Cumhurbaşkanı Erdoğan`dan TPB Parlamento`ya özel röportaj...18

advertisement
Mayıs 2016 ///// HAKİMİYET MİLLETİNDİR
36
Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan TPB Parlamento’ya özel röportaj...18
Gençlik ve Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç: Gençlerimiz geleceğe
emin adımlarla koşuyor...28
EXPO 2016 Antalya...60
Antik dünyanın din, kültür, sağlık merkezi: Bergama...50
ISSN 2147-6616
9 772147 661000
36
Mayıs 2016 Sayı: 36
Fiyatı: 20 TL/Kurum ve kuruluşlar için: 30 TL
Yerel süreli yayın
ISSN 2147-6616
Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti. adına
TPB Parlamento Dergisi Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü
Eren Safi
Yayın Koordinatörü
Erbay Kücet
Editör
Songül Baş
Yazı İşleri
Çağla Taşkın
Enver Uygun
Evren Özesen
Gökçe Doru
İrem Coşkunseven
Nehir Öztürk
Nil Özben
Orhan Gülenay
Pınar Çavuşoğlu
Zeynep Yiğit
Katkıda Bulunanlar
Dr. Ahmet Tetik
Hakan Arslanbenzer
Dr. Polat Safi
Tasarım
Evrim Uluçay
Sinan Günçiner
Genel Koordinatör
İsmail Demir
TÜRK PARLAMENTERLER BİRLİĞİ
GENEL BAŞKAN
Nevzat PAKDİL
22, 23, 24. Dönem Kahramanmaraş Milletvekili
YAYIN KURULU
Yahya AKMAN
21, 22, 23, 24. Dönem Şanlıurfa Milletvekili
Cahit BAĞCI
23, 24, 25. Dönem Çorum Milletvekili
Kadir Ramazan COŞKUN
Genel Sekreter
19. Dönem İstanbul Milletvekili
İlknur İNCEÖZ
Aksaray Milletvekili
Alpaslan KAVAKLIOĞLU
Niğde Milletvekili
Ömer Faruk ÖZ
Genel Sayman
23. ve 24. Dönem Malatya Milletvekili
Ramazan Kerim ÖZKAN
22, 23, 24. Dönem Burdur Milletvekili
Yayımlanan yazıların hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir. Makul alıntılar dışında izinsiz iktibas yapılamaz.
YAPIM
Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti.
Uğur Mumcu Cad. 89/8 Çankaya/ANKARA
T: 0312 446 15 72 F: 0312 446 15 82
www.buyukharf.com.tr
BASKI
Özel Matbaası
Basım Yeri: Matbaacılar Sanayi Sitesi 1514. Sokak No: 6
İvedik/Ostim/ANKARA
T: 0312 395 06 08
Basım Tarihi: 02.05.2016
MAYIS 2016
İÇİNDEKİLER
18
CUMHURBAŞKANI
ERDOĞAN ILE RÖPORTAJ
28 Gençlerimiz geleceğe
Gençlik ve Spor Bakanı
Akif Çağatay Kılıç:
emin adımlarla koşuyor
40 Siyasette erdemli, ahlaklı
İsmet Sezgin:
ve dürüst olmak, “Boğaz
dokuz boğumdur”
sözünü unutmamak gerekir
MAYIS 1919
24 19“YA
ISTIKLAL YA ÖLÜM”
56 Siyaset her zaman “Önce
Mehmet Yazar:
vatan” diyerek yapılmalı,
şahsi meseleler ikinci
planda tutulmalıdır
44 ÇOK PARTİLİ DEMOKRASİYE İLK DARBE: 27 MAYIS 1960
60 EXPO 2016 ANTALYA
84 AK PARTI GENEL BAŞKAN YARDIMCISI VE ISTANBUL MILLETVEKILI MUSTAFA ATAŞ ILE FOTOĞRAF ÜZERINE SÖYLEŞI
4
BAŞKAN’IN MESAJI
5 BIRLIK’TEN
6 HABERLER
14 DÜNYADAN
31 TÜRKIYE BÜYÜK MILLET MECLISI’NDE NISAN 2016’DA KABUL EDILEN YASALAR
64
ANNELER GÜNÜ
72
DR. ŞÜKRÜ M. ELEKDAĞ’IN MAKALESI
76 TARIH SAHNESI - ENGELLILER HAFTASI
80
VAKIF HAFTASI
88
ERBAY KÜCET: KIŞISEL GELIŞMEYELIM
90 KITAP
92 MÜZIK
93 FILM
94 AK PARTI SINOP MILLETVEKILI NAZIM MAVIŞ ILE SOSYAL MEDYA SÖYLEŞISI
95
SOSYAL MEDYA GÜNLÜKLERI
96 UNUTMAYACAĞIZ
PARÇALI TEK DEVLET
32 ÇOK
ISPANYA
DÜNYANIN
50 ANTIK
DIN, KÜLTÜR, SAĞLIK MERKEZI
BERGAMA
SIĞMAYAN BİR DEHA
66 ASIRLARA
MİMARBAŞI
KOCA SİNAN
BAŞKAN’IN MESAJI
MİLLÎ DİRİLİŞ VE
GENÇLİK COŞKUSU
M
illetlerin hayatındaki büyük değişimler bir anda gerçekleşmez. Belli olaylarla başlangıçları
tespit edilebilse de, o olayları hazırlayan ve genellikle geniş bir zaman dilimine yayılan
bir arka plan bulunur. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılması ile Cumhuriyet’in ilanı da
birtakım tarihî gelişmelerin sonucudur. Osmanlı Devleti’nin yaklaşık üç asırdır süren gerileme dönemi, dünyanın o güne kadar gördüğü en büyük felaket olan I. Dünya Savaşı’na katılmasıyla çöküş
sürecine geçer. Çanakkale ve Kut’ül-Amâre’de Türk ordusunun kazandığı büyük askerî başarılar da
Osmanlı’nın savaştan galip ayrılmasına yetmez. Ateşkesin ardından Osmanlı toprakları İtilaf Devletleri arasında paylaşılır. Savaşın sona erdiği 1918 yılından itibaren Anadolu ve Orta Doğu’da yeni
haritalar çizilmek istenir. Bin yıldır bu toprakları vatan edinmiş ecdadımızın işgallere sessiz kalması
elbette beklenemezdi. Yurdun doğusunda batısında mahalli direnişler başladı. Ancak yoksul ve yorgun
milletin teşkilatlanmaya, düşmanı kovacak motivasyona ihtiyacı vardı. İşte bu günlerde, “Anafartalar
Kahramanı” olarak tanınan Mustafa Kemal Paşa, 9. Ordu Müfettişliği göreviyle İstanbul’dan bindiği
Bandırma Vapuru’yla Samsun’a ayak bastı. Takvimler 19 Mayıs 1919’u gösterirken Türk milletinin,
kendisine biçilen esaret rolünü oynamayacağı belli oldu. İngiliz denetimindeki başkentten resmî görevle Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki millî güçler, kısa süre içinde bağımsızlık
ateşini tüm halka yayacak, vatan toprağını işgalcilerden kurtararak köklü miras üzerine yepyeni bir
devlet inşa edecekti. Millî Kurtuluş Savaşımızın Erzurum, Sivas, Alaşehir gibi kongrelerde, halkın
temsilcilerinin katılımıyla alınan kararla başlayıp TBMM idaresinde devam etmesi dünya tarihi açısından ibret vesilesidir. Milletin kaderi savaş şartlarında bile millet iradesine bırakılmıştır. Geçtiğimiz ay
96. yaşını kutladığımız Gazi Meclis’in iradesiyle Anadolu yeniden bu necip milletin vatanı olmuştur.
Felaket günlerinde dahi millî iradenin önemine inanan bir anlayışla kurulan Cumhuriyetimiz ne
yazık ki çok geçmeden kendisini milletin üstünde gören güçlerin hedefine yerleşir. 14 Mayıs 1950
tarihinde gerçekleştirilen seçimlerde “Yeter! Söz milletindir!” şiarıyla iktidara gelen Demokrat Parti,
ilk günden itibaren sandık dışı etkilerle hükümetten düşürülmek istenir. Sonuç olarak 10 yıl sonra
27 Mayıs 1960 günü sokaklarda yürüyen tanklar, patlayan silahlarla millet iradesi iktidardan devrilir.
Cumhuriyet tarihinin bu ilk askerî darbesi ne yazık ki daha sonrakiler için de emsal teşkil edecek,
12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997’de silahlı kuvvetler sivil yönetimlerin görev yapmasını
engelleyecektir. 27 Mayıs darbesi, bugün hâlâ izlerini silemediğimiz acılara sebep olmuştur. Hukuk
dışı yöntemlerle yargılanan isimlerden Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu
ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edilmiş, onlarca Demokrat Partili ağır cezalara çarptırılmıştır.
Milletimiz için bir travma niteliğindeki bu durum askerlerin yönetimden çekilmesi ve seçimlerle birlikte kısa sürede aşılmıştır. Sivil siyaset, milletin desteğiyle yeniden hak ettiği iktidara kavuşmuştur.
Ancak vesayetçilerin gölgesinin siyasetten silinmesi kolay olmamıştır. Bugün itibarıyla da vesayet
sisteminin bir daha geri gelmemek üzere kaldırılması mücadelesi sürmektedir. Bu mücadelenin
başarıyla neticeleneceğine canıgönülden inanıyorum.
İçinde bulunduğumuz Mayıs ayı, hem bir millî diriliş hareketinin hem de millet iradesine kelepçe
vurulmasının yıldönümlerini barındırıyor. Şüphesiz, bu tablodan çıkaracak çok ders var. Bu düşüncelerle 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nı kutlarken 27 Mayıs gibi felaketlerin bir
daha yaşanmamasını temenni ederim.
4
Nevzat Pakdil
Türk Parlamenterler Birliği
Genel Başkanı
22, 23, 24. Dönem
Kahramanmaraş Milletvekili
96. YAŞINI
KUTLADIĞIMIZ
GAZI MECLIS’IN
IRADESIYLE
ANADOLU
YENIDEN BU NECIP
MILLETIN VATANI
OLMUŞTUR.
BİRLİK’TEN
TÜRK PARLAMENTERLER BİRLİĞİ GENEL BAŞKANI
NEVZAT PAKDİL’DEN NEZAKET ZİYARETLERİ
TÜRK Parlamenterler Birliği Genel Başkanı ve 22, 23, 24. Dönem
Kahramanmaraş Milletvekili Nevzat Pakdil, geçtiğimiz ay çeşitli nezaket ziyaretleri gerçekleştirdi. Millî Eğitim Bakan Yardımcısı ve Türk
Parlamenterler Birliği Yönetim Kurulu Üyesi Orhan Erdem, Gümrük
ve Ticaret Bakan Yardımcısı Fatih Çiftci, Aile ve Sosyal Politikalar
Bakan Yardımcısı Mehmet Ersoy, Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı
Hüseyin Yayman ile bir araya gelen Nevzat Pakdil, ziyaret sırasında
hem bakanlıkların çalışmalarıyla ilgili bilgi aldı hem de ülke gündemindeki çeşitli konular hakkında görüş alışverişinde bulundu.
Nevzat Pakdil, geçtiğimiz ay İller Bankası Yönetim Kurulu Başkanlığı’na atanan Feramuz Üstün’e de “hayırlı olsun” ziyareti gerçekleştirdi. Pakdil, 24. Dönem’de Gümüşhane Milletvekili olarak Meclis’te
yer alan Üstün’e yeni görevinde başarı diledi. Feramuz Üstün ise
Nevzat Pakdil’in ziyaretinden duyduğu memnuniyeti dile getirdi.
ANKARA’DA “TURİZM” BULUŞMASI
İLLERIMIZIN tarihî ve kültürel zenginlikleri ile turizm potansiyelleri 21-24 Nisan günleri arasında Ankara’da düzenlenen
fuarda tanıtıldı. ATO Congresium Kongre ve Sergi Sarayı’nda
gerçekleştirilen turizm fuarının ziyaretçileri arasında Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı ve 22, 23, 24. Dönem Kahramanmaraş Milletvekili Nevzat Pakdil de yer aldı. Pakdil, başta
Kahramanmaraş olmak üzere fuara katılan illerin stantlarını
dolaşarak yetkililerle sohbet etti. Ülkemizin eşsiz tarihî ve kültürel değerlerinin
yanı sıra doğal güzelliklerini görmek üzere her yıl dünyanın dört bir yanından
milyonlarca turistin geldiğini ifade eden Pakdil, bu tür organizasyonların illerimizin turizm potansiyellerinin tanıtılmasına büyük katkı sağladığını söyledi.
“TravelExpo Ankara” fuarında yer alan iller, el sanatı ürünlerinden yöresel
lezzetlerine, tarihî yapılarından turizm çeşitlerine kadar farklı yönleriyle kendilerini tanıtma imkanı buldu.
5
HABERLER
TBMM’NİN 96. YILINA
COŞKULU KUTLAMA
TÜRKIYE Büyük Millet Meclisi’nin açılışının 96’ncı yıldönümü ile “23 Nisan Ulusal
Egemenlik ve Çocuk Bayramı” TBMM’de çeşitli törenlerle kutlandı. Genel Kurul ise
23 Nisan’da özel gündemle toplandı.
Meclis’teki ilk tören Atatürk Anıtı önünde düzenlendi. TBMM Başkanı İsmail
Kahraman’ın anıta kırmızı-beyaz karanfillerden oluşan ve üzerinde “TBMM Başkanı”
yazılı bir çelenk bırakmasının ardından saygı duruşu yapıldı ve İstiklal Marşı okundu.
Daha sonra Anıtkabir ziyareti gerçekleştirildi. TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın
yanı sıra Başbakan Ahmet Davutoğlu, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, MHP
Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Başbakan Yardımcıları Lütfi Elvan ve Mehmet Şimşek,
bazı bakanlar, TBMM Başkanlık Divanı üyeleri ve milletvekillerinin yer aldığı heyet
Aslanlı Yol’dan yürüyerek Atatürk’ün mozolesine geldi. İsmail Kahraman’ın mozoleye
çelenk bırakmasının ardından saygı duruşunda bulunuldu ve İstiklal Marşı okundu. Ziyaret sırasında Kahraman, Anıtkabir Özel Defteri’ne “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin
26. Dönemi’nin Başkanı ve Üyeleri olarak hedefimiz, milletimizin hürriyetini, devletimizin bağımsızlığını koruyup muasır medeniyetler seviyesinin ötesine geçmektir”
diye yazdı.
Anıtkabir ziyaretinin ardından Birinci Meclis’te tören düzenlendi. Törene TBMM
Başkanı İsmail Kahraman, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar, Başbakan
6
Yardımcısı Lütfi Elvan, İçişleri Bakanı Efkan Ala,
Millî Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, Orman
ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, MHP Genel
Başkanı Devlet Bahçeli, kuvvet komutanları ve
milletvekilleri katıldı. İsmail Kahraman törende
yaptığı konuşmada 96 yıl önce toprakları işgal
edilmekte olan bir milletin, istiklalini azim ve
kararlılıkla elde edebileceğini tüm dünyaya gösterdiğini söyledi. Kahraman, “Bizi millet yapan
değerlerimize sahip çıktığımızda 23 Nisan 1920
günü Ankara’da Hacı Bayram Veli Camii’nde
kılınan cuma namazının ardından dualarla açılışı
yapılmış bulunan Birinci Meclis’in ruhuna da sahip çıkmış oluruz” dedi. Birinci Meclis’teki tören
seğmenlerin gösterileriyle renklendi.
İsmail Kahraman, Birinci Meclis’in ardından
TBMM Tören Salonu’na geçerek kutlamaları
kabul etti.
Genel Kurul özel gündemle toplandı
TBMM Genel Kurulu, Meclis’in açılışının 96’ncı yıldönümü ile “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” dolayısıyla özel gündemle
toplandı. TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın yönettiği birleşimi
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da izledi.
İsmail Kahraman, özel birleşimde yaptığı konuşmada, milletin
hür ve bağımsız iradesinin en güçlü ve etkili bir şekilde temsil
edildiği Meclis’in kuruluşunun 96’ncı yılını idrak etmenin bahtiyarlığına ulaşmış bulunduklarını söyledi. Mustafa Kemal Atatürk’ün
23 Nisan’ı bayram olarak çocuklara armağan ettiğini hatırlatan
Kahraman, “Çocuklarımız geleceğimizdir. TBMM olarak, çocuk ve
gençlerimizin sağlıklı gelişimini temin edecek kararları almak başta
gelen görevlerimizdendir. Onlara yapılan her yatırım, daha güçlü ve
müreffeh bir Türkiye için yapılan yatırımdır” dedi.
Başbakan Ahmet Davutoğlu, Genel Kurul’da yaptığı konuşmada
“Bizi birleştiren, zorluklara karşı güçlü kılan, geleceğe ümitle bakan
ortak tarihî hikayemizi hiç unutmayalım” çağrısında bulundu. Bu
milletin kaderinin bir olduğuna işaret eden Davutoğlu, “Ya hep
beraber var olacağız ya hep beraber öleceğiz. Kim bu milletin bir
parçasını diğerinden ayırt ederse Gazi Meclis’e en büyük ihaneti
yapmış olur” dedi. Gazi Meclis’in 96’ncı yılının milletimize, mazlum
milletlere ve bütün insanlığa hayırlı olmasını temenni eden Davutoğlu, çocukların bayramını da kutladı.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, TBMM’nin “Gazi” unvanına sahip tek parlamento, Cumhuriyet’in ise tüm dünyaya bir
bayram hediye edecek kadar ufku geniş, ulusal egemenliği baş tacı
edecek kadar halkına güvenen ve saygı duyulan devrimci kadroların ve ruhun eseri olduğunu söyledi. Ulusal egemenliğin çoğulcu bir
rejim, temsilde adalet ve hukukun üstünlüğü meselesi olduğunu
ifade eden Kılıçdaroğlu, sözlerini şöyle sürdürdü: “Çoğunluğun güçlü, güçlünün de haklı olduğu, yasaların, yurttaşların baskı, korku,
yasak, kin, yoksulluk ve istikrarsızlık tehditleriyle yönlendirildiği bir
sistem, çoğulcu bir sistem değildir. ‘Sandıktan çıktım ne istersem
yaparım’ anlayışı, ulusal egemenlik kavramıyla bağdaşmaz. Çünkü
ulusal egemenlik, sandıktan çıkan oy sayısına bağlı bir kavram
değildir. Egemenlik, en son ferdine kadar bütün ulusundur, kayıtsız şartsız milletindir. Hiçbir güç, kaynağını nereden aldığını iddia
ederse etsin, milletin üzerinde vesayet kuramaz; kurmaya çalıştığı
vesayetin kaynağı olarak da bizzat milletin kendisini gösteremez.
Böyle bir yönetim tarzı, demokrasi ve cumhuriyet ilkeleriyle de
bağdaşmıyor.”
HDP Grup Başkanvekili Çağlar Demirel, 23 Nisan 1920’de çoğulcu
bir anlayışla kurulan TBMM’nin 96 yılı geride bıraktığını belirterek,
“Her şeyden evvel bugün çocuklara armağan edilen böyle bir günü
sevinçle ve umutla karşılayamamanın burukluğu içerisindeyiz”
dedi. 1982 Anayasası yürürlükte olduğu sürece siyaset kurumunun
halkla arasındaki bağların kopmuş vaziyette kalacağını ifade eden
Demirel, “çözüm süreci” boyunca parti olarak demokratik bir siyasetin yerleşmesi için çaba harcadıklarını söyledi.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise konuşmasında “23 Nisan
1920’de küllerimizden yeniden doğduk. Bu toprakları vatan yaptık,
namus bildik. Gemileri yaktık, gidecek, yerleşecek, sığınacak başka
bir vatan olmadığını kanımızla, canımızla teyit ve tescil ettik” dedi.
23 Nisan 1920’de tarihin akışının değiştiğini, Türk milletinin muazzam bir doğruluşla iradesine sahip çıktığını ifade eden Bahçeli
şunları söyledi: “İlk Meclis’in temsilcileri sinesinden çıkıp geldikleri
büyük millet varlığına her zaman güvendiler, her daim inandılar.
Biliyorlardı ki millî mücadele ancak millete dayanırsa başarılı olabilirdi. Yedi düvele karşı gösterilen güçlü mukavemet ancak milletle
bütünleşirse, ilhamını milletten alırsa meşru ve ebedi kalabilirdi. Bu
yüzden İlk Meclis Türk milletinin umut nişanesi, var olma beyannamesidir.”
7
13. İSLAM ZİRVESİ TOPLANTISI
İSTANBUL’DA YAPILDI
İSLAM İşbirliği Teşkilatı (İİT) 13. İslam Zirvesi Toplantısı, 10-15
Nisan günleri arasında İstanbul’da gerçekleştirildi. İİT üyesi 56
ülkenin temsilcilerinin katıldığı toplantıda yayımlanan İstanbul
Deklarasyonu’nda terörle mücadelede kararlı olunduğu vurgulandı.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 13. İslam Zirvesi
Toplantısı’nın İstanbul Kongre Merkezi’ndeki açılışında yaptığı
konuşmada, “Müslümanlar olarak üstesinden gelmemiz gereken sorunların başında mezhepçilik fitnesi geliyor, ırkçılık fitnesi
geliyor. Her zaman ifade ettiğim gibi, benim dinim Sünnilik de
değildir, Şiilik de değildir, benim dinim İslam’dır. Ben tıpkı 1 milyar
700 milyon kardeşim gibi sadece ve sadece bir Müslümanım. Diğer tüm farklılıklar bu inancımın, bu sıfatımın gerisindedir” dedi.
İslam dininin barış dini olduğunu ifade eden Erdoğan, “Sözüm ona
İslam adına, Müslümanlık adına her gün mazlumlara saldıran, onların canlarına kasteden, mallarını yağmalayan terör örgütleri asla
bu mukaddes dinin temsilcisi olamaz” diye konuştu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, toplantının temasını oluşturan “adalet” ve “barış” kavramlarının içini doldurmakta acele edilmesi
gerektiğini vurgulayarak, “Çünkü dünyanın dört bir yanından
mağdurların, mazlumların çığlıkları yükseliyor. Maktullerin yürek
parçalayan görüntüleri geliyor. Maalesef bu çığlıkların ve görün-
8
HABERLER
tülerin kahir ekseriyeti Müslümanlara aittir. İslam dünyasının şu
an yüzünü İstanbul’a, bu zirveye dönerek, buradan çıkacak güzel
haberlere kulak verdiğini görüyorum, buna inanıyorum” değerlendirmesinde bulundu. Konuşmasında “Bölücü değil birleştirici
olmalıyız” çağrısı yapan Erdoğan, sözlerini şöyle sürdürdü: “Bizler Müslüman olarak, İslam ülkeleri olarak ne kadar birbirimize
düşersek, umudunu bizlere bağlamış olan masumlar o kadar
çok sıkıntıya maruz kalacaklardır. Böyle bir vebali üstlenemeyiz.
Bunun için bölücü değil birleştirici olmalıyız. İhtilafları değil ittifakları, husumeti değil muhabbeti güçlendirmeliyiz. Çünkü yaşanan çatışmalardan, çekişmelerden, düşmanlıklardan zarar gören
sadece Müslümanlardır, sadece İslam ülkeleridir.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan, İslam dünyasının en büyük meseleleri
arasında terör ve şiddet sorununun yer aldığını söyledi. “İİT üyesi
ülkeler arasında teröre ve diğer suçlara karşı işbirliğini güçlendirecek ve kurumsallaştıracak bir yapı oluşturulması isabetli olacaktır.
Bu anlayışla Türkiye olarak getirdiğimiz İstanbul merkezli bir İİT
Polis İşbirliği ve Koordinasyon Merkezi kurulması önerisi kabul
gördü. Bu hususta verdiğiniz destek için teşekkür ediyorum” diye
konuşan Erdoğan, uluslararası topluma da terör örgütlerine yaklaşımlarını gözden geçirmeleri çağrısında bulundu.
“Kardeşliği sadece sözde bırakmamalıyız”
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İslam
ülkelerinin öncelikle güvenlik, adalet ve kalkınma konularına önem vermesi gerektiğinin
altını çizerek, “Adaletten umudunu kesen
insanların, terör örgütlerinin istismarına açık
hale gelmesi kaçınılmazdır. Çünkü her şeyin
başı ve sonu adalettir. Kardeşliği sadece sözde
bırakmamalıyız. Teknik, ticari, ekonomik, kültürel, sosyal tüm boyutlarıyla gerçek anlamda
hayata geçirmeliyiz. Tüm İİT ülkeleri bu dayanışmayı en güzel şekilde ortaya koymalıdır”
görüşünü dile getirdi. Erdoğan konuşmasında
İstanbul’da düzenli aralıklarla toplanacak bir
Kadın Konferansı oluşturulmasını da teklif
etti.
İkili görüşmelerin ve çeşitli oturumların gerçekleştirildiği 13. İslam Zirvesi Toplantısı’nda
Başbakan Ahmet Davutoğlu katılımcılar
onuruna öğle yemeği verdi. Davutoğlu, burada yaptığı konuşmada İslam medeniyetinin
bugünkü temsilcileri olarak dünyaya barış ve
adalet mesajı vermek üzere İstanbul’da bir araya geldiklerini ifade etti. Dünyada İslam diniyle
ilgili oluşturulmaya çalışılan olumsuz algıya
karşı ortak bir tavırda buluşulması gerektiğini
kaydeden Davutoğlu, “Teröre ve İslam’ı terörle
aynileştirmeye, özdeşleştirmeye çalışan tavırlara karşı ortak bir duruş sergilemeliyiz. İslam
terörü lanetler” dedi.
Başbakan Davutoğlu, değişik ülkelerde
yaşayan Müslüman azınlıkların hak ve hukuklarının korunması yönünde barışçıl teşebbüslerin artırılması gerektiğini belirterek, “Hem
işgal altındaki Filistin, Karabağ, Kırım gibi
toprakların kurtarılması hem de sahipsiz gibi
görünen Müslüman azınlıkların meselelerine
sahip çıkılması, İİT’nin uluslararası etkinliğini
gösterecek önemli göstergelerden biridir”
değerlendirmesinde bulundu. Konuşmasında
İslam İşbirliği Teşkilatı üyelerinin ekonomik
ilişkilerinin istenen düzeyde olmadığına da işaret eden Davutoğlu, “Üyelerin kendi
aralarında geliştirecekleri ekonomik işbirliğinin barışa da büyük katkı getireceğine
inanıyoruz” dedi.
İstanbul Deklarasyonu yayımlandı
13. İslam Zirvesi Toplantısı’nın son gününde İstanbul Deklarasyonu yayımlanarak
üye ülkelere yönelik terör tehdidine dikkat çekildi. Terörle mücadelede kararlılık
vurgusu yapılan deklarasyonda, Batı ülkelerinde yükselen yabancı düşmanlığı,
İslamofobi ve Müslüman karşıtı ırkçılık hareketlerinin artmasından endişe edildiği
belirtildi. İstanbul Deklarasyonu’nda ülkelerindeki çatışmalar nedeniyle evlerini terk
etmek zorunda kalan milyonlarca Suriyeli mültecinin çektiği katlanılması mümkün
olmayan acıdan endişe duyulduğu da ifade edildi.
Türkiye’nin dönem başkanlığını devraldığı İslam İşbirliği Teşkilatı 13. İslam Zirvesi
Toplantısı, “Adalet ve Barış İçin Birlik ve Dayanışma” temasıyla gerçekleştirildi. İlgiyle takip edilen toplantının ilk gününde çekilen aile fotoğrafında yer alan tek kadın
Surinam Dışişleri Bakanı Niermala Badrising oldu.
9
BAŞBAKAN DAVUTOĞLU,
KÜLTÜREL KALKINMA EYLEM PLANI’NI AÇIKLADI
BAŞBAKAN Ahmet Davutoğlu, siyasetçiler ve sanatçıların katılımıyla Ankara Palas’ta düzenlenen toplantıda Kültürel Kalkınma
Eylem Planı’nı kamuoyuyla paylaştı. Plan, 8 ana başlık altında 32
eylem içeriyor.
Davutoğlu, Kültürel Kalkınma Eylem Planı’nın birinci başlığında
“Şehrin Tarihî Dokusunun İhyası”nın yer aldığını belirterek bu çerçevede kadim şehirlerin tarihî bölgelerini bütüncül bir yaklaşımla
ele alarak eski kent dokusunu koruyacak çalışmalar gerçekleştirileceğini söyledi. İkinci başlığın “Kültür Alanlarının Canlandırılması” olduğunu ifade eden Davutoğlu, “Bu başlık altında yapacağımız çalışmalar kapsamında başkent Ankara’da uluslararası
simge olacak büyüklükte ve içerikte Anadolu Kültür Merkezi’ni
inşa edeceğiz. Aynı şekilde tarihî başkentimiz İstanbul’da yine
uluslararası simge olacak büyüklükte ve içerikte İstanbul Kültür
Merkezi’ni inşa edeceğiz. Müzeciliğin teşviki için gerekli düzenlemeleri hayata geçireceğiz. 2016 yılında inşallah 18 yeni müze
açacağız” diye konuştu.
Sanat Dallarının Desteklenmesi”, “Şehir Kütüphanesi”, “Şehir ve
Kültür” projeleri ile ilgili bilgi aktaran Davutoğlu, şunları söyledi:
“Yaşayan Kütüphaneler kapsamında mevcut kütüphaneleri zenginleştireceğiz. Kültürel mirasımızın gelecek nesillere aktarılması
için bir Dijital Kültür Arşivi oluşturacağız. Müze ve kütüphane
girişlerine kolaylık sağlayacak KÜLTÜRKART projesini hayata
geçireceğiz. E-Kütüphane projesi ile telif hakkı taşımayan Türk
ve yabancı klasik eserlerin seslendirilerek yayımlanmasını sağlayacağız. Ayrıca kültürel hayatın zenginleştirilmesine yönelik olarak 81 ilimizde tiyatro ve diğer sahne sanatlarıyla ilgili projelere
destek vereceğiz. Tiyatro sahnesi olmayan illerimizin her birine
en az bir tiyatro sahnesi kazandıracağız. Özel tiyatrolarımıza da
bir müjde vermek istiyorum; 2015 yılında özel tiyatrolara 4 milyon 500 bin Türk Lirası destek vermiştik, bu yıl bunu yüzde 100
artırarak 9 milyon Türk Lirası’na çıkaracağız. 30 büyükşehirde bir
milyon kitap kapasiteli kütüphaneler oluşturacağız.”
Her ile en az bir tiyatro sahnesi
Başbakan Ahmet Davutoğlu, Kültürel Kalkınma Eylem Planı’nın
dördüncü başlığının “Anadolu Medeniyet İzlerinin Günyüzüne
Çıkarılması” olduğunu söyledi. Bu çerçevede “Restorasyon Teknikleri Araştırma ve Uygulama Merkezi”ni kuracaklarını belirten
Davutoğlu, “Millî tarihimizin yapı taşlarını ihya etmek için ‘Aziz
Başbakan Davutoğlu, Eylem Planı’nın üçüncü başlığını “Şehir
Kültürünün Zenginleştirilmesi ve Tanıtımı” olarak açıkladı. Bu
başlık altında yer alan “Yaşayan Kütüphaneler”, “Dijital Kültür
Arşivi”, “KÜLTÜRKART”, “E-Kütüphane”, “81 İlde Tiyatro ve Diğer
10
HABERLER
“Millî tarihimizin yapı taşlarını ihya edeceğiz”
merkezi, çok amaçlı salon, sinema salonu, müze, kütüphane, kültür ve sanat araştırma merkezi yapan girişimcilerin destek kapsamını da genişlettik. Bu kapsamda gelir vergisi stopaj indirimi,
sigorta primi işveren paylarında indirim, su bedeli indirimi ve enerji
desteği sağlayacağız.”
“Sanatçıya Vefa” projesi
Mekanlar Projesi’ni hayata geçireceğiz. Bu proje çerçevesinde
tarihimiz açısından önem taşıyan Edirne, Çanakkale, Erzurum,
Sivas gibi tarihî kentlerimizdeki tabya, kale ve anıtsal eserler gibi
özel mekanlar tespit edilerek ihya edilecek” dedi. Eylem Planı’nın
beşinci başlığını “Kültür Ekonomisi ve Girişimciliğinin Desteklenmesi” olarak ifade eden Davutoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Gençlerin kısa film, dergi, kitap gibi sanatsal faaliyetleri ile sportif faaliyetlerine proje bazlı karşılıksız destek vereceğiz. Bu kapsamda GENÇDES Projesi’ni hayata geçireceğiz. Bu program için
genel bütçeden 50 milyon lira ayrıldı. Kültür girişimleri ve kültür
endüstrisi ile ilgili projeleri de destek kapsamına alacağız. Kültür
Başbakan Ahmet Davutoğlu, altıncı başlığın “Kültür Sponsorluğu
Sisteminin Geliştirilmesi” olduğunu ifade ederek bu kapsamda
her yıl kültür sponsorluğuna yönelik en fazla çalışma ve yatırım
gerçekleştiren kişi ve kurumlara “Kültür Sponsorluğu Ödülü”
verileceğini söyledi. Yedinci başlığı “Beşeri Kapasitenin Güçlendirilmesi ve Eğitim” olarak açıklayan Davutoğlu, şu bilgileri aktardı:
“Bu başlıkta istihdamın planlanması doğrultusunda bir program
hazırlanacak ve diğer kuruluşlarla beraber yapılacak çalışmalarla
öğrenci sayılarıyla ilgili planlı adımlar atılacak. ‘Sanatçıya Vefa’
olarak adlandırdığımız çalışma ile belli dönemlerde SGK primlerini yatıramayan sanatçıların emekli olmasını kolaylaştıracak
çalışmaları başlattık. Bu konuda bir talep gelmişti, bunu gerçekleştireceğiz. Yıllarını sanata adamış, ama emekliliğinde rahat bir
yaşam sürdürmeye yönelik birikim yapamamış sanatçılarımızın
evsiz barksız bir şekilde binbir zorlukla hayata tutunmaya çalışması hepimizi derinden üzüyor. Bu çalışma ile sanatçılarımıza
sanatlarını icra edemedikleri dönemde de rahat bir hayat imkanı
sağlamayı öngörüyoruz. ‘Bir Usta Bir Atölye Projesi’ ile ülkemize
mâl olmuş plastik sanatlar alanındaki ustaların atölyelerinde yetenekli gençlerin ustalaşmasını ve sanatçıların desteklenmesini
sağlayacağız.”
Davutoğlu, Eylem Planı’nın sekizinci başlığının “Kültür Alanında
Yeniden Yapılanma ve Yasal Düzenlemeler” olduğunu belirterek bu
çerçevede 4848 Sayılı Kültür ve Turizm Bakanlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun, 5224 Sayılı Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması ile Desteklenmesi Hakkında Kanun,
5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu, 2863 Sayılı Kültür ve
Tabiat Varlıkları Koruma Kanunu, 5225 Sayılı Kültür Yatırımları ve
Girişimleri Teşvik Kanunu’nda değişiklikler yapılacağını bildirdi.
Toplantıya Başbakan Yardımcısı Lütfi Elvan, Kültür ve Turizm
Bakanı Mahir Ünal, Millî Eğitim Bakanı Nabi Avcı, aralarında Orhan
Gencebay, Yavuz Bingöl, Metin Özülkü, Ali Rıza Binboğa, Metin
Şentürk ve Ahmet Yenilmez’in de bulunduğu sanatçılar katıldı.
11
ŞANLIURFA’YA İSTİKLAL MADALYASI
KURTULUŞ Savaşı sırasında büyük kahramanlık gösteren
Şanlıurfa’ya İstiklal Madalyası verildi. Konuyla ilgili kanun
teklifi TBMM Genel Kurulu’nda oy birliği ile kabul edilirken milletvekilleri kararı ayakta alkışladı.
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik, ilk imza sahibi
olduğu kanun teklifinin kabul edilmesinin ardından bir teşekkür
konuşması yaparak, “Şanlıurfa’nın kurtuluşunda büyük rol
oynayan 12’leri rahmet ve minnetle anıyorum. 1984’te verilen
‘Şanlı’ unvanı da, bugün verilen İstiklal Madalyası da onların
hediyesidir” dedi. Kanun teklifinde Bakan Çelik’in yanı sıra AK
Parti Şanlıurfa milletvekilleri Ahmet Eşref Fakıbaba, Mehmet Kasım Gülpınar, Mehmet Akyürek, Mehmet Ali Cevheri, Mahmut Kaçar,
Halil Özcan, İbrahim Halil Yıldız ve Kemalettin Yılmaztekin’in imzaları
yer aldı.
İstiklal Madalyası, 11 Nisan’da Şanlıurfa’nın kurtuluşunun 96’ncı
yıldönümü kutlamaları çerçevesinde GAP Kapalı Spor Salonu’nda düzenlenen törenle takdim edildi. TBMM Başkanı İsmail Kahraman, Millî
Mücadele döneminde destan yazan Şanlıurfalılara teşekkür ederek,
“Vatanımız kolay kurtarılmadı, bugünlere de kolay gelmedik. Bu vatan
bize aziz şehitlerimizin hatırasıdır. Bayrağımıza, devletimize, milletimize kastedilmesine asla izin vermeyiz” diye konuştu. Başbakan Ahmet Davutoğlu ise Şanlıurfa’nın İstiklal Madalyası’nı hak ettiğini vurgulayarak, “Her zaman istiklalin bekçisi, sözcüsü, emanetçisi olacağız”
dedi. Davutoğlu, birilerinin fitne ateşi yakmaya çalıştığını, Suriye’de,
Irak’ta yanan o ateşin Türkiye’ye de sıçramasını istediğini belirterek,
“Sizin fitne aşkınıza karşı bizde kardeşlik aşkı var. İstilacıların istila
ateşine karşı istiklal aşkımız ne kadar kuvvetli, köklüyse, fitnecilerin,
12
HABERLER
bölücülerin, teröristlerin fitne aşkına karşı kardeşlik aşkımız da o derece büyüktür” diye konuştu.
“Büyük memnuniyet duydum”
21, 22, 23, 24. Dönem Şanlıurfa Milletvekili ve Türk Parlamenterler Birliği Yönetim Kurulu Üyesi Yahya Akman, Şanlıurfa’nın
Kurtuluş Savaşı sırasında işgalci güçlere karşı destansı bir
mücadele verdiğini belirterek, “Ülkemizin bağımsızlığını
kazanmasında çok önemli bir rolü bulunan şehrimizin İstiklal
Madalyası’na kavuşmasından büyük memnuniyet duyuyorum” dedi. 23. Dönem’de ilk imza sahibi olarak “Şanlıurfa’ya
İstiklal Madalyası Verilmesi Hakkında Kanun Teklifi”ni TBMM
Başkanlığı’na sunduğunu hatırlatan Akman, 26 Mayıs 2008 tarihli
bu kanun teklifinin yasalaşma imkanı bulamadığını ifade etti. 23.
Dönem’deki AK Parti Şanlıurfa milletvekilleri Abdulkadir Emin
Önen, Sabahattin Cevheri, Zülfükar İzol, Ramazan Başak, Mustafa
Kuş, Eyyüp Cenap Gülpınar, Çağla Aktemur Özyavuz ve Abdurrahman Müfit Yetkin’in de imzalarının yer aldığı kanun teklifinin
yasalaşamaması üzerine konuyu 24. Dönem’de tekrar gündeme
getirdiğini kaydeden Akman, “2011 yılında bu kez sadece kendi
imzamla Şanlıurfa’ya İstiklal Madalyası Verilmesi Hakkında Kanun
Teklifi’ni TBMM Başkanlığı’na sundum. Ancak maalesef kanun
teklifim Meclisimizin yoğun gündemi nedeniyle 24. Dönem’de de
yasalaşma imkanı bulamadı. Bugün Şanlıurfamıza gecikmeli de
olsa İstiklal Madalyası verilmiş olmasından dolayı memnuniyet
duyuyorum. 1984 yılında ‘Şanlı’ unvanını alan şehrimizin, hak ettiği
İstiklal Madalyası’na da kavuşmuş olması bizlere mutluluk ve gurur
vermektedir” diye konuştu.
TÜRK
PARLAMENTERLER
BIRLIĞI’NDEN
- ÜYE AIDATLARIMIZ 17. OLAĞAN GENEL KURUL KARARIYLA 2016 YILINDA YILLIK 120 TL’DIR.
- BANKALAR TARAFINDAN MÜŞTERILERINE ULUSLARARASI BANKA HESAP NUMARASI (IBAN) VERILMEKTEDIR. ÜYELERIMIZIN AIDATLARINI YATIRIRKEN PROBLEM YAŞAMAMALARI IÇIN BIRLIĞIN IBAN NUMARASI AŞAĞIDA BELIRTILMIŞTIR.
- BILINDIĞI GIBI 2002’DE YILLIK 30 TL OLAN ÜYE AIDATLARI 2004 YILINDAN ITIBAREN 60 TL VE 2013 YILINDAN BERI
120 TL’DIR. GERIYE DOĞRU AIDAT BORÇLARININ BUNA GÖRE HESAPLANMASI VE TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI ZIRAAT BANKASI TBMM ŞUBESI IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001 HESAP NUMARASINA YATIRILMASI;
5253 SAYILI DERNEKLER KANUNU’NA GÖRE, ALINAN AIDATLARIN BELGESINE ÜYELERIN
TC KIMLIK NUMARALARININ YAZILMASI GEREKMEKTEDIR.
- ÜYELERIMIZIN TC KIMLIK NUMARALARINI MEKTUP VEYA TELEFONLA BIRLIĞE BILDIRMELERI RICA OLUNUR.
TPB HABER PORTALI www.tpb.org.tr
FAX HATTI: 0312 420 66 24
SAYIN ÜYELERIMIZ HER KONUDA BIZE ULAŞABILIRSINIZ.
TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI ANKARA KONUKEVI:
ANKARA HOTEL PİNO
BAYRAKTAR MAHALLESI VEDAT DALOKAY CADDESI
BAYRAKLI SOKAK NO: 35 GOP/ANKARA
TEL: 0312 446 36 86
TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI
TBMM Yeni Halkla İlişkiler Binası Zemin Kat No: 49-50 Bakanlıklar/ANKARA Tel: 0312 420 66 21 Fax: 0312 420 66 24
Türk Parlamenterler Birliği Ziraat Bankası TBMM Şubesi IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001
13
DÜNYADAN
1915 OLAYLARI’NIN
101. YILDÖNÜMÜ
UZUN yıllardır Ermenistan ve Ermeni diasporasının dünyada “Ermeni soykırımı günü” olarak anılması için çabaladığı 24 Nisan, bu
yıl da uluslararası düzeyde çeşitli etkinliklere konu oldu. Aslen dönemin Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın, ayaklanma hazırlığındaki Taşnak, Hınçak, Ramgavar gibi Ermeni örgütlerinin kapatılması, silah
ve belgelerine el konulması, örgütün ileri gelenlerinin tutuklanması
emrini verdiği tarih olan 24 Nisan 1915, Ermeni meselesini siyasi
zemine taşımak isteyen çevrelerin konuyu tartışmaktan kaçınmak
için seçtiği bir sembol olarak öne çıkıyor.
Daha önceki dönemlerde çeşitli ülke parlamentolarının aldığı
“soykırım” kararları, devlet ve hükümet başkanlarının konuyu iç siyaset malzemesi haline getirmesi ve 2015 yılında Papa
Francesco’nun 1915 Olayları’nı “soykırım” olarak anması, konuyu ta-
14
rihin alanından çıkarıp siyasete taşıyor. Ermeni diasporasının uzun
süredir üzerinde çalıştığı Amerika Birleşik Devletleri Başkanı’nın
geleneksel 24 Nisan mesajında “soykırım”dan söz etmesi planı ise
bu yıl da başarılı olamadı. ABD Başkanı Barack Obama mesajında
Ermenice “Büyük Felaket” anlamına gelen “Meds Yeghern” ifadesini kullandı.
2008 yılında göreve gelmeden önce başkan seçilmesi halinde ABD’nin “Ermeni soykırımı”nı tanıyacağını vadeden Barack
Obama, ABD Başkanı olarak yaptığı son 24 Nisan açıklamasına
“20. yüzyılın ilk kitlesel mezalimini, 1,5 milyon Ermeni’nin Osmanlı
İmparatorluğu’nun son günlerinde sürüldüğü, katledildiği ve ölümlerine yürütüldüğü Ermenilerin ‘Meds Yeghern’ini yasla anıyoruz”
diyerek başladı. Mesajına, “1915’in başlarındaki karanlık günlerde
acı çekenlerin anısını onurlandırır ve asla tekrarlanmaması için bu trajediden ders
çıkarmayı taahhüt ederken, aynı zamanda zulme uğrayanlara yardım etmeye çalışmış olanları takdir ediyoruz” sözleriyle devam eden Obama, Ermeni göçmenlerin
ABD’ye katkısını ve Ermenistan’ın 17 bin Suriyeli sığınmacı kabul etmesini övgüyle
andı. Obama’nın Türkiye’nin misafir ettiği yaklaşık 3 milyon Suriyeliye değinmemesi
ve geçen yılki mesajında “ortak acı” vurgusu yaparken bu yıl yalnızca Ermeni tarafının
acılarından bahsetmesi tepki topladı.
Türkiye’nin tavrı değişmedi
ABD Başkanı Barack Obama’nın “soykırım” sözcüğünü kullanmasa da 1915’te yaşananları taraflı bir bakış açısıyla değerlendirmesine Dışişleri Bakanlığı’ndan cevap
geldi. Konuya sağduyuyla yaklaşan, her zeminde adil hafıza ve ortak acı vurgusu
yapan Türkiye’nin, Obama’nın tutumunu eleştiren ve Bakanlık internet sitesinde de
yayımlanan mesajında şöyle denildi:
“ABD Başkanı Obama’nın, 1915 Olayları hakkında 22 Nisan 2016 tarihinde yaptığı
açıklama, I. Dünya Savaşı koşullarında yaşanan acıların tek yanlı bir tarih anlatısı
temelinde değerlendirilmesinin yeni bir örneğidir. Türkiye, Türk ve Ermeni halkları
arasında yüzlerce yıllık birlikte yaşama deneyimi temelinde, barış içinde ortak bir
gelecek inşa etme arzusunu samimiyetle ortaya koymaktadır. Dost ve müttefik
ülkelerin, bu çağrıya destek vermek yerine, çatışmayı derinleştirmeyi savunan
çevreleri cesaretlendirmesi üzücüdür. Bugüne kadar tarihte yaşanan acıları siyasete
alet etmeye yönelik çabaların kimseye fayda getirmediği bir gerçektir. Hal böyleyken, her yıl belli tarihlerde üçüncü ülkelerin alacakları siyasi pozisyonlardan menfaat
çıkarmaya çalışan çevreler, dostluk ve barış umudunu zedelemekle kalmayıp, o dönemde yaşanan ortak acılara da bir nevi saygısızlık etmektedir. Bu çerçevede, ABD
yönetimini tarihî gerçekleri adil bir hafıza temelinde değerlendirerek, tüm tarafların
acılarını dikkate alan, tarafsız, sağduyulu ve yapıcı bir yaklaşım benimsemeye davet
ediyoruz.”
Öte yandan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, başbakanlığı döneminde
başlattığı Türkiye’nin 1915 Olayları sırasında hayatını kaybeden Ermenilerin acılarını
paylaşan mesaj yayımlama geleneğini bu yıl da sürdürdü. Cumhurbaşkanı Erdoğan,
Kumkapı Meryem Ana Kilisesi’nde Türkiye Ermenileri Patrik Genel Vekili Başepisko-
pos Aram Ateşyan’ın yönettiği anma ayininde
okunan mesajında şöyle dedi:
“I. Dünya Savaşı’nın trajik koşullarında hayatını kaybeden Osmanlı Ermenilerini anmak
için toplananları selamlıyorum. Bugünkü törenin Osmanlı Ermenilerinin yaşadıkları acıların
anlaşılması ve hatıralarının yâd edilmesi için
en anlamlı yer olan Türkiye’de bir kez daha yapılmasından memnuniyet duyuyorum. İnsani
vazifelerin ihmal edilmediği, sevincin ve acının
samimiyetle paylaşılabildiği Anadolu toprakları
her şeyin önüne vicdan ve adalet anlayışını
koyar. Tarih bilincimiz ve insanlık hukukumuz
gereğince, Osmanlı Ermenilerinin hatıralarına
sahip çıkmaya devam edeceğiz. Türklerle Ermenilerin bin yıla uzanan ortak yaşam kültürünü
hatırlatmayı sürdüreceğiz. Ortak tarihi ve benzer gelenekleri olan iki komşu halkı, nefret ve
düşmanlık söylemleriyle birbirinden uzaklaştırmak isteyenlere ve tarihi siyasileştirenlere karşı
dostluk ve barış hedefiyle çalışmaktan vazgeçmeyeceğiz. Bu düşünceyle ebediyete intikal
etmiş Osmanlı Ermenilerini saygıyla anıyor, hayatta olan yakınlarına taziyelerimi sunuyorum.
Ayrıca yaşamını yitirenleri, etnik ve dinî kökeni
ne olursa saygıyla anıyorum. Bu ortak acıyı
paylaştığımızı bir daha hatırlatmak istiyorum.
Ülkemize geçmişten bugüne katkıda bulunan
tüm Ermeni vatandaşlarımıza da bu vesileyle
teşekkür ederim.”
15
GERİ KABUL ANLAŞMASI
UYGULANMAYA BAŞLADI
“Vize muafiyeti anlaşmanın
bir parçası”
TÜRKIYE ile Avrupa Birliği (AB) arasında 20 Mart 2016 itibarıyla yürürlüğe giren Geri Kabul
Anlaşması kapsamında ilk mülteci kafilesi 4 Nisan günü İzmir’in Dikili Limanı’na ulaştı. 20
Mart sonrası yasa dışı yollarla Yunanistan’a giren mültecilerden yaklaşık 130 kişi Midilli adasından Türkiye’ye getirildi. Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’ne bağlı görevliler nezaretinde parmak izleri alınarak kayıt işlemleri yapılan sığınmacılar, güvenlik kontrollerinin ardından otobüslere bindirilerek misafir edilecekleri kamplara sevk edildi. Anlaşma çerçevesinde yaklaşık
40 kişilik Suriyeli göçmen kafilesi de aynı gün Türkiye’den Almanya’ya gönderildi. Çeşitli illerden İstanbul Atatürk Havalimanı’na getirilen kafilenin pasaport işlemleri gerçekleştirildikten
sonra tarifeli uçakla Almanya’nın Hannover kentine yollandığı bildirildi. Anlaşma hükümlerinin
uygulanmasıyla birlikte Mart ve Nisan aylarında ilk kez Akdeniz’e açılan göçmen sayısının bir
önceki aya göre düşüş gösterdiği kaydedildi.
16
DÜNYADAN
AB-Türkiye Zirvesi’nde Geri Kabul
Anlaşması üzerinde mutabakata
varılırken AB yetkililerince sıkça
dile getirilen Türk vatandaşlarının
Avrupa’da vizesiz seyahat edebilmesine ilişkin düzenlemeler, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun AB
Konseyi Başkanı Donald Tusk, Almanya Başbakanı Angela Merkel
ve AB Komisyonu Birinci Başkan
Yardımcısı Frans Timmermans ile bir
araya geldiği Türkiye-AB Suriyelilere
Yardım Programı’nda da ele alındı.
Gaziantep Üniversitesi Kongre ve
Sanat Merkezi’nde gerçekleştirilen
etkinlikte Başbakan Davutoğlu,
vize muafiyetinin ertelenmesi veya
askıya alınması yönündeki spekülasyonlara karşı şu görüşleri dile
getirdi: “Vize muafiyetini, Avrupa
Birliği-Türkiye mutabakatının ayrılmaz, asli unsuru olarak görüyoruz.
Zaten vize muafiyetiyle bu mekanizmaları uygulayacak olan Geri Kabul Anlaşması arasında da doğrudan
bir ilişki var. Geri Kabul Anlaşması
ancak vize muafiyeti ile birlikte uygulanır. Bütün bu mekanizmanın
işlemesi, Geri Kabul Anlaşması’nın
uygulanması bir zaruret. Dolayısıyla
bu tür spekülasyonların ötesinde
biz, Türkiye-AB tarafları olarak, en
azından Türkiye tarafı olarak, bunun
pozitif bir gündemle yürümesi gerektiğine inanıyoruz.”
KKTC’DE YENİ KOALİSYON DÖNEMİ
KUZEY Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC)
Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) ile Ulusal
Birlik Partisi’nin (UBP) oluşturduğu koalisyon
hükümeti UBP’li bakanların istifaları ve Parti
Meclisi’nin oy birliğiyle aldığı hükümetten
çekilme kararı sonucu dağıldı. Yeni hükümeti
kurmakla görevlendirilen UBP Genel Başkanı
ve Lefkoşa Milletvekili Hüseyin Özgürgün,
Demokrat Parti-Ulusal Güçler (DP-UG) ve bağımsız milletvekillerinin desteğiyle hazırladığı
bakanlar kurulu listesini Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’ya sundu. Akıncı’nın onayladığı
yeni kabine şu isimlerden oluşuyor: Başbakan
Hüseyin Özgürgün, Başbakan Yardımcısı ve
Maliye Bakanı Serdar Denktaş, Dışişleri Bakanı
Tahsin Ertuğruloğlu, İçişleri Bakanı Kutlu Evren, Ekonomi ve Enerji Bakanı Sunat Atun, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Hamza Ersan
Saner, Turizm ve Çevre Bakanı Fikri Ataoğlu,
Millî Eğitim ve Kültür Bakanı Özdemir Berova,
Sağlık Bakanı Faiz Sucuoğlu, Tarım ve Doğal Kaynaklar Bakanı Nazım Çavuşoğlu, Bayındırlık ve Ulaştırma Bakanı Kemal Dürüst.
Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, “Kıbrıs’ta artık 2016 yılını barış yılı haline dönüştürmek ortak bir hedef olmalı” açıklamasında bulunurken Başbakan Hüseyin Özgürgün yeni
hükümetin Cumhurbaşkanı ile hem müzakere sürecinde hem de diğer konularda tam bir
uyum içerisinde çalışacağını söyledi.
ÇEK CUMHURİYETİ “ÇEKYA” OLUYOR
ÇEK Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Lubomir Zaoralek, ülkenin
resmî adının değiştirilmesi için karar alındığını, bu konudaki yasa
taslağının kısa süre içinde parlamentoya sunulacağını duyurdu.
Ülkenin yeni adının “Çekya” olacağı düşünülüyor. Ancak kimi ha-
ber kaynakları Çek Cumhuriyeti adından tamamen vazgeçilmeyeceğini, Çekya’nın bir tür kısaltma olarak kullanılacağını kaydediyor.
Ülkede Çekya (Czechia) yerine Çekistan (Czechlands) adına geçilmesini savunan siyasetçiler de bulunuyor. Devlet Başkanı Milos
Zeman’ın bir süredir uluslararası toplantılarda İngilizce konuşma
yaparken “Czechia” dediği biliniyor.
Dışişleri Bakanı Lubomir Zaoralek, parlamentodan karar çıkmasının ardından Birleşmiş Milletler’e resmen başvurularak ülkenin yeni
adının kayıtlara bu şekilde geçirilmesinin talep edileceğini söyledi.
Zaoralek, bu kararın ülkenin adının değişik dillerde farklı şekillerde
söylenmesinden kaynaklanan karışıklığı gidermek için alındığını
belirtti. Çek bakan, uluslararası camiada en çok kullanılan altı dilde (Arapça, Çince, İngilizce, İspanyolca, Fransızca, Rusça) ülkenin
adının aynı telaffuzla söylenmesinin ulusal kimlik açısından faydalı
olacağına da değindi.
17
CUMHURBAŞKANI
ERDOĞAN:
YENI ANAYASA, TÜRKIYE’NIN YENI BIR YÖNETIM
ANLAYIŞINA KAVUŞMASI IÇIN LAZIMDIR; DIĞER
MESELELER GIBI BAŞKANLIK SISTEMI’NDE DE
SON SÖZÜ SÖYLEYECEK OLAN MILLETTIR
18
RÖPORTAJ
CUMHURBAŞKANI RECEP TAYYIP ERDOĞAN, YENI ANAYASA
HAZIRLIK ÇALIŞMALARI, BAŞKANLIK SISTEMI TARTIŞMALARI,
TERÖR OLAYLARI VE SURIYELI MÜLTECILER GIBI ÜLKE
GÜNDEMINDE YER ALAN KONULARI TPB PARLAMENTO’YA
DEĞERLENDIRDI. ERDOĞAN, GÜNLÜK HAYATIYLA ILGILI
SORULARIMIZI DA YANITLADI.
RÖPORTAJ: ERBAY KÜCET - SONGÜL BAŞ
FOTOĞRAFLAR: KAYHAN ÖZER - YASIN BÜLBÜL
19
Toplumumuzda büyük bir acı ve endişeye yol açan terör olaylarıyla ilgili
değerlendirmelerinizi öğrenebilir miyiz?
Terör, ülkemizin ve milletimizin sadece bugüne mahsus bir meselesi değildir.
Türkiye, 1970’li yıllar boyunca üniversitelerden başlayıp sokaklara taşan,
pek çok terör örgütünün isminin geçtiği eylemlere şahit oldu. 1984 yılından
beri de bölücü terör örgütünün Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimiz
ağırlıklı saldırılarıyla, katliamlarıyla birlikte yaşıyoruz. Bugüne kadarki tecrübelerimiz, terörle ülkenin ve toplumun diğer meseleleri arasında kurulan
ilişkilerin doğru olmadığını gösteriyor. Terörün karakterinde vahşet vardır,
ihanet vardır, ahlaksızlık vardır, hedef gözetmeksizin kan dökme vardır. İşte
Ankara ve İstanbul’daki saldırılarda bu gerçeği defalarca gördük. Ankara’nın
en kalabalık yerinde, kadın-erkek, yaşlı-genç, öğrenci-çalışan, hedef gözetmeksizin milletimizin tamamına yönelik bir eylem gerçekleştirildi. Sonra
benzer bir eylem İstanbul’da, bir başka terör örgütü tarafından tekrarlandı.
Dünyada, bu derece ileri bir vahşeti yapabilecek
çok az sayıda terör örgütü vardır. Maalesef, bu
örgütlerin büyük bölümü de şu anda ülkemizi
hedef almış durumdadır. Bir ülke düşünün ki, çok
sayıda eli kanlı örgüt bir araya gelip kendisine
karşı eylem birliği kararı alıyor. Bir ülke düşünün
ki, tüm dünyanın korkuyla takip ettiği bir başka
terör örgütünün hedefleri arasında ilk sırada
bulunuyor. Üstelik Türkiye, terör örgütlerinin
silahlı elemanları yanında, bir de çeşitli kisveler
altında bunları destekleyen silahsız teröristlerin
saldırılarına da maruz kalmaktadır. Açık konuşmak gerekirse, terörle mücadelemizde yanımızda
somut desteğini gördüğümüz çok az dostumuz
var. Buna rağmen, hem içeride hem de dışarıda
terörle, terör örgütleriyle çok yoğun ve başarılı
bir mücadele yürüttüğümüzü düşünüyorum.
Bölücü terör örgütünün birtakım ilçelerimizde
teşebbüs ettiği kalkışmalar, güvenlik güçlerimizin
kararlı ve dirayetli operasyonlarıyla başarısızlığa
uğramıştır. Olayların yaşandığı bölgelerdeki vatandaşlarımız da, terör örgütünün gerçek yüzünü
gördüğü için, devletinin yanında daha kararlı bir
duruş sergilemeye başlamıştır. İnşallah önümüzdeki aylarda bu meseleyi tamamen çözecek ve
2023 hedeflerimize daha çok odaklanma imkanı
bulacağız. Bu eylemlerin asıl amacının Türkiye’yi
hedeflerinden uzaklaştırmak olduğunu biliyoruz
ve buna asla meydan vermeyeceğiz. Bu vesileyle bir kez daha asker, polis, korucu, sivil tüm
şehitlerimize Allah’tan rahmet, yakınlarına ve
milletimize başsağlığı diliyorum.
26. Yasama Dönemi’nde Türkiye’nin yeni bir
anayasaya kavuşacağı konusunda yaygın bir
beklenti ve ümit olmasına karşın TBMM Anayasa Mutabakat Komisyonu’nun çalışmaları yarıda
kesildi. Sizce ülkemiz bu yasama döneminde
yeni bir anayasaya kavuşabilir mi? Sizin bu yönde bir çağrınız veya girişiminiz olacak mı?
Yeni anayasa konusu, siyasi tercih meselesi olmaktan çıkmış ve milletimizin temel bir talebi,
beklentisi haline dönüşmüştür. Türkiye’nin yeni
anayasasına kavuşmasına engel olmaya çalışan
herkes, bunun hesabını millete verecektir. Anayasa
20
RÖPORTAJ
“AÇIK KONUŞMAK GEREKIRSE, TERÖRLE MÜCADELEMIZDE
YANIMIZDA SOMUT DESTEĞINI GÖRDÜĞÜMÜZ ÇOK AZ
DOSTUMUZ VAR. BUNA RAĞMEN, HEM IÇERIDE HEM DE DIŞARIDA
TERÖRLE, TERÖR ÖRGÜTLERIYLE ÇOK YOĞUN VE BAŞARILI BIR
MÜCADELE YÜRÜTTÜĞÜMÜZÜ DÜŞÜNÜYORUM.”
hazırlıklarından uzak duranların bir kısmının bu konuda herhangi
ne yaparsa yapsın, Türkiye yeni anayasa yolunda mesafe almaya
bir hazırlıkları, düşünceleri olmadığını biliyoruz. Ülkemizde “muha-
devam edecektir. İdeal olanı bu işin uzlaşmayla neticelendirilme-
lefet tembelliği” diye bir sorun olduğuna inanıyorum. Geçtiğimiz
sidir. Ama uzlaşma olmuyorsa, o zaman, bu işe talip olanlar kendi
13 yılı aşkın süredir, muhalefetin herhangi bir konuda, gerçekten
çalışmalarını ortaya koyarlar ve milletimizin önüne çıkarlar. Böyle
çalışarak, emek vererek, üreterek bir düşünce, bir teklif, bir proje
samimi bir teşebbüsün Meclis’ten gereken desteği alacağına yü-
ortaya koyduğuna şahit olmadım. Muhalefet adına yapılan tek iş,
rekten inanıyorum.
iktidarın “ak” dediğine “kara”, “kara” dediğine “ak” demekten ibarettir. Böyle bir muhalefet anlayışı, böyle bir siyaset anlayışı, böyle
Başkanlık Sistemi, ülke gündemindeki en önemli konu başlık-
bir Meclis çalışması anlayışı olamaz. Türkiye, böyle bir muhalefeti
larından birini oluşturuyor. Sizce Türkiye’nin 2023 hedeflerine
hak etmiyor. Dikkat ederseniz, onun için de 2002 Kasım’ından beri
ulaşmasında yeni anayasa ve Başkanlık Sistemi nasıl bir rol
bu anlayışta olanları ülkenin yönetiminden uzak tutuyor. Ancak,
üstlenecek? Toplumun bu konulara bakışıyla ilgili gözlem ve
yeni anayasa konusunda artık yolun sonuna gelinmiştir. Muhalefet
değerlendirmeleriniz nelerdir?
21
“TEK BAŞINA 3 MILYON SIĞINMACIYI BARINDIRAN TÜRKIYE’YE KARŞILIK,
28 AVRUPA BIRLIĞI ÜLKESININ ÇOK DAHA AZ SAYIDA MÜLTECIYI
KOYACAK YER BULAMAMASI, GERÇEKTEN ÇOK ACI BIR FOTOĞRAFTIR.”
Yeni anayasa, sadece mevcut anayasanın yeniden yazımı değil,
asıl olarak, Türkiye’nin yeni bir yönetim anlayışına kavuşması
için lazımdır. Bu bakımdan yeni anayasa ile birlikte Başkanlık
Sistemi’nin de tartışılması gayet tabiidir. Mevcut yönetim
sistemimizin sorunlarımıza çare olmadığı bugüne kadarki tecrübelerimizle sabittir. Darbeler ve vesayet yönetimleri altında
çok zaman kaybeden, çok enerji israf eden Türkiye, artık kendi
tarihine, kültürüne, şartlarına uygun yeni bir yönetim tarzını geliştirip uygulayabilecek güce, olgunluğa, özgüvene kavuşmuştur.
Dünyada, tıpkı farklı parlamenter sistem uygulamaları gibi, pek
çok Başkanlık Sistemi uygulaması da mevcuttur. Bunların hepsini
elbette inceleyeceğiz, ama asıl önemlisi bizim neye ihtiyacımız
22
RÖPORTAJ
olduğudur. Başkanlık Sistemi uygulamasını, şu veya bu ülkeden
aynen almak yerine, kendi ihtiyacımıza göre kendimiz tasarlamalıyız. Milletimizin her geçen gün Başkanlık Sistemi’nin ülkemize
faydalarını daha iyi anladığına ve bu yöndeki desteğini artırdığına
inanıyorum. Sonuçta buna karar verecek olan milletimizin bizatihi kendisidir. Türkiye’de tepeden inme kararların alındığı, tepeden
inme sistemlerin dayatıldığı dönemler artık geride kalmıştır. Başkanlık Sistemi’ne karşı çıkanlar, mevcut düzenden memnunlarsa,
çıkıp bunu açıkça ifade etsinler. Değillerse, kendi alternatiflerini
getirsinler. Diğer meseleler gibi, Başkanlık Sistemi’nde de son
sözü söyleyecek olan millettir. Millete gitmekten ve milletin
tercihinden korkmamak lazımdır.
Sabah kalkışınızdan akşam yatışınıza kadar bir gününüz
nasıl geçiyor?
Sporculuk yıllarımdan itibaren düzenli ve disiplinli çalışma
tarzına alışkan birisiyim. Günlük programım önceden bellidir. Fevkalade haller dışında bu programı aynen tatbik
ederim. Kahvaltı sırasında haber özetlerine ve gazetelere
göz atar, o günkü programıma ilişkin hazırlıklarımı yapar,
konuşma ve görüşme notlarımı
kontrol ederim. Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ndeki programlarım genel olarak 11 gibi başlar.
Çalışmalarımın bitiş saati çoğu
zaman gece yarısını bulur. Kimi
zaman eve geçmemden sonra da
bu çalışmalar sürer. Son olarak,
ertesi günün programını gözden
geçirir ve istirahate çekilirim.
İstanbul’da da benzer bir programım söz konusudur. Sadece
hafta sonlarını, en azından bir
kısmını, ailemle geçirmeye gayret ediyorum.
fırsat buldukça, evde bulunan kondisyon aletlerinde spor yapmaya gayret ediyorum. Mevsim itibarıyla, arkadaşlarımla açık
havada spor yapmaya da başladım. İmkanlar ölçüsünde spor
çalışmalarımı sürdürüyorum.
Dinlenmek veya stres atmak istediğinizde neler yapıyorsunuz? Örneğin “Burası huzur bulduğum oda” dediğiniz kütüphane odasında zaman geçirebiliyor musunuz?
Gün içinde fırsat bulabildiğim zamanlarda, kütüphaneye çekilerek,
okumak için ayırdığım kitaplarla,
dergilerle veya notlarla meşgul
olmak beni gerçekten dinlendiriyor.
Kütüphane atmosferini daha fazla
teneffüs edebilmek için, sohbet
mahiyetindeki kimi görüşmelerimi
de burada yaptığım oluyor. Temposu ne kadar yoğun olursa olsun, kişinin kendisine zaman ayırmasının
çok önemli olduğuna inanıyorum.
Bunun için, gün içinde yarım saat
Spor yapabiliyor musunuz?
dahi olsa, kendime böyle bir fırsat
Yoğun çalışma tempoma rağmen,
oluşturmaya çalışıyorum.
Türkiye’nin ilk günden itibaren kucak açtığı ve AFAD kamplarında Birleşmiş Milletler standartlarının üzerinde bir yaşam alanı
sunduğu Suriyeli mülteciler konusu sizce önümüzdeki dönemde
nasıl bir seyir izleyecek? Dünya devletlerinin konuya yaklaşımında herhangi bir değişiklik söz konusu olabilir mi?
Suriye’deki mevcut durum ilanihaye devam edecek değildir. Esasen
biz Suriye meselesinin bu kadar uzamasının, olayların kendi doğal
seyrinden ziyade, uluslararası güçlerin bölge üzerindeki hesaplarından kaynaklandığını biliyoruz. Evlerini, vatanlarını kaybeden
hiçbir Suriyeli kardeşimin bu durumdan memnun olduğunu ve hep
bu şekilde yaşamak istediğini kimse söyleyemez. Allah kimseyi
vatansız bırakmasın. Suriye’den ülkemize gelenleri, tıpkı dünyanın
diğer ülkelerinden gelenler gibi, misafirimiz olarak görüyoruz. Suriye
toprakları bu insanlar için yeniden yaşanılabilir bir yer haline gelene
kadar onları misafir etmeyi sürdüreceğiz. Bunu yapmak bizim, o
insanlarla olan uzun ve köklü tarihî, kültürel, sosyal ilişkilerimizin bir
gereğidir. Bilindiği gibi, Türkiye olarak en başından beri Suriye’nin kuzeyinde bir güvenli bölge oluşturulmasını teklif ediyoruz. Suriye’de
yaşanan krizden kaçan insanları, Türkiye’de veya başka herhangi
bir ülkede mülteci konumunda yaşatmak yerine, kendi ülkesinde
iskan etmenin daha insani ve doğru olduğunu söylüyoruz. Bu teklifimiz pek çok ülke lideri tarafından yüz yüze görüşmelerimizde
olumlu karşılanmasına rağmen, maalesef uluslararası toplumun
ortak iradesi olarak hayata geçirilememiştir. Suriye halkını kendi
topraklarında iskan etmek yerine, milyonlarca mazlumu denizlerde,
sınır kapılarında, insanlık dışı şartlarda perişan edenler, buna karşılık
ülkedeki terör örgütlerini destekleyerek başka hesaplar peşinde koşanlar, bu politikalarının hesabını tarih önünde vereceklerdir. Avrupa
Birliği ile Türkiye arasında mültecilerle ilgili varılan uzlaşma, aslında
Avrupa ülkeleri için bir yüz karasıdır. Tek başına 3 milyon sığınmacıyı
barındıran Türkiye’ye karşılık, imkanları bizden katbekat fazla olan
28 Avrupa Birliği ülkesinin çok daha az sayıda mülteciyi koyacak yer
bulamaması, gerçekten çok acı bir fotoğraftır.
23
19 MAYIS 1919
“YA ISTIKLAL YA ÖLÜM”
24
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN ÖNDERLIĞINDE “YA ISTIKLAL
YA ÖLÜM” DÜSTURUYLA YOLA ÇIKAN, KENDI KADERINI KENDI
TAYIN EDEN BIR MILLETIN BAĞIMSIZLIK MÜCADELESININ
BAŞLANGICIDIR 19 MAYIS. KURTULUŞ SAVAŞI’NIN, HATTA TÜRKIYE
CUMHURIYETI’NIN TEMELLERI BU TARIHTE ATILACAK; 19 MAYIS 1919
IŞGAL GÜÇLERINE BOYUN EĞMEYEN TÜRK HALKININ KADERINDE
BIR DÖNÜM NOKTASI OLACAK, SAMSUN ISE MILLÎ MÜCADELE’NIN
SEMBOL ŞEHIRLERINDEN BIRI HALINE GELECEKTIR.
İREM COŞKUNSEVEN
“
1919 senesi Mayıs’ının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Vaziyet
ve manzara-i umumiye: Osmanlı Devleti’nin dahil bulunduğu grup,
Harb-i Umumi’de mağlup olmuş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şeraiti ağır bir mütarekename imzalanmış. Büyük Harbin
uzun seneleri zarfında millet yorgun ve fakir bir halde. (...) Ordunun
elinden esliha ve cephanesi alınmış ve alınmakta...”
Mustafa Kemal Atatürk, Millî Mücadele, Türk Kurtuluş Savaşı
ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna dair en temel kaynaklardan
kabul edilen Nutuk adlı eserine bu sözlerle
başlıyor, yurdun panoramasını böyle çiziyordu. Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan
sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun toprakları
işgal ediliyor, I. Dünya Savaşı’ndan henüz
çıkmış, evlatlarını toprağa vermiş yorgun
bir halk arasında üç düşünce şekilleniyordu:
İngiltere himayesini talep etmek, Amerikan
mandasına boyun eğmek, bölgesel kurtuluş
çareleri aramak. Türk milletinin haysiyetli
ve şerefli bir şekilde yaşaması gerektiğine
inanan Mustafa Kemal Paşa, bu tasavvurları
reddedecek, “Ya istiklal ya ölüm!” diyerek
millet iradesine dayalı yepyeni bir Türk devleti kurulması fikrini daha Samsun’a ayak
basmadan geliştirecek, bu fikri Anadolu’ya
geçer geçmez uygulamaya koyacak ve Türk
kurtuluş mücadelesine önderlik edecekti.
Anafartalar Kahramanı’ndan Ulu Önder’e
Şevket Süreyya Aydemir, yeni bir devletin doğuşunu Mustafa
Kemal Atatürk’ü merkeze alarak anlattığı Tek Adam’da “Bir
tarihî şahsiyetin belirişi, onun kendi vasıfları ve müdahaleleri
ile, milletine, kavmine veya çağına şekil veren, yön tayin eden
bir şahsiyetin, karar ve hareket sahasına çıkışıdır...” der. Mustafa Kemal Atatürk’ün tarih sahnesinde belirmesi, Kurtuluş
Savaşı’ndan, hatta sisli bir Mayıs gününde, sabahın yedisinde
ayak bastığı Samsun’dan çok daha öncedir.
I. Dünya Savaşı sırasında İtilaf Devletleri,
Çanakkale’de düzenledikleri deniz harekatında 18 Mart 1915 tarihinde başarısız
olduktan sonra çareyi kara harekatı yapmakta bulurlar. Türk askeri, Seddülbahir,
Arıburnu ve Anafartalar olmak üzere üç
cephede İngiliz, Fransız ve ANZAK’lardan
meydana gelen işgalci kuvvetlerle mücadele
eder. İşte Arıburnu Cephesi, Mustafa Kemal
Paşa’nın kumandan kimliğiyle ön plana çıktığı, inisiyatifi ele aldığı ve 57. Alay’a meşhur
“Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi
emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek
zaman zarfında, yerimize başka kuvvetler
ve komutanlar kaim olabilir” dediği yerdir.
Cephanesi biten Türk askerine süngüsüyle
savaşmayı emreden, ANZAK’lara büyük
25
rasında İstanbul Boğazı’nın zafer bayraklarını
çekmiş 55 düşman gemisiyle kapatıldığına
tanıklık edecektir. İşte o zaman ufka bakarak
milletin kaderini bir anlamda tayin edecek
ve hafızalara kazınacak cümlelerinden birini
kuracaktır: “Geldikleri gibi giderler...”
Mütareke sonrası İstanbul ve Anadolu
kayıplar verdirerek kritik önem taşıyan Conkbayırı bölgesindeki düşman taarruzunu engelleyen Albay Mustafa Kemal’dir. Arıburnu’da düşman ilerleyişini durdurmasının ardından
Mustafa Kemal Paşa Anafartalar Grup Kumandanlığı’na terfi eder. Bu cephede yaptığı
stratejik hamleler ve taarruzlar işgalci güçlerin en sonunda Çanakkale’den çekilmesiyle
sonuçlanırken Türk milletine Çanakkale Zaferi’ni, Mustafa Kemal Paşa’ya ise “Anafartalar
Kahramanı” unvanını getirir.
Osmanlı Devleti Çanakkale Zaferi’nin yanı sıra Irak Cephesi’nde Kut’ül-Amâre’de de
İngilizlere karşı büyük bir başarı elde eder. Türk tarihine adını altın harflerle yazdıran bu iki
şanlı zafer, ne yazık ki Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’nı kaybetmesine ve topraklarının İtilaf
Devletleri tarafından işgal edilmesine engel olamaz. Ateşkes talepleri ve görüşmelerinin
başladığı, Talat Paşa hükümetinin istifa ettiği 1918 yılının Ekim ayında, Mustafa Kemal
Paşa Adana’dan İstanbul’a doğru yola çıkacak, 13 Ekim’de Haydarpaşa’ya ayak basacaktır.
O esnada, düşman İstanbul’a ulaşmasın diye uğruna yaklaşık 250 bin kaybın verildiği,
kadın-erkek, genç-yaşlı demeden tüm milletin seferber olduğu Çanakkale Zaferi’nin son-
26
30 Ekim 1918 tarihinde İtilaf Devletleri ile
Osmanlı Devleti arasında Mondros Mütarekesi imzalanır. Mütareke gereğince Çanakkale
ve İstanbul Boğazları serbest geçişe açılır,
Osmanlı ordusu terhis edilir, demiryollarının
kontrolü İtilaf Devletleri’ne bırakılır, haberleşme araçları yine bu devletler tarafından denetim altına alınır. İtilaf Devletleri
Mütareke’ye ileride işgallerini meşru kılacak
olan bir madde ekler. Bu maddeye göre
Müttefikler, güvenliklerini tehdit edecek bir
durumun baş göstermesi halinde herhangi
bir yeri işgal etme hakkına sahip olacaktır.
Mütareke’nin esaslarına riayet etmeyen İtilaf
Devletleri, hiç vakit kaybetmeden İstanbul
başta olmak üzere yurdun dört bir yanını işgal
etmeye başlar. Mütareke’yi imzalamak gibi
ağır bir sorumluluğun altına giren Rauf Bey’in
işgaller hakkında Mustafa Kemal Paşa’ya
söylediği söz, başkentteki manzarayı özetlemek bakımından dikkate değer niteliktedir:
“Daha mütarekenin mürekkebi kurumadan
Fransız ve İtalyanlarla beraber İngilizler, bu
şehri (İstanbul’u) bir sömürge havasına bürümek için yapmadıklarını bırakmıyorlardı.”
İşgalleri fırsat bilen Osmanlı tebaası gayriTürk unsurlar yurt genelinde teşkilatlanmaya
başlar. Yurdun dört bir yanında mitingler
düzenleyen ve propaganda yapan bu oluşumların başında İstanbul Rum Patrikhanesi’nde
teşekkül eden Mavri Mira Heyeti ve bu cemiyetle birlikte hareket eden Ermeni Patriği
Zaven Efendi; Trabzon, Samsun ve bütün
Karadeniz sahillerinde faaliyet gösteren Pontus Cemiyeti; merkezi İstanbul’da bulunan,
yabancı bir ülkenin himayesinde bağımsız
bir Kürt hükümeti kurmayı amaçlayan,
MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN 16 MAYIS 1919 TARIHINDE İSTANBUL’DAN
SAMSUN’A DOĞRU BANDIRMA VAPURU’YLA ÇIKTIĞI YOLCULUK,
AYNI ZAMANDA TÜRK MILLETININ KURTULUŞ YOLCULUĞUDUR.
Diyarbakır, Bitlis ve Elazığ’da aktif olan Kürt Teali Cemiyeti gelir.
Büyük güçlerden destek alan ve Türk bağımsızlığını tehdit eden
bu cemiyetlere tepki olarak Türk halkı da Edirne’de Trakya-Paşaeli
Cemiyeti ve Doğu’da faaliyet gösteren Vilayat-ı Şarkıye Müdafaa-i
Hukuk-ı Milliye Cemiyeti gibi bölgesel direniş örgütleri kurar.
Böylece halkın içinde Millî Mücadele’nin çekirdek örgütleri yavaş
yavaş oluşmaya başlar. Hal böyleyken Samsun’daki Rum çeteleri
ile Türk halkı arasındaki silahlı çatışmaların boyutu gittikçe büyür.
Durumdan rahatsız olan İtilaf Devletleri, Osmanlı hükümetine bir
nota vererek olaylara müdahale edilmesini, bölgedeki istikrarsızlığın giderilmesini, Türklerin silahlarını teslim etmesini, aksi halde
Mütareke’nin 7. maddesine başvurabileceklerini ifade eder. Bunun
üzerine Mustafa Kemal Paşa, bölgedeki karışıklıkları yatıştırmak
göreviyle 9. Ordu Müfettişliği’ne atanır. İşte bu karar, işgalci kuvvetlere boyun eğmeyen, memleketin kurtuluşunu Amerikan veya
İngiliz mandasında aramayan Mustafa Kemal Paşa için bir fırsat
yaratacak, çoktan beri düşündüğü kurtuluş fikrini hayata geçirmek
için ilk adıma vesile olacaktır.
Türk tarihinde bir dönüm noktası
Mustafa Kemal Paşa’nın niyeti hiçbir zaman Müttefikler’in isteği
doğrultusunda Türklerin silahlarını teslim almak, onlara boyun eğmek, uğruna yüz binlerce kaybın verildiği memleket topraklarının
işgalci güçler arasında taksim edilmesini izlemek değildir. Mustafa
Kemal Paşa’nın 16 Mayıs 1919 tarihinde İstanbul’dan Samsun’a doğru Bandırma Vapuru’yla çıktığı yolculuk, esasen Türk milletinin kurtuluş yolculuğudur da. İlk ayağı Samsun olan bu mücadele, Mustafa
Kemal Paşa’nın önderliğinde Havza, Amasya, Erzurum ve Sivas’ta
devam edecek; direniş örgütleri tek bir çatı altında toplanacak; Türk
Kurtuluş Savaşı’nın manifestosu olarak nitelendirilen Misak-ı Millî
kabul edilecek; halk egemenliğine dayanan yeni bir meclis kurulacak
ve dünya harbinden yeni çıkmış yorgun bir millet, tam bağımsızlığı,
özgürlüğü ve haysiyeti için son bir kez daha varını yoğunu ortaya
koyacaktır. İşte 19 Mayıs bu nedenlerden ötürü yalnızca bir tarih
değil, bir halkın direnişinin başlangıcıdır; bir halkın küllerinden
doğuşunun sembolüdür. Bunu en güzel özetleyen, bu hareketin
öncüsünün kendi sözleridir: “Temel ilke, Türk milletinin haysiyetli
ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ilke, ancak tam istiklale
sahip olmakla gerçekleştirilebilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde
olursa olsun, istiklalden yoksun bir millet, medeni insanlık dünyası
karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye layık
görülemez. Yabancı bir devletin koruyup kollayıcılığını kabul etmek,
insanlık vasıflarından yoksunluğu, güçsüzlük ve miskinliği itiraftan
başka bir şey değildir. Gerçekten de bu seviyesizliğe düşmemiş
olanların, isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla
ihtimal verilemez. Halbuki, Türk’ün haysiyeti, gururu ve kabiliyeti
çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok
olsun daha iyidir! O halde, ya istiklal ya ölüm!”
27
GENÇLERİMİZ GELECEĞE
EMİN ADIMLARLA KOŞUYOR
AKIF ÇAĞATAY KILIÇ
GENÇLIK VE SPOR BAKANI
T
ürkiye’nin tarihinde mayıs ayının çok ayrı bir önemi var. Sanırım
vereceğim birkaç örnek mayıs ayının tarihî önemini anlatmak için
yeterli olacaktır. Fatih Sultan Mehmet 29 Mayıs 1453 tarihinde İstanbul’u
fethederek yeni bir çağa imza attı. Gazi Mustafa Kemal Atatürk 19 Mayıs
1919 tarihinde Samsun’a çıkarak Millî Mücadele’yi başlattı ve yurdumuzu
düşmandan kurtarıp Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temellerini attı. Aynı
zamanda da Türk milletinin bağımsızlığının sembolü bu tarihi 1938 yılında
kanunla Türk gençliğine armağan etti. Gençlerimizin Atatürk’ü Anma,
Gençlik ve Spor Bayramı şimdiden kutlu olsun.
İstiklal mücadelesine egemen olan ruh ve ecdadımızın azmi, AK Parti iktidarlarının son 13 yılda gerçekleştirdiği büyük reform ve atılımların ilham
kaynağı oldu, olmaya da devam ediyor. 19 Mayıs’ın aynı zamanda Gençlik
ve Spor Bayramı olarak ilan edilmesi, milletimizin genç nesillere duyduğu
güven ve gençlerimize düşen büyük sorumluluğun da göstergesidir. Bu vesile ile gençlerle ilgili fikrimi ve bakanlık faaliyetlerini anlatmak istiyorum:
Büyük düşünen ve hedeflerine koşan bir nesil
GENÇLERIMIZ TÜRKIYE’YI
DAHA BÜYÜK, DAHA
GÜÇLÜ YAPMA
MÜCADELESINDE HEP
EN ÖN SAFLARDA YER
ALACAK, ÜLKESI VE
MILLETI IÇIN HIÇBIR
FEDAKARLIKTAN
KAÇINMAYACAKTIR.
28
Bizim en büyük arzumuz, gençlerin ideallerinin peşinden kararlılıkla giden,
vatanını seven, ahlaklı, özgüvenli bireyler olarak yetişmesi. Ülkemizin
geleceğinde söz sahibi oldukları zaman özveriyle çalışmaya ve ülkemizi
daha parlak yarınlara taşımaya hazır olmaları... Bunun için de gençlerimiz
daha çok okumalı, daha çok araştırmalı, daha çok sorgulamalı, hızlı bir
dönüşüm ve değişim geçiren dünyayı daha iyi anlayabilmeli, değişimleri ve
yenilikleri anında yakalamak için yeteneklerini geliştirmelidir. Gençlerimiz
bir taraftan özgürce düşünürken diğer taraftan millî ve manevi değerlere
bağlı, yenilikçiliğin peşinde koşan, üreten, teknolojiyi iyi kullanan ve yeni
buluşlar geliştiren bir nesil olmalı, ekonomik, toplumsal ve siyasal hayatta
önemli roller üstlenmelidir. Gençlerimiz Türkiye’yi en iyi şekilde geleceğe
taşımak, milletimize, ülkemize ve insanlığa karşı sorumluluklarını en iyi
şekilde yerine getirmek için kararlı ve emin adımlarla koşmalıdır; daima
büyük düşünmeli, hedefleri doğrultusunda ilerlemekten vazgeçmemelidir.
Gençlik ile ilgili faaliyetlerimiz
Bu noktada şunu söylemek istiyorum; başında bulunduğum Gençlik ve
Spor Bakanlığı’nın görevi de burada başlıyor. Yukarıda tarif ettiğimiz
genç nesillerin yetişmesi için bütün imkanlarımızı seferber ediyoruz. Gö-
reve geldiğimiz günden bu yana da bu konuda çok mesafe aldık.
Dolayısıyla Yeni Türkiye’ye inanan, özgüvenli, umutlu, heyecanlı
bir gençliğin yetiştiğini görmekten mutlu olduğumu burada
zikretmeden geçemeyeceğim. Şunu da biliyorum ki gençlerimiz
kendilerinden sonraki nesillere daha gelişmiş, daha müreffeh bir
ülke bırakmak için çalışacaktır. Türkiye’yi daha büyük, daha güçlü
yapma mücadelesinde hep en ön saflarda yer alacak, ülkesi ve
milleti için hiçbir fedakarlıktan kaçınmayacaktır.
Bakanlığımızın gerçekleştirdiği çalışmalar içinde gençlik merkezleri önemli bir yer tutuyor. 220’ye ulaşan gençlik merkezlerimizin üye sayısı da 1 milyon 348 bini aştı. 2016 yılının ilk üç ayı
içinde gençlik merkezlerimizde 9 bin 610 faaliyet düzenlendi. Bu
faaliyetlerimize 186 bin 137 genç katıldı. Gençleri buluşturduğumuz büyük organizasyonlardan biri de gençlik kamplarımız. 2015
yılında 17 kampımızda 53 bin gencimiz tatil heyecanını yaşamıştı.
Bu yaz gençlik kamplarımızda 60 binin üzerinde gencimizi ağırlamayı planlıyoruz. Bu kamplarımızın başka bir özelliği de var. Şehit
ve gazi çocuklarına öncelik tanıyoruz. Geçen yıl bu imkandan 700
şehit ve gazi çocuğu yararlandı. Gençlik kamplarımızda, ayrıca
yurt dışından gelen gençlere de evsahipliği yapıyoruz. Samsun ve
Trabzon’da düzenlenen gençlik kamplarında geçen yıl 20’yi aşkın
ülkeden toplam 440 genç bir araya gelmişti. Bu sene bu rakamın
üzerine çıkacağız.
Gençlik Projeleri Destek Programı
2012 yılında başlattığımız “Gençlik Projeleri Destek Programı”yla,
ülkemizin geleceği olan gençlerin kişisel ve sosyal gelişimine katkı
sağlayacak projeleri desteklemeyi sürdürüyoruz. 352 projeye 2015
yılında 26 milyon TL destek vermiştik. Bu yıl hem proje sayısını
hem de destek miktarını artırmayı hedefliyoruz. “Gençlik Projeleri Destek Programı” çerçevesinde engelli gençlerin topluma
kazandırılmasına yönelik çalışmalarımız da aralıksız olarak devam
ediyor. 2015/1 çağrı dönemi uygulama kılavuzunda yapılan değişikliklerle engellilerimizin spor ya da sanatla rehabilitasyonunu
amaçlayan projelere öncelik verdik. 2012-2015 yılları arasında
gönüllülük, sosyal uyum, sağlıklı yaşam, spor, gezi, kültür-sanat
ve eğitim yoluyla engelli gençlerin rehabilitasyonunu amaçlayan
29 ilden 54 kuruluşa 4 milyon 469 bin TL yardımda bulunduk. Bu
yıl da bu desteği devam ettiriyoruz.
Tarihten sanata, spordan kültüre kadar birçok önemli alanda
gençleri geleceğe hazırlayan projelere de imza atıyoruz. Gençler “Çanakkale-Bir Hilal Uğruna” programlarıyla şanlı ecdadını
andı. Çanakkale Zaferi’nin 100. Yılı münasebetiyle düzenlenen
“Çanakkale-Bir Hilal Uğruna” temalı programlar, 2015 yılında 54
farklı şehirde gerçekleşirken bu değerli organizasyon vesilesiyle
binlerce genç Çanakkale ruhunu yüreklerinde hissetti. Bu yıl da
bu programlarımızı genişleterek devam ettiriyoruz.
Alanlarında tanınmış, bilgi ve tecrübe sahibi kişilerle gençlerimizi buluşturmayı; gençlerimizin bu kişilerin bilgi ve tecrübelerinden yararlanmalarını, bilgi, görgü ve özgüvenlerini artırmalarını sağlamayı amaçlayan “Tecrübe Konuşuyor” projesi bu yıl
da sürüyor. Geçen yıl 30 farklı şehirde yaklaşık 15 binin üzerinde
genç katıldı bu programımıza. Gençlik merkezlerimizde, ülkemiz
gençliğinin ecdadının dilini okuyabilmesini sağlamak amacıyla
gerçekleştirdiğimiz Osmanlıca Türkçesi kursumuzdan geçen yıl
10 bin gencimiz faydalandı. 2015 yılında Sarıkamış Harekatı’nın
100. Yılı etkinlikleri kapsamında düzenlediğimiz “Asımın Nesli
Asrın Yürüyüşünde” adlı şehitleri anma yürüyüşünde on binlerce
genç bir araya gelerek ecdadımızın gösterdiği büyük fedakarlığı
yüreklerinde yaşadı.
Ecdada mektup yarışmasına rekor katılım
Gençlerimizin millî ve manevi duygularını canlı tutarak, tarih
şuurunun toplumda yerleşmesini sağlamak amacıyla düzenlediğimiz “Çanakkale ve Sarıkamış’ın 100. Yılında 100 Bin Mektup”
yarışmasına 522 bin 190 başvuru yapıldı.
Çanakkale Savaşları’nda kahramanlıklarıyla destanlaşan 57’nci
Piyade Alayı başta olmak üzere Çanakkale şehitlerini anmak
amacıyla düzenlenen “57. Alay Vefa Yürüyüşü”ne geçtiğimiz yıl 25
bin genç katıldı. Bu yıl da daha geniş kapsamlı olarak gerçekleştirdiğimiz “Çanakkale 57. Alay Vefa Yürüyüşü”nde binlerce genç
ecdadın yolundan gitti.
29
Gençlerimiz imkanları çok iyi değerlendirmeli
Gençlerin ruh dünyası çok yoğundur. Aralarında geçen müzakereler, eminim, bizim yaptığımız müzakerelerden çok daha hararetli
ve farklıdır. Ben de biraz genç bir insan olarak bazen heyecanlı
müzakereler içerisinde olabiliyorum. Gençler aşırı fikirlerini bile
birbiriyle paylaşabilmeli. Bunu asla bir lütuf olarak söylemiyorum,
bu gençlerin hakkıdır. Girişimcilik ruhunu gençlerimize aşılamak,
onların özel sektörle erken tanışmalarını ve potansiyellerini daha
fazla geliştirmelerini sağlamak için imkan sunuyoruz. Gençlerimiz bu imkanı çok iyi değerlendirmeli.
Gençlerimizin, çocuklarımızın spora katılımı için de çalışmalar
yapıyoruz. Millî Eğitim Bakanlığı ile geçen ay imzaladığımız protokol çerçevesinde okullardaki yetenekli öğrencileri spora kazanGençlere farklı kültürleri, tarihî ve doğal güzellikleri görüp
tanıma fırsatı sunan “Şehirler ve Kültürler Projesi” keyifli bir
dönemi geride bıraktı. Özgüven sahibi, gezip görerek öğrenen,
sosyal barışa, kardeşlik ve huzura hizmet eden bir gençliğin yetişmesine katkı sağlayan projeden yıl boyunca toplam 30 şehirde
25 bin genç yararlandı.
Gençlik ve Spor Bakanlığı’nca Çanakkale ruhunun gençlere dijital mecralardan da ulaştırılması amacıyla geliştirilen “NUSRAT”
isimli mobil oyun ise 1 milyon kullanıcıya ulaştı.
dıracağız. Tesisleşme hamlemiz hızla sürüyor. Mahallelerimizde
sporu yaygınlaştırmak için spor kompleksleri yapıyoruz. Son 6 ay
içinde 900’den fazla mahalle tipi spor tesisi yaparak gençlerimizin, çocuklarımızın hizmetine sunduk. Bu tesislerimizde voleybol,
basketbol ve futbol sahaları gibi alanlar mevcut.
“Oku, düşün, uygula, neticelendir”
Gençler için ürettiğimiz projeleri burada saymaya zaman yetmez. Ama gençlerimiz şunu iyi bilmelidir; bizim merkezimizde
onlar var. Biz gençlerin hem fikirlerini hem de çalışmalarını
KYK faaliyetleri
açıkça ortaya koymalarını teşvik eden bir yapıdan geliyoruz.
Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu (KYK) yurtlarında
barınan öğrencilerimizin bireysel, sosyal, kültürel, manevi ve
akademik gelişimlerine katkı sağlamak için projeler ürettik. “KYK
Akademi” adı altında yıl boyunca liderlik seminerleri, farkındalık
konferansları, kariyer sohbetleri, kurslar ve atölye çalışmaları
yaptık. “Kuruluştan Çanakkale’ye Tarih ve Medeniyet Gezisi”,
“Bir Günde Bin Yıl Anadolu Tarih ve Medeniyet Gezileri” ve “Bir
Günde Bin Yıl Balkanlar Tarih ve Medeniyet Gezileri”ne katılan
KYK’lı binlerce genç hayatları boyunca unutamayacakları bir yılı
geride bıraktı. Bu tür faaliyetlerimize katılan öğrenci sayısı 900
bine ulaştı. 2016 yılında da bu etkinliklerimizi sürdürüyoruz.
Sportif faaliyetler açısından da yoğun bir dönemi geride bırakan KYK’da, 2014-2015 eğitim-öğretim yılında 8 farklı branşta
turnuvalar düzenlendi. Organizasyonlarda toplam 70 bin genç
yer aldı. “Çınaraltı Gençlik Söyleşileri” kapsamında 2015 yılında
binlerce genci gerçekleştirdiği etkinliklerle bir araya getiren KYK,
“Tarihi Yazılanlar”, “Vefa Günleri”, “Yaşayan Hazineler”, “Benim
Tarihim”, “İncir Çekirdeği”, “Yağmur Şiir Damlaları”, “Şiirin Sultanları” organizasyonlarını birçok farklı şehirde binlerce gençle
buluşturmayı sürdürüyor.
2023, 2053, 2071 hedeflerine ancak gençlerimiz sayesinde ula-
30
şılacağının farkındayız. Gençlerimize her türlü imkanı sağlamak
için gece gündüz demeden koşuşturuyoruz. Gençlerimiz bugün
aldıkları eğitimle, ortaya koymuş oldukları çalışmalarla geleceğe
yürüme imkanı bulacak. Gençlerimiz eğer bugünden kendilerini
geliştirmezlerse, kendilerini hazırlamazlarsa gelecekte başarıya
ulaşamazlar. Bu yüzden ellerindeki imkanları iyi değerlendirmeleri lazım. Gençlerimiz Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip
Erdoğan’ın “Oku, düşün, uygula, neticelendir” tavsiyesini kendilerine şiar edinmeliler.
Gençlerin bu ülkeye en büyük borcu, bizim attığımız adımları
daha da ileriye götürmek. Bu ülkenin yeni uydu projelerini, köprülerini, havalimanlarını artık onlar yapacak. Millî uçaklarımızı,
tanklarımızı, ilk uçak gemimizi, ilk yerli otomobilimizi onlar hayata geçirecek. Gençliğimiz bu ülkeyi geleceğe taşıyacak nesiller
olacak.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi, “Biz her şeyi gençliğe bırakacağız… Geleceğin ümidi, ışıklı çiçekleri onlardır. Bütün
ümidim gençliktedir.”
TÜRKIYE BÜYÜK MILLET MECLISI’NDE
NISAN 2016’DA KABUL EDILEN YASALAR
Kanun
Numarası
Kabul
Tarihi
Başlığı
6701
06/04/2016
Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Kanunu
6702
07/04/2016
Şanlıurfa’ya İstiklal Madalyası Verilmesi Hakkında Kanun
6703
07/04/2016
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Pakistan İslam Cumhuriyeti Hükümeti Arasında İzinsiz
İkamet Eden Şahısların Geri Kabulüne Dair Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6704
14/04/2016
65 Yaşını Doldurmuş Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması
Hakkında Kanun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun
6705
20/04/2016
Kişisel Verilerin Otomatik İşleme Tâbi Tutulması Karşısında Bireylerin Korunması Sözleşmesine Ek Denetleyici Makamlar ve Sınıraşan Veri Akışına İlişkin Protokolün Onaylanmasının
Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6706
23/04/2016
Cezaî Konularda Uluslararası Adlî İş Birliği Kanunu
31
ÇOK PARÇALI TEK DEVLET
ISPANYA
32
DÜNYA DEMOKRASI TARIHI
YERYÜZÜNÜN EN YAŞANILASI TOPRAK PARÇALARINDAN BIRINDE
KONUMLANAN İSPANYA, DARBELER VE KANLI OLAYLARLA DOLU
GEÇMIŞINI BIR KENARA BIRAKIP “DAHA ILERIYE” MOTTOSUYLA YOLUNA
DEVAM EDIYOR. DIŞ POLITIKASINI 17 ÖZERK BÖLGESIYLE TEK YUMRUK
HALINDE YÜRÜTEN ÜLKE, DÜNYANIN PEK ÇOK PRESTIJLI TOPLULUĞUNDA
SÖZ SAHIBI DEVLET KONUMUNDA BULUNUYOR.
PINAR ÇAVUŞOĞLU
33
İ
ber Yarımadası’nın kuzeydoğusunda bulunan Ebro Irmağı (Ibar), bin
yıllardır yarımada topluluklarına hayat vermiş, bölgeyi yeryüzünün
en yaşanılacak yerlerinden biri haline getirmiş. Irmağın bölge insanı
için ne denli önemli olduğu yarımadaya adını vermesinden de anlaşılıyor. Ebro’nun 910 kilometrelik uzunluğu ve 90 bin kilometrekareye
yaklaşan alanıyla suladığı topraklarda daha önce Lusitaniler, Keltler,
Callaiciler, Asturlar, İberler, Fenikeliler, Romalılar, Franklar, Vizigotlar,
Yunanlar ve Kartacalılar yaşamış. Altın ve gümüş yataklarının bol
bulunması, tarıma elverişli arazisi ve ılıman iklimi bölgenin önemini
katbekat artırmış. Ayrıca Avrupa ve Afrika’yı birbirine bağlaması,
Akdeniz ve Atlantik Okyanusu arasındaki geçişi sağlayan boğaza
hâkim konumu yarımadada fetih ve göç hareketlerinin yoğun yaşanmasına sebep olmuş. Bölgenin kaderini ise Akdeniz’in kuzeyinin
tamamına, bugünkü Fransa, İspanya ve Portekiz topraklarının da
dahil bulunduğu coğrafyaya hâkim olan Romalılar belirlemiş.
Pek çok kaynak MÖ 206’da Romalıların İber Yarımadası’nı ele
geçirmelerinin ardından bölgeye Hispania adını verdiğini yazar. Dolayısıyla İspanya adının bu dönemden geldiği tahmin edilir. 300’lü
yılların sonunda Roma İmparatorluğu’nun zayıflaması bölgede
çıkarları olan diğer devletlerin işine gelir. İmparatorluğun ikiye bölünmesinin ardından Vizigotlar yarımadayı ele geçirir. Vizigotların
da İspanya’nın şekillenişine önemli etkileri olur. Örneğin Katoliklik
bu dönemde benimsenir ve ülkede köklü dinî reformlar gerçekleştirilir. Ancak Müslümanların yarımadaya gelişi de yine Vizigotlar
34
DÜNYA DEMOKRASI TARIHI
döneminde olur. 711 yılında Araplar, Cebelitarık Boğazı’nı geçerek
Vizigot İspanyası’nı ele geçirmekle kalmaz, Avrupa’nın ortasına
kadar ilerler. Katolikliği benimsemiş bir bölgede İslam tehdidinin
ortadan kaldırılması gerektiğini düşünen Franklar Müslümanlara
karşı büyük bir ordu meydana getirerek onların ilerleyişini durdurur.
Bu gelişmenin ardından Avrupalı topluluklar Müslümanlara karşı
birlikte harekete geçer. Asturya-Leon ve Navarra adlı iki Hıristiyan
krallık, büyük savaşlar vererek İber Yarımadası’nın kuzeyini Müslümanlardan geri alır. Yarımada kuzeyi Hıristiyan, güneyi Müslüman
bir bölge haline gelir.
Bölgede İslam tehdidinin tamamıyla ortadan kaldırılması Kastilya Krallığı döneminde olur. Kral VI. Alfonso’nun (1077-1109) İber
Yarımadası’nın en önemli stratejik ve kültürel merkezi konumundaki Tuleytule’yi (Toledo) Müslümanlardan geri alması bu anlamda
atılmış önemli bir adımdır. Papa’nın Haçlı Seferleri’ni başlatmasıyla
Kastilya, Portekiz, Aragon ve Navarra krallıkları, Tuleytule’de bir
araya gelerek toplantılar düzenlemiş, Müslümanlara karşı birlikte
hareket etme kararı almış ve Granada, Kurtuba, Sevilla ile Murcia’yı
Hıristiyan şehri yapmışlardır. Ortak düşmanın yakınlaştırdığı bu
krallıklar yalnızca savaş ve güvenlik söz konusu olduğunda değil,
sosyal hayatlarında da iyi ilişkiler kurmuş, birbirleriyle evlilikler
yaparak bağlarını güçlendirmişlerdir. İber Yarımadası’nın büyük bir
çoğunluğunda hâkim olan Kastilya Krallığı 1479 yılına kadar varlığını
sürdürmüştür.
1519 YILINDA TAHTA GEÇEN I. CARLOS DÖNEMINDE İSPANYA
DÜNYANIN EN GÜÇLÜ ORDUSUNA SAHIPTI. KUZEY VE ORTA
AMERIKA’DA ÖNEMLI TOPRAKLARI IŞGAL ETMIŞTI.
GÜNEY AMERIKA’DA ISE BREZILYA HARIÇ TÜM BÖLGELER
İSPANYOL İMPARATORLUĞU’NUN SÖMÜRGESIYDI.
Granada’nın işgali
Dünyanın çekindiği güç: İspanyol İmparatorluğu
Aragon ve Kastilya krallıkları, bu ülkelerin vatandaşı, nüfuz sahibi
iki kişinin evlenmesiyle yalnızca dünür olmadı; topraklarını da birleştirerek siyasi anlamda bir bağ oluşturdular. Müslümanların başkenti Granada’nın düşürülmesiyle elde edilen başarı, yeni krallığın
dur durak bilmeden işgallere başlayacağının da sinyallerini veriyordu. Keza dünyanın başka ülkelerini keşfetme ve sömürgeleştirme
çalışmaları Granada’nın işgal yılı olan 1492’de başladı. Granada’nın
ele geçirilmesi Müslümanların İber Yarımadası’ndan tamamen temizlenmesi amacı güden Reconquista’nın (yeniden fetih) sonuydu.
Yine 1492’de Kristof Kolomb’un imparatorluğun maddi destekleriyle dünyayı gezmeye başlaması, İspanyol İmparatorluğu’nun
beş kıtada toprak sahibi olmasının da ilk adımıydı. İmparatorluk ilk
etapta Portekiz ve Navarra dışında, yarımadanın tüm bölgelerinde
nüfuz sahibi oldu ve bugünkü İspanya’nın temelleri atıldı.
1519 yılında tahta geçen I. Carlos döneminde (1519-1556) İspanya
dünyanın en güçlü ordusuna sahipti. Kuzey Amerika’da Meksika,
Kaliforniya, Arizona ve Kolorado’yu, Orta Amerika’da Venezuela,
Bogota, Peru ve Paraguay’ı işgal etmişti. Güney Amerika’da ise
Brezilya hariç tüm bölgeler İspanyol İmparatorluğu’nun sömürgesiydi. Brezilya, Portekiz Krallığı’nın kontrolü altındaydı. Ancak
I. Carlos’un Portekiz Kralı’nın kızıyla evlenmesiyle iki ülke birleşmiş, İspanyol İmparatorluğu Amerika’daki tek güç haline gelmişti.
Amerika’nın işgali ve sömürgelerin elde tutulması I. Carlos’la
35
ISPANYA’NIN AVRUPA’DA SAYGINLIĞINI ARTIRAN
GELIŞMELERDEN BIRI, DÜNYANIN EN GÜÇLÜ DEVLETLERINDEN
OSMANLI IMPARATORLUĞU’NUN 1571 YILINDA INEBAHTI
DENIZ SAVAŞI’NDA YENILGIYE UĞRATILMASIYDI.
birlikte, daha sonraki yıllarda tahta geçen II. Felipe (1556-1598) ve
III. Felipe’nin (1598-1621) de başarısıydı.
Denizaşırı bu gelişmeler olurken, İspanyol İmparatorluğu Avrupa
kıtasındaki faaliyetlerini de sürdürüyordu. III. Felipe’nin başa geçmesiyle imparatorluk daha az saldırgan bir politika izledi; ancak
yalnızca Fransa ve İngiltere’ye karşı. İspanyol İmparatorluğu’nun
Osmanlı’ya düşmanlığı, Venedik Cumhuriyeti ve Savoia Düklüğü
I. Carlos
ile çekişmeleri uzun yıllar devam etti. Ayrıca İspanya’nın Avrupa’da
saygınlığını artıran başka bir gelişme dünyanın en güçlü devletlerinden biri olan Osmanlı İmparatorluğu’nun İnebahtı’da yenilgiye
uğratılmasıydı. İspanyol İmparatorluğu, Haçlı Donanması ve Venedik Cumhuriyeti’nin oluşturduğu Kutsal İttifak’ın İnebahtı Deniz
Muharebesi’yle Osmanlı’nın Akdeniz’deki etkinliğini azaltması
Avrupa için son derece önemliydi. İnebahtı yenilgisi Osmanlı içinse
Sokollu Mehmed Paşa’nın söylemiyle “sakal tıraşı”ydı.
Avrupa’nın en güçlü devleti İspanyol İmparatorluğu, 30 Yıl
Savaşları’ndan sonra ikincil bir güç haline geldi. 1618 yılında başlayan ve Protestan-Katolik mücadelesi olarak özetlenebilecek bu
savaşlar sonucunda yüz binlerce Avrupalı açlık ve salgın hastalıklar
nedeniyle hayatını kaybetti. Savaşın siyasi açıdan en önemli sonuçları ise Almanya’nın uzun yıllar toparlanamayacağı şekilde zarar
görmesi, Fransa’nın Avrupa’nın en güçlü devleti olması ve İspanyol
İmparatorluğu’nun gerileme sürecine girmesiydi. Devlet otoritesinin zayıflamasıyla Portekiz, Hollanda, Katalonya, Aragon, Napoli,
Sicilya ve Valencia’da ayaklanmalar meydana gelmiş, Portekiz 1640
yılında bağımsızlığını ilan etmişti. Bir yandan başka ülkelerle savaşan, diğer yandan iç isyanları bastırmaya çalışan İspanya, zaman
içinde pek çok sömürgesinin bağımsızlığını birer birer tanımaya
başladı. Diğer ülkeler nezdinde prestijini de kaybeden İspanya
dünyada korkulan bir imparatorluk olmanın çok uzağında kaldı.
Milliyetçilik akımı ve ilk demokrasi hareketleri
Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfi
36
DÜNYA DEMOKRASI TARIHI
1665 yılında İspanya kralı olan II. Carlos (1665-1700), ülkenin kurtuluşunun yalnızca Fransa’yla ittifak yapmakla mümkün olacağını düşünüyordu. Bu nedenle tahtını Bourbon Hanedanı’nın bir
üyesine, Fransa Kralı XIV. Louis’in oğlu V. Felipe’ye (1700-1724)
bıraktı. Bu dönemde hukuki, ticari ve mali pek çok reform gerçekleştirildiyse de halk tabanına yansıyan düzenlemelere imza
atılmadı. V. Felipe’nin savaşlardan kaçınması ve yabancı güçlerle
uzlaşmacı bir politika izlemesi ülkede bir süre sükuneti mümkün
kıldı. V. Felipe ve sonraki kralların Bourbon Hanedanı’ndan olması
nedeniyle İspanya, dış politikada Fransa’yı destekledi. Hakeza
1775 yılında başlayan Amerika Bağımsızlık Savaşı’nda Fransa’yla
birlikte kolonilere destek verdi.
Otuz Yıl Savaşları
Bailén Savaşı
1789’da meydana gelen Fransız Devrimi yalnızca belirli bir bölgeyle sınırlı kalmamış,
tüm dünyayı milliyetçilik, liberalizm ve sosyalizm fikirleri açısından etkilemişti. Hem
iç hem de dış politikasında Fransa’yla birlikte hareket eden İspanya bu devrimi en
yakından hisseden ülkelerden biriydi. Fakat özellikle milliyetçilik akımının etkisiyle
İspanyollarda Fransızlara yönelik bir düşmanlık baş göstermişti. Fransa’ya karşı
ayaklanan bazı İspanyol önderler önce bir meclis oluşturmuş, ardından bir anayasa
çıkarmak için faaliyetlere başlamıştı. 1808 yılında İspanya’nın Fransa’ya karşı başlattığı Bailén Savaşı, Fransa’nın yenilgisiyle sonuçlandı. Yalnızca üç gün süren savaş,
dünya tarihi için önemsiz görünse ve kitaplarda kendine yeterince yer bulamasa da
İspanyolların özgüven kazanması ve mücadelelerine daha emin bir şekilde devam
etmesi açısından önemliydi.
1812 yılında İspanya, dönemin en demokratik anayasasını hazırladı. Cadiz Anayasası
(1812 İspanya Anayasası) erkeklere seçme ve seçilme hakkı tanıdı; kralın yetkilerini
sınırladı; hukuki ve sosyal pek çok konuda önemli düzenlemeler getirdi. Bu sırada
İspanya’nın krallık koltuğunda Napolyon’un
erkek kardeşi Joseph Bonapart (1808-1813)
oturuyordu. Napolyon önceki İspanya Kralı
VII. Fernando’yu tutuklatmış, hem İspanya sömürgesi olan Latin Amerika ülkelerini kendine
bağlamak hem de Fransızlara karşı çıkan ayaklanmaları önlemek amacıyla yerine kardeşini
geçirmişti. Joseph Bonapart’ın ayaklanmaları
bastırma konusundaki başarısızlığı nedeniyle
Napolyon, VII. Fernando’yu (1813-1833) serbest
bırakarak yeniden İspanya Kralı yaptı. Buna karşılık olarak da Cadiz Anayasası’nın yürürlükten
kaldırılmasını istedi.
1814’de iptal edilen anayasa 1820 yılında
Albay Rafael del Riego’nun gerçekleştirdiği
darbeyle yeniden yürürlüğe koyuldu. Fakat bazı
sömürgeler bu süreçte kaybedilmiş, İspanya’nın
geliri azalmıştı. Üstelik savaşlardan yorgun çıkan ülkenin ordusu adeta paramparça olmuştu.
İspanya’nın mali açığı vergilerle kapatılmaya
çalışılmış, masraflarının çok olduğu gerekçesiyle
kiliseler kapatılarak binaları kamuya faydalı
başka amaçlar için kullanılmaya başlamıştı. Ancak Fransa’nın İspanya’ya yeniden müdahalesi
liberallerin düşüşü ve VII. Fernando’nun tekrar
kral olmasıyla sonuçlandı. Kralın ilk işi liberalleri
idam etmek oldu. Yeni yönetimin diğer baskıcı
37
1. Karlist Savaşı
İspanya İç Savaşı
İspanya İç Savaşı
1868-Geçici Hükümet Üyeleri
icraatları üniversitelerin sıkı denetim altına alınması ve basın
sansürüydü. VII. Fernando’nun 1833’te hayatını kaybetmesiyle
üç yaşındaki kızı II. Isabelle’in naibi olarak karısı Maria Christina
ülkeyi yönetti.
İspanya cumhuriyet rejimiyle tanışıyor
1833 yılında İspanya’daki muhafazakarlar ve liberaller arasında
başlayan 1. Karlist Savaşı 6 yıl sürdü. Maria Christina savaş sırasında çeşitli yanlış hamlelerle ülkede iç karışıklığı artırmış, uyguladığı ekonomik politikalar halkı çok zengin ve çok fakir olmak
üzere iki sınıfa ayırmıştı. 1843 yılında tahta oturan II. Isabelle
de annesinden farklı bir yolda ilerlemedi. Bu arada amcası Don
Carlos ile taht mücadelesi veriyordu. Bu mücadelenin tehlike arz
eden boyutlara ulaştığını düşünen ordu, 1868 yılında yönetime
el koydu. 1869’da yeni bir anayasa hazırlandı.
1870 yılında patlak veren Fransa-Prusya Savaşı, İspanya’yı da
olumsuz etkiledi. Ülkedeki tüm siyasi gruplar birbiriyle çatışmaya
başladı. 1873 yılında Cumhuriyet’in ilan edilmesi iç karışıklığı
daha da artırdı. Kilise, cumhuriyet yanlıları tarafından bir geri
38
DÜNYA DEMOKRASI TARIHI
kalmışlık sembolü olarak görülmeye başlamıştı. Yüzlerce yıldır
Katolikliğin hâkim olduğu İspanya topraklarında cumhuriyetçiler
ve muhafazakarlar karşı karşıya geldi.
İspanya her biri kendi anayasasına sahip 13 bölge ve 4 denizaşırı topraktan meydana geliyordu. 1868 ila 1874 yılları arasında
bölgelerin anlaşmazlıkları ve denizaşırı topraklarda görülen
ayaklanmaların da etkisiyle 14 kere hükümet devrildi. 1876
yılında yeni bir anayasa kabul edildi. Bu anayasaya göre meclis
senato ve kongre olmak üzere iki kanattan oluşuyordu. Kral,
yalnızca yasaları değiştirme yetkisine sahipti. Yine de ülkede iç
karışıklık durulmadı. İspanya-Amerika Savaşı’nın baş göstermesi İspanya’nın Küba, Filipinler, Guam adası ve Porto Riko’yu
kaybetmesiyle sonuçlandı.
15. ve 16. yüzyılın güçlü İspanyası 19. yüzyıla gelindiğinde, değil
başka ülkeleri sömürge ilan etmek, kendi topraklarını korumakta
bile zorluk çeken bir devletti. Bu yüzden I. Dünya Savaşı sırasında
tarafsızlığını açıkladı. Ancak ülkedeki iç karışıklıklar tüm hızıyla
sürüyordu. Ayrıca 1904 yılında imzalanan bir anlaşma gereğince
Fas’ın Akdeniz kıyıları dışındaki bölümü Fransa’ya, Akdeniz sa-
Başbakan Mariano Rajoy
hilleri ise İspanya denetimine verilmişti. İspanya ordusu 1921’de
Fas’ta çıkan ayaklanmayı bastıramamış, bu yenilgi ordu ve krala
karşı güvensizlik duyulmasına, tepkiler gösterilmesine neden
olmuştu. Tüm bu olumsuzluklar sebebiyle İspanya, 1929 Dünya
Ekonomik Bunalımı’ndan maksimum düzeyde etkilendi.
Ordu ülkede barışı sağlamak ve demokrasiyi korumak bahanesiyle General Primo de Rivera önderliğinde 1923’te yönetime el
koydu. Darbe hem İspanya Kralı XIII. Alfonso (1886-1931) hem de
halk tarafından destek gördü. 1931 yılında gerçekleşen belediye
seçimlerinde cumhuriyetçilerin galip gelmesi, kralın ülkeden kaçmasına vesile oldu. II. Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle İspanya’yı
laikleştiren yeni anayasa da hazırlandı.
1936 yılı, ülkede uzun yıllardır var olan iç karışıklığın kanlı bir
eyleme dönüşmesine sahne oldu. Cumhuriyet rejiminin ilk icraatlarından biri kilise okullarını kapatması, kiliseye ait malların
devlete verilmesi, din adamlarına devlet desteğinin kesilmesiydi.
Bu ve buna benzer pek çok gerekçeyle cumhuriyetçiler ve milliyetçiler karşı karşıya gelmiş, İspanya İç Savaşı başlamış, yaklaşık
500 bin kişi hayatını kaybetmişti. Etkileri bu denli büyük olan bu
mücadele, Picasso’nun “Guernica” tablosunun yanı sıra pek çok
filme konu oldu.
Savaşın 1939’da milliyetçi güçler lehine bitmesiyle General
Francisco Franco devlet başkanlığı görevini üstlendi. 1974 yılına
kadar Franco diktatörlüğünde yönetilen ülke II. Dünya Savaşı’na
da katılmadı.
Geç gelen demokrasi
1977 yılı, İspanya’da onlarca yıl sonra yapılan ilk genel seçimlere
sahne oldu. Adolfo Suárez González başkanlığındaki Demokratik
Merkez Birliği bu seçimlerden galip ayrıldı. 1978 yılında yeni anayasa Kral I. Juan Carlos’un onayıyla yürürlüğe girdi. Hükümet pek
Kral VI. Felipe
çok kez darbe girişimleriyle karşı karşıya kaldıysa da bu girişimler
başarısızlıkla sonuçlandı.
Bugün parlamenter demokrasiye dayalı monarşiyle yönetilen
İspanya’da kralın yetkileri semboliktir. Ancak Kral hükümeti atama, yasama organını feshetme, Anayasa’daki kurallar çerçevesinde bazı konuları halkoyuna sunma yetkisine sahiptir. Kral ayrıca Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri ile Askerî Polis Kuvvetleri’nden
oluşan orduyu yönetmekle mükelleftir.
İspanya’da parlamento (Cortes Generales) 350 üyeli Temsilciler
Meclisi ve 266 üyeli Senato’dan oluşur. Ülke Başbakanı Mariano
Rajoy, Kral ise VI. Felipe’dir.
1978 Anayasası, İspanya’da 17 bölgeye, 2 şehre özerklik tanımıştır. Aragon, Asturyas, Balear adaları, Bask, Ceuta, Ekstremmadura, Endülüs, Galiçya, Kanarya Adaları, Kantabria, Kastilya
ve Leon, Kastilya-La Macha, Katalonya, La Rioja, Madrid, Melilla,
Murcia, Navarra ve Valensia’dan oluşan özerk bölge ve şehirlerin
de kendi parlamentoları ve yürütme organları bulunmaktadır.
Anayasa, özerk bölgelerin ülkenin toprak bütünlüğünü bozucu
girişimlerini engelleyecek hükümler içerir.
39
ISMET SEZGIN:
SIYASETTE ERDEMLI, AHLAKLI VE DÜRÜST
OLMAK, “BOĞAZ DOKUZ BOĞUMDUR”
SÖZÜNÜ UNUTMAMAK GEREKIR
RÖPORTAJ VE FOTOĞRAFLAR: SONGÜL BAŞ
SIYASETIN DUAYEN ISMI İSMET SEZGIN, 27 MAYIS’IN TÜRK
DEMOKRASISINE INDIRILMIŞ ÇOK BÜYÜK BIR DARBE OLDUĞUNU
BELIRTEREK, “EĞER 27 MAYIS, 12 MART, 12 EYLÜL YAŞANMASAYDI
TÜRKIYE BUGÜN ÇOK DAHA KALKINMIŞ BIR ÜLKE OLURDU.
BIR IKTIDARI BEĞENMIYORSANIZ ONU DÜŞÜRMENIN YOLU
SEÇIMLERDE OY VERMEMEKTIR, SANDIK DIŞINDAKI HIÇBIR
YÖNTEM DOĞRU DEĞILDIR” DIYOR.
40
RÖPORTAJ
1928 yılında Aydın’da başlayan hayat yolculuğunuza baktığımızda “siyasetle geçmiş bir ömür” görüyoruz. Henüz 27 yaşındayken belediye başkanı seçildiğiniz siyaset hayatınız ne zaman
başladı?
İzmir Yüksek İktisat ve Ticaret Okulu’nda eğitim gördüğüm
yıllarda Talebe Birliği Başkanlığı yaptım. Ayrıca Türkiye Millî
Talebe Federasyonu Yönetim Kurulu Üyesi’ydim. Üniversite
öğrenciliğimde Demokrat Parti’ye yakındım. Üye değildim, ama
partinin toplantılarına iştirak ediyordum. Üniversiteden mezun
olup askerliğimi yaptıktan sonra Denizli’de bir bankada çalışmaya
başladım. O zamanlar banka memurları siyaset yapabiliyorlardı.
Ben de Demokrat Parti’nin siyasi faaliyetlerine katılıyordum.
1952 senesinde Demokrat Parti Denizli İl İdare Kurulu Üyeliği’ne
seçildim. 1950’lerde bugünkü kadar genç siyasetçi yoktu, o nedenle
henüz 24 yaşındayken İl İdare Kurulu Üyesi seçilmem ayrı bir önem
taşıyordu. Siyaset ve iş hayatı devam ederken 1955 yılında Aydın’a
tayin edildim. Bir gün Demokrat Partili arkadaşlar bankada ziyaretime geldiler. “Siz Aydın’ın yetiştirdiği değerli bir arkadaşımızsınız.
Kasım ayındaki seçimlerde sizi belediye reisliğine aday göstermek
istiyoruz” dediler. O güne kadar belediye reisliğini hiç düşünmemiştim, bu nedenle hemen bir cevap vermek istemedim, “Konuşuruz”
dedim, ancak onlar bu konuda ısrarlı davrandılar. Bunun üzerine
bankanın genel müdürü Medeni Berk’i aradım. Kendisine “Efendim, beni belediye reisi yapmak istiyorlar. Siz ne dersiniz?” dedim.
Bana “Siyaset iyi bir şey değil, aday olmanı tavsiye etmem. Fakat
Aydın, Beyefendi’nin memleketi, bu nedenle bir şey diyemem.
Sen çok değerli bir arkadaşımızsın, bankada istikbalin de var, ileride ne zaman istersen tekrar vazifene dönebilirsin” dedi. 1955’in
Kasım ayında yapılan seçimlerde adaylığımı koydum ve henüz 27
yaşındayken Aydın’da belediye reisi seçildim. Allah rahmet eylesin, Medeni Berk 1957 seçimlerinde milletvekili oldu ve Başbakan
Yardımcılığı’na getirildi. Kendisiyle karşılaştığımız bir gün “Sayın
Genel Müdürüm, bana siyaseti tavsiye etmiyordunuz, ama şimdi
siz de siyasette yer alıyorsunuz” dedim, gülüştük.
Belediye başkanlığınız 27 Mayıs darbesiyle birlikte sona erdi. O
günlerde neler yaşadınız, ne gibi duygular hissettiniz?
İhtilal olduktan sonra askerî nezarette kaldık; bodrum katında
küçücük bir yer... Bize dışarı çıkabilmemiz için Demokrat Parti’den
istifa etmemiz gerektiğini söylediler. Arkadaşlarımız bir kağıda
“istifa ediyoruz” diye yazdılar, imzalayıp gönderdiler. Askerler
“Böyle olmaz, toplu değil, tek tek istifa edeceksiniz” dediler. Bunun
üzerine arkadaşlarımız o şekilde yaptılar. Bir tek ben istifa etmedim. Bu defa “Niye İsmet Sezgin istifa etmiyor?” diye sormaya
başladılar. Askerlere ve arkadaşlarıma istifa etmemekte kararlı
olduğumu söyledim. Belki beni ikna edebilirler düşüncesiyle karımı
ve annemi getirdiler, ama onlar da “Sakın istifa etme” dediler. Bir
gün Jandarma Komutanı’nın çağırdığını söylediler, odasına gittim,
“Reis Bey siz istifa etmediğiniz için arkadaşlarınızı da bırakamıyoruz. Neden istifa etmiyorsunuz?” diye sordu. “Yıllardır Demokrat
Parti’de hizmet ediyorum, belediye reisliği yaptım, bunca sorumluluk üstlendim. Bunların hesabını vermeden istifa etmeyi doğru
bulmuyorum. Bu benim için bir şeref meselesi” dedim. Bu konuşmanın ardından ben ve iki arkadaşımız dışındakileri bıraktılar.
“Ben yalnız kalırım, onları da bırakın” dedim, ama kabul etmediler.
Aradan biraz zaman geçti, baktılar ki istifa edecek değilim, bizi de
gönderdiler. Nezaretten çıkıp eve giderken vatandaşların coşkusuyla karşılaştım, neredeyse içinde bulunduğum arabayı havaya
kaldırıyorlardı.
27 Mayıs, Türk demokrasisine indirilmiş çok büyük bir darbedir.
Eğer 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül yaşanmasaydı Türkiye bugün çok
daha kalkınmış, büyük bir ülke olurdu. Bir iktidarı beğenmiyorsanız,
icraatlarından memnun değilseniz onu düşürmenin yolu seçimler-
41
“SIYASI PARTILER TERÖRE KARŞI MILLÎ BIRLIK ANLAYIŞI IÇINDE
HAREKET ETMELIDIR. HERKES TERÖRÜN SONA ERDIRILMESI,
TOPLUMSAL BIRLIK VE BERABERLIĞIN SAĞLANMASI IÇIN HER
TÜRLÜ GAYRETI GÖSTERMEK ZORUNDADIR.”
de oy vermemektir, sandık dışındaki hiçbir usul, hiçbir
tasarruf doğru değildir, sakattır, hatalıdır.
1961 seçimleri neticesinde Aydın Milletvekili olarak
Meclis’te yer aldınız. O günlere dair neler söylemek
istersiniz?
1961’de Adalet Partisi’ni kurduk ve o seneki seçimlere
katıldık. Aydın’dan milletvekili seçilen arkadaşlarımızla birlikte trenle Ankara’ya doğru yola çıktığımızda vatandaşlar her istasyonda bizi büyük bir
coşkuyla karşıladı. Bu sevgi ve ilgi omuzlarımızdaki
sorumluluğu daha da artırıyordu. Meclis’e geldiğimizde ülkede hâlâ askerin etkisi hissediliyordu. Böyle
bir ortamda Meclis’i çalışır hale getirdik, Adalet Partisi ile Cumhuriyet Halk Partisi’nin birlikte hükümet
kurması kararını aldık. Türkiye, ihtilalin ardından
tekrar demokratik bir döneme girmeye başladı.
1964 senesinde Adalet Partisi Büyük Kongresi’nde
rahmetli Süleyman Demirel’i genel başkan seçtik.
O kongrede ben de Genel İdare Kurulu Üyesi oldum.
1965 seçimlerini büyük bir farkla kazanarak hükümeti
kurduk. 1965-1971 yılları arasında Türkiye yüzde 7 civarında kalkınma hızı sağlamış, memlekette barajlar,
42
RÖPORTAJ
yollar, fabrikalar yapılmış, ülkede önemli gelişmeler kaydedilmişken ikinci bir
ihtilalle karşılaştık. 12 Mart 1971’de demokrasiye bir darbe daha indirilmiş oldu.
Tabii bunun sıkıntılarını da hep birlikte yaşadık. Bilindiği gibi, 12 Mart’tan sonra
çeşitli hükümetler görev yaptı, 1974 yılına gelindiğinde rahmetli Bülent Ecevit ve
rahmetli Necmettin Erbakan bir koalisyon hükümetinde yer aldı. Daha sonraki
süreçte Milliyetçi Cephe Hükümetleri kuruldu; benim kanaatime göre bu doğru
değildi. 1979 yılında ara seçimler ve Cumhuriyet Senatosu kısmi seçimleri yapıldığında Bülent Ecevit başbakandı. Adalet Partisi 5 milletvekilliğinin tamamını,
50 Cumhuriyet Senatosu üyeliğinin de 33’ünü kazanınca Sayın Ecevit fevkalade
bir olgunluk gösterdi ve “Milletin güvenini yitirdiğimiz görülüyor, bu koşullar
altında hükümeti devam ettiremeyiz” diyerek istifa etti. Sayın Ecevit’in bu tavrı
siyaset hayatımızda hâkim olabilse ve oy kaybetmiş siyasetçiler görevlerini bırakabilselerdi Türkiye’de demokrasi daha çabuk rayına oturur ve daha iyi işlerdi.
Sayın Ecevit’in istifasının ardından bir azınlık hükümeti kurduk. Maliye Bakanı
olarak görev yaptığım bu hükümet döneminde 24 Ocak Kararları’nı uyguladık,
memleketin ekonomisini işler hale getirdik. Biz çalışmalarımızı hızla devam
ettirirken bir de baktık 12 Eylül oldu.
27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül... Türk siyasi tarihinin dönüm noktalarının yakın
tanığısınız...
Evet. Düşünün, 20’li yaşlarının başında politikaya girmiş bir genç adam,
yaklaşık 30 sene içinde üç ihtilal, iki darbe teşebbüsü görüyor. O dönemlerde
milletvekilliği yapmak çok daha zordu; acılar, sıkıntılar çektik, ihtilal havasının
hâkim olduğu o günlerde demokrasiye sahip çıkmak ve Meclis’i çalıştırmak için
mücadele verdik. Meclis’te hemen hemen her gün bir baskı havası oluşuyordu.
Siyaset yolculuğunuz 12 Eylül sonrasında da devam etti. Doğru Yol Partisi’nin
kurulduğu o günlerle ilgili unutamadıklarınız neler?
12 Eylül döneminde rahmetli Süleyman Demirel, bazı arkadaşlarımızla birlikte
Çanakkale’ye gönderildi. Sayın Necmettin Cevheri’nin kullandığı otomobile
binerek Çanakkale’ye doğru yola çıktık. Arabada Süleyman Demirel, Sadettin
Bilgiç ve Nahit Menteşe de vardı. Yol boyunca konuştuklarımızı not defterine
kaydettim. Çanakkale’ye giderken aldığımız Doğru Yol Partisi’nin kurulması
kararını kısa sürede hayata geçirdik, ancak askerî yönetimce 1983 seçimlerine
sokulmadık. Buna rağmen parti faaliyetlerimize büyük bir heyecan ve azimle
devam ettik. 1991 yılına geldiğimizde ise sandıktan birinci parti olarak çıktık ve
Sayın Demirel’in başbakanlığında DYP-SHP hükümetini kurduk. İçişleri Bakanı
olarak görev yaptığım bu koalisyon hükümeti, adeta tek parti gibi hareket
ederek fevkalade iyi çalışmalar gerçekleştirdi, demokrasinin tüm kurum
ve kurallarıyla işlemesi, toplumda demokrasi kültürünün yerleşmesi için
çaba harcadı. PKK ve diğer terör örgütlerinin faaliyetlerini yok hale getirdik. O arada, Allah rahmet eylesin, Turgut Özal’ın vefatının ardından Süleyman Demirel cumhurbaşkanı seçildi. 1993 yılındaki DYP Kongresi’nde
genel başkanlığa aday oldum, fakat seçimi Sayın Tansu Çiller kazandı.
Kanaatime göre Sayın Çiller maalesef genel başkanlıkta başarılı olamadı
ve partinin oyları düştü. O dönemde birkaç defa teklif gelse de hükümette yer almadım. 1995 yılında ise TBMM Başkanı seçildim.
18 Ekim-24 Aralık 1995 tarihleri arasında TBMM Başkanlığı yaptınız…
Evet. O sırada erken seçime gidilmesi gündemdeydi. Siyasi partilerin
genel başkanlarını davet ederek tek tek görüştüm ve ülkenin içinde bulunduğu ortamda bir erken seçime gidilmesinin doğru olmayacağını ifade
ettim. Bu görüşümü destekleyen genel başkanlar olsa da erken seçim
kararı alındı. TBMM Başkanlığı’ndan sonra Meclis’teki çalışmalarıma devam ettim, fakat o dönemde Cumhuriyet’in temel niteliklerine ve Doğru
Yol Partisi’nin kuruluş ilkelerine aykırı hareketlerde bulunulması üzerine
bazı arkadaşlarımızla birlikte DYP’den istifa ettim. Daha sonra da kurucuları arasında yer aldığım Demokrat Türkiye Partisi çatısı altında önemli
çalışmalar gerçekleştirdik. 1997 yılında Anavatan Partisi ve Demokratik
Sol Parti ile kurduğumuz koalisyon hükümetinde Başbakan Yardımcılığı
ve Millî Savunma Bakanlığı yaptım. Özellikle terörle mücadelemizde
çok başarılı olduk. Öyle ki Türkiye’de terör olayları sıfır noktasına gelmiş
olmasa da bitmeye yüz tutmuştu. Bugün ise maalesef terör ülkemizin
en önemli meselelerinden biridir. Her gün şehit haberlerini duydukça
yüreğimiz yanıyor. Siyasi partiler teröre karşı millî birlik anlayışı içinde
hareket etmelidir. Herkes terörün sona erdirilmesi, toplumsal birlik ve
beraberliğin sağlanması için her türlü gayreti göstermek zorundadır.
2002 yılında siyaseti bıraktınız. Geriye dönüp baktığınızda
neler hissediyorsunuz?
1950’den 2002’ye kadar 52 yıl siyasetin içinde yer aldım. Bu
çok uzun bir süre, neredeyse bir ömür... Geriye dönüp baktığımda görüyorum ki çalıştığımız her yerden hoş bir seda
bırakarak ayrılmışız; ihtilal dönemleri de dahil her zaman demokrasi mücadelemizi sürdürmüş, yaptıklarımızın hesabını
vermişiz; vatandaşlarla hep iç içe olmuşuz; siyasette “abi”
olarak anılmışız… Tüm bunlar bana mutluluk ve onur veriyor.
Siyaseti bıraktıktan sonra anılarımı yazmaya başlamıştım.
Tahmin ediyorum, önümüzdeki Kasım ayında yayımlanacak.
Siyaseti nasıl tanımlıyorsunuz? Siyaset yaparken en çok
nelere dikkat ettiniz?
Ben politikayı insanın hayata ve dünyaya bakış açısını değiştiren, bilgi ve görgüsünü artıran, onu yücelten, yaşamına
güzellik ve yenilik katan, sorunların çözümü için yol gösteren
bir sanat dalı olarak gördüm; tıpkı resim, şiir, müzik, heykel
gibi… Bu bakımdan siyasette çok rahat ettim; ne parada
pulda ne de makamda mevkide gözüm oldu. Üstlendiğim
her görevi en iyi şekilde yapmaya gayret ettim.
Kanaatime göre siyaset, bir sanat olmasının yanı sıra insan sevgisidir, milletin birlik ve beraberliğini en kötü şartlar
altında dahi sağlayabilme inancıdır, tecrübe ve birikim işidir.
Siyaset her şeyden önce erdemli, ahlaklı, doğru ve dürüst
olmayı gerektirir.
Tecrübeleriniz ışığında ülkemizin gündemindeki konulara
ilişkin değerlendirmelerinizi öğrenebilir miyiz?
Biraz önce ifade ettiğim gibi, bugün üzerinde en fazla durmamız gereken husus terörün sona erdirilmesi, toplumsal
birlik ve beraberliğimizin muhafaza edilmesidir. Kuvvetler
ayrılığı ilkesinin uygulanması, yargının bağımsızlığı ve
tarafsızlığının sağlanması gerekmektedir. Öte yandan,
parlamenter sistem yerine başkanlık sistemi getirilmesine yönelik tartışmaları doğru bulmadığımı ifade etmek
istiyorum. Ayrıca, uzun yıllar politikada yer almış bir kişi
olarak günümüz siyasetçilerine üsluplarına çok dikkat
etmeleri tavsiyesinde bulunuyorum. İnanın, televizyon izlerken genel başkanların veya milletvekillerinin birbirlerine
yönelik sözlerini duyduğumda büyük üzüntü duyuyorum.
Siyasetçiler “Boğaz dokuz boğumdur” sözünü ve bu denli
sert bir üslubun toplumsal gerginliğe de yol açabileceğini
unutmamalıdırlar.
43
ÇOK PARTİLİ
DEMOKRASİYE İLK DARBE
27 MAYIS 1960
44
14 MAYIS 1950 TARIHINDE YAPILAN SEÇIMLERDE TÜRKIYE’DE
ILK KEZ IKTIDAR SANDIK YOLUYLA EL DEĞIŞTIRIR. 27 MAYIS
1960 ASKERÎ DARBESINE KADAR GEÇEN 10 YIL, TÜRKIYE’NIN
DEMOKRATIK HAYATA UYUM SAĞLAMASI IÇIN TARIHÎ BIR
FIRSATTIR. ANCAK MILLÎ IRADENIN TECELLI ETMESINE
KATLANAMAYAN GÜÇLER YÖNETIMI SILAH ZORUYLA ELE ALARAK
GELECEK KUŞAKLAR IÇIN KAPANMASI GÜÇ YARALAR AÇAR.
ENVER UYGUN
D
emokratik rejimlerin ayırıcı özelliği muhalefet partilerinin ve sivil toplum örgütlerinin siyasi hayata etkin katılımıdır. İktidarın
denetlenmesi, toplumun farklı kesimlerinin
görüşlerinin yönetimde yer bulması çağdaş
rejimlerin vazgeçilmez unsurları arasındadır.
Uzun bir imparatorluk geçmişi olan Türkiye’de
demokratik yönetim adımları I. Meşrutiyet
dönemiyle başlar. Padişahın mutlak yetkileri
Meclis tarafından kısıtlanır, yönetimin esasları
anayasa ile belirlenir. Kısa süren bu dönemden
sonra anayasa askıya alınır ve Meclis kapatılır.
1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet’ten itibaren
ise padişah karşısında yetkileri günden güne
artan bir parlamento görülür. Partilerin Türk
siyasi hayatına girmesi de bu döneme rastlar.
İktidardaki İttihat ve Terakki Partisi’ne muhalefet etmek üzere 1911’de kurulan Hürriyet
ve İtilaf Partisi’nin 1913 başlarında askerî bir
müdahaleyle kapatılması, ilerleyen yıllarda
yaşanacak ara rejim dönemlerinin ilk örneğini
teşkil eder.
I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkarak dağılma
sürecine giren Osmanlı Devleti’nin demokratikleşme mirası Millî Mücadele’de etkili
olur. Kurtuluş Savaşı Türkiye Büyük Millet
Meclisi tarafından idare edilir. 29 Ekim 1923’te
Cumhuriyet’in ilanından sonra Mustafa Kemal Atatürk Meclis’te bir muhalefet partisi
bulunması gerektiği görüşünden hareketle yeni bir parti kurulmasını teşvik eder.
17 Kasım 1924 tarihinde Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele
ve Adnan Adıvar gibi Kurtuluş Savaşı’nda büyük yararlılıkları görülmüş asker ve sivil
kişilerin öncülüğünde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulur. Ne var ki bu parti, kurucularının çabalarına rağmen Cumhuriyet düşmanı odakların yuvalanmaya çalıştığı
bir merkez haline gelince 1925 yılında kapatılır. 1930 yılının Ağustos ayına gelindiğinde
yine Atatürk’ün yönlendirmesiyle Ali Fethi Okyar tarafından Serbest Cumhuriyet
Fırkası (SCF) kurulur. Partiyle ilgili iktidardaki Cumhuriyet Halk Fırkası’na değil, onun
doğal genel başkanı Atatürk’e karşı muhalefet yürütüyor gibi bir imaj oluşunca Okyar,
SCF’nin düşürüldüğü bu durumun Türkiye için zararlı olacağına inandığını belirterek
45
DEMOKRAT PARTI, FAALIYETLERINE BAŞLADIĞI ANDAN ITIBAREN
GENIŞ HALK KITLELERININ TEVECCÜHÜNE MAZHAR OLUR. KISA
SÜREDE BIRÇOK ILDE TEŞKILATLANMASINI TAMAMLAR.
17 Kasım 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı fesheder.
Atatürk’ün ölümüne dek bir daha çok partili hayat denemesi yapılmaz. İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ise Atatürk’ün ölümünden
kısa süre sonra patlak veren II. Dünya Savaşı’nın yarattığı koşulların da etkisiyle 1945 yılına kadar konuyu gündeme getirmez.
II. Dünya Savaşı’nın bitmesinin ardından Avrupa’da tek partili
rejimler savaş öncesi diktatörlüklere benzetilerek olumsuz gözle
görülmeye başlar. Artık, başını Amerika Birleşik Devletleri’nin
çektiği Batı devletleri ile Sovyetler Birliği’nin liderlik ettiği Doğu
Bloku keskin hatlarla birbirinden ayrılır. Parti devleti modelinin
hâkim olduğu Doğu Bloku ülkeleri, demokrasinin gelişmediği, insan
hakları ihlalleriyle gündeme gelen devletler olarak anılır. Dünyanın
kamplaştığı, bir büyük güçle ittifak kurmadan kalkınmanın mümkün olmadığı bu dönemde Türkiye tercihini demokrasiden yana
kullanır. İsmet İnönü Meclis’te yaptığı bir konuşmada durumu
şöyle özetler: “Demokratik karakter bütün Cumhuriyet devrinde
prensip olarak muhafaza olunmuştur. Diktatörlük prensip olarak,
46
hiçbir zaman kabul olunmadıktan başka, zararlı ve Türk milletine
yakışmaz olarak daima itham edilmiştir. Büyük Meclis’in her deneti
yanında milletin vergileri ve harcadıkları üzerindeki deneti, en ileri
demokratik milletlerin hiçbirinden eksik kalmayacak kadar kesin ve
kavrayışlıdır. Bizim tek eksiğimiz, hükümet partisinin karşısında
bir parti bulunmamasıdır. Bu yolda memlekette geçmiş tecrübeler
vardır. Hatta iktidarda bulunanlar tarafından teşvik olunarak, teşebbüse girişilmiştir. İki defa memlekette çıkan tepkiler karşısında
teşebbüsün muvaffak olmaması bir talihsizliktir. Fakat memleketin ihtiyaçları sevkiyle, hürriyet ve demokrasi havasının tabii
işlemesi sayesinde, başka siyasi partinin de kurulması mümkün
olacaktır.”
20 yılı aşkın süredir çok partili sisteme geçilememesinin
toplumda yol açtığı huzursuzluk nedeniyle ve değişen dünya
siyasetine ayak uydurabilme isteğiyle gerekli yasal düzenlemeler
yapılır. 18 Temmuz 1945’te Nuri Demirağ öncülüğünde kurulan
Millî Kalkınma Partisi bu sürecin ilk meyvesi olarak tarihe geçer.
Ancak asıl büyük atılım Cumhuriyet Halk Partisi’nden (CHP) dört
milletvekilinin partiden kopuşu ve yeni bir parti kurmasıyla sonuçlanacak “Dörtlü Takrir” süreciyle başlar.
Demokrasi tarihimizde bir dönüm noktası
“Dörtlü Takrir”, İzmir Milletvekili Celal Bayar, İçel Milletvekili Refik Koraltan, Kars Milletvekili Fuad Köprülü ve Aydın Milletvekili
Adnan Menderes’in imzalarıyla CHP Grup Başkanlığı’na sunulmuş
bir önergedir. 7 Haziran 1945 tarihli bu metin, demokratikleşme
yolunda atılması gereken adımları sıralar. Takip eden günlerde
Adnan Menderes ve Fuad Köprülü’nün kaleme aldığı gazete
yazılarıyla parti içinde görüş ayrılıkları iyice ortaya çıkar. Sonuç
olarak önce Menderes ile Köprülü, sonra Koraltan partiden ihraç
edilir. Yaşananlara tepki olarak Celal Bayar da hem CHP’den hem
de milletvekilliğinden istifa eder. Bayar, Aralık 1945’te yeni bir
parti kurma hazırlığında olduğunu kamuoyuna duyurur. 7 Ocak
1946 tarihinde Demokrat Parti (DP) resmen kurulur.
Demokrat Parti, faaliyetlerine başladığı andan itibaren geniş
halk kitlelerinin teveccühüne mazhar olur. Birçok ilde teşkilatlanmasını tamamlar. Olağan seçim takvimine göre Eylül ayında
yapılacak yerel seçimlere katılma hazırlıklarına başlar. Ancak
iktidar partisi ani bir kararla seçimi Mayıs ayına alır. Bunun üzerine DP seçimi boykot eder. Bu olay seçmen nezdinde DP lehine
bir etki yaratır. Cumhuriyet tarihinde iki partinin katıldığı ilk
genel seçim olan 21 Temmuz 1946 Milletvekili Genel Seçimi ise
Demokrat Parti’nin yükselişinin ilk işaretlerini verir. “Açık oy-gizli
tasnif” yöntemiyle yapılan ve temsilde son derece adaletsiz bir
sisteme dayanan seçimler sonucunda 465 sandalyeli TBMM 8.
Dönem’de CHP 395, DP 64 milletvekiliyle temsil edilirken 6 aday
da bağımsız olarak seçilir. Demokratik usullerle “gizli oy-açık
tasnif” esasına dayanarak yapılan 14 Mayıs 1950 tarihli seçimde ise DP oyların yüzde 52,7’sini alarak 408 milletvekili çıkarır.
27 yıldır iktidarda bulunan CHP, yüzde 39,4 oyla TBMM’de
69 sandalyeye sahip olur.
O dönemki yasalara göre milletvekili seçimlerinden sonra
oluşan yeni Meclis cumhurbaşkanını seçmektedir. 9. Dönem
TBMM’nin seçtiği cumhurbaşkanı Celal Bayar olur. Bayar, Aydın
Milletvekili Adnan Menderes’i hükümeti kurmakla görevlendirir.
Böylece 27 Mayıs 1960 askerî darbesine kadar görev yapacak
47
TÜRKIYE’NIN DEMOKRASI TARIHINDE IZ BIRAKMIŞ 1950-1960 DÖNEMINI
SONA ERDIREN ASKERÎ MÜDAHALE, SONRAKI YILLARDA YAŞANACAK
DARBELERIN VEYA VESAYET TEHDITLERININ DE ZEMININI OLUŞTURUR.
Demokrat Parti hükümetlerinden ilki işbaşı yapar. Şair ve yazar
İsmet Özel’e göre 1950 yılında seçmen kendisini kimin yönetmesini
istediğinden çok, kimin yönetmesini istemediğini belirler. Ancak
kendini millî iradenin üstünde gören odaklar DP henüz icraatlarına
başlamadan askerî müdahale hazırlıklarına girişir. “Devr-i sabık
yaratmamak”, yani Tek Parti Dönemi’ndeki anti-demokratik uygulamalardan dolayı siyasi suçlamalarla soruşturmalar açılmayacağı vaadiyle başlayan 10 yıllık DP iktidarı ilk günden itibaren
bu tehditle yüz yüze kalır. Çeşitli muhalif gruplar, 1954 ve 1957
seçimlerinde yine millet iradesiyle iktidara gelen Demokrat
Parti’nin sandık yoluyla bu mevkiden indirilemeyeceği hususunda
görüş birliğine varır. Tek yol askerî darbe olarak görülür.
Uzun yıllardır ordu içinde yaşanan gerilimler, askerlerin ekonomik koşullarının oldukça kötü durumda olması gibi etkenler özellikle genç subaylar arasında yönetimi devirme fikrinin olgunlaş-
48
masına zemin hazırlar. Bu süreçte Tümgeneral Cemal Madanoğlu
önderliğinde örgütlenen Millî Birlik Komitesi’nin (MBK) taraftar
bulması da kolay olur. Darbe gününde 38 kişiden oluşan MBK
aslında birbirinden farklı dünya görüşlerine sahip subaylardan
meydana gelir. Nitekim darbenin hemen ardından komite içinde
çatışmalar yaşanır ve kontrolü ele geçiren gruplar diğerlerini
tasfiye ve sürgün eder. Darbenin askerî operasyon olarak iyi planlanmamış bir harekat olduğu, kan dökülmemesi amacıyla silaha
davranmayan cunta dışındaki subayların en ufak bir karşı koyuşu halinde başarıya ulaşamayacağı daha sonra öğrenilecektir.
27 Mayıs 1960 sabahı Ankara Radyosu stüdyosunda darbeyi halka
duyuran Albay Alparslan Türkeş ileride siyasete atılacak, yaşananlardan çıkardığı dersi, “En kötü hukuk nizamı en iyi ihtilalden
iyidir” sözüyle dile getirecektir.
Kara leke
Türkiye’nin demokrasiyle tanıştığı 1950-1960 dönemini sona
erdiren askerî müdahale, sonraki yıllarda yaşanacak darbelerin
veya vesayet tehditlerinin de dayanağı olur. Bunda en büyük pay
darbeden sonra Demokrat Partililere reva görülen uygulamalarda aranabilir. 27 Mayıs’ı takip eden günlerde ülkede özgürlük
ve demokrasi adına konuşmalar yapılır, 10 yıllık dönemdeki hak
ihlallerinden, yolsuzluklardan söz edilir. Bunların hesabının millet adına sorulacağı duyurulur. Oysa milletin oylarıyla iktidara
gelenler darbe hukukuna göre yargılanacaktır. Tarihe “Yassıada
Duruşmaları” şeklinde geçen yargılamalar, 14 Ekim 1960-15 Eylül
1961 tarihleri arasında 9 davayı ve 202 oturumu kapsar. Davalar;
cinayet, isyana teşvik, cana ve mala kast etme gibi iddiaları
içeren ağır ceza davaları; yolsuzluk davaları ve anayasayı ihlal temelinde yürütülen siyasi davalar olmak üzere üç grupta toplanır.
Yüksek Adalet Divanı adıyla kurulan mahkemenin hukukun temel
ilkelerine riayet etmediği, sanıklara savunma için yeterli süre ve
uygun şartların sağlanmadığı duruşmalar boyunca ifade edilse
de sonuç alınamaz. Neticede başkanlığını Salim Başol’un yaptığı
mahkeme, Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan
Polatkan’ı oy birliğiyle; aralarında TBMM’nin son başkanı Refik
Koraltan ve bir önceki Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’un
da bulunduğu on bir sanığı oy çokluğuyla idama mahkum eder.
31 sanık müebbet hapis cezasına çarptırılırken 418 sanık içinse 6
ay ila 20 yıl arasında değişen sürelerde hapis kararı çıkar. Yüksek
Adalet Divanı’nın oy birliğiyle aldığı idam kararları Millî Birlik
Komitesi tarafından onaylanır. Konsey, oy çokluğuyla idama
mahkum edilen 11 sanığın ve 65 yaşını geçmesi nedeniyle Celal
Bayar’ın cezasının ömür boyu hapse çevrilmesine hükmeder.
Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu 16 Eylül, Adnan Menderes
ise 17 Eylül 1961’de idam edilir.
Milletin sağduyusunun darbe zihniyetine her zaman galip geleceğinin en güzel örneklerinden biri, 27 Mayıs sonrasında yapılan
ilk serbest seçimlerde Demokrat Parti’nin devamı niteliğindeki
Adalet Partisi’nin zaferidir. İlerleyen yıllarda da halk kendi iradesine sahip çıkacak, Menderes, Zorlu ve Polatkan’ı demokrasi
şehidi olarak anacaktır. 1961’de darağacında can veren bu üç
ismin İmralı’daki naaşları 29 yıl sonra, 1990’da devlet töreniyle
İstanbul’a getirilir. Onlar için yaptırılan anıtmezarın bugün hâlâ
saygıyla ziyaret edilmesi millî irade ve millî hafıza kavramlarının
önemini gösterir.
49
ANTIK DÜNYANIN
DIN, KÜLTÜR, SAĞLIK MERKEZI
BERGAMA
50
KÜLTÜR VARLIKLARI
ÖYLE BIR YER KI ORADA ANADOLU’NUN ILK UYGARLIKLARININ
ILAHLARINA ADANMIŞ MABETLERI VE HIRISTIYANLIĞIN ILK
KILISELERINI DE GÖRMEK MÜMKÜN, İSLAM SANATININ EN
ZAHMETLI ÖRNEKLERIYLE BEZELI CAMILERI DE. ANADOLU
TOPRAKLARININ KÜLTÜREL ZENGINLIĞINI, BIR ARADA
YAŞAMANIN SANATSAL KAZANIMLARINI EN GÜZEL YANSITAN
YERLERDENDIR BERGAMA.
ÇAĞLA TAŞKIN
H
ikayeler, efsaneler neden vardır? Mitoloji
diye koskoca bir alan neden
ortaya çıkmıştır? Belki insanoğlunun hayalgücünü
kullanma ihtiyacından, belki
yaratıcılık dürtüsünden. Belki de kavraması zor olanı anlamaya, havsalayı zorlayanı
açıklamaya yardımcı olmak
için. Hikayeler bazen bir
kişiyi, bazen bir olayı daha
iyi tahayyül edilebilir kılmak
için kullanılır, bazen de bir
yeri betimlemek için. Antik
dünyanın en önemli merkezlerinden Bergama’yla
ilgili birçok hikaye ve efsane olması bu yerin yüzyıllar boyunca
taşıdığı değerle açıklanabilir. Öyle ya, anlatılar bazen de muazzam olanı kavramamıza yardımcı olmak için harekete geçirilir.
Bergama’yla ilgili anlatılarda Yunan mitolojisinin önemli yer
tuttuğunu görürüz. Efsanenin biri antik kentin adını Akhilleus’un
torunu Pergamos’tan aldığını söylerken diğeri Herakles ve
Athena’nın oğlu Telephos’un şehrin kurucusu olduğunu savunur.
Bol entrikayla süslü bu hikayeleri dinlerken bereketli bir alanda
bulunan Bergama’nın tarihinin oldukça eskiye gittiğini, bu toprakların Yunanlardan önce Frigler ve Hititler gibi kadim Anadolu
uygarlıklarının hakimiyetinde olduğunu akılda tutmak
gerekir. Anadolu uygarlıkları
döneminin ardından gelen
ve Perslerle yaşanan çekişmelerin ağır bastığı Yunan
hakimiyetinden sonraysa
önemli bir tarihî figür belirir
Bergama’nın tarihinde: Büyük İskender. Fakat kenti en
şaşaalı günlerine taşıyacak
olan bu büyük hükümdar
değil, Attaloslardır. Yunan
medeniyetinin izlerini taşıyan bu devlet Bergama’yı
veya eski adıyla Pergamon’u
önemli bir idari ve kültürel
merkez haline getirir, antik kentin bugün en bilinen yapıları bu
dönemde inşa edilir. Zamanına göre oldukça iddialı mimari projelerin hayata geçirildiği, kentin önemli derecede imar gördüğü
bu dönemin ardından Roma ve Bizans hakimiyeti süreci başlar
Bergama’da. Bu zaman aralığının en önemli özelliği ise kentin
söz konusu dönemde Hıristiyanlığın ilk kiliselerinin kurulduğu
yerlerden biri olması, dolayısıyla büyük manevi önem kazanmasıdır. Bizans’ın Selçuklu akınlarıyla güç kaybetmesinin ardındansa
şehirde Türk hakimiyeti başlar. Osmanlılarla devam eden bu
süreç sonunda tarihi binlerce yıl önceye uzanan, farklı medeni-
51
ANTIK KENTIN 2014 YILINDA UNESCO DÜNYA MIRAS
LISTESI’NE “BERGAMA ÇOK KATMANLI KÜLTÜREL PEYZAJ
ALANI” ISMIYLE DAHIL EDILMESI BURADAKI KÜLTÜREL
ZENGINLIĞIN ALTINI ÇIZER.
yet ve inanışların izlerini taşıyan bir merkez çıkar ortaya. Antik
kentin 2014 yılında UNESCO Dünya Miras Listesi’ne “Bergama
Çok Katmanlı Kültürel Peyzaj Alanı” ismiyle dahil edilmesi de
buradaki kültürel zenginliğin altını çizer.
Parşömenin anavatanı
Oldukça geniş bir alana yayılan ve birçok kültürel mirasa evsahipliği yapan Bergama’nın en bilinen yapıları Yukarı Akropol
kısmında yer alıyor. Bunlar arasında yöneticilerin ikamet ettiği
saraylar, hamamlar, cephanelikler ve agoranın yanı sıra Athena
ve Zeus’a adanmış tapınaklar bulunuyor. Yukarı Akropol kısmının
en meşhur yapılarından biri de Berlin’deki Bergama Müzesi’nde
52
KÜLTÜR VARLIKLARI
sergilenen ve bugün Bergama’da yalnızca birkaç parçası kalmış
olan Büyük Bergama Sunağı. İyon sütunlu, üzerinde tanrılar ile
devler arasındaki mücadelelerin betimlendiği, Zeus adına yaptırıldığı düşünülen mermer sunağın bir kısmında da Telephos’un
hayatı anlatılmış. Telephos’un antik kentin kurucularından biri
olduğu tahmin ediliyor. Bergama’nın eski halkları yalnızca ilahları
için değil, hükümdarları için de özel yapılar inşa etmiş. Bunlardan
biri Roma İmparatoru Trajan’ın adına yaptırılan Trajaneum, diğeri
ise antik kente en görkemli günlerini yaşatan Attalos hükümdarlarının onurlandırıldığı Heroon.
Bergama’nın Yukarı Akropol kısmı manevi işlevinin yanı sıra
büyük kültürel öneme de sahip. Şehrin bu kısmında yer alan
yapılar arasında akla ilk gelen, bir zamanlar 200 bin rulo ve kodeks eser barındırdığı düşünülen Bergama Kütüphanesi. Antik
dünyanın en büyük ve en önemli kütüphaneleri arasında yer alan
Bergama Kütüphanesi’nin büyük okuma odası ve kitap rafları
arasındaki geniş boşlukların hava dolaşımını kolaylaştırarak
eserleri muhafaza etmeye yardımcı olduğu düşünülüyor. Bir zamanlar doğu tarafındaki bir nişte Roma İmparatoru Hadrianus’a
ve okuma odasında tanrıça Athena’ya ait birer heykele evsahipliği yapan kütüphaneyi eşsiz kılan bir diğer özellik ise parşömenin
ortaya çıktığı yer olması. Daha önce el yazmalarında kullanılan
Mısır kökenli papirüse alternatif olarak üretilen ve “Pergamon’a
özgü” anlamındaki parşömen sözcüğüyle adlandırılan bu kağıdın
yazmayı kolaylaştırıcı dokusu sayesinde kitap üretiminde ciddi
artış kaydedilmiş. Böylece bilginin dolaşımı da hızlanmış. Bergama Kütüphanesi’ne ilişkin son olarak buradaki bütün eserlerin
Marcus Antonius tarafından Kleopatra’ya düğün hediyesi olarak
verildiğinin rivayet edildiğini söyleyelim. Ne demiştik yazının
başında, efsaneler, muazzam olanı kavramaya yardımcı olur…
Mimarlık tarihi müzesi gibi...
Antik kentin kayda değer yapıları arasında tiyatrolar da önemli
yer tutuyor. Bergama’da antik dünyanın en dik planlı yapısına
sahip olan 10 bin kişilik bir Yunan tiyatrosu; günümüze yıkıntı
halinde ulaşmış, ayakta olduğu günlerde mermerden yapıldığı
düşünülen Roma tiyatrosu ve bir amfitiyatro yer alıyor. Kare
planlı amfitiyatronun bir zamanlar ortasından geçen su akıntısı
üzerinde naumachia adı verilen, deniz savaşlarının maketlerle
yeniden canlandırıldığı gösteriler ve dans performansları sergileniyormuş. Bergama’nın bir diğer fiziksel aktivite merkeziyse
gymnasium. Beden eğitimi verilen yerler olmanın ötesinde
nitelikler taşıyan Bergama gymnasiumlarına zaman zaman
çeşitli dallarda uzman hocalar da davet edilir, halka açık dersler
yapılırmış. Antik kentteki gymnasiumlardan bazılarında fiziksel
aktivite sonrası rahatlamak için hamamlar, bazılarında ise kütüphaneler bulunurmuş. Bergama’nın kendine has yapıları arasında
Serapeion da denilen Kızıl Avlu’dan da ayrıca bahsetmek gerek.
Bir Yunan-Mısır tanrısı olduğuna inanılan Serapis adına inşa
edilen ibadethane, Hıristiyanlığın ilk dönemleri için de oldukça
53
KIZIL AVLU IÇINDE BULUNAN KILISENIN İNCIL’DE BAHSEDILEN YEDI
KILISE ARASINDA YER ALMASI BU MABEDIN HIRISTIYANLAR IÇIN
TAŞIDIĞI YÜKSEK MANEVI DEĞERI AÇIKLAR.
büyük önem taşıyor. İnanışa göre antik kentin ilk piskoposu Aziz Antipas, Kızıl
Avlu’da Serapis’e tapınanlar ve Hıristiyanlar arasında patlak veren bir çatışmada
öldürülmüş. Kızıl Avlu içinde yer alan kilisenin İncil’de bahsedilen Yedi Kilise, yani
Hıristiyan inancının ilk yedi kilisesi arasında bulunması ve Aziz Antipas’ın burada
hayatını kaybetmiş olması, bu mabedin Hıristiyanlar için taşıdığı yüksek manevi
değeri açıklar.
54
KÜLTÜR VARLIKLARI
Bergama tarihinin söylencelerle dolu olduğunu gösteren bir diğer hikaye de antik
dönemin en gelişmiş şifa merkezlerinden olan
asklepiona ilişkin. Hekimlik tanrısı Asklepios’a
adanan ve gelişmiş bir tedavi merkezi olma
niteliği taşıyan yapının inşasına antik kentin
önde gelen kişilerinden birinin oğlunun avlanırken geçirdiği bir kazanın vesile olduğu
rivayet ediliyor. Hikayeye göre kazadan sonra
Bergama’da kendini tedavi edecek birini bulamayan ve Yunanistan’a gitmek zorunda kalan
bu kişi, burada kaldığı asklepiondan çok etkilenir
ve aynısını memleketinde de yaptırmak ister.
Böylece MÖ 4. yüzyılda zaman içinde ünü antik
dünyaya yayılacak olan Bergama Asklepionu
kurulur. Yapının günümüze ulaşmayı başarmış
kalıntılarından ve bu yer hakkında yazılanlardan
buranın yalnızca tedavi amaçlı kullanılan bir yer
olmanın çok ötesinde nitelikler taşıdığı, adeta
MÖ 4. YÜZYILDA BERGAMA ASKLEPIONU KURULUR. YAPININ
GÜNÜMÜZE ULAŞMAYI BAŞARMIŞ KALINTILARI, BURANIN
TEDAVI AMAÇLI KULLANILAN BIR YER OLMANIN
ÇOK ÖTESINDE NITELIKLER TAŞIDIĞINI GÖSTERIR.
şehir içinde şehir olduğu rahatlıkla söylenebilir. Yapıya girişin bir
tören yolundan yapılması, kompleksin içinde kütüphane, tapınak
ve dükkan gibi çeşitli kısımların olması da bu savı doğrular nitelikte. Hastaların kutsal ve şifalı olduğuna inanılan sularla tedavi
edildiği asklepionda aynı zamanda farklı boyutlarda havuz ve
çeşmeler yer alıyor, tedavi süreci burada gerçekleştirilen dinî ve
teatral performanslarla destekleniyormuş.
Bergama’nın zengin ve çok unsurlu kültürel yapısına son
eklemeleri Selçuklu ve Osmanlılar yapmış. Bu kültürel miraslar
arasında baklava desenli ve renkli tuğlalı minaresiyle dikkat
çeken Müftü Camii, Selçuklu hat sanatının özgün örneklerini
taşıyan Ulu Camii ve süslemelerinde ahşabın incelikle işlendiği
mukarnasın kullanıldığı Kurşunlu Camii başı çekiyor. Bergama’da
ayrıca süslemeleri farklı üslupların esintilerini taşıyan iki cami
bulunuyor: Barok benzeri bezemeleriyle Şadırvan Camii ve Rokoko tarzını andıran bir üslupla süslenmiş Yeni Camii. İki camide
de bu üslupların baskın olan İslam sanatı örnekleriyle yan yana
bulunması, Bergama’nın çok kültürlü ve zengin karakterinin bir
yansıması olarak yorumlanabilir. Osmanlılar önemli bir ticaret
noktası olan Bergama’ya birçok han ve bedesten de armağan
etmiş. Bunlar dışında Bergama’yı bir dünya mirası kılan unsurlar
arasında küplerinin bazılarının ünlü Louvre Müzesi’nde sergilendiği Küplü Hamam, altıgen pencereli Mevlana Hacı Hekim
Hamamı ve mukarnas süslemeli Tabaklar Hamamı gibi yapılar
önemli yer tutuyor. Bölgede aynı zamanda 19. yüzyıla tarihlenen
ve Musevi tebaa için inşa ettirilmiş bir havra, neo-Grek tarzda
bir Rum okulu ve ahşap saat kulesiyle dikkat çeken hükümet
binası yer alıyor.
55
MEHMET YAZAR:
SIYASET HER ZAMAN “ÖNCE VATAN”
DIYEREK YAPILMALI, ŞAHSI MESELELER IKINCI
PLANDA TUTULMALIDIR
RÖPORTAJ: SONGÜL BAŞ - FOTOĞRAFLAR: EVREN ÖZESEN
DEVLET VE MILLÎ SAVUNMA ESKI BAKANI MEHMET YAZAR,
TÜRKIYE’NIN IÇINDE BULUNDUĞU TÜM SIKINTILARA RAĞMEN
ÜMITSIZLIĞE KAPILMAMAK GEREKTIĞINI BELIRTEREK, “TOPLUMUMUZ
BIRLIK, BERABERLIK VE DAYANIŞMA IÇINDE OLDUĞU TAKDIRDE HER
TÜRLÜ ZORLUĞU AŞABILECEK GÜÇTE BIR ÜLKEYIZ” DIYOR. YAZAR,
SIYASETÇILERIN KONUŞMALARI VE DAVRANIŞLARIYLA BIRLIK VE
BERABERLIK ORTAMINA KATKI SAĞLAMASI GEREKTIĞINI VURGULUYOR.
56
RÖPORTAJ
Hayat yolculuğunuz 1936 yılında Kayseri’de başlıyor. Doğup büyüdüğünüz toprakların eğitim ve
meslek tercihlerinizde belirgin bir etkisi oldu mu?
Bilindiği gibi Kayseri, ticaretin gelişmiş olduğu, daha
çok esnaf ve tüccar ailelerin bulunduğu bir şehrimiz.
Ben de esnaf bir babanın evladıyım. Rahmetli babam
bir ara belediyede katiplik yapmış olsa da onun öncesinde ve sonrasında esnaflıkla geçimimizi sağladı.
Kayseri’nin meşhur bir geleneği vardır; özellikle erkek
çocuklar küçük yaştayken ticari testten geçirilir.
Çocuk bu testi başarıyla tamamlarsa onun ticaret
yeteneği olduğuna karar verilir ve ileride tüccar, iş
adamı olması için yönlendirilir. Ben de o teste tâbi tutuldum. Üç arkadaşımla beraber annelerimizin verdiği
25’er kuruşu alıp bostana gittik. 25 kuruş o zaman
için önemli bir paraydı. Bostandan marul satın aldık,
sepetlere koyduk ve çarşının yolunu tuttuk. Elimizdekileri satmak için “Marul, marul” diye bağırmamız
gerekiyor, ama ben bir türlü bağıramıyorum. Sesimi
çıkaramayınca satış da yapamıyorum. Bu arada arkadaşlarım sepetteki marulları bitiriyor, gidip yenisini
alıyor. Ben daha tek bir satış yapamadan akşam oldu.
O sırada dükkanının önünde oturan bir amca ‘Oğlum,
sen niye dolaşıp duruyorsun? Niye bağırmıyorsun?”
diye seslendi. “Bağıramıyorum amca” dedim. Bunun
üzerine “Marullara kaç kuruş ödedin?” diye sordu. “25
kuruş” cevabını verince “Hepsini şuraya dök. Sana
22,5 kuruş vereceğim. 2,5 kuruş zarar et de aklın
başına gelsin” dedi. Eve gittiğimde annemle babam
durumu öğrenince “Bu çocuk iş adamı olamaz, biz en
iyisi onu okutalım da aç kalmasın” dediler.
rak iş hayatına atıldım. Ankara’da İstanbul Yolu üzerinde taksitle aldığımız
arsada fabrikamızı kurmak için uğraştığımız sırada Ankara Sanayi Odası
(ASO) Başkanı Orhan Işık’la tanıştık. Allah rahmet eylesin, çok muhterem bir
zattı, bana “Gel, seni Ankara Sanayi Odası’nın Meslek Komitesi’ne, Yönetim
Kurulu’na alalım” dedi. Kendisine fabrika kurmak için uğraştığımı, taksitleri
ödeyebilmek için para kazanmam gerektiğini, o nedenle tüm mesaimi bu işe
harcamayı düşündüğümü söyledim. Fakat Orhan Bey, fabrikaya da Ankara
Sanayi Odası’na da zaman ayırabileceğim konusunda ısrarcı oldu. Neticede
Ankara Sanayi Odası Meslek Komitesi’ne girdim, bir süre sonra da ASO
Meclisi’nde ve Yönetim Kurulu’nda yer aldım. 1978 yılında ise arkadaşlarımızın
ısrarı üzerine Ankara Sanayi Odası Başkanlığı görevini üstlendim.
1980 öncesinden söz ediyoruz. Ülkemizin o sancılı döneminde bu görevi
üstlenmenin ayrı bir zorluğu ve sorumluluğu var mıydı?
Elbette. 1980 öncesinde anarşi kol geziyor, her gün insanlar ölüyor, evler
kurşunlanıyordu. Biz sanayiciler ve iş adamları, o dönemin sol bakış açısıyla “sömürü düzeninin temsilcileri, burjuva” olarak görülüyorduk, ülkeyi
terk etmemiz için çeşitli eylemler yapılıyordu. Bu karışık ortamda benim
de evim ve fabrikam birkaç defa kurşunlandı. Buna rağmen biz idealist ve
genç sanayiciler olarak işimizde başarıya ulaşmak, ülkemize hizmet etmek
için uğraşıyorduk. 1979 yılına gelindiğinde Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği
Başkanlığı’na aday olmam konusunda büyük bir ısrarla karşılaştım. Özellikle
İstanbul’daki sanayiciler bu yönde bir baskı oluşturdu. O dönemde sanayi
henüz tam gelişmemiş olduğu için Odalar Birliği daha çok Anadolu esnafının
elindeydi. “Sanayiciler olarak TOBB’u ele alalım” düşüncesi gündeme gelmişti.
Başkanlığa aday olmam konusundaki ısrarlar giderek artıyordu. Fabrikamın
yapım halinde olduğunu, borçlarımı ödeyebilmek için işime ağırlık vermem
gerektiğini söylesem de kimseyi ikna edemiyordum. Neticede adaylığımı
koydum ve 1979’da Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı seçildim.
Ticari testten geçemediniz ama hem okudunuz hem
de iş adamı oldunuz. Üstelik Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanlığı yaptınız…
Evet. İlk, orta ve liseyi Kayseri’de tamamladıktan
sonra 1955 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Makina Fakültesi’ne girdim. 1960 yılındaki mezuniyet
ve askerliğin ardından Makina ve Kimya Endüstrisi
Kurumu’nda çalıştım. O dönemde aktif durumdaki
Etimesgut Uçak Fabrikası’nda imalat müdürlüğü yaptım. 1965 yılında Kübra Hanım’la evlendikten sonra
o zamanlar Ankara’nın en tanınmış tüccarlarından
olan kayınpederim Hayri Haseki’nin tavsiyesi üzerine
makina ithalatı ve imalatı yapan bir aile şirketi kura-
57
“1990 YILINDA KURMUŞ OLDUĞUMUZ SEMA YAZAR GENÇLIK
VAKFI, TOPLUMUMUZA, ÖZELLIKLE DE GENÇLERIMIZE
HIZMET ETMEK AMACIYLA ÇEŞITLI FAALIYETLER VE
YATIRIMLAR GERÇEKLEŞTIRIYOR.”
12 Eylül askerî darbesi olduğunda TOBB Başkanı’ydınız...
Evet. 1980’de ihtilal oldu, ortalık toz duman... Siyasi partiler, sendikalar kapatılmış. Acaba TOBB’u da kapatırlar mı, kapatmazlar mı, bilmiyoruz. Bir gün
Millî Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliği’nden aramışlar ve benimle görüşmek
istediklerini söylemişler. Bunun üzerine Genel Sekreterliğe gittim, beni çok iyi
karşıladılar. “Konsey’de konuştuk. Sizi Sanayi Bakanı olarak görmek istiyoruz”
dediler. Bakanlık yapmak, o sıralarda planlarım arasında yer almıyordu. Teklif için
teşekkür ettim ve “Biliyorsunuz, sağ-sol çatışmaları içinden bugünlere gelindi.
Beni bakan olarak görevlendirirseniz mutlaka ‘Askerlerle patronlar el ele verdi,
bu bir faşist idaredir’ diye propaganda yapacak kesimler olacaktır. Bunun size de
zararı dokunur. İzin verirseniz, ben Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nde devam
edeyim, size dışarıdan ekonomik konularda destek veririm” dedim. Bu görüşme
belki de o dönemde Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin faaliyetlerine devam
etmesi için bir şans oldu. Siyasi partilerin faaliyet gösteremediği bir ortamda
başta ekonomi olmak üzere ülke meseleleriyle ilgili beyanatlarım sıkça basında yer almaya başladı. Arkadaşlarımızla yaptığımız çalışmalar neticesindeki
58
RÖPORTAJ
değerlendirmelerimizi kamuoyuyla paylaşıyor,
gördüğümüz yanlışları adeta muhalefet gibi ifade ediyorduk. O dönemde askerî idare olmasına
rağmen açıklamalarımız dolayısıyla bir sıkıntı
yaşamadık, sadece bir veya iki defa sitem ettiler,
hepsi o kadar.
Siyaset hayatınızın temelleri o günlerde mi atıldı?
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanlığı’yla
beraber ülke meseleleri hakkında daha kapsamlı
bilgi sahibi oluyor, sorunlarla daha yakından ilgileniyor, çözüm önerileri geliştirerek kamuoyuyla
paylaşıyorsunuz. Bu arada yavaş yavaş siyasetin
de içine girmeye başlıyorsunuz. Biraz önce ifade
ettiğim gibi TOBB Başkanı olarak 12 Eylül sonrasındaki açıklamalarımın ardından siyasete girmem
yönünde talepler oldu. O dönemde bunları kabul
etmedim. 1985 yılında siyasete atılarak Doğru
Yol Partisi’nde genel başkan adayı oldum, fakat
kazanamadım. Bunun üzerine 1986’da Hür Demokrat Parti’yi kurdum. Maalesef partinin ömrü
kısa sürdü, çünkü faaliyetlere devam edebilmek
için maddi kaynağımız yetersizdi. Esasında benim
bir iş hayatım vardı, Avrupa’nın en modern pompa
fabrikasını kurmuştum, ama ASO Başkanlığı, TOBB
Başkanlığı, siyasi faaliyetler derken işin başında
duramamıştım. Ayrıca fabrikadakilere “hiçbir devlet
ihalesine girilmemesi” talimatı vermem de işleri
olumsuz etkilemişti. Neticede parasızlık nedeniyle
Hür Demokrat Parti’nin faaliyetlerini devam ettiremedik. 1987 seçimleri yaklaşırken rahmetli Turgut
Özal “Aday ol” diye ısrar etti. Özal’ın teklifini sadece
milletvekili olmak kaydıyla kabul ettim, ama sonra
bir baktım ki yeni hükümette bana bakanlık görevi
verilmiş. Bunu da beni telefonla arayarak “Tebrik
ederim, bakan olmuşsunuz. Şu anda Sayın Özal
isminizi açıkladı” diyen bir gazeteciden öğrendim.
Devlet Bakanlığı ve Millî Savunma Bakanlığı yaptınız...
Evet. Körfez Krizi’ne kadar Devlet Bakanı olarak
görev yaptım, sonra da Millî Savunma Bakanı oldum. Birinci Körfez Krizi’nin en hararetli döneminde
kabinede yer aldım. Bu zor günlerde görevimizi en iyi
şekilde yapmaya çalıştık.
1990 yılında küçük kızım Sema’yı trafik kazasında
kaybettiğimde siyaseti bırakmaya karar vermiştim.
Sayın Turgut Özal ve kabinedeki arkadaşlarımız
başsağlığı için geldiklerinde “Acını anlıyoruz, ama
kendini toparlaman lazım. Şimdi siyaseti bırakırsan
iyice perişan olursun” dediler. Bunun üzerine 1991
yılındaki Kongre’ye kadar devam ettim, sonra da
siyaseti bıraktım.
Kızınızın adına kurduğunuz Sema Yazar Gençlik
Vakfı’nın faaliyetlerinden söz edebilir misiniz?
1990 yılında kurduğumuz Sema Yazar Gençlik Vakfı, toplumumuza, özellikle de gençlerimize hizmet
etmek amacıyla çeşitli faaliyetler ve yatırımlar gerçekleştiriyor. Kayseri’de iki ilkokul, bir ortaokul, bir de
Anadolu Lisesi yaptırdık. Ayrıca Antalya’da bir semt
polikliniği ve bir aile sağlığı merkezi, Kayseri’de sağlık
merkezi, aile sağlığı merkezi, il ambulans servis başhekimliği ve afet koordinasyon merkezi inşa ettirdik.
Ankara’ya iki park ve bir orman alanı, Kayseri’ye de
bir park kazandırdık. Şu ana kadar 600’e yakın öğrenciye burs verdik. Tıp, hukuk, sanat, mühendislik gibi
dallarda eğitim görerek başarılı çalışmalar gerçekleştiren öğrencilerimizle gurur duyuyoruz. Vakıf olarak
çeşitli kültürel ve sportif faaliyetler de düzenliyoruz.
Tecrübeli bir siyasetçisiniz. Size göre siyaset yaparken nelere dikkat edilmesi gerekiyor?
Bize ailemizde ve eğitim hayatımızda “vatanın her
şeyden önce geldiği” öğretildi. Bu düşünceyle yetişmiş kişiler olarak her zaman “Önce Türkiye” dedik ve
siyaseti ülkemize hizmet etme imkanı bulduğumuz
kutsal bir görev olarak algıladık. Vatanın tek bir kuruşunun heba olmaması için uğraştık. Siyaset veballi
bir iştir; vatanın ve 80 milyon insanın sorumluluğunu
yüklenmektir. Bu nedenle bir siyasetçi -ne olursa
olsun- şahsi meselesini daima ikinci planda tutmalı,
çok çalışmalı ve dürüst olmalıdır.
Ülke gündemindeki konularla ilgili değerlendirmelerinizi öğrenebilir miyiz?
Size göre ön plana çıkanlar neler?
Türkiye gibi Orta Doğu’nun en kritik bölgesinde bulunan bir ülke, atacağı her
adımda en az on defa düşünmelidir. Bugün de “kaynayan kazan” durumundaki
bu coğrafyada duygulara kapılmadan ve hayali hevesler içine girmeden hareket
etmek, ülke menfaatlerini her şeyin üzerinde tutmak gerekir. Bu konuda en
başta devleti yönetenlere büyük görev ve sorumluluk düşmektedir. Son zamanlarda maalesef hem iç hem de dış politikada hatalar yapılmıştır, kanaatime
göre yapılmaya da devam edilmektedir. İç ve dış politika birbirinden ayrı düşünülmemelidir. Eğer siz içeride toplumu bir fikir, bir ülkü etrafında birleştirmez,
birlik, beraberlik ve dayanışma fotoğrafı vermezseniz dışarıda da güçlü bir duruş
sergileyemezsiniz. Bu nedenle toplumsal birlik, beraberlik ve dayanışmayı sağlamak siyasetçilerin görevleri arasındadır. Türkiye’nin en önemli meselelerinden
biri de terördür. Ülkemizin içinde bulunduğu tüm sıkıntılara rağmen ümitsizliğe
kapılmamak gerekir. Birlik ve beraberlik içinde olduğumuzda Türkiye her türlü
zorluğu aşabilecek güçte bir ülkedir.
Röportajımızı siyasetten sanata uzanarak noktalayalım. Güfte ve besteleriniz olduğunu biliyoruz. Bu çalışmalarınız ne zaman başladı?
Rahmetli babam aydın bir insandı, bizi musikiye ve modern düşünceye yönlendirdi. Kendisi bağlama çalardı. Bu sayede evimizde müzik hiç eksik olmazdı.
Ben ilkokul son sınıftayken ud çalıyordum. Üniversite yıllarında çok değerli bir
hocadan müzik eğitimi alarak kendimi geliştirdim. Ağırlıklı olarak gençlik yıllarıma ait güfte ve bestelerim var. Bestelerimin bazıları TRT arşivinde bulunuyor.
Tabii artık eskisi gibi ilgilenemesem de müzik her zaman hayatımda yer alıyor.
59
GELECEK NESİLLER İÇİN YEŞİL BİR DÜNYA
EXPO 2016
ANTALYA
60
FELSEFESI “GELECEK NESILLER İÇIN YEŞIL BIR DÜNYA” OLARAK
BENIMSENEN EXPO 2016 ANTALYA, 22 NISAN’DA DÜZENLENEN TÖRENLE
KAPILARINI AÇTI. “ÇIÇEK VE ÇOCUK” TEMASINA SAHIP ULUSLARARASI
ORGANIZASYON, 6 AY BOYUNCA ZIYARETÇILERINI AĞIRLAYACAK.
TÜRKIYE’DE ILK KEZ GERÇEKLEŞTIRILEN EXPO ETKINLIĞINDE, “TARIH”,
“BIYOÇEŞITLILIK”, “SÜRDÜRÜLEBILIRLIK” VE “YEŞIL ŞEHIR” ALT TEMALARI
ÇERÇEVESINDE ULUSAL VE ULUSLARARASI KONGRELER, PANELLER,
SEMINERLER, KÜLTÜREL VE SANATSAL AKTIVITELER DE DÜZENLENECEK.
NEHIR ÖZTÜRK
T
arihî ve kültürel zenginlikleri, eşsiz doğasıyla dünyanın dört
bir yanından turistlerin ilgisini çeken Antalya, Türkiye’de
ilk kez düzenlenen uluslararası bir organizasyona evsahipliği
yapıyor. 22 Nisan’da gerçekleştirilen görkemli bir törenle kapılarını açan EXPO 2016 Antalya, 6 ay boyunca ziyaretçilerini
ağırlayacak.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, EXPO 2016 Antalya
Uluslararası Bahçecilik Sergisi’nin açılışında yaptığı konuşmada,
organizasyonun hazırlıklarının büyük bir itina ve
hassasiyetle yürütüldüğünü belirterek, “Başından
beri bu projeyi ‘millî bir
proje’ olarak gördük” dedi.
Sergi alanındaki her unsurun çok özel anlamları
bulunduğunu ifade eden
Erdoğan, EXPO Kulesi’nin
Antalya’nın simgelerinden olan tarihî Hadrianus
Kapısı’nı sembolize ettiğini, Tarım ve Biyoçeşitlilik
Müzesi’nin Türkiye’nin bu
alandaki ilk müzesi olduğunu, 6 bin 500 kişi kapasiteli
Kongre Merkezi ile 2 amfitiyatronun ise şehrin kültür ve eğlence
dünyasına yeni bir zenginlik katacağını söyledi. Erdoğan, “EXPO
2016 Antalya, 1990 yılında Osaka’da düzenlenen EXPO’dan son-
ra kendi alanında en yüksek katılımlı sergi olarak tarihe geçti.
Ziyaretçi sayısı bakımından da benzer bir rekorun kırılacağına
inanıyorum” dedi.
EXPO 2016 Antalya için “Çiçek ve Çocuk” teması tercih edilirken tarih, biyoçeşitlilik, sürdürülebilirlik ve yeşil şehirler perspektifi üzerinden güçlü bir diyalog platformu oluşturulmasının
amaçlandığını kaydeden Cumhurbaşkanı Erdoğan, sözlerini şöyle
sürdürdü: “Çocuklarla çiçekler arasındaki saflık, güzellik ve masumiyet ilişkisi, bu sergi için
bizim ilham kaynağımız
oldu. Bu temanın seçilmiş
olması, ülkemizin hem
yeşilin ve çevrenin hem
de geleceğimizin teminatı
olan yeni nesillerin korunmasına verdiği önemin
bir ifadesidir. Biz tabiatı
bizden öncekilerden miras olarak değil, gelecek
nesillerden emanet olarak
aldığımızın bilincindeyiz.
Sadece bugünü değil yarınları, sadece kendimizi değil çocuklarımızı da
düşünmeli, adımlarımızı
buna göre atmalıyız. Emaneti sahibine teslim edinceye kadar onu
en iyi şekilde korumak, kollamak, muhafaza etmek görevimizdir.”
EXPO 2016 Antalya süresince Türkiye’nin botanik zenginliğinin
61
ÇOCUK ADASI, TÜRKIYE BIYOÇEŞITLILIK TEMA PARKURU, OSMANLI
BAHÇESI, EXPO GÖLÜ, ŞAKAYIK TERASI, EXPO ORMANI, KÜLTÜR
VE SANAT SOKAĞI GIBI ALANLARIN HER BIRI ZIYARETÇILERIN
FARKLI ZEVKLERINE HITAP EDECEK IMKANLAR SUNUYOR.
küresel çapta tanıtımının yapılacağına işaret eden
Erdoğan, konuşmasının ardından beraberindekilerle
birlikte EXPO 2016 Antalya Uluslararası Bahçecilik
Sergisi’ni gezdi.
“Her çocuk bir çiçektir”
Başbakan Ahmet Davutoğlu, açılış töreninde yaptığı
konuşmada, son yıllarda her alanda büyük ilerlemeler
kaydeden Türkiye’nin uluslararası çapta organizasyonları da yüz akıyla gerçekleştirdiğini söyledi.
53 ülkenin katıldığı EXPO 2016 Antalya için hiçbir
fedakarlıktan kaçınılmadığını ifade eden Davutoğlu,
“Çiçek ve Çocuk ne güzel bir tema, çünkü her çocuk
bir çiçektir, her çiçek şefkat bekleyen bir çocuktur.
Çocuklarımızı birer çiçek gibi gelecek nesillere yetiştireceğiz” diye konuştu. Antalya’da 6 ay boyunca biyoçeşitlilik, sürdürülebilirlik, yeşil şehir gibi konuların
ortaya konulacağını, çözümler aranacağını ve alternatif enerji kaynaklarına dikkat çekileceğini dile getiren
Davutoğlu, “EXPO 2016 Antalya ülkemizin tanıtımına
da çok önemli katkılar sağlayacaktır. Doğa, çevre ve
bahçecilik konusunda yepyeni bir kitleyi kentimize
çekecek, turizmi çeşitlendirecek, yerli ve yabancı turist hacmini artıracaktır. Antalya EXPO, sonrasında
da katma değer üretmeye devam edecektir. EXPO
alanı ileriki yıllarda da hizmet vermeyi ve misafir
kabul etmeyi sürdürecek, çevre, botanik ve organik
tarım gibi disiplinlerde uluslararası bir merkez olma
niteliğini koruyacaktır” dedi.
EXPO 2016 Antalya Yönetim Kurulu Başkanı
ve Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik,
1960’tan bu yana düzenlenen uluslararası bahçecilik
sergilerinin 20’ncisinin açılışının yapıldığını belirterek,
53 ülke ile son dönemdeki en geniş katılımcı sayısına
sahip EXPO’yu hayata geçirdiklerini ifade etti. “EXPO
Kulesi, Tarım ve Biyoçeşitlilik Müzesi, Türkiye Biyoçeşitlilik Tema Parkuru, Çocuk Bilim ve Teknoloji Merkezi,
62
EXPO Gölü, Çocuk Adası, Şakayık Terası, Restoranlar Sokağı, Osmanlı Bahçesi,
EXPO Serası, 120 türde 25 bin ağaç, 5 milyon çiçek, 700 bin bitki kullanılarak yapılan
bitki heykeller, ülke bahçeleri ve illerin oluşturduğu kurumsal bahçeler EXPO 2016
Antalya’da ziyaretçilerini bekliyor” diyen Çelik, “Çiçek ve Çocuk” teması ile ilgili olarak da şunları söyledi: “İnanıyoruz ki çiçekler baharın, çocuklar barışın müjdeleridir.
Çiçekler arının, çocuklar yarının umut kaynağıdır. Çiçekler açtıkça bahardan, çocuklar
büyüdükçe yarından umudumuzu kesmeyeceğiz. Bu nedenle ülke bahçelerini, ülke
çiçeklerini ve 23 Nisan dolayısıyla ülke çocuklarını Antalya’da buluşturuyoruz. Biz
bu anlamlı buluşmayı gerçekleştirirken yanı başımızdaki Akdeniz, sahillerine çocuk
cesetleri vuran büyük bir mezarlığa dönmüş durumda. Bu utanç tablosu karşısında,
emanet aldığımız bu dünyayı çiçeklerle değil, bombalarla dolduranların tüm çocuklara bir değil, binlerce özür borcu olduğunu ifade etmek istiyorum.”
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ise bir Antalyalı olarak EXPO 2016 Antalya’ya
evsahipliği yapmaktan büyük gurur duyduğunu belirtti. EXPO’ya katılım için ülkeleri teşvik ettiklerini ve gördükleri ilgiden memnun kaldıklarını ifade eden Çavuşoğlu,
“Umarım ziyaretçi bakımından da Antalya’da bir rekoru gerçekleştireceğiz” dedi.
Bakan Çavuşoğlu, EXPO sayesinde Antalya’ya çok önemli yatırımlar kazandırdıklarının altını çizdi.
“Dünya Antalya’ya geldi”
Uluslararası Bahçe Bitkileri Üreticileri Birliği (AIPH) Başkanı Bernard Oosterom,
EXPO 2016 Antalya’nın, diğer önemli uluslararası etkinliklere evsahipliği yapma
konusunda Türkiye’nin önünü açacağını belirterek, “Dünya Antalya’ya geldi. Şimdi
dünya üzerinde izini bırakmak Antalya’ya bağlı” dedi. Uluslararası Sergiler Bürosu
(BIE) Genel Sekreteri Vincente Loscertales ise EXPO 2016 Antalya’nın “sürdürülebilir çevre”ye odaklanmak için iyi bir fırsat olduğunu kaydederek, “Güzel ve
misafirperver bir şehir olan Antalya’da düzenlenen EXPO, Türkiye’den ve dünyanın
değişik yerlerinden gelecek ziyaretçilere bitkiler, çiçekler ve doğayla temas konusunda olağanüstü fırsatlar sunacak” diye konuştu.
EXPO 2016 Antalya Uluslararası Bahçecilik Sergisi’nin açılış töreni su, ses ve ışık
gösterisiyle renklendi.
6 ay açık kalacak
Türkiye’nin ilk EXPO’su olma özelliği taşıyan
EXPO 2016 Antalya, Nisan-Ekim 2016 tarihleri
arasında düzenlenecek. Felsefesi “Gelecek Nesiller İçin Yeşil Bir Dünya”, teması “Çiçek ve Çocuk”,
sloganı ise “Geleceği Yeşertmek” olarak belirlenen organizasyon kapsamında ulusal ve uluslararası kongreler, paneller, seminerler, kültürel ve
sanatsal etkinlikler de ziyaretçilerle buluşacak.
“Tarih”, “Biyoçeşitlilik”, “Sürdürülebilirlik” ve “Yeşil Şehir” alt temalarına sahip EXPO 2016 Antalya, Aksu’da 1121 dekarlık alanda gerçekleşecek.
Uluslararası organizasyonun maskotları Ece ve
Efe, yörük kıyafetleri ile bölgenin tarihini ve
kültürünü yansıtacak. Ece’nin saçında, Efe’nin ise
göğsünde EXPO 2016 Antalya’nın sembol çiçeği
şakayık yer alacak. Türkiye’nin ve Antalya’nın
tanıtımına büyük katkı sağlayacağı öngörülen
organizasyonu yaklaşık 8 milyon kişinin ziyaret
etmesi bekleniyor.
63
TÜM ANNELERIMIZIN “ANNELER GÜNÜ” KUTLU OLSUN
ANNE
İlk kundağın
Ben oldum, yavrum
İlk oyuncağın
Ben oldum.
Artık isterlerse adımı
Söylemesinler bana
“Onun annesi” diyorlar...
Bu yeter sevgilim bu yeter bana.
Acı nedir
Tatlı nedir... bilmezdin
Dilin damağın
Ben oldum.
Elinin ermediği
Dilinin dönmediği
Çağlarda, yavrum
Kolun kanadın
Ben oldum
Dilin dudağın
Ben oldum.
Bir dediğini
İki etmiyeyim diye
Öyle çırpındım ki
Ve seni öyle sevdim sana
O kadar ısındım ki
Usanmadım, yorulmadım, çekinmedim
Gün oldu kırdın...
İncinmedim
İlk oyuncağın
Ben oldum, yavrum
Son oyuncağın
Ben oldum.
Belki kıskanırlar diye
Gördüklerini
Sakladım gözlerden
Gülücüklerini...
Tülün duvağın
Ben oldum.
Layık değildim
Layık gördüler
Annen oldum yavrum
Annen oldum!
Arif Nihat Asya
64
TÜRK
PARLAMENTERLER
BIRLIĞI
SAĞLIK PROTOKOLÜ IMZALANAN HASTANELERDEKI TBMM HATTI
GAZI ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: .............................................................................................................................................0312 202 44 91
HACETTEPE ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ............................................................................................................................0312 305 32 62-63
ANKARA ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ....................................................................................................................................0312 508 30 03
EGE ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ................................................................................................................................................0232 390 41 06
AKDENIZ ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ...................................................................................................................................0242 249 65 91
GAZIANTEP ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ............................................................................................................................0342 360 95 05
MEDIPOL ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ..................................................................................................................................0212 534 86 86,
0212 631 20 50/4029,
0212 440 10 00/1212
İSTANBUL ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: .................................................................................................................................0212 414 22 27
İSTANBUL ÜNIVERSITESI CERRAHPAŞA TIP FAKÜLTESI HASTANESI:...............................................................................................0212 414 34 54
KONYA SELÇUK ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ....................................................................................................................0332 224 49 70
KARADENIZ TEKNIK ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI:..........................................................................................................0462 377 54 22
KONYA NECMETTIN ERBAKAN ÜNIVERSITESI MERAM TIP FAKÜLTESI HASTANESI:.............................................................................0332 223 79 79
YILDIRIM BEYAZIT ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ..............................................................................................................0312 291 27 01
AFYON KOCATEPE ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ............................................................................................................0272 246 33 36
İSTANBUL BEZMIALEM ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI:...................................................................................................0212 453 18 58
MARMARA ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI (PENDIK DEVLET HASTANESI):...................................................................................0216 625 47 16
YÜZÜNCÜ YIL ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: .......................................................................................................................0432 216 05 16
BIRUNI ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI........................................................................................................................................... 0212 411 39 00
SAĞLIK HATTI: SAĞLIK UYGULAMALARI, HASTANELER VE ANLAŞMALI ECZANELERE ILIŞKIN HER TÜRLÜ
BILGI IÇIN 0312 420 0 112 VE 0312 420 72 24 NUMARALI TELEFONU ARAYABILIRSINIZ.
TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI
TBMM Yeni Halkla İlişkiler Binası Zemin Kat No: 49-50 Bakanlıklar/ANKARA Tel: 0312 420 66 21 Fax: 0312 420 66 24
Türk Parlamenterler Birliği Ziraat Bankası TBMM Şubesi IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001
65
ASIRLARA SIĞMAYAN BİR DEHA
MİMARBAŞI
KOCA SİNAN
66
OSMANLI DEVLETI’NIN EN GENIŞ SINIRLARA ULAŞTIĞI 16. YÜZYIL,
BU BAŞARININ YALNIZCA ASKERÎ ZAFERLERE DAYANMADIĞINI
GÖSTERECEK ÖRNEKLERLE DOLUDUR. BILIMDE VE SANATTA
ERIŞILEN NOKTA, DEVLET YAPISINDAKI YERLEŞMIŞLIK, ORDUNUN
GÜCÜ GIBI UNSURLARI BIR ARADA GÖREBILDIĞIMIZ BU DÖNEMIN
GÖRKEMI, HER ESERIYLE BÜYÜKLÜĞÜNÜ VE DEHASINI GÖSTEREN
MIMAR SINAN’IN YAPILARINDA SOMUTLAŞIR.
ENVER UYGUN
M
edeniyet tek bir kavramla açıklanacak olsa, bunu en iyi karşılayacak sözcük mimari olacaktır. Çünkü mimari medeniyeti
oluşturan hemen her ögeyi bünyesinde birleştirir. Sanat, felsefe
ve bilim başta olmak üzere bir medeniyeti meydana getiren unsurlar mimaride ifadesini bulur. Hangi coğrafyada olursa olsun
belli bir dönemin özelliklerinin somut karşılığı mimari yapılarda
belirginleşir. Başka bir ifadeyle bir dönemin edebiyatını, müziğini,
felsefesini, plastik sanatlarını, bilim yaklaşımını tek tek inceleyerek edinilecek bilgi, mimari eserlerin yönlendirmesiyle rafine biçimde elde edilebilir.
Tarihin çağlara ayrılması büyük oranda eğitimde kolaylığı sağlamak içindir. Yoksa tarihî
süreçlerin kesin başlangıç ve bitiş noktalarıyla
saptanması zordur. İlk Çağ, Orta Çağ, Yeni Çağ
ve Yakın Çağ ayrımları geniş çaplı etkiye sahip
siyasi olaylar baz alınarak yapılır. Bu dönemlere yakından bakıldığında devirlerin arasındaki
farklar mimari üzerinden okunabilir. Bir çağ
“resmen” bitmeden o döneme ait alışkanlıkların sonuna gelindiği, yeni yönelimlerin baş
gösterdiği mimari eserlerle belirginleşir. Rejim
değişikliği, yeni devletlerin kurulması gibi olgular da yine en çok mimari alanında kendini
gösterir. Her yeni rejim veya devlet kendine
özgü bir mimari üslupla doğar. Ön Asya’dan
Anadolu’ya yerleşen Selçukluların özgün
mimarisi, Osmanlı’nın İstanbul’un fethinden sonra değişen yapı
ve şehircilik anlayışı ile Meşrutiyet’in son dönemlerinde başlayıp
Cumhuriyet’in ilk dönemini belirleyen mimari dil bunun örnekleridir.
Yeniçerilikten mimarbaşılığa
700 yıla yakın hüküm süren Osmanlı Devleti’nin en önemli simalarından Mimarbaşı Koca Sinan’ın eserleri incelenmeden Türk
tarihi hakkında yorum yapmak neredeyse imkansızdır. Ölümüne
yakın, çalışma arkadaşı nakkaş Sai Mustafa Çelebi’ye yazdırdığı
hayat hikayesi ve eserlerinin listesi, Sinan’ın hayatı ve eserleri konusunda ana kaynak niteliğindedir. Tezkiret’ül Bünyan adlı bu eser
daha sonra kimi düzenlemelerle Tezkiret’ül Ebniye adıyla yeniden
yazılır. Burada yer alan bilgilere göre Osmanlı
ordusunda yeniçeri olarak başlayıp mimarbaşılığa uzanan 100 yılı aşkın ömründe 200’den
fazlası bugün hâlâ kullanılan 477 esere imza
atan Koca Sinan’ın doğum tarihi kesin olarak
bilinmiyor. Yeniçeri Ocağı’na Yavuz Sultan
Selim döneminde (1512-1520) katıldığını
belirten Sinan’ın buradan hareketle 1488 ila
1492 arasında dünyaya geldiği düşünülüyor.
Uzmanlar mimarbaşının doğum yerinin o dönemde Karaman sancağına bağlı Kayseri’nin
Ağırnas köyü olduğu üzerinde anlaşıyor.
Osmanlı Devleti’ni bir cihan imparatorluğu
kılan kudreti eserlerinde somutlaştıran Mimar Sinan 22 yaşında Kayseri’den İstanbul’a
getirilmiş bir devşirmedir. Sinan’ın hangi
milletten devşirildiğine dair kesin bir bilgi
bulunmaz. Çeşitli kaynaklarda, payitahttaki
eğitimine başladığında Türkçe bildiği belirtilir. Buradan hareketle
onun Kayseri civarında yaşayan Ortodoks Türklerden veya Türkleşmiş Bizanslılardan olduğu yorumu yapılır. Yeniçeri Ocağı’na Yavuz
67
Osmanlı şiirinin, müziğinin, medreselerinin
atılım yaptığı, siyasi kurumların bir cihan
imparatorluğunu yönetecek olgunluğa
ulaştığı bu dönemde devletin dünyayı
görme ve yansıtma biçimi Mimarbaşı
Sinan’la ortaya koyulur.
Kalfalık, ustalık, büyük ustalık
Sultan Selim döneminde katıldığı bilinse de bu padişahın ordusuyla sefere çıkıp çıkmadığı
açık değildir. Sinan’ın Arap ve İran toprakları üzerine yaptığı analizlerden yola çıkan tarihçiler onun Yavuz döneminde Tebriz (1514) ve Kahire (1516) seferlerine katıldığını belirtir.
Kanuni Sultan Süleyman’la birlikte Belgrad (1521), Rodos (1522), Mohaç (1526), Viyana
(1529), Graz (1532), Bağdat (1534), Adriyatik (1537) ve Boğdan (1538) seferlerinde yer aldığı
ise tarihî kayıtlarda mevcuttur. Sinan yaya yeniçeri olarak başladığı askerlik kariyerinde
yayabaşı, zemberekçibaşı gibi rütbelere getirilir. Yaklaşık 25 yıllık yeniçeriliği döneminde
savaş zamanları dışında çeşitli mimari eserlere imza atan Sinan, katıldığı seferlerde de
ihtiyaç üzerine köprü ve gemiler inşa eder. Yeniçeri Ocağı’nda aldığı dülgerlik eğitimiyle
farklı coğrafyalarda gördüğü mimarlık eğilimlerinden edindiklerini başarıyla sentezleyen
Sinan’ın yeteneği kısa sürede padişahın ilgisini çeker. Boğdan Seferi sırasında Prut Nehri
üzerine inşa ettiği köprüden etkilenen Sultan Süleyman, aynı yıl içinde vefat eden dönemin
mimarbaşı Acem Ali’nin ardından Sinan’ı Hassa Mimarları Ocağı’nın başına getirir.
Hassa Mimarları Ocağı, Osmanlı Devleti’nde yapı işlerinin sorumluluklarını üstlenen
ve doğrudan padişaha bağlı olan kurumdur. Mimar Sinan 1538’den 1588’deki ölümüne
dek Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566), II. Selim (1566-1574) ve III. Murad (1574-1595)
dönemlerinde, 50 yıl boyunca bu kurumun başında bulunur. Devletin mimari politikasının
uzun süre boyunca tek isme emanet edilmesi İslam şehirciliği için bir dönüm noktasıdır.
68
Mimar Sinan’ın Şehzade Camii ile kalfalık,
Süleymaniye Camii ile ustalık, Selimiye Camii ile büyük ustalık unvanlarını
kazandığı kabul edilir. Bunun dayanağı,
Evliya Çelebi’nin, babasının arkadaşı olan
Sinan’ın Şehzade Camii ile kalfalığını kanıtladığını, Süleymaniye ile asıl gücünü
gösterdiğini yazmasıdır. 80 yaşından
sonra inşa ettiği eserleri sınıflandırılırken
de “Pirlik dönemi” ifadesi kullanılır.
Mimar Sinan, Mimarbaşı olarak geçirdiği ilk 10 yılda (1538-1548) İstanbul’da
dört önemli yapıya imza atar. Bunlardan
üçü Kanuni Sultan Süleyman’ın aile
fertleri adına yaptırılan eserlerdir: Haseki Hürrem Külliyesi, Mihrimah Sultan
Külliyesi ve Şehzade Mehmed Külliyesi.
Bu dönemdeki bir diğer önemli yapısı ise
tarihin kaydettiği en büyük denizcilerden
MIMAR SINAN, MIMARBAŞI OLARAK GEÇIRDIĞI ILK 10 YILDA
(1538-1548) İSTANBUL’DA DÖRT ÖNEMLI YAPIYA IMZA ATAR.
BUNLARDAN ÜÇÜ KANUNI SULTAN SÜLEYMAN’IN AILE FERTLERI
ADINA YAPTIRILAN ESERLERDIR.
Barbaros Hayrettin Paşa için yaptığı türbedir. 1548-1557 yılları arasındaki ustalık
döneminde öne çıkan eserler arasında İstanbul’daki Hadım İbrahim Paşa Camii, Sinan Paşa Camii, Haseki Hürrem Hamamı ve Süleymaniye Suyolu ile Kırım’daki Tatar
Han Camii bulunur. Sinan’ın ustalıktan sonraki aşamaya geçişini müjdeleyen yapı
ise Süleymaniye Külliyesi’dir. Edirne’deki Selimiye Külliyesi’ni inşa etmesiyle sona
eren büyük ustalık dönemi eserleri arasında İstanbul’daki Kanuni Süleyman Türbesi,
Haseki Hürrem Türbesi, Rüstem Paşa Camii ve Kırkçeşme Suyolu ile Semiz Ali Paşa
Camii (Babaeski), Osman Şah Camii (Yunanistan), Behram Paşa Camii (Diyarbakır)
sayılabilir. Mimar Sinan bu dönemde ayrıca Ayasofya Camii’nin onarımı ve yapıya
iki yeni minarenin eklenmesi ile Kâbe’yi de içine alan Mescid-i Haram’ın onarım ve
genişletme çalışmalarını da yürütür.
Sinan’ın III. Murad zamanına denk gelen dönemi, genellikle kalfaları aracılığıyla
İstanbul dışındaki yapıları inşa ettiği yılları kapsar. 80 yaşının üstünde olmasıyla artık
Koca Sinan olarak anılan Mimarbaşı, uzun yıllar hizmetinde kaldığı II. Selim’in türbesi
başta olmak üzere İstanbul’daki Atik Valide Külliyesi ve Mesih Mehmed Paşa Camii
ile Sokollu Mehmed Paşa Köprüsü (Bosna-Hersek), Muradiye Camii (Manisa) gibi
eserlerle bu dönemle birlikte ömrünü de tamamlar. 1588 yılında hayata veda eden
Sinan, kendi türbesini de inşa etmiştir. Süleymaniye Külliyesi’nin karşısına konumlandırdığı türbenin Sai Mustafa Çelebi tarafından yazılan kitabesinde Kıldı dörtyüzden
ziyâde mescid-i ‘âli bina / Yapdı seksen yerde
cami bu aziz kârdan / Yüzden artuk ömür sürdü
akıbet kıldı vefat / Yatduğu yeri Hüdâ kılsun anın
bağ-ı cinân (Dörtyüzden fazla ulu mescit inşa
etti / Seksen yerde cami yaptı bu usta kişi /
Yüz yıldan fazla yaşadıktan sonra vefat etti /
Allah onun yattığı yeri cennet bahçesi eylesin)
ifadeleri yer alır.
69
Mimar, mühendis, şehir plancısı, marangoz...
Hassa Mimarları Ocağı’nın başında bulunması Sinan’ın en çok
mimar özelliğinin öne çıkmasına neden olur. Oysa o, mimar Doğan Kuban’ın ifadesiyle “Prut üzerinde on günde büyük bir ahşap
köprü kuracak bir inşaat mühendisi, Van Gölü üzerinde gemi inşa
edecek bir marangoz ustası, kendi çağı için bir tasarımcıydı.” Aynı
zamanda, özellikle külliyelerini inşa ederken saptadığı yerlere
bakarak onun bugünkü anlamıyla bir şehir plancısı olduğu da
gözden kaçmamalıdır. Külliye, klasik Osmanlı mimarisinde merkezine camiyi alan, konumlandığı bölgenin odağına yerleşecek
eğitim, ekonomi, sosyal hayat alanlarında birçok yapıyı bünyesinde barındıran bir birimdir. Mimari yapı olarak taşıdığı estetik
değer dışında külliyenin işlevi, şehir hayatını organize etmektir.
Külliye çevresinde şekillenen kent yapısı, bütünlüğü önemseyen
bir anlayışı temsil eder. Her parça bütüne hizmet etmek üzere
bulunduğu yere yerleştirilir.
70
Dünyayı, Allah’ın yaratmasından dolayı topyekûn mübarek gören İslam düşüncesi yalnızca ibadethaneleri değil, sivil yapıları ve
kent planını da güzellik kavramı çerçevesinde değerlendirir. Çünkü,
Allah’ın mükemmelen yarattığı evrende insanoğluna düşen onu
çirkinleştirmemektir. Sinan, içinden geldiği gelenek gereği güzelliği
önceler. Bunun yanı sıra Osmanlı Devleti’nin gücünü simgelemek
üzere hemen tüm yapılarında görkemli görünüşe önem verir. Bunu
sağlamak için sıklıkla başvurduğu dış unsur kubbelerdir. Mimar
Sinan’ın kubbe konusundaki hassasiyeti Osmanlı’nın Doğu Roma
başkenti İstanbul’u fethetmesinin ardından Fatih Sultan Mehmed’in
“Kayser-i Rum” unvanını kullanmasıyla birlikte değerlendirildiğinde
ortaya ilgi çekici bir sonuç çıkar. Nasıl ki Fatih, kendini Roma İmparatoru konumuna yerleştirerek Osmanlı Devleti’nin Doğu’ya ve Batı’ya
hâkim olduğunu, tarihten gelen haklarla dünyayı yöneteceğini ilan
etmişse, Sinan da bir Roma yapısı olan Ayasofya’nın kubbesinden
daha görkemli kubbeler yaparak Osmanlı’nın gelmiş geçmiş en güçlü
devlet olduğunu ortaya koymuştur.
71
TTETD’NİN 29 OCAK 2001 TARİHLİ YASANIN
İPTALİ İÇİN BAŞLATTIĞI HUKUKİ SÜREÇ*
DR. ŞÜKRÜ M. ELEKDAĞ
EMEKLİ BÜYÜKELÇİ, DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI ESKİ MÜSTEŞARI, 22. VE 23. DÖNEM CHP MİLLETVEKİLİ
“
2001 TARIHLI YASA,
“ERMENI SOYKIRIMI”NIN
TANINMASI HAKKINDA
PARLAMENTOLARINDAN
KARAR VEYA YASA
GEÇIREN ÜLKELER IÇIN BIR
ÖRNEK OLUŞTURMUŞTUR.
FRANSA’NIN BU YASASININ
IPTALI IÇIN MEVCUT
IMKÂNLARDAN AZAMI
ÖLÇÜDE YARARLANILMASI
ULUSAL ÇIKARLARIMIZ
AÇISINDAN GEREKLIDIR.
72
Okul Ders Programlarında Türk Tarihi Eğitiminde Tarafsızlık Derneği”nin (TTETD)
29 Ocak 2001 tarihli yasanın iptali amacıyla başlattığı hukuki sürecin detaylarına girmeden
önce bu yasanın iptalinin Türkiye’ye sağlayacağı kazanımlar üzerinde kısaca duralım.
Bir tek maddeden oluşan, 2001-70 sayılı ve 29 Ocak tarihli yasa şöyledir: “Fransa 1915
Ermeni soykırımını açıkça tanır. İşbu kanun devlet kanunu gibi uygulanır.”
Bu yasa, bugüne kadar “Ermeni soykırımı”nın tanınması hakkında parlamentolarından
karar veya yasa geçiren ülkeler için önde gelen bir örnek oluşturmuştur. Bu nedenle, aşağıdaki gelişmeler de dikkate alınarak, Fransa’nın 2001 tarihli yasasının iptali için mevcut
imkânlardan azami ölçüde yararlanılması ulusal çıkarlarımız açısından gereklidir.
Bilindiği üzere, Avrupa Parlamentosu, AB üyesi devletlere bir çağrı yaparak “Ermeni
soykırımı”nı tanımalarını istemiştir 1. Diğer taraftan AB’nin kabul etmiş olduğu Çerçeve
Karar, üye devletlerin ulusal mevzuatlarına entegre edildiği takdirde, Avrupa mahkemeleri
soykırım davalarında hüküm verme yetkisine sahip olacaklardır. Bu son derece tehlikeli
ve Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerini temelden çökertecek bir gelişme olacaktır. Avrupa’ya
egemen olan “İslamofobi” ve “Türkofobi” akımları sözünü ettiğim bu gelişmelerin gerçekleşmesini kolaylaştıran bir ortam oluşturuyor. Fransa Parlamentosu’nun kabul etmiş
olduğu 29 Ocak 2001 tarihli yasayı iptal ettirebildiğimiz takdirde tüm bu girişimlerin
akamete uğraması beklenmelidir. En önemli beklenti de, Fransa gibi, Almanya ile birlikte
Avrupa’nın lideri konumundaki bir devletin Türkiye’yi soykırımla suçlayan yasasının iptal
edilmesinin, tüm Avrupa ülkelerini etkileyecek ve yasama organı vasıtasıyla tarih yazma
girişimlerinin önünü bıçak gibi kesebilecek olmasıdır. Bu yolda başarı sağlanmasının, ABD
Kongresi’ne “Ermeni soykırımı”nı kabul ettirme girişimlerini engelleme hususunda elimize
gayet kuvvetli bir koz vereceği de tartışma götürmez.
2001 tarihli yasanın Fransa Anayasası’na aykırılığı
2001 tarihli yasanın Anayasa’ya aykırılığı daha yürürlüğe girdiği andan itibaren güçlü
eleştirilere konu teşkil etmiş ve bu husustaki tartışmalar aralıksız günümüze kadar
sürmüştür. Fransa’nın ünlü hukukçusu George Vedel, 2001 yılında yazdığı uzun bir
akademik makalede2, 2001 tarihli yasanın Anayasa’ya aykırılığını ortaya koymuş, eski
Adalet Bakanı ve Anayasa Konseyi Başkanı Robert Badinter3 de yaptığı konuşmalar
ve yazdığı makalelerde bu hususu teyit etmiştir. Bu mesele hakkında birçok hukukçunun Vedel ve Badinter’in görüşlerini destekleyen makaleleri vardır.
*Dr. Şükrü M. Elekdağ’ın, TPB Parlamento’nun Nisan 2016 sayısındaki “1915 Olayları” dosyası kapsamında yayımlanan
makalesinin ikinci bölümüdür.
1 AB Haber, Avrupa Parlamentosu’ndan “Ermeni soykırımı”nı tanıyın çağrısı, 13 Mart 2015.
2 François Luchaire: Un Républicain au Service de la République, Publication de la Sorbonne.
3 Le Monde, “Le Parlement n’est pas un tribunal”, le 14/01/2012, Robert Badinter.
2001 tarihli yasanın Anayasa’ya aykırılığı özetle şu hususlara
dayandırılmaktadır:
1. 2001 tarihli yasa, yayımlanmadan önce Anayasa Konseyi’nin
kontrolüne sunulmadığı için, gerekçesinde “Anayasa’ya uygundur”
ibaresi yoktur. George Vedel, Robert Badinter ve diğer birçok önde gelen hukukçunun kanaatince, eğer kontrole tâbi tutulsaydı 2001 tarihli
yasa büyük bir olasılıkla Anayasa Konseyi tarafından iptal edilecekti.
2. 2001 tarihli yasa, Anayasa’nın 34. maddesinde öngörülen ve
parlamentonun yetki alanını tanımlayan hükümlere aykırıdır. Söz
konusu madde, parlamentoya tarihî bir olay hakkında açıklama yapma yetkisi vermiyor.
3. Anayasal değere sahip olan 1789 Beyannamesi’nin 6. maddesine
göre “Yasa, Anayasa’ya uygun olarak genel iradenin ifadesidir.” Yani
yasalar normatif olmalı ve kurallar oluşturmalıdır. 25 Nisan 2005 tarihli
kararında Anayasa Konseyi, yasaların normatif olması gerektiğinin altını
çizmiş ve dolaylı olarak “Ermeni soykırımı” yasasının da dahil olduğu
“hafıza yasalarını” kınamıştır. Danıştay da, 2005 yılının yıllık raporunda,
Anayasa Konseyi’nin görüşünü teyiden, “Yasa; emretmek, yasaklamak
ve cezalandırmak için yapılır… Yasa normatif olmalıdır” demiştir.
4. Anayasa Konseyi, 28 Şubat 2012 tarihinde verdiği 2012-647DC sayılı kararla “Ermeni soykırımı”nın inkârını cezalandıran Boyer
Yasası’nı iptal etmişti. Bu kararın gerekçesinde şöyle bir ifade yer
alıyordu: “Kanunlar kuralları ifade etme amacını taşırlar, bu nedenle
de normatif bir yapıya sahip olmaları gerekir. Bir kanun hükmünün
soykırım suçunu tanıma amacını taşıması halinde bu kanun haiz
olması gereken normatif değerlerden yoksundur.”
5. Vatandaşlar arasında eşitliği öngören Anayasa’nın 1. maddesi
şöyledir: “Fransa, bölünmez, laik, demokratik ve sosyal bir cumhuriyettir. Köken, ırk veya din ayrımı yapılmaksızın tüm vatandaşların
kanun önünde eşitliğini sağlamakla mükelleftir. Tüm inançlara saygı
duyar…” 2001 tarihli yasa, “Ermeni soykırımı”na özel bir yaklaşım
sağlayarak, diğer soykırımları görmezlikten gelmekte, bu suretle
eşitlik ilkesini ve Anayasa’nın 1. maddesini ihlal etmektedir. Ayrıca,
2001 tarihli yasa “cemaatçi” bir mantığa dayanmaktadır. Anayasa
Konseyi, 15 Haziran 1999’da verdiği 1999-412-DC sayılı kararda, “kolektif hakların, ortak köken, kültür, dil ve inanca sahip olan herhangi
bir gruba tanınmaması gerektiğini” belirtmiştir.
6. 2001 tarihli yasa Anayasa’nın 64. maddesinden doğan güçler ayrılığı ilkesini ihlal etmektedir. Söz konusu madde ışığında parlamento
yargıya verilen yetkileri kullanamaz.
7. 2001 tarihli yasa, Anayasa’nın 47. maddesinde ve anayasal
değerdeki 1789 Beyannamesi’nin 11. maddesinde öngörülen ifade ve
iletişim özgürlüğünü ihlal etmektedir.
8. Avrupa Birliği devletlerinin Temel Haklar Şartı’nın 13. maddesi,
“Sanat ve bilimsel araştırmalar serbesttir. Akademik özgürlük korunmalıdır” demektedir. Bu nedenle, 2001 tarihli yasa Temel Haklar
Şartı’nı da ihlal etmektedir.
2001 tarihli yasanın iptali için izlenen strateji
Yukarıdaki izahatımızdan da anlaşılacağı üzere, Fransa Anayasası’na
aykırılığı hususunda tartışılmaz argümanlar bulunan 2001 tarihli yasa,
Anayasa mahkemesine iptal talebiyle götürüldüğü takdirde bundan
olumlu bir sonuç alınabileceği kuvvetli bir olasılık olarak görünmektedir. Diğer taraftan, 2008 Anayasa reformu ile Fransız vatandaşlarına
Anayasa Konseyi’ne bireysel başvuru hakkı tanınması, 2001 tarihli
yasanın iptal amacıyla Konsey’e götürülmesi yolunu açmıştır. Ancak,
bu haktan yararlanma bazı şartlara bağlanmış olduğundan burada bir
parantez açarak söz konusu reformdan kısaca bahsedelim.
2010 yılına kadar Fransa’da bir yasanın bir dernek veya bireyler
tarafından Anayasa Konseyi’ne iptal amacıyla götürülmesinin önü
kapalıydı. Anayasa’ya göre böyle bir başvuruda bulunulması, sadece
Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a, Millet Meclisi ve Senato Başkanları
ile 60 parlamenterden oluşan bir gruba tanınan bir imtiyazdı. 23
Temmuz 2008 tarihli Anayasa reformu ile Anayasa’nın 61-1. maddesi
bireysel başvuru hakkına imkân verecek şekilde değiştirildi. 1 Mart
2010 tarihinden itibaren yürürlüğe konulan yeni uygulamaya göre,
bir yargılama süreci sırasında, bir yasal hüküm nedeniyle Anayasa ile
güvence altına alınmış hak ve özgürlüklerin ihlali ortaya çıktığında,
mağdur olan vatandaş söz konusu yasal hükmün iptali için Anayasa
Konseyi’ne başvurabilmektedir. Bu başvuruya “Öncelikli Anayasal
Soru” (Question Prioritaire Constitutionnelle- QPC) denmektedir. Öncelikli Anayasal Soru (ÖAS) , önce Danıştay (Conseil d’Etat) veya Yüksek
Temyiz Mahkemesi’nin (Cour de Cassation) süzgecinden (filtrage) geçirilmekte ve uygun görülürse Anayasa Konseyi’ne gönderilmektedir.
Görüleceği üzere Fransa Anayasası, ÖAS mekanizmasından yararlanılmasını bazı şartlara bağlamıştır. Önce, davacının bir yargılama
süreci esnasında hakkını ihlal eden bir yasayla karşılaşması icap
ediyor. Sonra da davacının, bu yasanın iptali için ÖAS prosedüründen
yararlanarak Danıştay’a veya Yüksek Temyiz Mahkemesi’ne yapacağı
başvurunun söz konusu hukuk mercilerinden biri tarafından incelenip
kabul edilebilir bulunmasının ardından Anayasa Konseyi’ne intikal
ettirilmesi gerekiyor.
Bu durumda, ÖAS hakkından yararlanılarak 2001 tarihli yasanın
iptal talebiyle Anayasa Konseyi’ne götürülebilmesi için, Fransa
mevzuatının sağladığı imkânlar ışığında, şu iki yöntemden birinin
tercihi gerekiyordu:
Birinci yöntem, Türk asıllı Fransız öğrencilerin velileri tarafından,
çocuklarına okutulan tarih kitaplarında yer alan “Ermeni soykırımı”na
ilişkin asılsız ve aşağılayıcı iddialarla ayrımcılık yapıldığı ve bu iddialara
karşı çıkan öğrencilerin disiplin cezasına çarptırıldıkları ileri sürülerek,
Millî Eğitim Bakanlığı’na (MEB) karşı tarih dersinde eğitimin tarafsız
bir şekilde yapılması için hukuk davası açılmasını öngörüyordu.
Bu davanın MEB tarafından 2001 tarihli yasaya dayanılarak reddi
üzerine de, mağdur öğrencilerin velileri, ÖAS hakkından yararlanmak
73
suretiyle 2001 tarihli yasanın iptali için Anayasa Konseyi’ne başvuracaklardı.
İkinci yöntem, hukuk davası yerine idari bir davanın sağladığı
avantajlardan yararlanmayı öngörüyordu. İdari davanın sağladığı
avantaj, tüm duruşmaların kapalı olmasıydı. Davaya, kamuya kapalı
duruşmalarda yazılı başvurular ve belgeler dikkate alınarak bakılıyor,
dava sürecinde mahkeme ihtiyaç duyduğu konularda taraflara yazıyla sorular yöneltiyor ve bunlara yazılı yanıtlar istiyordu.
Ermeni lobisinin ve aktivistlerin çok güçlü oldukları Fransa’da
birinci yöntemin, yani kamuya açık hukuk davasının ciddi mahzurları vardı. Açık duruşmalarda büyük bir olasılıkla Ermeni aktivistler
nümayiş ve taşkınlıklar yaparak yargıçları etkilemeye çalışacaklar,
hatta tehdit edebileceklerdi. Bu durumda, idari dava uygun yöntem
olarak tercih edildi. Ancak, idari bir davanın açılabilmesi için, davayı
açacak derneğin, kolektif bir menfaati korumak ve savunmak amacıyla ve bunun prosedürünü öngören 1 Temmuz 1901 yasasına göre
kurulması gerekiyordu. Yasa, derneğin kuruluş statüsünde amacının
gayet sarih bir şekilde belirtilmesini zorunlu gördüğünden, idari bir
davanın açılabilmesi için kurulacak derneğin statüsünde amacın,
“Fransa’da Türk tarihi eğitiminde tarafsızlığı teşvik etmek ve bu
alanda pedagojik çalışmalar yapmak” gibi bir ifadeyle yer alması
icap ediyordu.
Bu satırların yazarı tarafından Paris’te oluşturulan “hukuk
danışmanları ekibi”nin desteği ve Fransa Türk Kültür Dernekleri
Birliği’nin girişimiyle “Okul Ders Programlarında Türk Tarihi Eğitiminde Tarafsızlık Derneği-TTETD”nin (Association Pour la Neutralité
d L’enseignement de l’Histoire Turque Dans Les Programmes Scolaires-ANEHTPS) kurulmasına ilişkin bürokratik işlemlerin kısa sürede
tamamlanması mümkün oldu. Kuruluşunun 5 Haziran 2015’te resmî
gazetede ilanıyla birlikte TTETD faaliyete geçti.
celikli Anayasal Soru hakkından yararlanarak Anayasa Konseyi’ne
başvurmuş ve bu amaçla hazırladığı belgeyi Danıştay’a iletmiştir
(6 Ağustos 2015).
Anayasa Konseyi’ne başvuru
Bu başvuruda özetle şu hususlar yer almıştır:
• 15 Temmuz 2008 kararnamesinin (“Ermeni soykırımı”nı ders
programlarına dahil eden kararname) hukuki dayanağının 29 Ocak
2001 yasası olduğu, cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanların yaptıkları açıklamalara, MEB’in kararname, tüzük ve talimatlarında yer
alan ifadelere dayanılarak kanıtlanmıştır.
• 29 Ocak 2001 yasasının gerekli usullere uyulmayarak Anayasa
Konseyi’nin denetimine sunulmadığı ve bu suretle Anayasa’nın
34’üncü maddesine uygun olup olmadığının kontrol edilmediği,
sunulmuş olsaydı Anayasa Konseyi’nin vermiş olduğu kararların
oluşturduğu içtihat ışığında reddedilmiş olacağı belirtilmiştir.
• Anayasa Konseyi’nin, 28 Şubat 2012 tarihinde Boyer Yasası’nı
iptal etmiş olduğu kararının gerekçesinde yer alan, “Kanunlar kuralları ifade etme amacını taşırlar, bu nedenle de normatif bir yapıya
sahip olmaları gerekir. Bir kanun hükmünün soykırım suçunu tanıma
amacını taşıması halinde bu kanun haiz olması gereken normatif
değerlerden yoksundur” ifadesi gereğince 2001 tarihli yasayı iptal
etmesi gerektiği vurgulanmıştır.
• 29 Ocak 2001 yasasının kuvvetler ayrılığı prensibini ihlal ettiği
belirtilmiştir.
• Söz konusu yasanın, Anayasa’dan doğan, kamu hizmetlerinde
tarafsızlık, ayrımcılıktan kaçınma, ifade özgürlüğü ve düşünce özgürlüğü ilkelerini ihlal ettiği kaydedilmiştir.
• Bu hususlara ilaveten, 29 Ocak 2001 tarihli yasa, uluslararası
hukuk alanında Fransa’nın taahhütleri açısından irdelenmiş ve bu
taahhütleri ihlal ettiği vurgulanmıştır.
MEB aleyhine dava açılması
TTETD Başkanı Dr. Demir Önger, 5 Haziran 2015 tarihinde Fransa
Millî Eğitim Bakanı Madame Najat Vallaud-Belkasem’e iadeli taahhütlü bir dilekçe göndererek idari dava sürecini başlattı. Dr. Önger
dilekçesinde, TTETD’nin amaçları hakkında bilgi verdikten sonra,
kolejlerin 3’üncü sınıflarında “Ermeni soykırımı” dersinin okutulması
talimatını veren “Millî Eğitim Bakanlığı’nın Okulların Ders Programlarına Dair 15 Temmuz 2008 Tarihli Kararnamesi”nin iptalini talep
etmiştir. Dr. Önger bu talebini, “İdari Makamların Yasadışı Düzenlemelerinin İptali”ne dair 12 Nisan 2000 tarihli yasanın 16-1 maddesine
dayandırmıştır. Söz konusu dilekçede ayrıca 15 Temmuz 2008 tarihli
kararnamenin, eğitim alanında kamu hizmetinde tarafsızlık, ifade
özgürlüğü ve vicdan özgürlüğü ilkelerini ihlal ettiği vurgulanmıştır.
Millî Eğitim Bakanı, TTETD’nin dilekçesini, yasanın öngördüğü
iki aylık süre içinde yanıtlamayınca bu durum Derneğin talebinin
reddedildiği anlamına gelmiştir. Bu gelişme üzerine TTETD, Ön-
74
Danıştay’ın hukuk dışı kararı
Danıştay’ın TTETD’nin başvurusunu “kabul edilebilirlik ölçütleri”
ışığında kontrol ettikten sonra kabul edilebilir (admissible) bulup
incelemeye alması davamız açısından olumlu bir aşamayı oluşturdu.
Özellikle inceleme sürecinde, 1. Raportör ile Denetici’nin başvurumuzun Anayasa Konseyi’ne havale edilecek vasıflara sahip bulunduğu
yolundaki görüşleri, TTETD tarafından tabir caizse “tünelin ucunda
ışığın görüldüğü” şeklinde algılandı.
Ne var ki Danıştay, 19 Ekim 2015’teki duruşmasında açıkladığı
kararla TTETD’nin Öncelikli Anayasal Soru başvurusunu reddetti
ve Anayasa Konseyi’ne intikal ettirmedi. Danıştay bu kararını, şu
iki hatalı ve gerçekleri kasten çarpıtan gerekçeye dayandırmıştır:
Birincisi, Danıştay, Anayasa Konseyi’nin Boyer Yasası’na ilişkin
dava sürecinde 2001 tarihli yasayı da ele aldığını ve bu yasanın normatif (kural koyucu) olmadığını karara bağladığını iddia etmiştir.
Oysa, bu tamamen gerçek dışıdır. Zira Anayasa Konseyi, 28 Şubat
2012 tarihli basın açıklamasında, hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde, 2001 tarihli yasa hakkında bir hüküm vermediğini
açıklamıştır.
İkincisi, Danıştay, yetkisini aşarak, loi ordinaire (sıradan yasa)
kategorisindeki 2001 tarihli yasanın “normatif olmamasından dolayı” Anayasa’dan doğan hak ve özgürlükleri zedeleyemeyeceği, bu
nedenle de ihtilafa uygulanamayacağı hususunda karar vermiştir.
Oysa, loi ordinaire kategorisindeki kural koyucu yasaların “normatif”
olup olmadıkları hakkında karar yetkisi Anayasa Konseyi’ne aittir.
Danıştay bu kararını, “program yasaları” hakkındaki içtihadına
dayandırmıştır. “Program yasaları”, bir bakanlığın birkaç seneye
yayılan faaliyetlerini kapsayan, fakat normatif olmayan, yani hiçbir
kural koymayan yasalardır. Bu tür yasalar, uyuşmazlık ve itilaf içeren
davalara uygulanamazlar.
Danıştay, bu uydurma ve gerçekleri alenen tahrif eden kararıyla
prestijini zedeleme pahasına Hükümet’in direktifine uymuş ve 2001
tarihli yasaya dokunmayarak Ermeni lobisinin amaçlarına hizmet
etmiştir.
Anayasa Konseyi Danıştay kararını bozmuştur
Anayasa Konseyi, 8 Ocak 2016 tarihli kararıyla Danıştay’ın 19 Ekim
2015 tarihli kararını bozmuş ve 2001 tarihli yasanın iptali girişiminde TTETD’nin önünü açmıştır.
Konsey, kararında her ne kadar TTETD’nin 2001 tarihli yasanın
iptaline ilişkin talebini kabul etmemiş ise de, bunu, bakılan davada
Derneğin üçüncü taraf olması nedeniyle söz konusu yasanın doğrudan kendisine sunulmamış olması gerekçesine dayandırmıştır.4
Bu şekilde Konsey, TTETD’nin bu konuda yapmış olduğu Öncelikli
Anayasal Soru başvurusunun kendisine intikalini hatalı ve tutarsız
bir gerekçeyle engellemiş olan Danıştay’ın bu kararındaki sakatlığı
ortaya koyarak, 2001 tarihli yasanın önüne getirilmesi için zımnen
davetiye çıkarmıştır.
Bu durumda TTETD, 22 Ocak 2016 tarihinde Danıştay’a bir dilekçeyle müracaat ederek, 6 Ağustos 2015 tarihli Öncelikli Anayasal
Soru başvurusunun yeniden incelenmesini talep etmiştir. Halen
Danıştay’ın bu talebe vereceği yanıt beklenmektedir. Danıştay,
önceki tutumunu değiştirerek Derneğin başvurusunu Anayasa
Konseyi’ne havale ettiği takdirde 2001 tarihli yasanın iptal edilmesi
şansının yüksek olduğu bir aşamaya girilmiş olacaktır. Zira makalemizin ikinci bölümünde izah ettiğimiz üzere, Anayasa Konseyi’nde
2001 tarihli yasanın Anayasa’ya aykırılığını kanıtlamak için dayanacağımız argümanlar son derece kuvvetli olduğu gibi, Fransızların
hukukun kutsal mabedi olarak tanımladıkları Anayasa Konseyi,
siyasi baskıların nüfuz edemediği bir kuruluş olarak tanınmaktadır.
Sonuç
TTETD’nin 2001 tarihli yasanın iptali amacıyla açtığı dava henüz
sonuçlanmamış olmakla beraber, müdahil sıfatıyla katıldığı Gayssot
davasında Anayasa Konseyi’nin verdiği karar, Türkiye’ye Ermeni
iddialarına karşı önemli hukuki kazanımlar sağlayan hükümler içermektedir.
Bu hükümlerden birincisi, Konsey’in, bir insanlığa karşı suçun inkâr
edilmesi fiilinin suç sayılarak cezalandırılması için, söz konusu insanlığa karşı suçun yetkili bir mahkeme kararıyla saptanmış bulunmasını
şart koşmasıdır. Bu nedenle, bundan böyle Fransız Parlamentosu,
Türkiye’yi soykırımla suçlayan 2001 tarihli yasaya dayanarak, Ermeni
soykırım iddiasının inkârının cezalandırılmasını öngören yasalar
çıkartamayacaktır.
Konsey, ikinci olarak, Holokost ile “Ermeni soykırımı” arasında
fark bulunduğunu, Holokost’un uluslararası bir mahkemenin kararına
dayanan bir gerçek olduğunu, buna mukabil “Ermeni soykırımı”nın
hukuki dayanaktan yoksun bulunan bir görüş niteliğinde olduğunu
vurgulayarak, AİHM’in Perinçek davasında verdiği kararı desteklemiştir.
Konsey nihayet, uluslararası hukukun Holokost’u soykırım olarak
tanıması nedeniyle, Holokost’un inkârının cezalandırılacak bir fiil
oluşturduğunu ve bu durumun hiçbir mahkeme kararına dayanmayan Ermeni iddialarıyla keskin bir tezat teşkil ettiğini belirtmek ve
bu farkın altını çizmek suretiyle, bir fiilin soykırım olup olmadığının
yetkili mahkeme tarafından saptanabileceğini ve yasama ile yürütme organlarının bir olayı insanlığa karşı suç veya soykırım olarak
tanıma yetkisine sahip olmadıklarını ortaya koymuştur.
Bunlar, Ermeni tezinin çürütülmesi açısından elde edilen kritik
önemde hukuki kazanımlardır. Karar, her ne kadar bir ulusal mahkeme kararı olsa da, bu mahkemenin Fransa gibi AB bünyesinde lider
konumunda olan ve Avrupa hukukunun oluşmasına ciddi katkıları
bulunan bir devletin anayasa mahkemesi olması nedeniyle, söz
konusu kararın diğer AB üyeleri ve Avrupa devletleri için önemli bir
referans belgesi oluşturacağı düşünülmektedir. Bunun da ötesinde, gerek Türk Hükümeti gerekse ABD’de Türk tezini destekleyen
STK’lar, Anayasa Konseyi kararından, ABD Kongresi’nden “Ermeni
soykırımı”nı destekleyen karar çıkarma girişimlerini engellemek
hususunda etkin şekilde yararlanabilirler.
Son bir nokta olarak, Konsey kararının, Türkiye-Fransa ikili ilişkilerinin gelişip güçlenmesine ciddi katkıda bulunması beklenmelidir.
Zira bu karar, Türkiye-Fransa ilişkilerinin istikrar kazanmasına set
çeken “Ermeni soykırımı”nın inkârını suç sayan yasa tasarılarının
Ermeni lobisinin etkisiyle kabul edilmesini yasaklamaktadır.
4 Anayasa Konseyi kararının 3. maddesi.
75
1 Mayıs 1886 -
Amerika İşçi Sendikaları önderliğindeki
işçilerin haftanın 6 günü 12 saat çalışmaya karşı çıkmaları ve günlük 8 saatlik
mesai talep etmeleriyle başlayan eylem
dünyada da yankı buldu. 1 Mayıs zaman
içinde pek çok ülkede İşçi Bayramı
olarak kutlanmaya başladı.
10 Mayıs 1982
Birleşmiş Milletler’in aldığı karar
çerçevesinde Dünya Engelliler
Haftası kutlanmaya başladı.
8 Mayıs 1945 -
MAYIS
Almanya’nın Sovyetler Birliği ve
Polonya’ya teslim olmasıyla II. Dünya Savaşı Avrupa’da sona erdi.
1
5
8
10
5 Mayıs 1955 -
Türk Kadınlar Birliği’nin (TKB) girişimiyle
her yıl mayıs ayının ikinci pazarının Anneler Günü olarak kutlanması kararlaştırıldı.
10 Mayıs 1868
Danıştay, Sultan Abdülaziz’in nutkuyla Şura-yı Devlet
adıyla kuruldu. Bu olay, 19. yüzyıl Osmanlı ıslahat
hareketlerinin en önemlilerinden kabul edilir.
76
27 Mayıs 1960
Türk Silahlı Kuvvetleri, 1950 yılında iktidar olan
Demokrat Parti’nin Türkiye’yi baskı rejimine
doğru sürüklediği ve yurt içinde kardeş
kavgalarına mahal verdiği gerekçesiyle
yönetime el koydu.
13 Mayıs 2014 -
Manisa’nın Soma ilçesindeki bir kömür
madeninde yangın meydana geldi. Yangın
sırasında yerin 400 ila 800 metre altında
bulunan 787 işçiden 301’i açığa çıkan zehirli gazlar nedeniyle hayatını kaybetti.
13
19 Mayıs 1919 -
Mustafa Kemal Paşa’nın Bandırma
Vapuru’yla Samsun’a ulaşmasıyla
Türk ulusal kurtuluş savaşı başladı.
18
19
27
29
29 Mayıs 1453 -
II. Mehmed’in 6 Nisan’da başlattığı İstanbul kuşatması
zaferle sonuçlandı. İstanbul’un fethinin hem Osmanlı
hem de dünya siyasi tarihi açısından
pek çok önemi bulunuyor.
18 Mayıs 1982
Doğal ve kültürel varlıkların tanıtılması,
korunması, gelecek kuşaklara aktarılması
ve tarihî eserlerin önemi gibi konularda
kişilerin bilinçlendirilmesini amaç edinen
Müzeler Haftası Türkiye’de ilk kez
kutlanmaya başladı.
77
10 MAYIS 1982
ENGELLILER
HAFTASI
PINAR ÇAVUŞOĞLU
E
ngellilik, insanlık tarihiyle yaşıt bir durum. Genetik mutasyonlardan da kaynaklanabiliyor, sonradan da gelişebiliyor.
“Herkesin bir engelli adayı olduğu” düşünüldüğünde toplumun
bu konuda bilinçlenmesi, duyarlı davranması önem taşıyor.
Engelli bireyler eğitimden sağlığa, ulaşımdan istihdama pek
çok alanda sorunlar yaşayabiliyor. Ancak kendi ifadeleriyle
engelli bireyler en çok toplumun onlara karşı tutumundaki yanlışlıklardan muzdaripler. Engelliliğe sebep olan etkenlerin yok
edilmesi, gen mühendisliği çok ileri seviyelere ulaşmadıkça ve
kazalar önceden tahmin edilemedikçe elbette imkansızdır, ancak
toplumun eğitilmesi mümkün. “Bugün sağlıklıyım, peki yarın?”
sorusunun sıkça dile getirilmesinin de engelli yaşam haklarına
saygı duyulmasına katkısı olacağı muhakkak.
Engelli kişilerin hayata daha umutla baktığı, etrafındakilere
karşı daha duyarlı olduğu bilinir. Pek çokları ise onların azmine
imrenir. Bir görme engellinin çok iyi resimler ortaya koyabilmesi,
bir bedensel engellinin protez bacağıyla yarışlara katılacak kadar iyi koşabilmesi veya bir işitme engellinin müziği duymadığı
halde dans edebilmesi onların aslında “engel tanımadıklarının”
en güzel kanıtı.
Bu örnekler adını tarihe altın harflerle yazdırmış kişiler üzerinden çoğaltılabilir. Beethoven mesela… Hayatı boyunca duyma
problemi yaşayan dahi müzisyen, işitme duyusunu kademe
kademe kaybetti. Dünyaca ünlü 9. Senfoni’yi bestelediğinde
ise tamamen sağırdı. Tarihin gördüğü en büyük askerî ve siyasi
dehalardan biri olarak kabul edilen Timur’un bir kolu ve bir bacağı
sakattı. Buna rağmen Aksak Timur, katıldığı savaşlardan galip
ayrılmıştı. Âşık Veysel, çocukken geçirdiği çiçek hastalığı nedeniyle gözlerini kaybetmiş, ama güzel ve dokunaklı türküleriyle
gönüllerde taht kurmuştu. İngiliz bilim adamı Stephen Hawking
tedavisi olmayan sinirsel bir hastalığa yakalanmış ve tekerlekli
sandalyeye mahkum olmuştu. Ancak bu onun bilimsel çalışmalar yapmasına ve “Einstein’dan bu yana dünyaya gelen en parlak
teorik fizikçi” olarak anılmasına engel değildi.
Eksik değil, farklı olmak
Günümüzde engelli bireylerin, aslında yalnızca “farklı” olduğunu
kabul edebilmek kolay gelinebilmiş bir nokta değil. Çok tanrılı
inancın olduğu dönemlerde engellilik ilahi bir ceza olarak görülü-
78
yor, engelli kişiler öldürülüyor veya çeşitli şekillerde toplumdan
dışlanıyordu. Değil binlerce yıl önce, Orta Çağ’da dahi engelli
bireyler ayrı koloniler halinde yaşamaya zorlanıyor, ölüme terk
ediliyor veya kötü muamelelere maruz bırakılıyordu. Dünya ne
kadar uygar ve teknolojik açıdan gelişmiş olursa olsun, çağımızda bile engelliler uzun bir süre görmezden gelindi; tüm koşullar
yalnızca “normal” olarak tabir edilen insanlar için oluşturuldu.
Demokrasi ve insan hakları kavramları yüzyıllardır dile getirilmesine rağmen o kavramların çok tabii olarak engelli bireyleri
de kapsadığı yeni görülmeye başladı.
Günümüzde engellilik, nihayet önem kazanmış bir konu. Yalnızca sivil toplum kuruluşları ve engelli platformlarında değil,
ülke parlamentolarında da bu konu dile getiriliyor, hatta uluslararası boyuta taşınıyor. Pek çok ülke yalnızca hastane, devlet
binaları, havaalanı ve terminal gibi yoğun kullanılan yerlerde
değil, cadde ve sokaklarda da engelli bireylere yönelik düzenlemelere gidiyor. Ayrıca engelli bireyler için kullanılan tabirler
üzerinde titizlikle duruluyor, incitici sözlerden kaçınılıyor. Örneğin TBMM’nin 2013 yılında kabul ettiği; sakat, özürlü ve çürük
ibarelerinin yerine engelli ibaresi ve türevlerinin kullanılmasını
öngören yasa, toplum nezdindeki negatif algının izale edilmesi
amacı taşıyor.
Birleşmiş Milletler’in (BM) engellilerin yaşam hakları doğrultusunda kabul edilmiş kararları ve BM Engelli Hakları Sözleşmesi
bulunuyor. Sözleşmenin amacı, “Engellilerin tüm insan hak
ve temel özgürlüklerinden tam ve eşit şekilde yararlanmasını
teşvik etmek, korumak ve sağlamak, doğuştan sahip oldukları
onura saygıyı güçlendirmek” olarak ifade ediliyor.
BM kararıyla 1992 yılından bu yana 3 Aralık, Uluslararası Engelliler Günü olarak kutlanıyor. Yine BM yıl içinde Dünya Down
Sendromu Farkındalık Günü, Dünya Otizm Farkındalık Günü,
Dünya Körler Günü gibi özel günler belirlemiş. Bu günlerde toplumda engellilik konusundaki bilinci artırmak amaçlanıyor. Ayrıca
dünyanın pek çok ülkesinde 10-16 Mayıs günleri arası Engelliler
Haftası olarak kutlanıyor. Etkinlikler kapsamında engelli bireylerin ortaya koyduğu resim, müzik, tiyatro, dans gösterisi gibi
sanatsal çalışmalar ile sempozyum ve paneller düzenleniyor. 10
Mayıs’ta açılışı yapılan haftada Görmeyenler Günü, İşitme ve
Konuşma Kusurluları Günü, Ortopedik Engelliler Günü, Zeka ve
Ruhsal Engelliler Günü, Güçsüz Yaşlılar ve Korunmaya Muhtaç
Çocuklar Günü ayrı organizasyonlarla kutlanıyor. 16 Mayıs’ta ise
haftanın genel değerlendirmesi yapılıyor.
Engelliler Haftası’nda ve yılın diğer günlerinde engelliler için
düzenlenen etkinlikler ne kadar yankı bulursa halk da bu konuda
o denli bilinçleniyor, engelli bireyler ülkelerinde daha huzurlu
bir hayat sürüyor. “Engelliler bir toplumun aynasıdır” sözü bu
bağlamda oldukça önem arz ediyor. Çünkü günümüzde ülkelerin
gelişmişlik düzeyi yalnızca teknolojide kaydettiği ilerlemelerle
değil, insan hakları ve demokrasiye bakışı, engelli bireylerine
verdiği değerle de ölçülüyor.
79
VAKIF MEDENİYETİNİN MİRASINI YAŞATMAK
VAKIF HAFTASI
80
HER YIL MAYIS AYININ IKINCI HAFTASI KUTLANAN VAKIF HAFTASI,
İSLAM COĞRAFYASINDA DOĞAN, OSMANLI DEVLETI’NDE DORUK
NOKTASINA ULAŞAN VAKIF SISTEMININ GÜNÜMÜZ INSANINA
TANITILMASINI AMAÇLIYOR. ARKA PLANINDA IYILIK DÜŞÜNCESININ
YATTIĞI VAKIFLARIN TARIH IÇINDE MILYONLARCA INSANIN YEMEK,
BARINMA, SAĞLIK, EĞITIM BAŞTA OLMAK ÜZERE BIRÇOK IHTIYACINI
KARŞILAMASI, OSMANLI’DAN DEVRALDIĞIMIZ MIRASIN BOYUTU
ÜZERINE DÜŞÜNMEYE DAVET EDIYOR.
ORHAN GÜLENAY
İ
slam kültüründe doğup Osmanlı Devleti’nde zirve noktasına
ulaşan vakıf sistemi, 19. yüzyıl sonuna kadar Asya içlerinden
Balkanlar’a, Anadolu’dan Afrika’ya toplumsal hayatın merkezinde
yer alır. Osmanlı’nın yıkılma sürecine girmesiyle kapitalist ekonomiye sahip güçlerin Asya ve Afrika’daki sömürge topraklarında kendi rejimlerini oturtabilmek için ilkin vakıf düzenini bozmaya
girişmesi, bu kültürün ne denli geniş bir
etki alanına sahip olduğunun göstergesidir.
Vakıflar iktisadi ve sosyal kurumlar
şeklinde görülse de bunun arkasında yatan
medeniyet tasavvurunu anlamadan vakıflar
hakkında söz söylemek zordur. İslam inancı
içinde şekillenen vakıfların ilk örneğinin
ikinci halife Hz. Ömer tarafından kurulduğu
kabul edilir. Hz. Ömer’in, 629 yılındaki Hayber Muharebesi’nden sonra kendisine savaş
ganimeti olarak verilen bir araziyi satılmaması, miras bırakılmaması, hibe edilmemesi
şartıyla fakir, köle, misafir ve Allah yolunda olanların istifadesi için
tahsis etmesiyle vakıf kurumu oluşur. Mülklerin işletilmesi ve elde
edilen gelirin uygun biçimde kullanılması mali ve hukuki süreçler
olduğundan daha sonraki dönemde vakıflar İslam hukuku içinde
önemli yer tutar. Kuran’daki hayır işlemek, malları Allah yolunda
harcamak konulu ayetler ile aynı noktaya dikkat çeken hadisler
vakıf sisteminin dinî dayanakları haline gelir.
Vakıflar, hukuki ve iktisadi kurallara göre işletilen yapılar
olmanın yanında bugünün kavramlarına başvurarak söylenirse
birer sivil toplum kuruluşu işlevi üstlenir. Ancak modern dönemdeki gibi devletin eksik kaldığı, elinin erişmediği alanlarda
devreye girmek gibi bir durum vakıflar için
söz konusu değildir. Çünkü 11. yüzyıldan
itibaren özellikle Türklerde devlet yapısı,
zaten vakıfları düşünerek şekillenir. Bu
anlamda İslam coğrafyasında, özellikle
Osmanlı’da Batı modeli bir sivil-resmî ayrımının olmadığı, bireylerin refahı ve toplum
hayatının sağlıklı şekilde devam ettirilmesi
için eldeki imkanların verimli kullanılmasının
öne çıkarıldığı görülür. Bu anlayışa göre,
toplumu bir arada tutan, devletin halkla
birlikte gelişmesini sağlayan itici güç iyiliktir. Vakıf kültürünü açıklamak için kullanılan
“hayrat sistemi” kavramı durumu özetler
niteliktedir. “Sevap için Allah rızası yolunda
yapılan iyilikler” anlamına gelen hayrat sözcüğünün Türk-İslam
medeniyetinin mayasını oluşturduğu söylenebilir. Vakıf kültürü
hakkında önemli çalışmalara imza atan Türk Tarih Kurumu eski
Başkanı Prof. Dr. Bahaeddin Yediyıldız’ın bu konudaki tespitleri
son derece yararlıdır: “Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Türk
toplumunun sosyal psikolojisi tahlil edildiğinde insanların imaret
ya da hayrat külliyesini iman, düşünce ve eylem dengesi üzerine
81
YOKSULLARA YIYECEK DAĞITMAK ÜZERE YAPTIRILMIŞ IMARETLER
VAKIF ESERLERI ARASINDA OLDUKÇA GENIŞ YER TUTAR. 18. YÜZYILDA
İSTANBUL IMARETLERINDE HER GÜN YEMEK YIYENLERIN 30 BIN
KIŞIDEN FAZLA OLDUĞUNU SÖYLEYEN KAYNAKLAR BULUNUR.
den ağır eleştirilere uğrar. 1984 (George Orwell), Cesur Yeni Dünya
(Aldous Huxley), Biz (Yevgeni Zamyatin) gibi kitaplarda ideal düzen uğruna insanın makineleştirilmesi ve özgür iradesinin elinden
alınması eleştirilir. Farabi ise Erdemli Şehir’de günün gereklerine
göre gerçekleşen değişimlerin çok ötesinde bir kavrayışla ideal
toplum düzeninin merkezine iyiliği yerleştirir. Böyle bir temel
üzerinde şekillenen Osmanlı devlet teşkilatı, 6 yüzyıl boyunca 3
kıtada hüküm sürer.
Eğitim, sağlık, ulaşım, kültür...
kurulmuş bir kültür ürünü diye algıladığı söylenebilir. Zira onlara
göre sosyal yardımlaşma aslında ferdin şahsî sorumluluğuna ve
hür iradesine dayanıyordu. Her insan bütün insanlığın meselelerini kendi meselesi gibi hissetmeli, bunun için gücü nispetinde
çalışıp üretmeli ve kendi ihtiyacından fazlasını hür iradesiyle diğer
insanlar için harcamalıdır. Bunun en iyi yolu da bir imaret/hayrat
külliyesi inşa etmektir.”
Türk toplumlarında hayrat düşüncesinin felsefi kaynağını
Farabi’nin 10. yüzyılın ilk yarısında kaleme aldığı Erdemli Şehir adlı
eserde bulmak mümkündür. Platon’un Devlet’inden sonra ideal
devlet felsefesinin ve ütopya edebiyatının ilk örneklerinden sayılan eser, adı Avrupa’nın pozitif bilim ve teknoloji esasına dayanan
ütopya geleneğinden büyük farklarla ayrılır. Thomas More’un 1516
tarihli ünlü kitabıyla adını bulan, insanların refah içinde, mutlulukla
yaşadığı devlet düzenini ele alan ütopyaların Batı edebiyatındaki
örneklerinde pozitif bilimler ve teknolojinin öne çıktığı görülür.
Utopia başta olmak üzere Güneş Ülkesi (Campenalla), Yeni Atlantis
(Francis Bacon) gibi metinlerde toplum sınıflara ayrılır. Her sınıfın
mensupları kendileri için belirlenen görevleri eksiksiz yerine getirir.
Yönetimde ise mutlak belirleyici akıldır. Bu kitaplarda “yeryüzü
cenneti” olarak sunulan düzen, 20. yüzyılda yine Batı kültürü için-
82
Doğuşu itibarıyla dinî bir kurum hüviyeti taşıyan vakıflar doğrudan sosyal hayatla ilgilidir. Hatta İslam coğrafyasında sosyal
hayatın şekillenmesi vakıflar aracılığıyla olur. Mimaride de karşılığı görülen, bütüncül bir dünya algısının ürünü bu yaklaşımda
yerleşim birimleri, merkezinde caminin olduğu külliyeler etrafında
teşekkül eder. Bu yerleşim hem sembolik bir anlam taşır hem
de hayatı belirleyici bir konumda bulunur. Türklerin doğa-insankutsal değerler arasındaki ilişkiyi yorumlamasından doğup İslam
mimarisine damga vuran Osmanlı şehirciliğinde önemli yer tutan hayrat külliyelerinin konumlanışı da bunu gösterir. Doğayla
uyum, bireyin toplumla kaynaşmasını sağlama, huzurlu ortam
oluşturma ve bilginin dolaşımını gerçekleştirme işlevleri yüklenen
külliyeler yüzyıllarca toplumsal bunalımların önüne geçer.
Tarihî süreç içinde vakıf yapılarına bakıldığında karşımıza en
çok çıkan eserler cami ve mescitler, medreseler, sağlık kuruluşları,
dinî kimlikli barınma ve toplanma yerleri (tekkeler, zaviyeler vb),
ticari hayatta önemli yer tutan kervansaraylar ile fakirlere yiyecek
sağlayan imaretlerdir. Osmanlı döneminde yapılan yollar, köprüler,
sulama şebekeleri, kaleler, deniz fenerleri, kanalizasyonlar, su
yolları, çeşmeler de büyük oranda vakıf ürünleridir.
Çiftçi, esnaf, bürokrat, asker veya hanedan mensuplarının
ekonomik güçleriyle orantılı olarak yaptırdıkları vakıf eserlerinin
öncelikli amacı huzurun sağlanması için bedensel, ekonomik ve
kültürel ihtiyaçların giderilmesidir. Ünlü seyyah İbn Battuta gezip gördüğü yerlerdeki vakıfların hizmet alanları arasında hacca
gidemeyenleri hacca göndermek, maddi imkanları kısıtlı ailelerin
kızlarına çeyiz satın almak, esirleri hürriyete kavuşturmak, sey-
yahlara yiyecek ve giyecek temin etmek, sokakları düzenlemek,
kaldırımları yapmak gibi faaliyetleri sayar. Dönemlere ve bölgelere göre değişiklik gösteren ihtiyaçları karşılayacak esnek yapılara
sahip vakıf sisteminin öne çıkan yapıları, cami, medrese, hastane,
imaret, tekke gibi unsurları bir arada barındıran külliyelerdir. Ayrıca bu unsurların her biri gerekli görülen bölgelere münferiden
de inşa edilir.
Vakıflar, İslam dininin günlük ibadeti namaz için sayısız cami
ve mescit yapımını üstlenir. Bu ibadethanelerin ayrıca toplanma
yerleri olduğu da düşünüldüğünde vakıf eserleri insanların bir
araya geldiği yapılardır. Bir külliyede fakirler, yolcular, medrese
öğrencileri ve hocaları bir arada bulunur. Medresede üretilen bilginin dolaşıma girmesi de bu yolla kolaylaşır. Farklı külliyelerde
o hayratı yaptıran kişinin felsefi/dinî eğilimine göre eğitim verildiğinden seyahati sırasında birkaç külliyeye uğrayan bir gezgin
farklı görüşleri birinci ağızdan öğrenme fırsatı bulur. Yine vakıflar
tarafından yaptırılan yollar sayesinde yolculuğuna devam eden
seyyah bu fikirleri uzak coğrafyalara ulaştırır. Bu durum Osmanlı
düşünce hayatının Avrupa’ya göre farklılıklarının başında gelir.
Vakıf medreseleri günümüzün özerk üniversite fikrine benzetilebilir. Devlet tarafından finanse edilmeyen bu kurumlarda
din, hukuk, tıp, astronomi gibi dallarda öğretim yapılarak hem
bürokrat hem de yerel kanaat önderi yetiştirilir. Burada öğrenim
gören kişiler çeşitli bölgelerdeki camilerde görev alarak halkın
eğitimine katkı sağlar. Vakıfların sufiler için yaptırdığı barınma yerleri de kültür hayatı açısından büyük önem taşır. Maddi
karşılığı bulunmayan işler yapan insanların geçimini sağlama
sorunu Antik Yunan’dan bu yana tartışma konusudur. Orta Çağ
sonrası Avrupa’da ortaya çıkan sanatçı hamileri gibi Osmanlı’da
da gezgin dervişlerin yemek ve barınma ihtiyaçlarını karşılama
işini vakıflar üstlenir.
Yoksullara yiyecek dağıtmak üzere yaptırılmış imaretler de
vakıf eserleri arasında oldukça geniş yer tutar. 18. yüzyılda İstanbul imaretlerinde her gün yemek yiyenlerin 30 bin kişiden fazla
olduğunu söyleyen kaynaklar bulunur. Bu durum hem devletin
ekonomik durumunun kötüleşmesi halinde ülkede açlık sorunu
olmayacağını gösterir hem de bu soruna karşı tedbir alınması için
bir çağrıdır. Ancak Osmanlı’nın gerileme ve çöküş dönemlerinde
her şeyle birlikte vakıf sisteminde de sıkıntılar baş göstermiştir.
Vakıf medreselerinde liyakat yerine müderrisliğin babadan oğula
geçmesi sistemi benimsenmiş, üretimin düşmesi karşısında yeni
istihdam sahaları açmaya girişen vakıflar yerine yalnızca günlük
ihtiyaçları gidermeye yönelen yapılar öne çıkmıştır.
Vakıf işlerinin merkezî idare tarafından denetlenmesi amacıyla
kurulan Şeriye ve Evkaf Vekaleti, Cumhuriyet’in ilanından sonra
laiklik ilkesi doğrultusunda lağvedilir. Halkın dinî ihtiyaçlarına
cevap vermek üzere Diyanet İşleri Başkanlığı kurulurken vakıflarla ilgili düzenlemeleri yürütmesi için Vakıflar Genel Müdürlüğü
ihdas edilir. Genel Müdürlük bugün Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinden intikal etmiş, ancak yöneticisi bulunmayan 41 bin 750
vakfın gelirlerini yönetir. Bu kurumların gelirlerini vakıf amaçları
doğrultusunda, burs vermek, yiyecek yardımı yapmak, muhtaç
vatandaşlara aylık bağlamak gibi alanlarda kullanır. Ayrıca kendisine tahsis edilen bütçeden yararlanarak tarihî vakıf eserlerinin
bakım ve onarımlarını üstlenir.
Her yıl mayıs ayının ikinci haftası ülke çapında çeşitli etkinliklerle kutlanan Vakıf Haftası, bu köklü gelenek hakkında günümüz
insanlarını bilinçlendirmeyi amaçlıyor. Geleneğin arkasında yatan
dünya görüşünün yaygınlaşması için panel, konferans, gezi gibi
faaliyetlerin düzenlendiği bu haftanın verimli şekilde geçirilmesi,
iyiliğin merkezinde olduğu bir toplum inşa etmek bakımından son
derece önemlidir.
83
MUSTAFA ATAŞ:
FOTOĞRAFLARIMDA HAYATIN VE DOĞANIN GÜZELLIKLERINI
YANSITIYOR, ÇEKTIĞIM KARELERI BAŞKALARIYLA
PAYLAŞMAKTAN BÜYÜK MUTLULUK DUYUYORUM
RÖPORTAJ: ZEYNEP YIĞIT
TPB PARLAMENTO, YENI BIR KÖŞEYLE OKURLARIYLA
BULUŞUYOR. SIYASETÇILERIN SANATSAL ÇALIŞMALARI VE
HOBILERIYLE ILGILI RÖPORTAJLARIN YER ALACAĞI BU KÖŞEYE
ILK OLARAK AK PARTI GENEL BAŞKAN YARDIMCISI VE İSTANBUL
MILLETVEKILI MUSTAFA ATAŞ KONUK OLUYOR. YILLARDIR
BIRBIRINDEN ÇARPICI KARELERE IMZA ATAN ATAŞ ILE
FOTOĞRAF ÇALIŞMALARINI KONUŞTUK.
84
SIYASET VE SANAT
Rengarenk çiçekler, göz alıcı manzaralar, tarihî sokaklar, camiler, köprüler…
Bu saydıklarımız, objektifinize yansıyan kareler arasında yer alıyor. Ne zamandır fotoğrafla ilgileniyorsunuz?
Fotoğraf çekmeye üniversite yıllarında başladım. İstanbul Yüksek İslam
Enstitüsü’nde okuduğum dönemde bir fotoğraf makinem vardı. O zamanlar
fotoğraf çekmek benim için hem bir hobi hem de okul harçlığımı çıkardığım
bir uğraştı. Fakir bir ailenin çocuğuydum. Üniversitede öğrenci gruplarının fotoğraflarını çekerek kazandığım parayla eğitim masraflarıma bir nebze de olsa
katkıda bulunuyordum. Fotoğrafa ilgim mezun olduktan sonra da devam etti.
Gençlik yıllarımdan bugüne kadar fotoğraf makinemi yanımdan hiç ayırmadım.
Fotoğraf konusunda kendi kendinizi mi yetiştirdiniz, profesyonel bir eğitim
mi aldınız?
Fotoğraf kursuna gitmedim, fakat bu alandaki yayınları ve teknolojik yenilikleri
yakından takip ettim, ayrıca profesyonel arkadaşlarla birlikte çekimler yaptım.
İstanbul’daki bu çekimler sırasında bana “Profesyonel bir gözünüz var. İlginç
kareler yakalıyorsunuz” dediler ve fotoğraf eğitimi alıp almadığımı sordular.
“Hayır” yanıtını verince de şaşırdılar. Tarihî eserleri görüntülediğimiz o çekimler
esnasında fotoğrafçılık konusundaki bilgilerime yenilerini ekleme fırsatı buldum. Profesyonel bir fotoğrafçı olduğum iddiasında değilim, fakat uzun yıllar
yaptığım çalışmalar sayesinde bu alanda önemli bir tecrübe ve birikim sahibi
olduğumu söyleyebilirim.
Daha çok ne tür fotoğraflar çekiyorsunuz?
Doğa fotoğraflarını çok seviyorum. Dört mevsim çektiğim doğa manzaralarıyla
tabiatın güzelliklerini fotoğraf karelerinde ölümsüzleştirmeye çalışıyorum. Ayrıca tarihî mekanlar, sokaklar, camiler, köprüler de objektifime yansıyor. Bugüne
kadar hem yurt içinde hem de yurt dışında çektiğim binlerce kare var. Şu anda
iki yüz bin fotoğraflık bir arşivim bulunuyor.
Bu çok yüksek bir rakam... Fotoğraf çekimi için ayırdığınız özel zamanlar
var mı?
Yoğun siyasi faaliyetlerimiz nedeniyle fotoğraf çekimi için özel bir zaman
ayıramıyorum, fakat fırsat yaratmaya çalışıyorum. Mesela Ankara-İstanbul
arasındaki seyahatlerimi karayoluyla yapmaya özen gösteriyorum. Seyahat
sırasında ilgimi çeken mekanlar ve manzaralarla karşılaştığımda aracı durduruyorum. Fotoğraf çekimi yaptıktan sonra yola devam ediyorum. Bu sayede pek
çok mekanın veya manzaranın dört mevsim fotoğrafları arşivimde yer alıyor.
Bildiğiniz gibi, siyasi faaliyetlerimiz dolayısıyla yurt içi veya yurt dışında çok sık
toplantılarımız oluyor. Bu toplantıların yapılacağı şehir veya ülkede fotoğraf
çekebileceğim yerlerle ilgili önceden araştırma yapıyorum. Böylece toplantılar
sırasında boş bir zaman bulabildiğimde o yerlere giderek fotoğraf çekiyorum.
Özellikle yurt dışı seyahatlerinde şehri yürüyerek gezmeyi tercih ediyorum.
Çünkü bir şehri sokaklarında yürüyerek, parklarında dolaşarak daha iyi tanıyabileceğimize inanıyorum. Ayrıca bu yürüyüşler esnasında çok güzel fotoğraf
kareleri yakalanabileceğini düşünüyorum. Uçakla seyahat ederken çektiğim fotoğraflarım da bulunuyor.
Eğer zamanım olursa bu fotoğraflarla “Gökyüzünden
Yeryüzü Manzaraları” isimli bir sergi açmayı istiyorum.
Siyasi faaliyetleriniz sırasında çektiğiniz fotoğraflar
da var mı?
Evet. Arşivimdeki iki yüz bin fotoğrafın yaklaşık yarısı
siyasi faaliyetler sırasında çektiklerimden oluşuyor,
diğerleri tamamen doğa manzaraları, şehirler, tarihî
mekanlar, sokaklar, evler, camiler, köprüler...
Siyaset zor ve yorucu bir görev. Fotoğraf çekerek geçirdiğiniz zamanlarda siyasetin stresinden uzaklaşıp
dinlendiğinizi hissediyor musunuz?
Elbette. Fotoğraf çekmek beni çok dinlendiriyor. Ayrıca
ülkemizde ve yurt dışında çektiğim fotoğraf karelerini
paylaşmak bana mutluluk veriyor. Benim gördüğüm
güzellikleri başkalarının da görmesine vesile olmak
hoşuma gidiyor. Sosyal medya hesaplarımda yer alan
fotoğraflarım çok sayıda kişiye ulaşıyor. “Bu güzellikleri
bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederiz” mesaj-
85
katıldım. Daha sonra tamamen kendi fotoğraflarımdan oluşan “Düş Bahçemden” isimli
sergiyi hazırladım. Genel Merkezimizin fuaye salonundaki serginin açılışını o dönemde
Başbakanımız olan Cumhurbaşkanımız
Sayın Recep Tayyip Erdoğan yaptı. Sayın
Cumhurbaşkanımız sergideki anı defterine
“Mustafa Bey’i birçok yönüyle tanıyordum,
ama bu yönünü bilmiyordum. Hayatına
böyle bir zenginliği de katmış olmasından
büyük bir memnuniyet duyduğumu ifade
ederim” diye yazmıştı. Kendilerinin hem
serginin açılışını yapmaları hem de anı
defterine bu ifadeleri yazmaları beni çok
mutlu etti. “Düş Bahçemden” sergisini daha
sonra yoğun talep üzerine İstanbul Taksim
Metro İstasyonu’nda, AK Parti İstanbul İl
Başkanlığı’nda ve Ümraniye Belediyesi’nin
etkinlik meydanında açtım. Bu sergiler büyük bir ilgi gördü.
Fotoğraflarımı çeşitli kategorilere ayırarak arşivliyorum; il il Türkiye, ülke ülke
dünya, camiler, çeşmeler, köprüler, çiçekler,
hayvanlar, manzaralar gibi. Vaktim olsa
her bir kategori için ayrı sergi hazırlayabilirim, fakat yoğun siyasi faaliyetlerimiz
nedeniyle yakın zamanda bu pek mümkün
görünmüyor.
Yüz binlerce fotoğrafı arşivlemek de epey
zaman almış olmalı...
ları aldığımda büyük memnuniyet duyuyorum. Biliyorsunuz, insanlar şehir hayatı içinde
mevsimlerin güzelliklerini tam olarak yaşayamıyorlar. Baharda çiçek açmış ağaçlar, kış
aylarında karla kaplı manzaralar şehir dışına çıkıldıkça daha iyi fark edilebiliyor. Ben de
dört mevsim çektiğim fotoğraflarla bu güzellikleri görünür kılmaya ve insanlarla paylaşmaya çalışıyorum.
Bugüne kadar çeşitli sergiler açtınız. Yakın zamanda yeni bir sergi hazırlığınız var mı?
İlk olarak 2010 yılında “Çemişgezek’ten İstanbul’a” isimli sergide fotoğraflarım yer aldı.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde mimar olarak çalışan bir arkadaşımız, memleketim
Çemişgezek’le ilgili bir sergi açacaklarını, benim de fotoğraflarıma yer vermek istediklerini söyledi. Bunun üzerine Çemişgezek’e gidiş gelişlerimde çektiğim fotoğraflarla sergiye
86
SIYASET VE SANAT
Kesinlikle. Eğer fotoğrafları tasnif etmezseniz zamanla birikiyor ve altından kalkılamayacak bir hale geliyor. Yıllar önce fotoğrafları
tasnif etmeye başlamış, fakat işlerim dolayısıyla yarım bırakmak zorunda kalmıştım.
Sağ olsunlar, bir arkadaş grubumuz konuyla
ilgilenerek fotoğrafların tasniflenmesini
2015 yılının ortalarına kadar getirdi. Şu anda
tasnif çalışmaları devam ediyor.
Fotoğraflarınız arasında sizin için ayrı bir
yeri bulunanlar var mı? Örneğin kuşları
çektiğiniz ve bir yarışmada dereceye giren
fotoğrafınız var...
“FOTOĞRAF, GEÇMIŞI BUGÜNE TAŞIYAN BIR SANAT DALI.
YILLAR ÖNCE ÇEKILMIŞ BIR FOTOĞRAFA BAKTIĞINIZDA
INSANLARIN, ŞEHIRLERIN, DOĞANIN NASIL BIR DEĞIŞIM
GEÇIRDIĞINI GÖREBILIYORSUNUZ.”
Fotoğraflarımın her birinin benim için özel bir yeri var. Sözünü
ettiğiniz fotoğrafı bir arkadaş grubumuzla birlikte gittiğimiz
Londra’da çektim. Otobüsümüz bir yerde mola vermişti. Elimde
fotoğraf makinesiyle dolaşırken bir reklam panosunun üzerinde
birbirini besleyen iki kuş gördüm ve fotoğraflarını çektim. Mola
yerine döndüğümde arkadaşlarım “Nerede kaldın?” diye sordular,
fotoğrafları gösterince “Müthiş kareler yakalamışsın” diyerek beni
tebrik ettiler. Kuşların fotoğrafını bir sigorta şirketinin açtığı yarışmaya gönderdim. Fotoğraf dereceye girdi ve sigorta şirketinin
o yılki takviminde yer aldı.
Meclis’te çektiğiniz fotoğraflar var mı?
Evet. Meclis’te her mevsime ait fotoğraflarım var. Özellikle
bahçede çektiğim çok fazla kare bulunuyor. Fotoğraf makinem
sürekli yanımda olduğu için güzel bir görüntü yakaladığım anda
deklanşöre basıyorum. Mesela bir gün Meclis bahçesinde yemek
yerken tabağın kenarına konan bir kuşun fotoğrafını çektim. Bu
fotoğraf “Düş Bahçemden” isimli sergimde de yer aldı.
Görüyoruz ki fotoğraf çekmek hayatınızda önemli bir yer tutuyor. Bu sanat dalının sizin için ifade ettiklerini öğrenebilir
miyiz?
Fotoğraf benim duygularımı ifade ediyor, iç dünyamı dışarı yansıtıyor. “Nasıl bakarsan öyle görürsün” diye bir söz var. Ben hayata
güzel bakmaya, her şeyi iyi taraflarıyla görmeye çalışıyorum ve
her zaman olumlu düşünüyorum. Bu nedenle fotoğraflarımda
da hayatın ve doğanın güzelliklerini yansıtıyorum. Yurt içinde ve
yurt dışında çektiğim fotoğrafları paylaşarak herkesin hayata
daha güzel gözlerle bakmasını, olumlu düşünmesini, doğayla iç
içe olmasını sağlamaya çalışıyorum.
Fotoğraf, geçmişi bugüne taşıyan bir sanat dalı. Yıllar önce
çekilmiş bir fotoğrafa baktığınızda insanların, şehirlerin, doğanın nasıl bir değişim geçirdiğini görebiliyorsunuz. Yirmi yıl önce
fotoğrafını çektiğiniz eski bir evin yerinde bugün lüks bir binanın
yükseldiğine tanık olabiliyorsunuz. Fotoğraflarım arasında buna
benzer pek çok örnek var. Mesela Mostar Köprüsü’nün savaşta yıkılmış hali de, daha sonra imar edilmiş hali de arşivimde yer alıyor.
Siyasetçilere ilgi alanlarına yönelik bir uğraşları olmasını tavsiye
ediyor musunuz?
Elbette. Biraz önce ifade ettiğim gibi fotoğraf çekmek beni çok
dinlendiriyor. Herkes kendi ilgi alanına göre bir uğraş edinerek
stresten uzaklaşabilir, dinlenebilir, kendisine zaman ayırabilir.
Bunun dışında milletvekili arkadaşlarımıza bir almanak hazırlamalarını tavsiye ediyorum. Siyasete girdiğim dönemden bu yana
gün gün programımın yazılı olduğu bir almanağım var. Katıldığım
programlar ve ziyaretlerle ilgili bilgiler, fotoğraflar ve video kayıtlarını içeren bir arşive sahibim. Böyle bir çalışma yapmış olmanın
faydalarını da görüyorum. Gençlerimize ise profesyonel veya amatör bir fotoğraf makineleri olmasını tavsiye ediyorum. Fotoğrafla
ilgilendiklerinde hayata, dünyaya, doğaya bakışlarının değiştiğini
göreceklerini düşünüyorum. Yönetim Kurulu Üyesi olduğum Türk
Parlamenterler Birliği’ne ait TPB Parlamento dergisinin yeni bir
köşe hazırlayarak siyasetçilerin sanatsal çalışmalarına yer vermesinden dolayı son derece memnuniyet duyduğumu da ifade
etmek istiyorum.
87
KİŞİSEL
GELİŞMEYELİM
ERBAY KÜCET
H
ayatınızın sona ermek üzere olduğunu ve geride
bıraktığınız yılların muhasebesini yaptığınızı
farz edin. “İyi ki doğmuşum” diyor musunuz? Hayatı
doya doya yaşadığınızı, iyi vakit geçirdiğinizi düşünüyor musunuz? Eşiniz, dostunuz, arkadaşlarınızla
unutamadığınız anılarınız var mı? Eğer hayata yeniden başlama fırsatınız olsaydı onca yılı yine aynı
şekilde mi yaşardınız? Bu sorulara “Evet”, “Kesinlikle” gibi cevaplar veriyorsanız, geçmişi iyilik, güzellik,
mutluluk, başarı, gurur gibi kelimeler ve duygular
eşliğinde hatırlıyorsanız hayatı da kendinizi de ihmal
etmemişsiniz demektir.
Peki, tam tersi bir durum söz konusu olursa, yani yukarıdaki sorulara ve
benzerlerine olumlu cevaplar verilemezse neler hissedilebilir? Pişmanlık,
mutsuzluk, üzüntü... Hayatı hakkını vererek yaşayamadığımız takdirde sadece kendimize değil, çevremizdekilere de haksızlık ettiğimizi unutmamamız
gerekir. Allah gecinden versin, “keşke”lerle dolu yıllar geçirdikten sonra hayata
veda ettiğimizde ailemizin ve sevdiklerimizin hakkımızda neler söyleyebileceğini hayal edelim. Yüreği yaralı annemiz “Evladıma doyamadım, bir gün
olsun onunla dertleşemedim, yüzünü doyasıya göremedim” diye ağlayabilir.
Çocuğumuz “Bize rahat bir hayat sunabilmek için gece-gündüz çalıştın, ama
ben seninle hiç oyun oynayamadım” diyerek küçük dünyasında çok farklı
duygular yaşayabilir. Ya sevgili eşiniz? “Ben daha çok para kazanmanı değil,
ailece daha çok vakit geçirmemizi istemiştim. Sen yanımızda yokken biz parayı pulu ne yapalım?” diyerek gözyaşı dökebilir. Yıllarca arayıp sormadığımız
arkadaşlarımız ise kim bilir neler söyler?
O halde sadece kendimiz için değil, ailemiz ve sevdiklerimiz için de hayatımızı gözden geçirmemiz, bugüne kadar ihmal ettiğimiz, ertelediğimiz her
şeyi hiç vakit kaybetmeden ele almamız en doğrusu...
Gelişim mi, değişim mi?
Kişisel gelişim dendiğinde genellikle “ideal insan olmak” ya da “değişip başka
bir insan olmak” akla geliyor. Bu tanımlar bir bakıma doğru, bir bakıma yanlış.
Doğru, çünkü kişisel gelişim mevcut bilgimiz, görgümüz ve yeteneklerimizi
artırarak daha ileriye gitmemizi, kendimize göre “ideal” olana ulaşmaya
çalışmamızı da ifade eder. Yanlış, çünkü kişisel gelişim “değişip tamamen
başka bir insan olmak değil, her bakımdan kendimizi geliştirerek ‘biz’ olarak
kalmakla” ilgili bir durumdur. Kişisel gelişimin en büyük ödülü, niteliklerimiz
ve sahip olduklarımızla ilgili farkındalık ve kendimizle barışık olmaktır.
Hepimiz birtakım özelliklere sahip olarak dünyaya geliriz. Bunların bazıları altın gibi pırıl pırıldır. Ancak zamanla eğitimsizlik, ekonomik ve çevresel
faktörler gibi nedenlerle bu özelliklerimizi kaybedebiliriz. İşte kişisel gelişim,
içimizdeki “ben”i tekrar ortaya çıkarmak, kaybettiklerimize kavuşmak ve
bunların üzerine yenilerini ekleyerek yolumuza emin bir şekilde devam etmek
için bir rehberdir.
88
MEVLÂNA “DÜN DÜNDE KALDI CANCAĞIZIM, BUGÜN YENI
ŞEYLER SÖYLEMEK LAZIM” DIYEREK KIŞISEL GELIŞIMIN
BAŞ SÖZÜNÜ YILLAR ÖNCESINDEN IFADE ETMIŞTIR.
İnsanlar, tarihin ilk çağlarından bu yana kendilerini geliştirerek
bugünlere geldiler. Her alanda değişim ve gelişim gösterdiler;
toplumsal yaşamda, tarımda, sağlıkta, sanatta... İşinin ehli insanlar ön plana çıktılar, geçmişten bugüne nice miras bıraktılar.
Çağlar boyu değişmeyen tek şey değişim oldu. O nedenle bırakın
geride kalmayı, yerinde saymak bile haklı olarak eleştiri konusu
edildi. Yıllar önce bir bürokrat dostumuz emekli olmuş ve veda
konuşmasında şunları söylemişti: “Sekiz yıldır bu kurumun genel
müdürüyüm. Çok şükür, alnımın akıyla, kurumu aldığım gibi bırakıyorum.” O gün herkes onu alkışladı, ama bugün aynı tepkinin
verilmeyeceği aşikar. Çünkü genel müdür olarak sekiz yıl görev
yaptığınız bir kurumu aldığınız gibi bırakmak günümüzde kabul
edilebilir ve alkışlanabilir bir durum değildir.
Mevlâna “Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler
söylemek lazım” diyerek bana göre kişisel gelişimin baş sözünü
yıllar öncesinden ifade etmiştir.
Kendimizi tanıyalım
İnsanın kendisini tanıması önemlidir; özelliklerini, yeteneklerini,
güçlü-güçsüz taraflarını, hedeflerini ve beklentilerini bilmesi ona
iş ve özel hayatına yön verirken yardımcı olur. Kendini tanımayı
başarmış insanlar, bir topluluğa girdiklerinde potansiyellerinin
farkında olarak hareket ederler. Bu özellikle iş hayatında önemli
bir avantaj yaratır; özgüven sahibi olmak, yeteneklerine güvenmek, neler yapabileceğini bilmek kişiye başarı getirir. Aynı
şekilde özel hayatta da mutluluk ve huzurun anahtarlarından
biri “kendini tanımak”tır.
Görüldüğü gibi, gün gelip hayat muhasebemizi yaptığımızda
“İyi ki doğmuşum” diyebilmek tamamen kendi elimizde. Kendimizi tanır, bizi her bakımdan daha ileriye götürecek adımlar
atarsak “keşke” kelimesini yaşamımızdan uzak tutar, hayatın
bize farklı güzellikler sunmasına fırsat veririz. Üstelik bu güzellikler sadece bize değil, ailemize ve sevdiklerimize de huzur ve
mutluluk verir.
89
ÖLÜM TACİRLERİ
BÜLENT AKARCALI
DESTEK YAYINLARI
İSTANBUL, 2016
382 S.
Zararları ve insan vücudunda yol açtığı tahribat herkesçe bilinse de dünyada sigaraya harcanan para yıllık 20
milyar doların üzerindedir. Bu pazar, başta Amerikan, İngiliz ve Japon olmak üzere sigara kartelleri tarafından yönetilir. Sigaranın sağlığa zararlarının yanında bir de kaçakçılık boyutu vardır. Zira sigara, kaçakçılığı en
çok yapılan ürünlerin başında gelir. 46. Hükümet’te Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı, 48. Hükümet’te Turizm
Bakanı olarak görev yapan ve kapalı alanlarda sigara tüketimini yasaklayan kanunun çıkmasında etkin bir rol
oynayan Bülent Akarcalı, 2002 yılından önce sigara, sigara kartelleri ve sigara kaçakçılığına karşı verdiği mücadelenin yanı sıra Meclis’te yürüttüğü çalışmaları Ölüm Tacirleri’nde belgelere dayandırarak işliyor.
BAŞLANGICINDAN GÜNÜMÜZE FRANSIZ SİNEMASI
REMI FOURNIER LANZONI
KÜRE YAYINLARI
İSTANBUL, 2016
517 S.
Fransa, sinemanın doğduğu yer olarak kabul edilir. Fransız Sineması, yönetmen Jean-Luc Godard’ın öncülüğünü
yaptığı Yeni Dalga akımı dahil olmak üzere pek çok yeni yaklaşım aracılığıyla dünya sinemasına öncülük etmiş;
François Truffaut, Luc Besson, Jean Renoir, Roman Polanski ve François Ozon gibi usta isimleri dünyaya tanıtmıştır. Rémi Fournier Lanzoni, Başlangıcından Günümüze Fransız Sineması adlı kitabında Fransız Sineması’nı
onar yıllık dönemlere ayırarak sistematik bir biçimde mercek altına alıyor. Birçok filmin estetik açısından eleştirilerinin de yer aldığı eser, sinemaseverlerin başucu kitaplarından olmaya aday.
MAİ VE SİYAH
HALİT ZİYA UŞAKLIGİL
EVEREST YAYINLARI
İSTANBUL, 2016
330 S.
Türk Edebiyatı’nda Batı tarzında romanın ilk örneği kabul edilen Mai ve Siyah, babasını kaybetmesinin ardından annesi ve kız kardeşine bakan Ahmet Cemil’in etrafında şekilleniyor. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Türkiye’de
nesli adına konuşan ilk eser” olarak nitelendirdiği, Oğuz Atay’ın ise kitap kahramanlarını kendi “tutunamayan”
karakterleriyle ilişkilendirdiği eser, dönemin edebiyat ve basın hayatına dair gözlemleriyle de ön plana çıkıyor.
İlk defa 1896 yılında Servet-i Fünun dergisinde tefrika halinde yayımlanan Halid Ziya Uşaklıgil’in unutulmaz
eseri Mai ve Siyah, kitabın aslına sadık kalınarak hazırlanmış güncel Türkçesiyle okuyucunun beğenisine sunuluyor.
90
MADDİ KÜLTÜRÜ ANLAMAK
IAN WOODWARD
İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI
İSTANBUL, 2016
272 S.
Avustralya’daki Griffith Üniversitesi’nin Sanat, Medya ve Kültür Bölümü’nde öğretim görevlisi olan Ian
Woodward, herkesin günlük yaşamının vazgeçilmez parçaları haline gelen cep telefonları, bilgisayarlar ve
tabletler gibi nesneler çerçevesinde materyalist kültürü mercek altına alıyor. Eserinde nesnelere duyulan
bağlılık, hatta bağımlılığın ne dereceye kadar kabul edilebilir, ne dereceden sonra sağlıksız ve mantık dışı
olduğu sorusuna yanıt arayan Woodward, insan ve toplumların benlik algısının anlaşılabilmesi için cep
telefonu, bilgisayar ve tablet gibi nesnelerin de ele alınmasının kaçınılmaz olduğunu savunuyor.
İKİ BAŞINA YÜRÜMEK
BEHÇET NECATİGİL
YAPI KREDİ YAYINLARI
İSTANBUL, 2016
108 S.
Behçet Necatigil’in İki Başına Yürümek başlığını taşıyan şiir kitabı ilk kez 1968 yılında yayımlanır. Yanından
ayırmadığı defterine yaptığı çizimlerin boş kalan kısımlarına şiirler karalamasıyla bilinen ressam Burhan
Uygur, eseri okuduktan sonra şiirleri kendi düş dünyasında resmederek kitabın sahibine armağan eder.
Böylece ortaya Necatigil’in sözcükleri, Uygur’un resimleriyle bezenmiş, adeta bir resim defteri niteliği taşıyan İki Başına Yürümek çıkar. Yapı Kredi Yayınları, 1979 yılında kaybettiğimiz Behçet Necatigil’in 100. yaş
gününü bu özel baskıyla kutluyor.
SONSUZ PANAYIR
HALİDE EDİB ADIVAR
CAN YAYINLARI
İSTANBUL, 2016
408 S.
Millî Mücadele ruhunun oluşmasında etkin bir rol oynayan yazar Halide Edib Adıvar’ın son dönem eserlerinden Sonsuz Panayır, ilk olarak 1946 yılında tefrika edilir. Halide Edib, II. Dünya Savaşı sırasında Anadolu’ya
yönelik gözlemlerini anlattığı romanında ülkede oluşmaya başlayan burjuvaziye, halkın eğlence yaşantısına ve edebiyat alanındaki bol fakat niteliksiz ürünlere yönelik eleştirilerini dile getirir. 1987’den beri yeni
baskısı yapılmayan eser, Seval Şahin’in son sözüyle okuyucuyla buluşuyor.
91
20TH CENTURY PIANO EDITION
İDİL BİRET
A. K. MÜZİK
Türkiye’nin “Harika Çocuklar”ından İdil Biret, başta Frédéric Chopin ve Sergei Rachmaninoff olmak
üzere Romantik Dönem sanatçılarının bestelerini yorumlayarak dünya çapında başarılara imza atmıştır. Sanatçının “20th Century Piano Edition” isimli son albümü, Bartok, Berg, Boulez, Handel,
Saygun, Stravinsky ve Ravel gibi 20. yüzyılın önde gelen bestecilerine ait eserlerin icralarından oluşuyor. 15 CD’den meydana gelen albüm, klasik müzik severlerin arşivinde yer almaya aday.
TSM UNUTULMAYAN ŞARKILAR
ULUS MÜZİK
Türk Sanat Müziği’nin hafızalara kazınan unutulmaz eserleri, 15 farklı sanatçının yorumuyla dinleyiciyle buluşuyor. Ahmet Özhan, Belgin Gök, Zekai Tunca, Emel Sayın, Ajda Pekkan ve Fatih
Erkoç gibi birbirinden değerli sanatçıları buluşturan albümde bir de koro tarafından seslendirilen
“Ağla Gitar Çal Gitar” parçası yer alıyor. Özenle seçilmiş 16 eserden meydana gelen albüm, kültür
mirasımızın vazgeçilmez bir ögesini genç nesillere aktarması bakımından önem taşıyor.
BEAUTIFUL LIES
BIRDY
ATLANTIC RECORDS
Birdy sahne adını kullanan İngiliz şarkıcı Jasmine van den Bogaerde, 12 yaşında İngiltere’de düzenlenen bir müzik yarışmasını kazanmasının ardından “Birdy” isimli ilk albümüyle müzik piyasasına giriş yaptı. Bu albümle özellikle İngiltere, Avustralya, Hollanda ve Belçika’da başarı yakalayan Birdy, “Fire Within” başlıklı ikinci stüdyo çalışmasını 2013 yılında piyasaya sürdü. Sanatçının
üçüncü stüdyo albümü “Beautiful Lies”, Indie Pop, Indie Rock ve Indie Folk tarzındaki 18 parçadan oluşuyor.
92
ANKARA YAZI-VEDA MEKTUBU
YÖNETMEN: KEMAL UZUN
SENARYO: ELİN ECEALP
OYUNCULAR: GÜRKAN UYGUN, İPEK TUZCUOĞLU, BURÇİN ABDULLAH, ÜMİT ACAR
YAPIM: 2016, TÜRKİYE
TÜR: DRAM
Ankara’da genelde sol kesimin gittiği bir kahvehane 10 Ağustos 1978 tarihinde silahla taranır.
Beş kişinin hayatını kaybettiği bu olay, daha sonra Balgat Katliamı olarak anılır. Olayın ardından
yürütülen kovuşturmada konuyla bağlantısı olduğu düşünülen birçok ülkücü genç gözaltına
alınır. Mustafa Pehlivanoğlu da bu gençlerden biridir. 12 Eylül darbesinden önce yargılanan ve
idam cezasına çarptırılan 20 yaşındaki Mustafa’nın ailesi, oğullarının tutuklanmasının ardından
hukuk mücadelesi başlatacaktır.
“Ankara Yazı-Veda Mektubu”, Türk Sineması’nın 100’üncü ve TRT’nin 50’nci yılını kutlamak
amacıyla 2014 yılında uygulamaya konan TRT TV Filmleri projesi kapsamında seyirciyle buluşuyor. Çekimleri Adana’nın Kozan ilçesinde gerçekleşen film, 12 Eylül döneminde bir ailenin
yaşadığı dramı yansıtıyor.
X-MEN APOCALYPSE
YÖNETMEN: BRYAN SINGER
SENARYO: SIMON KINBERG, BRYAN SINGER
OYUNCULAR: JENNIFER LAWRENCE, SOPHIE TURNER, OLIVIA MUNN,
OSCAR ISAAC, MICHAEL FASSBENDER
YAPIM: 2016, ABD
TÜR: AKSİYON, MACERA, FANTASTİK
Dünyanın ilk ve en güçlü mutantı Apocalypse, binlerce yıllık uykusundan uyanır. Apocalypse, yeni
bir dünya düzeni kurmak ve insanoğlunu yeryüzünden silmek amacıyla aralarında Magneto’nun da
olduğu mutantlardan meydana gelen bir ordu kurar. Raven, Profesör X’in yardımıyla genç mutantlardan oluşan bir ekiple en büyük düşmanlarına karşı gelecek ve dünyayı yıkımdan kurtarmaya çalışacaktır.
Amerikan çizgi roman yayıncısı Marvel Comics’in en sevilen serilerinden X-Men’in beyazperdeye
uyarlanan son filmi “X-Men: Apocalypse”in yönetmen koltuğunda “X-Men” ve “X-Men: Geçmiş
Günler Gelecek” filmlerinden tanıdığımız Brian Singer oturuyor.
93
Nazım Maviş
@NazimMavis
AK Parti Sinop Milletvekili, Millî Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor Komisyonu Üyesi,
Millî Savunma Komisyonu Üyesi, AK Parti Yerel Yönetimler Başkan Yardımcısı
Sosyal medyayı aktif biçimde kullanan siyasetçilerimiz arasında
yer alıyorsunuz. Sosyal paylaşım sitelerini ne zamandır ve gün
içinde hangi sıklıkta kullanıyorsunuz?
Sosyal medyayı yaklaşık 3 yıldır aktif olarak kullanıyorum. Meclis’in
ve ülkemizin yoğun gündemi, seçim bölgemiz Sinop ilimizdeki yoğun çalışmalarımız dolayısıyla günlük kullanma sıklığımız 4 veya
5 seferi geçmiyor. Ancak toplumun ve özellikle gençlerin nabzını
tutma noktasında sosyal medya gündemini izleyici olarak daha sık
takip ediyorum.
Sizce siyasetçilerin sosyal paylaşım sitelerini etkin ve doğru bir
şekilde kullanması ne bakımdan önemli?
Siyasetçilerin sosyal medyayı etkin ve doğru kullanmaları, öncelikle
toplumun nabzını tutma, sorumlu oldukları seçmenlerini etkin ve
hızlı bir şekilde bilgilendirme ve vekili olarak Meclis’te bulundukları
milletle iletişimi güçlendirme noktalarında büyük önem arz ediyor.
Ayrıca siyasi kampanyaların etkinliği noktasında da sosyal medyanın önemi ortadadır. ABD Başkanı Barack Obama’nın başkanlık
seçimlerinde yürüttüğü sosyal medya kampanyasının etkileri ve
başarısı siyasi tarihte yerini almıştır. Günümüz dünyasında iletişimin,
özellikle de hızlı iletişimin ne kadar etkili olduğu, faydaları ve zararlarıyla hepimizin malumu. Sosyal medya üzerinden paylaştıklarının
sorumluluğunun farkında olan siyasetçilerin bu mecrayı etkili bir
şekilde kullanmasının, hızlı iletişim teknolojisinin toplumumuz için
faydalarını maksimize etme ve zararlarını minimize etme hususlarında önemli olduğunu düşünüyorum.
Sosyal medyanın gündemi doğru takip etme açısından yararlı olduğunu düşünüyor musunuz?
Sosyal medya biraz önce de değindiğimiz gibi hızlı bir iletişim mecrası. Ancak bu mecranın bu kadar hızlı ve kolay erişime açık olması
bazı büyük problemleri de beraberinde getiriyor. Bu noktada en
önemli problem, sosyal medyada hızlı bir şekilde yayılan bilgi kirliliği,
manipülatif haberler ve hakarete varan seviyesizliklerdir. 27 Mayıs
2013 tarihinde başlayan Gezi Parkı olaylarının siyasi bir kalkışmaya
94
dönüşmesinde, yabancı odakların yönlendirmesine açık hale gelmesinde sosyal medyanın yıkıcı etkilerini hepimiz yaşadık. Yalan,
manipülatif haberlerle halkı sistemli bir şekilde sosyal medya üzerinden kışkırtma çabalarına şahitlik ettik. Ülkemizin başbakanına
ve siyasetçilerine en ağır hakaretlerin fütursuzca bu iletişim aracı
üzerinden paylaşıldığına üzülerek tanık olduk. Bu hususta bütün
dünyanın bilinçlenmeye, paylaştıklarının sorumluluğunu taşıma
bilinciyle hareket etmeye ve kanunların bu noktada yeniden gözden
geçirilmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Sosyal medyada gündemi
doğru ve etkili takip etmek isteyen bir kişinin iyi medya okuryazarlığına sahip olması, bilgileri çaprazlama metoduyla karşılaştırması
ve sorgulayıcı bir zihne sahip olması gerekmektedir.
Sosyal paylaşım ortamında ilginç anılarınız oldu mu?
Aslında spesifik ilginç bir anıdan ziyade sosyal medyanın milletvekili
seçilmem sonrasında bana gösterdiği bir olguyu burada paylaşmak isterim. Vatandaşlarımızın özel ve sivil anlara yönelik doğal
paylaşımlara daha çok ilgi gösterdiğine tanık oldum. Yürüyüş veya
alışveriş yaparken, bir çocuğu severken çekilmiş fotoğrafların daha
çok beğeni aldığını gözlemledim. Halkımız, kendi içinden, doğal,
halktan siyasiler görmek istiyor. Aslında Cumhurbaşkanımız Sayın
Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi başarısının altında da halkın insanı
olması ve doğal olması yatıyor. Ayrıyeten milletvekili seçildikten
sonra Meclis ve seçim bölgemizdeki çalışmalarımızı yoğun bir şekilde sosyal medyadan paylaşıyoruz. Bizim bu etkinliğimize karşı
seçmenimizden aktif bir karşılık görmekteyiz. Özellikle seçim bölgemiz Sinop’ta yaşanan en ufak bir olumsuzluk, fotoğrafları ve detaylarıyla sosyal medya üzerinden, sorgulayan bir seçmen söylemiyle
tarafımıza ulaştırılmakta. Bu da ilimiz sorunlarına hakimiyetimizi
artırmakta ve vekili olduğumuz milletin aktif denetimini her an ensemizde hissetmemize sebebiyet vermekte. Ben bundan çok keyif
alıyorum ve çalışmalarıma büyük katkı sağladığını düşünüyorum.
Demokrasinin daha aktif ve daha yapıcı bir şekilde bilinçli seçmenlerle sosyal medya üzerinden gelecekte nasıl şekilleneceğine dair
güzel izler alıyorum. Bu da beni ülkem, mazlum coğrafyalar ve adil
bir dünya düzeni adına heyecanlandırıyor ve umutlandırıyor.
SOSYAL MEDYA
GÜNLÜKLERİ
Ahmet Uzer @ahmet_uzer27
Meral Danış Beştaş @meraldanis
Günaydın,
“Her an iyilik tohumu ekedur; ekmedikçe
hiçbir şey biçemezsin.”
Hz. Mevlâna
“Acı veriyorsa geçmiş, geçmemiş demektir.” Murathan Mungan
Tuncay Özkan @ATuncayOzkan
Ahmet Selim Yurdakul
@ahmet__yurdakul
Zor günler geçiren ülkemizin yüzünü güldürdün... Tebrikler... Gururumuzsun Çağla
Büyükakçay!
Saffet Sancaklı @saffetsancakli
Kocaelispor’umuzun şampiyonluğunu
kutluyor, yönetim kurulunu, futbolcu kardeşlerimizi ve taraftarları tebrik ediyorum.
Kuruluşundan itibaren yanında olduğumuz Antalya Hayta Yörükleri Derneği’nin
düzenlediği festivalde…
Didem Engin @_DidemEngin
Bugün Alucra ve Şebinkarahisar’da çalıştık. Giresun’un güler yüzlü, misafirperver
güzel insanlarına çok teşekkürler…
Ayhan Bilgen @ayhanbilgen
Tamer Dağlı @Tamer_Dagli
Mersin’deki Kutlu Doğum Panelimize halkımız yoğun ilgi gösterdi...
12 yıl sonra yeniden Süper Lig’e çıkan Adanaspor’umuzu canıgönülden tebrik ediyorum. Adana sizinle gurur duyuyor.
95
UNUTMAYACAĞIZ
Hayri Doğan
19 ve 20. Dönem Antalya Milletvekili Hayri Doğan 1950 Basırlı doğumludur. Doğan, İI Genel Meclis Üyeliği, Oba Belediye
Başkanlığı, Türkiye Ziraat Odaları Birliği ve Tarım Kredi Kooperatifleri Merkez Birliği Yönetim Kurulu Üyeliği görevlerinde
bulundu.
Hayri Doğan’ın cenazesi 13 Nisan 2016 tarihinde Alanya Oba Beldesi Merkez Camii’nde ikindi namazını müteakip kılınan
cenaze namazının ardından toprağa verildi.
Vahit Yaşar Çalın
15. Dönem İstanbul Milletvekili Vahit Yaşar Çalın 1933 Yakuplu doğumludur. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde
eğitim gören Çalın serbest avukatlık görevinde bulundu.
Vahit Yaşar Çalın’ın cenazesi 13 Nisan 2016 tarihinde İstanbul Büyükçekmece Mimaroba Piri Reis Camii’nde öğle namazını
müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi.
Emin Acar
15. Dönem Bursa Milletvekili Emin Acar 1926 İnegöl doğumludur. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde eğitim gören
Acar, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Kliniği’ndeki ihtisasının ardından Akliye ve Asabiye Mütehassıslığı, Maraş
Merkez Hükümet Tabipliği, Çardak Nahiyesi Hükümet Tabipliği, Akçakoca Belediye Tabipliği, Akçakoca Hükümet Tabipliği,
Devlet Planlama Teşkilatı Teşvik Uygulama Dairesi Sağlık ve Gıda Uzmanlığı, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı Teşvik Uygulama Proje Uzmanlığı görevlerinde bulundu.
Emin Acar için 3 Nisan 2016 tarihinde Hacı Bayram Veli Camii’nde ikindi namazını müteakip cenaze namazı kılındı. Acar’ın
cenazesi ertesi gün Bursa İnegöl Beydinler Köyü Camii’nde kılınan öğle namazının ardından toprağa verildi.
NISAN AYINDA ARAMIZDAN AYRILAN ARKADAŞLARIMIZ IÇIN CENAB-I ALLAH’TAN
RAHMET DILIYOR, KEDERLI AILELERI IÇIN KALPTEN DUYGULARLA SABR-I CEMÎL NIYAZ EDIYORUZ.
Download