: KIŞISEL GELIŞMEYELIM 90 KITAP 92 MÜZIK 93 FILM 94 AK PARTI SINOP MILLETVEKILI NAZIM MAVIŞ ILE SOSYAL MEDYA SÖYLEŞISI 95 SOSYAL MEDYA GÜNLÜKLERI 96 UNUTMAYACAĞIZ PARÇALI TEK DEVLET 32 ÇOK ISPANYA DÜNYANIN 50 ANTIK DIN, KÜLTÜR, SAĞLIK MERKEZI BERGAMA SIĞMAYAN BİR DEHA 66 ASIRLARA MİMARBAŞI KOCA SİNAN BAŞKAN’IN MESAJI MİLLÎ DİRİLİŞ VE GENÇLİK COŞKUSU M illetlerin hayatındaki büyük değişimler bir anda gerçekleşmez. Belli olaylarla başlangıçları tespit edilebilse de, o olayları hazırlayan ve genellikle geniş bir zaman dilimine yayılan bir arka plan bulunur. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılması ile Cumhuriyet’in ilanı da birtakım tarihî gelişmelerin sonucudur. Osmanlı Devleti’nin yaklaşık üç asırdır süren gerileme dönemi, dünyanın o güne kadar gördüğü en büyük felaket olan I. Dünya Savaşı’na katılmasıyla çöküş sürecine geçer. Çanakkale ve Kut’ül-Amâre’de Türk ordusunun kazandığı büyük askerî başarılar da Osmanlı’nın savaştan galip ayrılmasına yetmez. Ateşkesin ardından Osmanlı toprakları İtilaf Devletleri arasında paylaşılır. Savaşın sona erdiği 1918 yılından itibaren Anadolu ve Orta Doğu’da yeni haritalar çizilmek istenir. Bin yıldır bu toprakları vatan edinmiş ecdadımızın işgallere sessiz kalması elbette beklenemezdi. Yurdun doğusunda batısında mahalli direnişler başladı. Ancak yoksul ve yorgun milletin teşkilatlanmaya, düşmanı kovacak motivasyona ihtiyacı vardı. İşte bu günlerde, “Anafartalar Kahramanı” olarak tanınan Mustafa Kemal Paşa, 9. Ordu Müfettişliği göreviyle İstanbul’dan bindiği Bandırma Vapuru’yla Samsun’a ayak bastı. Takvimler 19 Mayıs 1919’u gösterirken Türk milletinin, kendisine biçilen esaret rolünü oynamayacağı belli oldu. İngiliz denetimindeki başkentten resmî görevle Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki millî güçler, kısa süre içinde bağımsızlık ateşini tüm halka yayacak, vatan toprağını işgalcilerden kurtararak köklü miras üzerine yepyeni bir devlet inşa edecekti. Millî Kurtuluş Savaşımızın Erzurum, Sivas, Alaşehir gibi kongrelerde, halkın temsilcilerinin katılımıyla alınan kararla başlayıp TBMM idaresinde devam etmesi dünya tarihi açısından ibret vesilesidir. Milletin kaderi savaş şartlarında bile millet iradesine bırakılmıştır. Geçtiğimiz ay 96. yaşını kutladığımız Gazi Meclis’in iradesiyle Anadolu yeniden bu necip milletin vatanı olmuştur. Felaket günlerinde dahi millî iradenin önemine inanan bir anlayışla kurulan Cumhuriyetimiz ne yazık ki çok geçmeden kendisini milletin üstünde gören güçlerin hedefine yerleşir. 14 Mayıs 1950 tarihinde gerçekleştirilen seçimlerde “Yeter! Söz milletindir!” şiarıyla iktidara gelen Demokrat Parti, ilk günden itibaren sandık dışı etkilerle hükümetten düşürülmek istenir. Sonuç olarak 10 yıl sonra 27 Mayıs 1960 günü sokaklarda yürüyen tanklar, patlayan silahlarla millet iradesi iktidardan devrilir. Cumhuriyet tarihinin bu ilk askerî darbesi ne yazık ki daha sonrakiler için de emsal teşkil edecek, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997’de silahlı kuvvetler sivil yönetimlerin görev yapmasını engelleyecektir. 27 Mayıs darbesi, bugün hâlâ izlerini silemediğimiz acılara sebep olmuştur. Hukuk dışı yöntemlerle yargılanan isimlerden Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edilmiş, onlarca Demokrat Partili ağır cezalara çarptırılmıştır. Milletimiz için bir travma niteliğindeki bu durum askerlerin yönetimden çekilmesi ve seçimlerle birlikte kısa sürede aşılmıştır. Sivil siyaset, milletin desteğiyle yeniden hak ettiği iktidara kavuşmuştur. Ancak vesayetçilerin gölgesinin siyasetten silinmesi kolay olmamıştır. Bugün itibarıyla da vesayet sisteminin bir daha geri gelmemek üzere kaldırılması mücadelesi sürmektedir. Bu mücadelenin başarıyla neticeleneceğine canıgönülden inanıyorum. İçinde bulunduğumuz Mayıs ayı, hem bir millî diriliş hareketinin hem de millet iradesine kelepçe vurulmasının yıldönümlerini barındırıyor. Şüphesiz, bu tablodan çıkaracak çok ders var. Bu düşüncelerle 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nı kutlarken 27 Mayıs gibi felaketlerin bir daha yaşanmamasını temenni ederim. 4 Nevzat Pakdil Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı 22, 23, 24. Dönem Kahramanmaraş Milletvekili 96. YAŞINI KUTLADIĞIMIZ GAZI MECLIS’IN IRADESIYLE ANADOLU YENIDEN BU NECIP MILLETIN VATANI OLMUŞTUR. BİRLİK’TEN TÜRK PARLAMENTERLER BİRLİĞİ GENEL BAŞKANI NEVZAT PAKDİL’DEN NEZAKET ZİYARETLERİ TÜRK Parlamenterler Birliği Genel Başkanı ve 22, 23, 24. Dönem Kahramanmaraş Milletvekili Nevzat Pakdil, geçtiğimiz ay çeşitli nezaket ziyaretleri gerçekleştirdi. Millî Eğitim Bakan Yardımcısı ve Türk Parlamenterler Birliği Yönetim Kurulu Üyesi Orhan Erdem, Gümrük ve Ticaret Bakan Yardımcısı Fatih Çiftci, Aile ve Sosyal Politikalar Bakan Yardımcısı Mehmet Ersoy, Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Hüseyin Yayman ile bir araya gelen Nevzat Pakdil, ziyaret sırasında hem bakanlıkların çalışmalarıyla ilgili bilgi aldı hem de ülke gündemindeki çeşitli konular hakkında görüş alışverişinde bulundu. Nevzat Pakdil, geçtiğimiz ay İller Bankası Yönetim Kurulu Başkanlığı’na atanan Feramuz Üstün’e de “hayırlı olsun” ziyareti gerçekleştirdi. Pakdil, 24. Dönem’de Gümüşhane Milletvekili olarak Meclis’te yer alan Üstün’e yeni görevinde başarı diledi. Feramuz Üstün ise Nevzat Pakdil’in ziyaretinden duyduğu memnuniyeti dile getirdi. ANKARA’DA “TURİZM” BULUŞMASI İLLERIMIZIN tarihî ve kültürel zenginlikleri ile turizm potansiyelleri 21-24 Nisan günleri arasında Ankara’da düzenlenen fuarda tanıtıldı. ATO Congresium Kongre ve Sergi Sarayı’nda gerçekleştirilen turizm fuarının ziyaretçileri arasında Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı ve 22, 23, 24. Dönem Kahramanmaraş Milletvekili Nevzat Pakdil de yer aldı. Pakdil, başta Kahramanmaraş olmak üzere fuara katılan illerin stantlarını dolaşarak yetkililerle sohbet etti. Ülkemizin eşsiz tarihî ve kültürel değerlerinin yanı sıra doğal güzelliklerini görmek üzere her yıl dünyanın dört bir yanından milyonlarca turistin geldiğini ifade eden Pakdil, bu tür organizasyonların illerimizin turizm potansiyellerinin tanıtılmasına büyük katkı sağladığını söyledi. “TravelExpo Ankara” fuarında yer alan iller, el sanatı ürünlerinden yöresel lezzetlerine, tarihî yapılarından turizm çeşitlerine kadar farklı yönleriyle kendilerini tanıtma imkanı buldu. 5 HABERLER TBMM’NİN 96. YILINA COŞKULU KUTLAMA TÜRKIYE Büyük Millet Meclisi’nin açılışının 96’ncı yıldönümü ile “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” TBMM’de çeşitli törenlerle kutlandı. Genel Kurul ise 23 Nisan’da özel gündemle toplandı. Meclis’teki ilk tören Atatürk Anıtı önünde düzenlendi. TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın anıta kırmızı-beyaz karanfillerden oluşan ve üzerinde “TBMM Başkanı” yazılı bir çelenk bırakmasının ardından saygı duruşu yapıldı ve İstiklal Marşı okundu. Daha sonra Anıtkabir ziyareti gerçekleştirildi. TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın yanı sıra Başbakan Ahmet Davutoğlu, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Başbakan Yardımcıları Lütfi Elvan ve Mehmet Şimşek, bazı bakanlar, TBMM Başkanlık Divanı üyeleri ve milletvekillerinin yer aldığı heyet Aslanlı Yol’dan yürüyerek Atatürk’ün mozolesine geldi. İsmail Kahraman’ın mozoleye çelenk bırakmasının ardından saygı duruşunda bulunuldu ve İstiklal Marşı okundu. Ziyaret sırasında Kahraman, Anıtkabir Özel Defteri’ne “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 26. Dönemi’nin Başkanı ve Üyeleri olarak hedefimiz, milletimizin hürriyetini, devletimizin bağımsızlığını koruyup muasır medeniyetler seviyesinin ötesine geçmektir” diye yazdı. Anıtkabir ziyaretinin ardından Birinci Meclis’te tören düzenlendi. Törene TBMM Başkanı İsmail Kahraman, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar, Başbakan 6 Yardımcısı Lütfi Elvan, İçişleri Bakanı Efkan Ala, Millî Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, kuvvet komutanları ve milletvekilleri katıldı. İsmail Kahraman törende yaptığı konuşmada 96 yıl önce toprakları işgal edilmekte olan bir milletin, istiklalini azim ve kararlılıkla elde edebileceğini tüm dünyaya gösterdiğini söyledi. Kahraman, “Bizi millet yapan değerlerimize sahip çıktığımızda 23 Nisan 1920 günü Ankara’da Hacı Bayram Veli Camii’nde kılınan cuma namazının ardından dualarla açılışı yapılmış bulunan Birinci Meclis’in ruhuna da sahip çıkmış oluruz” dedi. Birinci Meclis’teki tören seğmenlerin gösterileriyle renklendi. İsmail Kahraman, Birinci Meclis’in ardından TBMM Tören Salonu’na geçerek kutlamaları kabul etti. Genel Kurul özel gündemle toplandı TBMM Genel Kurulu, Meclis’in açılışının 96’ncı yıldönümü ile “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” dolayısıyla özel gündemle toplandı. TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın yönettiği birleşimi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da izledi. İsmail Kahraman, özel birleşimde yaptığı konuşmada, milletin hür ve bağımsız iradesinin en güçlü ve etkili bir şekilde temsil edildiği Meclis’in kuruluşunun 96’ncı yılını idrak etmenin bahtiyarlığına ulaşmış bulunduklarını söyledi. Mustafa Kemal Atatürk’ün 23 Nisan’ı bayram olarak çocuklara armağan ettiğini hatırlatan Kahraman, “Çocuklarımız geleceğimizdir. TBMM olarak, çocuk ve gençlerimizin sağlıklı gelişimini temin edecek kararları almak başta gelen görevlerimizdendir. Onlara yapılan her yatırım, daha güçlü ve müreffeh bir Türkiye için yapılan yatırımdır” dedi. Başbakan Ahmet Davutoğlu, Genel Kurul’da yaptığı konuşmada “Bizi birleştiren, zorluklara karşı güçlü kılan, geleceğe ümitle bakan ortak tarihî hikayemizi hiç unutmayalım” çağrısında bulundu. Bu milletin kaderinin bir olduğuna işaret eden Davutoğlu, “Ya hep beraber var olacağız ya hep beraber öleceğiz. Kim bu milletin bir parçasını diğerinden ayırt ederse Gazi Meclis’e en büyük ihaneti yapmış olur” dedi. Gazi Meclis’in 96’ncı yılının milletimize, mazlum milletlere ve bütün insanlığa hayırlı olmasını temenni eden Davutoğlu, çocukların bayramını da kutladı. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, TBMM’nin “Gazi” unvanına sahip tek parlamento, Cumhuriyet’in ise tüm dünyaya bir bayram hediye edecek kadar ufku geniş, ulusal egemenliği baş tacı edecek kadar halkına güvenen ve saygı duyulan devrimci kadroların ve ruhun eseri olduğunu söyledi. Ulusal egemenliğin çoğulcu bir rejim, temsilde adalet ve hukukun üstünlüğü meselesi olduğunu ifade eden Kılıçdaroğlu, sözlerini şöyle sürdürdü: “Çoğunluğun güçlü, güçlünün de haklı olduğu, yasaların, yurttaşların baskı, korku, yasak, kin, yoksulluk ve istikrarsızlık tehditleriyle yönlendirildiği bir sistem, çoğulcu bir sistem değildir. ‘Sandıktan çıktım ne istersem yaparım’ anlayışı, ulusal egemenlik kavramıyla bağdaşmaz. Çünkü ulusal egemenlik, sandıktan çıkan oy sayısına bağlı bir kavram değildir. Egemenlik, en son ferdine kadar bütün ulusundur, kayıtsız şartsız milletindir. Hiçbir güç, kaynağını nereden aldığını iddia ederse etsin, milletin üzerinde vesayet kuramaz; kurmaya çalıştığı vesayetin kaynağı olarak da bizzat milletin kendisini gösteremez. Böyle bir yönetim tarzı, demokrasi ve cumhuriyet ilkeleriyle de bağdaşmıyor.” HDP Grup Başkanvekili Çağlar Demirel, 23 Nisan 1920’de çoğulcu bir anlayışla kurulan TBMM’nin 96 yılı geride bıraktığını belirterek, “Her şeyden evvel bugün çocuklara armağan edilen böyle bir günü sevinçle ve umutla karşılayamamanın burukluğu içerisindeyiz” dedi. 1982 Anayasası yürürlükte olduğu sürece siyaset kurumunun halkla arasındaki bağların kopmuş vaziyette kalacağını ifade eden Demirel, “çözüm süreci” boyunca parti olarak demokratik bir siyasetin yerleşmesi için çaba harcadıklarını söyledi. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise konuşmasında “23 Nisan 1920’de küllerimizden yeniden doğduk. Bu toprakları vatan yaptık, namus bildik. Gemileri yaktık, gidecek, yerleşecek, sığınacak başka bir vatan olmadığını kanımızla, canımızla teyit ve tescil ettik” dedi. 23 Nisan 1920’de tarihin akışının değiştiğini, Türk milletinin muazzam bir doğruluşla iradesine sahip çıktığını ifade eden Bahçeli şunları söyledi: “İlk Meclis’in temsilcileri sinesinden çıkıp geldikleri büyük millet varlığına her zaman güvendiler, her daim inandılar. Biliyorlardı ki millî mücadele ancak millete dayanırsa başarılı olabilirdi. Yedi düvele karşı gösterilen güçlü mukavemet ancak milletle bütünleşirse, ilhamını milletten alırsa meşru ve ebedi kalabilirdi. Bu yüzden İlk Meclis Türk milletinin umut nişanesi, var olma beyannamesidir.” 7 13. İSLAM ZİRVESİ TOPLANTISI İSTANBUL’DA YAPILDI İSLAM İşbirliği Teşkilatı (İİT) 13. İslam Zirvesi Toplantısı, 10-15 Nisan günleri arasında İstanbul’da gerçekleştirildi. İİT üyesi 56 ülkenin temsilcilerinin katıldığı toplantıda yayımlanan İstanbul Deklarasyonu’nda terörle mücadelede kararlı olunduğu vurgulandı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 13. İslam Zirvesi Toplantısı’nın İstanbul Kongre Merkezi’ndeki açılışında yaptığı konuşmada, “Müslümanlar olarak üstesinden gelmemiz gereken sorunların başında mezhepçilik fitnesi geliyor, ırkçılık fitnesi geliyor. Her zaman ifade ettiğim gibi, benim dinim Sünnilik de değildir, Şiilik de değildir, benim dinim İslam’dır. Ben tıpkı 1 milyar 700 milyon kardeşim gibi sadece ve sadece bir Müslümanım. Diğer tüm farklılıklar bu inancımın, bu sıfatımın gerisindedir” dedi. İslam dininin barış dini olduğunu ifade eden Erdoğan, “Sözüm ona İslam adına, Müslümanlık adına her gün mazlumlara saldıran, onların canlarına kasteden, mallarını yağmalayan terör örgütleri asla bu mukaddes dinin temsilcisi olamaz” diye konuştu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, toplantının temasını oluşturan “adalet” ve “barış” kavramlarının içini doldurmakta acele edilmesi gerektiğini vurgulayarak, “Çünkü dünyanın dört bir yanından mağdurların, mazlumların çığlıkları yükseliyor. Maktullerin yürek parçalayan görüntüleri geliyor. Maalesef bu çığlıkların ve görün- 8 HABERLER tülerin kahir ekseriyeti Müslümanlara aittir. İslam dünyasının şu an yüzünü İstanbul’a, bu zirveye dönerek, buradan çıkacak güzel haberlere kulak verdiğini görüyorum, buna inanıyorum” değerlendirmesinde bulundu. Konuşmasında “Bölücü değil birleştirici olmalıyız” çağrısı yapan Erdoğan, sözlerini şöyle sürdürdü: “Bizler Müslüman olarak, İslam ülkeleri olarak ne kadar birbirimize düşersek, umudunu bizlere bağlamış olan masumlar o kadar çok sıkıntıya maruz kalacaklardır. Böyle bir vebali üstlenemeyiz. Bunun için bölücü değil birleştirici olmalıyız. İhtilafları değil ittifakları, husumeti değil muhabbeti güçlendirmeliyiz. Çünkü yaşanan çatışmalardan, çekişmelerden, düşmanlıklardan zarar gören sadece Müslümanlardır, sadece İslam ülkeleridir.” Cumhurbaşkanı Erdoğan, İslam dünyasının en büyük meseleleri arasında terör ve şiddet sorununun yer aldığını söyledi. “İİT üyesi ülkeler arasında teröre ve diğer suçlara karşı işbirliğini güçlendirecek ve kurumsallaştıracak bir yapı oluşturulması isabetli olacaktır. Bu anlayışla Türkiye olarak getirdiğimiz İstanbul merkezli bir İİT Polis İşbirliği ve Koordinasyon Merkezi kurulması önerisi kabul gördü. Bu hususta verdiğiniz destek için teşekkür ediyorum” diye konuşan Erdoğan, uluslararası topluma da terör örgütlerine yaklaşımlarını gözden geçirmeleri çağrısında bulundu. “Kardeşliği sadece sözde bırakmamalıyız” Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İslam ülkelerinin öncelikle güvenlik, adalet ve kalkınma konularına önem vermesi gerektiğinin altını çizerek, “Adaletten umudunu kesen insanların, terör örgütlerinin istismarına açık hale gelmesi kaçınılmazdır. Çünkü her şeyin başı ve sonu adalettir. Kardeşliği sadece sözde bırakmamalıyız. Teknik, ticari, ekonomik, kültürel, sosyal tüm boyutlarıyla gerçek anlamda hayata geçirmeliyiz. Tüm İİT ülkeleri bu dayanışmayı en güzel şekilde ortaya koymalıdır” görüşünü dile getirdi. Erdoğan konuşmasında İstanbul’da düzenli aralıklarla toplanacak bir Kadın Konferansı oluşturulmasını da teklif etti. İkili görüşmelerin ve çeşitli oturumların gerçekleştirildiği 13. İslam Zirvesi Toplantısı’nda Başbakan Ahmet Davutoğlu katılımcılar onuruna öğle yemeği verdi. Davutoğlu, burada yaptığı konuşmada İslam medeniyetinin bugünkü temsilcileri olarak dünyaya barış ve adalet mesajı vermek üzere İstanbul’da bir araya geldiklerini ifade etti. Dünyada İslam diniyle ilgili oluşturulmaya çalışılan olumsuz algıya karşı ortak bir tavırda buluşulması gerektiğini kaydeden Davutoğlu, “Teröre ve İslam’ı terörle aynileştirmeye, özdeşleştirmeye çalışan tavırlara karşı ortak bir duruş sergilemeliyiz. İslam terörü lanetler” dedi. Başbakan Davutoğlu, değişik ülkelerde yaşayan Müslüman azınlıkların hak ve hukuklarının korunması yönünde barışçıl teşebbüslerin artırılması gerektiğini belirterek, “Hem işgal altındaki Filistin, Karabağ, Kırım gibi toprakların kurtarılması hem de sahipsiz gibi görünen Müslüman azınlıkların meselelerine sahip çıkılması, İİT’nin uluslararası etkinliğini gösterecek önemli göstergelerden biridir” değerlendirmesinde bulundu. Konuşmasında İslam İşbirliği Teşkilatı üyelerinin ekonomik ilişkilerinin istenen düzeyde olmadığına da işaret eden Davutoğlu, “Üyelerin kendi aralarında geliştirecekleri ekonomik işbirliğinin barışa da büyük katkı getireceğine inanıyoruz” dedi. İstanbul Deklarasyonu yayımlandı 13. İslam Zirvesi Toplantısı’nın son gününde İstanbul Deklarasyonu yayımlanarak üye ülkelere yönelik terör tehdidine dikkat çekildi. Terörle mücadelede kararlılık vurgusu yapılan deklarasyonda, Batı ülkelerinde yükselen yabancı düşmanlığı, İslamofobi ve Müslüman karşıtı ırkçılık hareketlerinin artmasından endişe edildiği belirtildi. İstanbul Deklarasyonu’nda ülkelerindeki çatışmalar nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kalan milyonlarca Suriyeli mültecinin çektiği katlanılması mümkün olmayan acıdan endişe duyulduğu da ifade edildi. Türkiye’nin dönem başkanlığını devraldığı İslam İşbirliği Teşkilatı 13. İslam Zirvesi Toplantısı, “Adalet ve Barış İçin Birlik ve Dayanışma” temasıyla gerçekleştirildi. İlgiyle takip edilen toplantının ilk gününde çekilen aile fotoğrafında yer alan tek kadın Surinam Dışişleri Bakanı Niermala Badrising oldu. 9 BAŞBAKAN DAVUTOĞLU, KÜLTÜREL KALKINMA EYLEM PLANI’NI AÇIKLADI BAŞBAKAN Ahmet Davutoğlu, siyasetçiler ve sanatçıların katılımıyla Ankara Palas’ta düzenlenen toplantıda Kültürel Kalkınma Eylem Planı’nı kamuoyuyla paylaştı. Plan, 8 ana başlık altında 32 eylem içeriyor. Davutoğlu, Kültürel Kalkınma Eylem Planı’nın birinci başlığında “Şehrin Tarihî Dokusunun İhyası”nın yer aldığını belirterek bu çerçevede kadim şehirlerin tarihî bölgelerini bütüncül bir yaklaşımla ele alarak eski kent dokusunu koruyacak çalışmalar gerçekleştirileceğini söyledi. İkinci başlığın “Kültür Alanlarının Canlandırılması” olduğunu ifade eden Davutoğlu, “Bu başlık altında yapacağımız çalışmalar kapsamında başkent Ankara’da uluslararası simge olacak büyüklükte ve içerikte Anadolu Kültür Merkezi’ni inşa edeceğiz. Aynı şekilde tarihî başkentimiz İstanbul’da yine uluslararası simge olacak büyüklükte ve içerikte İstanbul Kültür Merkezi’ni inşa edeceğiz. Müzeciliğin teşviki için gerekli düzenlemeleri hayata geçireceğiz. 2016 yılında inşallah 18 yeni müze açacağız” diye konuştu. Sanat Dallarının Desteklenmesi”, “Şehir Kütüphanesi”, “Şehir ve Kültür” projeleri ile ilgili bilgi aktaran Davutoğlu, şunları söyledi: “Yaşayan Kütüphaneler kapsamında mevcut kütüphaneleri zenginleştireceğiz. Kültürel mirasımızın gelecek nesillere aktarılması için bir Dijital Kültür Arşivi oluşturacağız. Müze ve kütüphane girişlerine kolaylık sağlayacak KÜLTÜRKART projesini hayata geçireceğiz. E-Kütüphane projesi ile telif hakkı taşımayan Türk ve yabancı klasik eserlerin seslendirilerek yayımlanmasını sağlayacağız. Ayrıca kültürel hayatın zenginleştirilmesine yönelik olarak 81 ilimizde tiyatro ve diğer sahne sanatlarıyla ilgili projelere destek vereceğiz. Tiyatro sahnesi olmayan illerimizin her birine en az bir tiyatro sahnesi kazandıracağız. Özel tiyatrolarımıza da bir müjde vermek istiyorum; 2015 yılında özel tiyatrolara 4 milyon 500 bin Türk Lirası destek vermiştik, bu yıl bunu yüzde 100 artırarak 9 milyon Türk Lirası’na çıkaracağız. 30 büyükşehirde bir milyon kitap kapasiteli kütüphaneler oluşturacağız.” Her ile en az bir tiyatro sahnesi Başbakan Ahmet Davutoğlu, Kültürel Kalkınma Eylem Planı’nın dördüncü başlığının “Anadolu Medeniyet İzlerinin Günyüzüne Çıkarılması” olduğunu söyledi. Bu çerçevede “Restorasyon Teknikleri Araştırma ve Uygulama Merkezi”ni kuracaklarını belirten Davutoğlu, “Millî tarihimizin yapı taşlarını ihya etmek için ‘Aziz Başbakan Davutoğlu, Eylem Planı’nın üçüncü başlığını “Şehir Kültürünün Zenginleştirilmesi ve Tanıtımı” olarak açıkladı. Bu başlık altında yer alan “Yaşayan Kütüphaneler”, “Dijital Kültür Arşivi”, “KÜLTÜRKART”, “E-Kütüphane”, “81 İlde Tiyatro ve Diğer 10 HABERLER “Millî tarihimizin yapı taşlarını ihya edeceğiz” merkezi, çok amaçlı salon, sinema salonu, müze, kütüphane, kültür ve sanat araştırma merkezi yapan girişimcilerin destek kapsamını da genişlettik. Bu kapsamda gelir vergisi stopaj indirimi, sigorta primi işveren paylarında indirim, su bedeli indirimi ve enerji desteği sağlayacağız.” “Sanatçıya Vefa” projesi Mekanlar Projesi’ni hayata geçireceğiz. Bu proje çerçevesinde tarihimiz açısından önem taşıyan Edirne, Çanakkale, Erzurum, Sivas gibi tarihî kentlerimizdeki tabya, kale ve anıtsal eserler gibi özel mekanlar tespit edilerek ihya edilecek” dedi. Eylem Planı’nın beşinci başlığını “Kültür Ekonomisi ve Girişimciliğinin Desteklenmesi” olarak ifade eden Davutoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü: “Gençlerin kısa film, dergi, kitap gibi sanatsal faaliyetleri ile sportif faaliyetlerine proje bazlı karşılıksız destek vereceğiz. Bu kapsamda GENÇDES Projesi’ni hayata geçireceğiz. Bu program için genel bütçeden 50 milyon lira ayrıldı. Kültür girişimleri ve kültür endüstrisi ile ilgili projeleri de destek kapsamına alacağız. Kültür Başbakan Ahmet Davutoğlu, altıncı başlığın “Kültür Sponsorluğu Sisteminin Geliştirilmesi” olduğunu ifade ederek bu kapsamda her yıl kültür sponsorluğuna yönelik en fazla çalışma ve yatırım gerçekleştiren kişi ve kurumlara “Kültür Sponsorluğu Ödülü” verileceğini söyledi. Yedinci başlığı “Beşeri Kapasitenin Güçlendirilmesi ve Eğitim” olarak açıklayan Davutoğlu, şu bilgileri aktardı: “Bu başlıkta istihdamın planlanması doğrultusunda bir program hazırlanacak ve diğer kuruluşlarla beraber yapılacak çalışmalarla öğrenci sayılarıyla ilgili planlı adımlar atılacak. ‘Sanatçıya Vefa’ olarak adlandırdığımız çalışma ile belli dönemlerde SGK primlerini yatıramayan sanatçıların emekli olmasını kolaylaştıracak çalışmaları başlattık. Bu konuda bir talep gelmişti, bunu gerçekleştireceğiz. Yıllarını sanata adamış, ama emekliliğinde rahat bir yaşam sürdürmeye yönelik birikim yapamamış sanatçılarımızın evsiz barksız bir şekilde binbir zorlukla hayata tutunmaya çalışması hepimizi derinden üzüyor. Bu çalışma ile sanatçılarımıza sanatlarını icra edemedikleri dönemde de rahat bir hayat imkanı sağlamayı öngörüyoruz. ‘Bir Usta Bir Atölye Projesi’ ile ülkemize mâl olmuş plastik sanatlar alanındaki ustaların atölyelerinde yetenekli gençlerin ustalaşmasını ve sanatçıların desteklenmesini sağlayacağız.” Davutoğlu, Eylem Planı’nın sekizinci başlığının “Kültür Alanında Yeniden Yapılanma ve Yasal Düzenlemeler” olduğunu belirterek bu çerçevede 4848 Sayılı Kültür ve Turizm Bakanlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun, 5224 Sayılı Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması ile Desteklenmesi Hakkında Kanun, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu, 2863 Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kanunu, 5225 Sayılı Kültür Yatırımları ve Girişimleri Teşvik Kanunu’nda değişiklikler yapılacağını bildirdi. Toplantıya Başbakan Yardımcısı Lütfi Elvan, Kültür ve Turizm Bakanı Mahir Ünal, Millî Eğitim Bakanı Nabi Avcı, aralarında Orhan Gencebay, Yavuz Bingöl, Metin Özülkü, Ali Rıza Binboğa, Metin Şentürk ve Ahmet Yenilmez’in de bulunduğu sanatçılar katıldı. 11 ŞANLIURFA’YA İSTİKLAL MADALYASI KURTULUŞ Savaşı sırasında büyük kahramanlık gösteren Şanlıurfa’ya İstiklal Madalyası verildi. Konuyla ilgili kanun teklifi TBMM Genel Kurulu’nda oy birliği ile kabul edilirken milletvekilleri kararı ayakta alkışladı. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik, ilk imza sahibi olduğu kanun teklifinin kabul edilmesinin ardından bir teşekkür konuşması yaparak, “Şanlıurfa’nın kurtuluşunda büyük rol oynayan 12’leri rahmet ve minnetle anıyorum. 1984’te verilen ‘Şanlı’ unvanı da, bugün verilen İstiklal Madalyası da onların hediyesidir” dedi. Kanun teklifinde Bakan Çelik’in yanı sıra AK Parti Şanlıurfa milletvekilleri Ahmet Eşref Fakıbaba, Mehmet Kasım Gülpınar, Mehmet Akyürek, Mehmet Ali Cevheri, Mahmut Kaçar, Halil Özcan, İbrahim Halil Yıldız ve Kemalettin Yılmaztekin’in imzaları yer aldı. İstiklal Madalyası, 11 Nisan’da Şanlıurfa’nın kurtuluşunun 96’ncı yıldönümü kutlamaları çerçevesinde GAP Kapalı Spor Salonu’nda düzenlenen törenle takdim edildi. TBMM Başkanı İsmail Kahraman, Millî Mücadele döneminde destan yazan Şanlıurfalılara teşekkür ederek, “Vatanımız kolay kurtarılmadı, bugünlere de kolay gelmedik. Bu vatan bize aziz şehitlerimizin hatırasıdır. Bayrağımıza, devletimize, milletimize kastedilmesine asla izin vermeyiz” diye konuştu. Başbakan Ahmet Davutoğlu ise Şanlıurfa’nın İstiklal Madalyası’nı hak ettiğini vurgulayarak, “Her zaman istiklalin bekçisi, sözcüsü, emanetçisi olacağız” dedi. Davutoğlu, birilerinin fitne ateşi yakmaya çalıştığını, Suriye’de, Irak’ta yanan o ateşin Türkiye’ye de sıçramasını istediğini belirterek, “Sizin fitne aşkınıza karşı bizde kardeşlik aşkı var. İstilacıların istila ateşine karşı istiklal aşkımız ne kadar kuvvetli, köklüyse, fitnecilerin, 12 HABERLER bölücülerin, teröristlerin fitne aşkına karşı kardeşlik aşkımız da o derece büyüktür” diye konuştu. “Büyük memnuniyet duydum” 21, 22, 23, 24. Dönem Şanlıurfa Milletvekili ve Türk Parlamenterler Birliği Yönetim Kurulu Üyesi Yahya Akman, Şanlıurfa’nın Kurtuluş Savaşı sırasında işgalci güçlere karşı destansı bir mücadele verdiğini belirterek, “Ülkemizin bağımsızlığını kazanmasında çok önemli bir rolü bulunan şehrimizin İstiklal Madalyası’na kavuşmasından büyük memnuniyet duyuyorum” dedi. 23. Dönem’de ilk imza sahibi olarak “Şanlıurfa’ya İstiklal Madalyası Verilmesi Hakkında Kanun Teklifi”ni TBMM Başkanlığı’na sunduğunu hatırlatan Akman, 26 Mayıs 2008 tarihli bu kanun teklifinin yasalaşma imkanı bulamadığını ifade etti. 23. Dönem’deki AK Parti Şanlıurfa milletvekilleri Abdulkadir Emin Önen, Sabahattin Cevheri, Zülfükar İzol, Ramazan Başak, Mustafa Kuş, Eyyüp Cenap Gülpınar, Çağla Aktemur Özyavuz ve Abdurrahman Müfit Yetkin’in de imzalarının yer aldığı kanun teklifinin yasalaşamaması üzerine konuyu 24. Dönem’de tekrar gündeme getirdiğini kaydeden Akman, “2011 yılında bu kez sadece kendi imzamla Şanlıurfa’ya İstiklal Madalyası Verilmesi Hakkında Kanun Teklifi’ni TBMM Başkanlığı’na sundum. Ancak maalesef kanun teklifim Meclisimizin yoğun gündemi nedeniyle 24. Dönem’de de yasalaşma imkanı bulamadı. Bugün Şanlıurfamıza gecikmeli de olsa İstiklal Madalyası verilmiş olmasından dolayı memnuniyet duyuyorum. 1984 yılında ‘Şanlı’ unvanını alan şehrimizin, hak ettiği İstiklal Madalyası’na da kavuşmuş olması bizlere mutluluk ve gurur vermektedir” diye konuştu. TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI’NDEN - ÜYE AIDATLARIMIZ 17. OLAĞAN GENEL KURUL KARARIYLA 2016 YILINDA YILLIK 120 TL’DIR. - BANKALAR TARAFINDAN MÜŞTERILERINE ULUSLARARASI BANKA HESAP NUMARASI (IBAN) VERILMEKTEDIR. ÜYELERIMIZIN AIDATLARINI YATIRIRKEN PROBLEM YAŞAMAMALARI IÇIN BIRLIĞIN IBAN NUMARASI AŞAĞIDA BELIRTILMIŞTIR. - BILINDIĞI GIBI 2002’DE YILLIK 30 TL OLAN ÜYE AIDATLARI 2004 YILINDAN ITIBAREN 60 TL VE 2013 YILINDAN BERI 120 TL’DIR. GERIYE DOĞRU AIDAT BORÇLARININ BUNA GÖRE HESAPLANMASI VE TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI ZIRAAT BANKASI TBMM ŞUBESI IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001 HESAP NUMARASINA YATIRILMASI; 5253 SAYILI DERNEKLER KANUNU’NA GÖRE, ALINAN AIDATLARIN BELGESINE ÜYELERIN TC KIMLIK NUMARALARININ YAZILMASI GEREKMEKTEDIR. - ÜYELERIMIZIN TC KIMLIK NUMARALARINI MEKTUP VEYA TELEFONLA BIRLIĞE BILDIRMELERI RICA OLUNUR. TPB HABER PORTALI www.tpb.org.tr FAX HATTI: 0312 420 66 24 SAYIN ÜYELERIMIZ HER KONUDA BIZE ULAŞABILIRSINIZ. TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI ANKARA KONUKEVI: ANKARA HOTEL PİNO BAYRAKTAR MAHALLESI VEDAT DALOKAY CADDESI BAYRAKLI SOKAK NO: 35 GOP/ANKARA TEL: 0312 446 36 86 TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI TBMM Yeni Halkla İlişkiler Binası Zemin Kat No: 49-50 Bakanlıklar/ANKARA Tel: 0312 420 66 21 Fax: 0312 420 66 24 Türk Parlamenterler Birliği Ziraat Bankası TBMM Şubesi IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001 13 DÜNYADAN 1915 OLAYLARI’NIN 101. YILDÖNÜMÜ UZUN yıllardır Ermenistan ve Ermeni diasporasının dünyada “Ermeni soykırımı günü” olarak anılması için çabaladığı 24 Nisan, bu yıl da uluslararası düzeyde çeşitli etkinliklere konu oldu. Aslen dönemin Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın, ayaklanma hazırlığındaki Taşnak, Hınçak, Ramgavar gibi Ermeni örgütlerinin kapatılması, silah ve belgelerine el konulması, örgütün ileri gelenlerinin tutuklanması emrini verdiği tarih olan 24 Nisan 1915, Ermeni meselesini siyasi zemine taşımak isteyen çevrelerin konuyu tartışmaktan kaçınmak için seçtiği bir sembol olarak öne çıkıyor. Daha önceki dönemlerde çeşitli ülke parlamentolarının aldığı “soykırım” kararları, devlet ve hükümet başkanlarının konuyu iç siyaset malzemesi haline getirmesi ve 2015 yılında Papa Francesco’nun 1915 Olayları’nı “soykırım” olarak anması, konuyu ta- 14 rihin alanından çıkarıp siyasete taşıyor. Ermeni diasporasının uzun süredir üzerinde çalıştığı Amerika Birleşik Devletleri Başkanı’nın geleneksel 24 Nisan mesajında “soykırım”dan söz etmesi planı ise bu yıl da başarılı olamadı. ABD Başkanı Barack Obama mesajında Ermenice “Büyük Felaket” anlamına gelen “Meds Yeghern” ifadesini kullandı. 2008 yılında göreve gelmeden önce başkan seçilmesi halinde ABD’nin “Ermeni soykırımı”nı tanıyacağını vadeden Barack Obama, ABD Başkanı olarak yaptığı son 24 Nisan açıklamasına “20. yüzyılın ilk kitlesel mezalimini, 1,5 milyon Ermeni’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde sürüldüğü, katledildiği ve ölümlerine yürütüldüğü Ermenilerin ‘Meds Yeghern’ini yasla anıyoruz” diyerek başladı. Mesajına, “1915’in başlarındaki karanlık günlerde acı çekenlerin anısını onurlandırır ve asla tekrarlanmaması için bu trajediden ders çıkarmayı taahhüt ederken, aynı zamanda zulme uğrayanlara yardım etmeye çalışmış olanları takdir ediyoruz” sözleriyle devam eden Obama, Ermeni göçmenlerin ABD’ye katkısını ve Ermenistan’ın 17 bin Suriyeli sığınmacı kabul etmesini övgüyle andı. Obama’nın Türkiye’nin misafir ettiği yaklaşık 3 milyon Suriyeliye değinmemesi ve geçen yılki mesajında “ortak acı” vurgusu yaparken bu yıl yalnızca Ermeni tarafının acılarından bahsetmesi tepki topladı. Türkiye’nin tavrı değişmedi ABD Başkanı Barack Obama’nın “soykırım” sözcüğünü kullanmasa da 1915’te yaşananları taraflı bir bakış açısıyla değerlendirmesine Dışişleri Bakanlığı’ndan cevap geldi. Konuya sağduyuyla yaklaşan, her zeminde adil hafıza ve ortak acı vurgusu yapan Türkiye’nin, Obama’nın tutumunu eleştiren ve Bakanlık internet sitesinde de yayımlanan mesajında şöyle denildi: “ABD Başkanı Obama’nın, 1915 Olayları hakkında 22 Nisan 2016 tarihinde yaptığı açıklama, I. Dünya Savaşı koşullarında yaşanan acıların tek yanlı bir tarih anlatısı temelinde değerlendirilmesinin yeni bir örneğidir. Türkiye, Türk ve Ermeni halkları arasında yüzlerce yıllık birlikte yaşama deneyimi temelinde, barış içinde ortak bir gelecek inşa etme arzusunu samimiyetle ortaya koymaktadır. Dost ve müttefik ülkelerin, bu çağrıya destek vermek yerine, çatışmayı derinleştirmeyi savunan çevreleri cesaretlendirmesi üzücüdür. Bugüne kadar tarihte yaşanan acıları siyasete alet etmeye yönelik çabaların kimseye fayda getirmediği bir gerçektir. Hal böyleyken, her yıl belli tarihlerde üçüncü ülkelerin alacakları siyasi pozisyonlardan menfaat çıkarmaya çalışan çevreler, dostluk ve barış umudunu zedelemekle kalmayıp, o dönemde yaşanan ortak acılara da bir nevi saygısızlık etmektedir. Bu çerçevede, ABD yönetimini tarihî gerçekleri adil bir hafıza temelinde değerlendirerek, tüm tarafların acılarını dikkate alan, tarafsız, sağduyulu ve yapıcı bir yaklaşım benimsemeye davet ediyoruz.” Öte yandan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, başbakanlığı döneminde başlattığı Türkiye’nin 1915 Olayları sırasında hayatını kaybeden Ermenilerin acılarını paylaşan mesaj yayımlama geleneğini bu yıl da sürdürdü. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kumkapı Meryem Ana Kilisesi’nde Türkiye Ermenileri Patrik Genel Vekili Başepisko- pos Aram Ateşyan’ın yönettiği anma ayininde okunan mesajında şöyle dedi: “I. Dünya Savaşı’nın trajik koşullarında hayatını kaybeden Osmanlı Ermenilerini anmak için toplananları selamlıyorum. Bugünkü törenin Osmanlı Ermenilerinin yaşadıkları acıların anlaşılması ve hatıralarının yâd edilmesi için en anlamlı yer olan Türkiye’de bir kez daha yapılmasından memnuniyet duyuyorum. İnsani vazifelerin ihmal edilmediği, sevincin ve acının samimiyetle paylaşılabildiği Anadolu toprakları her şeyin önüne vicdan ve adalet anlayışını koyar. Tarih bilincimiz ve insanlık hukukumuz gereğince, Osmanlı Ermenilerinin hatıralarına sahip çıkmaya devam edeceğiz. Türklerle Ermenilerin bin yıla uzanan ortak yaşam kültürünü hatırlatmayı sürdüreceğiz. Ortak tarihi ve benzer gelenekleri olan iki komşu halkı, nefret ve düşmanlık söylemleriyle birbirinden uzaklaştırmak isteyenlere ve tarihi siyasileştirenlere karşı dostluk ve barış hedefiyle çalışmaktan vazgeçmeyeceğiz. Bu düşünceyle ebediyete intikal etmiş Osmanlı Ermenilerini saygıyla anıyor, hayatta olan yakınlarına taziyelerimi sunuyorum. Ayrıca yaşamını yitirenleri, etnik ve dinî kökeni ne olursa saygıyla anıyorum. Bu ortak acıyı paylaştığımızı bir daha hatırlatmak istiyorum. Ülkemize geçmişten bugüne katkıda bulunan tüm Ermeni vatandaşlarımıza da bu vesileyle teşekkür ederim.” 15 GERİ KABUL ANLAŞMASI UYGULANMAYA BAŞLADI “Vize muafiyeti anlaşmanın bir parçası” TÜRKIYE ile Avrupa Birliği (AB) arasında 20 Mart 2016 itibarıyla yürürlüğe giren Geri Kabul Anlaşması kapsamında ilk mülteci kafilesi 4 Nisan günü İzmir’in Dikili Limanı’na ulaştı. 20 Mart sonrası yasa dışı yollarla Yunanistan’a giren mültecilerden yaklaşık 130 kişi Midilli adasından Türkiye’ye getirildi. Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’ne bağlı görevliler nezaretinde parmak izleri alınarak kayıt işlemleri yapılan sığınmacılar, güvenlik kontrollerinin ardından otobüslere bindirilerek misafir edilecekleri kamplara sevk edildi. Anlaşma çerçevesinde yaklaşık 40 kişilik Suriyeli göçmen kafilesi de aynı gün Türkiye’den Almanya’ya gönderildi. Çeşitli illerden İstanbul Atatürk Havalimanı’na getirilen kafilenin pasaport işlemleri gerçekleştirildikten sonra tarifeli uçakla Almanya’nın Hannover kentine yollandığı bildirildi. Anlaşma hükümlerinin uygulanmasıyla birlikte Mart ve Nisan aylarında ilk kez Akdeniz’e açılan göçmen sayısının bir önceki aya göre düşüş gösterdiği kaydedildi. 16 DÜNYADAN AB-Türkiye Zirvesi’nde Geri Kabul Anlaşması üzerinde mutabakata varılırken AB yetkililerince sıkça dile getirilen Türk vatandaşlarının Avrupa’da vizesiz seyahat edebilmesine ilişkin düzenlemeler, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun AB Konseyi Başkanı Donald Tusk, Almanya Başbakanı Angela Merkel ve AB Komisyonu Birinci Başkan Yardımcısı Frans Timmermans ile bir araya geldiği Türkiye-AB Suriyelilere Yardım Programı’nda da ele alındı. Gaziantep Üniversitesi Kongre ve Sanat Merkezi’nde gerçekleştirilen etkinlikte Başbakan Davutoğlu, vize muafiyetinin ertelenmesi veya askıya alınması yönündeki spekülasyonlara karşı şu görüşleri dile getirdi: “Vize muafiyetini, Avrupa Birliği-Türkiye mutabakatının ayrılmaz, asli unsuru olarak görüyoruz. Zaten vize muafiyetiyle bu mekanizmaları uygulayacak olan Geri Kabul Anlaşması arasında da doğrudan bir ilişki var. Geri Kabul Anlaşması ancak vize muafiyeti ile birlikte uygulanır. Bütün bu mekanizmanın işlemesi, Geri Kabul Anlaşması’nın uygulanması bir zaruret. Dolayısıyla bu tür spekülasyonların ötesinde biz, Türkiye-AB tarafları olarak, en azından Türkiye tarafı olarak, bunun pozitif bir gündemle yürümesi gerektiğine inanıyoruz.” KKTC’DE YENİ KOALİSYON DÖNEMİ KUZEY Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC) Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) ile Ulusal Birlik Partisi’nin (UBP) oluşturduğu koalisyon hükümeti UBP’li bakanların istifaları ve Parti Meclisi’nin oy birliğiyle aldığı hükümetten çekilme kararı sonucu dağıldı. Yeni hükümeti kurmakla görevlendirilen UBP Genel Başkanı ve Lefkoşa Milletvekili Hüseyin Özgürgün, Demokrat Parti-Ulusal Güçler (DP-UG) ve bağımsız milletvekillerinin desteğiyle hazırladığı bakanlar kurulu listesini Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’ya sundu. Akıncı’nın onayladığı yeni kabine şu isimlerden oluşuyor: Başbakan Hüseyin Özgürgün, Başbakan Yardımcısı ve Maliye Bakanı Serdar Denktaş, Dışişleri Bakanı Tahsin Ertuğruloğlu, İçişleri Bakanı Kutlu Evren, Ekonomi ve Enerji Bakanı Sunat Atun, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Hamza Ersan Saner, Turizm ve Çevre Bakanı Fikri Ataoğlu, Millî Eğitim ve Kültür Bakanı Özdemir Berova, Sağlık Bakanı Faiz Sucuoğlu, Tarım ve Doğal Kaynaklar Bakanı Nazım Çavuşoğlu, Bayındırlık ve Ulaştırma Bakanı Kemal Dürüst. Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, “Kıbrıs’ta artık 2016 yılını barış yılı haline dönüştürmek ortak bir hedef olmalı” açıklamasında bulunurken Başbakan Hüseyin Özgürgün yeni hükümetin Cumhurbaşkanı ile hem müzakere sürecinde hem de diğer konularda tam bir uyum içerisinde çalışacağını söyledi. ÇEK CUMHURİYETİ “ÇEKYA” OLUYOR ÇEK Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Lubomir Zaoralek, ülkenin resmî adının değiştirilmesi için karar alındığını, bu konudaki yasa taslağının kısa süre içinde parlamentoya sunulacağını duyurdu. Ülkenin yeni adının “Çekya” olacağı düşünülüyor. Ancak kimi ha- ber kaynakları Çek Cumhuriyeti adından tamamen vazgeçilmeyeceğini, Çekya’nın bir tür kısaltma olarak kullanılacağını kaydediyor. Ülkede Çekya (Czechia) yerine Çekistan (Czechlands) adına geçilmesini savunan siyasetçiler de bulunuyor. Devlet Başkanı Milos Zeman’ın bir süredir uluslararası toplantılarda İngilizce konuşma yaparken “Czechia” dediği biliniyor. Dışişleri Bakanı Lubomir Zaoralek, parlamentodan karar çıkmasının ardından Birleşmiş Milletler’e resmen başvurularak ülkenin yeni adının kayıtlara bu şekilde geçirilmesinin talep edileceğini söyledi. Zaoralek, bu kararın ülkenin adının değişik dillerde farklı şekillerde söylenmesinden kaynaklanan karışıklığı gidermek için alındığını belirtti. Çek bakan, uluslararası camiada en çok kullanılan altı dilde (Arapça, Çince, İngilizce, İspanyolca, Fransızca, Rusça) ülkenin adının aynı telaffuzla söylenmesinin ulusal kimlik açısından faydalı olacağına da değindi. 17 CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN: YENI ANAYASA, TÜRKIYE’NIN YENI BIR YÖNETIM ANLAYIŞINA KAVUŞMASI IÇIN LAZIMDIR; DIĞER MESELELER GIBI BAŞKANLIK SISTEMI’NDE DE SON SÖZÜ SÖYLEYECEK OLAN MILLETTIR 18 RÖPORTAJ CUMHURBAŞKANI RECEP TAYYIP ERDOĞAN, YENI ANAYASA HAZIRLIK ÇALIŞMALARI, BAŞKANLIK SISTEMI TARTIŞMALARI, TERÖR OLAYLARI VE SURIYELI MÜLTECILER GIBI ÜLKE GÜNDEMINDE YER ALAN KONULARI TPB PARLAMENTO’YA DEĞERLENDIRDI. ERDOĞAN, GÜNLÜK HAYATIYLA ILGILI SORULARIMIZI DA YANITLADI. RÖPORTAJ: ERBAY KÜCET - SONGÜL BAŞ FOTOĞRAFLAR: KAYHAN ÖZER - YASIN BÜLBÜL 19 Toplumumuzda büyük bir acı ve endişeye yol açan terör olaylarıyla ilgili değerlendirmelerinizi öğrenebilir miyiz? Terör, ülkemizin ve milletimizin sadece bugüne mahsus bir meselesi değildir. Türkiye, 1970’li yıllar boyunca üniversitelerden başlayıp sokaklara taşan, pek çok terör örgütünün isminin geçtiği eylemlere şahit oldu. 1984 yılından beri de bölücü terör örgütünün Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimiz ağırlıklı saldırılarıyla, katliamlarıyla birlikte yaşıyoruz. Bugüne kadarki tecrübelerimiz, terörle ülkenin ve toplumun diğer meseleleri arasında kurulan ilişkilerin doğru olmadığını gösteriyor. Terörün karakterinde vahşet vardır, ihanet vardır, ahlaksızlık vardır, hedef gözetmeksizin kan dökme vardır. İşte Ankara ve İstanbul’daki saldırılarda bu gerçeği defalarca gördük. Ankara’nın en kalabalık yerinde, kadın-erkek, yaşlı-genç, öğrenci-çalışan, hedef gözetmeksizin milletimizin tamamına yönelik bir eylem gerçekleştirildi. Sonra benzer bir eylem İstanbul’da, bir başka terör örgütü tarafından tekrarlandı. Dünyada, bu derece ileri bir vahşeti yapabilecek çok az sayıda terör örgütü vardır. Maalesef, bu örgütlerin büyük bölümü de şu anda ülkemizi hedef almış durumdadır. Bir ülke düşünün ki, çok sayıda eli kanlı örgüt bir araya gelip kendisine karşı eylem birliği kararı alıyor. Bir ülke düşünün ki, tüm dünyanın korkuyla takip ettiği bir başka terör örgütünün hedefleri arasında ilk sırada bulunuyor. Üstelik Türkiye, terör örgütlerinin silahlı elemanları yanında, bir de çeşitli kisveler altında bunları destekleyen silahsız teröristlerin saldırılarına da maruz kalmaktadır. Açık konuşmak gerekirse, terörle mücadelemizde yanımızda somut desteğini gördüğümüz çok az dostumuz var. Buna rağmen, hem içeride hem de dışarıda terörle, terör örgütleriyle çok yoğun ve başarılı bir mücadele yürüttüğümüzü düşünüyorum. Bölücü terör örgütünün birtakım ilçelerimizde teşebbüs ettiği kalkışmalar, güvenlik güçlerimizin kararlı ve dirayetli operasyonlarıyla başarısızlığa uğramıştır. Olayların yaşandığı bölgelerdeki vatandaşlarımız da, terör örgütünün gerçek yüzünü gördüğü için, devletinin yanında daha kararlı bir duruş sergilemeye başlamıştır. İnşallah önümüzdeki aylarda bu meseleyi tamamen çözecek ve 2023 hedeflerimize daha çok odaklanma imkanı bulacağız. Bu eylemlerin asıl amacının Türkiye’yi hedeflerinden uzaklaştırmak olduğunu biliyoruz ve buna asla meydan vermeyeceğiz. Bu vesileyle bir kez daha asker, polis, korucu, sivil tüm şehitlerimize Allah’tan rahmet, yakınlarına ve milletimize başsağlığı diliyorum. 26. Yasama Dönemi’nde Türkiye’nin yeni bir anayasaya kavuşacağı konusunda yaygın bir beklenti ve ümit olmasına karşın TBMM Anayasa Mutabakat Komisyonu’nun çalışmaları yarıda kesildi. Sizce ülkemiz bu yasama döneminde yeni bir anayasaya kavuşabilir mi? Sizin bu yönde bir çağrınız veya girişiminiz olacak mı? Yeni anayasa konusu, siyasi tercih meselesi olmaktan çıkmış ve milletimizin temel bir talebi, beklentisi haline dönüşmüştür. Türkiye’nin yeni anayasasına kavuşmasına engel olmaya çalışan herkes, bunun hesabını millete verecektir. Anayasa 20 RÖPORTAJ “AÇIK KONUŞMAK GEREKIRSE, TERÖRLE MÜCADELEMIZDE YANIMIZDA SOMUT DESTEĞINI GÖRDÜĞÜMÜZ ÇOK AZ DOSTUMUZ VAR. BUNA RAĞMEN, HEM IÇERIDE HEM DE DIŞARIDA TERÖRLE, TERÖR ÖRGÜTLERIYLE ÇOK YOĞUN VE BAŞARILI BIR MÜCADELE YÜRÜTTÜĞÜMÜZÜ DÜŞÜNÜYORUM.” hazırlıklarından uzak duranların bir kısmının bu konuda herhangi ne yaparsa yapsın, Türkiye yeni anayasa yolunda mesafe almaya bir hazırlıkları, düşünceleri olmadığını biliyoruz. Ülkemizde “muha- devam edecektir. İdeal olanı bu işin uzlaşmayla neticelendirilme- lefet tembelliği” diye bir sorun olduğuna inanıyorum. Geçtiğimiz sidir. Ama uzlaşma olmuyorsa, o zaman, bu işe talip olanlar kendi 13 yılı aşkın süredir, muhalefetin herhangi bir konuda, gerçekten çalışmalarını ortaya koyarlar ve milletimizin önüne çıkarlar. Böyle çalışarak, emek vererek, üreterek bir düşünce, bir teklif, bir proje samimi bir teşebbüsün Meclis’ten gereken desteği alacağına yü- ortaya koyduğuna şahit olmadım. Muhalefet adına yapılan tek iş, rekten inanıyorum. iktidarın “ak” dediğine “kara”, “kara” dediğine “ak” demekten ibarettir. Böyle bir muhalefet anlayışı, böyle bir siyaset anlayışı, böyle Başkanlık Sistemi, ülke gündemindeki en önemli konu başlık- bir Meclis çalışması anlayışı olamaz. Türkiye, böyle bir muhalefeti larından birini oluşturuyor. Sizce Türkiye’nin 2023 hedeflerine hak etmiyor. Dikkat ederseniz, onun için de 2002 Kasım’ından beri ulaşmasında yeni anayasa ve Başkanlık Sistemi nasıl bir rol bu anlayışta olanları ülkenin yönetiminden uzak tutuyor. Ancak, üstlenecek? Toplumun bu konulara bakışıyla ilgili gözlem ve yeni anayasa konusunda artık yolun sonuna gelinmiştir. Muhalefet değerlendirmeleriniz nelerdir? 21 “TEK BAŞINA 3 MILYON SIĞINMACIYI BARINDIRAN TÜRKIYE’YE KARŞILIK, 28 AVRUPA BIRLIĞI ÜLKESININ ÇOK DAHA AZ SAYIDA MÜLTECIYI KOYACAK YER BULAMAMASI, GERÇEKTEN ÇOK ACI BIR FOTOĞRAFTIR.” Yeni anayasa, sadece mevcut anayasanın yeniden yazımı değil, asıl olarak, Türkiye’nin yeni bir yönetim anlayışına kavuşması için lazımdır. Bu bakımdan yeni anayasa ile birlikte Başkanlık Sistemi’nin de tartışılması gayet tabiidir. Mevcut yönetim sistemimizin sorunlarımıza çare olmadığı bugüne kadarki tecrübelerimizle sabittir. Darbeler ve vesayet yönetimleri altında çok zaman kaybeden, çok enerji israf eden Türkiye, artık kendi tarihine, kültürüne, şartlarına uygun yeni bir yönetim tarzını geliştirip uygulayabilecek güce, olgunluğa, özgüvene kavuşmuştur. Dünyada, tıpkı farklı parlamenter sistem uygulamaları gibi, pek çok Başkanlık Sistemi uygulaması da mevcuttur. Bunların hepsini elbette inceleyeceğiz, ama asıl önemlisi bizim neye ihtiyacımız 22 RÖPORTAJ olduğudur. Başkanlık Sistemi uygulamasını, şu veya bu ülkeden aynen almak yerine, kendi ihtiyacımıza göre kendimiz tasarlamalıyız. Milletimizin her geçen gün Başkanlık Sistemi’nin ülkemize faydalarını daha iyi anladığına ve bu yöndeki desteğini artırdığına inanıyorum. Sonuçta buna karar verecek olan milletimizin bizatihi kendisidir. Türkiye’de tepeden inme kararların alındığı, tepeden inme sistemlerin dayatıldığı dönemler artık geride kalmıştır. Başkanlık Sistemi’ne karşı çıkanlar, mevcut düzenden memnunlarsa, çıkıp bunu açıkça ifade etsinler. Değillerse, kendi alternatiflerini getirsinler. Diğer meseleler gibi, Başkanlık Sistemi’nde de son sözü söyleyecek olan millettir. Millete gitmekten ve milletin tercihinden korkmamak lazımdır. Sabah kalkışınızdan akşam yatışınıza kadar bir gününüz nasıl geçiyor? Sporculuk yıllarımdan itibaren düzenli ve disiplinli çalışma tarzına alışkan birisiyim. Günlük programım önceden bellidir. Fevkalade haller dışında bu programı aynen tatbik ederim. Kahvaltı sırasında haber özetlerine ve gazetelere göz atar, o günkü programıma ilişkin hazırlıklarımı yapar, konuşma ve görüşme notlarımı kontrol ederim. Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ndeki programlarım genel olarak 11 gibi başlar. Çalışmalarımın bitiş saati çoğu zaman gece yarısını bulur. Kimi zaman eve geçmemden sonra da bu çalışmalar sürer. Son olarak, ertesi günün programını gözden geçirir ve istirahate çekilirim. İstanbul’da da benzer bir programım söz konusudur. Sadece hafta sonlarını, en azından bir kısmını, ailemle geçirmeye gayret ediyorum. fırsat buldukça, evde bulunan kondisyon aletlerinde spor yapmaya gayret ediyorum. Mevsim itibarıyla, arkadaşlarımla açık havada spor yapmaya da başladım. İmkanlar ölçüsünde spor çalışmalarımı sürdürüyorum. Dinlenmek veya stres atmak istediğinizde neler yapıyorsunuz? Örneğin “Burası huzur bulduğum oda” dediğiniz kütüphane odasında zaman geçirebiliyor musunuz? Gün içinde fırsat bulabildiğim zamanlarda, kütüphaneye çekilerek, okumak için ayırdığım kitaplarla, dergilerle veya notlarla meşgul olmak beni gerçekten dinlendiriyor. Kütüphane atmosferini daha fazla teneffüs edebilmek için, sohbet mahiyetindeki kimi görüşmelerimi de burada yaptığım oluyor. Temposu ne kadar yoğun olursa olsun, kişinin kendisine zaman ayırmasının çok önemli olduğuna inanıyorum. Bunun için, gün içinde yarım saat Spor yapabiliyor musunuz? dahi olsa, kendime böyle bir fırsat Yoğun çalışma tempoma rağmen, oluşturmaya çalışıyorum. Türkiye’nin ilk günden itibaren kucak açtığı ve AFAD kamplarında Birleşmiş Milletler standartlarının üzerinde bir yaşam alanı sunduğu Suriyeli mülteciler konusu sizce önümüzdeki dönemde nasıl bir seyir izleyecek? Dünya devletlerinin konuya yaklaşımında herhangi bir değişiklik söz konusu olabilir mi? Suriye’deki mevcut durum ilanihaye devam edecek değildir. Esasen biz Suriye meselesinin bu kadar uzamasının, olayların kendi doğal seyrinden ziyade, uluslararası güçlerin bölge üzerindeki hesaplarından kaynaklandığını biliyoruz. Evlerini, vatanlarını kaybeden hiçbir Suriyeli kardeşimin bu durumdan memnun olduğunu ve hep bu şekilde yaşamak istediğini kimse söyleyemez. Allah kimseyi vatansız bırakmasın. Suriye’den ülkemize gelenleri, tıpkı dünyanın diğer ülkelerinden gelenler gibi, misafirimiz olarak görüyoruz. Suriye toprakları bu insanlar için yeniden yaşanılabilir bir yer haline gelene kadar onları misafir etmeyi sürdüreceğiz. Bunu yapmak bizim, o insanlarla olan uzun ve köklü tarihî, kültürel, sosyal ilişkilerimizin bir gereğidir. Bilindiği gibi, Türkiye olarak en başından beri Suriye’nin kuzeyinde bir güvenli bölge oluşturulmasını teklif ediyoruz. Suriye’de yaşanan krizden kaçan insanları, Türkiye’de veya başka herhangi bir ülkede mülteci konumunda yaşatmak yerine, kendi ülkesinde iskan etmenin daha insani ve doğru olduğunu söylüyoruz. Bu teklifimiz pek çok ülke lideri tarafından yüz yüze görüşmelerimizde olumlu karşılanmasına rağmen, maalesef uluslararası toplumun ortak iradesi olarak hayata geçirilememiştir. Suriye halkını kendi topraklarında iskan etmek yerine, milyonlarca mazlumu denizlerde, sınır kapılarında, insanlık dışı şartlarda perişan edenler, buna karşılık ülkedeki terör örgütlerini destekleyerek başka hesaplar peşinde koşanlar, bu politikalarının hesabını tarih önünde vereceklerdir. Avrupa Birliği ile Türkiye arasında mültecilerle ilgili varılan uzlaşma, aslında Avrupa ülkeleri için bir yüz karasıdır. Tek başına 3 milyon sığınmacıyı barındıran Türkiye’ye karşılık, imkanları bizden katbekat fazla olan 28 Avrupa Birliği ülkesinin çok daha az sayıda mülteciyi koyacak yer bulamaması, gerçekten çok acı bir fotoğraftır. 23 19 MAYIS 1919 “YA ISTIKLAL YA ÖLÜM” 24 MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN ÖNDERLIĞINDE “YA ISTIKLAL YA ÖLÜM” DÜSTURUYLA YOLA ÇIKAN, KENDI KADERINI KENDI TAYIN EDEN BIR MILLETIN BAĞIMSIZLIK MÜCADELESININ BAŞLANGICIDIR 19 MAYIS. KURTULUŞ SAVAŞI’NIN, HATTA TÜRKIYE CUMHURIYETI’NIN TEMELLERI BU TARIHTE ATILACAK; 19 MAYIS 1919 IŞGAL GÜÇLERINE BOYUN EĞMEYEN TÜRK HALKININ KADERINDE BIR DÖNÜM NOKTASI OLACAK, SAMSUN ISE MILLÎ MÜCADELE’NIN SEMBOL ŞEHIRLERINDEN BIRI HALINE GELECEKTIR. İREM COŞKUNSEVEN “ 1919 senesi Mayıs’ının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Vaziyet ve manzara-i umumiye: Osmanlı Devleti’nin dahil bulunduğu grup, Harb-i Umumi’de mağlup olmuş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şeraiti ağır bir mütarekename imzalanmış. Büyük Harbin uzun seneleri zarfında millet yorgun ve fakir bir halde. (...) Ordunun elinden esliha ve cephanesi alınmış ve alınmakta...” Mustafa Kemal Atatürk, Millî Mücadele, Türk Kurtuluş Savaşı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna dair en temel kaynaklardan kabul edilen Nutuk adlı eserine bu sözlerle başlıyor, yurdun panoramasını böyle çiziyordu. Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun toprakları işgal ediliyor, I. Dünya Savaşı’ndan henüz çıkmış, evlatlarını toprağa vermiş yorgun bir halk arasında üç düşünce şekilleniyordu: İngiltere himayesini talep etmek, Amerikan mandasına boyun eğmek, bölgesel kurtuluş çareleri aramak. Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir şekilde yaşaması gerektiğine inanan Mustafa Kemal Paşa, bu tasavvurları reddedecek, “Ya istiklal ya ölüm!” diyerek millet iradesine dayalı yepyeni bir Türk devleti kurulması fikrini daha Samsun’a ayak basmadan geliştirecek, bu fikri Anadolu’ya geçer geçmez uygulamaya koyacak ve Türk kurtuluş mücadelesine önderlik edecekti. Anafartalar Kahramanı’ndan Ulu Önder’e Şevket Süreyya Aydemir, yeni bir devletin doğuşunu Mustafa Kemal Atatürk’ü merkeze alarak anlattığı Tek Adam’da “Bir tarihî şahsiyetin belirişi, onun kendi vasıfları ve müdahaleleri ile, milletine, kavmine veya çağına şekil veren, yön tayin eden bir şahsiyetin, karar ve hareket sahasına çıkışıdır...” der. Mustafa Kemal Atatürk’ün tarih sahnesinde belirmesi, Kurtuluş Savaşı’ndan, hatta sisli bir Mayıs gününde, sabahın yedisinde ayak bastığı Samsun’dan çok daha öncedir. I. Dünya Savaşı sırasında İtilaf Devletleri, Çanakkale’de düzenledikleri deniz harekatında 18 Mart 1915 tarihinde başarısız olduktan sonra çareyi kara harekatı yapmakta bulurlar. Türk askeri, Seddülbahir, Arıburnu ve Anafartalar olmak üzere üç cephede İngiliz, Fransız ve ANZAK’lardan meydana gelen işgalci kuvvetlerle mücadele eder. İşte Arıburnu Cephesi, Mustafa Kemal Paşa’nın kumandan kimliğiyle ön plana çıktığı, inisiyatifi ele aldığı ve 57. Alay’a meşhur “Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, yerimize başka kuvvetler ve komutanlar kaim olabilir” dediği yerdir. Cephanesi biten Türk askerine süngüsüyle savaşmayı emreden, ANZAK’lara büyük 25 rasında İstanbul Boğazı’nın zafer bayraklarını çekmiş 55 düşman gemisiyle kapatıldığına tanıklık edecektir. İşte o zaman ufka bakarak milletin kaderini bir anlamda tayin edecek ve hafızalara kazınacak cümlelerinden birini kuracaktır: “Geldikleri gibi giderler...” Mütareke sonrası İstanbul ve Anadolu kayıplar verdirerek kritik önem taşıyan Conkbayırı bölgesindeki düşman taarruzunu engelleyen Albay Mustafa Kemal’dir. Arıburnu’da düşman ilerleyişini durdurmasının ardından Mustafa Kemal Paşa Anafartalar Grup Kumandanlığı’na terfi eder. Bu cephede yaptığı stratejik hamleler ve taarruzlar işgalci güçlerin en sonunda Çanakkale’den çekilmesiyle sonuçlanırken Türk milletine Çanakkale Zaferi’ni, Mustafa Kemal Paşa’ya ise “Anafartalar Kahramanı” unvanını getirir. Osmanlı Devleti Çanakkale Zaferi’nin yanı sıra Irak Cephesi’nde Kut’ül-Amâre’de de İngilizlere karşı büyük bir başarı elde eder. Türk tarihine adını altın harflerle yazdıran bu iki şanlı zafer, ne yazık ki Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’nı kaybetmesine ve topraklarının İtilaf Devletleri tarafından işgal edilmesine engel olamaz. Ateşkes talepleri ve görüşmelerinin başladığı, Talat Paşa hükümetinin istifa ettiği 1918 yılının Ekim ayında, Mustafa Kemal Paşa Adana’dan İstanbul’a doğru yola çıkacak, 13 Ekim’de Haydarpaşa’ya ayak basacaktır. O esnada, düşman İstanbul’a ulaşmasın diye uğruna yaklaşık 250 bin kaybın verildiği, kadın-erkek, genç-yaşlı demeden tüm milletin seferber olduğu Çanakkale Zaferi’nin son- 26 30 Ekim 1918 tarihinde İtilaf Devletleri ile Osmanlı Devleti arasında Mondros Mütarekesi imzalanır. Mütareke gereğince Çanakkale ve İstanbul Boğazları serbest geçişe açılır, Osmanlı ordusu terhis edilir, demiryollarının kontrolü İtilaf Devletleri’ne bırakılır, haberleşme araçları yine bu devletler tarafından denetim altına alınır. İtilaf Devletleri Mütareke’ye ileride işgallerini meşru kılacak olan bir madde ekler. Bu maddeye göre Müttefikler, güvenliklerini tehdit edecek bir durumun baş göstermesi halinde herhangi bir yeri işgal etme hakkına sahip olacaktır. Mütareke’nin esaslarına riayet etmeyen İtilaf Devletleri, hiç vakit kaybetmeden İstanbul başta olmak üzere yurdun dört bir yanını işgal etmeye başlar. Mütareke’yi imzalamak gibi ağır bir sorumluluğun altına giren Rauf Bey’in işgaller hakkında Mustafa Kemal Paşa’ya söylediği söz, başkentteki manzarayı özetlemek bakımından dikkate değer niteliktedir: “Daha mütarekenin mürekkebi kurumadan Fransız ve İtalyanlarla beraber İngilizler, bu şehri (İstanbul’u) bir sömürge havasına bürümek için yapmadıklarını bırakmıyorlardı.” İşgalleri fırsat bilen Osmanlı tebaası gayriTürk unsurlar yurt genelinde teşkilatlanmaya başlar. Yurdun dört bir yanında mitingler düzenleyen ve propaganda yapan bu oluşumların başında İstanbul Rum Patrikhanesi’nde teşekkül eden Mavri Mira Heyeti ve bu cemiyetle birlikte hareket eden Ermeni Patriği Zaven Efendi; Trabzon, Samsun ve bütün Karadeniz sahillerinde faaliyet gösteren Pontus Cemiyeti; merkezi İstanbul’da bulunan, yabancı bir ülkenin himayesinde bağımsız bir Kürt hükümeti kurmayı amaçlayan, MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN 16 MAYIS 1919 TARIHINDE İSTANBUL’DAN SAMSUN’A DOĞRU BANDIRMA VAPURU’YLA ÇIKTIĞI YOLCULUK, AYNI ZAMANDA TÜRK MILLETININ KURTULUŞ YOLCULUĞUDUR. Diyarbakır, Bitlis ve Elazığ’da aktif olan Kürt Teali Cemiyeti gelir. Büyük güçlerden destek alan ve Türk bağımsızlığını tehdit eden bu cemiyetlere tepki olarak Türk halkı da Edirne’de Trakya-Paşaeli Cemiyeti ve Doğu’da faaliyet gösteren Vilayat-ı Şarkıye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti gibi bölgesel direniş örgütleri kurar. Böylece halkın içinde Millî Mücadele’nin çekirdek örgütleri yavaş yavaş oluşmaya başlar. Hal böyleyken Samsun’daki Rum çeteleri ile Türk halkı arasındaki silahlı çatışmaların boyutu gittikçe büyür. Durumdan rahatsız olan İtilaf Devletleri, Osmanlı hükümetine bir nota vererek olaylara müdahale edilmesini, bölgedeki istikrarsızlığın giderilmesini, Türklerin silahlarını teslim etmesini, aksi halde Mütareke’nin 7. maddesine başvurabileceklerini ifade eder. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa, bölgedeki karışıklıkları yatıştırmak göreviyle 9. Ordu Müfettişliği’ne atanır. İşte bu karar, işgalci kuvvetlere boyun eğmeyen, memleketin kurtuluşunu Amerikan veya İngiliz mandasında aramayan Mustafa Kemal Paşa için bir fırsat yaratacak, çoktan beri düşündüğü kurtuluş fikrini hayata geçirmek için ilk adıma vesile olacaktır. Türk tarihinde bir dönüm noktası Mustafa Kemal Paşa’nın niyeti hiçbir zaman Müttefikler’in isteği doğrultusunda Türklerin silahlarını teslim almak, onlara boyun eğmek, uğruna yüz binlerce kaybın verildiği memleket topraklarının işgalci güçler arasında taksim edilmesini izlemek değildir. Mustafa Kemal Paşa’nın 16 Mayıs 1919 tarihinde İstanbul’dan Samsun’a doğru Bandırma Vapuru’yla çıktığı yolculuk, esasen Türk milletinin kurtuluş yolculuğudur da. İlk ayağı Samsun olan bu mücadele, Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde Havza, Amasya, Erzurum ve Sivas’ta devam edecek; direniş örgütleri tek bir çatı altında toplanacak; Türk Kurtuluş Savaşı’nın manifestosu olarak nitelendirilen Misak-ı Millî kabul edilecek; halk egemenliğine dayanan yeni bir meclis kurulacak ve dünya harbinden yeni çıkmış yorgun bir millet, tam bağımsızlığı, özgürlüğü ve haysiyeti için son bir kez daha varını yoğunu ortaya koyacaktır. İşte 19 Mayıs bu nedenlerden ötürü yalnızca bir tarih değil, bir halkın direnişinin başlangıcıdır; bir halkın küllerinden doğuşunun sembolüdür. Bunu en güzel özetleyen, bu hareketin öncüsünün kendi sözleridir: “Temel ilke, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ilke, ancak tam istiklale sahip olmakla gerçekleştirilebilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun, istiklalden yoksun bir millet, medeni insanlık dünyası karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye layık görülemez. Yabancı bir devletin koruyup kollayıcılığını kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu, güçsüzlük ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten de bu seviyesizliğe düşmemiş olanların, isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez. Halbuki, Türk’ün haysiyeti, gururu ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir! O halde, ya istiklal ya ölüm!” 27 GENÇLERİMİZ GELECEĞE EMİN ADIMLARLA KOŞUYOR AKIF ÇAĞATAY KILIÇ GENÇLIK VE SPOR BAKANI T ürkiye’nin tarihinde mayıs ayının çok ayrı bir önemi var. Sanırım vereceğim birkaç örnek mayıs ayının tarihî önemini anlatmak için yeterli olacaktır. Fatih Sultan Mehmet 29 Mayıs 1453 tarihinde İstanbul’u fethederek yeni bir çağa imza attı. Gazi Mustafa Kemal Atatürk 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a çıkarak Millî Mücadele’yi başlattı ve yurdumuzu düşmandan kurtarıp Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temellerini attı. Aynı zamanda da Türk milletinin bağımsızlığının sembolü bu tarihi 1938 yılında kanunla Türk gençliğine armağan etti. Gençlerimizin Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı şimdiden kutlu olsun. İstiklal mücadelesine egemen olan ruh ve ecdadımızın azmi, AK Parti iktidarlarının son 13 yılda gerçekleştirdiği büyük reform ve atılımların ilham kaynağı oldu, olmaya da devam ediyor. 19 Mayıs’ın aynı zamanda Gençlik ve Spor Bayramı olarak ilan edilmesi, milletimizin genç nesillere duyduğu güven ve gençlerimize düşen büyük sorumluluğun da göstergesidir. Bu vesile ile gençlerle ilgili fikrimi ve bakanlık faaliyetlerini anlatmak istiyorum: Büyük düşünen ve hedeflerine koşan bir nesil GENÇLERIMIZ TÜRKIYE’YI DAHA BÜYÜK, DAHA GÜÇLÜ YAPMA MÜCADELESINDE HEP EN ÖN SAFLARDA YER ALACAK, ÜLKESI VE MILLETI IÇIN HIÇBIR FEDAKARLIKTAN KAÇINMAYACAKTIR. 28 Bizim en büyük arzumuz, gençlerin ideallerinin peşinden kararlılıkla giden, vatanını seven, ahlaklı, özgüvenli bireyler olarak yetişmesi. Ülkemizin geleceğinde söz sahibi oldukları zaman özveriyle çalışmaya ve ülkemizi daha parlak yarınlara taşımaya hazır olmaları... Bunun için de gençlerimiz daha çok okumalı, daha çok araştırmalı, daha çok sorgulamalı, hızlı bir dönüşüm ve değişim geçiren dünyayı daha iyi anlayabilmeli, değişimleri ve yenilikleri anında yakalamak için yeteneklerini geliştirmelidir. Gençlerimiz bir taraftan özgürce düşünürken diğer taraftan millî ve manevi değerlere bağlı, yenilikçiliğin peşinde koşan, üreten, teknolojiyi iyi kullanan ve yeni buluşlar geliştiren bir nesil olmalı, ekonomik, toplumsal ve siyasal hayatta önemli roller üstlenmelidir. Gençlerimiz Türkiye’yi en iyi şekilde geleceğe taşımak, milletimize, ülkemize ve insanlığa karşı sorumluluklarını en iyi şekilde yerine getirmek için kararlı ve emin adımlarla koşmalıdır; daima büyük düşünmeli, hedefleri doğrultusunda ilerlemekten vazgeçmemelidir. Gençlik ile ilgili faaliyetlerimiz Bu noktada şunu söylemek istiyorum; başında bulunduğum Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın görevi de burada başlıyor. Yukarıda tarif ettiğimiz genç nesillerin yetişmesi için bütün imkanlarımızı seferber ediyoruz. Gö- reve geldiğimiz günden bu yana da bu konuda çok mesafe aldık. Dolayısıyla Yeni Türkiye’ye inanan, özgüvenli, umutlu, heyecanlı bir gençliğin yetiştiğini görmekten mutlu olduğumu burada zikretmeden geçemeyeceğim. Şunu da biliyorum ki gençlerimiz kendilerinden sonraki nesillere daha gelişmiş, daha müreffeh bir ülke bırakmak için çalışacaktır. Türkiye’yi daha büyük, daha güçlü yapma mücadelesinde hep en ön saflarda yer alacak, ülkesi ve milleti için hiçbir fedakarlıktan kaçınmayacaktır. Bakanlığımızın gerçekleştirdiği çalışmalar içinde gençlik merkezleri önemli bir yer tutuyor. 220’ye ulaşan gençlik merkezlerimizin üye sayısı da 1 milyon 348 bini aştı. 2016 yılının ilk üç ayı içinde gençlik merkezlerimizde 9 bin 610 faaliyet düzenlendi. Bu faaliyetlerimize 186 bin 137 genç katıldı. Gençleri buluşturduğumuz büyük organizasyonlardan biri de gençlik kamplarımız. 2015 yılında 17 kampımızda 53 bin gencimiz tatil heyecanını yaşamıştı. Bu yaz gençlik kamplarımızda 60 binin üzerinde gencimizi ağırlamayı planlıyoruz. Bu kamplarımızın başka bir özelliği de var. Şehit ve gazi çocuklarına öncelik tanıyoruz. Geçen yıl bu imkandan 700 şehit ve gazi çocuğu yararlandı. Gençlik kamplarımızda, ayrıca yurt dışından gelen gençlere de evsahipliği yapıyoruz. Samsun ve Trabzon’da düzenlenen gençlik kamplarında geçen yıl 20’yi aşkın ülkeden toplam 440 genç bir araya gelmişti. Bu sene bu rakamın üzerine çıkacağız. Gençlik Projeleri Destek Programı 2012 yılında başlattığımız “Gençlik Projeleri Destek Programı”yla, ülkemizin geleceği olan gençlerin kişisel ve sosyal gelişimine katkı sağlayacak projeleri desteklemeyi sürdürüyoruz. 352 projeye 2015 yılında 26 milyon TL destek vermiştik. Bu yıl hem proje sayısını hem de destek miktarını artırmayı hedefliyoruz. “Gençlik Projeleri Destek Programı” çerçevesinde engelli gençlerin topluma kazandırılmasına yönelik çalışmalarımız da aralıksız olarak devam ediyor. 2015/1 çağrı dönemi uygulama kılavuzunda yapılan değişikliklerle engellilerimizin spor ya da sanatla rehabilitasyonunu amaçlayan projelere öncelik verdik. 2012-2015 yılları arasında gönüllülük, sosyal uyum, sağlıklı yaşam, spor, gezi, kültür-sanat ve eğitim yoluyla engelli gençlerin rehabilitasyonunu amaçlayan 29 ilden 54 kuruluşa 4 milyon 469 bin TL yardımda bulunduk. Bu yıl da bu desteği devam ettiriyoruz. Tarihten sanata, spordan kültüre kadar birçok önemli alanda gençleri geleceğe hazırlayan projelere de imza atıyoruz. Gençler “Çanakkale-Bir Hilal Uğruna” programlarıyla şanlı ecdadını andı. Çanakkale Zaferi’nin 100. Yılı münasebetiyle düzenlenen “Çanakkale-Bir Hilal Uğruna” temalı programlar, 2015 yılında 54 farklı şehirde gerçekleşirken bu değerli organizasyon vesilesiyle binlerce genç Çanakkale ruhunu yüreklerinde hissetti. Bu yıl da bu programlarımızı genişleterek devam ettiriyoruz. Alanlarında tanınmış, bilgi ve tecrübe sahibi kişilerle gençlerimizi buluşturmayı; gençlerimizin bu kişilerin bilgi ve tecrübelerinden yararlanmalarını, bilgi, görgü ve özgüvenlerini artırmalarını sağlamayı amaçlayan “Tecrübe Konuşuyor” projesi bu yıl da sürüyor. Geçen yıl 30 farklı şehirde yaklaşık 15 binin üzerinde genç katıldı bu programımıza. Gençlik merkezlerimizde, ülkemiz gençliğinin ecdadının dilini okuyabilmesini sağlamak amacıyla gerçekleştirdiğimiz Osmanlıca Türkçesi kursumuzdan geçen yıl 10 bin gencimiz faydalandı. 2015 yılında Sarıkamış Harekatı’nın 100. Yılı etkinlikleri kapsamında düzenlediğimiz “Asımın Nesli Asrın Yürüyüşünde” adlı şehitleri anma yürüyüşünde on binlerce genç bir araya gelerek ecdadımızın gösterdiği büyük fedakarlığı yüreklerinde yaşadı. Ecdada mektup yarışmasına rekor katılım Gençlerimizin millî ve manevi duygularını canlı tutarak, tarih şuurunun toplumda yerleşmesini sağlamak amacıyla düzenlediğimiz “Çanakkale ve Sarıkamış’ın 100. Yılında 100 Bin Mektup” yarışmasına 522 bin 190 başvuru yapıldı. Çanakkale Savaşları’nda kahramanlıklarıyla destanlaşan 57’nci Piyade Alayı başta olmak üzere Çanakkale şehitlerini anmak amacıyla düzenlenen “57. Alay Vefa Yürüyüşü”ne geçtiğimiz yıl 25 bin genç katıldı. Bu yıl da daha geniş kapsamlı olarak gerçekleştirdiğimiz “Çanakkale 57. Alay Vefa Yürüyüşü”nde binlerce genç ecdadın yolundan gitti. 29 Gençlerimiz imkanları çok iyi değerlendirmeli Gençlerin ruh dünyası çok yoğundur. Aralarında geçen müzakereler, eminim, bizim yaptığımız müzakerelerden çok daha hararetli ve farklıdır. Ben de biraz genç bir insan olarak bazen heyecanlı müzakereler içerisinde olabiliyorum. Gençler aşırı fikirlerini bile birbiriyle paylaşabilmeli. Bunu asla bir lütuf olarak söylemiyorum, bu gençlerin hakkıdır. Girişimcilik ruhunu gençlerimize aşılamak, onların özel sektörle erken tanışmalarını ve potansiyellerini daha fazla geliştirmelerini sağlamak için imkan sunuyoruz. Gençlerimiz bu imkanı çok iyi değerlendirmeli. Gençlerimizin, çocuklarımızın spora katılımı için de çalışmalar yapıyoruz. Millî Eğitim Bakanlığı ile geçen ay imzaladığımız protokol çerçevesinde okullardaki yetenekli öğrencileri spora kazanGençlere farklı kültürleri, tarihî ve doğal güzellikleri görüp tanıma fırsatı sunan “Şehirler ve Kültürler Projesi” keyifli bir dönemi geride bıraktı. Özgüven sahibi, gezip görerek öğrenen, sosyal barışa, kardeşlik ve huzura hizmet eden bir gençliğin yetişmesine katkı sağlayan projeden yıl boyunca toplam 30 şehirde 25 bin genç yararlandı. Gençlik ve Spor Bakanlığı’nca Çanakkale ruhunun gençlere dijital mecralardan da ulaştırılması amacıyla geliştirilen “NUSRAT” isimli mobil oyun ise 1 milyon kullanıcıya ulaştı. dıracağız. Tesisleşme hamlemiz hızla sürüyor. Mahallelerimizde sporu yaygınlaştırmak için spor kompleksleri yapıyoruz. Son 6 ay içinde 900’den fazla mahalle tipi spor tesisi yaparak gençlerimizin, çocuklarımızın hizmetine sunduk. Bu tesislerimizde voleybol, basketbol ve futbol sahaları gibi alanlar mevcut. “Oku, düşün, uygula, neticelendir” Gençler için ürettiğimiz projeleri burada saymaya zaman yetmez. Ama gençlerimiz şunu iyi bilmelidir; bizim merkezimizde onlar var. Biz gençlerin hem fikirlerini hem de çalışmalarını KYK faaliyetleri açıkça ortaya koymalarını teşvik eden bir yapıdan geliyoruz. Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu (KYK) yurtlarında barınan öğrencilerimizin bireysel, sosyal, kültürel, manevi ve akademik gelişimlerine katkı sağlamak için projeler ürettik. “KYK Akademi” adı altında yıl boyunca liderlik seminerleri, farkındalık konferansları, kariyer sohbetleri, kurslar ve atölye çalışmaları yaptık. “Kuruluştan Çanakkale’ye Tarih ve Medeniyet Gezisi”, “Bir Günde Bin Yıl Anadolu Tarih ve Medeniyet Gezileri” ve “Bir Günde Bin Yıl Balkanlar Tarih ve Medeniyet Gezileri”ne katılan KYK’lı binlerce genç hayatları boyunca unutamayacakları bir yılı geride bıraktı. Bu tür faaliyetlerimize katılan öğrenci sayısı 900 bine ulaştı. 2016 yılında da bu etkinliklerimizi sürdürüyoruz. Sportif faaliyetler açısından da yoğun bir dönemi geride bırakan KYK’da, 2014-2015 eğitim-öğretim yılında 8 farklı branşta turnuvalar düzenlendi. Organizasyonlarda toplam 70 bin genç yer aldı. “Çınaraltı Gençlik Söyleşileri” kapsamında 2015 yılında binlerce genci gerçekleştirdiği etkinliklerle bir araya getiren KYK, “Tarihi Yazılanlar”, “Vefa Günleri”, “Yaşayan Hazineler”, “Benim Tarihim”, “İncir Çekirdeği”, “Yağmur Şiir Damlaları”, “Şiirin Sultanları” organizasyonlarını birçok farklı şehirde binlerce gençle buluşturmayı sürdürüyor. 2023, 2053, 2071 hedeflerine ancak gençlerimiz sayesinde ula- 30 şılacağının farkındayız. Gençlerimize her türlü imkanı sağlamak için gece gündüz demeden koşuşturuyoruz. Gençlerimiz bugün aldıkları eğitimle, ortaya koymuş oldukları çalışmalarla geleceğe yürüme imkanı bulacak. Gençlerimiz eğer bugünden kendilerini geliştirmezlerse, kendilerini hazırlamazlarsa gelecekte başarıya ulaşamazlar. Bu yüzden ellerindeki imkanları iyi değerlendirmeleri lazım. Gençlerimiz Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın “Oku, düşün, uygula, neticelendir” tavsiyesini kendilerine şiar edinmeliler. Gençlerin bu ülkeye en büyük borcu, bizim attığımız adımları daha da ileriye götürmek. Bu ülkenin yeni uydu projelerini, köprülerini, havalimanlarını artık onlar yapacak. Millî uçaklarımızı, tanklarımızı, ilk uçak gemimizi, ilk yerli otomobilimizi onlar hayata geçirecek. Gençliğimiz bu ülkeyi geleceğe taşıyacak nesiller olacak. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi, “Biz her şeyi gençliğe bırakacağız… Geleceğin ümidi, ışıklı çiçekleri onlardır. Bütün ümidim gençliktedir.” TÜRKIYE BÜYÜK MILLET MECLISI’NDE NISAN 2016’DA KABUL EDILEN YASALAR Kanun Numarası Kabul Tarihi Başlığı 6701 06/04/2016 Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Kanunu 6702 07/04/2016 Şanlıurfa’ya İstiklal Madalyası Verilmesi Hakkında Kanun 6703 07/04/2016 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Pakistan İslam Cumhuriyeti Hükümeti Arasında İzinsiz İkamet Eden Şahısların Geri Kabulüne Dair Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6704 14/04/2016 65 Yaşını Doldurmuş Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması Hakkında Kanun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun 6705 20/04/2016 Kişisel Verilerin Otomatik İşleme Tâbi Tutulması Karşısında Bireylerin Korunması Sözleşmesine Ek Denetleyici Makamlar ve Sınıraşan Veri Akışına İlişkin Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6706 23/04/2016 Cezaî Konularda Uluslararası Adlî İş Birliği Kanunu 31 ÇOK PARÇALI TEK DEVLET ISPANYA 32 DÜNYA DEMOKRASI TARIHI YERYÜZÜNÜN EN YAŞANILASI TOPRAK PARÇALARINDAN BIRINDE KONUMLANAN İSPANYA, DARBELER VE KANLI OLAYLARLA DOLU GEÇMIŞINI BIR KENARA BIRAKIP “DAHA ILERIYE” MOTTOSUYLA YOLUNA DEVAM EDIYOR. DIŞ POLITIKASINI 17 ÖZERK BÖLGESIYLE TEK YUMRUK HALINDE YÜRÜTEN ÜLKE, DÜNYANIN PEK ÇOK PRESTIJLI TOPLULUĞUNDA SÖZ SAHIBI DEVLET KONUMUNDA BULUNUYOR. PINAR ÇAVUŞOĞLU 33 İ ber Yarımadası’nın kuzeydoğusunda bulunan Ebro Irmağı (Ibar), bin yıllardır yarımada topluluklarına hayat vermiş, bölgeyi yeryüzünün en yaşanılacak yerlerinden biri haline getirmiş. Irmağın bölge insanı için ne denli önemli olduğu yarımadaya adını vermesinden de anlaşılıyor. Ebro’nun 910 kilometrelik uzunluğu ve 90 bin kilometrekareye yaklaşan alanıyla suladığı topraklarda daha önce Lusitaniler, Keltler, Callaiciler, Asturlar, İberler, Fenikeliler, Romalılar, Franklar, Vizigotlar, Yunanlar ve Kartacalılar yaşamış. Altın ve gümüş yataklarının bol bulunması, tarıma elverişli arazisi ve ılıman iklimi bölgenin önemini katbekat artırmış. Ayrıca Avrupa ve Afrika’yı birbirine bağlaması, Akdeniz ve Atlantik Okyanusu arasındaki geçişi sağlayan boğaza hâkim konumu yarımadada fetih ve göç hareketlerinin yoğun yaşanmasına sebep olmuş. Bölgenin kaderini ise Akdeniz’in kuzeyinin tamamına, bugünkü Fransa, İspanya ve Portekiz topraklarının da dahil bulunduğu coğrafyaya hâkim olan Romalılar belirlemiş. Pek çok kaynak MÖ 206’da Romalıların İber Yarımadası’nı ele geçirmelerinin ardından bölgeye Hispania adını verdiğini yazar. Dolayısıyla İspanya adının bu dönemden geldiği tahmin edilir. 300’lü yılların sonunda Roma İmparatorluğu’nun zayıflaması bölgede çıkarları olan diğer devletlerin işine gelir. İmparatorluğun ikiye bölünmesinin ardından Vizigotlar yarımadayı ele geçirir. Vizigotların da İspanya’nın şekillenişine önemli etkileri olur. Örneğin Katoliklik bu dönemde benimsenir ve ülkede köklü dinî reformlar gerçekleştirilir. Ancak Müslümanların yarımadaya gelişi de yine Vizigotlar 34 DÜNYA DEMOKRASI TARIHI döneminde olur. 711 yılında Araplar, Cebelitarık Boğazı’nı geçerek Vizigot İspanyası’nı ele geçirmekle kalmaz, Avrupa’nın ortasına kadar ilerler. Katolikliği benimsemiş bir bölgede İslam tehdidinin ortadan kaldırılması gerektiğini düşünen Franklar Müslümanlara karşı büyük bir ordu meydana getirerek onların ilerleyişini durdurur. Bu gelişmenin ardından Avrupalı topluluklar Müslümanlara karşı birlikte harekete geçer. Asturya-Leon ve Navarra adlı iki Hıristiyan krallık, büyük savaşlar vererek İber Yarımadası’nın kuzeyini Müslümanlardan geri alır. Yarımada kuzeyi Hıristiyan, güneyi Müslüman bir bölge haline gelir. Bölgede İslam tehdidinin tamamıyla ortadan kaldırılması Kastilya Krallığı döneminde olur. Kral VI. Alfonso’nun (1077-1109) İber Yarımadası’nın en önemli stratejik ve kültürel merkezi konumundaki Tuleytule’yi (Toledo) Müslümanlardan geri alması bu anlamda atılmış önemli bir adımdır. Papa’nın Haçlı Seferleri’ni başlatmasıyla Kastilya, Portekiz, Aragon ve Navarra krallıkları, Tuleytule’de bir araya gelerek toplantılar düzenlemiş, Müslümanlara karşı birlikte hareket etme kararı almış ve Granada, Kurtuba, Sevilla ile Murcia’yı Hıristiyan şehri yapmışlardır. Ortak düşmanın yakınlaştırdığı bu krallıklar yalnızca savaş ve güvenlik söz konusu olduğunda değil, sosyal hayatlarında da iyi ilişkiler kurmuş, birbirleriyle evlilikler yaparak bağlarını güçlendirmişlerdir. İber Yarımadası’nın büyük bir çoğunluğunda hâkim olan Kastilya Krallığı 1479 yılına kadar varlığını sürdürmüştür. 1519 YILINDA TAHTA GEÇEN I. CARLOS DÖNEMINDE İSPANYA DÜNYANIN EN GÜÇLÜ ORDUSUNA SAHIPTI. KUZEY VE ORTA AMERIKA’DA ÖNEMLI TOPRAKLARI IŞGAL ETMIŞTI. GÜNEY AMERIKA’DA ISE BREZILYA HARIÇ TÜM BÖLGELER İSPANYOL İMPARATORLUĞU’NUN SÖMÜRGESIYDI. Granada’nın işgali Dünyanın çekindiği güç: İspanyol İmparatorluğu Aragon ve Kastilya krallıkları, bu ülkelerin vatandaşı, nüfuz sahibi iki kişinin evlenmesiyle yalnızca dünür olmadı; topraklarını da birleştirerek siyasi anlamda bir bağ oluşturdular. Müslümanların başkenti Granada’nın düşürülmesiyle elde edilen başarı, yeni krallığın dur durak bilmeden işgallere başlayacağının da sinyallerini veriyordu. Keza dünyanın başka ülkelerini keşfetme ve sömürgeleştirme çalışmaları Granada’nın işgal yılı olan 1492’de başladı. Granada’nın ele geçirilmesi Müslümanların İber Yarımadası’ndan tamamen temizlenmesi amacı güden Reconquista’nın (yeniden fetih) sonuydu. Yine 1492’de Kristof Kolomb’un imparatorluğun maddi destekleriyle dünyayı gezmeye başlaması, İspanyol İmparatorluğu’nun beş kıtada toprak sahibi olmasının da ilk adımıydı. İmparatorluk ilk etapta Portekiz ve Navarra dışında, yarımadanın tüm bölgelerinde nüfuz sahibi oldu ve bugünkü İspanya’nın temelleri atıldı. 1519 yılında tahta geçen I. Carlos döneminde (1519-1556) İspanya dünyanın en güçlü ordusuna sahipti. Kuzey Amerika’da Meksika, Kaliforniya, Arizona ve Kolorado’yu, Orta Amerika’da Venezuela, Bogota, Peru ve Paraguay’ı işgal etmişti. Güney Amerika’da ise Brezilya hariç tüm bölgeler İspanyol İmparatorluğu’nun sömürgesiydi. Brezilya, Portekiz Krallığı’nın kontrolü altındaydı. Ancak I. Carlos’un Portekiz Kralı’nın kızıyla evlenmesiyle iki ülke birleşmiş, İspanyol İmparatorluğu Amerika’daki tek güç haline gelmişti. Amerika’nın işgali ve sömürgelerin elde tutulması I. Carlos’la 35 ISPANYA’NIN AVRUPA’DA SAYGINLIĞINI ARTIRAN GELIŞMELERDEN BIRI, DÜNYANIN EN GÜÇLÜ DEVLETLERINDEN OSMANLI IMPARATORLUĞU’NUN 1571 YILINDA INEBAHTI DENIZ SAVAŞI’NDA YENILGIYE UĞRATILMASIYDI. birlikte, daha sonraki yıllarda tahta geçen II. Felipe (1556-1598) ve III. Felipe’nin (1598-1621) de başarısıydı. Denizaşırı bu gelişmeler olurken, İspanyol İmparatorluğu Avrupa kıtasındaki faaliyetlerini de sürdürüyordu. III. Felipe’nin başa geçmesiyle imparatorluk daha az saldırgan bir politika izledi; ancak yalnızca Fransa ve İngiltere’ye karşı. İspanyol İmparatorluğu’nun Osmanlı’ya düşmanlığı, Venedik Cumhuriyeti ve Savoia Düklüğü I. Carlos ile çekişmeleri uzun yıllar devam etti. Ayrıca İspanya’nın Avrupa’da saygınlığını artıran başka bir gelişme dünyanın en güçlü devletlerinden biri olan Osmanlı İmparatorluğu’nun İnebahtı’da yenilgiye uğratılmasıydı. İspanyol İmparatorluğu, Haçlı Donanması ve Venedik Cumhuriyeti’nin oluşturduğu Kutsal İttifak’ın İnebahtı Deniz Muharebesi’yle Osmanlı’nın Akdeniz’deki etkinliğini azaltması Avrupa için son derece önemliydi. İnebahtı yenilgisi Osmanlı içinse Sokollu Mehmed Paşa’nın söylemiyle “sakal tıraşı”ydı. Avrupa’nın en güçlü devleti İspanyol İmparatorluğu, 30 Yıl Savaşları’ndan sonra ikincil bir güç haline geldi. 1618 yılında başlayan ve Protestan-Katolik mücadelesi olarak özetlenebilecek bu savaşlar sonucunda yüz binlerce Avrupalı açlık ve salgın hastalıklar nedeniyle hayatını kaybetti. Savaşın siyasi açıdan en önemli sonuçları ise Almanya’nın uzun yıllar toparlanamayacağı şekilde zarar görmesi, Fransa’nın Avrupa’nın en güçlü devleti olması ve İspanyol İmparatorluğu’nun gerileme sürecine girmesiydi. Devlet otoritesinin zayıflamasıyla Portekiz, Hollanda, Katalonya, Aragon, Napoli, Sicilya ve Valencia’da ayaklanmalar meydana gelmiş, Portekiz 1640 yılında bağımsızlığını ilan etmişti. Bir yandan başka ülkelerle savaşan, diğer yandan iç isyanları bastırmaya çalışan İspanya, zaman içinde pek çok sömürgesinin bağımsızlığını birer birer tanımaya başladı. Diğer ülkeler nezdinde prestijini de kaybeden İspanya dünyada korkulan bir imparatorluk olmanın çok uzağında kaldı. Milliyetçilik akımı ve ilk demokrasi hareketleri Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfi 36 DÜNYA DEMOKRASI TARIHI 1665 yılında İspanya kralı olan II. Carlos (1665-1700), ülkenin kurtuluşunun yalnızca Fransa’yla ittifak yapmakla mümkün olacağını düşünüyordu. Bu nedenle tahtını Bourbon Hanedanı’nın bir üyesine, Fransa Kralı XIV. Louis’in oğlu V. Felipe’ye (1700-1724) bıraktı. Bu dönemde hukuki, ticari ve mali pek çok reform gerçekleştirildiyse de halk tabanına yansıyan düzenlemelere imza atılmadı. V. Felipe’nin savaşlardan kaçınması ve yabancı güçlerle uzlaşmacı bir politika izlemesi ülkede bir süre sükuneti mümkün kıldı. V. Felipe ve sonraki kralların Bourbon Hanedanı’ndan olması nedeniyle İspanya, dış politikada Fransa’yı destekledi. Hakeza 1775 yılında başlayan Amerika Bağımsızlık Savaşı’nda Fransa’yla birlikte kolonilere destek verdi. Otuz Yıl Savaşları Bailén Savaşı 1789’da meydana gelen Fransız Devrimi yalnızca belirli bir bölgeyle sınırlı kalmamış, tüm dünyayı milliyetçilik, liberalizm ve sosyalizm fikirleri açısından etkilemişti. Hem iç hem de dış politikasında Fransa’yla birlikte hareket eden İspanya bu devrimi en yakından hisseden ülkelerden biriydi. Fakat özellikle milliyetçilik akımının etkisiyle İspanyollarda Fransızlara yönelik bir düşmanlık baş göstermişti. Fransa’ya karşı ayaklanan bazı İspanyol önderler önce bir meclis oluşturmuş, ardından bir anayasa çıkarmak için faaliyetlere başlamıştı. 1808 yılında İspanya’nın Fransa’ya karşı başlattığı Bailén Savaşı, Fransa’nın yenilgisiyle sonuçlandı. Yalnızca üç gün süren savaş, dünya tarihi için önemsiz görünse ve kitaplarda kendine yeterince yer bulamasa da İspanyolların özgüven kazanması ve mücadelelerine daha emin bir şekilde devam etmesi açısından önemliydi. 1812 yılında İspanya, dönemin en demokratik anayasasını hazırladı. Cadiz Anayasası (1812 İspanya Anayasası) erkeklere seçme ve seçilme hakkı tanıdı; kralın yetkilerini sınırladı; hukuki ve sosyal pek çok konuda önemli düzenlemeler getirdi. Bu sırada İspanya’nın krallık koltuğunda Napolyon’un erkek kardeşi Joseph Bonapart (1808-1813) oturuyordu. Napolyon önceki İspanya Kralı VII. Fernando’yu tutuklatmış, hem İspanya sömürgesi olan Latin Amerika ülkelerini kendine bağlamak hem de Fransızlara karşı çıkan ayaklanmaları önlemek amacıyla yerine kardeşini geçirmişti. Joseph Bonapart’ın ayaklanmaları bastırma konusundaki başarısızlığı nedeniyle Napolyon, VII. Fernando’yu (1813-1833) serbest bırakarak yeniden İspanya Kralı yaptı. Buna karşılık olarak da Cadiz Anayasası’nın yürürlükten kaldırılmasını istedi. 1814’de iptal edilen anayasa 1820 yılında Albay Rafael del Riego’nun gerçekleştirdiği darbeyle yeniden yürürlüğe koyuldu. Fakat bazı sömürgeler bu süreçte kaybedilmiş, İspanya’nın geliri azalmıştı. Üstelik savaşlardan yorgun çıkan ülkenin ordusu adeta paramparça olmuştu. İspanya’nın mali açığı vergilerle kapatılmaya çalışılmış, masraflarının çok olduğu gerekçesiyle kiliseler kapatılarak binaları kamuya faydalı başka amaçlar için kullanılmaya başlamıştı. Ancak Fransa’nın İspanya’ya yeniden müdahalesi liberallerin düşüşü ve VII. Fernando’nun tekrar kral olmasıyla sonuçlandı. Kralın ilk işi liberalleri idam etmek oldu. Yeni yönetimin diğer baskıcı 37 1. Karlist Savaşı İspanya İç Savaşı İspanya İç Savaşı 1868-Geçici Hükümet Üyeleri icraatları üniversitelerin sıkı denetim altına alınması ve basın sansürüydü. VII. Fernando’nun 1833’te hayatını kaybetmesiyle üç yaşındaki kızı II. Isabelle’in naibi olarak karısı Maria Christina ülkeyi yönetti. İspanya cumhuriyet rejimiyle tanışıyor 1833 yılında İspanya’daki muhafazakarlar ve liberaller arasında başlayan 1. Karlist Savaşı 6 yıl sürdü. Maria Christina savaş sırasında çeşitli yanlış hamlelerle ülkede iç karışıklığı artırmış, uyguladığı ekonomik politikalar halkı çok zengin ve çok fakir olmak üzere iki sınıfa ayırmıştı. 1843 yılında tahta oturan II. Isabelle de annesinden farklı bir yolda ilerlemedi. Bu arada amcası Don Carlos ile taht mücadelesi veriyordu. Bu mücadelenin tehlike arz eden boyutlara ulaştığını düşünen ordu, 1868 yılında yönetime el koydu. 1869’da yeni bir anayasa hazırlandı. 1870 yılında patlak veren Fransa-Prusya Savaşı, İspanya’yı da olumsuz etkiledi. Ülkedeki tüm siyasi gruplar birbiriyle çatışmaya başladı. 1873 yılında Cumhuriyet’in ilan edilmesi iç karışıklığı daha da artırdı. Kilise, cumhuriyet yanlıları tarafından bir geri 38 DÜNYA DEMOKRASI TARIHI kalmışlık sembolü olarak görülmeye başlamıştı. Yüzlerce yıldır Katolikliğin hâkim olduğu İspanya topraklarında cumhuriyetçiler ve muhafazakarlar karşı karşıya geldi. İspanya her biri kendi anayasasına sahip 13 bölge ve 4 denizaşırı topraktan meydana geliyordu. 1868 ila 1874 yılları arasında bölgelerin anlaşmazlıkları ve denizaşırı topraklarda görülen ayaklanmaların da etkisiyle 14 kere hükümet devrildi. 1876 yılında yeni bir anayasa kabul edildi. Bu anayasaya göre meclis senato ve kongre olmak üzere iki kanattan oluşuyordu. Kral, yalnızca yasaları değiştirme yetkisine sahipti. Yine de ülkede iç karışıklık durulmadı. İspanya-Amerika Savaşı’nın baş göstermesi İspanya’nın Küba, Filipinler, Guam adası ve Porto Riko’yu kaybetmesiyle sonuçlandı. 15. ve 16. yüzyılın güçlü İspanyası 19. yüzyıla gelindiğinde, değil başka ülkeleri sömürge ilan etmek, kendi topraklarını korumakta bile zorluk çeken bir devletti. Bu yüzden I. Dünya Savaşı sırasında tarafsızlığını açıkladı. Ancak ülkedeki iç karışıklıklar tüm hızıyla sürüyordu. Ayrıca 1904 yılında imzalanan bir anlaşma gereğince Fas’ın Akdeniz kıyıları dışındaki bölümü Fransa’ya, Akdeniz sa- Başbakan Mariano Rajoy hilleri ise İspanya denetimine verilmişti. İspanya ordusu 1921’de Fas’ta çıkan ayaklanmayı bastıramamış, bu yenilgi ordu ve krala karşı güvensizlik duyulmasına, tepkiler gösterilmesine neden olmuştu. Tüm bu olumsuzluklar sebebiyle İspanya, 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’ndan maksimum düzeyde etkilendi. Ordu ülkede barışı sağlamak ve demokrasiyi korumak bahanesiyle General Primo de Rivera önderliğinde 1923’te yönetime el koydu. Darbe hem İspanya Kralı XIII. Alfonso (1886-1931) hem de halk tarafından destek gördü. 1931 yılında gerçekleşen belediye seçimlerinde cumhuriyetçilerin galip gelmesi, kralın ülkeden kaçmasına vesile oldu. II. Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle İspanya’yı laikleştiren yeni anayasa da hazırlandı. 1936 yılı, ülkede uzun yıllardır var olan iç karışıklığın kanlı bir eyleme dönüşmesine sahne oldu. Cumhuriyet rejiminin ilk icraatlarından biri kilise okullarını kapatması, kiliseye ait malların devlete verilmesi, din adamlarına devlet desteğinin kesilmesiydi. Bu ve buna benzer pek çok gerekçeyle cumhuriyetçiler ve milliyetçiler karşı karşıya gelmiş, İspanya İç Savaşı başlamış, yaklaşık 500 bin kişi hayatını kaybetmişti. Etkileri bu denli büyük olan bu mücadele, Picasso’nun “Guernica” tablosunun yanı sıra pek çok filme konu oldu. Savaşın 1939’da milliyetçi güçler lehine bitmesiyle General Francisco Franco devlet başkanlığı görevini üstlendi. 1974 yılına kadar Franco diktatörlüğünde yönetilen ülke II. Dünya Savaşı’na da katılmadı. Geç gelen demokrasi 1977 yılı, İspanya’da onlarca yıl sonra yapılan ilk genel seçimlere sahne oldu. Adolfo Suárez González başkanlığındaki Demokratik Merkez Birliği bu seçimlerden galip ayrıldı. 1978 yılında yeni anayasa Kral I. Juan Carlos’un onayıyla yürürlüğe girdi. Hükümet pek Kral VI. Felipe çok kez darbe girişimleriyle karşı karşıya kaldıysa da bu girişimler başarısızlıkla sonuçlandı. Bugün parlamenter demokrasiye dayalı monarşiyle yönetilen İspanya’da kralın yetkileri semboliktir. Ancak Kral hükümeti atama, yasama organını feshetme, Anayasa’daki kurallar çerçevesinde bazı konuları halkoyuna sunma yetkisine sahiptir. Kral ayrıca Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri ile Askerî Polis Kuvvetleri’nden oluşan orduyu yönetmekle mükelleftir. İspanya’da parlamento (Cortes Generales) 350 üyeli Temsilciler Meclisi ve 266 üyeli Senato’dan oluşur. Ülke Başbakanı Mariano Rajoy, Kral ise VI. Felipe’dir. 1978 Anayasası, İspanya’da 17 bölgeye, 2 şehre özerklik tanımıştır. Aragon, Asturyas, Balear adaları, Bask, Ceuta, Ekstremmadura, Endülüs, Galiçya, Kanarya Adaları, Kantabria, Kastilya ve Leon, Kastilya-La Macha, Katalonya, La Rioja, Madrid, Melilla, Murcia, Navarra ve Valensia’dan oluşan özerk bölge ve şehirlerin de kendi parlamentoları ve yürütme organları bulunmaktadır. Anayasa, özerk bölgelerin ülkenin toprak bütünlüğünü bozucu girişimlerini engelleyecek hükümler içerir. 39 ISMET SEZGIN: SIYASETTE ERDEMLI, AHLAKLI VE DÜRÜST OLMAK, “BOĞAZ DOKUZ BOĞUMDUR” SÖZÜNÜ UNUTMAMAK GEREKIR RÖPORTAJ VE FOTOĞRAFLAR: SONGÜL BAŞ SIYASETIN DUAYEN ISMI İSMET SEZGIN, 27 MAYIS’IN TÜRK DEMOKRASISINE INDIRILMIŞ ÇOK BÜYÜK BIR DARBE OLDUĞUNU BELIRTEREK, “EĞER 27 MAYIS, 12 MART, 12 EYLÜL YAŞANMASAYDI TÜRKIYE BUGÜN ÇOK DAHA KALKINMIŞ BIR ÜLKE OLURDU. BIR IKTIDARI BEĞENMIYORSANIZ ONU DÜŞÜRMENIN YOLU SEÇIMLERDE OY VERMEMEKTIR, SANDIK DIŞINDAKI HIÇBIR YÖNTEM DOĞRU DEĞILDIR” DIYOR. 40 RÖPORTAJ 1928 yılında Aydın’da başlayan hayat yolculuğunuza baktığımızda “siyasetle geçmiş bir ömür” görüyoruz. Henüz 27 yaşındayken belediye başkanı seçildiğiniz siyaset hayatınız ne zaman başladı? İzmir Yüksek İktisat ve Ticaret Okulu’nda eğitim gördüğüm yıllarda Talebe Birliği Başkanlığı yaptım. Ayrıca Türkiye Millî Talebe Federasyonu Yönetim Kurulu Üyesi’ydim. Üniversite öğrenciliğimde Demokrat Parti’ye yakındım. Üye değildim, ama partinin toplantılarına iştirak ediyordum. Üniversiteden mezun olup askerliğimi yaptıktan sonra Denizli’de bir bankada çalışmaya başladım. O zamanlar banka memurları siyaset yapabiliyorlardı. Ben de Demokrat Parti’nin siyasi faaliyetlerine katılıyordum. 1952 senesinde Demokrat Parti Denizli İl İdare Kurulu Üyeliği’ne seçildim. 1950’lerde bugünkü kadar genç siyasetçi yoktu, o nedenle henüz 24 yaşındayken İl İdare Kurulu Üyesi seçilmem ayrı bir önem taşıyordu. Siyaset ve iş hayatı devam ederken 1955 yılında Aydın’a tayin edildim. Bir gün Demokrat Partili arkadaşlar bankada ziyaretime geldiler. “Siz Aydın’ın yetiştirdiği değerli bir arkadaşımızsınız. Kasım ayındaki seçimlerde sizi belediye reisliğine aday göstermek istiyoruz” dediler. O güne kadar belediye reisliğini hiç düşünmemiştim, bu nedenle hemen bir cevap vermek istemedim, “Konuşuruz” dedim, ancak onlar bu konuda ısrarlı davrandılar. Bunun üzerine bankanın genel müdürü Medeni Berk’i aradım. Kendisine “Efendim, beni belediye reisi yapmak istiyorlar. Siz ne dersiniz?” dedim. Bana “Siyaset iyi bir şey değil, aday olmanı tavsiye etmem. Fakat Aydın, Beyefendi’nin memleketi, bu nedenle bir şey diyemem. Sen çok değerli bir arkadaşımızsın, bankada istikbalin de var, ileride ne zaman istersen tekrar vazifene dönebilirsin” dedi. 1955’in Kasım ayında yapılan seçimlerde adaylığımı koydum ve henüz 27 yaşındayken Aydın’da belediye reisi seçildim. Allah rahmet eylesin, Medeni Berk 1957 seçimlerinde milletvekili oldu ve Başbakan Yardımcılığı’na getirildi. Kendisiyle karşılaştığımız bir gün “Sayın Genel Müdürüm, bana siyaseti tavsiye etmiyordunuz, ama şimdi siz de siyasette yer alıyorsunuz” dedim, gülüştük. Belediye başkanlığınız 27 Mayıs darbesiyle birlikte sona erdi. O günlerde neler yaşadınız, ne gibi duygular hissettiniz? İhtilal olduktan sonra askerî nezarette kaldık; bodrum katında küçücük bir yer... Bize dışarı çıkabilmemiz için Demokrat Parti’den istifa etmemiz gerektiğini söylediler. Arkadaşlarımız bir kağıda “istifa ediyoruz” diye yazdılar, imzalayıp gönderdiler. Askerler “Böyle olmaz, toplu değil, tek tek istifa edeceksiniz” dediler. Bunun üzerine arkadaşlarımız o şekilde yaptılar. Bir tek ben istifa etmedim. Bu defa “Niye İsmet Sezgin istifa etmiyor?” diye sormaya başladılar. Askerlere ve arkadaşlarıma istifa etmemekte kararlı olduğumu söyledim. Belki beni ikna edebilirler düşüncesiyle karımı ve annemi getirdiler, ama onlar da “Sakın istifa etme” dediler. Bir gün Jandarma Komutanı’nın çağırdığını söylediler, odasına gittim, “Reis Bey siz istifa etmediğiniz için arkadaşlarınızı da bırakamıyoruz. Neden istifa etmiyorsunuz?” diye sordu. “Yıllardır Demokrat Parti’de hizmet ediyorum, belediye reisliği yaptım, bunca sorumluluk üstlendim. Bunların hesabını vermeden istifa etmeyi doğru bulmuyorum. Bu benim için bir şeref meselesi” dedim. Bu konuşmanın ardından ben ve iki arkadaşımız dışındakileri bıraktılar. “Ben yalnız kalırım, onları da bırakın” dedim, ama kabul etmediler. Aradan biraz zaman geçti, baktılar ki istifa edecek değilim, bizi de gönderdiler. Nezaretten çıkıp eve giderken vatandaşların coşkusuyla karşılaştım, neredeyse içinde bulunduğum arabayı havaya kaldırıyorlardı. 27 Mayıs, Türk demokrasisine indirilmiş çok büyük bir darbedir. Eğer 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül yaşanmasaydı Türkiye bugün çok daha kalkınmış, büyük bir ülke olurdu. Bir iktidarı beğenmiyorsanız, icraatlarından memnun değilseniz onu düşürmenin yolu seçimler- 41 “SIYASI PARTILER TERÖRE KARŞI MILLÎ BIRLIK ANLAYIŞI IÇINDE HAREKET ETMELIDIR. HERKES TERÖRÜN SONA ERDIRILMESI, TOPLUMSAL BIRLIK VE BERABERLIĞIN SAĞLANMASI IÇIN HER TÜRLÜ GAYRETI GÖSTERMEK ZORUNDADIR.” de oy vermemektir, sandık dışındaki hiçbir usul, hiçbir tasarruf doğru değildir, sakattır, hatalıdır. 1961 seçimleri neticesinde Aydın Milletvekili olarak Meclis’te yer aldınız. O günlere dair neler söylemek istersiniz? 1961’de Adalet Partisi’ni kurduk ve o seneki seçimlere katıldık. Aydın’dan milletvekili seçilen arkadaşlarımızla birlikte trenle Ankara’ya doğru yola çıktığımızda vatandaşlar her istasyonda bizi büyük bir coşkuyla karşıladı. Bu sevgi ve ilgi omuzlarımızdaki sorumluluğu daha da artırıyordu. Meclis’e geldiğimizde ülkede hâlâ askerin etkisi hissediliyordu. Böyle bir ortamda Meclis’i çalışır hale getirdik, Adalet Partisi ile Cumhuriyet Halk Partisi’nin birlikte hükümet kurması kararını aldık. Türkiye, ihtilalin ardından tekrar demokratik bir döneme girmeye başladı. 1964 senesinde Adalet Partisi Büyük Kongresi’nde rahmetli Süleyman Demirel’i genel başkan seçtik. O kongrede ben de Genel İdare Kurulu Üyesi oldum. 1965 seçimlerini büyük bir farkla kazanarak hükümeti kurduk. 1965-1971 yılları arasında Türkiye yüzde 7 civarında kalkınma hızı sağlamış, memlekette barajlar, 42 RÖPORTAJ yollar, fabrikalar yapılmış, ülkede önemli gelişmeler kaydedilmişken ikinci bir ihtilalle karşılaştık. 12 Mart 1971’de demokrasiye bir darbe daha indirilmiş oldu. Tabii bunun sıkıntılarını da hep birlikte yaşadık. Bilindiği gibi, 12 Mart’tan sonra çeşitli hükümetler görev yaptı, 1974 yılına gelindiğinde rahmetli Bülent Ecevit ve rahmetli Necmettin Erbakan bir koalisyon hükümetinde yer aldı. Daha sonraki süreçte Milliyetçi Cephe Hükümetleri kuruldu; benim kanaatime göre bu doğru değildi. 1979 yılında ara seçimler ve Cumhuriyet Senatosu kısmi seçimleri yapıldığında Bülent Ecevit başbakandı. Adalet Partisi 5 milletvekilliğinin tamamını, 50 Cumhuriyet Senatosu üyeliğinin de 33’ünü kazanınca Sayın Ecevit fevkalade bir olgunluk gösterdi ve “Milletin güvenini yitirdiğimiz görülüyor, bu koşullar altında hükümeti devam ettiremeyiz” diyerek istifa etti. Sayın Ecevit’in bu tavrı siyaset hayatımızda hâkim olabilse ve oy kaybetmiş siyasetçiler görevlerini bırakabilselerdi Türkiye’de demokrasi daha çabuk rayına oturur ve daha iyi işlerdi. Sayın Ecevit’in istifasının ardından bir azınlık hükümeti kurduk. Maliye Bakanı olarak görev yaptığım bu hükümet döneminde 24 Ocak Kararları’nı uyguladık, memleketin ekonomisini işler hale getirdik. Biz çalışmalarımızı hızla devam ettirirken bir de baktık 12 Eylül oldu. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül... Türk siyasi tarihinin dönüm noktalarının yakın tanığısınız... Evet. Düşünün, 20’li yaşlarının başında politikaya girmiş bir genç adam, yaklaşık 30 sene içinde üç ihtilal, iki darbe teşebbüsü görüyor. O dönemlerde milletvekilliği yapmak çok daha zordu; acılar, sıkıntılar çektik, ihtilal havasının hâkim olduğu o günlerde demokrasiye sahip çıkmak ve Meclis’i çalıştırmak için mücadele verdik. Meclis’te hemen hemen her gün bir baskı havası oluşuyordu. Siyaset yolculuğunuz 12 Eylül sonrasında da devam etti. Doğru Yol Partisi’nin kurulduğu o günlerle ilgili unutamadıklarınız neler? 12 Eylül döneminde rahmetli Süleyman Demirel, bazı arkadaşlarımızla birlikte Çanakkale’ye gönderildi. Sayın Necmettin Cevheri’nin kullandığı otomobile binerek Çanakkale’ye doğru yola çıktık. Arabada Süleyman Demirel, Sadettin Bilgiç ve Nahit Menteşe de vardı. Yol boyunca konuştuklarımızı not defterine kaydettim. Çanakkale’ye giderken aldığımız Doğru Yol Partisi’nin kurulması kararını kısa sürede hayata geçirdik, ancak askerî yönetimce 1983 seçimlerine sokulmadık. Buna rağmen parti faaliyetlerimize büyük bir heyecan ve azimle devam ettik. 1991 yılına geldiğimizde ise sandıktan birinci parti olarak çıktık ve Sayın Demirel’in başbakanlığında DYP-SHP hükümetini kurduk. İçişleri Bakanı olarak görev yaptığım bu koalisyon hükümeti, adeta tek parti gibi hareket ederek fevkalade iyi çalışmalar gerçekleştirdi, demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla işlemesi, toplumda demokrasi kültürünün yerleşmesi için çaba harcadı. PKK ve diğer terör örgütlerinin faaliyetlerini yok hale getirdik. O arada, Allah rahmet eylesin, Turgut Özal’ın vefatının ardından Süleyman Demirel cumhurbaşkanı seçildi. 1993 yılındaki DYP Kongresi’nde genel başkanlığa aday oldum, fakat seçimi Sayın Tansu Çiller kazandı. Kanaatime göre Sayın Çiller maalesef genel başkanlıkta başarılı olamadı ve partinin oyları düştü. O dönemde birkaç defa teklif gelse de hükümette yer almadım. 1995 yılında ise TBMM Başkanı seçildim. 18 Ekim-24 Aralık 1995 tarihleri arasında TBMM Başkanlığı yaptınız… Evet. O sırada erken seçime gidilmesi gündemdeydi. Siyasi partilerin genel başkanlarını davet ederek tek tek görüştüm ve ülkenin içinde bulunduğu ortamda bir erken seçime gidilmesinin doğru olmayacağını ifade ettim. Bu görüşümü destekleyen genel başkanlar olsa da erken seçim kararı alındı. TBMM Başkanlığı’ndan sonra Meclis’teki çalışmalarıma devam ettim, fakat o dönemde Cumhuriyet’in temel niteliklerine ve Doğru Yol Partisi’nin kuruluş ilkelerine aykırı hareketlerde bulunulması üzerine bazı arkadaşlarımızla birlikte DYP’den istifa ettim. Daha sonra da kurucuları arasında yer aldığım Demokrat Türkiye Partisi çatısı altında önemli çalışmalar gerçekleştirdik. 1997 yılında Anavatan Partisi ve Demokratik Sol Parti ile kurduğumuz koalisyon hükümetinde Başbakan Yardımcılığı ve Millî Savunma Bakanlığı yaptım. Özellikle terörle mücadelemizde çok başarılı olduk. Öyle ki Türkiye’de terör olayları sıfır noktasına gelmiş olmasa da bitmeye yüz tutmuştu. Bugün ise maalesef terör ülkemizin en önemli meselelerinden biridir. Her gün şehit haberlerini duydukça yüreğimiz yanıyor. Siyasi partiler teröre karşı millî birlik anlayışı içinde hareket etmelidir. Herkes terörün sona erdirilmesi, toplumsal birlik ve beraberliğin sağlanması için her türlü gayreti göstermek zorundadır. 2002 yılında siyaseti bıraktınız. Geriye dönüp baktığınızda neler hissediyorsunuz? 1950’den 2002’ye kadar 52 yıl siyasetin içinde yer aldım. Bu çok uzun bir süre, neredeyse bir ömür... Geriye dönüp baktığımda görüyorum ki çalıştığımız her yerden hoş bir seda bırakarak ayrılmışız; ihtilal dönemleri de dahil her zaman demokrasi mücadelemizi sürdürmüş, yaptıklarımızın hesabını vermişiz; vatandaşlarla hep iç içe olmuşuz; siyasette “abi” olarak anılmışız… Tüm bunlar bana mutluluk ve onur veriyor. Siyaseti bıraktıktan sonra anılarımı yazmaya başlamıştım. Tahmin ediyorum, önümüzdeki Kasım ayında yayımlanacak. Siyaseti nasıl tanımlıyorsunuz? Siyaset yaparken en çok nelere dikkat ettiniz? Ben politikayı insanın hayata ve dünyaya bakış açısını değiştiren, bilgi ve görgüsünü artıran, onu yücelten, yaşamına güzellik ve yenilik katan, sorunların çözümü için yol gösteren bir sanat dalı olarak gördüm; tıpkı resim, şiir, müzik, heykel gibi… Bu bakımdan siyasette çok rahat ettim; ne parada pulda ne de makamda mevkide gözüm oldu. Üstlendiğim her görevi en iyi şekilde yapmaya gayret ettim. Kanaatime göre siyaset, bir sanat olmasının yanı sıra insan sevgisidir, milletin birlik ve beraberliğini en kötü şartlar altında dahi sağlayabilme inancıdır, tecrübe ve birikim işidir. Siyaset her şeyden önce erdemli, ahlaklı, doğru ve dürüst olmayı gerektirir. Tecrübeleriniz ışığında ülkemizin gündemindeki konulara ilişkin değerlendirmelerinizi öğrenebilir miyiz? Biraz önce ifade ettiğim gibi, bugün üzerinde en fazla durmamız gereken husus terörün sona erdirilmesi, toplumsal birlik ve beraberliğimizin muhafaza edilmesidir. Kuvvetler ayrılığı ilkesinin uygulanması, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığının sağlanması gerekmektedir. Öte yandan, parlamenter sistem yerine başkanlık sistemi getirilmesine yönelik tartışmaları doğru bulmadığımı ifade etmek istiyorum. Ayrıca, uzun yıllar politikada yer almış bir kişi olarak günümüz siyasetçilerine üsluplarına çok dikkat etmeleri tavsiyesinde bulunuyorum. İnanın, televizyon izlerken genel başkanların veya milletvekillerinin birbirlerine yönelik sözlerini duyduğumda büyük üzüntü duyuyorum. Siyasetçiler “Boğaz dokuz boğumdur” sözünü ve bu denli sert bir üslubun toplumsal gerginliğe de yol açabileceğini unutmamalıdırlar. 43 ÇOK PARTİLİ DEMOKRASİYE İLK DARBE 27 MAYIS 1960 44 14 MAYIS 1950 TARIHINDE YAPILAN SEÇIMLERDE TÜRKIYE’DE ILK KEZ IKTIDAR SANDIK YOLUYLA EL DEĞIŞTIRIR. 27 MAYIS 1960 ASKERÎ DARBESINE KADAR GEÇEN 10 YIL, TÜRKIYE’NIN DEMOKRATIK HAYATA UYUM SAĞLAMASI IÇIN TARIHÎ BIR FIRSATTIR. ANCAK MILLÎ IRADENIN TECELLI ETMESINE KATLANAMAYAN GÜÇLER YÖNETIMI SILAH ZORUYLA ELE ALARAK GELECEK KUŞAKLAR IÇIN KAPANMASI GÜÇ YARALAR AÇAR. ENVER UYGUN D emokratik rejimlerin ayırıcı özelliği muhalefet partilerinin ve sivil toplum örgütlerinin siyasi hayata etkin katılımıdır. İktidarın denetlenmesi, toplumun farklı kesimlerinin görüşlerinin yönetimde yer bulması çağdaş rejimlerin vazgeçilmez unsurları arasındadır. Uzun bir imparatorluk geçmişi olan Türkiye’de demokratik yönetim adımları I. Meşrutiyet dönemiyle başlar. Padişahın mutlak yetkileri Meclis tarafından kısıtlanır, yönetimin esasları anayasa ile belirlenir. Kısa süren bu dönemden sonra anayasa askıya alınır ve Meclis kapatılır. 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet’ten itibaren ise padişah karşısında yetkileri günden güne artan bir parlamento görülür. Partilerin Türk siyasi hayatına girmesi de bu döneme rastlar. İktidardaki İttihat ve Terakki Partisi’ne muhalefet etmek üzere 1911’de kurulan Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin 1913 başlarında askerî bir müdahaleyle kapatılması, ilerleyen yıllarda yaşanacak ara rejim dönemlerinin ilk örneğini teşkil eder. I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkarak dağılma sürecine giren Osmanlı Devleti’nin demokratikleşme mirası Millî Mücadele’de etkili olur. Kurtuluş Savaşı Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından idare edilir. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanından sonra Mustafa Kemal Atatürk Meclis’te bir muhalefet partisi bulunması gerektiği görüşünden hareketle yeni bir parti kurulmasını teşvik eder. 17 Kasım 1924 tarihinde Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele ve Adnan Adıvar gibi Kurtuluş Savaşı’nda büyük yararlılıkları görülmüş asker ve sivil kişilerin öncülüğünde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulur. Ne var ki bu parti, kurucularının çabalarına rağmen Cumhuriyet düşmanı odakların yuvalanmaya çalıştığı bir merkez haline gelince 1925 yılında kapatılır. 1930 yılının Ağustos ayına gelindiğinde yine Atatürk’ün yönlendirmesiyle Ali Fethi Okyar tarafından Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) kurulur. Partiyle ilgili iktidardaki Cumhuriyet Halk Fırkası’na değil, onun doğal genel başkanı Atatürk’e karşı muhalefet yürütüyor gibi bir imaj oluşunca Okyar, SCF’nin düşürüldüğü bu durumun Türkiye için zararlı olacağına inandığını belirterek 45 DEMOKRAT PARTI, FAALIYETLERINE BAŞLADIĞI ANDAN ITIBAREN GENIŞ HALK KITLELERININ TEVECCÜHÜNE MAZHAR OLUR. KISA SÜREDE BIRÇOK ILDE TEŞKILATLANMASINI TAMAMLAR. 17 Kasım 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı fesheder. Atatürk’ün ölümüne dek bir daha çok partili hayat denemesi yapılmaz. İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ise Atatürk’ün ölümünden kısa süre sonra patlak veren II. Dünya Savaşı’nın yarattığı koşulların da etkisiyle 1945 yılına kadar konuyu gündeme getirmez. II. Dünya Savaşı’nın bitmesinin ardından Avrupa’da tek partili rejimler savaş öncesi diktatörlüklere benzetilerek olumsuz gözle görülmeye başlar. Artık, başını Amerika Birleşik Devletleri’nin çektiği Batı devletleri ile Sovyetler Birliği’nin liderlik ettiği Doğu Bloku keskin hatlarla birbirinden ayrılır. Parti devleti modelinin hâkim olduğu Doğu Bloku ülkeleri, demokrasinin gelişmediği, insan hakları ihlalleriyle gündeme gelen devletler olarak anılır. Dünyanın kamplaştığı, bir büyük güçle ittifak kurmadan kalkınmanın mümkün olmadığı bu dönemde Türkiye tercihini demokrasiden yana kullanır. İsmet İnönü Meclis’te yaptığı bir konuşmada durumu şöyle özetler: “Demokratik karakter bütün Cumhuriyet devrinde prensip olarak muhafaza olunmuştur. Diktatörlük prensip olarak, 46 hiçbir zaman kabul olunmadıktan başka, zararlı ve Türk milletine yakışmaz olarak daima itham edilmiştir. Büyük Meclis’in her deneti yanında milletin vergileri ve harcadıkları üzerindeki deneti, en ileri demokratik milletlerin hiçbirinden eksik kalmayacak kadar kesin ve kavrayışlıdır. Bizim tek eksiğimiz, hükümet partisinin karşısında bir parti bulunmamasıdır. Bu yolda memlekette geçmiş tecrübeler vardır. Hatta iktidarda bulunanlar tarafından teşvik olunarak, teşebbüse girişilmiştir. İki defa memlekette çıkan tepkiler karşısında teşebbüsün muvaffak olmaması bir talihsizliktir. Fakat memleketin ihtiyaçları sevkiyle, hürriyet ve demokrasi havasının tabii işlemesi sayesinde, başka siyasi partinin de kurulması mümkün olacaktır.” 20 yılı aşkın süredir çok partili sisteme geçilememesinin toplumda yol açtığı huzursuzluk nedeniyle ve değişen dünya siyasetine ayak uydurabilme isteğiyle gerekli yasal düzenlemeler yapılır. 18 Temmuz 1945’te Nuri Demirağ öncülüğünde kurulan Millî Kalkınma Partisi bu sürecin ilk meyvesi olarak tarihe geçer. Ancak asıl büyük atılım Cumhuriyet Halk Partisi’nden (CHP) dört milletvekilinin partiden kopuşu ve yeni bir parti kurmasıyla sonuçlanacak “Dörtlü Takrir” süreciyle başlar. Demokrasi tarihimizde bir dönüm noktası “Dörtlü Takrir”, İzmir Milletvekili Celal Bayar, İçel Milletvekili Refik Koraltan, Kars Milletvekili Fuad Köprülü ve Aydın Milletvekili Adnan Menderes’in imzalarıyla CHP Grup Başkanlığı’na sunulmuş bir önergedir. 7 Haziran 1945 tarihli bu metin, demokratikleşme yolunda atılması gereken adımları sıralar. Takip eden günlerde Adnan Menderes ve Fuad Köprülü’nün kaleme aldığı gazete yazılarıyla parti içinde görüş ayrılıkları iyice ortaya çıkar. Sonuç olarak önce Menderes ile Köprülü, sonra Koraltan partiden ihraç edilir. Yaşananlara tepki olarak Celal Bayar da hem CHP’den hem de milletvekilliğinden istifa eder. Bayar, Aralık 1945’te yeni bir parti kurma hazırlığında olduğunu kamuoyuna duyurur. 7 Ocak 1946 tarihinde Demokrat Parti (DP) resmen kurulur. Demokrat Parti, faaliyetlerine başladığı andan itibaren geniş halk kitlelerinin teveccühüne mazhar olur. Birçok ilde teşkilatlanmasını tamamlar. Olağan seçim takvimine göre Eylül ayında yapılacak yerel seçimlere katılma hazırlıklarına başlar. Ancak iktidar partisi ani bir kararla seçimi Mayıs ayına alır. Bunun üzerine DP seçimi boykot eder. Bu olay seçmen nezdinde DP lehine bir etki yaratır. Cumhuriyet tarihinde iki partinin katıldığı ilk genel seçim olan 21 Temmuz 1946 Milletvekili Genel Seçimi ise Demokrat Parti’nin yükselişinin ilk işaretlerini verir. “Açık oy-gizli tasnif” yöntemiyle yapılan ve temsilde son derece adaletsiz bir sisteme dayanan seçimler sonucunda 465 sandalyeli TBMM 8. Dönem’de CHP 395, DP 64 milletvekiliyle temsil edilirken 6 aday da bağımsız olarak seçilir. Demokratik usullerle “gizli oy-açık tasnif” esasına dayanarak yapılan 14 Mayıs 1950 tarihli seçimde ise DP oyların yüzde 52,7’sini alarak 408 milletvekili çıkarır. 27 yıldır iktidarda bulunan CHP, yüzde 39,4 oyla TBMM’de 69 sandalyeye sahip olur. O dönemki yasalara göre milletvekili seçimlerinden sonra oluşan yeni Meclis cumhurbaşkanını seçmektedir. 9. Dönem TBMM’nin seçtiği cumhurbaşkanı Celal Bayar olur. Bayar, Aydın Milletvekili Adnan Menderes’i hükümeti kurmakla görevlendirir. Böylece 27 Mayıs 1960 askerî darbesine kadar görev yapacak 47 TÜRKIYE’NIN DEMOKRASI TARIHINDE IZ BIRAKMIŞ 1950-1960 DÖNEMINI SONA ERDIREN ASKERÎ MÜDAHALE, SONRAKI YILLARDA YAŞANACAK DARBELERIN VEYA VESAYET TEHDITLERININ DE ZEMININI OLUŞTURUR. Demokrat Parti hükümetlerinden ilki işbaşı yapar. Şair ve yazar İsmet Özel’e göre 1950 yılında seçmen kendisini kimin yönetmesini istediğinden çok, kimin yönetmesini istemediğini belirler. Ancak kendini millî iradenin üstünde gören odaklar DP henüz icraatlarına başlamadan askerî müdahale hazırlıklarına girişir. “Devr-i sabık yaratmamak”, yani Tek Parti Dönemi’ndeki anti-demokratik uygulamalardan dolayı siyasi suçlamalarla soruşturmalar açılmayacağı vaadiyle başlayan 10 yıllık DP iktidarı ilk günden itibaren bu tehditle yüz yüze kalır. Çeşitli muhalif gruplar, 1954 ve 1957 seçimlerinde yine millet iradesiyle iktidara gelen Demokrat Parti’nin sandık yoluyla bu mevkiden indirilemeyeceği hususunda görüş birliğine varır. Tek yol askerî darbe olarak görülür. Uzun yıllardır ordu içinde yaşanan gerilimler, askerlerin ekonomik koşullarının oldukça kötü durumda olması gibi etkenler özellikle genç subaylar arasında yönetimi devirme fikrinin olgunlaş- 48 masına zemin hazırlar. Bu süreçte Tümgeneral Cemal Madanoğlu önderliğinde örgütlenen Millî Birlik Komitesi’nin (MBK) taraftar bulması da kolay olur. Darbe gününde 38 kişiden oluşan MBK aslında birbirinden farklı dünya görüşlerine sahip subaylardan meydana gelir. Nitekim darbenin hemen ardından komite içinde çatışmalar yaşanır ve kontrolü ele geçiren gruplar diğerlerini tasfiye ve sürgün eder. Darbenin askerî operasyon olarak iyi planlanmamış bir harekat olduğu, kan dökülmemesi amacıyla silaha davranmayan cunta dışındaki subayların en ufak bir karşı koyuşu halinde başarıya ulaşamayacağı daha sonra öğrenilecektir. 27 Mayıs 1960 sabahı Ankara Radyosu stüdyosunda darbeyi halka duyuran Albay Alparslan Türkeş ileride siyasete atılacak, yaşananlardan çıkardığı dersi, “En kötü hukuk nizamı en iyi ihtilalden iyidir” sözüyle dile getirecektir. Kara leke Türkiye’nin demokrasiyle tanıştığı 1950-1960 dönemini sona erdiren askerî müdahale, sonraki yıllarda yaşanacak darbelerin veya vesayet tehditlerinin de dayanağı olur. Bunda en büyük pay darbeden sonra Demokrat Partililere reva görülen uygulamalarda aranabilir. 27 Mayıs’ı takip eden günlerde ülkede özgürlük ve demokrasi adına konuşmalar yapılır, 10 yıllık dönemdeki hak ihlallerinden, yolsuzluklardan söz edilir. Bunların hesabının millet adına sorulacağı duyurulur. Oysa milletin oylarıyla iktidara gelenler darbe hukukuna göre yargılanacaktır. Tarihe “Yassıada Duruşmaları” şeklinde geçen yargılamalar, 14 Ekim 1960-15 Eylül 1961 tarihleri arasında 9 davayı ve 202 oturumu kapsar. Davalar; cinayet, isyana teşvik, cana ve mala kast etme gibi iddiaları içeren ağır ceza davaları; yolsuzluk davaları ve anayasayı ihlal temelinde yürütülen siyasi davalar olmak üzere üç grupta toplanır. Yüksek Adalet Divanı adıyla kurulan mahkemenin hukukun temel ilkelerine riayet etmediği, sanıklara savunma için yeterli süre ve uygun şartların sağlanmadığı duruşmalar boyunca ifade edilse de sonuç alınamaz. Neticede başkanlığını Salim Başol’un yaptığı mahkeme, Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ı oy birliğiyle; aralarında TBMM’nin son başkanı Refik Koraltan ve bir önceki Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’un da bulunduğu on bir sanığı oy çokluğuyla idama mahkum eder. 31 sanık müebbet hapis cezasına çarptırılırken 418 sanık içinse 6 ay ila 20 yıl arasında değişen sürelerde hapis kararı çıkar. Yüksek Adalet Divanı’nın oy birliğiyle aldığı idam kararları Millî Birlik Komitesi tarafından onaylanır. Konsey, oy çokluğuyla idama mahkum edilen 11 sanığın ve 65 yaşını geçmesi nedeniyle Celal Bayar’ın cezasının ömür boyu hapse çevrilmesine hükmeder. Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu 16 Eylül, Adnan Menderes ise 17 Eylül 1961’de idam edilir. Milletin sağduyusunun darbe zihniyetine her zaman galip geleceğinin en güzel örneklerinden biri, 27 Mayıs sonrasında yapılan ilk serbest seçimlerde Demokrat Parti’nin devamı niteliğindeki Adalet Partisi’nin zaferidir. İlerleyen yıllarda da halk kendi iradesine sahip çıkacak, Menderes, Zorlu ve Polatkan’ı demokrasi şehidi olarak anacaktır. 1961’de darağacında can veren bu üç ismin İmralı’daki naaşları 29 yıl sonra, 1990’da devlet töreniyle İstanbul’a getirilir. Onlar için yaptırılan anıtmezarın bugün hâlâ saygıyla ziyaret edilmesi millî irade ve millî hafıza kavramlarının önemini gösterir. 49 ANTIK DÜNYANIN DIN, KÜLTÜR, SAĞLIK MERKEZI BERGAMA 50 KÜLTÜR VARLIKLARI ÖYLE BIR YER KI ORADA ANADOLU’NUN ILK UYGARLIKLARININ ILAHLARINA ADANMIŞ MABETLERI VE HIRISTIYANLIĞIN ILK KILISELERINI DE GÖRMEK MÜMKÜN, İSLAM SANATININ EN ZAHMETLI ÖRNEKLERIYLE BEZELI CAMILERI DE. ANADOLU TOPRAKLARININ KÜLTÜREL ZENGINLIĞINI, BIR ARADA YAŞAMANIN SANATSAL KAZANIMLARINI EN GÜZEL YANSITAN YERLERDENDIR BERGAMA. ÇAĞLA TAŞKIN H ikayeler, efsaneler neden vardır? Mitoloji diye koskoca bir alan neden ortaya çıkmıştır? Belki insanoğlunun hayalgücünü kullanma ihtiyacından, belki yaratıcılık dürtüsünden. Belki de kavraması zor olanı anlamaya, havsalayı zorlayanı açıklamaya yardımcı olmak için. Hikayeler bazen bir kişiyi, bazen bir olayı daha iyi tahayyül edilebilir kılmak için kullanılır, bazen de bir yeri betimlemek için. Antik dünyanın en önemli merkezlerinden Bergama’yla ilgili birçok hikaye ve efsane olması bu yerin yüzyıllar boyunca taşıdığı değerle açıklanabilir. Öyle ya, anlatılar bazen de muazzam olanı kavramamıza yardımcı olmak için harekete geçirilir. Bergama’yla ilgili anlatılarda Yunan mitolojisinin önemli yer tuttuğunu görürüz. Efsanenin biri antik kentin adını Akhilleus’un torunu Pergamos’tan aldığını söylerken diğeri Herakles ve Athena’nın oğlu Telephos’un şehrin kurucusu olduğunu savunur. Bol entrikayla süslü bu hikayeleri dinlerken bereketli bir alanda bulunan Bergama’nın tarihinin oldukça eskiye gittiğini, bu toprakların Yunanlardan önce Frigler ve Hititler gibi kadim Anadolu uygarlıklarının hakimiyetinde olduğunu akılda tutmak gerekir. Anadolu uygarlıkları döneminin ardından gelen ve Perslerle yaşanan çekişmelerin ağır bastığı Yunan hakimiyetinden sonraysa önemli bir tarihî figür belirir Bergama’nın tarihinde: Büyük İskender. Fakat kenti en şaşaalı günlerine taşıyacak olan bu büyük hükümdar değil, Attaloslardır. Yunan medeniyetinin izlerini taşıyan bu devlet Bergama’yı veya eski adıyla Pergamon’u önemli bir idari ve kültürel merkez haline getirir, antik kentin bugün en bilinen yapıları bu dönemde inşa edilir. Zamanına göre oldukça iddialı mimari projelerin hayata geçirildiği, kentin önemli derecede imar gördüğü bu dönemin ardından Roma ve Bizans hakimiyeti süreci başlar Bergama’da. Bu zaman aralığının en önemli özelliği ise kentin söz konusu dönemde Hıristiyanlığın ilk kiliselerinin kurulduğu yerlerden biri olması, dolayısıyla büyük manevi önem kazanmasıdır. Bizans’ın Selçuklu akınlarıyla güç kaybetmesinin ardındansa şehirde Türk hakimiyeti başlar. Osmanlılarla devam eden bu süreç sonunda tarihi binlerce yıl önceye uzanan, farklı medeni- 51 ANTIK KENTIN 2014 YILINDA UNESCO DÜNYA MIRAS LISTESI’NE “BERGAMA ÇOK KATMANLI KÜLTÜREL PEYZAJ ALANI” ISMIYLE DAHIL EDILMESI BURADAKI KÜLTÜREL ZENGINLIĞIN ALTINI ÇIZER. yet ve inanışların izlerini taşıyan bir merkez çıkar ortaya. Antik kentin 2014 yılında UNESCO Dünya Miras Listesi’ne “Bergama Çok Katmanlı Kültürel Peyzaj Alanı” ismiyle dahil edilmesi de buradaki kültürel zenginliğin altını çizer. Parşömenin anavatanı Oldukça geniş bir alana yayılan ve birçok kültürel mirasa evsahipliği yapan Bergama’nın en bilinen yapıları Yukarı Akropol kısmında yer alıyor. Bunlar arasında yöneticilerin ikamet ettiği saraylar, hamamlar, cephanelikler ve agoranın yanı sıra Athena ve Zeus’a adanmış tapınaklar bulunuyor. Yukarı Akropol kısmının en meşhur yapılarından biri de Berlin’deki Bergama Müzesi’nde 52 KÜLTÜR VARLIKLARI sergilenen ve bugün Bergama’da yalnızca birkaç parçası kalmış olan Büyük Bergama Sunağı. İyon sütunlu, üzerinde tanrılar ile devler arasındaki mücadelelerin betimlendiği, Zeus adına yaptırıldığı düşünülen mermer sunağın bir kısmında da Telephos’un hayatı anlatılmış. Telephos’un antik kentin kurucularından biri olduğu tahmin ediliyor. Bergama’nın eski halkları yalnızca ilahları için değil, hükümdarları için de özel yapılar inşa etmiş. Bunlardan biri Roma İmparatoru Trajan’ın adına yaptırılan Trajaneum, diğeri ise antik kente en görkemli günlerini yaşatan Attalos hükümdarlarının onurlandırıldığı Heroon. Bergama’nın Yukarı Akropol kısmı manevi işlevinin yanı sıra büyük kültürel öneme de sahip. Şehrin bu kısmında yer alan yapılar arasında akla ilk gelen, bir zamanlar 200 bin rulo ve kodeks eser barındırdığı düşünülen Bergama Kütüphanesi. Antik dünyanın en büyük ve en önemli kütüphaneleri arasında yer alan Bergama Kütüphanesi’nin büyük okuma odası ve kitap rafları arasındaki geniş boşlukların hava dolaşımını kolaylaştırarak eserleri muhafaza etmeye yardımcı olduğu düşünülüyor. Bir zamanlar doğu tarafındaki bir nişte Roma İmparatoru Hadrianus’a ve okuma odasında tanrıça Athena’ya ait birer heykele evsahipliği yapan kütüphaneyi eşsiz kılan bir diğer özellik ise parşömenin ortaya çıktığı yer olması. Daha önce el yazmalarında kullanılan Mısır kökenli papirüse alternatif olarak üretilen ve “Pergamon’a özgü” anlamındaki parşömen sözcüğüyle adlandırılan bu kağıdın yazmayı kolaylaştırıcı dokusu sayesinde kitap üretiminde ciddi artış kaydedilmiş. Böylece bilginin dolaşımı da hızlanmış. Bergama Kütüphanesi’ne ilişkin son olarak buradaki bütün eserlerin Marcus Antonius tarafından Kleopatra’ya düğün hediyesi olarak verildiğinin rivayet edildiğini söyleyelim. Ne demiştik yazının başında, efsaneler, muazzam olanı kavramaya yardımcı olur… Mimarlık tarihi müzesi gibi... Antik kentin kayda değer yapıları arasında tiyatrolar da önemli yer tutuyor. Bergama’da antik dünyanın en dik planlı yapısına sahip olan 10 bin kişilik bir Yunan tiyatrosu; günümüze yıkıntı halinde ulaşmış, ayakta olduğu günlerde mermerden yapıldığı düşünülen Roma tiyatrosu ve bir amfitiyatro yer alıyor. Kare planlı amfitiyatronun bir zamanlar ortasından geçen su akıntısı üzerinde naumachia adı verilen, deniz savaşlarının maketlerle yeniden canlandırıldığı gösteriler ve dans performansları sergileniyormuş. Bergama’nın bir diğer fiziksel aktivite merkeziyse gymnasium. Beden eğitimi verilen yerler olmanın ötesinde nitelikler taşıyan Bergama gymnasiumlarına zaman zaman çeşitli dallarda uzman hocalar da davet edilir, halka açık dersler yapılırmış. Antik kentteki gymnasiumlardan bazılarında fiziksel aktivite sonrası rahatlamak için hamamlar, bazılarında ise kütüphaneler bulunurmuş. Bergama’nın kendine has yapıları arasında Serapeion da denilen Kızıl Avlu’dan da ayrıca bahsetmek gerek. Bir Yunan-Mısır tanrısı olduğuna inanılan Serapis adına inşa edilen ibadethane, Hıristiyanlığın ilk dönemleri için de oldukça 53 KIZIL AVLU IÇINDE BULUNAN KILISENIN İNCIL’DE BAHSEDILEN YEDI KILISE ARASINDA YER ALMASI BU MABEDIN HIRISTIYANLAR IÇIN TAŞIDIĞI YÜKSEK MANEVI DEĞERI AÇIKLAR. büyük önem taşıyor. İnanışa göre antik kentin ilk piskoposu Aziz Antipas, Kızıl Avlu’da Serapis’e tapınanlar ve Hıristiyanlar arasında patlak veren bir çatışmada öldürülmüş. Kızıl Avlu içinde yer alan kilisenin İncil’de bahsedilen Yedi Kilise, yani Hıristiyan inancının ilk yedi kilisesi arasında bulunması ve Aziz Antipas’ın burada hayatını kaybetmiş olması, bu mabedin Hıristiyanlar için taşıdığı yüksek manevi değeri açıklar. 54 KÜLTÜR VARLIKLARI Bergama tarihinin söylencelerle dolu olduğunu gösteren bir diğer hikaye de antik dönemin en gelişmiş şifa merkezlerinden olan asklepiona ilişkin. Hekimlik tanrısı Asklepios’a adanan ve gelişmiş bir tedavi merkezi olma niteliği taşıyan yapının inşasına antik kentin önde gelen kişilerinden birinin oğlunun avlanırken geçirdiği bir kazanın vesile olduğu rivayet ediliyor. Hikayeye göre kazadan sonra Bergama’da kendini tedavi edecek birini bulamayan ve Yunanistan’a gitmek zorunda kalan bu kişi, burada kaldığı asklepiondan çok etkilenir ve aynısını memleketinde de yaptırmak ister. Böylece MÖ 4. yüzyılda zaman içinde ünü antik dünyaya yayılacak olan Bergama Asklepionu kurulur. Yapının günümüze ulaşmayı başarmış kalıntılarından ve bu yer hakkında yazılanlardan buranın yalnızca tedavi amaçlı kullanılan bir yer olmanın çok ötesinde nitelikler taşıdığı, adeta MÖ 4. YÜZYILDA BERGAMA ASKLEPIONU KURULUR. YAPININ GÜNÜMÜZE ULAŞMAYI BAŞARMIŞ KALINTILARI, BURANIN TEDAVI AMAÇLI KULLANILAN BIR YER OLMANIN ÇOK ÖTESINDE NITELIKLER TAŞIDIĞINI GÖSTERIR. şehir içinde şehir olduğu rahatlıkla söylenebilir. Yapıya girişin bir tören yolundan yapılması, kompleksin içinde kütüphane, tapınak ve dükkan gibi çeşitli kısımların olması da bu savı doğrular nitelikte. Hastaların kutsal ve şifalı olduğuna inanılan sularla tedavi edildiği asklepionda aynı zamanda farklı boyutlarda havuz ve çeşmeler yer alıyor, tedavi süreci burada gerçekleştirilen dinî ve teatral performanslarla destekleniyormuş. Bergama’nın zengin ve çok unsurlu kültürel yapısına son eklemeleri Selçuklu ve Osmanlılar yapmış. Bu kültürel miraslar arasında baklava desenli ve renkli tuğlalı minaresiyle dikkat çeken Müftü Camii, Selçuklu hat sanatının özgün örneklerini taşıyan Ulu Camii ve süslemelerinde ahşabın incelikle işlendiği mukarnasın kullanıldığı Kurşunlu Camii başı çekiyor. Bergama’da ayrıca süslemeleri farklı üslupların esintilerini taşıyan iki cami bulunuyor: Barok benzeri bezemeleriyle Şadırvan Camii ve Rokoko tarzını andıran bir üslupla süslenmiş Yeni Camii. İki camide de bu üslupların baskın olan İslam sanatı örnekleriyle yan yana bulunması, Bergama’nın çok kültürlü ve zengin karakterinin bir yansıması olarak yorumlanabilir. Osmanlılar önemli bir ticaret noktası olan Bergama’ya birçok han ve bedesten de armağan etmiş. Bunlar dışında Bergama’yı bir dünya mirası kılan unsurlar arasında küplerinin bazılarının ünlü Louvre Müzesi’nde sergilendiği Küplü Hamam, altıgen pencereli Mevlana Hacı Hekim Hamamı ve mukarnas süslemeli Tabaklar Hamamı gibi yapılar önemli yer tutuyor. Bölgede aynı zamanda 19. yüzyıla tarihlenen ve Musevi tebaa için inşa ettirilmiş bir havra, neo-Grek tarzda bir Rum okulu ve ahşap saat kulesiyle dikkat çeken hükümet binası yer alıyor. 55 MEHMET YAZAR: SIYASET HER ZAMAN “ÖNCE VATAN” DIYEREK YAPILMALI, ŞAHSI MESELELER IKINCI PLANDA TUTULMALIDIR RÖPORTAJ: SONGÜL BAŞ - FOTOĞRAFLAR: EVREN ÖZESEN DEVLET VE MILLÎ SAVUNMA ESKI BAKANI MEHMET YAZAR, TÜRKIYE’NIN IÇINDE BULUNDUĞU TÜM SIKINTILARA RAĞMEN ÜMITSIZLIĞE KAPILMAMAK GEREKTIĞINI BELIRTEREK, “TOPLUMUMUZ BIRLIK, BERABERLIK VE DAYANIŞMA IÇINDE OLDUĞU TAKDIRDE HER TÜRLÜ ZORLUĞU AŞABILECEK GÜÇTE BIR ÜLKEYIZ” DIYOR. YAZAR, SIYASETÇILERIN KONUŞMALARI VE DAVRANIŞLARIYLA BIRLIK VE BERABERLIK ORTAMINA KATKI SAĞLAMASI GEREKTIĞINI VURGULUYOR. 56 RÖPORTAJ Hayat yolculuğunuz 1936 yılında Kayseri’de başlıyor. Doğup büyüdüğünüz toprakların eğitim ve meslek tercihlerinizde belirgin bir etkisi oldu mu? Bilindiği gibi Kayseri, ticaretin gelişmiş olduğu, daha çok esnaf ve tüccar ailelerin bulunduğu bir şehrimiz. Ben de esnaf bir babanın evladıyım. Rahmetli babam bir ara belediyede katiplik yapmış olsa da onun öncesinde ve sonrasında esnaflıkla geçimimizi sağladı. Kayseri’nin meşhur bir geleneği vardır; özellikle erkek çocuklar küçük yaştayken ticari testten geçirilir. Çocuk bu testi başarıyla tamamlarsa onun ticaret yeteneği olduğuna karar verilir ve ileride tüccar, iş adamı olması için yönlendirilir. Ben de o teste tâbi tutuldum. Üç arkadaşımla beraber annelerimizin verdiği 25’er kuruşu alıp bostana gittik. 25 kuruş o zaman için önemli bir paraydı. Bostandan marul satın aldık, sepetlere koyduk ve çarşının yolunu tuttuk. Elimizdekileri satmak için “Marul, marul” diye bağırmamız gerekiyor, ama ben bir türlü bağıramıyorum. Sesimi çıkaramayınca satış da yapamıyorum. Bu arada arkadaşlarım sepetteki marulları bitiriyor, gidip yenisini alıyor. Ben daha tek bir satış yapamadan akşam oldu. O sırada dükkanının önünde oturan bir amca ‘Oğlum, sen niye dolaşıp duruyorsun? Niye bağırmıyorsun?” diye seslendi. “Bağıramıyorum amca” dedim. Bunun üzerine “Marullara kaç kuruş ödedin?” diye sordu. “25 kuruş” cevabını verince “Hepsini şuraya dök. Sana 22,5 kuruş vereceğim. 2,5 kuruş zarar et de aklın başına gelsin” dedi. Eve gittiğimde annemle babam durumu öğrenince “Bu çocuk iş adamı olamaz, biz en iyisi onu okutalım da aç kalmasın” dediler. rak iş hayatına atıldım. Ankara’da İstanbul Yolu üzerinde taksitle aldığımız arsada fabrikamızı kurmak için uğraştığımız sırada Ankara Sanayi Odası (ASO) Başkanı Orhan Işık’la tanıştık. Allah rahmet eylesin, çok muhterem bir zattı, bana “Gel, seni Ankara Sanayi Odası’nın Meslek Komitesi’ne, Yönetim Kurulu’na alalım” dedi. Kendisine fabrika kurmak için uğraştığımı, taksitleri ödeyebilmek için para kazanmam gerektiğini, o nedenle tüm mesaimi bu işe harcamayı düşündüğümü söyledim. Fakat Orhan Bey, fabrikaya da Ankara Sanayi Odası’na da zaman ayırabileceğim konusunda ısrarcı oldu. Neticede Ankara Sanayi Odası Meslek Komitesi’ne girdim, bir süre sonra da ASO Meclisi’nde ve Yönetim Kurulu’nda yer aldım. 1978 yılında ise arkadaşlarımızın ısrarı üzerine Ankara Sanayi Odası Başkanlığı görevini üstlendim. 1980 öncesinden söz ediyoruz. Ülkemizin o sancılı döneminde bu görevi üstlenmenin ayrı bir zorluğu ve sorumluluğu var mıydı? Elbette. 1980 öncesinde anarşi kol geziyor, her gün insanlar ölüyor, evler kurşunlanıyordu. Biz sanayiciler ve iş adamları, o dönemin sol bakış açısıyla “sömürü düzeninin temsilcileri, burjuva” olarak görülüyorduk, ülkeyi terk etmemiz için çeşitli eylemler yapılıyordu. Bu karışık ortamda benim de evim ve fabrikam birkaç defa kurşunlandı. Buna rağmen biz idealist ve genç sanayiciler olarak işimizde başarıya ulaşmak, ülkemize hizmet etmek için uğraşıyorduk. 1979 yılına gelindiğinde Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanlığı’na aday olmam konusunda büyük bir ısrarla karşılaştım. Özellikle İstanbul’daki sanayiciler bu yönde bir baskı oluşturdu. O dönemde sanayi henüz tam gelişmemiş olduğu için Odalar Birliği daha çok Anadolu esnafının elindeydi. “Sanayiciler olarak TOBB’u ele alalım” düşüncesi gündeme gelmişti. Başkanlığa aday olmam konusundaki ısrarlar giderek artıyordu. Fabrikamın yapım halinde olduğunu, borçlarımı ödeyebilmek için işime ağırlık vermem gerektiğini söylesem de kimseyi ikna edemiyordum. Neticede adaylığımı koydum ve 1979’da Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı seçildim. Ticari testten geçemediniz ama hem okudunuz hem de iş adamı oldunuz. Üstelik Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanlığı yaptınız… Evet. İlk, orta ve liseyi Kayseri’de tamamladıktan sonra 1955 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Makina Fakültesi’ne girdim. 1960 yılındaki mezuniyet ve askerliğin ardından Makina ve Kimya Endüstrisi Kurumu’nda çalıştım. O dönemde aktif durumdaki Etimesgut Uçak Fabrikası’nda imalat müdürlüğü yaptım. 1965 yılında Kübra Hanım’la evlendikten sonra o zamanlar Ankara’nın en tanınmış tüccarlarından olan kayınpederim Hayri Haseki’nin tavsiyesi üzerine makina ithalatı ve imalatı yapan bir aile şirketi kura- 57 “1990 YILINDA KURMUŞ OLDUĞUMUZ SEMA YAZAR GENÇLIK VAKFI, TOPLUMUMUZA, ÖZELLIKLE DE GENÇLERIMIZE HIZMET ETMEK AMACIYLA ÇEŞITLI FAALIYETLER VE YATIRIMLAR GERÇEKLEŞTIRIYOR.” 12 Eylül askerî darbesi olduğunda TOBB Başkanı’ydınız... Evet. 1980’de ihtilal oldu, ortalık toz duman... Siyasi partiler, sendikalar kapatılmış. Acaba TOBB’u da kapatırlar mı, kapatmazlar mı, bilmiyoruz. Bir gün Millî Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliği’nden aramışlar ve benimle görüşmek istediklerini söylemişler. Bunun üzerine Genel Sekreterliğe gittim, beni çok iyi karşıladılar. “Konsey’de konuştuk. Sizi Sanayi Bakanı olarak görmek istiyoruz” dediler. Bakanlık yapmak, o sıralarda planlarım arasında yer almıyordu. Teklif için teşekkür ettim ve “Biliyorsunuz, sağ-sol çatışmaları içinden bugünlere gelindi. Beni bakan olarak görevlendirirseniz mutlaka ‘Askerlerle patronlar el ele verdi, bu bir faşist idaredir’ diye propaganda yapacak kesimler olacaktır. Bunun size de zararı dokunur. İzin verirseniz, ben Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nde devam edeyim, size dışarıdan ekonomik konularda destek veririm” dedim. Bu görüşme belki de o dönemde Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin faaliyetlerine devam etmesi için bir şans oldu. Siyasi partilerin faaliyet gösteremediği bir ortamda başta ekonomi olmak üzere ülke meseleleriyle ilgili beyanatlarım sıkça basında yer almaya başladı. Arkadaşlarımızla yaptığımız çalışmalar neticesindeki 58 RÖPORTAJ değerlendirmelerimizi kamuoyuyla paylaşıyor, gördüğümüz yanlışları adeta muhalefet gibi ifade ediyorduk. O dönemde askerî idare olmasına rağmen açıklamalarımız dolayısıyla bir sıkıntı yaşamadık, sadece bir veya iki defa sitem ettiler, hepsi o kadar. Siyaset hayatınızın temelleri o günlerde mi atıldı? Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanlığı’yla beraber ülke meseleleri hakkında daha kapsamlı bilgi sahibi oluyor, sorunlarla daha yakından ilgileniyor, çözüm önerileri geliştirerek kamuoyuyla paylaşıyorsunuz. Bu arada yavaş yavaş siyasetin de içine girmeye başlıyorsunuz. Biraz önce ifade ettiğim gibi TOBB Başkanı olarak 12 Eylül sonrasındaki açıklamalarımın ardından siyasete girmem yönünde talepler oldu. O dönemde bunları kabul etmedim. 1985 yılında siyasete atılarak Doğru Yol Partisi’nde genel başkan adayı oldum, fakat kazanamadım. Bunun üzerine 1986’da Hür Demokrat Parti’yi kurdum. Maalesef partinin ömrü kısa sürdü, çünkü faaliyetlere devam edebilmek için maddi kaynağımız yetersizdi. Esasında benim bir iş hayatım vardı, Avrupa’nın en modern pompa fabrikasını kurmuştum, ama ASO Başkanlığı, TOBB Başkanlığı, siyasi faaliyetler derken işin başında duramamıştım. Ayrıca fabrikadakilere “hiçbir devlet ihalesine girilmemesi” talimatı vermem de işleri olumsuz etkilemişti. Neticede parasızlık nedeniyle Hür Demokrat Parti’nin faaliyetlerini devam ettiremedik. 1987 seçimleri yaklaşırken rahmetli Turgut Özal “Aday ol” diye ısrar etti. Özal’ın teklifini sadece milletvekili olmak kaydıyla kabul ettim, ama sonra bir baktım ki yeni hükümette bana bakanlık görevi verilmiş. Bunu da beni telefonla arayarak “Tebrik ederim, bakan olmuşsunuz. Şu anda Sayın Özal isminizi açıkladı” diyen bir gazeteciden öğrendim. Devlet Bakanlığı ve Millî Savunma Bakanlığı yaptınız... Evet. Körfez Krizi’ne kadar Devlet Bakanı olarak görev yaptım, sonra da Millî Savunma Bakanı oldum. Birinci Körfez Krizi’nin en hararetli döneminde kabinede yer aldım. Bu zor günlerde görevimizi en iyi şekilde yapmaya çalıştık. 1990 yılında küçük kızım Sema’yı trafik kazasında kaybettiğimde siyaseti bırakmaya karar vermiştim. Sayın Turgut Özal ve kabinedeki arkadaşlarımız başsağlığı için geldiklerinde “Acını anlıyoruz, ama kendini toparlaman lazım. Şimdi siyaseti bırakırsan iyice perişan olursun” dediler. Bunun üzerine 1991 yılındaki Kongre’ye kadar devam ettim, sonra da siyaseti bıraktım. Kızınızın adına kurduğunuz Sema Yazar Gençlik Vakfı’nın faaliyetlerinden söz edebilir misiniz? 1990 yılında kurduğumuz Sema Yazar Gençlik Vakfı, toplumumuza, özellikle de gençlerimize hizmet etmek amacıyla çeşitli faaliyetler ve yatırımlar gerçekleştiriyor. Kayseri’de iki ilkokul, bir ortaokul, bir de Anadolu Lisesi yaptırdık. Ayrıca Antalya’da bir semt polikliniği ve bir aile sağlığı merkezi, Kayseri’de sağlık merkezi, aile sağlığı merkezi, il ambulans servis başhekimliği ve afet koordinasyon merkezi inşa ettirdik. Ankara’ya iki park ve bir orman alanı, Kayseri’ye de bir park kazandırdık. Şu ana kadar 600’e yakın öğrenciye burs verdik. Tıp, hukuk, sanat, mühendislik gibi dallarda eğitim görerek başarılı çalışmalar gerçekleştiren öğrencilerimizle gurur duyuyoruz. Vakıf olarak çeşitli kültürel ve sportif faaliyetler de düzenliyoruz. Tecrübeli bir siyasetçisiniz. Size göre siyaset yaparken nelere dikkat edilmesi gerekiyor? Bize ailemizde ve eğitim hayatımızda “vatanın her şeyden önce geldiği” öğretildi. Bu düşünceyle yetişmiş kişiler olarak her zaman “Önce Türkiye” dedik ve siyaseti ülkemize hizmet etme imkanı bulduğumuz kutsal bir görev olarak algıladık. Vatanın tek bir kuruşunun heba olmaması için uğraştık. Siyaset veballi bir iştir; vatanın ve 80 milyon insanın sorumluluğunu yüklenmektir. Bu nedenle bir siyasetçi -ne olursa olsun- şahsi meselesini daima ikinci planda tutmalı, çok çalışmalı ve dürüst olmalıdır. Ülke gündemindeki konularla ilgili değerlendirmelerinizi öğrenebilir miyiz? Size göre ön plana çıkanlar neler? Türkiye gibi Orta Doğu’nun en kritik bölgesinde bulunan bir ülke, atacağı her adımda en az on defa düşünmelidir. Bugün de “kaynayan kazan” durumundaki bu coğrafyada duygulara kapılmadan ve hayali hevesler içine girmeden hareket etmek, ülke menfaatlerini her şeyin üzerinde tutmak gerekir. Bu konuda en başta devleti yönetenlere büyük görev ve sorumluluk düşmektedir. Son zamanlarda maalesef hem iç hem de dış politikada hatalar yapılmıştır, kanaatime göre yapılmaya da devam edilmektedir. İç ve dış politika birbirinden ayrı düşünülmemelidir. Eğer siz içeride toplumu bir fikir, bir ülkü etrafında birleştirmez, birlik, beraberlik ve dayanışma fotoğrafı vermezseniz dışarıda da güçlü bir duruş sergileyemezsiniz. Bu nedenle toplumsal birlik, beraberlik ve dayanışmayı sağlamak siyasetçilerin görevleri arasındadır. Türkiye’nin en önemli meselelerinden biri de terördür. Ülkemizin içinde bulunduğu tüm sıkıntılara rağmen ümitsizliğe kapılmamak gerekir. Birlik ve beraberlik içinde olduğumuzda Türkiye her türlü zorluğu aşabilecek güçte bir ülkedir. Röportajımızı siyasetten sanata uzanarak noktalayalım. Güfte ve besteleriniz olduğunu biliyoruz. Bu çalışmalarınız ne zaman başladı? Rahmetli babam aydın bir insandı, bizi musikiye ve modern düşünceye yönlendirdi. Kendisi bağlama çalardı. Bu sayede evimizde müzik hiç eksik olmazdı. Ben ilkokul son sınıftayken ud çalıyordum. Üniversite yıllarında çok değerli bir hocadan müzik eğitimi alarak kendimi geliştirdim. Ağırlıklı olarak gençlik yıllarıma ait güfte ve bestelerim var. Bestelerimin bazıları TRT arşivinde bulunuyor. Tabii artık eskisi gibi ilgilenemesem de müzik her zaman hayatımda yer alıyor. 59 GELECEK NESİLLER İÇİN YEŞİL BİR DÜNYA EXPO 2016 ANTALYA 60 FELSEFESI “GELECEK NESILLER İÇIN YEŞIL BIR DÜNYA” OLARAK BENIMSENEN EXPO 2016 ANTALYA, 22 NISAN’DA DÜZENLENEN TÖRENLE KAPILARINI AÇTI. “ÇIÇEK VE ÇOCUK” TEMASINA SAHIP ULUSLARARASI ORGANIZASYON, 6 AY BOYUNCA ZIYARETÇILERINI AĞIRLAYACAK. TÜRKIYE’DE ILK KEZ GERÇEKLEŞTIRILEN EXPO ETKINLIĞINDE, “TARIH”, “BIYOÇEŞITLILIK”, “SÜRDÜRÜLEBILIRLIK” VE “YEŞIL ŞEHIR” ALT TEMALARI ÇERÇEVESINDE ULUSAL VE ULUSLARARASI KONGRELER, PANELLER, SEMINERLER, KÜLTÜREL VE SANATSAL AKTIVITELER DE DÜZENLENECEK. NEHIR ÖZTÜRK T arihî ve kültürel zenginlikleri, eşsiz doğasıyla dünyanın dört bir yanından turistlerin ilgisini çeken Antalya, Türkiye’de ilk kez düzenlenen uluslararası bir organizasyona evsahipliği yapıyor. 22 Nisan’da gerçekleştirilen görkemli bir törenle kapılarını açan EXPO 2016 Antalya, 6 ay boyunca ziyaretçilerini ağırlayacak. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, EXPO 2016 Antalya Uluslararası Bahçecilik Sergisi’nin açılışında yaptığı konuşmada, organizasyonun hazırlıklarının büyük bir itina ve hassasiyetle yürütüldüğünü belirterek, “Başından beri bu projeyi ‘millî bir proje’ olarak gördük” dedi. Sergi alanındaki her unsurun çok özel anlamları bulunduğunu ifade eden Erdoğan, EXPO Kulesi’nin Antalya’nın simgelerinden olan tarihî Hadrianus Kapısı’nı sembolize ettiğini, Tarım ve Biyoçeşitlilik Müzesi’nin Türkiye’nin bu alandaki ilk müzesi olduğunu, 6 bin 500 kişi kapasiteli Kongre Merkezi ile 2 amfitiyatronun ise şehrin kültür ve eğlence dünyasına yeni bir zenginlik katacağını söyledi. Erdoğan, “EXPO 2016 Antalya, 1990 yılında Osaka’da düzenlenen EXPO’dan son- ra kendi alanında en yüksek katılımlı sergi olarak tarihe geçti. Ziyaretçi sayısı bakımından da benzer bir rekorun kırılacağına inanıyorum” dedi. EXPO 2016 Antalya için “Çiçek ve Çocuk” teması tercih edilirken tarih, biyoçeşitlilik, sürdürülebilirlik ve yeşil şehirler perspektifi üzerinden güçlü bir diyalog platformu oluşturulmasının amaçlandığını kaydeden Cumhurbaşkanı Erdoğan, sözlerini şöyle sürdürdü: “Çocuklarla çiçekler arasındaki saflık, güzellik ve masumiyet ilişkisi, bu sergi için bizim ilham kaynağımız oldu. Bu temanın seçilmiş olması, ülkemizin hem yeşilin ve çevrenin hem de geleceğimizin teminatı olan yeni nesillerin korunmasına verdiği önemin bir ifadesidir. Biz tabiatı bizden öncekilerden miras olarak değil, gelecek nesillerden emanet olarak aldığımızın bilincindeyiz. Sadece bugünü değil yarınları, sadece kendimizi değil çocuklarımızı da düşünmeli, adımlarımızı buna göre atmalıyız. Emaneti sahibine teslim edinceye kadar onu en iyi şekilde korumak, kollamak, muhafaza etmek görevimizdir.” EXPO 2016 Antalya süresince Türkiye’nin botanik zenginliğinin 61 ÇOCUK ADASI, TÜRKIYE BIYOÇEŞITLILIK TEMA PARKURU, OSMANLI BAHÇESI, EXPO GÖLÜ, ŞAKAYIK TERASI, EXPO ORMANI, KÜLTÜR VE SANAT SOKAĞI GIBI ALANLARIN HER BIRI ZIYARETÇILERIN FARKLI ZEVKLERINE HITAP EDECEK IMKANLAR SUNUYOR. küresel çapta tanıtımının yapılacağına işaret eden Erdoğan, konuşmasının ardından beraberindekilerle birlikte EXPO 2016 Antalya Uluslararası Bahçecilik Sergisi’ni gezdi. “Her çocuk bir çiçektir” Başbakan Ahmet Davutoğlu, açılış töreninde yaptığı konuşmada, son yıllarda her alanda büyük ilerlemeler kaydeden Türkiye’nin uluslararası çapta organizasyonları da yüz akıyla gerçekleştirdiğini söyledi. 53 ülkenin katıldığı EXPO 2016 Antalya için hiçbir fedakarlıktan kaçınılmadığını ifade eden Davutoğlu, “Çiçek ve Çocuk ne güzel bir tema, çünkü her çocuk bir çiçektir, her çiçek şefkat bekleyen bir çocuktur. Çocuklarımızı birer çiçek gibi gelecek nesillere yetiştireceğiz” diye konuştu. Antalya’da 6 ay boyunca biyoçeşitlilik, sürdürülebilirlik, yeşil şehir gibi konuların ortaya konulacağını, çözümler aranacağını ve alternatif enerji kaynaklarına dikkat çekileceğini dile getiren Davutoğlu, “EXPO 2016 Antalya ülkemizin tanıtımına da çok önemli katkılar sağlayacaktır. Doğa, çevre ve bahçecilik konusunda yepyeni bir kitleyi kentimize çekecek, turizmi çeşitlendirecek, yerli ve yabancı turist hacmini artıracaktır. Antalya EXPO, sonrasında da katma değer üretmeye devam edecektir. EXPO alanı ileriki yıllarda da hizmet vermeyi ve misafir kabul etmeyi sürdürecek, çevre, botanik ve organik tarım gibi disiplinlerde uluslararası bir merkez olma niteliğini koruyacaktır” dedi. EXPO 2016 Antalya Yönetim Kurulu Başkanı ve Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik, 1960’tan bu yana düzenlenen uluslararası bahçecilik sergilerinin 20’ncisinin açılışının yapıldığını belirterek, 53 ülke ile son dönemdeki en geniş katılımcı sayısına sahip EXPO’yu hayata geçirdiklerini ifade etti. “EXPO Kulesi, Tarım ve Biyoçeşitlilik Müzesi, Türkiye Biyoçeşitlilik Tema Parkuru, Çocuk Bilim ve Teknoloji Merkezi, 62 EXPO Gölü, Çocuk Adası, Şakayık Terası, Restoranlar Sokağı, Osmanlı Bahçesi, EXPO Serası, 120 türde 25 bin ağaç, 5 milyon çiçek, 700 bin bitki kullanılarak yapılan bitki heykeller, ülke bahçeleri ve illerin oluşturduğu kurumsal bahçeler EXPO 2016 Antalya’da ziyaretçilerini bekliyor” diyen Çelik, “Çiçek ve Çocuk” teması ile ilgili olarak da şunları söyledi: “İnanıyoruz ki çiçekler baharın, çocuklar barışın müjdeleridir. Çiçekler arının, çocuklar yarının umut kaynağıdır. Çiçekler açtıkça bahardan, çocuklar büyüdükçe yarından umudumuzu kesmeyeceğiz. Bu nedenle ülke bahçelerini, ülke çiçeklerini ve 23 Nisan dolayısıyla ülke çocuklarını Antalya’da buluşturuyoruz. Biz bu anlamlı buluşmayı gerçekleştirirken yanı başımızdaki Akdeniz, sahillerine çocuk cesetleri vuran büyük bir mezarlığa dönmüş durumda. Bu utanç tablosu karşısında, emanet aldığımız bu dünyayı çiçeklerle değil, bombalarla dolduranların tüm çocuklara bir değil, binlerce özür borcu olduğunu ifade etmek istiyorum.” Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ise bir Antalyalı olarak EXPO 2016 Antalya’ya evsahipliği yapmaktan büyük gurur duyduğunu belirtti. EXPO’ya katılım için ülkeleri teşvik ettiklerini ve gördükleri ilgiden memnun kaldıklarını ifade eden Çavuşoğlu, “Umarım ziyaretçi bakımından da Antalya’da bir rekoru gerçekleştireceğiz” dedi. Bakan Çavuşoğlu, EXPO sayesinde Antalya’ya çok önemli yatırımlar kazandırdıklarının altını çizdi. “Dünya Antalya’ya geldi” Uluslararası Bahçe Bitkileri Üreticileri Birliği (AIPH) Başkanı Bernard Oosterom, EXPO 2016 Antalya’nın, diğer önemli uluslararası etkinliklere evsahipliği yapma konusunda Türkiye’nin önünü açacağını belirterek, “Dünya Antalya’ya geldi. Şimdi dünya üzerinde izini bırakmak Antalya’ya bağlı” dedi. Uluslararası Sergiler Bürosu (BIE) Genel Sekreteri Vincente Loscertales ise EXPO 2016 Antalya’nın “sürdürülebilir çevre”ye odaklanmak için iyi bir fırsat olduğunu kaydederek, “Güzel ve misafirperver bir şehir olan Antalya’da düzenlenen EXPO, Türkiye’den ve dünyanın değişik yerlerinden gelecek ziyaretçilere bitkiler, çiçekler ve doğayla temas konusunda olağanüstü fırsatlar sunacak” diye konuştu. EXPO 2016 Antalya Uluslararası Bahçecilik Sergisi’nin açılış töreni su, ses ve ışık gösterisiyle renklendi. 6 ay açık kalacak Türkiye’nin ilk EXPO’su olma özelliği taşıyan EXPO 2016 Antalya, Nisan-Ekim 2016 tarihleri arasında düzenlenecek. Felsefesi “Gelecek Nesiller İçin Yeşil Bir Dünya”, teması “Çiçek ve Çocuk”, sloganı ise “Geleceği Yeşertmek” olarak belirlenen organizasyon kapsamında ulusal ve uluslararası kongreler, paneller, seminerler, kültürel ve sanatsal etkinlikler de ziyaretçilerle buluşacak. “Tarih”, “Biyoçeşitlilik”, “Sürdürülebilirlik” ve “Yeşil Şehir” alt temalarına sahip EXPO 2016 Antalya, Aksu’da 1121 dekarlık alanda gerçekleşecek. Uluslararası organizasyonun maskotları Ece ve Efe, yörük kıyafetleri ile bölgenin tarihini ve kültürünü yansıtacak. Ece’nin saçında, Efe’nin ise göğsünde EXPO 2016 Antalya’nın sembol çiçeği şakayık yer alacak. Türkiye’nin ve Antalya’nın tanıtımına büyük katkı sağlayacağı öngörülen organizasyonu yaklaşık 8 milyon kişinin ziyaret etmesi bekleniyor. 63 TÜM ANNELERIMIZIN “ANNELER GÜNÜ” KUTLU OLSUN ANNE İlk kundağın Ben oldum, yavrum İlk oyuncağın Ben oldum. Artık isterlerse adımı Söylemesinler bana “Onun annesi” diyorlar... Bu yeter sevgilim bu yeter bana. Acı nedir Tatlı nedir... bilmezdin Dilin damağın Ben oldum. Elinin ermediği Dilinin dönmediği Çağlarda, yavrum Kolun kanadın Ben oldum Dilin dudağın Ben oldum. Bir dediğini İki etmiyeyim diye Öyle çırpındım ki Ve seni öyle sevdim sana O kadar ısındım ki Usanmadım, yorulmadım, çekinmedim Gün oldu kırdın... İncinmedim İlk oyuncağın Ben oldum, yavrum Son oyuncağın Ben oldum. Belki kıskanırlar diye Gördüklerini Sakladım gözlerden Gülücüklerini... Tülün duvağın Ben oldum. Layık değildim Layık gördüler Annen oldum yavrum Annen oldum! Arif Nihat Asya 64 TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI SAĞLIK PROTOKOLÜ IMZALANAN HASTANELERDEKI TBMM HATTI GAZI ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: .............................................................................................................................................0312 202 44 91 HACETTEPE ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ............................................................................................................................0312 305 32 62-63 ANKARA ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ....................................................................................................................................0312 508 30 03 EGE ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ................................................................................................................................................0232 390 41 06 AKDENIZ ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ...................................................................................................................................0242 249 65 91 GAZIANTEP ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ............................................................................................................................0342 360 95 05 MEDIPOL ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ..................................................................................................................................0212 534 86 86, 0212 631 20 50/4029, 0212 440 10 00/1212 İSTANBUL ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: .................................................................................................................................0212 414 22 27 İSTANBUL ÜNIVERSITESI CERRAHPAŞA TIP FAKÜLTESI HASTANESI:...............................................................................................0212 414 34 54 KONYA SELÇUK ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ....................................................................................................................0332 224 49 70 KARADENIZ TEKNIK ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI:..........................................................................................................0462 377 54 22 KONYA NECMETTIN ERBAKAN ÜNIVERSITESI MERAM TIP FAKÜLTESI HASTANESI:.............................................................................0332 223 79 79 YILDIRIM BEYAZIT ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ..............................................................................................................0312 291 27 01 AFYON KOCATEPE ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ............................................................................................................0272 246 33 36 İSTANBUL BEZMIALEM ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI:...................................................................................................0212 453 18 58 MARMARA ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI (PENDIK DEVLET HASTANESI):...................................................................................0216 625 47 16 YÜZÜNCÜ YIL ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: .......................................................................................................................0432 216 05 16 BIRUNI ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI........................................................................................................................................... 0212 411 39 00 SAĞLIK HATTI: SAĞLIK UYGULAMALARI, HASTANELER VE ANLAŞMALI ECZANELERE ILIŞKIN HER TÜRLÜ BILGI IÇIN 0312 420 0 112 VE 0312 420 72 24 NUMARALI TELEFONU ARAYABILIRSINIZ. TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI TBMM Yeni Halkla İlişkiler Binası Zemin Kat No: 49-50 Bakanlıklar/ANKARA Tel: 0312 420 66 21 Fax: 0312 420 66 24 Türk Parlamenterler Birliği Ziraat Bankası TBMM Şubesi IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001 65 ASIRLARA SIĞMAYAN BİR DEHA MİMARBAŞI KOCA SİNAN 66 OSMANLI DEVLETI’NIN EN GENIŞ SINIRLARA ULAŞTIĞI 16. YÜZYIL, BU BAŞARININ YALNIZCA ASKERÎ ZAFERLERE DAYANMADIĞINI GÖSTERECEK ÖRNEKLERLE DOLUDUR. BILIMDE VE SANATTA ERIŞILEN NOKTA, DEVLET YAPISINDAKI YERLEŞMIŞLIK, ORDUNUN GÜCÜ GIBI UNSURLARI BIR ARADA GÖREBILDIĞIMIZ BU DÖNEMIN GÖRKEMI, HER ESERIYLE BÜYÜKLÜĞÜNÜ VE DEHASINI GÖSTEREN MIMAR SINAN’IN YAPILARINDA SOMUTLAŞIR. ENVER UYGUN M edeniyet tek bir kavramla açıklanacak olsa, bunu en iyi karşılayacak sözcük mimari olacaktır. Çünkü mimari medeniyeti oluşturan hemen her ögeyi bünyesinde birleştirir. Sanat, felsefe ve bilim başta olmak üzere bir medeniyeti meydana getiren unsurlar mimaride ifadesini bulur. Hangi coğrafyada olursa olsun belli bir dönemin özelliklerinin somut karşılığı mimari yapılarda belirginleşir. Başka bir ifadeyle bir dönemin edebiyatını, müziğini, felsefesini, plastik sanatlarını, bilim yaklaşımını tek tek inceleyerek edinilecek bilgi, mimari eserlerin yönlendirmesiyle rafine biçimde elde edilebilir. Tarihin çağlara ayrılması büyük oranda eğitimde kolaylığı sağlamak içindir. Yoksa tarihî süreçlerin kesin başlangıç ve bitiş noktalarıyla saptanması zordur. İlk Çağ, Orta Çağ, Yeni Çağ ve Yakın Çağ ayrımları geniş çaplı etkiye sahip siyasi olaylar baz alınarak yapılır. Bu dönemlere yakından bakıldığında devirlerin arasındaki farklar mimari üzerinden okunabilir. Bir çağ “resmen” bitmeden o döneme ait alışkanlıkların sonuna gelindiği, yeni yönelimlerin baş gösterdiği mimari eserlerle belirginleşir. Rejim değişikliği, yeni devletlerin kurulması gibi olgular da yine en çok mimari alanında kendini gösterir. Her yeni rejim veya devlet kendine özgü bir mimari üslupla doğar. Ön Asya’dan Anadolu’ya yerleşen Selçukluların özgün mimarisi, Osmanlı’nın İstanbul’un fethinden sonra değişen yapı ve şehircilik anlayışı ile Meşrutiyet’in son dönemlerinde başlayıp Cumhuriyet’in ilk dönemini belirleyen mimari dil bunun örnekleridir. Yeniçerilikten mimarbaşılığa 700 yıla yakın hüküm süren Osmanlı Devleti’nin en önemli simalarından Mimarbaşı Koca Sinan’ın eserleri incelenmeden Türk tarihi hakkında yorum yapmak neredeyse imkansızdır. Ölümüne yakın, çalışma arkadaşı nakkaş Sai Mustafa Çelebi’ye yazdırdığı hayat hikayesi ve eserlerinin listesi, Sinan’ın hayatı ve eserleri konusunda ana kaynak niteliğindedir. Tezkiret’ül Bünyan adlı bu eser daha sonra kimi düzenlemelerle Tezkiret’ül Ebniye adıyla yeniden yazılır. Burada yer alan bilgilere göre Osmanlı ordusunda yeniçeri olarak başlayıp mimarbaşılığa uzanan 100 yılı aşkın ömründe 200’den fazlası bugün hâlâ kullanılan 477 esere imza atan Koca Sinan’ın doğum tarihi kesin olarak bilinmiyor. Yeniçeri Ocağı’na Yavuz Sultan Selim döneminde (1512-1520) katıldığını belirten Sinan’ın buradan hareketle 1488 ila 1492 arasında dünyaya geldiği düşünülüyor. Uzmanlar mimarbaşının doğum yerinin o dönemde Karaman sancağına bağlı Kayseri’nin Ağırnas köyü olduğu üzerinde anlaşıyor. Osmanlı Devleti’ni bir cihan imparatorluğu kılan kudreti eserlerinde somutlaştıran Mimar Sinan 22 yaşında Kayseri’den İstanbul’a getirilmiş bir devşirmedir. Sinan’ın hangi milletten devşirildiğine dair kesin bir bilgi bulunmaz. Çeşitli kaynaklarda, payitahttaki eğitimine başladığında Türkçe bildiği belirtilir. Buradan hareketle onun Kayseri civarında yaşayan Ortodoks Türklerden veya Türkleşmiş Bizanslılardan olduğu yorumu yapılır. Yeniçeri Ocağı’na Yavuz 67 Osmanlı şiirinin, müziğinin, medreselerinin atılım yaptığı, siyasi kurumların bir cihan imparatorluğunu yönetecek olgunluğa ulaştığı bu dönemde devletin dünyayı görme ve yansıtma biçimi Mimarbaşı Sinan’la ortaya koyulur. Kalfalık, ustalık, büyük ustalık Sultan Selim döneminde katıldığı bilinse de bu padişahın ordusuyla sefere çıkıp çıkmadığı açık değildir. Sinan’ın Arap ve İran toprakları üzerine yaptığı analizlerden yola çıkan tarihçiler onun Yavuz döneminde Tebriz (1514) ve Kahire (1516) seferlerine katıldığını belirtir. Kanuni Sultan Süleyman’la birlikte Belgrad (1521), Rodos (1522), Mohaç (1526), Viyana (1529), Graz (1532), Bağdat (1534), Adriyatik (1537) ve Boğdan (1538) seferlerinde yer aldığı ise tarihî kayıtlarda mevcuttur. Sinan yaya yeniçeri olarak başladığı askerlik kariyerinde yayabaşı, zemberekçibaşı gibi rütbelere getirilir. Yaklaşık 25 yıllık yeniçeriliği döneminde savaş zamanları dışında çeşitli mimari eserlere imza atan Sinan, katıldığı seferlerde de ihtiyaç üzerine köprü ve gemiler inşa eder. Yeniçeri Ocağı’nda aldığı dülgerlik eğitimiyle farklı coğrafyalarda gördüğü mimarlık eğilimlerinden edindiklerini başarıyla sentezleyen Sinan’ın yeteneği kısa sürede padişahın ilgisini çeker. Boğdan Seferi sırasında Prut Nehri üzerine inşa ettiği köprüden etkilenen Sultan Süleyman, aynı yıl içinde vefat eden dönemin mimarbaşı Acem Ali’nin ardından Sinan’ı Hassa Mimarları Ocağı’nın başına getirir. Hassa Mimarları Ocağı, Osmanlı Devleti’nde yapı işlerinin sorumluluklarını üstlenen ve doğrudan padişaha bağlı olan kurumdur. Mimar Sinan 1538’den 1588’deki ölümüne dek Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566), II. Selim (1566-1574) ve III. Murad (1574-1595) dönemlerinde, 50 yıl boyunca bu kurumun başında bulunur. Devletin mimari politikasının uzun süre boyunca tek isme emanet edilmesi İslam şehirciliği için bir dönüm noktasıdır. 68 Mimar Sinan’ın Şehzade Camii ile kalfalık, Süleymaniye Camii ile ustalık, Selimiye Camii ile büyük ustalık unvanlarını kazandığı kabul edilir. Bunun dayanağı, Evliya Çelebi’nin, babasının arkadaşı olan Sinan’ın Şehzade Camii ile kalfalığını kanıtladığını, Süleymaniye ile asıl gücünü gösterdiğini yazmasıdır. 80 yaşından sonra inşa ettiği eserleri sınıflandırılırken de “Pirlik dönemi” ifadesi kullanılır. Mimar Sinan, Mimarbaşı olarak geçirdiği ilk 10 yılda (1538-1548) İstanbul’da dört önemli yapıya imza atar. Bunlardan üçü Kanuni Sultan Süleyman’ın aile fertleri adına yaptırılan eserlerdir: Haseki Hürrem Külliyesi, Mihrimah Sultan Külliyesi ve Şehzade Mehmed Külliyesi. Bu dönemdeki bir diğer önemli yapısı ise tarihin kaydettiği en büyük denizcilerden MIMAR SINAN, MIMARBAŞI OLARAK GEÇIRDIĞI ILK 10 YILDA (1538-1548) İSTANBUL’DA DÖRT ÖNEMLI YAPIYA IMZA ATAR. BUNLARDAN ÜÇÜ KANUNI SULTAN SÜLEYMAN’IN AILE FERTLERI ADINA YAPTIRILAN ESERLERDIR. Barbaros Hayrettin Paşa için yaptığı türbedir. 1548-1557 yılları arasındaki ustalık döneminde öne çıkan eserler arasında İstanbul’daki Hadım İbrahim Paşa Camii, Sinan Paşa Camii, Haseki Hürrem Hamamı ve Süleymaniye Suyolu ile Kırım’daki Tatar Han Camii bulunur. Sinan’ın ustalıktan sonraki aşamaya geçişini müjdeleyen yapı ise Süleymaniye Külliyesi’dir. Edirne’deki Selimiye Külliyesi’ni inşa etmesiyle sona eren büyük ustalık dönemi eserleri arasında İstanbul’daki Kanuni Süleyman Türbesi, Haseki Hürrem Türbesi, Rüstem Paşa Camii ve Kırkçeşme Suyolu ile Semiz Ali Paşa Camii (Babaeski), Osman Şah Camii (Yunanistan), Behram Paşa Camii (Diyarbakır) sayılabilir. Mimar Sinan bu dönemde ayrıca Ayasofya Camii’nin onarımı ve yapıya iki yeni minarenin eklenmesi ile Kâbe’yi de içine alan Mescid-i Haram’ın onarım ve genişletme çalışmalarını da yürütür. Sinan’ın III. Murad zamanına denk gelen dönemi, genellikle kalfaları aracılığıyla İstanbul dışındaki yapıları inşa ettiği yılları kapsar. 80 yaşının üstünde olmasıyla artık Koca Sinan olarak anılan Mimarbaşı, uzun yıllar hizmetinde kaldığı II. Selim’in türbesi başta olmak üzere İstanbul’daki Atik Valide Külliyesi ve Mesih Mehmed Paşa Camii ile Sokollu Mehmed Paşa Köprüsü (Bosna-Hersek), Muradiye Camii (Manisa) gibi eserlerle bu dönemle birlikte ömrünü de tamamlar. 1588 yılında hayata veda eden Sinan, kendi türbesini de inşa etmiştir. Süleymaniye Külliyesi’nin karşısına konumlandırdığı türbenin Sai Mustafa Çelebi tarafından yazılan kitabesinde Kıldı dörtyüzden ziyâde mescid-i ‘âli bina / Yapdı seksen yerde cami bu aziz kârdan / Yüzden artuk ömür sürdü akıbet kıldı vefat / Yatduğu yeri Hüdâ kılsun anın bağ-ı cinân (Dörtyüzden fazla ulu mescit inşa etti / Seksen yerde cami yaptı bu usta kişi / Yüz yıldan fazla yaşadıktan sonra vefat etti / Allah onun yattığı yeri cennet bahçesi eylesin) ifadeleri yer alır. 69 Mimar, mühendis, şehir plancısı, marangoz... Hassa Mimarları Ocağı’nın başında bulunması Sinan’ın en çok mimar özelliğinin öne çıkmasına neden olur. Oysa o, mimar Doğan Kuban’ın ifadesiyle “Prut üzerinde on günde büyük bir ahşap köprü kuracak bir inşaat mühendisi, Van Gölü üzerinde gemi inşa edecek bir marangoz ustası, kendi çağı için bir tasarımcıydı.” Aynı zamanda, özellikle külliyelerini inşa ederken saptadığı yerlere bakarak onun bugünkü anlamıyla bir şehir plancısı olduğu da gözden kaçmamalıdır. Külliye, klasik Osmanlı mimarisinde merkezine camiyi alan, konumlandığı bölgenin odağına yerleşecek eğitim, ekonomi, sosyal hayat alanlarında birçok yapıyı bünyesinde barındıran bir birimdir. Mimari yapı olarak taşıdığı estetik değer dışında külliyenin işlevi, şehir hayatını organize etmektir. Külliye çevresinde şekillenen kent yapısı, bütünlüğü önemseyen bir anlayışı temsil eder. Her parça bütüne hizmet etmek üzere bulunduğu yere yerleştirilir. 70 Dünyayı, Allah’ın yaratmasından dolayı topyekûn mübarek gören İslam düşüncesi yalnızca ibadethaneleri değil, sivil yapıları ve kent planını da güzellik kavramı çerçevesinde değerlendirir. Çünkü, Allah’ın mükemmelen yarattığı evrende insanoğluna düşen onu çirkinleştirmemektir. Sinan, içinden geldiği gelenek gereği güzelliği önceler. Bunun yanı sıra Osmanlı Devleti’nin gücünü simgelemek üzere hemen tüm yapılarında görkemli görünüşe önem verir. Bunu sağlamak için sıklıkla başvurduğu dış unsur kubbelerdir. Mimar Sinan’ın kubbe konusundaki hassasiyeti Osmanlı’nın Doğu Roma başkenti İstanbul’u fethetmesinin ardından Fatih Sultan Mehmed’in “Kayser-i Rum” unvanını kullanmasıyla birlikte değerlendirildiğinde ortaya ilgi çekici bir sonuç çıkar. Nasıl ki Fatih, kendini Roma İmparatoru konumuna yerleştirerek Osmanlı Devleti’nin Doğu’ya ve Batı’ya hâkim olduğunu, tarihten gelen haklarla dünyayı yöneteceğini ilan etmişse, Sinan da bir Roma yapısı olan Ayasofya’nın kubbesinden daha görkemli kubbeler yaparak Osmanlı’nın gelmiş geçmiş en güçlü devlet olduğunu ortaya koymuştur. 71 TTETD’NİN 29 OCAK 2001 TARİHLİ YASANIN İPTALİ İÇİN BAŞLATTIĞI HUKUKİ SÜREÇ* DR. ŞÜKRÜ M. ELEKDAĞ EMEKLİ BÜYÜKELÇİ, DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI ESKİ MÜSTEŞARI, 22. VE 23. DÖNEM CHP MİLLETVEKİLİ “ 2001 TARIHLI YASA, “ERMENI SOYKIRIMI”NIN TANINMASI HAKKINDA PARLAMENTOLARINDAN KARAR VEYA YASA GEÇIREN ÜLKELER IÇIN BIR ÖRNEK OLUŞTURMUŞTUR. FRANSA’NIN BU YASASININ IPTALI IÇIN MEVCUT IMKÂNLARDAN AZAMI ÖLÇÜDE YARARLANILMASI ULUSAL ÇIKARLARIMIZ AÇISINDAN GEREKLIDIR. 72 Okul Ders Programlarında Türk Tarihi Eğitiminde Tarafsızlık Derneği”nin (TTETD) 29 Ocak 2001 tarihli yasanın iptali amacıyla başlattığı hukuki sürecin detaylarına girmeden önce bu yasanın iptalinin Türkiye’ye sağlayacağı kazanımlar üzerinde kısaca duralım. Bir tek maddeden oluşan, 2001-70 sayılı ve 29 Ocak tarihli yasa şöyledir: “Fransa 1915 Ermeni soykırımını açıkça tanır. İşbu kanun devlet kanunu gibi uygulanır.” Bu yasa, bugüne kadar “Ermeni soykırımı”nın tanınması hakkında parlamentolarından karar veya yasa geçiren ülkeler için önde gelen bir örnek oluşturmuştur. Bu nedenle, aşağıdaki gelişmeler de dikkate alınarak, Fransa’nın 2001 tarihli yasasının iptali için mevcut imkânlardan azami ölçüde yararlanılması ulusal çıkarlarımız açısından gereklidir. Bilindiği üzere, Avrupa Parlamentosu, AB üyesi devletlere bir çağrı yaparak “Ermeni soykırımı”nı tanımalarını istemiştir 1. Diğer taraftan AB’nin kabul etmiş olduğu Çerçeve Karar, üye devletlerin ulusal mevzuatlarına entegre edildiği takdirde, Avrupa mahkemeleri soykırım davalarında hüküm verme yetkisine sahip olacaklardır. Bu son derece tehlikeli ve Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerini temelden çökertecek bir gelişme olacaktır. Avrupa’ya egemen olan “İslamofobi” ve “Türkofobi” akımları sözünü ettiğim bu gelişmelerin gerçekleşmesini kolaylaştıran bir ortam oluşturuyor. Fransa Parlamentosu’nun kabul etmiş olduğu 29 Ocak 2001 tarihli yasayı iptal ettirebildiğimiz takdirde tüm bu girişimlerin akamete uğraması beklenmelidir. En önemli beklenti de, Fransa gibi, Almanya ile birlikte Avrupa’nın lideri konumundaki bir devletin Türkiye’yi soykırımla suçlayan yasasının iptal edilmesinin, tüm Avrupa ülkelerini etkileyecek ve yasama organı vasıtasıyla tarih yazma girişimlerinin önünü bıçak gibi kesebilecek olmasıdır. Bu yolda başarı sağlanmasının, ABD Kongresi’ne “Ermeni soykırımı”nı kabul ettirme girişimlerini engelleme hususunda elimize gayet kuvvetli bir koz vereceği de tartışma götürmez. 2001 tarihli yasanın Fransa Anayasası’na aykırılığı 2001 tarihli yasanın Anayasa’ya aykırılığı daha yürürlüğe girdiği andan itibaren güçlü eleştirilere konu teşkil etmiş ve bu husustaki tartışmalar aralıksız günümüze kadar sürmüştür. Fransa’nın ünlü hukukçusu George Vedel, 2001 yılında yazdığı uzun bir akademik makalede2, 2001 tarihli yasanın Anayasa’ya aykırılığını ortaya koymuş, eski Adalet Bakanı ve Anayasa Konseyi Başkanı Robert Badinter3 de yaptığı konuşmalar ve yazdığı makalelerde bu hususu teyit etmiştir. Bu mesele hakkında birçok hukukçunun Vedel ve Badinter’in görüşlerini destekleyen makaleleri vardır. *Dr. Şükrü M. Elekdağ’ın, TPB Parlamento’nun Nisan 2016 sayısındaki “1915 Olayları” dosyası kapsamında yayımlanan makalesinin ikinci bölümüdür. 1 AB Haber, Avrupa Parlamentosu’ndan “Ermeni soykırımı”nı tanıyın çağrısı, 13 Mart 2015. 2 François Luchaire: Un Républicain au Service de la République, Publication de la Sorbonne. 3 Le Monde, “Le Parlement n’est pas un tribunal”, le 14/01/2012, Robert Badinter. 2001 tarihli yasanın Anayasa’ya aykırılığı özetle şu hususlara dayandırılmaktadır: 1. 2001 tarihli yasa, yayımlanmadan önce Anayasa Konseyi’nin kontrolüne sunulmadığı için, gerekçesinde “Anayasa’ya uygundur” ibaresi yoktur. George Vedel, Robert Badinter ve diğer birçok önde gelen hukukçunun kanaatince, eğer kontrole tâbi tutulsaydı 2001 tarihli yasa büyük bir olasılıkla Anayasa Konseyi tarafından iptal edilecekti. 2. 2001 tarihli yasa, Anayasa’nın 34. maddesinde öngörülen ve parlamentonun yetki alanını tanımlayan hükümlere aykırıdır. Söz konusu madde, parlamentoya tarihî bir olay hakkında açıklama yapma yetkisi vermiyor. 3. Anayasal değere sahip olan 1789 Beyannamesi’nin 6. maddesine göre “Yasa, Anayasa’ya uygun olarak genel iradenin ifadesidir.” Yani yasalar normatif olmalı ve kurallar oluşturmalıdır. 25 Nisan 2005 tarihli kararında Anayasa Konseyi, yasaların normatif olması gerektiğinin altını çizmiş ve dolaylı olarak “Ermeni soykırımı” yasasının da dahil olduğu “hafıza yasalarını” kınamıştır. Danıştay da, 2005 yılının yıllık raporunda, Anayasa Konseyi’nin görüşünü teyiden, “Yasa; emretmek, yasaklamak ve cezalandırmak için yapılır… Yasa normatif olmalıdır” demiştir. 4. Anayasa Konseyi, 28 Şubat 2012 tarihinde verdiği 2012-647DC sayılı kararla “Ermeni soykırımı”nın inkârını cezalandıran Boyer Yasası’nı iptal etmişti. Bu kararın gerekçesinde şöyle bir ifade yer alıyordu: “Kanunlar kuralları ifade etme amacını taşırlar, bu nedenle de normatif bir yapıya sahip olmaları gerekir. Bir kanun hükmünün soykırım suçunu tanıma amacını taşıması halinde bu kanun haiz olması gereken normatif değerlerden yoksundur.” 5. Vatandaşlar arasında eşitliği öngören Anayasa’nın 1. maddesi şöyledir: “Fransa, bölünmez, laik, demokratik ve sosyal bir cumhuriyettir. Köken, ırk veya din ayrımı yapılmaksızın tüm vatandaşların kanun önünde eşitliğini sağlamakla mükelleftir. Tüm inançlara saygı duyar…” 2001 tarihli yasa, “Ermeni soykırımı”na özel bir yaklaşım sağlayarak, diğer soykırımları görmezlikten gelmekte, bu suretle eşitlik ilkesini ve Anayasa’nın 1. maddesini ihlal etmektedir. Ayrıca, 2001 tarihli yasa “cemaatçi” bir mantığa dayanmaktadır. Anayasa Konseyi, 15 Haziran 1999’da verdiği 1999-412-DC sayılı kararda, “kolektif hakların, ortak köken, kültür, dil ve inanca sahip olan herhangi bir gruba tanınmaması gerektiğini” belirtmiştir. 6. 2001 tarihli yasa Anayasa’nın 64. maddesinden doğan güçler ayrılığı ilkesini ihlal etmektedir. Söz konusu madde ışığında parlamento yargıya verilen yetkileri kullanamaz. 7. 2001 tarihli yasa, Anayasa’nın 47. maddesinde ve anayasal değerdeki 1789 Beyannamesi’nin 11. maddesinde öngörülen ifade ve iletişim özgürlüğünü ihlal etmektedir. 8. Avrupa Birliği devletlerinin Temel Haklar Şartı’nın 13. maddesi, “Sanat ve bilimsel araştırmalar serbesttir. Akademik özgürlük korunmalıdır” demektedir. Bu nedenle, 2001 tarihli yasa Temel Haklar Şartı’nı da ihlal etmektedir. 2001 tarihli yasanın iptali için izlenen strateji Yukarıdaki izahatımızdan da anlaşılacağı üzere, Fransa Anayasası’na aykırılığı hususunda tartışılmaz argümanlar bulunan 2001 tarihli yasa, Anayasa mahkemesine iptal talebiyle götürüldüğü takdirde bundan olumlu bir sonuç alınabileceği kuvvetli bir olasılık olarak görünmektedir. Diğer taraftan, 2008 Anayasa reformu ile Fransız vatandaşlarına Anayasa Konseyi’ne bireysel başvuru hakkı tanınması, 2001 tarihli yasanın iptal amacıyla Konsey’e götürülmesi yolunu açmıştır. Ancak, bu haktan yararlanma bazı şartlara bağlanmış olduğundan burada bir parantez açarak söz konusu reformdan kısaca bahsedelim. 2010 yılına kadar Fransa’da bir yasanın bir dernek veya bireyler tarafından Anayasa Konseyi’ne iptal amacıyla götürülmesinin önü kapalıydı. Anayasa’ya göre böyle bir başvuruda bulunulması, sadece Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a, Millet Meclisi ve Senato Başkanları ile 60 parlamenterden oluşan bir gruba tanınan bir imtiyazdı. 23 Temmuz 2008 tarihli Anayasa reformu ile Anayasa’nın 61-1. maddesi bireysel başvuru hakkına imkân verecek şekilde değiştirildi. 1 Mart 2010 tarihinden itibaren yürürlüğe konulan yeni uygulamaya göre, bir yargılama süreci sırasında, bir yasal hüküm nedeniyle Anayasa ile güvence altına alınmış hak ve özgürlüklerin ihlali ortaya çıktığında, mağdur olan vatandaş söz konusu yasal hükmün iptali için Anayasa Konseyi’ne başvurabilmektedir. Bu başvuruya “Öncelikli Anayasal Soru” (Question Prioritaire Constitutionnelle- QPC) denmektedir. Öncelikli Anayasal Soru (ÖAS) , önce Danıştay (Conseil d’Etat) veya Yüksek Temyiz Mahkemesi’nin (Cour de Cassation) süzgecinden (filtrage) geçirilmekte ve uygun görülürse Anayasa Konseyi’ne gönderilmektedir. Görüleceği üzere Fransa Anayasası, ÖAS mekanizmasından yararlanılmasını bazı şartlara bağlamıştır. Önce, davacının bir yargılama süreci esnasında hakkını ihlal eden bir yasayla karşılaşması icap ediyor. Sonra da davacının, bu yasanın iptali için ÖAS prosedüründen yararlanarak Danıştay’a veya Yüksek Temyiz Mahkemesi’ne yapacağı başvurunun söz konusu hukuk mercilerinden biri tarafından incelenip kabul edilebilir bulunmasının ardından Anayasa Konseyi’ne intikal ettirilmesi gerekiyor. Bu durumda, ÖAS hakkından yararlanılarak 2001 tarihli yasanın iptal talebiyle Anayasa Konseyi’ne götürülebilmesi için, Fransa mevzuatının sağladığı imkânlar ışığında, şu iki yöntemden birinin tercihi gerekiyordu: Birinci yöntem, Türk asıllı Fransız öğrencilerin velileri tarafından, çocuklarına okutulan tarih kitaplarında yer alan “Ermeni soykırımı”na ilişkin asılsız ve aşağılayıcı iddialarla ayrımcılık yapıldığı ve bu iddialara karşı çıkan öğrencilerin disiplin cezasına çarptırıldıkları ileri sürülerek, Millî Eğitim Bakanlığı’na (MEB) karşı tarih dersinde eğitimin tarafsız bir şekilde yapılması için hukuk davası açılmasını öngörüyordu. Bu davanın MEB tarafından 2001 tarihli yasaya dayanılarak reddi üzerine de, mağdur öğrencilerin velileri, ÖAS hakkından yararlanmak 73 suretiyle 2001 tarihli yasanın iptali için Anayasa Konseyi’ne başvuracaklardı. İkinci yöntem, hukuk davası yerine idari bir davanın sağladığı avantajlardan yararlanmayı öngörüyordu. İdari davanın sağladığı avantaj, tüm duruşmaların kapalı olmasıydı. Davaya, kamuya kapalı duruşmalarda yazılı başvurular ve belgeler dikkate alınarak bakılıyor, dava sürecinde mahkeme ihtiyaç duyduğu konularda taraflara yazıyla sorular yöneltiyor ve bunlara yazılı yanıtlar istiyordu. Ermeni lobisinin ve aktivistlerin çok güçlü oldukları Fransa’da birinci yöntemin, yani kamuya açık hukuk davasının ciddi mahzurları vardı. Açık duruşmalarda büyük bir olasılıkla Ermeni aktivistler nümayiş ve taşkınlıklar yaparak yargıçları etkilemeye çalışacaklar, hatta tehdit edebileceklerdi. Bu durumda, idari dava uygun yöntem olarak tercih edildi. Ancak, idari bir davanın açılabilmesi için, davayı açacak derneğin, kolektif bir menfaati korumak ve savunmak amacıyla ve bunun prosedürünü öngören 1 Temmuz 1901 yasasına göre kurulması gerekiyordu. Yasa, derneğin kuruluş statüsünde amacının gayet sarih bir şekilde belirtilmesini zorunlu gördüğünden, idari bir davanın açılabilmesi için kurulacak derneğin statüsünde amacın, “Fransa’da Türk tarihi eğitiminde tarafsızlığı teşvik etmek ve bu alanda pedagojik çalışmalar yapmak” gibi bir ifadeyle yer alması icap ediyordu. Bu satırların yazarı tarafından Paris’te oluşturulan “hukuk danışmanları ekibi”nin desteği ve Fransa Türk Kültür Dernekleri Birliği’nin girişimiyle “Okul Ders Programlarında Türk Tarihi Eğitiminde Tarafsızlık Derneği-TTETD”nin (Association Pour la Neutralité d L’enseignement de l’Histoire Turque Dans Les Programmes Scolaires-ANEHTPS) kurulmasına ilişkin bürokratik işlemlerin kısa sürede tamamlanması mümkün oldu. Kuruluşunun 5 Haziran 2015’te resmî gazetede ilanıyla birlikte TTETD faaliyete geçti. celikli Anayasal Soru hakkından yararlanarak Anayasa Konseyi’ne başvurmuş ve bu amaçla hazırladığı belgeyi Danıştay’a iletmiştir (6 Ağustos 2015). Anayasa Konseyi’ne başvuru Bu başvuruda özetle şu hususlar yer almıştır: • 15 Temmuz 2008 kararnamesinin (“Ermeni soykırımı”nı ders programlarına dahil eden kararname) hukuki dayanağının 29 Ocak 2001 yasası olduğu, cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanların yaptıkları açıklamalara, MEB’in kararname, tüzük ve talimatlarında yer alan ifadelere dayanılarak kanıtlanmıştır. • 29 Ocak 2001 yasasının gerekli usullere uyulmayarak Anayasa Konseyi’nin denetimine sunulmadığı ve bu suretle Anayasa’nın 34’üncü maddesine uygun olup olmadığının kontrol edilmediği, sunulmuş olsaydı Anayasa Konseyi’nin vermiş olduğu kararların oluşturduğu içtihat ışığında reddedilmiş olacağı belirtilmiştir. • Anayasa Konseyi’nin, 28 Şubat 2012 tarihinde Boyer Yasası’nı iptal etmiş olduğu kararının gerekçesinde yer alan, “Kanunlar kuralları ifade etme amacını taşırlar, bu nedenle de normatif bir yapıya sahip olmaları gerekir. Bir kanun hükmünün soykırım suçunu tanıma amacını taşıması halinde bu kanun haiz olması gereken normatif değerlerden yoksundur” ifadesi gereğince 2001 tarihli yasayı iptal etmesi gerektiği vurgulanmıştır. • 29 Ocak 2001 yasasının kuvvetler ayrılığı prensibini ihlal ettiği belirtilmiştir. • Söz konusu yasanın, Anayasa’dan doğan, kamu hizmetlerinde tarafsızlık, ayrımcılıktan kaçınma, ifade özgürlüğü ve düşünce özgürlüğü ilkelerini ihlal ettiği kaydedilmiştir. • Bu hususlara ilaveten, 29 Ocak 2001 tarihli yasa, uluslararası hukuk alanında Fransa’nın taahhütleri açısından irdelenmiş ve bu taahhütleri ihlal ettiği vurgulanmıştır. MEB aleyhine dava açılması TTETD Başkanı Dr. Demir Önger, 5 Haziran 2015 tarihinde Fransa Millî Eğitim Bakanı Madame Najat Vallaud-Belkasem’e iadeli taahhütlü bir dilekçe göndererek idari dava sürecini başlattı. Dr. Önger dilekçesinde, TTETD’nin amaçları hakkında bilgi verdikten sonra, kolejlerin 3’üncü sınıflarında “Ermeni soykırımı” dersinin okutulması talimatını veren “Millî Eğitim Bakanlığı’nın Okulların Ders Programlarına Dair 15 Temmuz 2008 Tarihli Kararnamesi”nin iptalini talep etmiştir. Dr. Önger bu talebini, “İdari Makamların Yasadışı Düzenlemelerinin İptali”ne dair 12 Nisan 2000 tarihli yasanın 16-1 maddesine dayandırmıştır. Söz konusu dilekçede ayrıca 15 Temmuz 2008 tarihli kararnamenin, eğitim alanında kamu hizmetinde tarafsızlık, ifade özgürlüğü ve vicdan özgürlüğü ilkelerini ihlal ettiği vurgulanmıştır. Millî Eğitim Bakanı, TTETD’nin dilekçesini, yasanın öngördüğü iki aylık süre içinde yanıtlamayınca bu durum Derneğin talebinin reddedildiği anlamına gelmiştir. Bu gelişme üzerine TTETD, Ön- 74 Danıştay’ın hukuk dışı kararı Danıştay’ın TTETD’nin başvurusunu “kabul edilebilirlik ölçütleri” ışığında kontrol ettikten sonra kabul edilebilir (admissible) bulup incelemeye alması davamız açısından olumlu bir aşamayı oluşturdu. Özellikle inceleme sürecinde, 1. Raportör ile Denetici’nin başvurumuzun Anayasa Konseyi’ne havale edilecek vasıflara sahip bulunduğu yolundaki görüşleri, TTETD tarafından tabir caizse “tünelin ucunda ışığın görüldüğü” şeklinde algılandı. Ne var ki Danıştay, 19 Ekim 2015’teki duruşmasında açıkladığı kararla TTETD’nin Öncelikli Anayasal Soru başvurusunu reddetti ve Anayasa Konseyi’ne intikal ettirmedi. Danıştay bu kararını, şu iki hatalı ve gerçekleri kasten çarpıtan gerekçeye dayandırmıştır: Birincisi, Danıştay, Anayasa Konseyi’nin Boyer Yasası’na ilişkin dava sürecinde 2001 tarihli yasayı da ele aldığını ve bu yasanın normatif (kural koyucu) olmadığını karara bağladığını iddia etmiştir. Oysa, bu tamamen gerçek dışıdır. Zira Anayasa Konseyi, 28 Şubat 2012 tarihli basın açıklamasında, hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde, 2001 tarihli yasa hakkında bir hüküm vermediğini açıklamıştır. İkincisi, Danıştay, yetkisini aşarak, loi ordinaire (sıradan yasa) kategorisindeki 2001 tarihli yasanın “normatif olmamasından dolayı” Anayasa’dan doğan hak ve özgürlükleri zedeleyemeyeceği, bu nedenle de ihtilafa uygulanamayacağı hususunda karar vermiştir. Oysa, loi ordinaire kategorisindeki kural koyucu yasaların “normatif” olup olmadıkları hakkında karar yetkisi Anayasa Konseyi’ne aittir. Danıştay bu kararını, “program yasaları” hakkındaki içtihadına dayandırmıştır. “Program yasaları”, bir bakanlığın birkaç seneye yayılan faaliyetlerini kapsayan, fakat normatif olmayan, yani hiçbir kural koymayan yasalardır. Bu tür yasalar, uyuşmazlık ve itilaf içeren davalara uygulanamazlar. Danıştay, bu uydurma ve gerçekleri alenen tahrif eden kararıyla prestijini zedeleme pahasına Hükümet’in direktifine uymuş ve 2001 tarihli yasaya dokunmayarak Ermeni lobisinin amaçlarına hizmet etmiştir. Anayasa Konseyi Danıştay kararını bozmuştur Anayasa Konseyi, 8 Ocak 2016 tarihli kararıyla Danıştay’ın 19 Ekim 2015 tarihli kararını bozmuş ve 2001 tarihli yasanın iptali girişiminde TTETD’nin önünü açmıştır. Konsey, kararında her ne kadar TTETD’nin 2001 tarihli yasanın iptaline ilişkin talebini kabul etmemiş ise de, bunu, bakılan davada Derneğin üçüncü taraf olması nedeniyle söz konusu yasanın doğrudan kendisine sunulmamış olması gerekçesine dayandırmıştır.4 Bu şekilde Konsey, TTETD’nin bu konuda yapmış olduğu Öncelikli Anayasal Soru başvurusunun kendisine intikalini hatalı ve tutarsız bir gerekçeyle engellemiş olan Danıştay’ın bu kararındaki sakatlığı ortaya koyarak, 2001 tarihli yasanın önüne getirilmesi için zımnen davetiye çıkarmıştır. Bu durumda TTETD, 22 Ocak 2016 tarihinde Danıştay’a bir dilekçeyle müracaat ederek, 6 Ağustos 2015 tarihli Öncelikli Anayasal Soru başvurusunun yeniden incelenmesini talep etmiştir. Halen Danıştay’ın bu talebe vereceği yanıt beklenmektedir. Danıştay, önceki tutumunu değiştirerek Derneğin başvurusunu Anayasa Konseyi’ne havale ettiği takdirde 2001 tarihli yasanın iptal edilmesi şansının yüksek olduğu bir aşamaya girilmiş olacaktır. Zira makalemizin ikinci bölümünde izah ettiğimiz üzere, Anayasa Konseyi’nde 2001 tarihli yasanın Anayasa’ya aykırılığını kanıtlamak için dayanacağımız argümanlar son derece kuvvetli olduğu gibi, Fransızların hukukun kutsal mabedi olarak tanımladıkları Anayasa Konseyi, siyasi baskıların nüfuz edemediği bir kuruluş olarak tanınmaktadır. Sonuç TTETD’nin 2001 tarihli yasanın iptali amacıyla açtığı dava henüz sonuçlanmamış olmakla beraber, müdahil sıfatıyla katıldığı Gayssot davasında Anayasa Konseyi’nin verdiği karar, Türkiye’ye Ermeni iddialarına karşı önemli hukuki kazanımlar sağlayan hükümler içermektedir. Bu hükümlerden birincisi, Konsey’in, bir insanlığa karşı suçun inkâr edilmesi fiilinin suç sayılarak cezalandırılması için, söz konusu insanlığa karşı suçun yetkili bir mahkeme kararıyla saptanmış bulunmasını şart koşmasıdır. Bu nedenle, bundan böyle Fransız Parlamentosu, Türkiye’yi soykırımla suçlayan 2001 tarihli yasaya dayanarak, Ermeni soykırım iddiasının inkârının cezalandırılmasını öngören yasalar çıkartamayacaktır. Konsey, ikinci olarak, Holokost ile “Ermeni soykırımı” arasında fark bulunduğunu, Holokost’un uluslararası bir mahkemenin kararına dayanan bir gerçek olduğunu, buna mukabil “Ermeni soykırımı”nın hukuki dayanaktan yoksun bulunan bir görüş niteliğinde olduğunu vurgulayarak, AİHM’in Perinçek davasında verdiği kararı desteklemiştir. Konsey nihayet, uluslararası hukukun Holokost’u soykırım olarak tanıması nedeniyle, Holokost’un inkârının cezalandırılacak bir fiil oluşturduğunu ve bu durumun hiçbir mahkeme kararına dayanmayan Ermeni iddialarıyla keskin bir tezat teşkil ettiğini belirtmek ve bu farkın altını çizmek suretiyle, bir fiilin soykırım olup olmadığının yetkili mahkeme tarafından saptanabileceğini ve yasama ile yürütme organlarının bir olayı insanlığa karşı suç veya soykırım olarak tanıma yetkisine sahip olmadıklarını ortaya koymuştur. Bunlar, Ermeni tezinin çürütülmesi açısından elde edilen kritik önemde hukuki kazanımlardır. Karar, her ne kadar bir ulusal mahkeme kararı olsa da, bu mahkemenin Fransa gibi AB bünyesinde lider konumunda olan ve Avrupa hukukunun oluşmasına ciddi katkıları bulunan bir devletin anayasa mahkemesi olması nedeniyle, söz konusu kararın diğer AB üyeleri ve Avrupa devletleri için önemli bir referans belgesi oluşturacağı düşünülmektedir. Bunun da ötesinde, gerek Türk Hükümeti gerekse ABD’de Türk tezini destekleyen STK’lar, Anayasa Konseyi kararından, ABD Kongresi’nden “Ermeni soykırımı”nı destekleyen karar çıkarma girişimlerini engellemek hususunda etkin şekilde yararlanabilirler. Son bir nokta olarak, Konsey kararının, Türkiye-Fransa ikili ilişkilerinin gelişip güçlenmesine ciddi katkıda bulunması beklenmelidir. Zira bu karar, Türkiye-Fransa ilişkilerinin istikrar kazanmasına set çeken “Ermeni soykırımı”nın inkârını suç sayan yasa tasarılarının Ermeni lobisinin etkisiyle kabul edilmesini yasaklamaktadır. 4 Anayasa Konseyi kararının 3. maddesi. 75 1 Mayıs 1886 - Amerika İşçi Sendikaları önderliğindeki işçilerin haftanın 6 günü 12 saat çalışmaya karşı çıkmaları ve günlük 8 saatlik mesai talep etmeleriyle başlayan eylem dünyada da yankı buldu. 1 Mayıs zaman içinde pek çok ülkede İşçi Bayramı olarak kutlanmaya başladı. 10 Mayıs 1982 Birleşmiş Milletler’in aldığı karar çerçevesinde Dünya Engelliler Haftası kutlanmaya başladı. 8 Mayıs 1945 - MAYIS Almanya’nın Sovyetler Birliği ve Polonya’ya teslim olmasıyla II. Dünya Savaşı Avrupa’da sona erdi. 1 5 8 10 5 Mayıs 1955 - Türk Kadınlar Birliği’nin (TKB) girişimiyle her yıl mayıs ayının ikinci pazarının Anneler Günü olarak kutlanması kararlaştırıldı. 10 Mayıs 1868 Danıştay, Sultan Abdülaziz’in nutkuyla Şura-yı Devlet adıyla kuruldu. Bu olay, 19. yüzyıl Osmanlı ıslahat hareketlerinin en önemlilerinden kabul edilir. 76 27 Mayıs 1960 Türk Silahlı Kuvvetleri, 1950 yılında iktidar olan Demokrat Parti’nin Türkiye’yi baskı rejimine doğru sürüklediği ve yurt içinde kardeş kavgalarına mahal verdiği gerekçesiyle yönetime el koydu. 13 Mayıs 2014 - Manisa’nın Soma ilçesindeki bir kömür madeninde yangın meydana geldi. Yangın sırasında yerin 400 ila 800 metre altında bulunan 787 işçiden 301’i açığa çıkan zehirli gazlar nedeniyle hayatını kaybetti. 13 19 Mayıs 1919 - Mustafa Kemal Paşa’nın Bandırma Vapuru’yla Samsun’a ulaşmasıyla Türk ulusal kurtuluş savaşı başladı. 18 19 27 29 29 Mayıs 1453 - II. Mehmed’in 6 Nisan’da başlattığı İstanbul kuşatması zaferle sonuçlandı. İstanbul’un fethinin hem Osmanlı hem de dünya siyasi tarihi açısından pek çok önemi bulunuyor. 18 Mayıs 1982 Doğal ve kültürel varlıkların tanıtılması, korunması, gelecek kuşaklara aktarılması ve tarihî eserlerin önemi gibi konularda kişilerin bilinçlendirilmesini amaç edinen Müzeler Haftası Türkiye’de ilk kez kutlanmaya başladı. 77 10 MAYIS 1982 ENGELLILER HAFTASI PINAR ÇAVUŞOĞLU E ngellilik, insanlık tarihiyle yaşıt bir durum. Genetik mutasyonlardan da kaynaklanabiliyor, sonradan da gelişebiliyor. “Herkesin bir engelli adayı olduğu” düşünüldüğünde toplumun bu konuda bilinçlenmesi, duyarlı davranması önem taşıyor. Engelli bireyler eğitimden sağlığa, ulaşımdan istihdama pek çok alanda sorunlar yaşayabiliyor. Ancak kendi ifadeleriyle engelli bireyler en çok toplumun onlara karşı tutumundaki yanlışlıklardan muzdaripler. Engelliliğe sebep olan etkenlerin yok edilmesi, gen mühendisliği çok ileri seviyelere ulaşmadıkça ve kazalar önceden tahmin edilemedikçe elbette imkansızdır, ancak toplumun eğitilmesi mümkün. “Bugün sağlıklıyım, peki yarın?” sorusunun sıkça dile getirilmesinin de engelli yaşam haklarına saygı duyulmasına katkısı olacağı muhakkak. Engelli kişilerin hayata daha umutla baktığı, etrafındakilere karşı daha duyarlı olduğu bilinir. Pek çokları ise onların azmine imrenir. Bir görme engellinin çok iyi resimler ortaya koyabilmesi, bir bedensel engellinin protez bacağıyla yarışlara katılacak kadar iyi koşabilmesi veya bir işitme engellinin müziği duymadığı halde dans edebilmesi onların aslında “engel tanımadıklarının” en güzel kanıtı. Bu örnekler adını tarihe altın harflerle yazdırmış kişiler üzerinden çoğaltılabilir. Beethoven mesela… Hayatı boyunca duyma problemi yaşayan dahi müzisyen, işitme duyusunu kademe kademe kaybetti. Dünyaca ünlü 9. Senfoni’yi bestelediğinde ise tamamen sağırdı. Tarihin gördüğü en büyük askerî ve siyasi dehalardan biri olarak kabul edilen Timur’un bir kolu ve bir bacağı sakattı. Buna rağmen Aksak Timur, katıldığı savaşlardan galip ayrılmıştı. Âşık Veysel, çocukken geçirdiği çiçek hastalığı nedeniyle gözlerini kaybetmiş, ama güzel ve dokunaklı türküleriyle gönüllerde taht kurmuştu. İngiliz bilim adamı Stephen Hawking tedavisi olmayan sinirsel bir hastalığa yakalanmış ve tekerlekli sandalyeye mahkum olmuştu. Ancak bu onun bilimsel çalışmalar yapmasına ve “Einstein’dan bu yana dünyaya gelen en parlak teorik fizikçi” olarak anılmasına engel değildi. Eksik değil, farklı olmak Günümüzde engelli bireylerin, aslında yalnızca “farklı” olduğunu kabul edebilmek kolay gelinebilmiş bir nokta değil. Çok tanrılı inancın olduğu dönemlerde engellilik ilahi bir ceza olarak görülü- 78 yor, engelli kişiler öldürülüyor veya çeşitli şekillerde toplumdan dışlanıyordu. Değil binlerce yıl önce, Orta Çağ’da dahi engelli bireyler ayrı koloniler halinde yaşamaya zorlanıyor, ölüme terk ediliyor veya kötü muamelelere maruz bırakılıyordu. Dünya ne kadar uygar ve teknolojik açıdan gelişmiş olursa olsun, çağımızda bile engelliler uzun bir süre görmezden gelindi; tüm koşullar yalnızca “normal” olarak tabir edilen insanlar için oluşturuldu. Demokrasi ve insan hakları kavramları yüzyıllardır dile getirilmesine rağmen o kavramların çok tabii olarak engelli bireyleri de kapsadığı yeni görülmeye başladı. Günümüzde engellilik, nihayet önem kazanmış bir konu. Yalnızca sivil toplum kuruluşları ve engelli platformlarında değil, ülke parlamentolarında da bu konu dile getiriliyor, hatta uluslararası boyuta taşınıyor. Pek çok ülke yalnızca hastane, devlet binaları, havaalanı ve terminal gibi yoğun kullanılan yerlerde değil, cadde ve sokaklarda da engelli bireylere yönelik düzenlemelere gidiyor. Ayrıca engelli bireyler için kullanılan tabirler üzerinde titizlikle duruluyor, incitici sözlerden kaçınılıyor. Örneğin TBMM’nin 2013 yılında kabul ettiği; sakat, özürlü ve çürük ibarelerinin yerine engelli ibaresi ve türevlerinin kullanılmasını öngören yasa, toplum nezdindeki negatif algının izale edilmesi amacı taşıyor. Birleşmiş Milletler’in (BM) engellilerin yaşam hakları doğrultusunda kabul edilmiş kararları ve BM Engelli Hakları Sözleşmesi bulunuyor. Sözleşmenin amacı, “Engellilerin tüm insan hak ve temel özgürlüklerinden tam ve eşit şekilde yararlanmasını teşvik etmek, korumak ve sağlamak, doğuştan sahip oldukları onura saygıyı güçlendirmek” olarak ifade ediliyor. BM kararıyla 1992 yılından bu yana 3 Aralık, Uluslararası Engelliler Günü olarak kutlanıyor. Yine BM yıl içinde Dünya Down Sendromu Farkındalık Günü, Dünya Otizm Farkındalık Günü, Dünya Körler Günü gibi özel günler belirlemiş. Bu günlerde toplumda engellilik konusundaki bilinci artırmak amaçlanıyor. Ayrıca dünyanın pek çok ülkesinde 10-16 Mayıs günleri arası Engelliler Haftası olarak kutlanıyor. Etkinlikler kapsamında engelli bireylerin ortaya koyduğu resim, müzik, tiyatro, dans gösterisi gibi sanatsal çalışmalar ile sempozyum ve paneller düzenleniyor. 10 Mayıs’ta açılışı yapılan haftada Görmeyenler Günü, İşitme ve Konuşma Kusurluları Günü, Ortopedik Engelliler Günü, Zeka ve Ruhsal Engelliler Günü, Güçsüz Yaşlılar ve Korunmaya Muhtaç Çocuklar Günü ayrı organizasyonlarla kutlanıyor. 16 Mayıs’ta ise haftanın genel değerlendirmesi yapılıyor. Engelliler Haftası’nda ve yılın diğer günlerinde engelliler için düzenlenen etkinlikler ne kadar yankı bulursa halk da bu konuda o denli bilinçleniyor, engelli bireyler ülkelerinde daha huzurlu bir hayat sürüyor. “Engelliler bir toplumun aynasıdır” sözü bu bağlamda oldukça önem arz ediyor. Çünkü günümüzde ülkelerin gelişmişlik düzeyi yalnızca teknolojide kaydettiği ilerlemelerle değil, insan hakları ve demokrasiye bakışı, engelli bireylerine verdiği değerle de ölçülüyor. 79 VAKIF MEDENİYETİNİN MİRASINI YAŞATMAK VAKIF HAFTASI 80 HER YIL MAYIS AYININ IKINCI HAFTASI KUTLANAN VAKIF HAFTASI, İSLAM COĞRAFYASINDA DOĞAN, OSMANLI DEVLETI’NDE DORUK NOKTASINA ULAŞAN VAKIF SISTEMININ GÜNÜMÜZ INSANINA TANITILMASINI AMAÇLIYOR. ARKA PLANINDA IYILIK DÜŞÜNCESININ YATTIĞI VAKIFLARIN TARIH IÇINDE MILYONLARCA INSANIN YEMEK, BARINMA, SAĞLIK, EĞITIM BAŞTA OLMAK ÜZERE BIRÇOK IHTIYACINI KARŞILAMASI, OSMANLI’DAN DEVRALDIĞIMIZ MIRASIN BOYUTU ÜZERINE DÜŞÜNMEYE DAVET EDIYOR. ORHAN GÜLENAY İ slam kültüründe doğup Osmanlı Devleti’nde zirve noktasına ulaşan vakıf sistemi, 19. yüzyıl sonuna kadar Asya içlerinden Balkanlar’a, Anadolu’dan Afrika’ya toplumsal hayatın merkezinde yer alır. Osmanlı’nın yıkılma sürecine girmesiyle kapitalist ekonomiye sahip güçlerin Asya ve Afrika’daki sömürge topraklarında kendi rejimlerini oturtabilmek için ilkin vakıf düzenini bozmaya girişmesi, bu kültürün ne denli geniş bir etki alanına sahip olduğunun göstergesidir. Vakıflar iktisadi ve sosyal kurumlar şeklinde görülse de bunun arkasında yatan medeniyet tasavvurunu anlamadan vakıflar hakkında söz söylemek zordur. İslam inancı içinde şekillenen vakıfların ilk örneğinin ikinci halife Hz. Ömer tarafından kurulduğu kabul edilir. Hz. Ömer’in, 629 yılındaki Hayber Muharebesi’nden sonra kendisine savaş ganimeti olarak verilen bir araziyi satılmaması, miras bırakılmaması, hibe edilmemesi şartıyla fakir, köle, misafir ve Allah yolunda olanların istifadesi için tahsis etmesiyle vakıf kurumu oluşur. Mülklerin işletilmesi ve elde edilen gelirin uygun biçimde kullanılması mali ve hukuki süreçler olduğundan daha sonraki dönemde vakıflar İslam hukuku içinde önemli yer tutar. Kuran’daki hayır işlemek, malları Allah yolunda harcamak konulu ayetler ile aynı noktaya dikkat çeken hadisler vakıf sisteminin dinî dayanakları haline gelir. Vakıflar, hukuki ve iktisadi kurallara göre işletilen yapılar olmanın yanında bugünün kavramlarına başvurarak söylenirse birer sivil toplum kuruluşu işlevi üstlenir. Ancak modern dönemdeki gibi devletin eksik kaldığı, elinin erişmediği alanlarda devreye girmek gibi bir durum vakıflar için söz konusu değildir. Çünkü 11. yüzyıldan itibaren özellikle Türklerde devlet yapısı, zaten vakıfları düşünerek şekillenir. Bu anlamda İslam coğrafyasında, özellikle Osmanlı’da Batı modeli bir sivil-resmî ayrımının olmadığı, bireylerin refahı ve toplum hayatının sağlıklı şekilde devam ettirilmesi için eldeki imkanların verimli kullanılmasının öne çıkarıldığı görülür. Bu anlayışa göre, toplumu bir arada tutan, devletin halkla birlikte gelişmesini sağlayan itici güç iyiliktir. Vakıf kültürünü açıklamak için kullanılan “hayrat sistemi” kavramı durumu özetler niteliktedir. “Sevap için Allah rızası yolunda yapılan iyilikler” anlamına gelen hayrat sözcüğünün Türk-İslam medeniyetinin mayasını oluşturduğu söylenebilir. Vakıf kültürü hakkında önemli çalışmalara imza atan Türk Tarih Kurumu eski Başkanı Prof. Dr. Bahaeddin Yediyıldız’ın bu konudaki tespitleri son derece yararlıdır: “Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Türk toplumunun sosyal psikolojisi tahlil edildiğinde insanların imaret ya da hayrat külliyesini iman, düşünce ve eylem dengesi üzerine 81 YOKSULLARA YIYECEK DAĞITMAK ÜZERE YAPTIRILMIŞ IMARETLER VAKIF ESERLERI ARASINDA OLDUKÇA GENIŞ YER TUTAR. 18. YÜZYILDA İSTANBUL IMARETLERINDE HER GÜN YEMEK YIYENLERIN 30 BIN KIŞIDEN FAZLA OLDUĞUNU SÖYLEYEN KAYNAKLAR BULUNUR. den ağır eleştirilere uğrar. 1984 (George Orwell), Cesur Yeni Dünya (Aldous Huxley), Biz (Yevgeni Zamyatin) gibi kitaplarda ideal düzen uğruna insanın makineleştirilmesi ve özgür iradesinin elinden alınması eleştirilir. Farabi ise Erdemli Şehir’de günün gereklerine göre gerçekleşen değişimlerin çok ötesinde bir kavrayışla ideal toplum düzeninin merkezine iyiliği yerleştirir. Böyle bir temel üzerinde şekillenen Osmanlı devlet teşkilatı, 6 yüzyıl boyunca 3 kıtada hüküm sürer. Eğitim, sağlık, ulaşım, kültür... kurulmuş bir kültür ürünü diye algıladığı söylenebilir. Zira onlara göre sosyal yardımlaşma aslında ferdin şahsî sorumluluğuna ve hür iradesine dayanıyordu. Her insan bütün insanlığın meselelerini kendi meselesi gibi hissetmeli, bunun için gücü nispetinde çalışıp üretmeli ve kendi ihtiyacından fazlasını hür iradesiyle diğer insanlar için harcamalıdır. Bunun en iyi yolu da bir imaret/hayrat külliyesi inşa etmektir.” Türk toplumlarında hayrat düşüncesinin felsefi kaynağını Farabi’nin 10. yüzyılın ilk yarısında kaleme aldığı Erdemli Şehir adlı eserde bulmak mümkündür. Platon’un Devlet’inden sonra ideal devlet felsefesinin ve ütopya edebiyatının ilk örneklerinden sayılan eser, adı Avrupa’nın pozitif bilim ve teknoloji esasına dayanan ütopya geleneğinden büyük farklarla ayrılır. Thomas More’un 1516 tarihli ünlü kitabıyla adını bulan, insanların refah içinde, mutlulukla yaşadığı devlet düzenini ele alan ütopyaların Batı edebiyatındaki örneklerinde pozitif bilimler ve teknolojinin öne çıktığı görülür. Utopia başta olmak üzere Güneş Ülkesi (Campenalla), Yeni Atlantis (Francis Bacon) gibi metinlerde toplum sınıflara ayrılır. Her sınıfın mensupları kendileri için belirlenen görevleri eksiksiz yerine getirir. Yönetimde ise mutlak belirleyici akıldır. Bu kitaplarda “yeryüzü cenneti” olarak sunulan düzen, 20. yüzyılda yine Batı kültürü için- 82 Doğuşu itibarıyla dinî bir kurum hüviyeti taşıyan vakıflar doğrudan sosyal hayatla ilgilidir. Hatta İslam coğrafyasında sosyal hayatın şekillenmesi vakıflar aracılığıyla olur. Mimaride de karşılığı görülen, bütüncül bir dünya algısının ürünü bu yaklaşımda yerleşim birimleri, merkezinde caminin olduğu külliyeler etrafında teşekkül eder. Bu yerleşim hem sembolik bir anlam taşır hem de hayatı belirleyici bir konumda bulunur. Türklerin doğa-insankutsal değerler arasındaki ilişkiyi yorumlamasından doğup İslam mimarisine damga vuran Osmanlı şehirciliğinde önemli yer tutan hayrat külliyelerinin konumlanışı da bunu gösterir. Doğayla uyum, bireyin toplumla kaynaşmasını sağlama, huzurlu ortam oluşturma ve bilginin dolaşımını gerçekleştirme işlevleri yüklenen külliyeler yüzyıllarca toplumsal bunalımların önüne geçer. Tarihî süreç içinde vakıf yapılarına bakıldığında karşımıza en çok çıkan eserler cami ve mescitler, medreseler, sağlık kuruluşları, dinî kimlikli barınma ve toplanma yerleri (tekkeler, zaviyeler vb), ticari hayatta önemli yer tutan kervansaraylar ile fakirlere yiyecek sağlayan imaretlerdir. Osmanlı döneminde yapılan yollar, köprüler, sulama şebekeleri, kaleler, deniz fenerleri, kanalizasyonlar, su yolları, çeşmeler de büyük oranda vakıf ürünleridir. Çiftçi, esnaf, bürokrat, asker veya hanedan mensuplarının ekonomik güçleriyle orantılı olarak yaptırdıkları vakıf eserlerinin öncelikli amacı huzurun sağlanması için bedensel, ekonomik ve kültürel ihtiyaçların giderilmesidir. Ünlü seyyah İbn Battuta gezip gördüğü yerlerdeki vakıfların hizmet alanları arasında hacca gidemeyenleri hacca göndermek, maddi imkanları kısıtlı ailelerin kızlarına çeyiz satın almak, esirleri hürriyete kavuşturmak, sey- yahlara yiyecek ve giyecek temin etmek, sokakları düzenlemek, kaldırımları yapmak gibi faaliyetleri sayar. Dönemlere ve bölgelere göre değişiklik gösteren ihtiyaçları karşılayacak esnek yapılara sahip vakıf sisteminin öne çıkan yapıları, cami, medrese, hastane, imaret, tekke gibi unsurları bir arada barındıran külliyelerdir. Ayrıca bu unsurların her biri gerekli görülen bölgelere münferiden de inşa edilir. Vakıflar, İslam dininin günlük ibadeti namaz için sayısız cami ve mescit yapımını üstlenir. Bu ibadethanelerin ayrıca toplanma yerleri olduğu da düşünüldüğünde vakıf eserleri insanların bir araya geldiği yapılardır. Bir külliyede fakirler, yolcular, medrese öğrencileri ve hocaları bir arada bulunur. Medresede üretilen bilginin dolaşıma girmesi de bu yolla kolaylaşır. Farklı külliyelerde o hayratı yaptıran kişinin felsefi/dinî eğilimine göre eğitim verildiğinden seyahati sırasında birkaç külliyeye uğrayan bir gezgin farklı görüşleri birinci ağızdan öğrenme fırsatı bulur. Yine vakıflar tarafından yaptırılan yollar sayesinde yolculuğuna devam eden seyyah bu fikirleri uzak coğrafyalara ulaştırır. Bu durum Osmanlı düşünce hayatının Avrupa’ya göre farklılıklarının başında gelir. Vakıf medreseleri günümüzün özerk üniversite fikrine benzetilebilir. Devlet tarafından finanse edilmeyen bu kurumlarda din, hukuk, tıp, astronomi gibi dallarda öğretim yapılarak hem bürokrat hem de yerel kanaat önderi yetiştirilir. Burada öğrenim gören kişiler çeşitli bölgelerdeki camilerde görev alarak halkın eğitimine katkı sağlar. Vakıfların sufiler için yaptırdığı barınma yerleri de kültür hayatı açısından büyük önem taşır. Maddi karşılığı bulunmayan işler yapan insanların geçimini sağlama sorunu Antik Yunan’dan bu yana tartışma konusudur. Orta Çağ sonrası Avrupa’da ortaya çıkan sanatçı hamileri gibi Osmanlı’da da gezgin dervişlerin yemek ve barınma ihtiyaçlarını karşılama işini vakıflar üstlenir. Yoksullara yiyecek dağıtmak üzere yaptırılmış imaretler de vakıf eserleri arasında oldukça geniş yer tutar. 18. yüzyılda İstanbul imaretlerinde her gün yemek yiyenlerin 30 bin kişiden fazla olduğunu söyleyen kaynaklar bulunur. Bu durum hem devletin ekonomik durumunun kötüleşmesi halinde ülkede açlık sorunu olmayacağını gösterir hem de bu soruna karşı tedbir alınması için bir çağrıdır. Ancak Osmanlı’nın gerileme ve çöküş dönemlerinde her şeyle birlikte vakıf sisteminde de sıkıntılar baş göstermiştir. Vakıf medreselerinde liyakat yerine müderrisliğin babadan oğula geçmesi sistemi benimsenmiş, üretimin düşmesi karşısında yeni istihdam sahaları açmaya girişen vakıflar yerine yalnızca günlük ihtiyaçları gidermeye yönelen yapılar öne çıkmıştır. Vakıf işlerinin merkezî idare tarafından denetlenmesi amacıyla kurulan Şeriye ve Evkaf Vekaleti, Cumhuriyet’in ilanından sonra laiklik ilkesi doğrultusunda lağvedilir. Halkın dinî ihtiyaçlarına cevap vermek üzere Diyanet İşleri Başkanlığı kurulurken vakıflarla ilgili düzenlemeleri yürütmesi için Vakıflar Genel Müdürlüğü ihdas edilir. Genel Müdürlük bugün Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinden intikal etmiş, ancak yöneticisi bulunmayan 41 bin 750 vakfın gelirlerini yönetir. Bu kurumların gelirlerini vakıf amaçları doğrultusunda, burs vermek, yiyecek yardımı yapmak, muhtaç vatandaşlara aylık bağlamak gibi alanlarda kullanır. Ayrıca kendisine tahsis edilen bütçeden yararlanarak tarihî vakıf eserlerinin bakım ve onarımlarını üstlenir. Her yıl mayıs ayının ikinci haftası ülke çapında çeşitli etkinliklerle kutlanan Vakıf Haftası, bu köklü gelenek hakkında günümüz insanlarını bilinçlendirmeyi amaçlıyor. Geleneğin arkasında yatan dünya görüşünün yaygınlaşması için panel, konferans, gezi gibi faaliyetlerin düzenlendiği bu haftanın verimli şekilde geçirilmesi, iyiliğin merkezinde olduğu bir toplum inşa etmek bakımından son derece önemlidir. 83 MUSTAFA ATAŞ: FOTOĞRAFLARIMDA HAYATIN VE DOĞANIN GÜZELLIKLERINI YANSITIYOR, ÇEKTIĞIM KARELERI BAŞKALARIYLA PAYLAŞMAKTAN BÜYÜK MUTLULUK DUYUYORUM RÖPORTAJ: ZEYNEP YIĞIT TPB PARLAMENTO, YENI BIR KÖŞEYLE OKURLARIYLA BULUŞUYOR. SIYASETÇILERIN SANATSAL ÇALIŞMALARI VE HOBILERIYLE ILGILI RÖPORTAJLARIN YER ALACAĞI BU KÖŞEYE ILK OLARAK AK PARTI GENEL BAŞKAN YARDIMCISI VE İSTANBUL MILLETVEKILI MUSTAFA ATAŞ KONUK OLUYOR. YILLARDIR BIRBIRINDEN ÇARPICI KARELERE IMZA ATAN ATAŞ ILE FOTOĞRAF ÇALIŞMALARINI KONUŞTUK. 84 SIYASET VE SANAT Rengarenk çiçekler, göz alıcı manzaralar, tarihî sokaklar, camiler, köprüler… Bu saydıklarımız, objektifinize yansıyan kareler arasında yer alıyor. Ne zamandır fotoğrafla ilgileniyorsunuz? Fotoğraf çekmeye üniversite yıllarında başladım. İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde okuduğum dönemde bir fotoğraf makinem vardı. O zamanlar fotoğraf çekmek benim için hem bir hobi hem de okul harçlığımı çıkardığım bir uğraştı. Fakir bir ailenin çocuğuydum. Üniversitede öğrenci gruplarının fotoğraflarını çekerek kazandığım parayla eğitim masraflarıma bir nebze de olsa katkıda bulunuyordum. Fotoğrafa ilgim mezun olduktan sonra da devam etti. Gençlik yıllarımdan bugüne kadar fotoğraf makinemi yanımdan hiç ayırmadım. Fotoğraf konusunda kendi kendinizi mi yetiştirdiniz, profesyonel bir eğitim mi aldınız? Fotoğraf kursuna gitmedim, fakat bu alandaki yayınları ve teknolojik yenilikleri yakından takip ettim, ayrıca profesyonel arkadaşlarla birlikte çekimler yaptım. İstanbul’daki bu çekimler sırasında bana “Profesyonel bir gözünüz var. İlginç kareler yakalıyorsunuz” dediler ve fotoğraf eğitimi alıp almadığımı sordular. “Hayır” yanıtını verince de şaşırdılar. Tarihî eserleri görüntülediğimiz o çekimler esnasında fotoğrafçılık konusundaki bilgilerime yenilerini ekleme fırsatı buldum. Profesyonel bir fotoğrafçı olduğum iddiasında değilim, fakat uzun yıllar yaptığım çalışmalar sayesinde bu alanda önemli bir tecrübe ve birikim sahibi olduğumu söyleyebilirim. Daha çok ne tür fotoğraflar çekiyorsunuz? Doğa fotoğraflarını çok seviyorum. Dört mevsim çektiğim doğa manzaralarıyla tabiatın güzelliklerini fotoğraf karelerinde ölümsüzleştirmeye çalışıyorum. Ayrıca tarihî mekanlar, sokaklar, camiler, köprüler de objektifime yansıyor. Bugüne kadar hem yurt içinde hem de yurt dışında çektiğim binlerce kare var. Şu anda iki yüz bin fotoğraflık bir arşivim bulunuyor. Bu çok yüksek bir rakam... Fotoğraf çekimi için ayırdığınız özel zamanlar var mı? Yoğun siyasi faaliyetlerimiz nedeniyle fotoğraf çekimi için özel bir zaman ayıramıyorum, fakat fırsat yaratmaya çalışıyorum. Mesela Ankara-İstanbul arasındaki seyahatlerimi karayoluyla yapmaya özen gösteriyorum. Seyahat sırasında ilgimi çeken mekanlar ve manzaralarla karşılaştığımda aracı durduruyorum. Fotoğraf çekimi yaptıktan sonra yola devam ediyorum. Bu sayede pek çok mekanın veya manzaranın dört mevsim fotoğrafları arşivimde yer alıyor. Bildiğiniz gibi, siyasi faaliyetlerimiz dolayısıyla yurt içi veya yurt dışında çok sık toplantılarımız oluyor. Bu toplantıların yapılacağı şehir veya ülkede fotoğraf çekebileceğim yerlerle ilgili önceden araştırma yapıyorum. Böylece toplantılar sırasında boş bir zaman bulabildiğimde o yerlere giderek fotoğraf çekiyorum. Özellikle yurt dışı seyahatlerinde şehri yürüyerek gezmeyi tercih ediyorum. Çünkü bir şehri sokaklarında yürüyerek, parklarında dolaşarak daha iyi tanıyabileceğimize inanıyorum. Ayrıca bu yürüyüşler esnasında çok güzel fotoğraf kareleri yakalanabileceğini düşünüyorum. Uçakla seyahat ederken çektiğim fotoğraflarım da bulunuyor. Eğer zamanım olursa bu fotoğraflarla “Gökyüzünden Yeryüzü Manzaraları” isimli bir sergi açmayı istiyorum. Siyasi faaliyetleriniz sırasında çektiğiniz fotoğraflar da var mı? Evet. Arşivimdeki iki yüz bin fotoğrafın yaklaşık yarısı siyasi faaliyetler sırasında çektiklerimden oluşuyor, diğerleri tamamen doğa manzaraları, şehirler, tarihî mekanlar, sokaklar, evler, camiler, köprüler... Siyaset zor ve yorucu bir görev. Fotoğraf çekerek geçirdiğiniz zamanlarda siyasetin stresinden uzaklaşıp dinlendiğinizi hissediyor musunuz? Elbette. Fotoğraf çekmek beni çok dinlendiriyor. Ayrıca ülkemizde ve yurt dışında çektiğim fotoğraf karelerini paylaşmak bana mutluluk veriyor. Benim gördüğüm güzellikleri başkalarının da görmesine vesile olmak hoşuma gidiyor. Sosyal medya hesaplarımda yer alan fotoğraflarım çok sayıda kişiye ulaşıyor. “Bu güzellikleri bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederiz” mesaj- 85 katıldım. Daha sonra tamamen kendi fotoğraflarımdan oluşan “Düş Bahçemden” isimli sergiyi hazırladım. Genel Merkezimizin fuaye salonundaki serginin açılışını o dönemde Başbakanımız olan Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan yaptı. Sayın Cumhurbaşkanımız sergideki anı defterine “Mustafa Bey’i birçok yönüyle tanıyordum, ama bu yönünü bilmiyordum. Hayatına böyle bir zenginliği de katmış olmasından büyük bir memnuniyet duyduğumu ifade ederim” diye yazmıştı. Kendilerinin hem serginin açılışını yapmaları hem de anı defterine bu ifadeleri yazmaları beni çok mutlu etti. “Düş Bahçemden” sergisini daha sonra yoğun talep üzerine İstanbul Taksim Metro İstasyonu’nda, AK Parti İstanbul İl Başkanlığı’nda ve Ümraniye Belediyesi’nin etkinlik meydanında açtım. Bu sergiler büyük bir ilgi gördü. Fotoğraflarımı çeşitli kategorilere ayırarak arşivliyorum; il il Türkiye, ülke ülke dünya, camiler, çeşmeler, köprüler, çiçekler, hayvanlar, manzaralar gibi. Vaktim olsa her bir kategori için ayrı sergi hazırlayabilirim, fakat yoğun siyasi faaliyetlerimiz nedeniyle yakın zamanda bu pek mümkün görünmüyor. Yüz binlerce fotoğrafı arşivlemek de epey zaman almış olmalı... ları aldığımda büyük memnuniyet duyuyorum. Biliyorsunuz, insanlar şehir hayatı içinde mevsimlerin güzelliklerini tam olarak yaşayamıyorlar. Baharda çiçek açmış ağaçlar, kış aylarında karla kaplı manzaralar şehir dışına çıkıldıkça daha iyi fark edilebiliyor. Ben de dört mevsim çektiğim fotoğraflarla bu güzellikleri görünür kılmaya ve insanlarla paylaşmaya çalışıyorum. Bugüne kadar çeşitli sergiler açtınız. Yakın zamanda yeni bir sergi hazırlığınız var mı? İlk olarak 2010 yılında “Çemişgezek’ten İstanbul’a” isimli sergide fotoğraflarım yer aldı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde mimar olarak çalışan bir arkadaşımız, memleketim Çemişgezek’le ilgili bir sergi açacaklarını, benim de fotoğraflarıma yer vermek istediklerini söyledi. Bunun üzerine Çemişgezek’e gidiş gelişlerimde çektiğim fotoğraflarla sergiye 86 SIYASET VE SANAT Kesinlikle. Eğer fotoğrafları tasnif etmezseniz zamanla birikiyor ve altından kalkılamayacak bir hale geliyor. Yıllar önce fotoğrafları tasnif etmeye başlamış, fakat işlerim dolayısıyla yarım bırakmak zorunda kalmıştım. Sağ olsunlar, bir arkadaş grubumuz konuyla ilgilenerek fotoğrafların tasniflenmesini 2015 yılının ortalarına kadar getirdi. Şu anda tasnif çalışmaları devam ediyor. Fotoğraflarınız arasında sizin için ayrı bir yeri bulunanlar var mı? Örneğin kuşları çektiğiniz ve bir yarışmada dereceye giren fotoğrafınız var... “FOTOĞRAF, GEÇMIŞI BUGÜNE TAŞIYAN BIR SANAT DALI. YILLAR ÖNCE ÇEKILMIŞ BIR FOTOĞRAFA BAKTIĞINIZDA INSANLARIN, ŞEHIRLERIN, DOĞANIN NASIL BIR DEĞIŞIM GEÇIRDIĞINI GÖREBILIYORSUNUZ.” Fotoğraflarımın her birinin benim için özel bir yeri var. Sözünü ettiğiniz fotoğrafı bir arkadaş grubumuzla birlikte gittiğimiz Londra’da çektim. Otobüsümüz bir yerde mola vermişti. Elimde fotoğraf makinesiyle dolaşırken bir reklam panosunun üzerinde birbirini besleyen iki kuş gördüm ve fotoğraflarını çektim. Mola yerine döndüğümde arkadaşlarım “Nerede kaldın?” diye sordular, fotoğrafları gösterince “Müthiş kareler yakalamışsın” diyerek beni tebrik ettiler. Kuşların fotoğrafını bir sigorta şirketinin açtığı yarışmaya gönderdim. Fotoğraf dereceye girdi ve sigorta şirketinin o yılki takviminde yer aldı. Meclis’te çektiğiniz fotoğraflar var mı? Evet. Meclis’te her mevsime ait fotoğraflarım var. Özellikle bahçede çektiğim çok fazla kare bulunuyor. Fotoğraf makinem sürekli yanımda olduğu için güzel bir görüntü yakaladığım anda deklanşöre basıyorum. Mesela bir gün Meclis bahçesinde yemek yerken tabağın kenarına konan bir kuşun fotoğrafını çektim. Bu fotoğraf “Düş Bahçemden” isimli sergimde de yer aldı. Görüyoruz ki fotoğraf çekmek hayatınızda önemli bir yer tutuyor. Bu sanat dalının sizin için ifade ettiklerini öğrenebilir miyiz? Fotoğraf benim duygularımı ifade ediyor, iç dünyamı dışarı yansıtıyor. “Nasıl bakarsan öyle görürsün” diye bir söz var. Ben hayata güzel bakmaya, her şeyi iyi taraflarıyla görmeye çalışıyorum ve her zaman olumlu düşünüyorum. Bu nedenle fotoğraflarımda da hayatın ve doğanın güzelliklerini yansıtıyorum. Yurt içinde ve yurt dışında çektiğim fotoğrafları paylaşarak herkesin hayata daha güzel gözlerle bakmasını, olumlu düşünmesini, doğayla iç içe olmasını sağlamaya çalışıyorum. Fotoğraf, geçmişi bugüne taşıyan bir sanat dalı. Yıllar önce çekilmiş bir fotoğrafa baktığınızda insanların, şehirlerin, doğanın nasıl bir değişim geçirdiğini görebiliyorsunuz. Yirmi yıl önce fotoğrafını çektiğiniz eski bir evin yerinde bugün lüks bir binanın yükseldiğine tanık olabiliyorsunuz. Fotoğraflarım arasında buna benzer pek çok örnek var. Mesela Mostar Köprüsü’nün savaşta yıkılmış hali de, daha sonra imar edilmiş hali de arşivimde yer alıyor. Siyasetçilere ilgi alanlarına yönelik bir uğraşları olmasını tavsiye ediyor musunuz? Elbette. Biraz önce ifade ettiğim gibi fotoğraf çekmek beni çok dinlendiriyor. Herkes kendi ilgi alanına göre bir uğraş edinerek stresten uzaklaşabilir, dinlenebilir, kendisine zaman ayırabilir. Bunun dışında milletvekili arkadaşlarımıza bir almanak hazırlamalarını tavsiye ediyorum. Siyasete girdiğim dönemden bu yana gün gün programımın yazılı olduğu bir almanağım var. Katıldığım programlar ve ziyaretlerle ilgili bilgiler, fotoğraflar ve video kayıtlarını içeren bir arşive sahibim. Böyle bir çalışma yapmış olmanın faydalarını da görüyorum. Gençlerimize ise profesyonel veya amatör bir fotoğraf makineleri olmasını tavsiye ediyorum. Fotoğrafla ilgilendiklerinde hayata, dünyaya, doğaya bakışlarının değiştiğini göreceklerini düşünüyorum. Yönetim Kurulu Üyesi olduğum Türk Parlamenterler Birliği’ne ait TPB Parlamento dergisinin yeni bir köşe hazırlayarak siyasetçilerin sanatsal çalışmalarına yer vermesinden dolayı son derece memnuniyet duyduğumu da ifade etmek istiyorum. 87 KİŞİSEL GELİŞMEYELİM ERBAY KÜCET H ayatınızın sona ermek üzere olduğunu ve geride bıraktığınız yılların muhasebesini yaptığınızı farz edin. “İyi ki doğmuşum” diyor musunuz? Hayatı doya doya yaşadığınızı, iyi vakit geçirdiğinizi düşünüyor musunuz? Eşiniz, dostunuz, arkadaşlarınızla unutamadığınız anılarınız var mı? Eğer hayata yeniden başlama fırsatınız olsaydı onca yılı yine aynı şekilde mi yaşardınız? Bu sorulara “Evet”, “Kesinlikle” gibi cevaplar veriyorsanız, geçmişi iyilik, güzellik, mutluluk, başarı, gurur gibi kelimeler ve duygular eşliğinde hatırlıyorsanız hayatı da kendinizi de ihmal etmemişsiniz demektir. Peki, tam tersi bir durum söz konusu olursa, yani yukarıdaki sorulara ve benzerlerine olumlu cevaplar verilemezse neler hissedilebilir? Pişmanlık, mutsuzluk, üzüntü... Hayatı hakkını vererek yaşayamadığımız takdirde sadece kendimize değil, çevremizdekilere de haksızlık ettiğimizi unutmamamız gerekir. Allah gecinden versin, “keşke”lerle dolu yıllar geçirdikten sonra hayata veda ettiğimizde ailemizin ve sevdiklerimizin hakkımızda neler söyleyebileceğini hayal edelim. Yüreği yaralı annemiz “Evladıma doyamadım, bir gün olsun onunla dertleşemedim, yüzünü doyasıya göremedim” diye ağlayabilir. Çocuğumuz “Bize rahat bir hayat sunabilmek için gece-gündüz çalıştın, ama ben seninle hiç oyun oynayamadım” diyerek küçük dünyasında çok farklı duygular yaşayabilir. Ya sevgili eşiniz? “Ben daha çok para kazanmanı değil, ailece daha çok vakit geçirmemizi istemiştim. Sen yanımızda yokken biz parayı pulu ne yapalım?” diyerek gözyaşı dökebilir. Yıllarca arayıp sormadığımız arkadaşlarımız ise kim bilir neler söyler? O halde sadece kendimiz için değil, ailemiz ve sevdiklerimiz için de hayatımızı gözden geçirmemiz, bugüne kadar ihmal ettiğimiz, ertelediğimiz her şeyi hiç vakit kaybetmeden ele almamız en doğrusu... Gelişim mi, değişim mi? Kişisel gelişim dendiğinde genellikle “ideal insan olmak” ya da “değişip başka bir insan olmak” akla geliyor. Bu tanımlar bir bakıma doğru, bir bakıma yanlış. Doğru, çünkü kişisel gelişim mevcut bilgimiz, görgümüz ve yeteneklerimizi artırarak daha ileriye gitmemizi, kendimize göre “ideal” olana ulaşmaya çalışmamızı da ifade eder. Yanlış, çünkü kişisel gelişim “değişip tamamen başka bir insan olmak değil, her bakımdan kendimizi geliştirerek ‘biz’ olarak kalmakla” ilgili bir durumdur. Kişisel gelişimin en büyük ödülü, niteliklerimiz ve sahip olduklarımızla ilgili farkındalık ve kendimizle barışık olmaktır. Hepimiz birtakım özelliklere sahip olarak dünyaya geliriz. Bunların bazıları altın gibi pırıl pırıldır. Ancak zamanla eğitimsizlik, ekonomik ve çevresel faktörler gibi nedenlerle bu özelliklerimizi kaybedebiliriz. İşte kişisel gelişim, içimizdeki “ben”i tekrar ortaya çıkarmak, kaybettiklerimize kavuşmak ve bunların üzerine yenilerini ekleyerek yolumuza emin bir şekilde devam etmek için bir rehberdir. 88 MEVLÂNA “DÜN DÜNDE KALDI CANCAĞIZIM, BUGÜN YENI ŞEYLER SÖYLEMEK LAZIM” DIYEREK KIŞISEL GELIŞIMIN BAŞ SÖZÜNÜ YILLAR ÖNCESINDEN IFADE ETMIŞTIR. İnsanlar, tarihin ilk çağlarından bu yana kendilerini geliştirerek bugünlere geldiler. Her alanda değişim ve gelişim gösterdiler; toplumsal yaşamda, tarımda, sağlıkta, sanatta... İşinin ehli insanlar ön plana çıktılar, geçmişten bugüne nice miras bıraktılar. Çağlar boyu değişmeyen tek şey değişim oldu. O nedenle bırakın geride kalmayı, yerinde saymak bile haklı olarak eleştiri konusu edildi. Yıllar önce bir bürokrat dostumuz emekli olmuş ve veda konuşmasında şunları söylemişti: “Sekiz yıldır bu kurumun genel müdürüyüm. Çok şükür, alnımın akıyla, kurumu aldığım gibi bırakıyorum.” O gün herkes onu alkışladı, ama bugün aynı tepkinin verilmeyeceği aşikar. Çünkü genel müdür olarak sekiz yıl görev yaptığınız bir kurumu aldığınız gibi bırakmak günümüzde kabul edilebilir ve alkışlanabilir bir durum değildir. Mevlâna “Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım” diyerek bana göre kişisel gelişimin baş sözünü yıllar öncesinden ifade etmiştir. Kendimizi tanıyalım İnsanın kendisini tanıması önemlidir; özelliklerini, yeteneklerini, güçlü-güçsüz taraflarını, hedeflerini ve beklentilerini bilmesi ona iş ve özel hayatına yön verirken yardımcı olur. Kendini tanımayı başarmış insanlar, bir topluluğa girdiklerinde potansiyellerinin farkında olarak hareket ederler. Bu özellikle iş hayatında önemli bir avantaj yaratır; özgüven sahibi olmak, yeteneklerine güvenmek, neler yapabileceğini bilmek kişiye başarı getirir. Aynı şekilde özel hayatta da mutluluk ve huzurun anahtarlarından biri “kendini tanımak”tır. Görüldüğü gibi, gün gelip hayat muhasebemizi yaptığımızda “İyi ki doğmuşum” diyebilmek tamamen kendi elimizde. Kendimizi tanır, bizi her bakımdan daha ileriye götürecek adımlar atarsak “keşke” kelimesini yaşamımızdan uzak tutar, hayatın bize farklı güzellikler sunmasına fırsat veririz. Üstelik bu güzellikler sadece bize değil, ailemize ve sevdiklerimize de huzur ve mutluluk verir. 89 ÖLÜM TACİRLERİ BÜLENT AKARCALI DESTEK YAYINLARI İSTANBUL, 2016 382 S. Zararları ve insan vücudunda yol açtığı tahribat herkesçe bilinse de dünyada sigaraya harcanan para yıllık 20 milyar doların üzerindedir. Bu pazar, başta Amerikan, İngiliz ve Japon olmak üzere sigara kartelleri tarafından yönetilir. Sigaranın sağlığa zararlarının yanında bir de kaçakçılık boyutu vardır. Zira sigara, kaçakçılığı en çok yapılan ürünlerin başında gelir. 46. Hükümet’te Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı, 48. Hükümet’te Turizm Bakanı olarak görev yapan ve kapalı alanlarda sigara tüketimini yasaklayan kanunun çıkmasında etkin bir rol oynayan Bülent Akarcalı, 2002 yılından önce sigara, sigara kartelleri ve sigara kaçakçılığına karşı verdiği mücadelenin yanı sıra Meclis’te yürüttüğü çalışmaları Ölüm Tacirleri’nde belgelere dayandırarak işliyor. BAŞLANGICINDAN GÜNÜMÜZE FRANSIZ SİNEMASI REMI FOURNIER LANZONI KÜRE YAYINLARI İSTANBUL, 2016 517 S. Fransa, sinemanın doğduğu yer olarak kabul edilir. Fransız Sineması, yönetmen Jean-Luc Godard’ın öncülüğünü yaptığı Yeni Dalga akımı dahil olmak üzere pek çok yeni yaklaşım aracılığıyla dünya sinemasına öncülük etmiş; François Truffaut, Luc Besson, Jean Renoir, Roman Polanski ve François Ozon gibi usta isimleri dünyaya tanıtmıştır. Rémi Fournier Lanzoni, Başlangıcından Günümüze Fransız Sineması adlı kitabında Fransız Sineması’nı onar yıllık dönemlere ayırarak sistematik bir biçimde mercek altına alıyor. Birçok filmin estetik açısından eleştirilerinin de yer aldığı eser, sinemaseverlerin başucu kitaplarından olmaya aday. MAİ VE SİYAH HALİT ZİYA UŞAKLIGİL EVEREST YAYINLARI İSTANBUL, 2016 330 S. Türk Edebiyatı’nda Batı tarzında romanın ilk örneği kabul edilen Mai ve Siyah, babasını kaybetmesinin ardından annesi ve kız kardeşine bakan Ahmet Cemil’in etrafında şekilleniyor. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Türkiye’de nesli adına konuşan ilk eser” olarak nitelendirdiği, Oğuz Atay’ın ise kitap kahramanlarını kendi “tutunamayan” karakterleriyle ilişkilendirdiği eser, dönemin edebiyat ve basın hayatına dair gözlemleriyle de ön plana çıkıyor. İlk defa 1896 yılında Servet-i Fünun dergisinde tefrika halinde yayımlanan Halid Ziya Uşaklıgil’in unutulmaz eseri Mai ve Siyah, kitabın aslına sadık kalınarak hazırlanmış güncel Türkçesiyle okuyucunun beğenisine sunuluyor. 90 MADDİ KÜLTÜRÜ ANLAMAK IAN WOODWARD İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI İSTANBUL, 2016 272 S. Avustralya’daki Griffith Üniversitesi’nin Sanat, Medya ve Kültür Bölümü’nde öğretim görevlisi olan Ian Woodward, herkesin günlük yaşamının vazgeçilmez parçaları haline gelen cep telefonları, bilgisayarlar ve tabletler gibi nesneler çerçevesinde materyalist kültürü mercek altına alıyor. Eserinde nesnelere duyulan bağlılık, hatta bağımlılığın ne dereceye kadar kabul edilebilir, ne dereceden sonra sağlıksız ve mantık dışı olduğu sorusuna yanıt arayan Woodward, insan ve toplumların benlik algısının anlaşılabilmesi için cep telefonu, bilgisayar ve tablet gibi nesnelerin de ele alınmasının kaçınılmaz olduğunu savunuyor. İKİ BAŞINA YÜRÜMEK BEHÇET NECATİGİL YAPI KREDİ YAYINLARI İSTANBUL, 2016 108 S. Behçet Necatigil’in İki Başına Yürümek başlığını taşıyan şiir kitabı ilk kez 1968 yılında yayımlanır. Yanından ayırmadığı defterine yaptığı çizimlerin boş kalan kısımlarına şiirler karalamasıyla bilinen ressam Burhan Uygur, eseri okuduktan sonra şiirleri kendi düş dünyasında resmederek kitabın sahibine armağan eder. Böylece ortaya Necatigil’in sözcükleri, Uygur’un resimleriyle bezenmiş, adeta bir resim defteri niteliği taşıyan İki Başına Yürümek çıkar. Yapı Kredi Yayınları, 1979 yılında kaybettiğimiz Behçet Necatigil’in 100. yaş gününü bu özel baskıyla kutluyor. SONSUZ PANAYIR HALİDE EDİB ADIVAR CAN YAYINLARI İSTANBUL, 2016 408 S. Millî Mücadele ruhunun oluşmasında etkin bir rol oynayan yazar Halide Edib Adıvar’ın son dönem eserlerinden Sonsuz Panayır, ilk olarak 1946 yılında tefrika edilir. Halide Edib, II. Dünya Savaşı sırasında Anadolu’ya yönelik gözlemlerini anlattığı romanında ülkede oluşmaya başlayan burjuvaziye, halkın eğlence yaşantısına ve edebiyat alanındaki bol fakat niteliksiz ürünlere yönelik eleştirilerini dile getirir. 1987’den beri yeni baskısı yapılmayan eser, Seval Şahin’in son sözüyle okuyucuyla buluşuyor. 91 20TH CENTURY PIANO EDITION İDİL BİRET A. K. MÜZİK Türkiye’nin “Harika Çocuklar”ından İdil Biret, başta Frédéric Chopin ve Sergei Rachmaninoff olmak üzere Romantik Dönem sanatçılarının bestelerini yorumlayarak dünya çapında başarılara imza atmıştır. Sanatçının “20th Century Piano Edition” isimli son albümü, Bartok, Berg, Boulez, Handel, Saygun, Stravinsky ve Ravel gibi 20. yüzyılın önde gelen bestecilerine ait eserlerin icralarından oluşuyor. 15 CD’den meydana gelen albüm, klasik müzik severlerin arşivinde yer almaya aday. TSM UNUTULMAYAN ŞARKILAR ULUS MÜZİK Türk Sanat Müziği’nin hafızalara kazınan unutulmaz eserleri, 15 farklı sanatçının yorumuyla dinleyiciyle buluşuyor. Ahmet Özhan, Belgin Gök, Zekai Tunca, Emel Sayın, Ajda Pekkan ve Fatih Erkoç gibi birbirinden değerli sanatçıları buluşturan albümde bir de koro tarafından seslendirilen “Ağla Gitar Çal Gitar” parçası yer alıyor. Özenle seçilmiş 16 eserden meydana gelen albüm, kültür mirasımızın vazgeçilmez bir ögesini genç nesillere aktarması bakımından önem taşıyor. BEAUTIFUL LIES BIRDY ATLANTIC RECORDS Birdy sahne adını kullanan İngiliz şarkıcı Jasmine van den Bogaerde, 12 yaşında İngiltere’de düzenlenen bir müzik yarışmasını kazanmasının ardından “Birdy” isimli ilk albümüyle müzik piyasasına giriş yaptı. Bu albümle özellikle İngiltere, Avustralya, Hollanda ve Belçika’da başarı yakalayan Birdy, “Fire Within” başlıklı ikinci stüdyo çalışmasını 2013 yılında piyasaya sürdü. Sanatçının üçüncü stüdyo albümü “Beautiful Lies”, Indie Pop, Indie Rock ve Indie Folk tarzındaki 18 parçadan oluşuyor. 92 ANKARA YAZI-VEDA MEKTUBU YÖNETMEN: KEMAL UZUN SENARYO: ELİN ECEALP OYUNCULAR: GÜRKAN UYGUN, İPEK TUZCUOĞLU, BURÇİN ABDULLAH, ÜMİT ACAR YAPIM: 2016, TÜRKİYE TÜR: DRAM Ankara’da genelde sol kesimin gittiği bir kahvehane 10 Ağustos 1978 tarihinde silahla taranır. Beş kişinin hayatını kaybettiği bu olay, daha sonra Balgat Katliamı olarak anılır. Olayın ardından yürütülen kovuşturmada konuyla bağlantısı olduğu düşünülen birçok ülkücü genç gözaltına alınır. Mustafa Pehlivanoğlu da bu gençlerden biridir. 12 Eylül darbesinden önce yargılanan ve idam cezasına çarptırılan 20 yaşındaki Mustafa’nın ailesi, oğullarının tutuklanmasının ardından hukuk mücadelesi başlatacaktır. “Ankara Yazı-Veda Mektubu”, Türk Sineması’nın 100’üncü ve TRT’nin 50’nci yılını kutlamak amacıyla 2014 yılında uygulamaya konan TRT TV Filmleri projesi kapsamında seyirciyle buluşuyor. Çekimleri Adana’nın Kozan ilçesinde gerçekleşen film, 12 Eylül döneminde bir ailenin yaşadığı dramı yansıtıyor. X-MEN APOCALYPSE YÖNETMEN: BRYAN SINGER SENARYO: SIMON KINBERG, BRYAN SINGER OYUNCULAR: JENNIFER LAWRENCE, SOPHIE TURNER, OLIVIA MUNN, OSCAR ISAAC, MICHAEL FASSBENDER YAPIM: 2016, ABD TÜR: AKSİYON, MACERA, FANTASTİK Dünyanın ilk ve en güçlü mutantı Apocalypse, binlerce yıllık uykusundan uyanır. Apocalypse, yeni bir dünya düzeni kurmak ve insanoğlunu yeryüzünden silmek amacıyla aralarında Magneto’nun da olduğu mutantlardan meydana gelen bir ordu kurar. Raven, Profesör X’in yardımıyla genç mutantlardan oluşan bir ekiple en büyük düşmanlarına karşı gelecek ve dünyayı yıkımdan kurtarmaya çalışacaktır. Amerikan çizgi roman yayıncısı Marvel Comics’in en sevilen serilerinden X-Men’in beyazperdeye uyarlanan son filmi “X-Men: Apocalypse”in yönetmen koltuğunda “X-Men” ve “X-Men: Geçmiş Günler Gelecek” filmlerinden tanıdığımız Brian Singer oturuyor. 93 Nazım Maviş @NazimMavis AK Parti Sinop Milletvekili, Millî Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor Komisyonu Üyesi, Millî Savunma Komisyonu Üyesi, AK Parti Yerel Yönetimler Başkan Yardımcısı Sosyal medyayı aktif biçimde kullanan siyasetçilerimiz arasında yer alıyorsunuz. Sosyal paylaşım sitelerini ne zamandır ve gün içinde hangi sıklıkta kullanıyorsunuz? Sosyal medyayı yaklaşık 3 yıldır aktif olarak kullanıyorum. Meclis’in ve ülkemizin yoğun gündemi, seçim bölgemiz Sinop ilimizdeki yoğun çalışmalarımız dolayısıyla günlük kullanma sıklığımız 4 veya 5 seferi geçmiyor. Ancak toplumun ve özellikle gençlerin nabzını tutma noktasında sosyal medya gündemini izleyici olarak daha sık takip ediyorum. Sizce siyasetçilerin sosyal paylaşım sitelerini etkin ve doğru bir şekilde kullanması ne bakımdan önemli? Siyasetçilerin sosyal medyayı etkin ve doğru kullanmaları, öncelikle toplumun nabzını tutma, sorumlu oldukları seçmenlerini etkin ve hızlı bir şekilde bilgilendirme ve vekili olarak Meclis’te bulundukları milletle iletişimi güçlendirme noktalarında büyük önem arz ediyor. Ayrıca siyasi kampanyaların etkinliği noktasında da sosyal medyanın önemi ortadadır. ABD Başkanı Barack Obama’nın başkanlık seçimlerinde yürüttüğü sosyal medya kampanyasının etkileri ve başarısı siyasi tarihte yerini almıştır. Günümüz dünyasında iletişimin, özellikle de hızlı iletişimin ne kadar etkili olduğu, faydaları ve zararlarıyla hepimizin malumu. Sosyal medya üzerinden paylaştıklarının sorumluluğunun farkında olan siyasetçilerin bu mecrayı etkili bir şekilde kullanmasının, hızlı iletişim teknolojisinin toplumumuz için faydalarını maksimize etme ve zararlarını minimize etme hususlarında önemli olduğunu düşünüyorum. Sosyal medyanın gündemi doğru takip etme açısından yararlı olduğunu düşünüyor musunuz? Sosyal medya biraz önce de değindiğimiz gibi hızlı bir iletişim mecrası. Ancak bu mecranın bu kadar hızlı ve kolay erişime açık olması bazı büyük problemleri de beraberinde getiriyor. Bu noktada en önemli problem, sosyal medyada hızlı bir şekilde yayılan bilgi kirliliği, manipülatif haberler ve hakarete varan seviyesizliklerdir. 27 Mayıs 2013 tarihinde başlayan Gezi Parkı olaylarının siyasi bir kalkışmaya 94 dönüşmesinde, yabancı odakların yönlendirmesine açık hale gelmesinde sosyal medyanın yıkıcı etkilerini hepimiz yaşadık. Yalan, manipülatif haberlerle halkı sistemli bir şekilde sosyal medya üzerinden kışkırtma çabalarına şahitlik ettik. Ülkemizin başbakanına ve siyasetçilerine en ağır hakaretlerin fütursuzca bu iletişim aracı üzerinden paylaşıldığına üzülerek tanık olduk. Bu hususta bütün dünyanın bilinçlenmeye, paylaştıklarının sorumluluğunu taşıma bilinciyle hareket etmeye ve kanunların bu noktada yeniden gözden geçirilmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Sosyal medyada gündemi doğru ve etkili takip etmek isteyen bir kişinin iyi medya okuryazarlığına sahip olması, bilgileri çaprazlama metoduyla karşılaştırması ve sorgulayıcı bir zihne sahip olması gerekmektedir. Sosyal paylaşım ortamında ilginç anılarınız oldu mu? Aslında spesifik ilginç bir anıdan ziyade sosyal medyanın milletvekili seçilmem sonrasında bana gösterdiği bir olguyu burada paylaşmak isterim. Vatandaşlarımızın özel ve sivil anlara yönelik doğal paylaşımlara daha çok ilgi gösterdiğine tanık oldum. Yürüyüş veya alışveriş yaparken, bir çocuğu severken çekilmiş fotoğrafların daha çok beğeni aldığını gözlemledim. Halkımız, kendi içinden, doğal, halktan siyasiler görmek istiyor. Aslında Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi başarısının altında da halkın insanı olması ve doğal olması yatıyor. Ayrıyeten milletvekili seçildikten sonra Meclis ve seçim bölgemizdeki çalışmalarımızı yoğun bir şekilde sosyal medyadan paylaşıyoruz. Bizim bu etkinliğimize karşı seçmenimizden aktif bir karşılık görmekteyiz. Özellikle seçim bölgemiz Sinop’ta yaşanan en ufak bir olumsuzluk, fotoğrafları ve detaylarıyla sosyal medya üzerinden, sorgulayan bir seçmen söylemiyle tarafımıza ulaştırılmakta. Bu da ilimiz sorunlarına hakimiyetimizi artırmakta ve vekili olduğumuz milletin aktif denetimini her an ensemizde hissetmemize sebebiyet vermekte. Ben bundan çok keyif alıyorum ve çalışmalarıma büyük katkı sağladığını düşünüyorum. Demokrasinin daha aktif ve daha yapıcı bir şekilde bilinçli seçmenlerle sosyal medya üzerinden gelecekte nasıl şekilleneceğine dair güzel izler alıyorum. Bu da beni ülkem, mazlum coğrafyalar ve adil bir dünya düzeni adına heyecanlandırıyor ve umutlandırıyor. SOSYAL MEDYA GÜNLÜKLERİ Ahmet Uzer @ahmet_uzer27 Meral Danış Beştaş @meraldanis Günaydın, “Her an iyilik tohumu ekedur; ekmedikçe hiçbir şey biçemezsin.” Hz. Mevlâna “Acı veriyorsa geçmiş, geçmemiş demektir.” Murathan Mungan Tuncay Özkan @ATuncayOzkan Ahmet Selim Yurdakul @ahmet__yurdakul Zor günler geçiren ülkemizin yüzünü güldürdün... Tebrikler... Gururumuzsun Çağla Büyükakçay! Saffet Sancaklı @saffetsancakli Kocaelispor’umuzun şampiyonluğunu kutluyor, yönetim kurulunu, futbolcu kardeşlerimizi ve taraftarları tebrik ediyorum. Kuruluşundan itibaren yanında olduğumuz Antalya Hayta Yörükleri Derneği’nin düzenlediği festivalde… Didem Engin @_DidemEngin Bugün Alucra ve Şebinkarahisar’da çalıştık. Giresun’un güler yüzlü, misafirperver güzel insanlarına çok teşekkürler… Ayhan Bilgen @ayhanbilgen Tamer Dağlı @Tamer_Dagli Mersin’deki Kutlu Doğum Panelimize halkımız yoğun ilgi gösterdi... 12 yıl sonra yeniden Süper Lig’e çıkan Adanaspor’umuzu canıgönülden tebrik ediyorum. Adana sizinle gurur duyuyor. 95 UNUTMAYACAĞIZ Hayri Doğan 19 ve 20. Dönem Antalya Milletvekili Hayri Doğan 1950 Basırlı doğumludur. Doğan, İI Genel Meclis Üyeliği, Oba Belediye Başkanlığı, Türkiye Ziraat Odaları Birliği ve Tarım Kredi Kooperatifleri Merkez Birliği Yönetim Kurulu Üyeliği görevlerinde bulundu. Hayri Doğan’ın cenazesi 13 Nisan 2016 tarihinde Alanya Oba Beldesi Merkez Camii’nde ikindi namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. Vahit Yaşar Çalın 15. Dönem İstanbul Milletvekili Vahit Yaşar Çalın 1933 Yakuplu doğumludur. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde eğitim gören Çalın serbest avukatlık görevinde bulundu. Vahit Yaşar Çalın’ın cenazesi 13 Nisan 2016 tarihinde İstanbul Büyükçekmece Mimaroba Piri Reis Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. Emin Acar 15. Dönem Bursa Milletvekili Emin Acar 1926 İnegöl doğumludur. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde eğitim gören Acar, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Kliniği’ndeki ihtisasının ardından Akliye ve Asabiye Mütehassıslığı, Maraş Merkez Hükümet Tabipliği, Çardak Nahiyesi Hükümet Tabipliği, Akçakoca Belediye Tabipliği, Akçakoca Hükümet Tabipliği, Devlet Planlama Teşkilatı Teşvik Uygulama Dairesi Sağlık ve Gıda Uzmanlığı, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı Teşvik Uygulama Proje Uzmanlığı görevlerinde bulundu. Emin Acar için 3 Nisan 2016 tarihinde Hacı Bayram Veli Camii’nde ikindi namazını müteakip cenaze namazı kılındı. Acar’ın cenazesi ertesi gün Bursa İnegöl Beydinler Köyü Camii’nde kılınan öğle namazının ardından toprağa verildi. NISAN AYINDA ARAMIZDAN AYRILAN ARKADAŞLARIMIZ IÇIN CENAB-I ALLAH’TAN RAHMET DILIYOR, KEDERLI AILELERI IÇIN KALPTEN DUYGULARLA SABR-I CEMÎL NIYAZ EDIYORUZ.