•1998'in 31 Mart'ında dört devrimciyi kaçırarak katleden ve kaybedenlerden biri bulundu ve cezalandırıldı. •Kontrgerilla elemanı Turan Ünal, cezalandırılmadan önce devrimciler tarafından sorgulandı ve kayıp politikasının bazı yanları açığa çıktı. •Kaybedenler, katledenler artık biraz daha gün ışığındadır. Hiç bir halk düşmanı halkın adaletinden kaçamayacak! •"Bizde yok" diyenler, "cebimde mi ki çıkarayım" diyenler, işte sizin kiralık katiliniz itiraf ediyor! Bu itirafları iyi okuyun! Susurluk'tan sonra devletin bir ölçüde de olsa temizlendiğini sananlar bu ifadeleri özellikle okumalıdırlar. Temizlendi dedikleri devlet Turan Ünal gibi katillerin devletidir. Kararlar alınmış, uygulamaya konulmuş ve eskisi gibi rahatlıkla olmasa da, kimi dengeleri daha fazla gözetmek zorunda kalsalar da kontrgerilla faaliyetleri sürmüştür. Hem de bu kez daha profesyonelce yapılmaktadır her şey... Kontrgerillanın MİT, Genelkurmay ve polis arasındaki, oligarşinin çeşitli kesimleri arasındaki it dalaşından etkilenmemesi için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardır. Ama ne kadar profesyonelce örgütlenmiş olurlarsa olsunlar, işte bir yerde açık vermişlerdir. Halka karşı böylesine alçakça, aşağılıkça, vahşice faaliyetler yürütenlerin kendilerini sonuna kadar gizleyebilmesi mümkün değildir. Kontrgerillanın kaybeden, katleden timleri, kimlerin onayı, teşviği ve desteğiyle kuruldu? Kontrgerillanın kimin çıkarlarını savunduğunu merak edenlerin Turan Ünal'ın itiraf ettiği ilişkiler ağına bakmaları yeterlidir. Aslında katil, esas olarak bilinenleri doğruluyor. İtiraflar bir kez daha gösteriyor ki; Ordu bu ilişkilerin içindedir. MİT içindedir. Polis içindedir. Büyük inşaat şirketleri, holdingler içindedir. Hem de o derece ki, bu kontra elemanları holdingler hesabına güvenlik danışmanlığı yapmakta, katlettikleri insanlarımızın cesetlerini inşaat harçlarına karıştırarak yok etmektedir. MGK bu ilişkilerin zaten kurmay olarak içindedir. Hatta Susurluk'tan sonra "gidebildiğiniz yere kadar gidin" diyen Demirel bile, torpille kontrgerillaya adam sokacak kadar içindedir ilişkilerin... Gelmiş geçmiş bütün hükümetler ilişkilidir; çünkü kontrgerilla örgütlenmesi hükümetlerin de temsil edildiği MGK'da konuşulmuştur ve karara bağlanmıştır. Şu tabloya bir bakın: Para babaları, ordu, MGK, işbirlikçi uşak hükümetler, devletin gizli, açık kurumları... Bu ülkede halkın düşmanı olan kim varsa bir yerinden kontrgerilla ilişkilerine bulaşmıştır. "Kaybetmeler", düşmanlığın en somut, en çıplak ortaya çıktığı yerlerden biridir belki de bu... Kontralar halka, devrimcilere olmadık baskı ve zulmü uygularken, yok ederken, arkalarında hep bu güçler vardır. Bunlar iddia değildir. Susurluk raporundan Turan Ünal'ın itiraflarına kadar açığa çıkan her bilginin, belgenin, ilişkinin kanıtladığı budur. Kontrgerilla timlerinin işleyişi nasıldı? Turan Ünal, yeni kontra organizasyonu içinde yeni bir örgütlenmeye gidilerek timlerin oluşturulduğunu anlatıyor. "Bu örgütlenme içerisinde üçer kişilik altmışa yakın tim var. 01, 03, 05, 07, 09 11 kodlarına göre sınıflandırma yapılıyor. Her sınıfın ayrı bir uzmanlık alanı var. Yalnızca 03 kodlu birim tüm birimlerin aldığı eğitimin toplamını alıyor. 03 en profesyonel birim." Turan ÜNAL da bu birimden. Faili meçhul, kaybetme gibi işleri bunlar yapıyor. "Timlerin resmi bir konumu ve rütbesi veya statüsü bulunmuyor. Herkes sanki normal er, onbaşı, çavuş gibi resmi kayıtları bulunuyor. Görev askerlikle başlıyor, eğitim veriliyor. Normal askerlik süresi bitiminde aktif olarak enaz üç yıl devam ediyor. İsteyen sınavla MİT, Özel Harekat ve askeri bir konumda kalabilir. Veya sivilde normal şartlarveya işler dahilinde ve denetim Ankara'da JİTEM, MİT ve Emniyet hazırlıyor. Tek tek, kaybedilmesi düşünülen bütün devrimciler için detaylı bilgiler yer alıyor bu listelerde. Bu listenin Gazi sonrasına denk getirilmesi çarpıcıdır. Neden Gazi? Çünkü Gazi, devletin korkularının iyice büyümesi demektir. Devrimcilerin sağlam bir önderlik sürdürebildikleri yerde halkın neler yapabileceğini gösterir Gazi... Binlerce insanın ölüm kusan namlular karşısında göğsünü açarak taşla, sopayla karşılık vermesi ve düşmanını yenmesi büyük bir tehlikedir. Nasıl bizim için Gazi zengin bir deney ve tecrübe birikimi sağlamışsa, düşman için de aynı işlevi görmüştür. O da kendi payına dersler çıkarmış ve Gazileri önlemenin en sağlam yolunun halkı bir korku denizinin ortasında tutmak olduğuna karar vermiştir. İt dalaşında kontrgerilla üstünlüğü **Timler genelde üçer kişi oluyor. Test ve kişisel bilgiler dahil olmak üzere yakın konumda ve anlaşabileceklerinden emin olunan kişiler ortalama üçer kişilik gruplaştırılıyor. Çalışmalardaki tutum ve davranışları ve tespitlere göre tim şefliği veriliyor. Ve timleri hücreleştirmeye özel önem gösteriliyor. Hareket alanının genişlemesi, birbirinden bağımsız çalışması, özellikle bilgi, sızma konusunda titizlikle duruluyor. 03 Grubu joker konumunda bulunduğu için ani görevler ve son dakika görevler çıkıyor. Emniyet, MİT ve diğer askeri kuruluşlar bilgi, malzeme ve personel alanında kullanılıyor. Tim'e emirler üst düzey emniyet hizmet ve daire başkanlığından geliyor. Kolluk kuvvetlerinin -emniyet, MİT, askeri komutanlıklar- sahip olduğu bütün yetkiler, kimlikler kullanılıyor. Çözümlenmenin gerekli olduğu kilit Kimleri kaybedeceklerine nasıl karar veriyorlar? Turan Ünal'ın itiraflarında en dikkat çekici nokta kayıplar konusudur. Kendisi de kaybedip katlettiği insanların adlarını hatırlayamıyor bu katilin. Ama kaybederken neyi düşündüklerini, kimlerin kaybedileceğinin nasıl tespit edildiğini iyi biliyor. Aynen şöyle diyor: "Kim ne kadar örgüt içinde etkin, kim kişiye bağlı örgütlenme yapıyor, ve kimi kaybederlerse o birim ya da bölgede moral bozukluğu ve örgütü, devrimciliği bırakanlar artar..." Bunu düşünüyorlar ve karar veriyorlar. Amaç, korkuyu yüreklerde dağ gibi büyütmek yani. İnsanları bu batağın içine gömmek. Hareketsiz hale getirmek. Bu işi yaparken ellerinde bir de liste var. Listeyi Mart 1995'te, Gazi ayaklanmasından sonra İstanbul ve İsimleri tesbit edilen devrimcileri katledecek kontrgerilla ekipleri, üç beş "vatansever" polisin kendi kafasından oluşturulmamıştır elbette. ****Ordu örgütlemiştir. Bu örgütlenme hücre tipi yapılmış, böylelikle diğer devlet kurumlarıyla aralarında çıkacak muhtemel bir it dalaşından ve devrimcilerin onları açığa çıkarmasından korunmaları öngörülmüştür. Öyle ki timler birbirlerini bile tanımazlar. Adeta bir yeraltı örgütü işleyişi esas alınmıştır. Gene de uyuşturucu işinde pazar kavgası gibi bir it dalaşıyla karşılaştıklarında, meseleyi kendi yöntemleriyle çözmüşlerdir. Yok etmişlerdir. Turan Ünal'ın yaptığı şu itiraf böyle bir yok etme örneğidir: "Emniyetle olan bu tür çelişkiler 1997 dönemlerine kadar yaşandı. Ciddi uyanlara rağmen deşifre olabilinecek işlerin yapılmasına devamından da dolayı Ankara'da Erdal DOĞAN isimlii bir polis intihar süsü verilerek yok edildi..." Böylece bu kontrgerilla teşkilatı devletin diğer kontra güçleri karşısında da tam bir hakimiyet sağlamıştır. Hemen bütün pis işleri onlar yapar hale gelmişler, kollarının yetişmediği yerlerde de denetim altına almışlardır. Adeta kimse onların dışında onların bu hakimiyetini kıran bir şey yapamaz olmuştur. "Bundan sonraki süreç içerisinde ezici bir üstünlük sağlanarak kontraların eline geçti. Denetim ve uyarı imtiyazları oldu..." Devletin bütün kurumları ellerinden gelen her türlü desteği sunmakla yükümlü kılınmışlardır. Bu kontracılar gerek duyduklarında TELSİM'in numarasız telefon kartlarını, gerek duyduklarında MİT ve polis veya asker kimliklerini kullanmışlardır. Faaliyet alanları bütün Türkiye'dir. İhtiyaç duyulan her yere yetişmektedirler. İtiraflarda geçtiği gibi, kimi zaman İzmir'de, kimi zaman İstanbul'da, kimi zaman Ankara'da, Sivas'ta, Toroslar'da, Amasya'dadırlar. Sır olmayan bir kez daha açığa çıkmıştır Turan Ünal'ın bu itirafları, kontrgerillanın kimin tarafından örgütlendiğini de göstermektedir. Bu taşın altındaki kurum sır değildir: Ordudur. Generaller daha önceki kontrgerilla teşkilatlarının sürecin ihtiyaçlarını karşılayamadığına karar verdikleri 1992'de bu doğrultuda girişimlerde bulunmaya başlamışlar, 1993 sonlarına doğru da MGK'da bu karar çıkarılmıştır. Buna göre kontrgerilla artık **tutulacaktır. Polisle MİT, polisle Genelkurmay, Genelkurmayla MİT zaman zaman böyle bir it dalaşının içine girebilirler, bunlar yaşanmıştır; ama MGK it dalaşının "iş'lerini aksatmasına göz yummamıştır. Kayıplar, infazlar, işkenceler, cinayetler sürmelidir. Polis ve MİT gibi kontrgerilla kurumları yıpranmıştır ve profesyonel timler kurma ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bu anlamda MGK, süreci "isabetli" tahlil etmiştir. Susurluk'la birlikte düzenin meşruluğunun iyice ortadan kalkmasına karşın bu profesyonel timler sayesinde "iş"ler aksamadan sürmüştür. Ülkemizde kontrgerilla tartışmaları yeni değildir. Onlarca yıldır sürer. Kontrgerillanın var mı yok mu olduğu tartışmasını yapmak komiktir. Gerçeklerle ilgisi yoktur. Susurluk'tan sonra birçokları "artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını" zannetti. Bir yanıyla bu doğruydu; evet, hiçbir şey artık eskisi gibi olamazdı. Halk açısından böyleydi bu; çünkü milyonlarca insan Susurluk devletinin gerçek yüzünü görmüştü. Devletin niteliği noktasında eskisi gibi yalanlarla halkı kandırmaya devam etmek daha zordu. Ama devlet açısından da artık hiçbir şey eskisi gibi olamazdı... Devlet şöyle düşünüyordu: Bu iş mutlaka yapılmalıdır. Katliamlar, işkenceler, kayıplar, faili meçhuller mutlaka sürmelidir. Bunların bir kenara bırakılması, bu politikanın artık uygulanmaması zaten devletin sonu demektir. Ama bunlar daha güvenli, daha sağlam, daha emin adımlarla, daha az sızmayla yapılmalıdır... Turan Ünal'ın anlattığı kontrgerilla teşkilatı tam da böyle bir ihtiyaca denk düşmektedir işte... Ama bunları aktarmadan önce, 1990'h yıllarda bu kontrgerilla örgütlenmesinin bilgisi ve siyasi sorumluluğu olan bir kaç isme bakalım. Herkes ne biliyorsa açıklamalıdır ERDAL İNÖNÜ, AÇIKLAMALIDIR: Hep "ağır bir siyaset adamı" portresi çizdin, ilkeli bir siyasetçi gibi görünmeye çalıştın. Burjuva siyasetçilerinin artık iyice çürüdüğü bu ülkede bir dereceye kadar prim de yaptın. Gerçekten böyle miydin, gerçekten onuruna düşkün müydün? Şimdi bunu kanıtlamak durumun dasın. 1993'te ilk SHP-DYP koalisyonunu Demirel'le birlikte kurdunuz. Başbakan yardımcısı oldun. Ama aradan uzun bir zaman geçmedi, birkaç ay sonra istifa ettin ve hükümetten çekildin. Neden? Arkandan "yazık adama, hizip kavgalarına dayanamadı, partiyi Baykalcılara verdi, 'alın başınıza çalın' demeye getirdi" diye yazdılar. Sen ise "görevi tamamlayıp artık başkalarına devretmek gerek" diye düşündüğünü söyledin. Ama kimseyi buna inandıramadın. Her ikisi de belirleyici nedenler olamazdı. Bu düzenin içindeki en namuslu adam bile böyle davranmazdı. Hiç kimsenin, bir defa iktidar koltuğuna oturduktan sonra orayı isteyerek terk ettiği görülmemişti. Sen de isteyerek çekilmedin. Birileri senden bir şeyler istedi, açıkça "yapmıyorum, yaptırmıyorum" demeye yüreğin yetmediği için çekildin. 1993'te birinci Çiller hükümeti kurulduğunda, senin başbakan yardımcılığın sırasında kuvvet komutanları yanına geldiler. Gizli bir görüşme yaptılar. Senden ne istediler? Onay verdin mi? Vermedinse nasıl karşı çıktın? Veya karşı çıkabildin mi? Açıklamalısın İnönü. 73 yaşındasın. Bundan sonra ne kadar yaşayacağını bilemezsin. Eğer insanların mezarını lanetlemesini istemiyorsan açıklamalısın MURAT KARAYALÇIN, AÇIKLAMALIDIR: CHP kurultayında solculuk tasladın, yeniden umut olmaya oynadın. Patlattığın hamasi bir nutuktu. Demokrasiden söz ediyordun. Düşünce özgürlüğünden söz ediyordun. Sen de bilirsin Murat Karayalçın; düşüncelerine pranga vurulmuş olanların örgütlenme özgürlüğü lafları beyhude bir demagojiden ibarettir. "Benimki öyle değil" mi diyorsun? Öyleyse kanıtlamalısın. Uzun süre başbakan yardımcılığı yaptın. Milli Güvenlik Kurulu toplantılarına katıldın. Devletin gizli sırlarını orada konuştunuz. Politikalar tespit ettiniz. Veya kendini biraz daha masum göstermek istiyorsan şöyle de diyebiliriz: Başkaları tespit ettikleri politikaları sana dayattılar ve sen de kabul etmek zorunda kaldın. Eğer gerçekten demokratsan, eğer gerçekten söylediklerin demagoji olsun diye değilse, eğer yalnızca koltuk derdindeki bir Zübük değilsen, zaman kaybetmeden neler konuştuğunuzu, ne kararlar aldığınızı açıklamalısın. Yoldaşlarımızın katledilmesi için, halka en ağır zulümlerin edilmesi için, "bin operasyon"un yürütülmesi için kurulmuş özel kontrgerilla birimlerinden haberin var mıydı? Bu teşkilatlanmanın nasıl oluşturulduğunu, kimin kurduğunu ve kimlerin yer aldığını biliyor muydun? Bu konuda onay verdin mi? MHP'li faşist katil İbrahim Çiftçi, "Çatlı'nın yer aldığı örgüt, devlet içinde, teşkilat şeması bile bulunan bir örgüttü. Karayalçın da bunu biliyor" diyordu. Bunu hiç yalanlamadın. Bilirsin, "sükut ikrardan gelir." Eğer öyleyse, suçlusun demektir Karayalçın. Ama yol yakınken itiraf et, açıkla her şeyi... Bu sorumluluklarını ortadan kaldırmaz, ama en azından onurlu bir iş yapmış olursun. GAZETECİLER DE SORUMLUDUR 1996 yılının Aralık ayında, yani Susurluk'un üzerinden henüz kısa bir zaman geçmişken Radikal gazetesi yazarı İsmet Berkan bir dizi MGK toplantısından söz ediyor ve şöyle yazıyordu: "Terörün öteki kaynaklarını kurutmak için de "aktif" olunmasına karar verildi. Yeni taktiğin iki ayağı vardı. Teröristi eylemini yapmadan ele geçirmek, gerekirse öldürmek; teröriste maddi-manevi destek verenleri teröristle bir tutmak... Bu strateji değişikliği, 1992 yılı sonlarında MGK gündemine geldi. Bir MGK dokümanında kurulacak organizasyonun şeması ve bu organizasyonda görev alacak kişilerin isimleri de yer alıyordu. İsimler arasında Abdullah Çatlı da vardı.... Örgütte özel timden polisler, bazı askerler ve Çatlı'nın bazı arkadaşları da yer alacaktı.... Artık itiraz eden olmadığına göre konu yeniden MGK gündemine gelebilirdi. Geldi ve bu yeni mücadele yöntemi 1993 sonbaharında onaylandı. Siz deyin "Gladio', ben diyeyim "Özel Örgüt" MGK tarafından alınan kararla KAYBEDİLEN İNSANLARI, KAYBETTİKLERİ İNSANLARI GÖMDÜKLERİ YERLER Turan ÜNAL, katlettikleri ve kaybettikleri insanların "bir kısmını Bayrak Garnizonu'nun askeri alanına gömdüklerini, Bir kısmını Haşemoğlu İnşaat'ın yaptığı devlet -çoğu emniyet- binalarının temellerine gömdüklerini, Bir kısmını ise devlete ait ya da devletle ilişkisi olan asit kullanan petrol yan ürünlerinin işlendiği fabrikalarda asit kazanlarında eritilip yok ettiklerini" söylüyor. Buraların kontra sözlüğündeki adı "çukur"muş... kuruldu. "Gazeteciler yalnızca bugünü yaşarlar" denir. Bununla kastedilen onların olayları takip ettiği, günlük sonuçlar çıkardığı ve bunları yazdığıdır. Ama yarın aynı olaylar farklı şekillerde cereyan ettiğinde, sanki bugün hiç yaşanmamış gibi, gene aynı şaşkınlıkla davranırlar. Artık bu kronik hafıza kaybı hastalığından kurtulunmalıdır. Dünü unutmamalıdırlar. Bizim, devrimcilerin yazdıklarını, söylediklerini değil; hiç olmazsa kendi yazdıklarını unutmamalıdırlar. Susurluk'un bittiğini söyleyebilir misiniz? MGK kararlarının, belgelerinin geçersiz ilan edildiğini, "Gladio" türü bu teşkilatların lağvedildiğini söyleyebilir misiniz? Hayır, İsmet Berkan... Tersine, her şey eskiden olduğundan daha örgütlü, daha muntazam devam etmektedir. "BEN BU MGK BELGESİNİ GÖRDÜM" DİYE YAZIYORDUN. Bu bile tüylerini ürpertmişti. Ama gördüğün yazıda cinayetlerin nasıl işlendiğini, insanlara nasıl işkence edildiğini, nasıl asit kazanlarına atılıp eritildiklerini, inşaatların temellerine harçla beraber nasıl karıştırıldıklarını, insan öldürme tekniklerinin nasıl öğretildiğini, uyuşturucu işlerinin nasıl çevrileceğini yazmaz... Kaç kişinin onların elinde imha edildiğini yazmaz. Bu talimatları kimlerin verdiğini yazmaz. Nerelerde faaliyet gösterdikleri yazmaz. Şimdi, dört insanımızın katillerinden kontrgerilla Turan Ünal'ın ifadelerini oku bir de; tablo tamamlanacaktır. O zaman çok daha net, çok daha çıplak göreceksindir devlet gerçeğini. Sözümüz yalnızca İsmet Berkan'a değil, İsmet Berkan gibilerinedir. Gerçeği görüp de görmezden gelenleredir. Bütün gerçekler ortadadır. Bu tavırsızlığa artık bir son verilmelidir.* Sevgili yoldaşlar, Bugün, aramızdan ayrılmanızın üzerinden neredeyse onbeş ay geçtikten sonra yazıyoruz bu satırları. Hala derin bir sızıyla çarpıyor yüreklerimiz. Biliyoruz, değil bir onbeş ay daha, onlarca yıl daha geçse hep aynı sızıyı duyacağız. Acımız da, öfkemiz de, kinimiz de hiç dinmeyecek. Hep sizi anacak, hep sizi hatırlayacağız. Yoldaşlar, Biliyorduk, kaçırılmıştınız. Bu devlet sizi almış ve kimsenin bilmediği bir yerlere götürmüştü. Nereden kaçırıldığınızı, nasıl kaçırıldığınızı neredeyse en ince detaylarına varıncaya kadar biliyorduk. En ağır işkenceleri gördüğünüzü de. Ve katledildiğinizi de tahmin ediyorduk. Aslında, bir yerde emindik de buna... Katiller sizi bu kadar uzun süre sağ tutmazlardı. Ama "gene de" diyor insan, "belki de" diyor, "yüzde bir de olsa" diyor... Yani yoldaşlar, biliyorduk bilmesine de, yattığınız yeri bilmediğimiz, üzerinizde "Öldüler Yenilmediler" yazılı mezar taşlarını görmediğimiz sürece yüreğimizin bir kıyısında bir umut ışığı vardı gene de. ilk günler daha güçlüydü bu ışık. Bu yüzden avazımız çıktığı kadar bağırdık; "kurtaralım" dedik. Dost bildiğimiz, duyarsız kalamayacaklarını düşündüğümüz herkesi yanımıza çağırdık. Harekete geçirmeyi ne kadar başardık? Tartışılır. Oysa daha vakit vardı. Hissediyorduk bunu. Çırpmıyorduk, "başarabiliriz" diyorduk, "susmayın" diyorduk, "bir gün sıra size de gelecek" diyorduk... Biz meydanlarda haykırıyorduk, devletin kurumlarından hesabınızı soruyorduk, sağ istiyorduk... Ama öyle ağır bir vurdumduymazlık kaplamıştı ki herkesi. Bu arada sizi çözmeye çalışıyorlardı, sizi lime lime ediyor, her türlü işkenceyi üzerinizde deniyor, tehdit ediyorlardı, sizi parçalıyorlardı, kollarınızı, bacaklarınızı kırıyorlardı. Belki siz de anlamıştınız artık; Evet, katledeceklerdi. Karar verilmişti. Düşman cephesinin politikaları bunun üzerine şekillenmişti. Gözdağı vermek gerekiyordu, korku tohumlarını alabildiğine derinlere ekmek gerekiyordu, binlerce insana "bakın, sizi de böyle yaparız" demek gerekiyordu ve bunun için her şeyi yapacaklardı. Dördünüzü birden katlettiklerinde, kaybettiklerinde bu etki daha da güçlü olur diye düşünüyorlardı. Yaşam neydi? Ölüm neydi? Halkı için yaşamak, halkı için ölmek, ideallere sahip olmak, umutları ve özlemleri olmak, düşlerini gerçeğe çevirebilmek, bunun için savaşmak, devrimci olmak... Onlar bu soruların cevaplarını bilmezlerdi yoldaşlar. Siz biliyordunuz. Cevap veriyordunuz. O anda kimse duymayacaktı cevabınızı; belki bir asit kuyusunda, belki yeni başlayan bir işkencehane inşaatının temel harçlarında, sessiz sedasız "kayıplara karışacaktınız. Ama olsundu, yaşananlar sonsuza kadar gizlenemezdi, bugün duyulmazsa yarın duyulurdu bu cevaplar. İşte şimdi, hayatınızla verdiğiniz cevapları herkes biliyor. Yoldaşlar! Bugün, kanınızın yerde kalmamış olmasıyla bir parça huzurluyuz. Ama bitmiş sayılmaz henüz. Daha da görülecek hesabımız Bilin ki, hepsini de tek tek veya toplu, bugün veya yarın bulacağız. Emri verenleri de, karar altına alanları da, uygulayanları da, onaylayanları da bulacak ve bu hesabı tamamlayacağız. Şimdi, Ege'nin ılık sularının altında sonsuz uykunuzu uyurken de, tıpkı eskiden olduğu gibi hep bizimlesiniz yoldaşlar. Devrimci Gençlik bürolarında senin resimlerin asılı Hayat. Gençlik senin sloganlarını atıyor. Bergama'da senin sesin yankılanıyor hala Metin Andaş. Vatanından ayrı yaşamak zorunda bırakılmış, ama vatanıyla bağlarını hiç koparmamış insanlarımızın arasındasın Ali. Yoksul gecekondu halkının içindesin Hasan. Ve hep öyle olacaksınız.* Unutulmadılar, Yol Göstermeye Devam Ediyorlar... 12 TEMMUZ ŞEHİTLERİ ANILDI 12 Temmuz direnişçileri çatışarak tüm halklarımıza Katledilişlerinin 8. yıldönümünde 14 Temmuz günü tutsak emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı savaş çağrısı anaları, yoksul gecekondulular, öğrenciler bir anma oldular. gerçekleştirdiler. Onlar ölmediler kavgamızda yaşıyorlar ve 14 Temmuz günü Karacaahmet Mezarlığı'nda yapılan anma devrim şehitleri için bir dakikalık saygı duruşuyla başladı. yaşayacaklar. Çünkü onlar emperyalizme ve Saygı duruşunun ardından bir basın açıklaması okundu. Basın işbirlikçilerine karşı savaş çağrısıydılar." Anmada açılan pankartta "ABD Emperyalizmini açıklamasında şu sözlere yer verildi: "Dün Yeni Dünya Düzeni adı altında barış ve demokrasi Ülkemizden Kovacağız. 12 Temmuz Şehitleri yalanlarıyla Ortadoğu'yu denetimi altına almak isteyen ABD Ölümsüzdür." yazılıydı. Basın açıklamasından sonra Grup Özgürlük emperyalizmi aynı şekilde Yugoslavya'yı da bombalayarak Türküsü'nün seslendirdiği "Bize Ölüm Yok" marşı hep bir Kosova'yı işgal ederek saldırısını işbirlikçi uşaklarının ağızdan söylendi ve anma sona erdirildi.* desteğiyle sürdürüyor. Yıllardır böl parçala yönet temelinde sürdürdüğü saldırıları bugün daha da boyutlanarak devam ediyor. (...) 1950'li yıllardan bu yana ülkemizi çiftliği gibi kullanan, halkımızı ve dünya halklarını açlığa, yoksulluğa mahkum eden emperyalizmin saldırılarına Türkiyeli devrimciler hiçbir zaman sessiz kalmadılar. 30 yıl önce ABD'nin 6. Filo'sunu Dolmabahçe'de denize döken devrimcilerdi. Filistin halkına kan kusturan Elhrom'u, . üstleriyle ülkemizi işgal eden İngiliz Kuştepe Zeytinlik, Yoncalı Sokak ve Nisa emperyalizminin temsilcilerini cezalandıran devrimcilerdi. Serezli Parki'nda 13 Temmuz günü, 12 Temmuz Yaratılan anti-emperyalist geleneğe sahip çıkan 12 Temmuz şehitlerini anmak için devrimci hareketin direnişçileri de sessiz kalamazdı. '90 Atılımı'yla yükselen sloganlarının yer aldığı yazılamalar yapıldı.* devrimci mücadeleyle 30 yıl önce başlayan gelenek sürdürülüyordu. Bu gelenekti emperyalizmin ve işbirlikçilerinin yüreğine korkuyu salan. Bağımsız vatan uğruna ölmek onurlu şeydi onlar için. Çünkü devrimciydiler. Çünkü,o büyük günün habercisiydiler. 12 Temmuz diren: şi, düşmanın kuşatması altında halka ve devrime sonsuz bir inançla bağlı olmaktır. 12 Temmuz, Kızıldere Manifestosunun sahiplenilmesidir. "12 Temmuz Şehitleri Ölümsüzdür" Haziran günü keyfi bir şekilde babası ile birlikte gözaltına alınan ve daha sonra tutuklanan Antakya temsilcimiz Gökay Dalgıç'ın ilk mahkemesi 13 Temmuz tarihinde yapıldı. Mahkeme esnasında polisler koridorda terör estirirken içeride duruşmaya devam edildi. Temsilcimizin tutukluluk halinin devamına karar verilirken, duruşmaya giden muhabirimiz Aysel Hüzmeli ve Gökmen Duman oradaki polisler tarafından mahkeme boyunca gözetim altında tutuldu. Adliye çıkışında muhabirlerimiz, bir okurumuz ve temsilcimizin babasının kimliklerine el konularak dışarı çıkmaları engellendi. Ancak avukatın gelişiyle kimliklerini alabilen muhabirlerimizden Aysel Hüzmeli ile yaptığımız konuşmada; temsilcimizin gözaltına alınışının, tutuklanmasının ve kendilerine Adliye'de yapılan tüm davranışların keyfi olduğunu belirterek, baskıların kendilerini yıldıramayacağını ve halkın sesi, soluğu olmaya devam edeceklerini söyledi.* Gazi Abluka Altında Gazi halkının tırnağıyla, dişiyle uğraşıp, senelerdir içinde barındıkları gecekondularını yıkmak için binlerce polisle 14 Temmuz sabahı Gazi Mahallesi kuşatıldı. Binlerce polisi, çevik kuvveti, belediye görevlisi ve 30 tane panzer, çok sayıda polis otobüsü Gazi Mahallesi'nde gecekonduları yıkmak için toplanmışlar ve tüm yolları tutmuşlardı. Devlet güçleri Gazi halkına hiç haber vermeden sabah 06.30'da yıkım için seçtiği bölgeyi kuşattı. O bölgenin tüm yollarını kapattı. Saat 10.30'da Gazi halkının kapılarını çalarak "Çıkın dışarı kaçak yapı olduğu için yıkacağız" diyerek Gazi halkını zorla evlerinden çıkarmış ve evlerini yıktırmak istemeyen ve evlerinden dışarı çıkmayan insanları da gözaltına aldılar. Yıkımda 50'den fazla ev yıkıldı ve yüzlerce insan sokakta kaldı. Ev sahiplerinden yaşlı olanlar fenalık geçirip hastaneye kaldırıldı. Yıkım öğlenden sonra saat 15.30'da bitti. Buna rağmen yıkılan evlerin sahipleri, "Evimi yine yapacağım, istediği kadar yıksınlar ben burada oturacağım" diyerek evlerini tekrar yapmaya başlayıp, yıkımlarla seslerini susturamayacaklarını dile getirdiler.* "Evlatlarımızı Öldürtmeyeceğiz, Kefenimiz Elimizde Sabunumuz Cebimizdedir" Ankara Yüksel Caddesi'nde İnsan Hakları Anıtı önünde her hafta Cumartesi günü yapılan kayıp ve tutsak ailelerinin düzenlediği eyleminin 85'ncisi 10 Temmuz günü saat 12.30'da gerçekleşti. Eylemde konuşan, Ankara İHD Şube Sekreteri İlhami Yaban, Eskişehir Özel Tip Cezaevi'nde tutuklu bulunan Bülent Ertürk ve Kemal Ertürk'ün 54 gündür açlık grevinde olduklarını belirterek bu insanlar yargılandıkları yerin sınırları içindeki bir cezaevine konmak istiyorlar. Kendileri bizim tabutluk olarak bildiğimiz cezaevine konulmuşlardır. Bu cezaevinde daha çok çetelerin kaldığı ve sürekli taciz edildiklerinden sevklerini istiyorlar ama bu en demokratik hukuksal talepleri kabul edilmiyor denilerek, içerdeki birinin tek yapacağı yöntem vardı o da açlık grevi, onlar da buna başvurmuşlardır denildi. Eylemde Bülent Ertürk'ün annesi ve Kemal Ertürk'ün teyzesi Güzel Şahin de konuşarak tepkilerini dile getirdiler. Güzel Şahin "Biz analar olarak kefenlerimizi elimize almışız, sabunumuz cebimizdedir. Mezarımızda herhangi bir yerdedir. Biz ölüme hazırız, çocuklarımızı öldürmeyin biz analar her yerde varız. 1996 ölüm oruçlarında on iki can verdik, o zaman Adalet bakanının yanına gitmiştik kapıları üstümüze kapattılar, bizi rehin aldılar, polisleri çağırıp bizi coplattılar, götürüp hücrelere koydular. Bizler açlığa da dayanırız, zulme de çünkü biz inançlıyız" dedi. Eylemde "Yaşasın Halkın Adaleti", "Zindanlar Boşalsın Tutsaklara SARIGAZİ HALK MECLİSİ GİRİŞİMİ SIVAS'TA KATLEDİLEN 37 AYDINI ANMAK İÇİN YEMEK VERDİ Sivas Madımak Oteli'nde faşistler ve gericiler tarafından katledilen 37 aydm için 9 Temmuz Cuma günü saat 15.00'te Sarıgazi Cemevi'nde Sarıgazi Halk Meclisi Girişimi tarafından yemek düzenlendi. Düzenlenen yemek ilk olarak Sivas şehitleri ve tüm devrim şehitleri için 1 dakikalık saygı duruşu ile Özgürlük", "Anaların Öfkesi Katilleri Boğacak", "Devrimci Tutsaklar Onurumuzdur", "Tutsaklara Kalkan Elleri Kırdık Kıracağız", "Hücreleri Yıkacağız" TİYAD, HÖP imzalı dövizleri açıldı. Ayrıca "Anaların Öfkesi Katilleri başlarken, saygı duruşunun ardından Sarıgazi Halk Meclisi Girişimi tarafından Sivas'ta katledilen 37 insan anlatıldı. Cemevi hocası tarafından okunan duanın ardından yemekler verilerek 150 kişinin katıldığı yemek saat 16.00'da bitirildi.* Boğacak”, “İşkencecilerden Hesap Sorduk Soracağız”, “Devrimci Tutsaklar Onurumuzdur”, Tabutluklar Yıkılsın, Tutsaklara Özgürlük” sloganları atıldı. Eylem saat 13.00’te 150 kişinin katılımıyla sona erdi. Emeklilik Yaşının Açıklanması; Sefaletin, İşsizliğin Onaylanmasıdır amu Emekçileri Sendikaları Bursa Şubeler Platformu yüzde 20'lik ücret artışını ve emeklilik yaşının 5860 olarak açıklanmasını protesto etmek için 9 Temmuz Cuma günü Bursa'daki merkez PTT önünde basın açıklaması ve faks çekme eylemi yaptı. Şubeler platformu dönem sözcüsü Sayım Gültekin'in okuduğu basın açıklamasında; "Milliyetçi ANASOL Hükümeti tercihini IMF'den yana yapmıştır. Bakanlar Kurulu'nun aldığı karar IMF'nin kararıdır. Yüzde 20'lik artış, emeklilik yaşının 58-60 olarak açıklanması sefaletin işsizliğin onaylanmasıdır." dedi. Ayrıca açıklamada hükümetlerin bugüne kadarki icraatlarının sonucunda insanların işlerinden edildiğine, sürüldüğüne, açlığa mahkum edildiğine, KiT'lerin yağmalandığına, ülkenin kaynaklarının çarçur edildiğine, beş milyon işsiz ordusuyla ve çete odaklarına karşı tutumda dünya şampiyonu olduğuna, emeklilik yaşı konusunda da Ruanda ve Uganda'yı da aşarak dünyanın rakipsiz şampiyonu olduğuna değinildi. Yaklaşık 60 kişinin katıldığı eylem Başbakanlığa, Çalışma Bakanlığı'na, TBMM'ye ve iktidardaki parti genel merkezlerine çekilen fakslarla sona erdi. Eylemde "IMF Emretti Hükümet Zikretti", "Emekçiyiz Haklıyız Kazanacağız", "Mezarda Emekli Olmayacağız" sloganları atıldı.* Bu Utanç Tablosunun Karşısında Sessiz Kalmayacağız Bursa Maliye Sarayı önünde TümMaliye-Sen Bursa Şubesi 12 Temmuz Pazartesi günü saat 12.00'de yaklaşık 150 kişinin katıldığı bir basın açıklaması yaptı. Basın açıklamasında şöyle denildi: "Bu utanç tablosunun karşısında sessiz kalmayacağız. Milliyetçi Anasol Hükümeti reform değil, yıkım yasası çıkardı. Çalışanlara ölüm fermanı çıkaran Hükümet başta IMF heyeti olmak üzere bu ülkede beleş yaşamaya alışık olan çevrelerden, TÜSÎAD, TİSK ve Bursa'da da BUSİAD başkanlarından tam not almıştır. Kendilerine kıyak emekliliği uygun gören, bir gecede ücretlerine hiç tartışmadan zam yapan, düzenli olarak rantiyecilere ödenen faizi milli görev gören hükümet çalışanları, emeklileri, gençleri, köylüleri, küçük esnafı, üreticiyi IMF'ye ve rantiyeciye satmıştır. Yapılan yüzde 20'lik artış yağmur gibi yaptığınız zamları karşılamıyor. Hiç kimsenin bizi emperyalistlere satmaya hakkı yok, gücü de yetmez. Çünkü biz ülkenin değerlerini yaratanlarla birlikteyiz, çünkü biz kapitülasyoncu değiliz" Eylem 13.00'te sloganlar ve alkışlarla sona erdi.* Eskişehir'de Memurlardan Protesto Eylemi Eskişehir KESK Şubeler Platformu 14 Temmuz günü saat 17.45'te Selami Vardar İş Merkezi önünde yüzde 20'lik maaş artışını ve Sosyal Güvenlik Reformunu protesto amaçlı basın açıklaması yaptı. Basın açıklamasını KESK Şubeler Platformu sözcüsü Ali Paşa Şanlı yaptı. Şanlı, yaptığı konuşmada; "Hükümetin petrole yaptığı günlük zamlarla maaş artışını ceplerinden aldığını, yüzde 20'lik zam sonucu memurların ortalama maaşlarının 120 milyon liradan 144 milyona, emekli maaşlarının 60 milyon liradan 72 milyona yükseldiğini, milletvekili maaşlarının ise l milyar 500 milyon liradan 1 milyar 800 milyona yükseltildiğini, Hükümet'in ekonomik terör uygulayarak çalışanları ücret kaybına uğratığını anlattı. Ali Paşa Şanlı konuşmasına şöyle devam etti: "Hükümet Sosyal Güvenlik Reformu adı altında kölelik reformunu dayatıyor. Ne zaman reform sözü edilse emekçiler için yıkım politikaları çıkıyor. Sermaye daha fazla kar amaç ediyor. IMF'nin direktifleriyle halk tamamen yoksullaşıyor." 500 kişinin katıldığı açıklama "Mezarda Emekliliğe Hayır", "Kahrolsun IMF, Bağımsız Türkiye", "Emekçiyiz Haklıyız Kazanacağız", "Zafer Direnen Emekçinin Olacak", "Çetelere Kıyak Emekçiye Dayak" sloganları ile bitirildi.* Sosyal Güvenlik Reformu Ölüm Fermanıdır Denizli'de KESK, DİSK, TÜRK-IŞ, EMEKLİ-SEN, TMMOB, EĞİT-DER VE DENÎZLl DEMOKRASİ PLATFORMU 9 Temmuz tarihinde 57. Hükümet'in Sosyal Güvenlik Yasa Tasansı'nı protesto etmek için ortak bir basın açıklaması düzenlediler. Saat 17.30'da Denizli Belediyesi önünde toplanan yaklaşık 500 kişinin katıldığı basın açıklamasında işçi ve memurlar tepkilerini dile getirdiler. Hükümet'in Sosyal Güvenlik Reformu adı altında hazırlayıp sunduğu yasa tasarısının tüm çalışanların ölüm fermanı olduğu dile getirilen açıklamada, tasarının çalışanların sorunlarının çözümüne yönelik değil IMF'nin direktiflerini yerine getirmek amaçlı olduğu belirtildi. Açıklamada ayrıca şu sözlere yer verildi: "Sosyal Güvenlik kurumlarının bu aşamaya gelmesindeki pay bu kurumları rant ekonomisine endeksleyen ve özelleştirerek mutlu azınlığa çıkar sağlama görevini üstlenenlerindir." Eyleme katılan memurlar; adaletsiz gelir dağılımının giderilmesi, kayıt dışı ekonominin kayıtlı hale getirilmesi, emekçilerin reel ücret kayıplarının giderilmesi, herkesten geliri ve servetiyle orantılı gelir vergisi alınması, tüm çalışanları kapsayan grevli toplu sözleşmeli özgürlükçü bir yasal düzenleme yapılmasını talep ettiler. Basın açıklaması sonrasında yaptığımız görüşmelerde emekçiler ve DKÖ temsilcileri hükümet tarafından yapılacak hak gaspları ve saldırılara karşı bundan sonra da susmayacaklarını, tepkilerini dile getireceklerini ve eylemlerini büyüterek haklarını alıncaya kadar sürdüreceklerini getirdiler. Açıklama sırasında, "Mezarda Emekliliğe Hayır" "Hükümet Al Zammını Başına Çal", "İşçiler El Ele Genel Greve", "Emekçiyiz Haklıyız Kazanacağız" sloganları atıldı.* KARYAPSAN İŞÇİLERİ DİRENİYOR Kartal Belediyesi tarafından işten atılan 64 Karyapsan işçisinin 7 aydır sürdürdükleri direniş 13 Temmuz Salı günü saat 14.00'te okunan basın açıklaması ile devam etti. Kartal Meydanı'nda toplanan Belediye-İş üyeleri tarafından okunan açıklamayla haklarını alana kadar direnişi sürdüreceklerini söylediler.* Mücadelede Memur Gerçeği Dergisi'nin Son Sayısı Çıktı! SES'te Olağanüstü Genel Kurul Bahçeli: "Kıbrıs namusumuz..." HATALARDA DEĞİL MÜCADELEDE ISRAR EDELİM KİMSEYİ KANDIRAMAZSINIZ; KESK içerisinde devrimci dinamizmi, mücadeleci kimliği ile önemli bir yeri olan SES, son bir yılını kaybetmesine yol açan sorunlarını 2. Olağanüstü Genel Kurulu'yla da aşamadı. Bu süreçten sorumlu olan anlayışlar, yine aynı tutumlarını sürdürdüler ve ağırlıkları değişerek de olsa yeniden yönetime geldiler. Genel Kurul sürecinde yaşananlar ve sonuçta oluşan yönetim ne yazık ki geleceğe dönük bir umut vaadetmiyor. Olağanüstü Genel Kurul çağrısında bulanan gruplar iki ana noktada hata yapmışlardır. Birincisi; SES'te uzun süredir yaşanan durgunluğu aşmak için bir program çerçevesinde mücadeleyi örgütlemek yerine, yönetim içinde bir çekişmeyi yeğlemeleri ve bunu tabana olumsuz bir şekilde yansıtmalarıdır. Elbette eski genel başkanın yaptığı basın açıklaması ile başkanlıktan istifa etmeden bir partiden aday olması "eksiklik" vb. diye geçiştirilemeyecek önemli hatalardır. Ancak, bunları öne sürerek olağanüstü kongre için imza toplayan grupların da diğer sendikalarda aynı şekilde davrandıkları bir gerçektir. Örneğin; Tüm Bel Sen Genel Başkanı istifa etmeksizin ÖDP'den İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı olmuştur. Öte yandan eski genel başkanın yaptığı açıklamaya yönelik eleştiriler esas olarak ülkedeki ırkçı-şoven dalganın etkilerini taşımaktaydı. Oysa eski genel başkanın açıklamasında asıl tehlikeli olan ülkedeki tüm sorunların çözümünün Kürt sorununa bağlanması ve Kürt sorununun çözümünün ise Avrupa'ya havale edilmesi anlayışıydı. Bir sınıf ve kitle örgütü olan sendikaların kendini inkarı anlamına gelen bu anlayışın üzerine gidilmesi gerekliyken tartışma ırkçı-şoven histerinin de etkisiyle "SES'in imajının zedelendiği", "üye kaybına yol açtığı" vb. söylemlerle yanlış bir zeminde ve sendikayı yıpratan bir tarzda yürütüldü. Yanlış zeminde yürütülen bu tartışmayı üst üste üç Merkez Temsilciler Kurulu'na taşıyarak MTK'ları da tıkadılar. Diğer taraftan eski genel başkan ve arkadaşları bir önceki genel kurulda sergiledikleri faydacı tutumu devam ettirerek, güven ilişkilerini büyük ölçüde zedelediler. Kendi dar milliyetçi bakış açılarını dayattılar. Bu yanlış bakışlarına yönelttiğimiz yapıcı eleştirileri "Kürt halkının demokratik taleplerine sahip çıkmak suç mu?" diye ters yüz ederek eleştirilere karşı şoven dalgayı kalkan olarak kullanmaya, yanlışlarını meşrulaştırmaya çalıştılar. Bu süreç boyunca yaptıkları hatalara yönelik özeleştirel bir tutum takınmak bir yana bu davranışlarını tüm uyarılarımıza rağmen yeni örneklerle devam ettirdiler. Bu yanıyla, yaşanan olumsuzluklarda önemli ölçüde pay sahibi oldular. Kürt milliyetçileri, olağanüstü genel kurul sürecinde de kendi hatalarının üzerinden atlayarak, emekçi hareketinin genel sorunlarına işaret eden ve mücadelenin önünü açabilecek bir hat yerine, genel kurulu yapay ve zorlama bir şekilde "şovenizme karşı mücadele" zeminine çevirme çağrısıyla yanlış tutumlarını sürdürdüler. Böylece duygusal bir atmosfer yaratarak kendilerini aklamaya ve yönetimdeki durumlarını korumaya çalıştılar. Bu atmosferden etkilenen bazı kesimler de "şovenizme karşı durmak" adına Kürt milliyetçilerinin "Ben yaptım oldu" anlayışına hizmet ederek bu sağlıksız gidişe ortak oldular. Devrimci memurlar olumsuzlukların yaşandığı her aşamada yukarıdaki eleştirileri ortaya koyarak sürecin olumsuzluklarını giderme gayreti içinde oldular. Olağanüstü genel kurul gündeme getirildiğinde gerek MYK'da gerekse diğer organlarda bu gidişin sendika için olumsuz sonuçlar doğuracağını ifade ettüer. Olağanüstü genel kurul sürecinde ise yönetimi belirleme çekişmesi yapan gruplarla tek tek ve birlikte görüşmeler yaparak yaşanan krizden çıkış için bir program oluşturulması ve sendikamızın yeniden yapılanmasına yönelik olumlu bir çabanın içine girilmesi gerektiğini vurguladılar. EMEP taraftarları da imza toplamış olmalarına rağmen bu düşünceleri paylaştıklarını ifade ederek ortak bir liste oluşmadığı taktirde seçimlere bağımsız olarak gireceklerini açıkladılar. Ancak son gün bütün söylediklerini bir kenara bırakarak yanlış zeminde oluşturulan cepheleşmenin bir tarafından yer aldılar. SES'in bu noktaya gelmesine neden olanların merkezinde olduğu "çözüm" önerilerinin, sorunları daha da derinleştireceğini, bu tutumlara ortak olmayacaklarını, her iki tarafın yanlışlarına da göz yummayacaklarını ifade ederek kollektif bir iradenin yaratılması gerektiğini söylediler. Buna rağmen her iki taraf da özel olarak SES'in, genelde ise memurların ve yoksul halkın karşı karşıya bulunduğu gelişmelerin vehametini hissederek davranmak yerine MYK'da kendi ağırlıklarını dayatmaktan vazgeçmediler. Bugün sosyal güvenlik kurumlarının yok edilmesi, dayatılan sefalet ücreti, uluslararası tahkim, giderek hızlanacağı görülen özelleştirmeler ve bunların dayatılması için artacak olan baskı, sürgün, işten atma ve örgütsüzleştirme uygulamalarıyla Cumhuriyet tarihinin en gerici-faşist saldırısıyla karşı karşıyayız. Böylesi bir dönemde SES, kendi içinde çok derin yaralar açan bir olağanüstü genel kurul yaşamıştır. Bu durumun sorumlusu olanlar er ya da geç tüm SES üyelerine bunun hesabını vermek durumundadırlar. Bu olumsuz gidişe ve SES'te oluşan, mücadelenin ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak statükocu yönetime rağmen yapılması gereken mücadeleyi örgütlemeye yönelik samimi bir çaba içerisine girmektir.* Namuslu olmak emperyalizme karşı ulusal onuru savunmaktır Şu talihsizliğe balon ki, ABD Kıbrıs meselesini çözmeye Türkiye'deki işbirlikçi hükümetin başında MHP ve DSP varken karar verdi... Üstelik de bu kez uşaklarının hiçbir isteğini dinlemeyecekmiş gibi görünüyor. Yoksa külahları değişiriz diye tehdit ediyor. Ne de olsa 20'nci yüzyılın sonunda bir Kıbrıs meselesini çözmek, emperyalizm için hem bir prestij sorunu, hem de 21'inci yüzyıla hazırlıklı girmek demek... Çünkü Ortadoğu halklarının durumu emperyalizm açısından hiç de tekin değil. Kıbrıs'ı ne kadar tez elden daha işlevli bir üs haline getirirlerse o kadar faydalı olacak. Peki hükümet koltuğundaki uşaklar şimdi ne yapacaklar? Aşağı tükürseler taban, yukarı tükürseler Clinton. Biri Kıbrıs'ın işgalini örgütleyen, "Kıbrıs fatihi" Ecevit, diğeri de milliyetçi şoven propagandasında Kıbrıs'ı her fırsatta işleyen MHP... Tek çıkar yol, her zaman olduğu gibi gürleyip de yağmamak. İşbirlikçi Bahçeli de bunu yapıyor. Bahçeli diyor ki: "Ülkemiz tek taraflı dayatmalara ve Kıbrıs'ta Türk toplumunu yok sayan yaklaşımlara karşıdır, bundan sonra da karşı olmaya devam edecektir. Sayın Rauf Denktaş'ın söylediği 'Kıbrıs davası bizim namus ve şerefimizdir' sözü önemlidir. Aynı şey Türkiye için de geçerlidir. Kıbrıs Türk halkının davası ve bizler için de haysiyet ve namus meselesidir. Türkiye'nin kendi rızası dışında herhangi bir çözümü kabul etmesi imkansızdır." (7 Temmuz 1999, Türkiye) Breh, breh, breh! Nasıl da kararlı görünüyor! Ne yapacakmış? Dayatmaları kabul etmeyecekmiş. Başka? Türkiye'nin kendi rızası dışında bir çözümü kabul etmesi mümkün değilmiş... Çocuklar bile güler bu söylediklerine. Göreceğiz bakalım, el mi yaman bey mi yaman. Daha uzun zaman geçmedi; MHP'li koalisyonu içine sindiremeyen Ecevit'e bir müdahaleyle içine sindirdiler. Türban meselesinde sana erkekliğini bir kenara bıraktırdılar. Uluslararası tahkime sıcak bakmıyordun, sıcak baktırdılar. Fetullah'ı çok değerli bir din adamı olarak niteliyordun, o konuda da ikna ettiler. IMF'ye sözde bile olsa diklenemiyorsunuz zaten. Çok geçmeyecek, bunda da ikna edecekler, "rıza" gösterteceklerdir. Bu işler böyledir. Bir taraftan esip gürlersin, öbür taraftan da kuyruğunu kıstırıp köşene çekilirsin. Hadi bakalım, yüreğin varsa aksini ispat et... Edemezsin ama. Çünkü uşaklıkta diğerlerinden fazlan var eksiğin yoktur. Bir de "namus, şeref" demagojileri yapıyorsunuz... Sizin gibilerin namus, şeref ölçüsü nedir ki? Namusunuz, şerefiniz, sizin komandolarınız binlerce insanın kanına girerken neredeydi? Namusunuz IMF karşısında neredeydi? Amerikan Büyükelçilik katibiyle birlikte katliamlar tezgahlarken hangi namus ve şeref ölçüsüyle davranıyordunuz? Emperyalistler, Incirlik'i kullanıp Irak'ı bombalarken nerede bu namus? Anlatsana: Amerikan konsoloslarıyla, katipleriyle, büyükelçileriyle sık sık neler görüşüyorsunuz... İktidar koltuğuna oturabilmek için hangi konuda sözler verip, vaaderde bulundunuz... Anlatabilir misiniz? Hayır. Anlatamazsınız, çünkü anlattığınız anda, uşaklığınızla, işbirlikçiliğinizle çırılçıplak ortaya çıkarsınız. Kıbrıs namus davasıymış... Bırakın bu lafları. Kimseyi kandıramazsınız. Onun için uluslararası tahkimle vatanımızı satışa çıkartıyor, kapitülasyonları geri getiriyorsunuz? Onun için köleliğe mahkum ediyorsunuz emekçileri? Artık çok geç Bahçeli... Devletin de, sen de, ortağın da, milletvekillerin de, bürokratların da, generallerin de, işbirlikçi patronların da öyle bir batmış durumdasınız ki, dünyanın bütün yalanları, bütün demagojileri bir araya gelse, bütün propaganda aygıtları sizin için çalışsa bile uşaklığınızı gizleyemezsiniz artık.* "TABUTLUKLAR YIKILSIN TUTSAKLARA ÖZGÜRLÜK" Devletin devrimci tutsakları teslim alma politikaları sonucu hayata geçirmeye çalıştığı hücre tipi hapishaneye yönelik tepkiler devam ediyor. Çankırı Valisi'ne bombalı saldırı gerekçesiyle tutuklanan Kemal Ertürk ve Bülent Ertürk'ün Eskişehir Özel Tip Hapishanesi'ne konulmalarının ardından başlattıkları açlık grevinin ölüm sınırına yaklaşması ve hala taleplerin kabul edilmemesi kitle örgütleri tarafından protesto edildi. Ankara Yüksel Caddesi'ndeki İnsan Hakları Anıtı önünde 9 Temmuz 1999 Cuma saat 14.00'te başlayan basın açıklamasında, Kemal Ertürk ve Bülent Ertürk'ün en insani hakları olan yargılandıkları ilin sınırları içindeki bir hapishaneye sevk edilme taleplerinin kabul edilmeyerek, bu insanların bilinçli olarak katledilmeye çalışıldığı söylendi. Açıklamada devletin intikamcı infaz anlayışı içerisinde olduğu, hapishane içerisinde hapishane yaratarak tutsakları teslim alma politikası izlediği belirtildi. Hapishanelerdeki keyfi tutumlar ve tutsakların haklı talepleri olan Eylemde, "Sevk Talepleri Kabul Edilsin, Hapishanelerde Yeni Ölümler İstemiyoruz", "Eskişehir Hapishanesi'nde Kemal Ertürk ve Bülent Ertürk Katledilmek İsteniyor", "Hücrelere Girmedik, Girmeyeceğiz HÖP", "Hücreleri Yıkacağız, HÖP", "Devrimci Tutsaklara Kalkan Elleri Kıracağız, HÖP" dövizleri açıldı. Ayrıca sık sık "Tabutluklar Yıkılsın Tutsaklara Özgürlük", "Anaların Öfkesi Katilleri Boğacak", "Devrimci Tutsaklar Onurumuzdur" sloganlarının atıldığı eylem saat 14.15'te sona erdi. 13 Temmuz Salı günü ise tutsak aileleri ve kitle örgütlerinin de katılımıyla Yüksel Caddesi'nde bir basın açıklaması düzenlendi. Açıklamada Kemal Ertürk'ün ölüm sınırında olduğu halde, taleplerin kabul edilmediği ve Çankırı Hapishanesi'nden kaçırılarak Eskişehir Özel Tip Hapishanesi'ne getirilen Cemallettin Polat'tan bahsedilerek, Eskişehir tabutluklarının tekrar açılmasının gündemde olduğu belirtildi. Saat 18.00'de başlayan eylem 400 kişinin katılımıyla saat 18.30'da sona erdi.* "Arkadaşlarımızın Sevk Talebi Kabul Edilsin" sevkleri yerine getirilmediği için açlık grevinde bulunan tutsaklar ölüm sınırındadır. Taleplerin yerine getirilmesi için Cezaevleri Merkezi Koordinasyonu basın açıklaması yaptı. Basın açıklamasında şöyle denildi: "18 Mayıs'ta Kemal Ertürk'ün, 25 Mayıs'ta Bülent Ertürk'ün Eskişehir Tabutluğundan Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'ne sevk talebi ile yürüttükleri açlık grevi 56. günündedir. Yine Erzurum Cezaevi'nde açlık grevleri 56. güne girmiş bulunan Kemal Evcimen, Atilla Selçuk ve Cemal Yaşar'ın sevk taleplerinin ölümlerine izin verilmeden kabul edilmesi acil çözüm gerektiren bir durumdur. Ölümlere, sakatlıklara yol veren bu uygulamalar durdurulmalıdır. Arkadaşlarımızın eylemine destek olarak sürdürdüğümüz havalandırma kapılarını kapattırmama ve tek sayını vermeme eylemini 14 Temmuz Çarşamba gününden itibaren "acil çözüm" talebiyle Ankara, Ümraniye ve Çanakkale cezaevlerinde MALTA İŞGALLERİNE, diğer tüm cezaevlerinde SÜRESİZ TAM SAYIM VERMEMEye dönüştürüyoruz. Taleplerimiz Eskişehir tabutluğundan arkadaşları mızın çıkartılması ve Erzurum Cezaevi'ndeki arkadaşlarımızın sevk taleplerinin kabul edilmesidir. Ölüme giden açlık grevlerinin sonlandırılması için bu şarttır. Oldukça haklı taleplerimize ve meşru eylemimize yönelik olumsuz yaklaşımların sonucundan devlet sorumlu olacaktır."* ERZURUM'DAKİ DEVRİMCİ TUTSAKLAR AÇLIK GREVİNİN 50'LİLİ GÜNLERİNDE ZAFERİ KAZANDILAR Erzurum Hapishanesi'ndeki devrimci tutsaklar 19 Mayıs 1999 günü ailelerinin bulunduğu şehirlerdeki hapishanelere sevk talebiyle başlattıkları açlık grevinin 50'lili günlerinde tabeplerini kabul ettirerek zaferi kazandılar. 9 Temmuz günü Erzurum Hapishanesi'ne giden Halkın Hukuk Bürosu avukatlarından Metin Narin tutsakların durumlarına ilişkin şunları belirtti: "Atilla Selçuk, böbreklerine açlık grevinin 49. gününde kramp girmesi nedeniyle yataktan kalkamayacak durumda. Kendisinde aşırı kilo kaybı var. Ve yürüyememe, eğilip kalkmada aşırı zorlanma var. Cemal Yaşar, yataktan Ümraniye Hapishanesi'ndeki kalkamayacak durumda, aşırı kilo kaybı ve sürekli kusma var. Kemal Evcimen, 20 kilo kaybetmiş ve yürüyememe, eğilip kalkamama problemleri var. Ağızda yaralar ve vücudunda deri döküntüleri oluşmuş." Hapishanelerde keyfi uygulamaları gittikçe arttıran iktidar, tutsakların taleblerini kabul etmemekte, '96 Ölüm Orucu sonrasında devletin de altına imza koyduğu haklar tek tek geri alınmaya çalışılmaktadır. Tutsaklar nasıl dün canları pahasına haklarını almışsa, bugün de yine direnişleriyle zaferi kazandılar ve taleplerini kabul ettirdiler.* "F Tipi Tabutluklara Girmeyeceğiz" TKP/ML, TİKB, MLSPB, TKP(ML), TKEP/LENÎNİST, TKİP, TDP, DHKP-C, TKP-K tutsakları Türkiye halklarına yönelik kapsamlı bir saldırıya girişildiği, hapishanelerdeki tutsakların hedef tahtasının tam ortasına oturtulduğu belirtilen açıklamada şöyle denildi: "Son dönemde Kürt halkına ve işçiemekçilere yönelik saldırıların yoğunlaşmasıyla birlikte cezaevlerine yönelik saldırılar da yoğunlaşmaya başladı. Bu saldırılar, özde HÜCRE tipi uygulaması olan F-tipi tabutluklarının gündeme sokulmasıyla somutlaşan genel bir saldırıdır. Bu saldırılarının bir parçası olarak onlarca can bedeli kapattırdığımız Eskişehir Tabutluğuna yoldaşlarımız götürülmekte, mahkeme ve hastane sevkleri sırasında yoldaşlarımız kaçırılmakta, hücrelere konmaktadır. Tedavileri yapılmayarak ölüme terk edilmektedir. Tüm bu parça parça saldırıların bütünlüklü ifadesi olarak Kartal F Tipi tabutluğuna, hiçbir açıklama yapılmaksızın siyasi tutsaklar götürülmektedir. Bir kez daha ilan ediyoruz ki, -F Tipi tabutluklara girmeyeceğiz -Kartal tabutluğuna siyasi tutsakların götürülmesine derhal son verilmeli -Eskişehir tabutluğunda bulunan siyasi tutsaklar hemen istedikleri cezaevlerine götürülmelidir. Bu tabutlukta tutulmaya devam edilen ve 58 gündür açlık grevinde bulunan arkadaşlarımız ölüm sınırına gelmiştir. Arkadaşlarımıza gelebilecek herhangi bir zararın tek sorumlusu vardır, o da devlettir. -Sürgün sevkler durdurulmalı, Eskişehir, Elazığ, Uşak vb. cezaevlerine sürgün edilen arkadaşlarımız hemen istedikleri cezaevlerine götürülmelidir. -Cezaevlerinde dayatılan soyadı genelgesi iptal edilmeli, ziyaretlerde beyan usulü esas alınmaya devam edilmelidir. Tedavilerin önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. Halklarımız; Tüm özgürlük, demokrasi ve sosyalizmden yana güçler üstünde estirilen bu terörün arkasında yatan işbirlikçi egemen güçlerle emperyalizmin özgürlük mücadelesini boğma isteğidir. Bu karşı-devrimci saldırı dalgası karşısında toplumun tüm ilerici güçlerini, devrim kavgasını yükseltmeye çağırıyoruz."* "HİÇBİR HALK DÜŞMANI CEZASIZ KALMAYACAK" Kontrgerilla elemanı Turan Ünal 4 Temmuz 1999 tarihinde Çankırı Hapishanesi'nde devrimci tutsaklar tarafından halk düşmanlığı suçu ile ölümle cezalandırıldı. 1995 Mart'ında Polis Akademisi sınavını kazanmasıyla halk düşmanlığına adım atan Turan Ünal, 21 Kasım 1995'te askere gönderilmesi ile fiili olarak kontrgerilla faaliyetleri içinde yer aldı. O tarihten bugüne kadar devrimci, demokrat, yurtsever insanların katledilmesi, kaybedilmesi, işkenceden geçirilmesi; takip, tehdit ve çeşitli vaadlerle zayıf unsurları örgütleyerek devrimci hareketin saflarına sızdırma ve sızma gibi onlarca faaliyetin örgütleyici ve uygulayıcısı'dır Turan Ünal. 24 yaşındadır. Amasyalıdır. Üç yabancı dil bilmektedir. 1995 tarihinden bu yana susurluk devletinin bütün pis işlerine koşturan, canla başla çalışan, uyuşturucudan, silah kaçakçılığına, kayıp katliam, takip ve insanları kobay olarak kullanmaya kadar birçok faaliyet içinde yer alan bir kontra elemanıdır. Bu konuya ilişkin devrimci hareketin tutsaklar örgütlenmesinin açıklamasında şöyle denildi: "O Susurluk Devleti'nin halkın mücadelesinin gelişimini durdurabilmek, devrimci saflarda ve halkta korku yayabilmek için 1996 tarihinden itibaren daha da yoğunlaştırdığı kayıplar ve katliamlar politikasını deşifre olmadan yürütebilmek amacıyla özel olarak örgütlediği, eğittiği herbiri üçer kişiden onlarca timden 03 kodlu timin elemanı bir halk düşmanıdır. (...) Uyuşturucu, silah kaçakçılığı ve diğer pis işlerinden kazandıkları yetmeyince yaptırılan soygun sonucu 'kaza' ile tutuklanan bu kontra artığı hapishanede de boş durmamış, sızmak için çabalamıştır. Ankara Merkez Kapalı'da yalanlarıyla başbaşa kalan bu katil Çankırı Hapishanesi'nde de bu faaliyetlerini sürdürmüştür. Öyle ki dosyasında kimlik olmayan bu katilin üzerinde nüfus cüzdanı bulunduracak kadar 'tutukludur' hapishanede..." Ayrıca yapılan açıklamada cezalandırılan halk düşmanının suçları şöyle sıralandı: “(…) 1) 1998 30 Mart'ında Kaybedilen dört yoldaşımızdan Metin ANDAÇ'ı kaçırma ve diğerleri ile birlikte işkence yapma, İzmir Seferihisar açıklarında kolları ve bacakları kırılmış ve uyuşturulmuş olarak bir balıkçı teknesine bindirip bomba ile denize batırma suçunu işlemiştir. Yoldaşlarımızın katledilmesi ile ilgili sorumluluğu yanındaki diğer meslektaşlarının üstüne atarak kendi suçunu inkara çalışsa bile bunların bütün ayrıntılarını bildiği ve bize anlattıklarından çok daha fazla bilgiye sahip olduğu açıktır. 2) Kayıp ve tutsak analarını 1996 Temmuz'unda takip etme, gözaltına alma ve işkence yapma suçunu işlemiştir. 3) İstanbul TEM, Ankara DAL, Bayrak Garnizonu, Yeni Mahalle Jitem, İzmir Foça ve Üçkuyular'da devrimcilere işkence yapma, katletme ve kaybetme... 4) Ankara Hacettepe, Beytepe ve Siyasal, İstanbul'da Edebiyat Fakültesi'nde izleme ve türban eylemlerinde provokasyon yaratma, öğrencileri işbirlikçileştirmeye çalışma; devrimci demokrat insanları izleme, takip, kaçırıp gözdağı vererek korkutma, işkence yapma ve bizzat işbirlikçileştirme faaliyeti yürütme. Eğe ve Toroslarda işbirlikçileştirme faaliyeti örgütleme... 5) 1998 Nisan'ında Amasya Diphacıköy'de dernek ve halk kütüphanesi kurarak DHKP-C ve TKP(ML) kırsal örgütlenmelerine sızmak için ajan yetiştirmek... 6) 1995 Kasım ayından son anına kadar JİTEM ve 03 Tim'inin elemanı olarak devrimcilerin katledilmesi, kaybedilmesi ve işkencelerine bizzat katılmanın yanında kontrgerillanın uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ve en son olarak devrimci adalete açık olmama, samimi davranmama ve yanıltmak için azami çaba göstermiştir." Açıklamada halk düşmanlarına ticarethanesini açan, onları kollayan, saklayan, bir şekilde yardım edenlere ve tüm anne, babalara da şöyle deniliyordu: Ticaret yapıyoruz diyerek bu halk düşmanlarıyla ortaklık yapanlar, bunlara yardımcı olanlar, bilerek katılanlar suçlusunuz, vazgeçin suçlarınızı büyütmeyin. Ticaret adına bunların kimliğini bilmeden yardımcı olanlar, barındıranlar, otel, lokanta vb. yerlerinde hizmet sunanlar; bunlara mekanlarınızı açarak suçlarına ortak olmayın. Bunların parası uyuşturucu, kadın ticareti vb. pis işlerden gelen kirli paradır. Bunların parası da elleri gibi kanlıdır. Halkın kanını dökerek kazanılan ödül olarak verilen paradır... ANALAR - BABALAR; Çocuklarınızın halka ihanet etmesini, size bile yabancılaşmasını istemiyorsanız 'asker', polis ve silahlı bir güç olarak devletin hizmetine göndermeyin. Bu kurumlarda çalıştırmayın. Bu kurumlarda vatana hizmet değil, vatana ihanet ve halk düşmanlığı öğretilmekte, uyuşturucu, silah vb. kaçakçılığı dahil her türlü pis iş yaptırılmaktadır. Vatanın bağımsızlığı için yapılan askerlik kutsaldır, şereflidir. Ama bunlar bağımsızlık için savaşan devrimcileri katlediliyor, kaybediyor, işkence yapıyorlar. İşkence yapmak, uyuşturucu kaçakçılığı yapmak şerefsizliktir. Turan Ünal kendi köylülerini bile devrimcilere karşı düşmanlaştırmak, onları dünyanın en aşağılık işi olan jurnalciler olarak örgütlemek için çabalamıştır. Bu ona 'asker' ocağı denen kontrgerilla ocağında öğretilmiştir. Bu ocakları başlarına yıkacağız." Devrimci hareketin tutsaklar örgütlenmesi son olarak "Hiçbir halk düşmanı halkın adaletinden kurtulamayacaktır..."* BU İKTİDARLAR BİZİ YÖNETEMEZ! BU HÜKÜMET BİZİM DEĞİL, IMF'NİN, ABD'NİN HÜKÜMETİDİR SÖYLEDİKLERİ HERŞEYYALAN! İMF'NİN İSTEDİKLERİNİ YAPMADIK DEMELERİ YALANDIR; Başbakan Ecevit'e bakarsanız İMF'nin istediğini yapmamışlar. Yapsalarmış memurlara ancak yüzde on verebilirlermiş. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Yaşar Okuyan'na bakarsanız IMF istediği için değil, mevcut durum bunu gerekli kıldığı için emeklilik yaşı 60'a yükseltilmiş, IMF tu kaka değilmiş... vs. MHP'li Sanayi Bakanı basın karşısında, güya IMF heyetiyle görüşmeyi kabul etmediğini söyleyip fiyaka satıyor. Neymiş? Programları başarısız olan, dünyada itibarını yitirmiş IMF bize nasıl şart koşarmış, iMF'nin bir daire başkanıyla mı görüşecekmiş, muhatabı değilmiş. İMF programının altınaa imza at, onun istediği herşeyi yap sonra kalk, uruz kahramanlık pozlarına bürün. İyi İMF programını uygulama o zaman. Ama hepsi yalan tabii. Gözboyamaya çalışma. Gözgöre göre YALAN SÖYLÜYORLAR. Madem İMF'nin dediklerini yapmıyordunuz, ÎMF istedi diye TBMM'den geçmiş olan bütçede neden değişiklik yaptınız? Memura, ÎMF'nin istediği en çok yüzde 10 maaş zammı vermeye kalkan siz değil miydiniz? Uluslararası tahkim yasasının çıkmasını, özelleştirmenin hızlandırılmasını, sosyal güvenlik reformu yapılmasını, emeklilik yaşının 62'ye yükseltilmesini isteyen IMF değil mi? Bunları yapmak için söz vermediniz mi? Yalan söyleyerek kimden neyi saklamaya çalışıyorsunuz? Her şey ayan beyan ortadır. IMF istemiş hükümet yapmıştır. Hiçbir demagoji bu gerçeği ters yüz etmeyi başaramaz. EMEKLİLİK YAŞI KONUSUNDA SÖYLEDİKLERİ HERŞEYYALANDIR.. Emeklilik yaşının yükseltilmesinin zorunlu olduğu YALANDIR. SSK'nın durumunu ortaya koyan hesap kitap her şey ortadadır. SKK'yı zarar ettiren emeklilik yaşının düşük olması değil, patronlardan bir türü . Toplanmayan primlerdir. Toplanan primlerin çarçur edilmesidir. 5 milyon civarında emekçinin sigortasız kaçak çalıştırılıyor Olmasıdır. SSK'da yapılan yolsuzluklar, talanlar, soygunlardır. SSK'nın açıkladığı rakamlara göre 40 yaşında emekli olanların yüzdesi tüm emekliler içinde sadece yüzde 0,8'dir. Yani yüzde 1 bile değil. Ama hükümet, hükümetin Çalışma Bakanı "dünyanın başka hiçbir yerinde 40 yaşında emekli olan yok" diye bas bas bağırıp duruyorlar. Sanki emeklilerin çoğu 43 yaşında emekli oluyormuş gibi konuşup YALAN SÖYLÜYORLAR. Yine SSK istatistiklerine göre, emekli iken ölenlerin ortalama yaşı 65'tir. Yani bu koşullar altında yeni yasayla 62 yaşında emekli olabileceklerin bile yaşayabilecekleri süre 2-3 seneyi geçmiyor. Kazanılmış hakların korunduğundan bahsediyorlar. YALAN. Kazanılmış hakların korunması değil, gaspedilmesi vardır. Sözünü ettikleri "kazanılmış hakkın korunması" yaza çıkmadan önce emekliliği haketmiş ve ayrılmak için beklemede olanların hakkıdır. Yoksa yasa çıktığında emeklilik hakkını kazanmaya bir gün kalmış olan kadınlar 40, erkekler 45 yaşında ancak emekli olabilecekler. SSK'NIN ZARAR ETMEKTEN KURTARILACAĞI YALANDIR Emeklilik yaşının yükseltilmesiyle reform yapıldığı, SSK'nın batmaktan kurtulacağı YALANDIR. tekellerin çıkarını koruyup halk düşmanları tarafından yönetildiği sürece talan soygun bitmeyecek, SSK zarar etmeye devam edecektir. Patronlar kaçak işçi çalıştırmaya, hükümetler patronların prim borçlarına göz yummaya, bunlara "af" getirmeye devam edeceklerdir. SKK'de talan, soygun devam edecektir. Hükümetin çalışanları düşündüğü falan yoktur. Yaptıkları sadece kendilerinin batırdıkları SSK'nın günahını çalışanların omzuna yıkmak ve günü kurtarmaya çalışmaktır. Yaşar Okuyan uluslararası standartları ölçü aldıklarını söylüyor. YALANDIR. Yaş sınırı dün dışında yaş sınırı dışında hiçbir şeyi uluslararası standartlarda almamıştır. Uluslararası standartlarda 5 bin günden fazla zorunlu prim ödeme yoktur. Onlar 8300 gün yapmışlardır. İLO'nun çalışma standartlarının hiçbirinin ölçü olarak almamışlardır. DEVLETİN SSK YÜZÜNDEN ÇÖKECEĞİ YALANDIR Amerikancı hükümetin başbakanı Ecevit, "Bu reform yapılmasaydı, devlet çökecekti" diyor. YALAN söylüyor. Batık bankaları kurtarmak için trilyonlar harcanırken devlet çökmüyor. Özelleştirme yapmak için özelleştirmeden elde edilen gelir kadar parayı özelleştirme çalışmasına harcarken devlet çökmüyor. Trilyonlarca vergi kaçağından devlet çökmüyor. Trilyonluk yolsuzluklardan devlet çökmüyor. Ama SSK'nın açığı sözkonusu olunca devlet çöküyor. YALAN SÖYLÜYORLAR... İŞSİZLİK SİGORTASI YALANDIR Amerikancı hükümet emeklilik yaşının yükseltilmesine karşı tepkileri yumuşatmak için yasa taslağına işsizlik sigortası ekledi. Bu uygulama ile işsizlere işsizlik parası verileceği YALANDIR. Yasa çıktığında işsiz olan hiçkimsenin bu yasadan yararlanabilmesi sözkonusu değildir. Birincisi, uygulamaya yasa çıktıktan 6 ay sonra başlanacak. İkincisi, işsizlik sigortasından yararlanabilmek için işçinin işten kendi rızasıyla değil, patron tarafından atıldığı için ayrılmış olması, tabii bunun da ispat edilmesi gerekiyor. Üçüncüsü, işsizlik sigortasından yararlanabilmek için işten atılmadan önceki üç yıl içinde en az 600 gün prim ödemiş olacaksınız, bu da yetmiyor bu 600 gün primin 120 gününü de işten atıldığınız günden önceki son üç ay içinde kesintisiz ödemiş olmanız gerekiyor. Bu koşullarla, bu ülkede kaç kişi bu işsizlik sigortasından yararlanabilir varın hesap edin artık. Hadi diyelim hak kazandınız, o zaman da tabii bu işsizlik parasını alabilmenizin bir süresi var. 600 gün prim ödemiş olup da işsizlik sigortasından yararlanabilecekler en çok 180 gün, 900 gün prim ödemiş olanlar 240 gün, 1080 gün ve daha fazla prim ödemiş olanlar ise en çok 300 gün süreyle işsizlik sigortasından yararlanabilecekler. Peki işsizlik parası almaya başladın bu arada iş de aradın ama bulamadın, SSK da sana iş bulamadı ne olacak? Ne halin varsa göreceksin, aldığın işsizlik parası kesilecek, aç açıkta kalacaksın... İşte bunun adı da işsizlik sigortası oluyor! ULUSLARASI TAHKİMİN BAĞIMLILIKLA İLGİSİ OLMADIĞI YALANDIR Uluslararası tahkime karşı tepkiler, eleştiriler başlayınca hükümetin sözcüleri bu kez de bunun ne kadar gerekli bir şey olduğunu anlatmaya başladılar. Uluslararası tahkimin Duyun-i Umumiye'yle, kapitülasyonlarla bir ilgisi yokmuş, ülkenin bağımsızlığına getireceği bir zarar yokmuş, yabancı sermayenin gelmesi için gerekliymiş, yoksa getirmek çok zormuş, hatta imkansızmış... işbirlikçilerin ağzından şimdi bu inciler dökülüyor. Evet, "bunlar abartılı kayıplardır" diyor. YALAN SÖYLÜYORLAR... Uluslararası tahkim emperyalist tekellerin önünün düzlenmesidir. Sömürülerini sınırlayan tüm engellerin kaldırılmasıdır. Ülkeye istedikleri kadar, istedikleri gibi yerleşmelerini sağlamak demektir. Emperyalizme bağımlılığın çok daha fazla pekişmesi demektir. Hepsi elele vermişler ülkeyi emperyalizme peşkeş çekerken, halkın tepkisini engellemek, yumuşatmak için en ucuz yalanları sıralıyorlar.* İŞBİRLİKÇİLERİN İKTİDARINDAN, TEKELLERDEN KURTULAMAZSAK AÇLIĞA, YOKSULLUĞA MAHKUMUZ İMF EMREDİYOR, AMERİKANCI HÜKÜMET UYGULUYOR; HALK YOKSULLUĞA MAHKUM EDİLİYOR... ÜLKEMİZ AÇLAR ÜLKESİ OLMAYACAK ♦İMF'YE TESLİM OLUNDU; meclisinde kararlaştırılan bütçesini bile değiştiriyor, Ecevit de kalkıyor "İMF'nin her istediğini yapsaydık" diyor. Daha ne yapacaktınız ki? İMF'NİN İSTEYİP DE YAPMADIĞINIZ NE KALDI? Başbakan Ecevit, "İMF'nin her Maliye Bakanlığı'nı, Hazine'yi, istediğini kabul etseydik memurların zamı yüzde 10 olurdu" diyor. Aman Çalışma ve Sosyal Güvenlik ne büyük bir başarı! İMF bir sürü şey Bakanlığı'nı da doğrudan Washington'a, İMF merkezine istemiş, isteklerinin hepsini yapmışlar, bir tek memur maaş zammında İMF'nin istediğinin 10 puan üzerinde zam vermişler... Bu övünülecek bir şey değil, ancak utanılacak bir boyun eğişin, uşaklığın göstergesidir. İMF heyeti geliyor, bir ülkenin kendi "milli" KÖYLÜNÜN HALİ DE PERİŞAN Traktör, makine, gübre, ilaç, tohum, akaryakıt gibi tarım girdilerindeki artış ise Haziran ayı itibariyle geçen seneye göre yüzde 150'yi aşmışken köylünün, buğdayına, pamuğuna, tütününe yapılan zamlar ise yüzde 50 civarında kalmaktadır. bağlayın olsun bitsin bari. Böylece İMF heyetlerini gelip gitme Hani köylünün yaşam standardı yükseltilecek, tarım ve hayvancılık canlandırılacaktı? Hepsi palavra. Bugün domates üreticisi maliyetini kurtarmayan ve 35 bin liraya kadar düşen fiyatlar nedeniyle ürününü denize dökmek veya toprağa gömmek zorunda kalmaktadır. Oysa çarşıda pazarda fiyat iki katından aşağı düşmemektedir. Aracı, tefeci kazanmakta, köylü sürünmektedir. neresi milli politika? Bağımsızlık, demokrasi nerede? Ulusal onur nerede? Milliyetçilik, vatanseverlik bunun neresinde? ♦EMEKLİLİK HAKKI GASPEDİLDİ; Kadınlarda 38, erkeklerde 43 olan emeklilik yaşı, kadınlarda 58, erkeklerde 60'a çıkarıldı. Yani bu ülkede bundan sonra emekliliği fiilen ortadan kaldırdık, artık kimse emekli olamayacak diyorlar. Amerikancı hükümet bu başarısından ne kadar memnunluk duysa azdır. Hatta İMF 62 olmasını istedi, biz 60 yaptık diye üzülebilirler. TÜSlAD'çıları da bir parça üzmüşlerdir hani! Patronlar 62'den aşağı olmasını istemiyor, hatta Sabancı gibi bazıları 62'yi bile az görüyordu. ♦MEMUR AÇLIĞA MAHKUM EDİLDİ; ZAM... ZAM... ZAM... Mayıs ayından itibaren atağa kalkan zamların Haziran ayındaki belli başlıları şöyle: 1 Haziran; elektriğe yüzde 5 zam 3 Haziran; tüpgaz ve motorine yüzde 3 zam 10 Haziran; istanbul, Ankara ve İzmir'de belediye ulaşım araçlarına yüzde yüzü geçen zamlar 11 Haziran; akaryakıta yüzde 6,9 zam 12 Haziran; akaryakıta yüzde 7 zam 19 Haziran; akaryakıta yüzde 10,2 zam 21 Haziran; Tekel ürünlerine yüzde 42,8 zam Haziran sonunda; PTT hizmetlerine yüzde yüzü geçen zamlar Ayrıca şehirlerarası ulaşıma, suya ve bir çok kalemde hizmetlere zam geldi. Temmuz ayında da zam sağanağı sürüyor. zahmetinden de kurtarmış olursunuz. Borç para alabilmek için, ülkenin ekonomik politikalarını İMF'nin istediği gibi belirleyeceksin, onun istediği gibi yasalar çıkaracaksın, halkın kazanılmış haklarını gaspedeceksin, açlığı yoksulluğu dayatacaksın sonra da kalkıp vatanmillet edebiyatı yapacaksın. Bunun Memur maaşına yüzde 20 zam. Bozdur bozdur harca bitmez diyeceğiz ama bu maaşın zaten bozdurulabilecek bir yanı yok. Memur bu maaşla ne yapsın? Maaş alınacak, kira, elektrik, su vb. giderlere yatırılacak, zaten geriye bir şey kalmadığı için yeme-içme, giyinme gibi lüks harcamalar yapılamayacak. İlla da böyle bir lükse sahip olmak isteyenler ya uyumayı, dinlenmeyi unutup mutlaka ikinci bir iş daha bulup çalışacak, ya öğle paydosu ve iş çıkışlarını cami avlusunda mendil açarak değerlendirecek, ya da çalıp çırpmadan, rüşvet almadan elini hiçbir işe sürmeyecek... Ya da ÖZELLEŞTİRMEYE TAM GAZ Amerikancı hükümet, patronlarını memnun etmek için vargücüyle çalışıyor. Bunun için icraatına hız verdiği konulardan biri de özelleştirmelerin hızlandırılması. Bu konuda hükümet gerçekten epeyce hızlı çalışıyor. Özelleştirme idaresinin temmuz ayından başlayarak yıl sonuna kadar özelleştirme için ihaleye çıkaracağı kuruluşlar şöyle: Petrol Ofisi (POAŞ), TÜPRAŞ, Petkİm (Yarımca) Deniz Nakliyat, Deniz işletmecilik ve onuruna, geleceğine sahip çıkıp bu gidişe son vermek için mücadele edecektir. Başka yolu yoktur. ♦ZAMLAR HALKI VURUYOR, YOKSULLUK BÜYÜYOR; Hergün zam. Zamsız gün geçmiyor artık. Tekel ürünlerine zam; elektriğe zam; benzine, mazota iki-üç günde bir zam; otobüse zam, çarşıya zam, pazara zam... 18 Nisan seçimleri öncesinde, seçim yatırımı amacıyla zamları biraz frenlemişlerdi. Seçim bitti, hükümet kuruldu, zam dönemi başladı. Her seçim sonrası yaşarız bunları. Ama bu kez buna İMF zamları da ekleniyor. IMF bütçe açıklarım kapatacaksınız dedi. Bu nasıl olacak? Hükümet en kolay yolunu bulmuş: Sırf devlet gelirini artırmak için KİT ürünlerine peş peşe zamlar yapılacak, öte yandan işçiye memura düşük maaş verilerek devlet gideri azaltılacak. Bu uygulamanın halk açısından sonucu Tankercilik, Sigorta Şirketleri, Karadeniz Bakır işletmeleri, Türk Gübre Sanayii (TÜGSAŞ), İstanbul Gübre Sanayii (İGSAŞ), Türk Motor Sanayii (TÜMOSAN), Takım Tezgahlan Sanayii (TAKSAN), Demir İşletmeleri'ne ait limanların işletme hakkı, SEKA fabrikalarının bir kısmı, Ataköy Turizm ve Otelcilik, Et Balık Ürünleri (EBK), İsdemir, Turban, Zirai Donanım Kurumu, Asil Çelik, Sümer Holding, Etimesgut Ağaç Sanavii, Orman Ürünleri Sanayii (ORÜS). yasasını çıkarma sözü verdi. Yani anayasadaki, yasalardaki uluslararası tekellerin sömürülerini sınırlayan maddeler değiştirilerek, yasalardaki tekellerin sömürüsünün önü daha da açılacak. Örneğin anayasada, ülke güvenliği açısından stratejik önemde görülen enerji, haberleşme, limanlar gibi alanlardaki kuruluşların özelleştirilmesini ve yabancı sermayeye satışını engelleyen ya da sınırlayan maddeler değiştirilecek. Yabancı sermayenin yatırımları güvence altına alınacak. Tekellerle çıkan sorunlar ülkedeki mahkemeler ve yasalar tarafından değil, uluslararası ♦KREDİLER PATRONLARIN CEBİNE; bellidir. Yoksullaşma, yoksullaşma daha çok yoksullaşma. İşçi, memur yoksullaşıyor... Köylünün ürünü ya elinde kalıyor, ya para etmiyor, yoksullaşıyor... Esnaf sattığının yerine yenisini koyamıyor, her gün yüzlerce esnaf kepenk kapatmak zorunda kalıyor... İşsizlerin halini vahim kelimesi bile anlatamıyor, bunalımlar, intiharlar hızla yayılıyor... Çöpten ekmek arayanlar hergeçen gün çoğalıyor... Memleketin manzarasında yoksullar tam bir sefalete doğru sürükleniyor. İMF kesenin ağzını henüz açmadı ama bu dışarıdan hiç borç alınmadığı anlamına gelmiyor. Hükümet ÎMF ile ortak çalışan Dünya Bankası'dan arada borçkredi almaya devam ediyor. Tabii bunların halka hiçbir yararı yok. Çünkü alınan bu borç ve krediler daha çok patronları teşvik ve destek için kullanılıyor. Mesela, geçtiğimiz günlerde Dünya Bankası, Eximbank'a 250 milyon dolarlık kredi sağlıyor. Eximbank Genel Müdürü'nün yaptığı açıklamaya göre bu kredi, ihracat sektöründe faaliyet gösteren imalatçı firmaları desteklemek amacıyla kullanılacak. Yıl sonunda IMF de Türkiye'ye borç vermeye karar verirse olacağı yine daha önce olduğu gibi aynı olacak. Alınan borçlar-krediler doğrudan ya da dolaylı olarak yine patronları ihya etmek için kullanılacak. Faizleriyle birlikte geri ödemesi de tabii bugüne kadar olduğu gibi halkın sırtına yıkılacak. ♦ÖZELLEŞTİRMELERE HIZ VERİLİYOR; İMF her gelişinde, her borç istendiğinde özelleştirmelerin biran önce yapılmasını, hızlandırılmasını dayatır. Bu kez de öyle oldu. Özelleştirmeler zaten sürüyor. Ancak IMF özellikle enerji, telekominikasyon gibi bazı önemli stratejik alanlarda başarısz kalan özelleştirmelerin hızla gerçekleştirilmesini istiyor. Hükümette gerekli sözleri verip kolları sıvadı. ♦ULUSLARASI TAHKİM YASASI ÇIKARILACAK; TEKELLER DAHA ÇOK SÖMÜRECEK; Amerikancı hükümet İMF'ye yıl sonuna kadar uluslararası tahkim VERGİ ALINACAK; Hükümet patronların talepleri doğrultunda vergi yasasında değişiklikler yapacak. Yapılması düşünülen ve hazırlıkları süren değişikliklerin başında "Nereden buldun" yasasının kaldırılması ya da yumuşatılması, kurumlar vergisinin düşürülmesi, emlak vergisinde değişiklikler, Özel Tüketim Vergisi'nin çıkarılması geliyor. Amerikancı hükümet patronların vergi yükünü hafifletirken devletin vergi gelirlerinin azalmasını engelleme, hatta arttırabilme hesapları yapıyor. Bunun da tek yolu elbette halktan daha çok vergi almak. Zaten en çok vergiyi ödeyen işçinin, memurun maaşındaki vergi oranlarını daha da yükseltmek biraz zor. Bunun yerine dolaylı vergilerde, katma değer vergisinde (KDV) yapılacak değişikliklerle, özel tüketim vergisi gibi yollarla vergi gelirlerini artırma peşinde koşuyor. Yani sonuçta yine halkın cebinden, sofrasından daha çok çalınıp çırpılacak. ♦UZUN LAFIN KISASI: EKONOMİNİN PATRONU İMF'DİR; bir mahkeme (hakem) tarafından çözüme kavuşturulacak. Yani tekeller için ulusal anayasaların, yasaların, ulusal mahkemelerin bir önemi kalmıyor. ♦VERGİ YASASI DEĞİŞTİRİLİYOR, HALKTAN DAHA ÇOK Hükümetler ise İMF'nin memurları gibi çalışmaktadır. IMF, ABD DEMEKTİR. ABD, devletin ekonomisine de, siyasetine de yön vermektedir. Ülkemiz ABD başta olmak üzere emperyalizmin yeni-sömürgesidir. Son aylardaki gelişmelerin ortaya çıkardığı tabloda görülmesi gereken en yalın gerçek budur.* İMF'DEN KURTULMAZSAK EMPERYALİZMDEN KURTULMAZSAK AÇLIKTAN KURTULAMAYIZ, ONURLU YAŞAYAMAYIZ AYAĞA KALKALIM; IMF HÜKÜMETİNİN KARARLARINA DİRENELİM! İŞİMİZE, AŞIMIZA, ONURUMUZA, VATANIMIZA SAHİP ÇIKALIM! heyeti 17. kez emeğimizi, alınterimizi gaspederek, geleceğimizi karartarak ayrıldı ülkemizden. Tam 17. kez oligarşinin hükümeti ülkemizi emperyalizme peşkeş çekmek için İMF ile masaya oturdu. 17. kez Anadolu halkı, İMF'nin dayattığı kemer sıkma politikalarına, acı reçetelere mahkum edildi. KİMDİR BU İMF? NE İSTER BİZDEN? NE İŞİ VAR ÜLKEMİZDE? İMF, yeni-sömürge ülkeleri emperyalizme bağımlı kılan, kurulduğu günden bugüne kadar dayattığı ekonomik politikalarla, halkları açlığa, yoksulluğa mahkum eden, emperyalist bir kurumdur. IMF Türkiye Masası Şefi Carlo Cottarelli, "İMF ülkelerin politikasını belirlemez. Hükümetlerle görüşürüz, uyguladıkları politikaları inceleriz. Eğer uygun bulursak yardım ederiz." diyor. (3 Temmuz 1999, Cumhuriyet) Yalan söylüyor! İMF "yardım" kuruluşu değil, yeni-sömürgelerin ekonomi politikalarını belirleyen, yönetendir. İMF, yardıma değil, sömürmeye gelir. Amerikancı hükümet de kendisinden önceki tüm hükümetler gibi ekonomi programım İMF'nin istekleri doğrultusunda hazırlamıştır. Çünkü hükümet, emperyalizmin işbirlikçisi TÜSİAD'çı patronların hükümetidir. İMF İSTER, ONLAR YERİNE GETİRİR! İMF ister, onlar zam yapar, ekmeğimizi elimizden alırlar; İMF ister, onlar emeklilik yaşını yükseltir, mezarda emekliliği dayatırlar; İMF ister, onlar çalışanlara düşük maaş verirler, emekçileri açlığa mahkum ederler; İMF ister, onlar özelleştirme yaparlar, milyonlarca insanı işsiz, aşsız, evsiz bırakırlar; İMF ister, köylüyü, küçük üreticiyi, esnafı ekemez, üretemez, dükkanına mal koyamaz duruma getirirler; İMF ister, onlar devalüasyon a halkın kıt-kanaat geçindiği yapar, cebindeki parasını pula çevirirler. İMF hep ister, onlar da hep yerine getirirler. Bu daha önce hep böyle olmuştur, bundan sonra da öyle yapacaklardır. İMF, zamdır, zulümdür, yoksulluktur; İMF, özelleştirmedir, işsizliktir; İMF, mezarda emekliliktir; İMF, kazanılmış haklarımızın gaspedilmesidir; İMF, çocuklarımızın geleceğinin ipotek altına alınması demektir; İMF, sömürüdür, bağımlılıktır, ulusal onursuzluktur. IMF ABD'DİR! ABD ne ister, biliyoruz. ABD ülkeleri, halkları daha fazla sömürmekten, daha fazla kendi denetimi alana almaktan başka bir şey istemez. Bu amacına ulaşmakta onun en büyük yardımcısı da bizim gibi ülkelerdeki Amerikancı iktidarlardır. Bu onursuzluk emperyalizmin işbirlikçisi oligarşiye ve onun hükümetlerine aittir. Çünkü onlar birazcık borç alabilmek için Amerika'ya kadar gidip İMF'ye dilenenlerdir. Gelen İMF heyetleri karşısında üç kuruş borç alabilmek için el-pençe divan duranlardır. Onlar, borç ala ala, ülkemizi borçlarının faizlerini ödeyemeyecek kadar bataklığa saplayanlardır. Onlar, ülke ekonomisinin iplerini IMF'ye ve emperyalizmin eline teslim edenlerdir. Hükümet, IMF'yi meşrulaştırmaya, kanıksatmaya çalışmaktadır. Oysa IMF, bütün dünya halklarının gözünde teşhir olmuş, gayn-meşru bir kurumdur. Şimdiye kadar hiçbir ülkenin halkına acı ve gözyaşından başka bir şey getirmemiştir, getirmeyecektir de. Bu teşhir olmuşluk artık emperyalistleri bire rahatsız eder hale gelmiştir. Öyle ki, İMF'nin işlevini görecek başka bir kurum oluşturmayı bile düşünmektedirler. Örneğin, IMF politikalarının belirlenmesinde en büyük paya sahip ABD'nin eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger şöyle diyor: "IMF, politik kararsızlığı arttırmaktan başka bir iş yapmıyor. Olası tüm ağrıları durdurmak için elinde bir tür ilaç bulunduran hekim nasıl hastaya sıkı perhiz öneriyorsa, IMF de üç aşağı beş yukarı aynı şeyi yapıyor. İlacın yan etkilerini ve bunların dramatik sonuçlarını gözardı ediyor. Bu ülkelere adeta bir kobay gözüyle bakıyor. İMF'nin tek ilaçlı reçetesinin sonuçları genellikle yaşam düzleminin hızla düşmesi, işsizlik ve yoksulluk patlaması ve kapitalist ekonomik rejimlerin bu ülkelerde zayıflamasıdır." (25 Ocak 1999, Cumhuriyet) Emperyalistlerin rahatsızlığı İMF politikalarının sömürüyü artırmasından değil, bu politikaların, programların işsizlik ve yoksulluğu "patlama yaratacak" düzeye getirmesi, kapitalist rejimleri zayıflatması, yani "devrimi geliştirecek" sonuçlara yol açmasıdır. Emperyalizmin temsilcileri bunları söylerken ülkemizdeki işbirlikçileri ise İMF'yi dost, yardımsever göstermek için ellerinden gelen herşeyi yapıyor, İMF'ye karşı çıkanları eleştiriyor, suçluyorlar. Ülkemizi IMF'ye ve diğer emperyalist kurumlara muhtaç gibi göstermeye çalışıyor. Yalan! IMF'YE MUHTAÇ DEĞİLİZ! Tam tersine emperyalistler bize muhtaçtır. Bizim gibi ülkeleri, halkların emeğini, alınterini sömürmeden ayakta duramazlar. Bu sömürüden, bağımlılıktan kurtulmanın tek yolu, emperyalizmle ekonomik, askeri, siyasi her türlü bağımlılık ilişkilerine son verilmesidir. Bunun için; Ayağa kalkmak, birleştirmek, mücadele etmek zorundayız. İşimize, aşımıza, onurumuza, geleceğimize sahip çıkıp mücadele etmek zorundayız. Emperyalizmi tüm kurum ve kuruluşları ile ülkemizden kovana kadar mücadele etmek zorundayız. Bunu bizden başka, halktan başka yapabilecek güç yoktur. Ülkenin başbakanı hiç utanmadan, "Halk bu isteklere karşı ayağa kalkar. İlacın dozunu iyi ayarlamalıyız."'diyebiliyor. (3 Temmuz 1999, Milliyet) Demireller, Ecevitler, Yılmazlar, Çillerler, Bahçeliler, Baykallar Erbakanlar hepsi emperyalistlerin işbirlikçileridir. Onlar adına çalışmaktadırlar. Ordusu, polisi ile devletin tüm kurumları emperyalizmin hizmetindedir. Zulme, sömürüye, bağımlılığa son verecek olan BİZİZ. BİZ, çalışan, üreten ve vatanı için dövüşenleriz. Bu vatan bizim, bu topraklar bizim, bu yer, bu gök, madenler, denizler, nehirler, ormanlar bizim. Biz halkız, bu vatanın gerçek sahipleriyiz. Vatanımıza sahip çıkalım ve ayağa kalkalım! Sokakları, meydanları dolduralım! Emeğimiz, onurumuz ve geleceğimiz için "İMF'NİN YÖNETTİĞİ DEĞİL, BAĞIMSIZ TÜRKİYE" sloganıyla taleplerimizi haykırahm!..* DOSTLARIMIZVE DÜŞMANLARIMIZ Bizi açlığa ve yoksulluğa mahkum etmek isteyenleri tanıyalım! Kimden hesap soracağımızı bilelim! Kim bizim dostumuz? Kim bizim düşmanımız? Bu soruyu gerekirse binlerce defa soracak ve binlerce defa aynı cevapları vereceğiz. Emperyalistler dostumuz değildir. IMF dostumuz değildir. Patronlar, para babaları bizim dostumuz değildir. Hepsi de düşmanımızdır. Bunların bizim dostlarımız, müttefiklerimiz olduğunu söyleyenler dünyanın en aşağılık yalancılarıdır. İşçiden, memurdan, köylüden, emekçiden başka bir dostumuz yoktur, yani tek dostumuz gene bizizdir. IMF'nin bugüne kadar dünyanın tek bir ülkesini kalkındırdığı görülmüş müdür? Bırakın kalkınmayı, bu ülkelerin yararına tek bir iş yapmış mıdır? Bağımsız bir sanayi mi kurmuştur? Emekçilerin alınterlerinin karşılığının verilmesini mi istemiştir? Hadi dünyayı geçtik, ta 1950'lerden beri ülkemize gelip gidiyor IMF heyetleri... Çok mu kalkındık? Hayır, yoktur öyle bir şey. IMF de, onun bir yan örgütü olduğu emperyalist ABD de yalnızca halkı daha fazla sömürmek, daha fazla soygun yapmak, daha fazla kanını emmek isterler. Tek düşünceleri budur. Beşikteki bebeler bile bilir bu gerçe ği... Bu hükümet emperyalistlerin, para babalarının hükümetidir; düşmanımızdır. Bu uşak hükümet IMF'nin bize yardımcı olmak için geldiğine inandırmaya çalışır. Bu hükümetin bakanları IMF'nin ufak bir memurunu bile devlet töreniyle karşılar, önünde kuyruğa girerler. Bu ülkede bakanlık yapan Yaşar Okuyan, açlık ve yoksulluk yasalarını, IMF'yi, ülkemizin köleleştirilmesini eleştirenlerle aklınca dalga geçer, "IMF tu kaka ya..." der. Bu hükümetin "IMF'nin isteklerini yerine getirdik, şimdi bize 10-15 milyar dolar kredi açacak" diye bir zil takıp oynamadığı kalmıştır. Ve üstelik, bu hükümet, milli olduğu, ulusal çıkarlarımızı savunduğu iddiasındadır. HAYIR, MİLLİYETÇİ GEÇİNEN PARTİLERDEN HİÇBİRİ VATANSEVER DE- ĞİLDİR. Tümü de vatan hainliği suçunu işlemektedir. Bütün diğer yaptıkları bir yana, ülkemiz sınırlarını emperyalistlere ardına kadar açmaları bile bu suç için yeterlidir. İşçiyi, memuru, her kesimden çalışan emekçiyi aç bırakan bir hükümet işçilerin, memurların hükümeti olamaz. Artık zamsız tek bir gün geçmiyor. İğneden ipliğe, geçinmek, yaşamak için ihtiyacımız olan her şey öyle bir hızla pahalılaşıyor ki takip etmekte bile güç- lük çekiyoruz. Ama bizim ücretlerimiz yerinde sayıyor. Kimin verdiği akıldır, kimin talimatıdır bu? IMF'nin talimatıdır. Ve üstelik, böyle de devam edecek, en azından bir iki yıl daha bu politikayı uygulayacağız demeye getiriyorlar. Biz açmışız, açıktaymışız, yokluktaymışız, düşündükleri yok... Şu gelinen duruma bakın... Aldıkları bütün diğer "tedbir"lerle; uluslararası tahkimle, özelleştirmeye hız verilmesiyle, emeklilik yaşıyla, sosyal sigortalar düzenlemesiyle, bugüne kadar hiçbir hükümetin bu kadar hızla uygulamaya cesaret edemedikleri politikaları uyguluyorlar. Çünkü karar altına aldıkları şeyler yenilir yutulur cinsten değil. Bağımlılık ve uşaklık anlaşmaları, tahkim kararlarıyla, nasıl bütün ulusal onurumuzun ayaklar altına alınarak çiğnendiğini herkes görüyor. Hem de kim bu kararları alanlar? İş milliyetçiliğe gelince mangalda kül bırakmayan DSP ve MHE BÖYLE BİR HÜKÜMET HALKIN HÜKÜMETİ OLABİLİR Mİ? İşçinin, memurun, emekçinin hükümeti olabilir mi? Milli bir hükümet olabilir mi? Halkın hükümeti halkın menfaatlerini korur, emperyalistlerin değil. Milli hükümet milli çıkarları gözetir, emperyalistlerin çıkarlarını değil. Bu hükümet emperyalistlerin, IMF'nin, ABD'nin hükümetidir... Patronların, para babalarının hükümetidir... Bizim düşmanımızdır. Uşak hükümet emekçileri birbirine düşman etmeyi başaramayacak Ne diyor bu uşak hükümetin başbakanı Ecevit? "Bugün Kızılay'ı trafiğe kapattıklarını öğrendim. Buna haklan yoktur. Bunun bir provokasyon olduğunu, bir tahrik olduğunu söylüyorum. Ben bu oyuna gelmem. Devletle işçiyi karşı karşıya getirtmem. Ama böyle provokasyona devam ederlerse işçiyle halkı karşı karşıya getirirler." (12 Temmuz 1999, televizyon haberleri) Ne kadar tamdık geliyor değil mi? Birkaç yıl öncesini düşünün: Çiller başbakandır... işçiler gene hakları için sokaklardadır. Hemen her gün yüzbinlerce emekçi, köleleştirmeye teslim olmayacağını haykırmaktadır. Ama Çiller "tavizsiz" dir. Asla uzlaşmayacaktır... Tam da o günlerde "halkın parasını işçiye yedirtmem" diye açıklama yapar. Amaç, halkın diğer kesimleriyle işçileri birbirine düşman etmektir. Emekçi halkın arasındaki birlik bağlarını zayıflatmaktır. Güya eşitlikçidir. "Birine az verip öbürüne çok vermek olmaz" der; herkese aynısını verecektir. Bugün bu politikayı Ecevit ve Bahçeli'nin uşak hükümeti uyguluyor. Onlar da emekçilerin arasına düşmanlık tohumlan ekmeye çalışıyorlar. "Emekçilerin gösterileri halkı rahatsız ediyor"muş... "Devletle işçiyi karşı karşıya getirtmez"miş... "Ama böyle giderse işçiyle halk karşı karşıya gelinmiş... Peki emekçiler halk değil mi? Bu memlekette işçilerden, memurlardan, köylülerden, öğrencilerden, aydınlardan başka halk mı var ki? Ve bu kesimlerin hepsine de şiddetle saldırmıyor mu zaten sizin devletiniz? Ecevit'e, Bahçeli'ye, Yılmaz'a ve bu uşak partilerin her birinin yöneticilerine göre onlar halk değil. Peki halk kim? Onların halkı Sabancı, Koç, Eczacıbaşı, Alaton... Sermayedarlar, toprak ağaları, tefeciler... Emperyalistler, IMF heyetleri... Yani efendileri. Onlar efendilerinin çıkarını koruyorlar. Senin efendilerinle emekçiler zaten karşı karşıya Ecevit. Bunu biliyorsundur kuşkusuz. Ama engellemeye Çalıştığın şey bu çatışmanın derinleşmesi. Giderek daha fazla insanın bu köleliğe karşı çıkması, açlıklarının, yokluklarının gerçek sorumlularının kim olduğunu görmesi ve cepheden karşı durması. İstersen feryat et, zehir zemberek açıklamalar yap, polislerini halkın üzerine sal, coplat, işkence yaptır, tutsak ettir... Emekçilerin meydanlara çıkmasını, yürümesini, öfkelerini giderek daha yüksek sesle ve daha büyük bir şiddetle göstermesini engelleyemeyeceksin. Sen içine sinderemesen de (!) bu böyle olacaktır, bilesin. Sorumluluğu birbirlerinin üzerine yıkmaya çalışıyorlar Ama birbirlerinden eksikleri var fazlaları yoktur Hiçbir burjuva partisi bu yükün altından tek başına kalkamaz. Böyle ağır bir boyunduruk altına girmenin hesabını kolaylıkla veremez. Bu yüzden de, "işçilerimiz, memurlarımız tepkilerini gösterecekler elbette; ama kanuni sınırlar içinde kalmalılar" derler. Aslında çok ilginç bir tablo bu. Hem milyonlarca insanı köleleştirme anlaşmalarına bizzat imzanı atacaksın; hem de "tepkilerini gösterecekler tabii" diyeceksin. Amaçları bellidir. Emekçinin öfkesinin altında boğulmaktan korkuyorlar. Tek başlarına sorumluluğu üstlenemiyor hiçbirisi. Birbirlerinin üzerine atmaya çalışıyorlar. Ecevit, "vatan millet sakarya" edebiyatıyla vaziyeti idare etmeye çalışıyor. Bahçeli en masum görünenleri, her gittiği yerde timsah gözyaşları döküyor, ikide bir sendika yöneticileriyle görüşüyor, halfan tepki gösterme hakkının meşruluğundan söz ediyor. O zaman kala kala bir ANAP kalıyor... Yaşar Okuyan da ANAP'lı değil mi? Bütün bu yaşananlarda onun ve partisinin sorumlu gösterilme tehlikesi var. Ama bir burjuva partisi böyle yaşayamaz. Tek başına bu sorumluluğu yüklenemez. Yüklenmesi demek kendi yok oluşuna imza atmak demektir. Bu yüzden de Mesut Yılmaz "sorumluluğu diğer hükümet partileriyle paylaşmaktan" söz ediyor, HAYIR! BU İŞİN SORUMLULUĞUNU HEPSİ BİRDEN TAŞIYORLAR. Birbirle- rinden ne eksikleri ne fazlaları vardır. Bahçeli Ecevit'ten daha az suçlu değildir. Diğerleri ANAP'tan daha az suçlu değildir. Bu vatana ihanet suçunu hep birlikte, bilerek ve isteyerek işlemişlerdir. Nasıl ayak oyunu, numara yaparlarsa yapsınlar bu durumu gizleyemezler. Kimseyi kandıramazlar. Her kime oy vermiş olursan ol... Açlık ve yoksulluğu paylaşıyorsak birlikte mücadele etmeliyiz! Günlerdir gösteriler durmuyor. Durmayacak da. Artarak sürecek. Çünkü getirdikleri açlık hepimize dayatılmıştır. Yoksulluk hepimizin yoksulluğudur. Ayaklar altına alınarak çiğnenen onur hepimizin onurudur. Onuru korumak için mücadele etmek gerek. Direnmek gerek. Başka hiçbir yoldan bu para babalarının ve IMF'nin hükümetine geri adım attırmanın olanağı yoktur. Olmadığı defalarca görülmüştür. Ama direnmek devlet yanlısı sendikalarla olacak iş değildir. Polisin, jandarmanın "dağılın" dediği yerde sözünü iki ettirmeden dağılarak olacak iş değildir. "Biz kanunlara saygılıyız" diyerek, medyatik eylemlerle şov yaparak olacak iş hiç değildir. Bunlar da defalarca görülmüştür. BİRLEŞELİM! İşçiler, memurlar, köylüler, bütün emekçiler... Kölelik hepimizi etkiler. Açlık hepimizi etkiler. Yoksulluk hepimizi etkiler. Onur hepimizin onurudur. Ancak birleşirsek bunları durdurabilir, uşaklar hükümetine ve efendilerine geri adım artırabiliriz. Seçimlerde DSP'ye, MHP'ye, ANAP'a, DYP'ye, FP'ye... bu düzenin partilerinden herhangi birine oy vermiş olabilirsin. Çaresizliğinden vermişsindir, bunu da deneyelim bakalım diye vermişsindir, belki bu kötünün iyisidir diye düşünerek vermişsindir... Ama kötünün iyisi olmadığı bir kez daha açığa çıkmıştır. Bunların hepsi de aynı soydan gelmektedir. Soysuzdurlar ve vatan hainidirler. Patronlarla birlikte vatanımıza ihanet etmişler, Amerika'ya ve IMF'ye satmışlardır. Bunların topu birden düşmanlarımızdırlar... Dostumuz ise, gene bizizdir. Biz dediğimiz 70 milyondur. Bugün geri adım atmayacağız diyorlar. Atacaklardır. Dünyanın hiçbir gücü birleşmiş, ayağa kalkmış ve direnen emekçilerin önünde duramaz.* TÜRK-İŞ, DİSK, HAK-İŞ, KESK YÖNETİCİLERİ... İşçiler, memurlar, tüm halk tarihteki en büyük saldırılarından biriyle karşı karşıyalar. Hepiniz hükümetin saldırılarına karşı çıkıyor görünüyorsunuz. Hepiniz mezarda emekliliğe karşı olduğunuzu söylüyorsunuz. Memurlara verilen yüzde 20'lik zammı yetersiz buluyorsunuz.. İMF politikalarına, her gün gelen zamlara karşı olduğunuzu söylüyorsunuz. Belki ilk defa hep birlikte bu kadar karşı olduğunuz noktalarda birleşiyorsunuz. Hepiniz ayrı ayrı ama hemen hemen aynı şeyleri söylüyor, saldırıya sessiz kalmayacağınızı, sokağa meydanlara ineceğinizi, mücadele edeceğinizi tekrarlıyorsunuz. Saldırılar onmilyonlarca insanın ekmeğine, geleceğinedir. Halka yoksulluk, kölece bir yaşam dayatılmaktadır. Sizler işçinin memurun sahip olduğu en büyük demokratik kurumların başında oturan sendikacılar olarak büyük bir sorumlulukla karşı karşıyasınız. Geçmişte ne yapmış olursanız olun bugün bu sorumluluğun gereğini yerine getirecek misiniz? Milyonlarca insanın önünde söylediklerinizi yapacak mısınız? Yoksa daha öncekiler gibi mücadelenin ivmesi yükseldiğinde, iktidar köşeye sıkışmaya başladığında eylemden kaçıp, iktidarla uzlaşarak emekçileri, halkı satacak YA EMEKÇİLERİN YANINDA YA DA HÜKÜMETİN YANINDA OLACAKSINIZ. TEPKİ GÖSTERMEK İÇİN OYALANMAK, AĞIRDAN ALMAK HÜKÜMETİN YANINDA OLMAKTIR... İşçiler, memurlar sizli ya da sizsiz bu mücadeleyi götürmek zorundalar ve götüreceklerdir de. Eğer yüreğinizin bir köşesinde bir parça vicdan diye bir şey kaldıysa, onurun bir parçası kaldıysa hiç değilse bu kez yarı yolda bırakarak ihanet etmez bu onurlu mücadele yer alırsınız. Aksi taktirde milyonlarca emekçi hükümete, emperyalizmin işbirlikçilerine duyduğu öfkeden çok daha fazla bir öfkeyle, lanetle anacaklardır sizi. MÜCADELE ETMEYE NİYETLİYSİNİZ; Düzen partilerinden medet ummaktan vazgeçmelisiniz; Kendi aranızda, bitmek bilmeyen toplantılar yapmaktan, haftalara yayılan basit eylem kararları almaktan vazgeçmelisiniz. Öyle önümüzde aylarca vakit yok. Boşa geçen hergün aleyhimize çalışmaktadır. HÜKÜMETİN DAYATMALARINA, İMF POLİTİKALARINA BOYUN EĞMEK ONURSUZLUKTUR. BU ONURSUZLUĞU YAPMAYIN! Hiç vakit kaybetmeden meydanlara, alanlara inin. Üretimden gelen gücün kullanılmasını, genel grevi örgütlemek sizin hiç de o kadar zor değil. İsterseniz iki günde bunu rahatlıkla yaparsınız. Yeter ki isteyin. OYLAMAYA DEVAM ETTİĞİNİZ, İŞÇİYİ SATTIĞINIZ ANDA İSE BUNUN HESABINI VERECEĞİNİZDEN DE EMİN OLMALISINIZ... Sadece tarihe verilecek bir hesap olarak da kalmayacaktır bu.* Sendikalar ve Yolsuzluklar Sendikaların gündemi, ne işten atılmalar, ne özelleştirme, ne kriz bahanesi ile kuşa çevrilen Toplu İş Sözleşmeleri ne de kurulan hükümetin boyutlu saldırı programı... Genel kurullardan yapılan basın açıklamalarına kadar ifade edilen konu ağırlıklı olarak yolsuzluk ve talan suçlamaları. En son olarak Belediye-İş Genel Başkanı Efendi Güvercin'in Genel Denetleme kurulu raporları ile belgelenen yolsuzluğu ve buna bağlı olarak tutuklanması tartışmaları boyutlandırdı. Aynı günlerde yapılan DİSK Lastikİş genel kurulunda da muhalefet ağırlıklı olarak yolsuzluklara değindi. Genel kurulun en hareketli tartışması temel sorunlar olan örgütlenme, işten atılmalar, özelleştirmeler vb. üzerinde değil, yolsuzluk iddiaları üzerinde sürdü. Sendika genel kurulu değil, sanki TBMM dedirtecek bir manzara hakimdi. Yine bir yolsuzluk haberi de DİSK'e bağlı Oleyis sendikasından geldi. Gerçi Oleyis'teki yolsuzluk haberleri yeni değildi. Yaklaşık iki yıldır bu sendika yolsuzluklarla anılır hal almıştı. Önceki yıllarda ise Türk-İş'e bağlı Demiryol-İş Sendikası Başkanı Enver Toçoğlu'nun yolsuzlukları, Şemsi Denizer'in Jaguar düşkünlüğü, Bayram Meral'in oğlunun borsada milyarları kaybetmesi, Nazım Tur'un tersane satın alması gibi birçok örnek unutulmuş değil. Yağma ve talanda yöntemler düzeni aratmıyor.. Belediye-İş Genel Başkanı Efendi Güvercin'in belgelenen yolsuzluktan,naylon faturadan zimmetine para geçirmeye, bilindik yöntemleri içeriyor. Bu yolsuzluğun ilginç yanlarından biri de sendikanın mali işlerden sorumlu Yönetim kurulu Üyesi Mahmut Hamitoğulları'nın da yolsuzluğa karışmış olması. Bu yolsuzluğun ilginç bir yanı da ortaya çıkış biçimi ve zamanlaması. Sendikacı beyler aylarca görev yapıyorlar ses yok, seda yok... Ne zamanki enel Kurul yaklaşıyor, o zaman sesler e kokular çıkmaya başlıyor. Aylarca kılını bile kıpırdatmayanlar yasal zorunlulukları yerine getirmek için Denetleme Kurullarını göreve çağırıyorlar. Her şey formalitelerin yerine getirmesinden ibaret çoğunlukla da denetim görevi yapacak Kurulun görevlileri hazır evraklara imza işlerine bakarlar. Çünkü büyük oranda sendika patronları, uzman adı altında bu tür pislikleri önleyecek dalkavukları beslerler. "Minareyi çalan kılığını da hazırlar" misali tedbirlidirler. Bunun için sendikalarda göreve gelen yönetimler ilk iş olarak bir önceki yönetimin uzman kadrolarını tasfiye edip yerine kendi kadrolarını göreve getirirler. Tıpkı düzen partilerinin iktidara gelmelerinin ardından KİT'lerdeki kadrolaşma girişimleri sendika patronlarında da görülür. Bugün devrimci-demokrat sendikacıların yönetimde olduğu birkaç küçük sendika dışında işleyiş budur. Peki Yolsuzluklar Nasıl Açığa Çıkıyor? Bugüne kadar düzenin kurumlarında açığa çıkan yolsuzlukların ortaya çıkışında bilindiği gibi belirleyici yan çıkar çatışmaları oldu. Denetlemekle yükümlü herhangi bir kurumun "şurada denetleme yaptık, şu yolsuzluğu açığa çıkardık" demesine pek rastlanmamıştır. Ya da düzen partilerini düşünelim, yolsuzluk söylenti ve iddialarını en fazla hangi dönemlerde gündeme getirirler? Sendikalarda da durum yolsuzluk yöntemlerinden ortaya çıkış biçimine kadar aynı. Sendikalarda Denetleme Kurullarının ortaya çıkardığı yolsuzluk yok gibidir. Adı Denetleme Kuruludur... Sendika yönetimi ile birlikte seçilirler. Seçim günü adı demetleme kuruludur. Seçim bitti mi, sendika patronlarının emrinde "Onaylama kurulu"na dönüşürler. Farklı davranmaları da beklenmez. Temel sorunların tartışılmadığı, bu noktada çözümlerin gündeme getirilmediği, yolsuzlukların yegane seçim kozu olduğu genel kurullarda delege sağlıklı seçim yapamaz. Çünkü kirlenme, yolsuzluk, sahtekarlık ağı delege seçimlerinin en alt birimi olan işyerlerine kadar uzanmıştır. İşçiler örgütlenmelerine yabancılaştırılmış, adeta sokaktaki vatandaşın düzen partileriyle ilişkilerine dönüşmüştür. Amaçları işçilerin çıkarları değil, kendi yaşamlarını garanti altına almak olmuştur. İşçiler artık sendikalara da düzen partilerine bakar gibi bakmaktadırlar. "Kim olursa olsun ne far eder" "sendika olsa ne olur olmasa ne yazar" anlayışı halcim kılınmış, örgütüne yabancılaştırılan işçiler beraberinde bu sendikal anlayışı kanıksamışlarda. Genel kurullarda arena bu sendikacı tiplerine terk edilmiştir. Böyle olunca da tartışılan sendikanın paralarının hesabı oluyor. Doğal olarak tüm uzmanlıkları bu noktada yoğunlaşan sendika patronları amaçlarına ulaşmak için birbirlerinin kirli çamaşırlarını ortaya döküyorlar. Tıpkı hizmet ettikleri düzenin kurallarıyla... Buna da katlanacaklar çünkü bu düzenlerinin bir cilvesi(!) Hepsinin aynı anda doyması, tatmin olması mümkün değil (!) Yolsuzluklar Karşısında Ne Yapmalıyız? Öncelikli görev kuşkusuz teşhirdir. Ancak teşhir tek başına yetmez. Biri gider, yerini mutlak bir başkası alır. Hem de gideni aratmayacak düzeyde... Gerçek anlamda bir kuşatma söz konusu. Temel olan ise sendikaların şirket zihniyetinden kurtarılması birer işçi örgütüne dönüştürülmesi, işçilerle buluşturulmasıdır. Bunun için tabanın söz ve karar sahibi olduğu örgütlenmeleri yönetmek, işyerinden sendikaya uzanan mücadele hattı örmek zorundayız. Sorunlarımız yalnızca sendikalara çöreklenmişlerle değil. Ülkenin her karışında yağmalanan, talan edilen bizim emeğimiz ve alınterimizdir.* tespitine katılmadığını söylüyor, iyi niyetinden şüphe duymadığı Ecevit'in aslında başka bir şey demek istemiş olabileceğini söyleyerek Ecevit'i aklamaya çalışıyor, hemen peşinden ama sizde biliyorsunuz büyük mitinglerde provokosyan yapmak isteyenler falan diyerek aslında Ecevit'in söylediğinden farklı bir şey söylemiyor. "Demokratik sınırlar içinde", "yasal çerçevede", "kimseyi rahatsız etmeden..."'ben sendikacılık hayatım boyunca hep Sorun bunlarla sınırlı kalmamak meşruluğumuzdan aldığımız güçle yapabileceğimiz her türlü eylemi, gösteriyi yapmaktır. Halkın bizim eylemlerimizden rahatsız olması sözkonusu değildir. Çünkü saldırılar sadece işçiye değil, tüm halk kesimlerinedir. Eylemlerimiz sadece kendimiz için değil, tüm halkın çıkarları içindir. Eylemlerimizden rahatsız olan Ecevit, Rıdvan Budak gibilerdir yani bize saldıranlar, haklarımızı gasp edenlerdir. İstedikleri kendilerini rahatsız etmeyecek eylemlerin yapılmamasıdır. O halde haklarımızı korumak, gasp ettiklerini geri almak için onları rahatsız eden, en çok rahatsız edecek eylemleri yapmaktan başka çaremiz yoktur. Bu kadar pervasızca saldırılar karşısında, bu kadar yoksulluk ve sefalete itilmek karşısında işçinin, memurun, halkın gösteri, yürüyüş, direniş, üretimden gelen gücünü kullanmak, her türlü mücadelesi meşrudur. Yaşamak kadar hakkıdır. İşte bu meşruluğumuz, bu hakkımız ve haklılığımızla hareket etmeliyiz. Bir yandan daha geniş kitleler olarak örgütlenirken öte yandan her günümüzü, her saatimizi eyleme dönüştürmenin yollarını bulmalı ve yapmalıyız. Sabah işi başlamadan önce, öğle paydoslarımızda, işten çıkışlarımızda gösterilerimizi süreklileştirebiliriz. Belli meydanlarda, alanlarda hergün işçi, memur destek verebilecek tüm buna dikkat ettim diyerek sendikacıları, işçileri de kendisi gibi uzlaşmacı davranmaya, esasında da teslim olmaya çağırıyor. İşte bu nokta, bu provokasyon edebiyatı karşısında alacağımız tutum çok önemlidir. Saldırıları püskürtüp püskürtemeyeceğimizi, kazanıp kazanamayacağımızı belirleyecek olan bu tutumuz olacaktır. Yani Ecevit'in provokasyon ilan ettiği işleri yapacak mıyız, yoksa onun dediği gibi kimseyi rahatsız etmeden yasal mitinglerle mi yetineceğiz? Şundan kimsenin şüphesi olmasın ki, Ecevit'in Rıdvan Budak'ın dediği gibi kimseyi rahatsız etmeden, onların gösterdiği yerde haftada ya da 15 günde bir yapılacak izinli mitinglerle bu saldırıların hiçbirini geri püskürtenleyiz. Böyle bir tavrı öpüp başlarına koyarlar. Elbette yasal mitingler de yapılmalıdır. halk kesimleriyle ortak yapabileceğimiz gösteriler düzenleyebiliriz. Bu yönde attığımız ama henüz oldukça yetersiz belli adımlarımız vardır, bunları daha da geliştirebilmeli, kitleselleştirmeli ve süreklileştirmeliyiz. Örgütsüzlüğümüzün getirdiği tüm dezavantajlara rağmen bir GENEL GREVE yönelmenin koşullan vardır. Sendikalarımızı, eğilimi, niteliği ne olursa olsun eyleme, mücadeleye ve genel grev için adım atmaya zorlamalıyız. Ama tüm esip gürlemelerine rağmen konfederasyon yönetimlerine, sendika yönetimlerine de umudumuzu bağlamamalı, onlara güvenerek hareket etmemeliyiz. Ecevit, kendi ağzıyla söylemektedir. Sosyal Güvenlik Yasa Tasarısı ile ilgili olarak yaptıkları son görüşmede sendikacılar tabandan gelecek baskıyı göğüsleyemeyiz SOKAKLARA, MEYDANLARA İNELİM, GENEL GREVE YÜRÜYELİM... Amerikancı hükümet "Sosyal Güvenlik Reform Yasası" aldatmacasıyla kazanılmış tüm haklarımızı gaspederken, peşpeşe yaptığı zamlarla bizi, tüm halkı yoksulluk ve sefalet girdabına sürüklüyor. Sadece bugünümüzü değil, yarınımızı, tüm geleceğimizi, hatta çocuklarımızın geleceğini yakından ilgilendiren bu saldırılar karşısında sessiz kalmamız düşünülemez. Hükümet geri adım atmamakta kararlı olduğunu söylüyor. Elbette sonuna kadar direnmeye çalışacaktır. Patronlarına söz vermiştir, İMF'ye söz vermiştir. Ancak hiçbir hükümet, hiçbir iktidar direnen, mücadele eden bir halkın karşısında uzun süre duramaz. Amerikancı iktidara geri adım artırabilmemiz, saldırıları püskürtebilmemiz mümkündür. Ama bunun için daha büyük kitleselliğe ulaşabilmemiz, tepkilerimizi çok daha kararlı ve anlayabilecekleri dilden ortaya koyabilmemiz gerekir. Kitlesel hareket edebilmemiz, en geniş birlikleri oluşturabilmemiz önemli. Onun kadar önemli olan bir şey daha, bu kitleselliğimizi, bu gücümüzü nasıl kullanacağımızdır. Ecevit, "Tepki göstermekte haklılar ama kimseyi rahatsız etmemeliler, yasalar çerçevesinde demokratik haklarını kullanmalıdırlar" diyor, emekçilerin Kızılay'daki gösterisini provokasyon olarak niteliyor. İnsanları açlığa mahkum etmek, haklarını gasp etmek provokasyon olmuyor ama buna karşı bir basın açıklaması yapmak, bir gösteri yapmak izinsiz diye, trafiği engelliyor diye provokasyon ilan ediliyor. MGK sendikacılığından Ecevit'in partisine terfi eden işbirlikçi Rıdvan Budak da önce "provokasyon" demişler, Ecevit de o zaman biz göğüsleriz demiştir. Yani bizlerden çekinmeseler hükümetle uzlaşacaklar, işçiyi orada satacaklardı. Bu noktada uyanık olmak, bizi satışa getirmelerine izin vermemek durumundayız. Bakın Türk-İş'inden, DİSK'ine, Hak-İş'ine kadar hepsi esip gürlüyor. Meydanlara ineriz, şöyle yaparız böyle yaparız diyorlar. Hatta genel grevden bahsediyorlar ama hiçbiri doğru dürüst eylem kararı da almıyor. Hem bir şeyler yapıyor görünmek, hem de meseleyi zamana yayarak tansiyonun düşmesini sağlama çabası içindeler. Memur sendikalarının da aslında durum çok da farklı değil. Mücadeleden kaçan, bize sahip çıkmayan, oyalamaya çalışan sendika yönetimlerini, sendikacıları teşhir etmeli, kaçacak delik bırakmamalıyız. Söylediklerine değil, ne yaptıklarına, ne yapmaya çalıştıklarına bakmalıyız. Ama herşeyden önce kendi gücümüzdür önemli olan, kendi gücümüze güvenmeliyiz. DEVRİMCİ-DEMOKRAT İŞÇİLER, SENDİKACILAR; Çok daha geniş kitleleri örgütlemek, mücadeleye, eyleme yöneltmek görevi öncelikle sizlerin omuzlarındadır. Bu kadar meşru bir mücadelede, dayatılan kölelik, yoksulluk karşısında devrimci, demokrat işçiler sıradan bir eylem katılımcısı olarak hareket etmemeliler, kendilerini çok daha fazla ortaya koyabilmeli, tüm güçleriyle mücadelenin önünde yer almalıdırlar. Farklı sendikalarda örgütlenmiş olmak, farklı siyasal eğilimler, düşünceler bir kenara bırakılmalıdır. Öncelikle önemli olan kitleselliğimizle, taleplerimizi ifade eden sloganlarımızla gücümüzü ortaya koyabilmektir. Sendikalısendikasız, örgütlü-örgütsüz, devlet ya da özel sektör de çalışan tüm işçilerin, memurların, halkın çok çeşitli kesimlerinin birleşebileceği, birlikte hareket edebileceği ortak bir payda herzamankinden çok mevcuttur. Ortak paydamız, haklarımızın gasp edilmesidir. Ortak paydamız, sefalet ücretleridir; Ortak paydamız, peşpeşe yağan zamlar, yoksullaşmamızdır; Ortak paydamız, ülkemizin tekellere peşkeş çekilmesine karşı çıkmaktır; Ortak paydamız, vatanımıza, geleceğimize sahip çıkmaktır. Ortak paydamız, İMF'ye, emperyalizme karşı olmaktır. Ortak paydamız, İMF'NİN YÖNETTİĞİ DEĞİL, BAĞIMSIZ TÜRKİYE için mücadele etmektir. Örgütlenelim, mücadele edelim ve kazanalım.* ULUSAL ONUR "Ateşi ve ihaneti gördük. Ve kanlı bankerler pazarında Memleketi Alaman'a satanlar, yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar Düştüler can kaygusuna Ve kurtarmak için başlarını halkların gazabınKaranlığa karışarak basıp gittiler. Yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet, En azılı düvelle dövüşüyordu fakat, dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat; iki kat soyulmamak için"(l) Anadolu paylaşılmış, işgal altındadır. Dört bir yandan kuşatılmıştır. Halkın önünde iki yol vardır; ya teslim olacak ya da bağımsızlığı için savaşacaktır... Tercih nettir. Anadolu halkları Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle; Alevisiyle, Sünnisiyle emperyalistlerin vatan topraklarını işgaline karşı savaştı. Açtı, açıktı, yoksuldu, yaralıydı halk; üstelik bir taraftan da ihaneti görmüş yaşamıştı; ama ne olursa olsun kendi vatanında tutsak olmayı asla kabul etmemişti. Bu yüzden ulusal onurunu gavurun çizmesi altında çiğnetmedi. Kölece yaşamaktansa binlerle, onbinlerle ölmeyi göze aldı, yedi düvele karşı savaşa tutuştu. Çünkü ulusal onuruna sahip çıkma vatanın özgürlüğü için savaşmak demekti. Ve halklar ulusal onurlarını korudukları ölçüde özgürdü. İşte Sütçü İmamlar, Şahin Beyler, Karayılanlar, Yörük Ali Efeler, Kara Fatmalar hep bu inançla savaşa tutuştular. Onur için, namus için, Anadolu'nun kurtuluşu için silaha sarıldılar. Kanları canları pahasına savaştılar. Belki çok şey bilmiyorlardı, belki cahil, belki korkak, belki de kendi hallerindeydiler. Daha yedisinde olanlar da vardı, yetmişinde olanlar da. "Korkak, cesur, cahil, hakim ve çocuktular" ama sonuna kadar onurlu ve namusluydular. Biliyorlardı ki, onurlu ve namuslu olmak vatanın kurtuluşu için savaşmakta anlamını bulurdu. Savaştılar... Vatanları için gavura meydan okudular. Kimi silahına davrandı, kimi savaşı yönetti, kimi cepheye mermi taşıdı. Esaret altında yaşamaktansa, ulusal onurunu gavur çizmesi altında çiğnetmektense savaşarak ölmeyi tercih ettiler. İşte Sütçü İmam... Kırkbeş yaşlarında kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan, kendi halinde biridir. Fransız askerlerinin Maraş'a girdiğinin ikinci gününde dükkanında her zamanki gibi işiyle gücüyle uğraşırken dışarıdan gelen gürültü üzerine dükkanından çıkar. Fransız askerlerinin Uzunoluk hamamından çıkan kadınlara saldırdığını, sarkıntılık yaptığını görünce hemen silahına davranarak onuru ve namusu için tetiğe basar. Ve kurtuluşun ilk kıvılcımını çakar. O artık kendi halinde bir ihtiyar değil, onuru ve namusu için savaşan bir kahramandır. İşte Karayılan... Antep halkı işgale karşı savaşıp, oluk oluk kanı akarken o korkularıyla başbaşa, bir "Tarla Sıçanı" gibi yaşamaktadır. Ne zamanki "Ak taş ardında karayılanı bulan ölümü" görür, işte o zaman ilk kez düşünür ve "ibret" alır. Ve; "Nerede düşman varsa orda bitirek, Vurun ha yiğitler namus günüdür..." diyerek gavura karşı savaşa girer. Ya da Şahin Bey... Anadolu işgal edildiğinde tereddütsüz savaşa koşmuş Antep savunmasının kurmaylığını yapmıştır. O Anteplilere söz vermiştir. Düşman ölüsünü çiğnemeden Antep'e giremeyecektir. Nitekim öyle olur. Elmalı köprüsünde süngülenerek katledilirken sözünü yerine getirmenin huzuru vardır yüzünde. Son sözü yine vatandır... Anadolu halkları böylesi sayısız yiğitlik, kahramanlık örneği gösterdi, sayısız kahramanlar yetiştirdi. Anadolu Kurtuluş savaşı emperyalizme karşı verilen ve zaferle sonuçlanan ilk kurtuluş savaşı oldu. Bu yanıyla Anadolu halkları onurlu bir tarihin sahibidirler. Halkımız onuruna, namusuna, bağımsızlığına düşkündür. Vatanın emperyalistler tarafından işgal edilmesine, emperyalizmin çizmesi altında çiğnenmesine kendi ülkesinde esir edilmesine asla tahammül edemez. Kurtuluş Savaşı'nda da sadece işgale karşı tavır alınmakla da kalınmamış, manda gibi getirilen tüm bağımlılık yöntemlerine karşı Anadolu halkları her zaman için bir öfke ve tepki taşımıştır. Bu Anadolu halklarında ortak bir kültürel şekillenmedir. Ki biz buna "Gavura Alerji" diyoruz. Halkların tarih içerisinde oluşmuş, şekillenmiş çeşitli kültürel değerleri, ruhsal şekillenmeleri vardır. Ulusal değerler de bunlardan biridir. Nitekim ulusal değerleri ve bunlara sahip çıkmayı bu gerçeklik etrafında ele almak gerekir. Gavura alerji ise en özlü haliyle emperyalistlerin vatanımızın işgaline karşı bilinçlerde şekillenmiş olan öfke, tepkidir. Gerek emperyalizm gerekse de oligarşi bu gerçekliğin farkındadır ve çok çeşitli politikaları hayata geçirirken halktaki gavura karşı olan kültürel şekillenmeye de dikkat etmektedir. Ayrıca çeşitli demagojilerle de bu özelliği kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışmaktadır. Nitekim açık işgalde istediğini elde edemeyen emperyalizm sömürü politikalarından hiçbir zaman vazgeçmemiş, yeni biçimlerde, yeni kılıklarda sömürücülüğüne ve kan emiciliğine devam etmiştir. Oligarşi ise "milliyetçilik" söylemlerine sıkıca sarılarak uşaklığını gizlemeye çalışmıştır. "Küçük Amerika" Yaratma Sevdası... Anadolu halklarını tankıyla topuyla teslim alamayan emperyalizm bu kez 1945'lerden itibaren daha sinsice yöntemlerle geldi. Emperyalizmin önünde Kurtuluş Savaşı'nda çıkarılan dersler vardı. Biliyorlardı ki açık işgaller yoğun tepkilere yol açıyor, kurtuluş savaşlarına dönüşüyordu. O zaman hem sömürülerini sürdürecek hem de kendilerini gizleyecek bir yönteme ihtiyaçları vardı. Bu yeni yöntemle emperyalizm, işbirlikçileri aracılığıyla vatanımıza girmiş, ekonomiden orduya kadar her şeyi kendine bağımlı hale getirmiş, yeni taktiklerle, ince hesaplarla, yaptığı anlaşmalar, verdiği kredilerle, kendi yoz kültürüyle Anadolu'yu gizlice işgal etmiştir. Belki gönderlerde ABD bayrakları yoktur, halen "İstiklal Marşı" da çalınmaktadır ama her şeyin altında "Made in USA" mührü vardır. "Eli kolu zincirlere vurulmuş Vatan çırılçıplak yere serilmiş Oturmuş göğsüne teksaslı çavuş Beyler bu vatana nasıl kıydınız" (2) ABD'nin, "Teksaslı çavuşlarının bir dediği iki edilmedi. Uşaklıkta hiçbir sınır, ölçü tanınmadı. Hatta efendilerini bile şaşırttıkları oldu. Kısa süre içerisinde tüm yeraltı ve yerüstü zenginliklerimiz emperyalizme peşkeş çekildi. Ülkenin her tarafı Amerikan üsleri ile doldu. Çok değil daha 15-20 yıl önce Anadolu'dan kovulan, denize dökülen emperyalistler bu kez özel törenlerle karşılanmaya başlandı; ABD'li katiller için genelevler boandı. Dünyanın ta öteki ucuna; Kore'ye binlerce asker emperyalizmin çıkarları için gönderildi. ABD üslerinden kalkan uçaklardan Ortadoğu halklarına ölüm yağdırıldı. Halkın kültürü, değerleri bir bir tahrip edilmeye, her şeyiyle "küçük bir amerika" yaratılmaya çalışıldı. Anadolu halklarının kanı, canı pahasına koruduğu ulusal onuru bir avuç işbirlikçi tarafından ayaklar altına alındı, ABD postalları altında çiğnendi. Egemenler için bu durum da çokça şaşırtıcı değildir. Çünkü onlar için ulusal onur da paradır, kardır, ödenektir. Ve bunun için satamayacakları hiçbir şey yoktur. Yeni-sömürgecilik ilişkilerinin ülkemize ilk giriş dönemini yaşayan Nazım Hikmet işbirlikçiliği, ihanetçiliği şahsında somutlayan Adnan Menderes'e seslenirken, egemenlerin ulusal düşkünlüklerini de gözler önüne serer: "Bir adınız var, Adnan Bey, adınıza benzeyen Dilimiz kuruyor, dilimizi konuştuğunuz için Bitten, açlıktan, sıtmadan betersiYüz Türkiye olsa elinizden gelse yeryüzünü de zincire vurur yüz kere satarsınız" (3) Tabi ki ulusal onursuzluk Adnan Menderes'le başlayıp Adnan Menderes'le bitmiyordu. Zaman geçtikçe ABD'ye uşaklık edecek, ülkeyi "yüz kere" daha satmak isteyen çekirdekten yetme yenileri yetişti. Adnan Menderes'in yerine Morrison Süleymanlar, Amerika'dan da Amerikancı Özallar, CIA'nin "Bizim Çocuklar" dediği Evrenler, ABD vatandaşı Çillerler aldı. Hepsi de ulusal onursuzlukta birbirleriyle yarıştılar. Efendilerinin karşısında el pençe divan durdular. Yüzlerine tükürüldüğünde yağmur yağıyor dediler. Kimisi ABD Başkanının kendisine telefonda ismi ile hitap etmesiyle öğündü, kimisi de ABD başkanının elini tutup gözlerinin içine bakmasıyla... hepsi de emperyalist efendilerinin bir parmak işareti ile esas duruşa geçtiler, olmadık şaklabanlıklarda bulundular. Egemenlerin tarihi bu yarıyla ulusal onurun ayaklar altına alınmasının tarihidir. ULUSAL ONURA SAHİP ÇIKMAK Oligarşi ulusal onursuzluğunu gizlemek için milliyetçilik söylemlerine, vatan-millet edebiyatına sıkça sarılırken, devrimcilere de saldırmaktan da geri durmamıştır. Bu amaçla ilericiler, devrimciler "dış güçlerin", "karanlık odakların" uzantısı olarak gösterilmek istenmiştir. Her dönem için yaratılan bir yabancı düşmanlığı bu "yabancı düşmanların" ülke içerisindeki "uzantıları" mutlaka bulunmuştur. Bu kimi zaman "Moskof düşmanlığı", kimi zaman da Yunan, Ermeni düşmanlığı olmuştur. Olsa ülkeyi emperyalistlere peşkeş çekenler de, uşaklık yapanlar da onlardır. Fakat hu tür demagojilerle hem kendi niteliklerini gizlemek istemişler hem de devrimcileri karalamayı amaçlamışlardır. Aynı zamanda da ulusal duygular kullanılarak yoksulluğu, sefaletin nedeni "dış düşmanlar" olarak gösterilerek, bunun üzerinden halk düzene yedeklenmeye çalışılmıştır. Fakat oligarşi ulusal onursuzluğun bayraktarlığını yaparken; vatanseverliği, yurtseverliği emperyalizme karşı savaşan devrimciler temsil ettiler. Anadolu halkları emperyalizme karşı devrimcilerle birlikte oldular. Emperyalistleri 1920'lerde ülkeden kovan Anadolu halkları 60'lı yıllardan itibaren emperyalizme karşı işçisiyle, köylüsüyle, genciyle mücadele verdi. Gün olmuş Anadolu köylüsü tütün fiyatları için, afyon ekimine konan kotalar için emperyalizme karşı ayağa kalkmış; gün olmuş işçiler emperyalist tekellere karşı... 6. Filoya, Esmeraldalara karşı anti-emperyalizm bayrağını yükseltmiş, Amerikan askerleri ülkemizde istedikleri gibi ellerini kollarını sallayarak dolaşamamışlardır. Bu yıllarda anti-emperyalist mücadeleye önderlik eden, ulusal onura sahip çıkan Dev-Gençliler olmuş; emperyalizme karşı sayısız eylem örgütlenmiş; işçisiyle, köylüsüyle Dev-Genç bütün halkın emperyalizme karşı olan öfkesinin taşıyıcısı olmuştur. O dönemde yayınladıkları bir bültende Dev-Gençliler emekçi halka şöyle sesleniyorlardı: "Kardeşler, amansız bir savaşa girdik! Bağımsızlık, ölüm-kalım, namus kavgası bu. Ya bu topraklar üzerinde kendimizi savunur Amerika ve ortaklarına sömürtmeden insan gibi yaşayacağız, yada öleceğiz. Bu kavga Amerika ile ortaklık etmeyen herkesin hepimizin kavgasıdır!..." (4) Bu yanıyla egemenlerin tüm onursuzluklarına, namussuzluklarına rağmen emperyalistler ülkemizde istedikleri gibi at oynatamamışlardır. Çünkü her fırsatta karşılarında Anadolu halklarının gavura karşı bitmeyen öfkesini, sönmeyen kurtuluş umudunu bulmuşlardır. Süreç bu yanıyla görkemli direnişlere, eylemlere tanık olmuştur. Bugün çok önemli bir dönemden geçiyoruz. Emperyalizm halkın boğazına geçirdiği ipi her geçen gün biraz daha sıkıyor, bağımlılık halkalarına her gün yeni halkalar ekliyor. Ülkemizi istediği gibi kullanacağı bir çiftlik haline getirmek istiyor. Ülkemizin genel tablosuna bakarsak bunu çok daha iyi anlayabiliriz. Ekonomi her şeyiyle IMF'nin hazırladığı reçetelerle yönetiliyor. Memur maaşlarındaki artış, hatta emeklilik yaşını bile IMF belirliyor. Hükümetleri emperyalistler kuruyor, yeri geldiğinde cuntalar örgütleniyor. Her türlü politika emperyalist merkezlerde üretiliyor. Üsler oligarşinin bile haberi olmadan kullanılıyor, emperyalizm nereye isterse oraya asker çıkarılıyor. Son olarak emperyalizmin Yugoslavya'ya yönelik müdahalesinde oligarşinin uşaklığını bir kez daha gördük. Operasyona Türkiye'nin uşakları da katıldı. Askerler gönderildi. O da yetmedi Çorlu, Balıkesir, Bandırma üsleri emperyalistlerin isteği üzerine hizmete açıldı. Tüm bunlar Yugoslavya halklarını katletmek için yapıldı ve karşılık olarak ABD Başkanı Clinton'dan bir "aferin" alındı. Oligarşi, emperyalizmin çıkarları için halka karşı her türlü baskı ve katliam politikalarını uygularken bir taraftan da sömürü çarkını sürdürebilmek için halkın kültürünü bozma, tarihsel-toplumsal, ruhsal şekillenmelerini yok etmek istemiştir. Çünkü kültürü tahrip edilmiş,değer sizleştirilmiş, tarihine yabancılaştırılmış bir halkı yönetmek daha kolaydır. Bunun için halkın gavura olan tepkisini, ulusal onuruna olan düşkünlüğünü yumuşatmak, içini boşaltmak, kendine zarar vermez bir noktaya getirmek ister. O yüzden de her türden çarpıtmaya başvurur. Nitekim bunda yer yer başarılı da olmuştur. Oligarşinin bu noktada neler yaptığına ne tür yöntemlere başvurduğuna öncelikle bir bakalım. Her şeyden önce milliyetçilik söylemleri egemenlerin dilinden hiç düşmez olmuştur. Bir taraftan emperyalizmin söylediklerine harfiyen uyulurken diğer taraftan da milliyetçilik, yurtseverlik kimseye bırakılmamıştır. Lafı ağzına alan "Milli Menfaatlerden" bahsetmiş, "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" denmiş ama pratikte emperyalizmin menfaatleri her şeyin üzerinde tutulmuş, egemenlik ise kayıtsız şartsız emperyalizmin olmuştur. Bunun yanında diğer taraftan da emperyalizme sürekli övgüler yağdırıldı. Onların ne kadar "dost" ve "müttefik" olduklarının propagandası yapıldı. Emperyalizmin yoz kültürü ise yaşamın her alanına yayıldı. Bu kültüre özenen, onlar gibi olmak isteyen insanlar yetiştirilmek istendi. Okuldan TV'lere kadar hep bunun propagandası yapıldı. Bilinç çarpıklıkları yaratılarak halkın kendi öz kültüründen uzaklaştırılması amaçlandı. Emperyalizm yoz kültürü konuşmadan giyim-kuşama hatta dükkan ve mağaza tabelalarına kadar her şeyde kendini gösterdi. Bireyci, tüketici kültürün reklamı yapıldı. Öyle ki emperyalistlere üslerin açılmasına ticaret canlanacak diye sevinenler de oldu. ABD donanması Antalya'ya gelecek alış veriş artacak diyen de... Oligarşi yürüttüğü yalan ve demagojilerle hem halkın tepkilerini nötralize etmek hem de kendi politikaları doğrultusunda yönlendirmek istedi. Emperyalizmin son Yugoslavya müdahalesinde de aynı durumla karşılaşmak söz konusu. Senaryo açıktır; sözüm ona ABD Kosova'ya yardın için Yugoslavya'ya müdahale etmiş, Türkiye de Müslüman Arnavutlar için seferber olmuştur. Oysa bu koca bir yalandır. Türkiye efendisinin Balkanlardaki politikaları doğrultusunda bir katliama ortaklık etmiştir. Fakat yalanlarla, demagojilerle bu gizlenmeye çalışılmış, halklara karşı suçun üstü örtülmek istenmiştir. Dün Kore'de, Körfez savaşında da aynı yalan ve demagojilerle emperyalizmin haydutluğunu, kendilerinin ise uşaklığını meşrulaştırmaya çalışmışlardı. Emperyalizmin yoz kültürü halkın çeşitli kesimleri üzerinde etkili olurken özellikle de gençlik üzerinde daha fazla etkili olmuştur. Bu yarıyla gençlik açsından baktığımızda ortaya ciddi dejenerasyonlar, çarpıklıklar çıkmaktadır. Son dönemde gazetelerin yaptığı bir ankette çıkan sonuçlarda da gençlerin çoğunun ABD'de yaşamalarını istemeleri bu noktada düşündürücüdür. Anketin abartması, çarpıtması bir yana emperyalizmin yoz kültürü gençliği ciddi boyutlarda etkisi altına almış, emperyalist ülkelerin yaşantısına sürekli özenti duyulmuştur. Bu yüzden düşüncede, davranışta, kültürde halka bir yabancılaşma söz konusudur. Devrimciler Olaylara Nasıl Bakarlar Bugün emperyalizme karşı tavır alan, onunla uzlaşmayan, bağımsızlık için mücadele eden devrimciler, yurtseverliğin de, ulusal onurun da gerçek temsilcileridir. Emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı savaşmadan, bağımsızlık savunulmadan, zulme ve sömürüye karşı olunmadan, ulusal onura sahip çıkılamaz, devrimci yurtsever olunamaz. Zaten vatana ve halkın yarattığı değerlere sahip çıkılmadan, ulusal değerler sahiplenilmeden devrime ulaşmak mümkün değildir. Bu yanıyla kendi ulusal değerlerimize sahip çıkmak onları her koşulda savunmak vazgeçilmez bir sorumluluktur. Gerek ulusal değerlerin sahiplenilmesi gerekse ulusal onura sahip çıkılması konusunda solda bugüne kadar çok çeşitli çarpık anlayışlar getirilmiştir. Öyle ki, ulusal değerlere sahip çıkmak gericilikle eşdeğer tutulmuştur. Neredeyse ulusal değerler yok sayılmış, bu değerler adeta faşistlere bırakılmıştır. Faşistler ise bu kavramları demagojik tarzda sürekli olarak kullanmışlardır. Özellikle son dönemde başta Kürt Milliyetçi hareket olmak üzeri izlenen yanlış politikalar sonucu MHP'nin anti emperyalist sloganları ulusal söylemleri fazlasıyla kullanabileceği bir ortam yaratılmıştır. Kendine yurtseverim diyenler "Viva İtalya" diye slogan atarlarken, işbirlikçi faşistler "Kahrolsun Emperyalizm" diyerek halkın bu yöndeki duygularıyla oynamıştır. Kürt Milliyetçilerinin izlediği yanlış politikalar sonuçta halkın gavura olan tepkisini hortlatmış, oligarşinin yıllardır sürdürdüğü "dış mihraklar, dış güçler" demagojilerine uygun zeminler hazırlamıştır. Bugün bir taraftan oligarşi tarafından çarpıtılan, kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirilmek istenen halkın gavura olan tepkisini yerli yerine oturtmak; diğer taraftan son dönemde alt üst edilen kavramlara gerçek anlamlarını vermek devrimcilerin görevidir. Halkın yarattığı değerlere sahip çıkılmadan ulusal onur temsil edilemez. Halklar kültürleriyle, ulusal kimlikleriyle, yarattığı değerleriyle vardır. Anadolu halkları ulusal onuruna sahip çıkmada, zulme karşı dik durmada bugüne kadar zengin bir tarih yaratmıştır. Baba Ishaklar, Bedreddinler, Sütçü İmamlar, Şahin Beyler, Denizler, Mahirler bu onurlu tarihin yaratıcıları olmuşlardır. Bugün oligarşi çeşitli noktalarda halkın gavura alerjisi- ni yer yer çarpıtmış, hatta kendi politikaları doğrultusunda kullanabilmiştir. Fakat Anadolu halklarının onur. namus bilinci, gavura olan öfkesi üzeri karartılamayacak, yok edilemeyecek kadar güçlüdür. Asıl sorun halka gidip halkı örgütlemektedir. Bugün emperyalizmin onca çirkefliğine, haydutluğuna karşın ona denk düşen tavırlar görülmüyorsa, burada asıl belirleyici olan, üzerinde önemle durmamız gereken halkın örgütsüzlüğüdür. Doğru politikalarla halka gidildiğinde, örgütlenmeler yaratıldığında halkın emperyalizme karşı taşıdığı öfkeyi açığa çıkarmak, aynı zamanda oligarşinin çarpıtmalarını önlemek çok da zor olmayacaktır. Bugün Anadolu topraklarında devrimcilerin önderliğinde ikinci kurtuluş savaşı veriliyor. Emperyalizmi ülkemizden kovup halkın iktidarını kurmak için can veriliyor, kan dökülüyor. Anadolu halklarının tarihi zenginliği içerisinde kurtuluş için savaşılıyor. (1) N. Hikmet, Kuvayi Milliye Des tanı (2) N. Hikmet, Son Şiirler (3) N. Hikmet, Son Şiirler (4) FKF Bülteni Bağımsız Türkiye "BİR TÜRLÜ ÖLMEYİ BECEREMEDİK" DEDİ BERDAN... Ölüm çoğu insan için ürkütücüdür. Soğuktur. Düşünmesi bile ürpertici; bilinemez, tarif edilemez bir korkudur. Ama, '96'nm Temmuz'unda ölüme yatan onlarca tutsak karşısında ölümü böyle soğuk, böyle korkutucu, böyle ürkütücü bir şey gibi düşünmüyordu. Bu dakika dakika gelen ölümü dışarıdan izleyenler için de farklıydı her şey... Ölümlerin olmasını istemeyen, üzülen, hatta hücre hücre eriyen bedenler karşısında belki ağlayanlar çok oldu. Ama hiç kimsenin gözüne ölüm herhalde bu kadar onurlu, bu kadar erişilemeyecek yücelikte de görünmemişti. Çünkü gün be gün ölüme koşan o bedenlerin kalbinde halkın vicdanı atıyordu. Halkımızın vicdanında adalet, eşitlik, haklıdan, doğrudan, dürüstten yana olmak vardı. Zulme, zalime karşı olmak vardı. '96 Ölüm Orucunu yaratan işte halkımızın bu erdemleriydi. Ölüm orucu savaşçıları bu değerlerin temsilcileri olarak girdiler ölüm koşusuna. Çünkü onlar bu halkın evlatlarıydılar. Çünkü onlar bu halkın öncüsüydüler. Çünkü onlar ölüme meydan okuyacak kadar cüretli, uğruna ölebilecek kadar vatan ve halk sevgisiyle doluydular. Çünkü onlar devrimciydiler. "Yemo'yu dışarıdan tanıyan kadın tutsak; -Nasılsın Yemo, diye sordu. Yemo'nun yüzü her zamanki gibi gülümsüyordu. Gözleri ise parıl parıl... -Ben iyiyim. Bize birşey olmaz; en fazla şehit düşeriz, dedi." Kolay değildi böylesine bir ölüme gönüllü olmak. Kuşkusuz, hepimiz bir gün ölecekti; ama ya böyle bilerek, isteyerek ölüme yatmak, ölüm için yarışmak? Kim bunu yapabilirdi? Herkes yaşamak istemez miydi? bu nasıl bir güç, nasıl bir iradeydi? "Damlalığa su çekti.... Berdan'ın ağzına yanaştırdı. Birkaç damla akıttı. Berdan ağzına damlayan suyu diliyle kuruyan dudaklarında gezdirdi. Ardından yutması için birkaç damla daha. -Bu defa çok rahat aldın Berdan, diyerek sevincini paylaşmak istedi Berdan'la. Berdan bakışıyla karşılık verdi. Bu arada yanına gelen, onu seyreden Mustafa Gök'e; -Bir türlü ölmeyi beceremedik, dedi." “HER ŞEY HALKIMIZ İÇİN" DEDİ ÖLÜM ORUCU SAVAŞÇILARI.. İnsanı insan yapan değerler için "geri", "onlar eskidendi", "kendinden başka kimseye, babana bile güvenmeyeceksin" diyordu düzen. "Herşey kendin için"di Arkadaşın, dostun, kardeşin, sevdiklerin için, onur, namus, vatan için, halk için değil ölmek, en sıradan bir bedeli ödemek bile modası geçmiş şeylerdi. Saf, nayi insanların işiydi. İnsan açıkgöz olmalı, kendi çıkarlarını korumasını bilmeliydi. Dünyaya bir kez gelinirdi. iyi değerlendirmek, iyi yaşamaya çalışmak gerekirdi. Düzen bunları söylerken, Ölüm Orucu savaşçıları ölümle alay ederek ölüme gidiyorlardı... "Hemşireydi Nursel. Berdan'ı ziyaret ettiklerinde, sağlık durumunu anlamak için sorular sormuştu. -Ağzından gelen kanın rengi açık mı, koyu mu, deyince Berdan duraklamıştı. Sonra gülerek; -Dönüşümlü, diye cevap vermişti. Espriye gülerken Berdan izin istemişti. Başını kovaya çevirirken, eliyle işaret etmişti. Onların yanında kusmak istememiş, çıkana kadar tutmuştu kendini." Devrimcilik ne kadar güzel bir şey, ne kadar onurlu bir şeydi ki ölümle yüz yüzeyken bile kendisinden önce başkalarını düşündürtebiliyordu: "Bugün gözle görülür bir biçimde kötüleşmişti İlginç. Yine de o haline rağmen kusacağı zaman tuvalete koşturuyordu. Yatağının altında duran leğene kusmak, yoldaşlarını rahatsız etmek istemiyordu." "Halbuki sağlıkçı rahatsızlıklarını daha ayrıntılı öğrenmek için gelmişti yanına. ... ama ilginç bu konuda hiçbir şey söylememeye niyetliydi. Olsa olsa ona sağlık konusunda yardımcı oluyor, bilgilerini aktarıyordu. -Siz öteki yoldaşlarla ilgilenin. Ben durumumu biliyor, ona göre davranıyorum diyordu." "DÜŞMAN KAVRAMINI UNUTMUŞLAR MI?" DİYE SORDU İLGİNÇ... Uğruna ölünebilecek birşey kalmadı denilen bir zamanda ölümü eylem yapmak, ölüme gönüllü olma gücü, cüreti nasıl ve ne için gösterilebilirdi? Eylemin asıl gücü, sarsıcılığı, düşmanı korkutan, panikleten yanı tam da burası, bu sorgulamanın milyonların beyninde yapılmasıydı. Çünkü, ölüme bedenlerini yatıran devrimciler bunu sırf SORUYORDU HASAN HÜSEYİN... Halk sevgisi, vatan sevgisi, yoldaş sevgisi soyut bir kavram değildir devrimciler için. Ölümüne sahiplenilecek değerlerdir. Teslim olmak bu değerlerden taviz vermek demektir. Teslim olmak yoktu onların sözlüğünde... İster hapishanelerde olsun, isterse de dışarısı... Vatan her yerde savunulacak, halka her yerde sahip çıkılacaktı. Devrimciliği böyle öğrenmiş, böyle bilmişti onlar. "Asla teslim olmadık" yazıyordu İlginç günlüğüne. Gültepe'de bir başka yoldaşı ise yüzlerce polisle kuşatılmış bir evde aynı şeyleri haykırıyordu düşmanın yüzüne: kendileri için, hapishanelerde biraz daha rahat yaşam koşulları sağlamak için yapmamışlardı. Kahramanlık ve ihanet.. Çıkarsız, hesapsız kendini feda ve bencillik... İnanç ve inançsızlık... Şeref ve şerefsizlik... Ahlak, namus ve namussuzluk... Adalet ve adaletsizlik Onur ve teslimiyet... Bunlar acımasızca çatışıyordu. Taarruza geçmiş, ölümüne bir savaşın içine girmişlerdi. Bu savaşın bir yanında devrimciler ve halk, öbür yanında düzen ve devlet vardı. Devrimciler kazanmak için çıkmışlardı yola. ölmek var teslim olmak yoktu. "İlginç gazetede okuduğu bir habere öyle sinirlenmişti ki, hemen günlüğünü açtı. '14 Temmuz 1994 Bugün gazetelerde birçok demokratik kuruluşun, ikinci ekiplerin de başlamasıyla daha da gelişen ölüm Orucu eylemimizi bırakmamızı istediklerini okuduk. Çağrı'da M. Ağar genelgelerinin kaldırılmasıyla olumlu adımlar atıldığı, E tipleri için de yeni düzenlemelerin yapılacağı, bu nedenle gereksiz yere ölmememiz gerektiği söyleniyordu. (...) Ama sadece gazete okuyan, TV izleyen biri bile Şevket Kazan'ın M. Ağar'dan farklı hiçbir şey yapmadığını, devrimci tutsaklara aynı sözlerle saldırdığını görebilir. ... Tüm halka yönelik saldırılar sürüyor. ... Hiçbir faşist devlet analarımızın direnişini, bir halkın direnişini yok edecek güce sahip değildir ve bu direniş düşmana her zaman geri adım attıracaktır. (...) Devletin çalışan iki kurumu. Biri yolsuzluklar ve milletvekili pazarlıkları, kısaca ceplerini dolduran mekanizmalar, ikincisi de, baskı, şiddet, işkence üreten kurumları. Başka hiçbir kurumu çalışmıyor artık. ... Bunları görmemek için büyük bir siyasi körlük, iktidar hedefinden uzaklaşmak gerekir ancak. Bizim direnişimiz bu saldırının önüne set olacaktır diye defalarca söyledik. Bunu anlamak bu kadar mı güç? Bu çağrıyı kabul etmemiz teslimiyet anlamına geldiğine göre, teslim olduğumuzda bütün halka yönelik saldırıların artacağını görmek için ne yapmak gerekiyor? Düşman kavramını unutmuşlar mı? Biz bugüne kadar asla teslim olmadık ve olmayacağız. Düşman bedeller istiyorsa; ki istiyor, bu bedelleri vermeye hazır olarak direnişe girdik. Biliyoruz ki, kazanan sadece biz değil, tüm bir halk olacak." "SIRA BİZE GELMEDİ Mİ?" DİYE "Emine tüm gücüyle bağırdı; -KORKAKLAR... HADİ GELİN... GELİN DE ALIN... DEVRİMCİLER ÖLÜR AMA TESLİM OLMAZ... BU VATAN SİZİN DEĞİL... GELİN DE ALIN..." "Daha 23 gün önce bir başka eylemin coşkusunu, heyecanının yaşamışlardı. Adalet son konuşmasında 'Sibel gibi Çatışacağız' demişti. Sözünü tutmuş, sokak sokak çatışmıştı... Eylem bölgesini terk etmek üzerindeydiler ki silah seslerini duymuş, geri dönmüşlerdi. Geri döndüklerinde Adalet'in karşısına çıkan bir ekip otosuna ateş açtığını görmüşler, onlar da durup ateş etmişlerdi." Çok daha sonra Adalet'in orada şehit düştüğünü anlamışlardı. Emine'de yaralanmış, ama yarasının tümüyle iyileşmemesi bile onun yeni bir eyleme katılmasına engel olamamıştı. Ölüm çok küçülmüştü şimdi. Ölmek, onur olmuştu, namus olmuştu, Adalet, vatan, halk olmuştu. Yüzler, binler ölüm Orucu'ndaki devrimcilere imrenerek bakıyordu şimdi. Mümkün olsa kimbilir kaç kişi yer değiştirmek isterdi onlarla? Emine yanında şehit düşen diğer yoldaşları, Hasan, Ali, Gülüzar belki hiç görmemişlerdi İlginç'i, belki ölüm orucuna yatan diğerlerini de hiç görmemişlerdi. Ama onlar için ölmeyi göze almış ve şehit düşmüşlerdi. Devrimcilerden başka kim yapabilir böyle bir şeyi? Böylesine bir sevgiye, böylesine bir bağlılığa başka kim sahip olabilir? "Hasan Hüseyin durup dinlenmeden düşünüyor, kafa yoruyor, yeni yeni önerilerle geliyordu. Önerilerinin hepsinde de tutsak olan yoldaşlarının, dört duvar arasında, düşmanın elinde ölümle pençeleşmelerini sindirememe vardı. Her önerinin ardına 'onları öldürtmeyeceğiz' diye ekliyordu. Sabırsızlığı öyle bir noktaya gelmişti ki, eylem talimatının gelmemesine içerlemiş, 'Acaba bize görev verilmeyecek mi' diye düşünmeye başlamıştı.... Tam 57 gün boyunca her fırsatta sormuştu komutanına. -Ne zaman vuracağız? Sıra bize gelmedi mi?" "ZAFERİMİZİN DÜŞMANIN BEYNİNDE PATLAYAN BİR MERMİ OLACAĞINI BİLİYORUM" DİYORDU İDİL... stanbul'dan, Gültepe'den çok daha uzak bir yerde bir başka devrimci, İdil'in elindeki kalemden şu sözcükler diziliyordu kağıda: "Ölüm Orucuna yatmaya karar verdiğimde Sibelleri, Adaletleri düşündüm. Onlar gibi düşmana bir mermi sıkamayacağım. Ama zaferimizin düşmanın beyninde patlayan bir mermi olacağını biliyorum. Cop darbeleri altında yerlerde sürüklenen ama tutsak evlatlarını mücadelesinin yanından hiç ayrılmayan yaşlı analarımızın, emekçi halkımızın ve partimizin bize duyduğu güveni boşa çıkarmayacağız." Boşa çıkarmadılar. Mermi oldular, bomba oldular, düşmanın beyninde patladılar. Halkımızın onuru, gururu oldular. Direnişleri, şehitlikleri öyle görkemliydi ki, düşmanın tüm demagojilerini ezip, birbirleriyle yarışarak, milyonların beyninden, yüreğinden geçerek koştular ölümsüzlüğe. DÜNYAYI SARSTILAR... Sokaklar, meydanlar bu sarsıntıyla dolu hala. Onlar onurumuz, gururumuz, elimizde zafer bayrağımız olarak her direnişte, her barikatta dalgalanmaya devam ediyorlar.* İ Ölüm Oruçları Düzenle Devrimin Çatıştığı, Devrimci İradenin Üstün Geldiği Eylemlerdir D evrimler tarihini karşı devrimle her an, her düzeyde ölümüne çatışanlar yazıyor. Ve öyle ölümler yaşanıyor ki, devrim ile karşı devrim bütün silahlarını kuşanarak amansız, göğüs göğüse, açık bir çarpışmaya giriyor. İşte bu dönemlerde devrim adına ne söylenmiş, ne yapılmışsa hepsi birden savaşın yalın pratiğinde sınavdan geçiyor. Böyle dönemlerden ancak ölümleri göze alarak çıkabilenler halkların umudu ve devrimin öncüleri olarak tarihe geçmeye hak kazanıyorlar. Çünkü, ancak bu şekilde devrimci irade düzenin iradesini parçalıyor ve devrimin meşruluğunu halka mal ediyor. Tıpkı '84 ve '96 Ölüm Oruçlarında olduğu gibi... '84 ve '96 Ölüm Oruçları düzenle devrimin çatıştığı, devrimci iradenin üstün geldiği eylemler olarak tarihe geçti. Düzenin iradesi neyi temsil ediyordu, devrimin iradesi hangi değerleri bağrında taşıyordu? Galip gelen hangisiydi? Düzenin iradesi; değersizleşmeyi, üç kağıtçılığı, pisliği, çürümüşlüğü, mafyacılığı övüyor; bencilliği, yozlaşmayı körüklüyor, devrimci irade ise halkın değerlerini, geleneklerini, insani erdemleri ölümler pahasına savunuyordu. Çünkü bunlar olmadan sosyalizmin temsilcisi olunamayacağını biliyorlardı. Halkın umudu, halkın geleceği oldukları bilinciyle katliamları, saldırıları, infazları, kayıpları, haksızlığı, zulmü, zorbalığı, gayrı meşruluğu temsil edenlerin karşısında bedenlerini silah yaptılar. Bu bilinç ve irade ile öne atılan '84 ve '96 Ölüm Oruçları şehitlerinin kişiliklerinde yeni insan, sosyalist insan tipi somutlanıyordu. Bu kişilikler, burjuvazinin "uğrunda ölünecek ideolojiler yoktur" demagojisine karşı uğrunda ölünecek değerlerin, ideolojilerin olduğunu gösteriyor ve pratikte bunu kanıtlıyorlardı. Burjuvazinin yaymaya çalıştığı inançsızlığı Ölüm Oruçlarıyla yıkıyor, devrimi halkın kafasında somutluyorlardı. Düşman halkları teslim almak için saldırıyor, devrimciler halklara yönelik saldırıları geri püskürtmek için bedenlerini ölüme yatırıyorlardı. Düşman teslim almaya, onursuzlaştırmaya çalışıyor, devrimciler direniyor, onurlarını koruyorlardı. İnançlarına, düşüncelerine, davalarına ihanet etmeyeceklerini ölüme yatarak gösteriyorlardı. Ördükleri barikatlarla mevzilerini güçlendiriyorlardı. İrade Savaşı Yeni Mevziler Kazandırıyor Tabi ki göğüs göğüse çarpışma anına birden bire gelinmedi. O aşamaya gelene kadar düşman cephesine ve devrimci cephede adım adım gelişen bir süreç yaşanıyordu. Bir yanda düzen, devrimci tutsakları teslim almanın koşullarını yaratıyor, diğer yanda devrimci tutsaklar bu koşullara teslim olmayacaklarının mesajlarım veriyorlardı. Her bir mesaj inanç ve kararlılık taşıyordu. '80'li yıllar devrimciler dahil halkın teslim alınmaya çalışıldığı yıllardı. Cunta 45 milyon halkı teslim almak için saldırıyor; gözaltılar, işkenceler, katliamlar, kayıplar, sürgünler, tutuklamalar aralıksız devam ediyordu. Onbinlerce devimci, demokrat, yurtsever hapishanelere dolduruluyordu. Dışarıda sessizlik ve korku yayılıyordu. Yaprağın kımıldamadığı bu yıllarda hapishanelerdeki devrimci tutsakların tavrı büyük önem taşıyordu. Çünkü hapishanelerden çakılacak bir kıvılcım, yaratılacak direniş gelenekleri halkı kucaklayan, karanlığı parçalayan bir işleve sahipti. Bunun için İstanbul hapishanelerinde faşizmin her tür saldırısına karşı direnmenin, teslim olmamanın tarihi yaratılıyordu. Fiili direnişler açlık grevlerini, açlık grevleri fiili direnişleri izliyordu. Düşman devrimci iradeyi dize getirmeye ve kendi mevzilerini güçlendirmeye çalışıyor; devrimci irade ise düşmanın saldırısını boşa çıkarmaya ve mevzileri düşmana bırakmamaya çalışıyordu. Faşizmin iradesi en son noktada tek tıp elbise saldırısında odaklaşıyordu. Faşizmin tek tıp elbise dayatmasının karşısına devrimci tutsaklar Ölüm Orucu eylemiyle çıkarak barikatlarını güçlendiriyordu. Faşizmin iradesi devrimci iradenin barikatlarına çarpıyor ve geri dönüyordu. Ölümüne mevzi kazanma savaşında devrimci tutsaklar kazanıyor ve geleceğe güçlü bir miras bırakıyordu. Düşman yıllar boyu devrimci tutsakların direnişiyle yarattıkları bu mirasın rahatsızlığını duydu. '96'lara gelindiğinde onurla taşınan devrimci mirası lekelemek ve kaybettiği mevziyi yeniden kazanmak istiyordu. Onun için saldırı sinyalleri vermeye başlıyordu. Yani '84'te olduğu gibi tarihsel bir döneme giriliyordu. Devrimciler başta olmak üzere katliamlara yönelik bu saldırıları püskürtmenin tek yolu direnmek, savaşmak ve kazanmaktı. Bu bilinçle devrimci irade '84'te olduğu gibi '96'da da düzenin iradesiyle çarpışmaya giriyordu. Direnişin 45. gününde düşman geri adım atmayacağının, mevzi kazanmak istediğinin mesajlarını veriyordu. Devrimci tutsaklar, saldırıları boşa çıkarmanın, düzenin mevzi kazanma savaşını engellemenin tek yolunun Ölüm Orucu gibi düşmanla cepheden yürütülecek bir irade savaşıyla mümkün olacağını biliyorlardı. Düzen devrim çatışması ve mevzi kazanma savaşı en üst noktaya sıçratılıyor ve taarruz eylemi başlatılıyordu. İki İradenin Açık Savaşı Başlıyor Düşman gücünü yalan, demagoji ve saldırılardan alıyor. Devrimci tutsaklar ise inançlarından, iradelerinden, halktan ve şahitlerinden alıyor- du. "67. gün 18 Haziran Pazartesi saat 19.00 Radyo, ana haber bülteninde İstanbul'da üc tutuklunun açlık grevi sonucu öldüğünü açıkladı. Sıkıyönetim bildirisinde doktorların tüm uyarılarına rağmen tedavi kabul etmedikleri, af istedikleri, ölüm cezasının kaldırılmasını istedikleri, siyasi tutukluluk hakkının verilmesini istediklerini söyledi. Taleplerimiz çarpıtılıyor. Biz af istemedik. Burjuvaziden af istemeyi alçaklık sayarız. İdam cezasının kaldırılması da talebimiz değil. Burjuvazinin bu yalan ve demagojisini yanıtsız bırakmıyoruz. Ortak imzalı dilekçemizle gerçeği, zerrece kızarmayacağını bildiğimiz suratlarına çarpıyoruz." (Direniş Ölüm Yaşam 1 syf.45) "'Gizli gizli yiyorlar, ölmezler, ölemezler' diyordu düşman. Önce 21 Temmuz'da direnişin 63. gününde Aygün'ün şehitliğiyle sarsıldı zulüm, sendelemişti. Ama pervasızlığını sürdürdü. Çok değil iki gün sonra Berdan ve İlginç'le iki kurşun daha sıkıldı. Ölüm Orucu eylemi düşmanı sarsmaya, halkı derinden etkilemeye devam ediyordu." (Kurtuluş 18 Temmuz 1999 sayı:90) "Hadi bakalım 'yiyorlar' desin Kazan... Hepsinin hesabını tek tek verecek - Biz de bir an önce ipi göğüslemeliyiz. Düşmana kan kusturmalıyız. - Adına yakıştı artık Ölüm Orucu. - Önünüz açıldı yoldaşlar." (Direniş Ölüm Yaşam 2 syf.449) "'Haydi hazırlan, hastaneye gideceksin!' 'Gitmiyorum!' İnsan bedenine yönelen acımasız bir emir. 'Alın bunu' Ranza demirine yapıştı. Bütün direncini iradesinde topladı. Üzerine saldırıp O'nu bir anda kuş gibi havaya kaldıran askerle mücadele etti. Erimiş, incecik ellerine yapıştılar, söktüler ranzanın demirlerinden. Yana düşürüp, ellerinden, bacaklarından sürükleyerek hücresinden çıkarıp götürdüler. Ama ne olursa olsun, yoldaşlarını son kez sesini duymasından mahrum bırakmayacak, bu görevini de yerine getirecek. 'Hoşçakalın, mücadelenizde başarılar dilerim, biz kazanacağız!...'" (Direniş Ölüm Yaşam 1 syf.108-109) "(...) Direnişçiler hergün suyun içine attıkları altı adet kesmeşekeri bugünden başlayarak bırakıyorlar. Artık altı kesme şekerli kantlı günler bir anı olarak geride kalıyorlar. Açlığın tehlikeli bir viraja girdiği, yönünü iyice ölüme çevirdiği 35. günü, zulmün yalanlarına demirbaş malzeme seçtiği, kamuoyuna karşı 'açlığın direnme kaynağı' diye lanse ettiği şekeri, yalaların ortasına bir dinamit gibi fırlatıyor. (...) ... Zulüm, elinden şekeri alınmış şaşkın bir çocuk gibi, ne yaptığını bil- mez bir halde bağırmaya, çağırmaya başlıyor. Çünkü açlığın bitişini bekleyen umutlarına bir darbe daha indiriliyor. Son aldığı yumruğun yarattığı şokun sersemliğinden kurtulması zor..." (Direniş Ölüm Yaşam 1 syf.8485) "Şevket Kazan operasyon yapmaktan çekinmeyeceğini, eğer eyleme son vermezlerse ertesi küçük yerlerden operasyona başlayacağını açıklamıştı bugün. Neden, 'Bırakmak isteyenlerin tedavilerine izin verilmiyor' olarak ifade edilmişti. Eylemi çözmek ve yenilgiye uğratmak için son kozlarını kullanıyor düşman. Yine yalanlarla, demagojilerle süsleyerek... (...) Operasyon düşman açısından büyük bir yenilgi demekti. (...) Ama geldiği zaman herşey siyah yapılıp çalışılacaktı. Barikat da kurulmayacaktı. Ölünecek, öldürülecekti. Yaşanan büyük bir katliamken, tersine tarihe kahramanlık günü olarak geçebilecek bir gün olacaktı 69. gün. Bu son hamleside boşa çıkartılırsa, düşman gelip diz çökecekti. O nedenle düşmanın tüm gerekçeleri elinden alınacaktı. İçeri girmek isteyenler girecek. Savaşçılarla görüşmek isteyen herkes görüşebilecekti. Ancak ne olursa olsun, tarihsel bir direniş, tarihsel özellikleriyle sona erdirilecekti." (Direniş Ölüm Yaşam 2 syf. 623) "Evet, gel düşman... Gel de senin acizliğini, korkaklığını, zalimliğini, gel de bizim ölüp de yenilmeyeceğimizi gösterelim tüm dünyaya... (...) Savaşçılarımıza bedenlerimizle barikat olacağız. Bizim cesetlerimizi çiğnetmeden alamayacaksın onları... (...) Ölüme çıktığımız yolda düşmanın bizi ölümle korkutmaya, ölümle kararlılığımızı kırmaya çalışması gülünç. (...)" (Direniş Ölüm Yaşam 2 syf.634) "- Dursun'u alacağız. Birinci Ordu'nun emridir. Emir kesinlikle uygulanacaktır. Bize güçlük çıkarmayın. Direnişinizin hiçbir faydası olmaz. - Hayır, alamazsınız! 69 gündür aç olan insanlara operasyon yapmak demek cinayet demektir. Hem alırsanız, bilesiniz ki su almaya keseceğiz. - Be ni ilgilendirmez. Bana emir verdiler. Alacağım, güçlük çıkarmayın! Vermeyeceğiz! Gel de al o zaman! (...) İnanması zor ama gerçek! 69 gündür aç olan, kelimenin gerçek anlamıyla bir deri bir kemik kalan insanlara operasyon yapılıyor. İçlerinden biri 'Kahrolsun fa....' diyebiliyor. Asker boğazını sıkmış. (...) Dayı'yı yataktan kapıyorlar. Avını kapmış akbabalar gibi kaçırıyorlar. - "Tedavi Değil, Haklarımızı İstiyoruz", "Hastane mi, İşkencehane mi", "Kahrolsun Faşizm" diye haykırıyor direnişçiler. (...) Hepsi atıldıkları yataklarında, hep beraber ölümü hızlandıracaklarını haykırıyorlar. "SULARI DÖK!", "SULARI DÖK!" Savaş çok sert geçiyor ve en radikal kararları bağrında taşıyor. (...)" (Direniş Ölüm Yaşam 1 syf.152-153) "Zulme göre insanlar, iradeleri bir merkezden, bir liderden güdülen bir sürüdür, emirle ölümün önüne sürülürler. Kendi ilkel, kaba, biçimci mantığından hareketle, devrimciler arasındaki ilişkilerde böyle algılanır. Böyle olunca, liderlerini çekip aldığın zaman sürü dağılıverecektir. Bütün büyü ondadır. Bu ilkel ve kaba mantığın, dünyayı değiştirmek, sömürüsüz ve özgür bir toplum yaratmak için yola çıkmış ve bu yola yaşamlarını koymuş devrimcileri anlaması, onlar arasındaki ilişkileri kavraması mümkün değildir." (Direniş Ölüm Yaşam 1 syf. 154-155) "Korkuyorlar, korkacaklar, korksunlar. Direniş hepsini dize getirecek. Önümüze ne engel koyarlarsa koysunlar, boşuna! İnançlarımız uğruna seve seve ölebileceğimizi kafalarına sokacağız!" (Direniş Ölüm Yaşam 1 syf. 107) "Kararlılık savaşı en üst boyuta tırmanmıştı 69. gün. Tutsakların kararlılığına tüm dünya tanıktı... İşte Ölüm Orucu Savaşçıları ard arda şehit düşüyorlardı. Ama öyle düz bir çizgide varılmıyordu zafere. İnce ince hesapların, vuruşların, dönüşlerin, kıvrımların bütünü olacaktı zafer. Sürecin kimin lehine işleyeceği, politik kararlılığa, zaferden bir an olsun kopmamalarına bağlıydı. Düşman kendi denetimine almak istiyordu gelişmeleri. Atılan her adım önemliydi. Sonucu ise devrimci irade belirleyecekti. (...)" (Direniş Ölüm Yaşam 2 syf.628) '84'te 73. gün, '96'da 69. gün sonucu devrimci irade belirliyor. Kazanan devrim oluyor, kaybeden düzenin iradesi oluyor. Çünkü devrimci tutsaklar kendi iradeleriyle ölümü davet ediyorlar. Hücre hücre iradelerini güçlendirerek düşmanı teslim alıyorlar. Mevzi kazanıyor, kazandıkları mevzileri ölümler pahasına koruyorlar. Devrimci irade kazandıktan sonra devrimci tutsaklar ölümü kendi elleriyle kovuyorlar. Ama savaş devam ediyor. Düzenin iradesi ile devrimin iradesinin çatışması sürüyor. Aynı inanç, aynı irade ve kararlılıkla düzenle çatışa çatışa devrime yürünüyor.* Ölüm Orucu Her Dönem Güç Alacağımız Bir Eylemdir Ölüm Orucu eylemi için "dünyayı ayağa kaldırdı", "herkesi sarstı" " demiştik. Dünyayı ayağa kaldıran Ölüm Orucu'nun gücüydü. Ölüm Orucu nezdinde somutlanan devrim inancıydı. Herkes bu inancın güçlülüğünü görmüştü. Devrim inancı için ölünüyordu. Ölüm inanç karşısında küçülmüş, önemsizleşmişti Önemli olan tek şey; devrim inancının her şeye rağmen haykırılabilmesiydi. İnsanlar Ölüm Orucu'ndaki çıkarsızlık, temizlik, halk ve vatan sevgisi gibi değerleri gördükleri için etkilenmişti. Bu topraklar üzerinde böylesi değerler için ölebilecek insanlar yaşıyordu. Zulme, değersizleşmeye, inançsızlığa meydan okuyan insanlar... Böyle bir eylem elbette en başta Parti-Cepheliler için başlıbaşına bir güç kaynağıydı. O dönem mücadeleyi bırakmış olan pek çok insan Ölüm Orucu'ndan aldığı güçle geri dönmüş, çelişki ve kaygılar taşıyan insanlar güçlenip öne atılmıştı. O dönemi hapishanelerde yaşayan insanlarımız ise dışarı çıktıklarında karşılaştıkları zorlukları ölüm Orucu'ndan aldıkları güçle aştıklarını söylemişlerdir. Ölüm Orucu insanlara nasıl bir güç vermişti? Güç neydi? Güç; ideolojik sağlamlıktı. Partiye, önderliğe duyulan güvendi. Devrime duyulan inançtı. Halka, vatana olan sevgiydi, bağlılıktı. Şehitleri kılavuz edinmekti. Direniş geleneklerinden öğrenilenlerdi. Manevi değerlerimizdi. Güç bunlardı. Ölüm Orucu tüm bunların gün gün ispatlandığı ve nihayetinde de ölünerek gösterildiği bir eylem olmuştu. Güç irade de somutlanmıştı Ölüm Orucu'nda. Zafer parça parça koparılarak, adım adım ilerleyerek kazanılmıştı. Ve koparılan her parçada, ileri atılan her adımda bu gücü görmek mümkündü. Ölüm Orucu bir meydan okuyuştu. Güç; meydan okumadaydı. Ölüm Orucu savaşçıları burjuva ideolojisine, kültürüne, ahlakına meydan okumuşlardı. Güç; inançsızlıkların, onursuzlukların üstüne üstüne giden kararlılıktaydı. Ölüm Orucu şehitlerini güçlü kılan işte bu yanlardı. Ne güzel söylemişti Yemo; "Ölüme tilili çeken bir Güner Şarlardan; Biz. nerede teslim olduk diyen Sibel Yalçınlardan; Biz, bayrağımız ülkenin dört bir yanında dalgalanacak diyen Sabolardan güç alıyoruz bugün..." Yemo bunları Ölüm Orucu gibi bir eyleme girerken, zorlu bir yolun başındayken söylemişti. Aslında Yemo'nun bu sözleri gücün soyut olmadığını da göstermiyor mu? Ölüm Orucu savaşçılarına güç veren elbette şehitlerimiz, partimiz, halkımız olmuştur. Çünkü bizim güç alacak kaynaklarımız, dayanaklarımız bunlardır. Peki sırtımızı bu dayanaklara yaslamaya nasıl zamanlarda ihtiyaç duyarız? Mücadele içinde mutlaka herkesin bir yerlerden güç almaya ihtiyaç hissettiği dönemler olmuştur. Genellikle de zorlu anlarımızda ihtiyaç duymaz mıyız güce? Daha güçlü olmamızı gerektiren durumlarla karşılaştığımız zamanlarda biz neler düşünürüz örneğin? Tek başımıza kaldığımız zamanlarda...Diyelim ki bir operasyon sonrasında. Çevremizdeki insanlar gözaltına alınmıştır. İlişkiler dağılmıştır, bağlantılar kopmuştur. Ve biz o saatten sonra herşeyi tek başımıza yapma gibi bir durumla karşı karşıyayızdır. Bir yandan operasyonun nedenlerini bulmak diğer yandan da bağlantıları sağlamak, dağılan ilişkileri toparlamak, varım kalan faaliyetleri sürdürmek, örgütlenmeyi sağlamak yani kaldığımız yerden ama tek başımıza devam etmek zorundayızdır. Ya da örneğin işkencede iken benzer duyguları yaşarız.Ya da mesela yeni sorumluluklar alıp da omuzlarımızdaki yüklerin ağırlaştığı dönemlerde... Kısaca zorluklarla başbaşayızdır. Yalnız kalmışızdır, hatta belki partiye ulaşamıyoruzdur vb. vb. İşte en çok güçlü olmamızı gerektiren dönemlerdir bunlar. Ve bizim böylesi zamanlarda aklımıza ilk gelenlerden biri şehitlerimiz değil midir? Hele bir de birebir tanıdığımız şehitler varsa onları düşünmez miyiz? "O şöyle söylerdi", "o şöyle yapardı" demez miyiz? Balkıca şehidimiz Komutan Yılmaz'ın eğitim kampında yaşadıkları bunun örneğidir. Erhan uzun bir yürüyüş sırasında yürümekte zorlanan ve giderek kötüleşen yoldaşını Ölüm Orucunu anlatarak kendine getirmeye çalışır. Yoldaşına Ölüm Orucu şehitlerini, iradeyi' anlatmaya başlar. Yoldaşının güce ihtiyacı vardır. Erhan Ölüm Orucu şehitlerini hatırlatarak güçlendirmeye çalışır onu. Başarır da. Çünkü zorlanan yoldaşına şehitlerden güç alması gerektiğini gösterir. Öyle bir tarihe, öyle kahraman şehitlere sahibiz ki...Güç bu yüzden soyut olmaz bizim için. Yemo'nun "bugün sizlerden güç alıyoruz" demesi bundandır. "Ve ben bu gücümle bir kez daha haykırıyorum; Halkıma layık olacağım...Partime layık olacağım... Yoldaşlarıma layık olacağım... Parti ve Cephe benim için en büyük güç, en büyük destektir." Yemo bu güçle yola çıkar ve başarır. Geride kendisinden güç alacak onlarca yoldaşını bırakır. Ölüm Orucu gibi bir eylemde şehit düşen yoldaşlarımızın eylem boyunca güç aldıkları kaynağın başında şehitlerimiz gelmiştir. Bugün ise karşılaştığımız güçlüklerde bize güç olan onlardır. "...Şehitler, değerler, Parti-Cephe her şey burada. Her şeyin en güzelini yaşıyorum. O kadar güzel duygular yaşıyorum ki, bazen gerçekten de bitmesini istemiyorum. Bazen tek başıma kaldığımda yatağa şehitlerimizi konuk ediyorum. Zaman zaman Ali Rıza ile. Umut'la, Recep'le...onlarla yaşadıklarımı düşünüyorum. Sizlere layık olamadığımız anlarda oldu. Ama size layık olmanın savaşını veriyoruz..." Müjdat yatağına konuk eder tanıdığı şehitleri. Şehitler Müjdat'a güç olurken, Müjdat'da onlara layık olmanın savaşını verir. Ve kazanan açığa çıkarılan irade olur. Evet irade. Güç ve iradeyi ayırmak zor. Çünkü gücü açığa çıkaran irade aynı zamanda güce güç katandır da. İrade ise kültürümüze yabancı olmayan, geleneklerimizi, tarihimizi bilen ve bunlardan öğrenmeye çalışan her Parti-Cephe'li de vardır. İrade ve güç zaten o geleneklerin, o tarihin yaratılmasındadır. Bunu bilirsek geriye o iradenin kullanımı, açığa çıkarılması kalır. Dünyayı ayağa kaldıran bir eylemi yaratan şehitlerimizin yaptığı da budur. İradelerini açığa çıkarmış, kullanmış ve başarmışlardır. Zorluklar hiç bitmeyeceğine, her dönem bir sıkıntıyla karşılaşacağımıza göre bizim de yapmamız gereken bu değil mi? Bu o kadar zor mu? Değil elbette. Sadece gücü, iradeyi büyütmek için örgüte daha fazla tutunmak gerektiğini anlamalıyız. Örgütle bütünleşme sadece Ölüm Orucu gibi olağanüstü süreçlerde de olmamalıdır. Her an Parti-Cephe ile bütünleşmiş olmalıyız. Bütünleşmemeniz için hiçbir neden yok, çünkü o değerlerin parçası bizleriz. Parti-Cephe'yle bütünleşilen her gün bizi daha da güçlendirir. Güçlü insan zorluklara baş eğdirmesini bilir. Mutlaka Ölüm Orucundan çok şeyler öğrenmişizdir. Ama öğrendiklerimiz, hissettiğimiz o güçlü ve yoğun duygular o dönemle sınırlı kalırsa, bugüne taşınmazsa bir anlam ifade etmez ki. Biz Ölüm Orucu şehitleri gibi zorluklara meydan okumalıyız. Çünkü biz onların yoldaşlarıyız. Meydan okuduğumuzda her zorluğu yeneriz. Karşımıza çıkan zorluklara hükmeden biz olmalıyız. Her şeye avucumuzun içine alır gibi hakim olursak mutlaka başarırız. Kazandığımız her küçük zafer bizi ileriye taşır. İrademizi açığa çıkarmak için, zorlukları yenmek için meydan okumalıyız. Biz güçlendikçe partimiz de güçlenecek, gücümüz halka güven verecek, bizi devrime taşıyacaktır.* '96 BİRLİK RUHU İLE YENİ ZAFERLER YARATMAK ZORUNLUDUR! Yıl 1996... Oligarşi yeni savaş hükümetiyle halka karşı saldırıya geçmiş, halk ise devrimcilerin öncülüğünde yaşamın her alanında bu saldırılara karşı direniş örgütlemeye çalışmaktadır. Bu saldırının hedeflerinden birisi de hapishanelerde bulunan devrimci tutsaklardır. Devrimci tutsaklar saldırıya kararlılıkla cevap vermiş ve çatışma bir aşamadan sonra hapishanelerde yoğunlaşmıştır. Ülkenin gündemine devrimci tutsakların direnişi oturmuştur. Bu direniş, büyük kahramanlıklarla sürdürülen Ölüm Orucu'dur. Bu topraklarda ölüm orucu ilk değildir. Ancak 1996 ölüm orucu Türkiye solunda ilk defa pek çok devrimci örgütün katılımıyla gerçekleştirilmiş olması yanıyla farklıdır. Politikalarda birleşilmiş ve siper yoldaşlığı sağlanmıştır. Oligarşi teslim almak için saldırmış, devrimciler, halkını buna karşı birlik olmuşlardır. Devrimin çıkarlarında birleşilmiştir. Birlik, direnişi güçlendirmiş, zaferi yakınlaştırmıştır. Ölüm Orucu savaşçılarının devrime ve sosyalizme inancı, coşkuları ve sağlanan birliğe olan güvenleri halka yönelik mesajlarında bütün yalınlığıyla ortaya konmuştur. Ölüm Orucu savaşçıları şunları söylemiştir: "Direniş süreci boyunca gerekli olan, zorunlu olan birlikteliğin yakalanması noktasında bir adım atılmıştır. Ve bunu önümüzdeki sürece taşımak için daha ileri noktaya taşımak zorundayız." (Nil Pınar Arın, TKP/ML Ölüm Orucu Savaşçısı) "Ölüm Orucu yedi devrimci parti ve örgüt savaşçılarının cezaevleri çapında, en ön siperde ateş altında birlikte dövüşmeleri, devrimci güç ve cephe birliği ihtiyacının hem bir ifadesi ve hem de nesnel olarak çağrısıdır. Ölüm Orucu, bu birlik çağrısının ödünsüz bir örneğidir." (MehmetAli Çelebi, MLKP Ölüm Orucu Savaşçısı) "Böylesi ciddi bir eyleme birçok devrimci örgütün soyunmuş olması, eylem birliği içerisinde bu direnişi sürdürür bulunması Türkiye devrimci hareketi açısından önemli bir halkadır." (Ökkeş Karaoğlu, TKPML- Ölüm Orucu Savaşçısı) "Ölüm Orucu eylemimizin bir başka önemli yanı da yedi siyasetin böyle can bedeli fedakarlık gerektiren bir eylemi birlikte, omuz omuza, devrimci dayanışma, siper yoldaşlığı ruhu içinde yürütüyor olmasıdır. Bu birliktelik... siyasal yapıların tutsaklarının eylemini merkezileştiren, güçleri birleştiren bir örgütlülüğü yarattığı gibi, Ölüm Orucu eylemimizin kazanımlarıyla içerde-dışarıda daha canlı ve kalıcı birlikteliklerin önünü açacaktır." (Hüseyin Fevzi Tekin, DHKP-C Ölüm Orucu Savaşçısı) Bu mesajların içinde öne çıkan yanı zaferin en önemli dayanaklarından biri olan bu geliştirilip birliğin geleceğe taşınmasıydı. Bu aynı siperde dövüşmüş şehitlerimizin de ortak dileği, beklentisiydi. Keza yaratılan bu birlik, halka güven vermiş, Türkiye'de devrimcilerin birleşemeyeceği önyargısının yıkılması yolunda atılan önemli bir adım olmuş ve düşmanı da ürkütmüştü. Ancak yaratılan bu birlik, direniş sonrası daha ileriye taşınamadı, dinamikleri zayıfladı. Şehitlerin vasiyetleri unutuldu. Halkta yaratılan güven ortamı, yerini belirsizliğe, sola karşı güvensizliğe bıraktı. Elbette bu süreçte düşman da boş durmadı. Başta hapishaneler olmak üzere, tüm halklarımıza yönelik saldırılarını sürdürdü. Kazanılmış hakları gasp etmeye çalıştı. Kayıp analarının meşru eylemini yasakladı. işkenceleri, katliamları, gözaltı terörünü arttırdı. İşçi, memur ve gençliğe yönelik ekonomik, sosyal ve siyasal saldırılarını yoğunlaştırdı. Alanları, sokakları devrimcilere, halka yasaklamaya çalıştı. Üstelik bunlar, Susurluk pisliğinin ortaya saçıldığı ve Susurluk'un devlet olduğu gerçeğinin daha net görüldüğü bir dönemde oldu. Devrimci mücadelenin gelişmesi için, tüm siyasetlerin tespit ettiği gibi uygun ortam vardı. Ancak dışımızdaki sol, devrimci dinamiklerin arttığı bu dönemde, içinde bulunduğu hareketsizliği, politikasızlığı ve çıkmazı aşamadı. Ayakta durmak, güç olmak için devrimci olmayan, fırsatçı, rekabetçi, pragmatik yöntemler geçer yol kabul edildi. '96'dan bugüne geçen 3 yıl içinde, devrimci hareket, solun yanlışlarına, açmazlarına yönelik çok ciddi, aynı zamanda yapıcı eleştiriler, öneriler sundu. '96'da sağlanan birliğin zeminini güçlendirmek için her türlü fedakarlığa hazır olduğunu ortaya koydu, bu yolda riskler taşımasına rağmen adımlar attı. Fakat süreç solun yanlışlarındaki ısrarıyla bir yanıyla tıkanmaya gitti... Öyle ki, bize karşı birlikler oluşturuldu. Yıllardır düşmana karşı gösterilmeyen performans bizi etkisiz kılmak için harcandı. Sonuçta kazanan düşman, kaybeden halk oldu. Gerek kitlesellikte, gerek eylem biçimlerinde yaşanan gerileme, bütün sol tarafından tespit edilmesine rağmen, bunun nedenlerini bulup aşma konusunda bir duyarsızlık ve sorumsuzluk hakim. Yaşadığımız günlerde solun içinde bulunduğu bu vurdumduymaz tavır sürerken düşman beş durmuyor. Emperyalizme uşaklıkta pervasızlaşan oligarşi, emperyalizmle birlikte yeni saldırı kararları alıyor. Halka sefalet dayatılıyor. Böyle bir dönemde Kürt milliyetçi hareketi ise, devrimci bir muhasebe yapmayarak kendi varlığını, mücadelesini ve tarihini inkar eder bir konuma sürüklenmiştir. İmralı'da Türkiye devriminin yarattığı bütün değerlere saldırılmıştır. Sonuçta bu gelişmeler düşman cephesini güçlendirmiş, yeni saldırılar için düşmana güç vermiştir. Türkiye solu, tarihsel görevlerle yüzyüzedir. Eğer bu süreçte halk saflarında birliğin zemini güçlendirilir, inkar ve tasfiyecilik politikaları reddedilirse, saldırılan göğüslemekte daha güçlenmiş olunacak, düşman politikaları erken boşa çıkarılacaktır. Bugün ortak düşmana karşı birlikte durmak, halkı birlikte mücadele saflarına çekmek için koşullar her zamankinden güçlüdür. Düşman bütün güçlülük ve "zafer" naralarına rağmen pek çok açmaz ve istikrarsızlık içindedir. Ekonomi çökmüş, siyasi krizler, yolsuzluklar birbirini kovalamakta, bakanları intihara sürüklemektedir. Halkımız, boynuna geçirilmek istenen kölelik zincirine karşı direnmekte, emperyalist tahakkümlere boyun eğmemektedir. Sokaklar, alanlar yeniden işçinin, memurun sloganlarıyla inlemektedir. Düşman bu süreçlerde bütün kapsamlı yok etme saldırılarına karşın devrimci mücadeleyi önleyememiş, devrimciler mevzilerini önemli ölçüde korumuşlardır. Başta özgür tutsaklar olmak üzere devrimci tutsaklar da '96'dan bugüne mevzilerini koruyup, düşmanın teslim alma politikalarını boşa çıkardığı gibi, örgütlenmede, eğitimde ve eylemde daha ileri adımlar atmışlardır. Düşman, İmralı'daki inkarcılıkla moral ideolojik bir üstünlük sağlamış görünse de, bundan sonuca gidemez. Gerçekte büyük bir kriz içinde boğulmaktadır ve halka verebileceği birşey olmadığı gibi, oyalayabilecek olanağı da kalmamıştır. Ve bu gerçek de halkın gözleri önündedir. Sorun halka gitmek, halkı birleştirmek, örgütlemek ve savaştırmaktır. Bu durum aynı zamanda solun birliğinin sağlanacağı zemin de olacaktır. Eğer birlik, mücadele ve zafer için bir zemin, bir örnek aranacaksa bunu, '96 ölüm orucu şehitleri bize sunmuştur. Yine onların sözlerine kulak verelim: "Bugün sömürgeci faşizm iki şeyi dayatıyor; ya teslim olacak böcek gibi yaşamaya mahkum olacaksınız, ya da direnip bedel ödemekten kaçınmadan onur ve kimliğinizi koruyacaksınız. Bizim yolumuz bedel ödemek pahasına mücadele ve direniştir. "(Hüseyin Demircioğlu) "Bugün tarihsel bir görevle karşı karşıyayız. Bu görev kontrgerilla devletinin halklarımıza karşı yönelttiği saldırı politikasına karşı onurlu bir şekilde, namuslu bir şekilde set oluşturmaktır, ve saldırıya geçmektir."(Yemliha Kaya) Sömürü ve zulüm düzenini aklamaya yönelik her türden saldırı, bu saldırıları meşrulaştıracak her türden söylem '96 Ölüm Orucu zaferini yaratan iradeye çarpıp geri dönmelidir. Devrimciler faşizme karşı kazanılmış bu zaferin ortaklarıdırlar. '96 birlik ruhu, bu zaferin oluşmasında en büyük etkendir. Bugün böyle bir birlikteliğe her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır. Yeniden siper yoldaşlığını sağlamak, inkarcılığı reddedip devrimci zemini ve gelenekleri güçlendirmek hayati önemdedir. Bu görevden kimse kaçamaz. Kaçmak isteyenler tarih ve halkımız önünde sorumlu olacaklardır. Biz bugüne kadar bu görev ve sorumluluk bilinciyle hareket ettik. Bundan sonra da bu devrimci sorumluluk devam ettirilecektir.* Eşyaya adını koymaya devam edeceğiz Gazetemize, MHP Ağrı Milletvekili Nidai Seven, MHP Genel Başkan Yardımcısı ve Ankara Milletvekili Şefkat Çetin, Sanayi ve Ticaret Bakanı ve İzmir Milletvekili Ahmet Kenan Tanrıkulu, Uşak Milletvekili Armağan Yılmaz gazetemizin 2 Mayıs 1999 tarihli 28. sayısındayer alan "Katiller Mecliste" başlıklı yazı hakkında kendileri hakkında doğru olmayan "suçlamalar"yapıldığını iddia ederek yazılı cevap ve düzeltme talebinde bulunmuş ve gazetemize ihtarname göndermiştir. Sonuç olarak gazetemize ilgili yazılı cevap ve düzeltme talebi ve ihtarname gönderen Şevkat Çetin, MHP Ağn Milletvekm Nidai Seven, MHP Genel Başkan Yardımcısı ve Ankara Milletvekili Şefkat Çetin, Sanayi ve Ticaret Bakanı ve İzmir Milletvekili Ahmet Kenan Tanrıkulu'nun işlediği suçlar gerek mahkemelerde gerekse de bizden önce değişik basın kuruluşlarında yayınlanmıştır. Bunların bir kısmını buraya ekledik. Ancak gerekirse daha bir çok belge bulunabilir. Dolayısıyla ilgili yazımızda bahsettiğimiz gibi gerçek dışı beyanlarda bulunmaktan öte gerçeğin çok küçük bir kısmını yayınladığımız söylenebilir. Ayrıca yayın faaliyetimiz boyunca bunları yayınlamaya devam edeceğimiz ve eşyaya adını koyacağımız bilinmelidir. Şefkat Çetin ve diğerleri isterse gazetemizi dava edebilir, bunları o zaman da belgeleri ile kamuoyuna sunacağımız bilinmelidir. KONU: MHP AĞRI Milletvekili NİDAİ SEVEN'in Gazetemize Gönderdiği İHTARNAME'YE CEVABEN İLGİLİ YAZIDA AKTARILAN GERÇEKLERİN ALINDIĞI KAYNAKLAR: -/1. KAYNAK: -"Nenehatun Yurdu'ndan BahçelievlerEmek- Beştepe bölgesine sayısız saldırılar yapıldı. Ben Nenehatun Yurdu'nda kalırken bu saldırıları düzenleyen belli bir grup vardı. Başkanları Nidai SEVEN İkinci Başkanları Armağan YILMAZ, Sekreter Mehmet Berk muhasip Hanefi TOKKGÖZ'dü.Bu bölgenin başkanı o sırada Mahmut KORKMAZ'dı. Bunlar yurt kapandıktan sonra da teşkilat tarafından o bölgede tutuldular. Mahmut KORKMAZ direk olarak Abdullah ÇATLI'ya bağlıydı." — itiraflar Ali YURTASLAN Sayfa 37. Kaynak Yayınları— -/2. KAYNAK: -Abdullah ÇATLI Ankara Şube Başkam iken Bahçelievler-Emek Bölgesi'nde bir kaç cinayet işlendi. Bunlardan biri, İbrahim BOZKURT'un öldürülmesi olayıdır. 1977 Aralık'ın veya 1978 Ocak ayında şimdi halen Incibaba adlı Ankara mafyasının ele başlarından birinin fedailiğini yapan Kemal BİLGİN elinde silahla yurda geldi. Ve 'Koministler bize saldırdı ateş edip kaçtım.' dedi. Kemal BİLGİN Teknik öğretmen öğrencisiydi. Yurttan Nidai SEVEN, Armağan YILMAZ ve bir kaç kişi daha buraya açılan ateşe karşılık verdiler. Hanefi TOKGÖZ bu olaylarda yoktu. Hanifi TOKGÖZ, önemsiz bir olaydan dolayı içeri düşünce bunlar O'nu kandırıyorlar ve suçu üzerine almasını istiyorlar. Albay —Genel Kurmay da istihbaratçı biri bn. — ve Selahattin Arpacı da araya giriyor. Kemal BİLGİN mahkemede İbrahim BOZKURT'u Hanefi'nin öldürdüğünü söylüyor. Hanifi de suçu kabul ediyor. Böylece Kemal BİLGİN'in ifadesi Albay'ın baskısı ve kurulan tezgahla Hanifi 6 sene 8 ay ceza giyiyor. Mahkeme olayın faili meçhul fakat ateş, eden belli olduğu sebebiyle Hanifi'ye bu kadar ceza veriyor. Diğerleri şehitlerin beyanına rağmen beraat ediyorlar. Hanifi Teknik kimsesiz olduğu ve desteği olmadığı için suçu kabul etmek zorunda kaldı. Cezaya bile itiraz edemedi. Bu olayda cinayet kabul etmek zorunda kaldı. Cezaya bile itiraz edemedi. Bu olayda cinayet silahını Niadi SEVEN yok etmiştir." —İtiraflar Ali Yurtaslan Sayfa:39— -/3. KAYNAK: -"1978 Ocak ayında İsrail evleri içindeki pazarda Yüksek Teknik öğretmene giden devrimciler tarandı. Zafer BOZ öldü, 15 kişi yaralandı. Öğrencilere ateş eden şahıs 2 şarjör boşaltıyor ve Aksaray'a kaçıyor. Daha sonra Nidai SEVEN'in anlattığına göre, katil Beşevler Akedemi'de okuyan ve Nenehatun Yurdu'nda kalan bir şahıstı." —İtiraflar Ali Yurtaslan Sayfa:40— -/4. KAYNAK: -"Nenehatun Yurdu boşaltılınca Esat BÜTÜN Emek bölgesinin elden gitmemesi konusunda Yaşar YILDIRIM'a bir emir gönderdi. Yaşar YILDIRIM'da bunun üzerine kırk-elli kişiyi Emek bölgesine gönderiyor. Nidai SEVEN bu gruptan bir kaç kişiye o arada Engin YAGCI'ya da silah veriyor. Bu olaydan Nidai SEVEN de haberdardır. Taramadan sonra topal şahısla içlerinde Adnan Demirci ve Adnan KÜÇÜKVAR'ında olduğu bir kaç kişi yurda gelip silahları Nidai'ye veriyorlar. Adnanl'ar daha sonra yakalanıyorlar. Fakat delil yetersizliğinden serbest bırakılıyorlar." —İtiraflar Ali Yurtaslan Sayfa: 40— -/5. KAYNAK - "27 Mart 1978 tarihinde Emek'te Nok ta Kıraathanesi tarandı. Olaya katılanlar Emek bölgesi illegal Başkanı Nidai SEVEN ve şu anda Adana Yurdu Başkanı olan Mehmet Berek'ti. Bu olay da ortaya çıkma dı." —İtiraflar Ali Yurtaslan Sayfa:41— -/6. KAYNAK: - "Emek-Beştepe semt sorumlusu Meh met Zeki YÜZGEÇ'le birlikte çalışır. —Bir çok olaydan aranıyor. Şu anda Bahçelive- ler'de.— Nidai'nin- zamanındaki birçok olaya bizzat katıldığı söylenir. Şu anda Emek bankacılıkta öğrencidir." —İtiraflar Ali Yurtaslan Sayfa:97— -/7.KAYNAK: -"Armağan YILMAZ Ali Yurtaslan'ın itraflarına göre, '80 öncesinde Bahçelievler Emek Beştepe bölgesinde saldırlarda bulunan, Nenehatun Yurdu'ndaki ülkücü grubun ikinci başkanıydı. Gruptaki diğer isimler Başkan Nidai SEVEN, Sekreter Mehmet BERK, Muhasip Hanifi TOKGÖZ'dü. Bölgenin başkanı adı daha sona Bahçelievler suikastine karışacak olan Mahmut KORMAZ'dı. —Yurtaslan'ın itirafları—" —Resmi Belgelerle ÇETELER; Siyaset, Mafya, bürokrasi ilişkilerinde kim kimdir? Doğan Yurdakul, Cengiz Erdinz, Ümit Yayıncılık Sayfa: 316 2. Baskı-/8.KAYNAK: Toplantı başladığında, ilgili herkes aradaydı: Ocak yönetimi, bölgede bulunan okulların başkanları, ilgili semtte görevli birkaç arkadaş ve yakın semtlerin başkanları. Çatlı Başkan, kısa bir konuşma yaparak toplantıyı açtı: 'Nenehatun Yurdu'na yerleşeceğiz. Bölgenin hassasiyetine binaen , sistemli ve koordineli bir çalışma yürüteceğiz. Bu bölgede, koministlerin çok sayıda hücre evi var; onları etkisiz hale getirmeliyiz. Şimdi herkes neler yapmamız gerektiği konusundaki fikrini söylesin:' Ben, iki saat kadar süren toplantıda fazla konuşmadım. Benden tecrübeli ve yetkili arkadaşlar meseleyi uzun uzun tartıştılar. Ve fikirlerini söylediler. Başkan, arkadaşlar konuşurken müdahale etmiyor. Önündeki bloknota kısa notlar alıyordu. Toplantının sonuna doğru söz aldı. Maddelere döktüğü uygun fikirleri sıraladı ve gerekli talimatları verdi. 21 yaşında olan Abdullah Çatlı,tecrübeli bir komutan gibi Ankara'daki onbinlerce ülkücüyü yönetiyor ama aldığı kararlar, hatırımda kaldığı kadarıyla şöyleydi: '1-Vakit geçirmeden bölgde bir psikolojik savaş başlatılacak. Duvarlara sloganlar yazılacak ve afişleme yapılacak. 2-Solcuların devam ettikleri kahvehane, kafetarya gibi yerler belirlenecek bu yerler enterne edilecek. 3-Yurda yerleşeceğiz gün, üç dört bir kişiyle bölgeye çıkarma yapılacak. Bölgede toplanan arkadaşlar, aynı günün akşamına kadar orada kalacaklar ve solcuların baskı altına girmesi sağlanacak. 4-Yurda, ilk önce otuz kırk kişiden oluşan gönüllü bir grup yerleştirilecek. Bölge iyice tanındıktan ve karşı taraf ölçüldükten sonra, peyder pey diğer arkadaşların yerleşmesi sağlanacak. 5-Başkan, uygulamaları ve yapılanmaları bizat takip ve kontrol edecek, bölgeden ve yurttan Ocak adına Kenan ağabey sorumlu olacak. Bu konuma göre, nöbet yerlerini belirledik: Ön tarafa iki, arka tarafa ise bir nöbetçi koyarak güvenliğimizi sağlayabileceğimize karar verdik. Silahlarımızı saklamak içni 'zulalar' hazırladık. Bir toplantı yaparak genel stratejimizi semtteki davranış şekillerimizi, gidiş-geliş yollarımızı halkla ve esnafla kuracağımız diyalogun esaslarını..." —Zamanı Süzerken Hatıralar Haluk Kırcı Burak Yayınevi Sayfa: 69-70-71— KONU: MHP İZMİR Milletvekili AHMET KENAN TANRIKULU'nun Gazetemize Gönderdiği İHTARNAME'YE CEVABEN İLGİLİ YAZIDA AKTARILAN GERÇEKLERİN ALINDIĞI KAYNAKLAR: -/1.Kaynak: -"1986'da Fransa'da eroin yakalatmaktan hapse atıldı. 88 yılında İsviçre hükümetinin talebi üzerine Zürih'e getirildi. 7 yıl ceza aldı. Daha üç yıl cezası kalmışken, 21 Mart 90'da Bostadel ZG'den —Bostadel Cezaevi— kaçtı. 'Çatlı'nın iki İtalyan , iki Yugoslav ve Ahmet Tanrıkulu adlı bir türkle birlikte cezaevinden çıkışı da ilginç. Demir parmaklığın penceresini anahtarla açıp, alarm ve kurt köpeklerinin takibine rağmen iz bırakmadan kayboluyorlar." — AydınlıkDelgisi, 10 Kasım '96, sayı:490— -/2. Kaynak: "Ahmet TANRIKULU Abdullah ÇATLI ile birlikte 1990'da Zürih'te Postadel Cezaevi'nden kaçtı. Yanlarında iki Yugoslav ve iki İtalyan bulunuyordu. " —Resmi Belgelerle ÇETELER; Siyaset, mafya, bürokrasi ilişkilerinde kim kimdir? Doğan Yurdakul, Cengiz Erdinç, Ümit Yayıncılık, Sayfa:272,2. baskı-/3. Kaynak: "20 Mart 1990: İsviçre'nin Bostadel Hapishanesi'nden AHMET TANRIKULU ile birlikte firar etti." —Milliyet Gazetesi. 22 OCAK 1997. ÇATLI'nın Seyir Defteri- KONU: MHP Genel Başkan Yardımcısı ve Ankara Milletvekili ŞEVKAT ÇETİN'in Gazetemize Gönderdiği İHTARNAME'YE CEVABEN İLGİLİ YAZIDA AKTARILAN GERÇEKLERİN ALINDIĞI KAYNAKLAR: -/1.KAYNAK: ŞEVKAT ÇETİN : MHP Genel Başkan Yardımcısı Ankara Milletvekili Milliyetçi Hareket Partisi-MHP'nin Teşkilatlanmadan Sorumlu Genel Başkan Yadımcısı Sefa Şevkat Çetin, 8 Ekim günü, İstanbul'da altı arkadaşıyla birlikte tahsilat yaparken gözaltına alındı. Çetin ve arkadaşları tahsilat için gittikleri Dünya Halılarında suçüstü yakalındılar. Çetin ve arkadaşları Kumkapı Karakolu'na götürüldüler. Çetinle birlikte gözaltına alınan altı kişi MHP istanbul Bölge Başkanı İhsan Barut, MHP MYK Üyesi Cafer Yaylan, Çetin'in korumaları Kaya ve Cefer Yirmibeşoğlu kardeşler, Adnan Madak ile Çetin'in korumalığım ve şoförlüğünü yapan güreşçi Elvan Deren'di." —1 Kasım 1998 Aydınlık Dergisi: sayı:589— -/2. KAYNAK: "Ülkü Ocakları Derneği Teşkilatlandırma Sekreteri olarak, istihbarat ve arşivleme işini yönettiği, istişarei toplantılar düzenleyerek bu toplantılarda silahlı cemiyetin yasadışı faaliyetlerini görüştüğü, silah durumun tespit edilip direktifleri verdiği, ülkücüleri şiddet eylemlerine yönlendirdiği, suç işlemeyen mensupların kaçırılması, saklanması ve maddi yardım yapılması meyanında Balgat Katliamı sanıklarından Isa Armağan ve Mustafa Pehlivanoğlu'nu Adapazan'na kullandığı oto ile götürüp, büyük ülkü mensuplarına teslim ettiği, örgütün yurdun çeşitli bölgelerinde vurucu tim kurması, yönlendirmesi, istihbarat faaliyetlerine katıldığı"—MHP Ana Dava iddianamesi 5. Cilt Sayfa: 1986— -/3. KAYNAK: "Bütün Türkiye'deki ülkücü haraketi MHP de bulunan bir kurmay kadro yönetir. Bu kurmay kadro, şu isimlerden meydana gelir: Muhsin Yazıcıoğlu, Türkmen Onur, Mehmet Ekici, Mustafa Mit, Şevkat Çetin"— Ali Yurtaslan'ın itiraflarından.— -/4. KAYNAK: "—...— Soruldu: Size isimlerinden bahsettiğim Şevkat Çetin ve Muhsin Yazıcıoğlu Ülkücü Gençlik Derneği'nin eylemlerini öldürme, yaralma, kurşunlama, bombalama vs gibi.— yönlendiren kişilerdir. MHP ile kesin ilişkileri vardır. Esasında, Ülkücü Gençlik Dernekleri paravan görev yapan ve MHP'nin yan kuruluşları durumundadırlar. Piti ile yan kuruluşlar birlikte ve danışmalı olarak çalışırlar. Şevkat Çetin ve Muhsin Yazıcıoğlu tüm Ülkücü Dernekleri ve bunlara bağlı olan illegal örgütleri yönlendirip eyleme teşvik ederler. Ben, yukarıda da anlattığım gibi Şevkat Çetin ile firar olayından sonra temas kurdum, daha doğrusu o gelip beni buldu. Muhsin Yazıcıoğlu ile temasım olmadı. Bütün teşkilat elemanları bu şahisların perde arkasından olayları yönlendirdiklerini bildikleri gibi, bu şahısların MHP ile de sıkı temas halinde olduklarını bilmektedirler. MHP'nin yan kuruluşları olan taümtüm dernekler legal gibi görünsede illegal olarak faaliyet gösterirler. Karapınar Kitaplık Kolu'nda bir süre görev yaptıktan sonra ben, İsa ARMAĞAN, Haydar ŞAHİN, İsmail KÖKSAL, Mehmet VARLIK, Sabahattin BAYRAK, Remzi AĞAÇBEKLER, Fehmi KANDAMlR. Kitaplık başkanlığından ayrılıp tamamen Genel Merkezde Abdullah ÇATLI'nın emrine girdik: Hepimiz bu şahsın emrinde illegal olarak öldürme, yaralama eylemlerini gerçekleştirdik. Abdullah ÇATLI, Isa ARMAĞAN'la temas kuruyor ve talimat veriyordu. Verilen bu talimatı ise Isa ARMAĞAN bize aktaryordu. Birlikte verilen talimat uyarınca eylemler yapıyorduk. Gerek Şevkat ÇETİN gerek Muhsin YAZICIOĞLU eylem yapan ülkücüleri saklıyorlardı. Akdaşlar arasındaki konuşmalardan Şevkat ÇETİN'in halen Yozgat'ta olduğunu...." — MHP ve Ülkücü Kuruluşlar İddianame Ankara,Çankırı, Kastamonu illeri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığı Esas No 1980/7040 Karar No 1981/600- Mustafa Pehlivanlı'nın İtirafları sayfa: 590-591— -/5. KAYNAK: "—...— Soruldu: Abdullah ÇATLI, Şevkat ÇETlN, Muhsin YAZICIOĞLU örgütün en uçtaki şahıslarıdır.. Bu şahıslar MHP Genel Merkezi'nde istişari taplantılar yapılıyordu. Bu toplantılara ben iki defa katıldım. Birisi, Bahçelievler Sondurak'taki Arı Sineması ve diğeri MHP Genel Merkez Seminer Salonu'nda oldu. Bu seminer salonu MHP'nin Genel Merkez eski binasındadır. Bu toplantıya Agah Oktay Güner, ve Necati Gültekin katıldılar. Bu toplantıda yan örgüt başkanları Muhsin Yazıcıoğlu , Abdullah ÇATLI, Şevkat ÇETtN ve Sekreter Kemal vardı. Toplantıda oyların sağ bölüşümü halka iyi davranma gibi konular konuşuldu.-...Soruldu: Şimde sorduğunuz gibi Oymak Obaların diğer bir ismidir. Soruldu: Mücadele Komiteleri Ankara Ocağı'nın Genel Merkezi ve mahalladeki Ülkücü teşakküllerin seçtikleri vurucu güçlerdir. Soruldu: olaylarda kullanılan silahlar teşkilatta pis silah olarak adlandırılmış, bu silahlar taşraya gider. Ankara dışında bulanan diğer örgütlerimize gönderilir. Oradan bize Ankara'da kullanılmayan silahlar gelir. Bu şekilde silahlar örgüt içerisinde devamlı dolaşır. Bu şekildeki silahların el değiştirmesi ve taşraya gidip gelmesi Genel Merkez'deki Genel Başkan'ın emir ve direktifleriyle yürütülür. Demin de arzettiğim gibi bu emir ve direktifi verenler, eylemleri yönlendirenler Abdullah ÇATLI, Muhsin YAZICIOĞLU, Şevkat ÇETİN ve Esat BÜTÜN'dür. Örgütte daha ziyade Baretta ve Brovvnig ile Map otomotik tabancalar kullanılıyor. Ancak son zamanlarda Smith Weson tabanca kullanılıyordu. Zira Smith Weson tabancalar boş kovan bırakmamaktadır." — Age Sayfa 593-594 Cunta tarafından idam edilen Mustafa Pehlivanoğlu'nun mahkemeye verdiği bilgiden.— -/6. KAYNAK: "—...— Hatta şunu da belirteyim Mamak Askeri Cezaevi'nde İsa ARMAĞAN ile birlikte kaçtıktan sonra yanlış oldu. Balgat olayı olduktan sonra benimle ismail KÖKSAL'ın Eskişehir'den Adapazarı'na götüren 06 plakalı lacivert renkte Renault marka arabanın bir milletvekiline ait olduğunu arabayı kullanan Şevkat Çetin söyledi. Şu açıklayım. Bu araba MHP milletvekillerin den bir tanesine aitmiş, ancak ismini bize söylemedi. Yine ÜGD ile MHP arasında ba ğı ortaya koyan bir husus da şudur —...—" — Age sayfa 597- '22 Eylül 1980 günü geniş açıklamalarda bulunan ölüm cezasına hü kümlü Mustafa Pehlivanoğlu'nun yakınları 7 Ekim 1980 günü öğleden sonra yeniden bazı açıklamalarda bulunacağını bildirdik ten ve bu konu ile ilgili olarak Ankara Baro su avukatlarından Seyfi SEYHAN da savcı lığımıza başvurduğundan Mustafa PEHLlVANOĞLU avukatı huzurunda aşağıdaki açıklamalarda bulunmuştur' İddianame Sayfa 594- Yukarıdaki alıntı işte Mustafa PEHLİVANOĞLU'nun savcılıktaki açıkla malarında yer almıştır.— -/- 7. KAYNAK: "Okul acıldıktan sonra Şevkat ÇETİN beni buldu. Ankara şubesindeki ve Genel merkezdeki Gazili öğrencilerin okula gitmesini istedi. —...— Devrimcilerin grubunu okula sokmayacaktık. Çok kalabalık toplandık. Güvenlik kuvvetleri bizim çekilmemizi istedi. Okul müdür ve görevli albay devrimcileri gruplar halinde okula almaya başladı. Biz, bombalı ve silahlı saldırıya geçtik. Bir kişi öldü. 10-15 kişi yaralandı. ...— Bu saldın okulda sevilen ve gözünü budaktan esirgemeyen Hüseyin Özcan'ın vurulmasının moral bozukluğu yaratacağı düşünüldüğü için tezgahlandı. Saldın emri Şevkat ÇETİN'den geldi."— İtiraflar- Ali YURTSALAN Sayfa: 25-25— -/8. KAYNAK: "ÜGD eski Genel Başkam Şevkat ÇETÎN Gazi'de bulunduğu sırada çeşitli gruplar örgütlenmişti. Benim bu şahısla tanıştığım yıl olan 1976'da Şevkat ÇETlN'in kurduğu gruplardan biri de 'polis kordonunu yarma grubu' idi" —Age Sayfa:25— -/9. KAYNAK: "Sıkıyönetimin ilanından sonra Şevkat Çetin Genel Başkanlık görevini bırakmak istiyordu. Sıkıyönetimin cinayet şebekelerinin üzerine gideceği düşünüldüğü ve kendisini de bu şebekelerle ilişkisi olduğu için resmi yöneticilik görevinden ayrılmayı düşünüyordu. Bu şartlarda olağanüstü kongre kararı alındı ve Şevkat ÇETlN görevi Hasan ÇAĞLAYAN'a devretti." —age sayfa 47— -/10. KAYNAK: "Bu günlerde Ülkücü İşçiler Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Ekrem YÜKSEL Ülkücülerin davalanna bakan hakimlerin nitelikleri, zaafları vb. konularda araştırma yapıyordu. Kendisine bu konuda sınırsız tahsisat ayrılmıştı. Erdem — ŞENOCAK-bn.— kızlara hakimlerle yatıp yatmayacaklarım sordu. Kendilerine ev altlarına araba alınacağını, istediklerini sağlayacağını teklif etti. Kızlar 'düşünelim' dediler. Birkaç gün sonra da kabul ettiklerini bildirdiler. Biz bunlan Ekrem YÜKSEL'le tanıştırdık. Serpil ve Türkan daha önce tanıştığımız Mine'yi ve H.B. isimli yeni bir kızı dereye soktular. Bu kızlarda aynı şirket hesabına çalışıyorlardı. Ekrem kızlara Çankaya'da bir ev tuttu. Dayadı döşedi. Bu ev Çankaya Karakolu'nun biraz üstünde bulunuyordu... Ekrem bu arada Avrupa'dan mikro film makinaları getirdi. Artık her şey tamamdı. Bundan sonra bir kaç hakime kanca atıldı. 1978'in Eylül-Ekim ve Kasım aylannda bu kurduğumuz tezgahla bir çok hakim ve savcıya kanca atıldı. Bunlann bir kısmı tekliflerimizi kabul ettiler ve yukarıda isimlerini belirttiğim kızlarla ilişki kurdular. Bunların kızlarla ilişkileri sırasında filmleri çekildi ve sonra kendilerine şantaj yapıldı. Tehditle yıldıramadığımız rüşvet kabul etmeyen hakimler bile bu durumla karşılaşınca isteklerimizi kabul etmek zorundakaldılar. Hakim ve Savcıları pavyonlara götürme işini de Ekrem YÜKSEL ayarlıyordu. Ekrem YÜKSEL bunlardan başka Çeşme'de bir aynğına çok lüks bir villa kiralamıştı. Hakimleri üç dört kişilik gruplar halinde buraya gönderecektik. Burada hem dinlenecek hem de kızlarla ilişki kurcaklardı. Fakat kızlar bu sırada bizi terkettikleri için bu planımız suya düştü. Ekrem YÜKSEL bu işleri yaparken resmi olarak Ükücü işçiler Derneği Teşkilatlandırma Sekreteri idi. Fakat hukuk masasına bakıyordu. Daha sonra adam öldürmeye teşebbüs suçundan cezaevine girdi. Kendine bu işlerde Ükücü İşçiler Derneği Yönetim Kurul Üyesi Vedat BACANLI yardım ediyordu. Teşkilatta Abdullah ÇATLI'nın, Şevkat ÇETlN'in, Erdem ŞENOCAK'ın Vedat ALAGÖZ'ün, Mustafa Sami BARSAN'ın ve zannedersem Mete ŞEŞEN'in bu olanlardan haberi vardı." —Age sayfa 58,59,60, 61-/11. KAYNAK: "Cezaevinden çıkanlar direk olarak ÜGD Genel Merkezi'ne geliyordu. Burada Şevkat ÇETİN veya Abdullah ÇATLI üe görüşüyorlardı. Bunlar kaçakları gönderiyordu. Kaçacak şahısları Şevkat ÇETlN, Abdullah ÇATLI ve Ali KAÇAR tespit ediyordu. Ben de sahte evrakı ibrahim SONGÜR'e hatırlatıyordum"—Age sayfa 67— -/12. KAYNAK: "Cezaevinden ikinci olarak kaçırdığımız şahıs Erdal Kabakum'dur.—...— Ertesi sabah Genel merkeze gittik. ÜGD Genel Yönetim Kurulu Üyesi Osman KATİPOĞLU ile Ali KAÇAR da orada bulunuyordu. Kabakum'u ne yapacağımızı konuştuk. Şevkat ÇETlN, Kabakum'un Balıkesir'e gönderilmesini ve orada çeşidi eylemlerde sullanılmasını istedi. Ben, Kabakum'u Genel Merkeze getirdim. Burada kendisine Şevkat ÇETlN ve Osman KATlPOĞLU tarafından Ali adına dizanlanmış bir sahte kimlik verdi. Daha sonra Kabakum, Şevkat ÇETlN tarafindan şimdi partide görevli olan gençlik kolan eski başkanı Türkmen ONUR'un renault marka arabasıyla Balıkesir'e gönderildi. Arabayı ehliyeti olmadığı halde Şevkat ÇETİN sürdürüyordu." —age sayfa: 68-69— -/13. KAYNAK: "ÜGD Ankara Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi olan Burhan EMİŞTEKİN'in cinayet şebekeleri ile ilişkisi vardı. Kendisi direkt olarak Şevkat ÇETlN'e bağlıydı. Ankara'daki cinayetlerde önemli rol oluyordu. Burhan birgün Dikimevi'nde yolda karısıyla giden Ali BAL adlı şahsı öldürdü.... Burhan hemen o gece yakalandı ve olayı itiraf etti... Burhan'ın yakalanmasından sonra Şevkat ÇETlN beni çağırdı ve bu adamın önemli olduğunu mutlaka çıkarılması gerektiğini söyledi. Gerekirse kaçın veya şahitleri temizleyin dedi. Ben de 'Peki Başkanım elimizden geleni yapanz.'dedim" — Age sayfa:74— 14. KAYNAK: "—...— Bu arada kaçak şahsın nereye ve nasıl gideceği konusunda Şevkat ÇETÎN ve Abdullah ÇATLI ile bir görüşme yapar. Kaçakların nasıl ve nerede saklanacaklanna ve nasıl kullanılacaklanna bu şahıslar karar verir. Kaçak şahsın nereye gideceği ve orada kimi göreceği Şevkat ÇETÎN veya Abdullah ÇATLI tarafından Ali KAÇARI'ya bildirilir." —Age sayfa:75— "—...— Gerçekten onlar olduğunu öğrenince hemen eve giderek Şevkat ÇETlN'e durumu anlatım. Şevkat Veli CAN— ODUNCU: Veli Can ODUNCU faşist hare- ketin katliamcılarından birisidir. Yaşı küçük olmasına rağmen onlarca katliamda yer almış ve 'canımız sıkıldıkça MHP'den çıkıp sokakta adam öldürüyorduk.' diyerek faşist hareketin felsefesini de özetlemiştirbn— Karadeniz Bölgesine Ferhat TÜYSÜZ'ün de Adana'ya gitmesini, Ferhat'ın Adana'da Osman BALCI ile temas kurmasını söyledi. Bana da 'git Ankara şubesinden referans ver' dedi. Ankara şubesinden bunlar için iki referans yazdım. Şevkat da onlaraonlarla görüşerek bibir miktar para verdi." —Age sayfa 80— 15. KAYNAK: "Edirne Cezaevi'nden firar emrini Şevkat ÇETİN vermiştir. Buranın kaçmaya müsait olması dolayısıyla önce İstanbul cezaevlerinde yatan büyükceza alan ülkücüler cezaevine toplandı. Şekat ÇETİN kaçacak olanları büyük ceza almış ve dışarıda iş yapabilecek olanlardan seçilmesini istedi. Sonra burada toplananlar birkaç kişilik gruplar halinde kaçmaya başladılar. Bu kaçışlar 1979 yılının başlarından hemen hemen sonuna kadar devam etti." —Age sayfa 81— -/16. KAYNAK: "Şevkat ÇETİN önce Ahmet YILDIZ adlı bir ülkücü vasıtasıyla ALPASLAN'ın naklini Yozgat Cezaevi'ne aldırıyor, bu arada Ahmet YILDIZ'a Yozgat Cezaevi'ne naklini istediği ülkücülerle ilgili bir liste veriyor. Bunlar ilk kaçma girişimlerinde tel örgüyü geçerken askerlerce görülerek yakalanıyorlar. Arkasından sürgünleri çıkıyor fakat sürgün işlemi hemen uygulanmıyor ve bir hafta ongün kadar bekleniyor. Bu arada kaçmaları sağlanıyor." —Age sayfa 82— -/17. KAYNAK: "Şevkat ÇETİN, Esat BÜTÜN döneminde araya kademe sokulması dolayısıyla bir çok cinayetin açığa çıktığını önüne gelen her şahsın beline silah sokulduğunu da eleştiriyordu. Çetin şöyle diyordu: 'Esat cinayet emrini yönetim kurulundan birine söylüyordu, o bölge başkanına, bölge başkanı semt başkanına, semt başkanı da o semtten birine böylece olay hemen açığa çıkıyor. Abdullah ÇATLI ise öyle ypmıyordu. Direkt iş yapacağı adanaadama direkt kendi veriyordu.' Bu eleştirilerle birlikte Şevkat ÇETlN teşkilatın başkanlarım aradan çıkmasını ve hücreler kurulmasını önerdi. Böylece ileride daha etraflı anlatacağı ETKO, TİT gibi örgütler ortaya çıktı." — Age sayfa: 94— -/18. KAYNAK: "ETKO, TİT gibi gözle örgütler Şevkat ÇETİN'in Esat BÜTÜN dönemindeki eylem çizgisini eleştirmesi üzerine kurulmuştur. Yukarıda da belirttiğim gibi yakalanmaların sıklaşması üzerine Şevkat ÇETİN- ÜGD yöneticilerinin aradan çekilmesini, eylemler için ayrıbir grup kurulmasını savunuyordu. Şevkat ÇETİN Genel Başkan olur olmaz, bu amaçla Teşkilatlandırma Sekreterliği'nde çalışan Ali UZUNIRMAK'a Ankara çapında bir anket düzenlemesi görevini verdi. Yapılan bu çalışmalardan sonra ETKO kuruldu. Akara'da ETKO'nun kurucusu ÜGD Ankara Şubesi Başkanı Salih Dayan'dır. Şevkat ÇETÎN'den aldığı emir üzerine ETKO'yu kurdu."—Age sayfa 102— -/- 19. KAYNAK: "Buların dışında Kıbrıs'tan deniz yoluyla silah geldiğini de biliyorum. Şevkat ÇETİN ve Erdem ŞENOCAK'la beraber Seyranbağları'ndaki evde kalırken bir gün Şevkat bana gece saat dörtte ÜGD Genel Merkezi'ne gitmemi ve orada bulunan bir şahısla parolalı olarak görüşerek vereceği şeyleri kendisine getirmemi istedi. Ben de dörtte gittim... Valizi açtık, içinden on tane Smith Weson tabanca, iki polis telsizi, çeşitli çap ve markalarda tabancalar mermiler çıktı. Silahların kabzalarında halkalar vardı. Bir kaç tanesinin de kabı vardı. Ben, Şevkat ÇETÎN'e silahların ordu malına benzediğini söyledim. O da Kıbrıs'tan deniz yoluyla geldiğini söyledi." —Age sayfa 134— -/20. KAYNAK: "Anayasa Mahkemesi ve Danıştay'ın bombalanması emrini Salih DAYAN vermiş. Planları Mehmet YANTARÇELİK yapmıştır. Fakat bombalama konusunda bunlara talimatın Şevkat ÇETİN'den geldiğini tahmin ediyorum." —Age sayfa: 135— -/21. KAYNAK: "Maraş olayları sırasında K.Maraş ile Gelen Merkez arasında sürelisürekli telefon görüşmesi yapılıyordu. Buradan konuşanlar Şevkat ÇETİN, ve Burhan KAVUNCU idi. Bu konuşmalarda Maraş'ta Cihat'ın açıldığı inşallah ülküdaşlarımızın başaracağı söyleniyordu. İkinci gün telefon görüşmesi kesildi. Başkaca bilgi alamadık." —Age sayfa :İ43— -/22. KAYNAK: "Balgat Katlimanı'nı planlayan Ethem KISKIS değil Şevkat ÇETİN'dir. Bu katliamın amacı müslüman halkı komünistlere karşı kışkırtmaktı. Bu amaçla camiden çıkan halk kurşunlandı. Daha sonra ÜGD tarafından büyük bir cenaze töreni düzenlendi. Ayrıca bu bölgede oturan müslümanların, sağcıların evleri kurşunlanarak MHP'ye sempati duymaları sağlanmaya çalışıldı. Hedef burayı MHP'nin kurtarılmış bölgesi yapmaktı. Ancak, İsa ARMAGAN'ın yakalanmasıyla oyun bozuldu. Isa ARMAGAN'ın Şevkat ÇETİN ile direkt teması vardı İsa yakalanıp cezaeevine konduktan sonra Şevkat beni İsa'ya gönderdi. Nasıl ifade verdiğini ve öbür silahların nerede olduğunu öğrenmemi istedi. İsa bana, "Şevkat'ten başka kimseyi görmem Kendisi gelsin" dedi. Bunun üzerine Şevkat cezaevine giderek İsa ile bir görüşme yapü. Bu görüşmede ben de vardım. Şevkat, İsa'ya "Benim adımı verdiniz mi?" diye sordu."—age sayfa: 139 -/23. KAYNAK: "Yakalanan silahlar Adliye depolarına götürülür. Buradan orduya verilir. Teşkilat elindeki kirli silahları bu depolardaki temiz silahlarla değiştirdi. Aynı şekilde boş kovanlar orduya verildi. Bunların eğitimde kullanıldığına dair fezleke tutuldu ve yerine doluları alındı. Silah değiştirme işi başarıya ulaşınca genel merkeze haber verildi. Genel Başkan Şevkat ÇETÎN buna çok önem verdi ve başka illerde de uygulanmasını istedi. Gerçekten de uygulandı" —age sayfa: 142— KONU: MHP UŞAK Milletvekili ARMAĞAN YILMAZ'ın Gazetemize Gönderdiği İHTARNAME'YE CEVABEN İLGİLİ YAZIDA AKTARILAN GERÇEKLERİN ALINDIĞI KİMİ KAYNAKLAR: 1. KAYNAK: -"Armağan YILMAZ Ali Yurtaslan'ın itiraflarına göre, '80 öncesinde Bahçelievler Emek Beştepe bölgesinde saldırılarda bulunan, Nenehatun Yurdu'ndaki ülkücü grubun ikinci başkanıydı. Gruptaki diğer isimler Başkan Nidai SEVEN, Sekreter Mehmet BERK, Muhasip Hanifi TOKGÖZ'dü. Bölgenin başkanı adı daha sona Bahçelievler suikastine karışacak olan Mahmut KORMAZ'dı. -Yurtaslan'ın itirafları—" —Resmi Belgelerle ÇETELER; Siyaset, Mafya, bürokrasi ilişkilerinde kim kimdir? Doğan Yurdakul, Cengiz Erdinç, Ümit Yayıncılık Sayfa: 316 2.Baskı— 2. KAYNAK: Toplantı başladığında, ilgili herkes oradaydı: Ocak yönetimi, bölgede bulunan okulların başkanları, ilgili semtte görevli birkaç arkadaş ve yakın semtlerin başkanları. Çatlı Başkan, kısa bir konuşma yaparak toplantıyı açtı: 'Nenehatun Yurdu'na yerleşeceğiz. Bölgenin hassasiyetine binaen , sistemli ve koordineli bir çalışma yürüteceğiz. Bu bölgede, koministlerin çok sayıda hücre evi var; onları etkisiz hale getirmeliyiz. Şimdi herkes neler yapmamız gerektiği konusundaki fikrini söylesin:' Ben, iki saat kadar süren toplantıda fazla konuşmadım. Benden tecrübeli ve yetkili arkadaşlar meseleyi uzun uzun tartıştılar. Ve fikirlerini söylediler. Başkan, arkadaşlar konuşurken müdahale etmiyor. Önündeki bloknota kısa notlar alıyordu. Toplantının sonuna doğru söz aldı. Maddelere döktüğü uygun fikirleri sıraladı ve gerekli talimatları verdi. 21 yaşında olan Abdullah Çatlı, tecrübeli bir komutan gibi Ankara'daki onbinlerce ülkücüyü yönetiyor ama aldığı kararlar, hatırımda kaldığı kadarıyla şöyleydi: 1-Vakit geçirmeden bölgede bir psikolojik savaş başlatılacak. Duvarlara sloganlar yazılacak ve afişleme yapılacak. 2-Solcuların devam ettikleri kahvehane kafetarya gibi yerler belirlenecek bu yerler enterne edilecek. 3-Yurda yerleşeceğiz gün, üç dört bir kişiyle bölgeye çıkarma yapılacak. Bölgede toplanan arkadaşlar, aynı günün akşamına kadar orada kalacaklar ve solcuların baskı altına girmesi sağlanacak. 4-Yurda, ilk önce otuz kırk kişiden oluşan gönüllü bir grup yerleştirilecek. Bölge iyice tanındıktan ve karşı taraf ölçüldükten sonra, peyder pey diğer arkadaşların yerleşmesi sağlanacak. 5-Başkan, uygulamaları ve yapılanmaları bizat takip ve kontrol edecek, bölgeden ve yurttan Ocak adına Kenan ağabey sorumlu olacak. Bu konuma göre, nöbet yerlerini belirledik: ön tarafa iki, arka tarafaa ise bir nöbetçi koyarak güvenliğimizi sağlayabileceğimize karar verdik. Silahlarımızı saklamak için 'zulalar' hazırladık. Bir toplantı yaparak genel stratejimizi semtteki davranış şekillerimizi, gidiş geliş yollarımızı halkla ve esnafla kuracağımız diyaloğun esaslarını.." —Zamanı Süzerken Hatıralar Haluk Kırcı Burak Yayınevi Sayfa: 69-70-71— -/3. KAYNAK: Armağan YILMAZ: Uşak MHP milletvekili -"Nenehatun Yurdu'ndan Bahçelievler, Emek, Beştepe bölgesine sayısız saldırılar yapıldı. Ben Nenehatun Yurdu'nda kalırken, bu saldırıları düzenleyen belli bir grup vardı. Başkanları Nidai SEVEN, ikinci başkanları Armağan YILMAZ, Sekreter Mehmet BERK ve Muhasip Hanifi TOKGÖZ'dü. Bu bölgenin başkam o sırada Mahmut KORMAZ'dı. Bunlar, yurt kapandıktan sonra da teşkilat tarafından o bölgede tutuldular. Mahmut KORKMAZ direkt olarak Abdullah ÇATIL'ya bağlıydı." —İtiraflar Ali Yurtaslan sayfa37— -/- . 4. KAYNAK; -"Abdullah ÇATLI Ankara Şube Başkanı iken Bahçelievler Emek bölgesinde bir kaç cinayet işlendi. Bunlardan biri, ibrahim BOZKURT'un öldürülmesi olayıdır. 1977 Aralık'ında veya 1978 Ocak ayında şimdi halen İncibaba adlı Ankara mafyasının ele başlarından birinin fedailiğini yapan Kemal BİLGİN elinde silahla yurda geldi. Ve 'komünistler bize saldırdı. Ateş edip kaçtım' dedi. Kemal BİLGİN Teknik Öğretmen öğrencisiydi. Yurtta Hüdai SEVEN, Armağan YILMAZ ve bir kaç kişi daha buraya açılan ateşe karşılık verdiler. Hanifi TOKGÖZ bu olaylarda yoktu. —İtiraflar Ali Yurtaslan sayfa:39— -/5. KAYNAK: -"Armağan YILMAZ Ali Yurtaslan'ın itiraflarına göre 80 öncesinde Bahçelievler Emek-Beştepe bölgesinde saldırlarda bulunan Nenehatun Yurdu'ndaki ülkücü grubun ikinci başkanıydı gruptaki diğer isimler başkan Nidai SEVEN- Sekretek Mehmet BEREK, Muhasip Hanifi TOKGÖZ. Bölgenin başkan adı daha sona Bahçelievleri suikastine karşacak olan Mahmut KORKMAZ'dı. —Yurtaslan'ın itirafları—" —Resmi Belgelerle ÇETELER; Siyaset, mafya, bürokrasi ilişkilerinde kim kimdir? Doğan Yurdakul, Cengiz Erdinç, Ümit Yayıncılık— sayfa:316, 2. baskı— -"Armağan YILMAZ: Site Yurdu sorumlusuydu. Daha önce Nenehatun Yurdu'ndayken bir çok olaya karışmıştır. Site Yurdu'nda denizciler bölgesi ülkücülerinden Ahmet Suat Güveren'e bomba vermekten aranıyordu. Örtbas edildi. Şu anda İTİA'da okuyor." —İtiraflar Ali Yurtaslan Sayfa:97— -/6. KAYNAK: -"Yine 1978 Haziran ayı içinde Emek Muhtarı'nın evi bombalandı. Bu muhtar Nenehatun Yurdu'nun boşaltılması için mahallede imza toplamaya başlamıştı. Bombalayanlar Ankara İTİA öğrencileri Ahmet GÖMLEKÇİ ve Armağan YILMAZ'dır. Bu olayda açığa çıkmadı" —age sayfa:42— Çorum halkı direnişi örgütlüyordu. Faşistler Maraş'ta olduğu gibi büyük çapta bir katliam gerçekleştirmeyi başaramadılar. Ama hınçlarını yalnız veya silahsız buldukları insanlardan aldılar. Çorum katliamı davasında verilen gerekçeli kararda bunlardan birisi şöyle anlatılıyordu: "Hamza Kökmen, Çorum'un Sarılık mahallesine dayıoğlu Elvan Çağlar'ın şehir içi göçüne yardımcı olmak için gelir. 15-20 kişi tarafından karşı mezhepten (yani alevi diye) eşyasmı alelacele yüklemiş, çoluk çocuğunu da bindirmişti. Kendisi de tam kamyonun üzerine çıkacağı sırada, yani kurtuluşun eşiğinde iken avcılar geldiler. Ahmet Doğan'ı ve arkadaşı Veli Solmaz'ı zorla kamyondan indirdiler.... Mustafa Bağcı, Şükrü Yalçın, Hayri Büyücü, Mehmet Yılmaz da o saatlerde rehin düştüler. Rehin alınan 8 kişi kolları ayakları bağlı biçimde bir inşaatın bodrum katına götürüldüler. Hava kararmak üzereydi. ... "Mahallenin oba başkanı Eyüp yakalanır. Bir inşaata götürülmek için çağrılan taksinin gelmesini beklerken kaçmaya çalışır, yakalanır. ... Bir ağaca bağlanır, yüzü gözü bıçakla kesilir, deşilir, kurşunlanır. Bir ara öldü sanılarak bırakıldığı yerden gözleri akmış biçimde kaçmaya çalışırken yakalanır, 4 saat işkence sonucu öldürülür. Muhtarın da kararıyla gömülür.... Sanıklardan birinin olaydan sonra kan tuttuğu için 'ben adam kestim' diye sokaklarda bağırıp çağırdığı görülür." 8 Haziran 1986 tarihli Nokta dergisinde bir başka katliam şöyle anlatılıyordu: "4 Temmuz Cuma günü faşistler bazı alevi yurttaşları rehin almaya başladılar. Alevi Kartal ailesi o gün kapılarını sıkı sıkıya kapattı, korku içinde dışarıdan gelen sesleri dinledi. Birden onların da kapısı çalındı. Bazı kimseler 'dışarı çıkın, öldüreceğiz sizi' diye bağırdılar. Satılmış Kartal kapıyı kırılmak üzereyken açtı. Kapıdan elleri sopalı bir grup içeri dalmıştı. Satılmış Kartal o kargaşada kendini dışarı atmıştı ve bitişik apartmanda gizlenmeyi başarmıştı. Ama karısı, Gökçen Kartal evde kalmıştı. Kadının bağırmaları duyuluyordu. Gökçen Kartal sürüklenerek dışarı çıkarıldı. Orta yaşlı kadın önce yakınlardaki başka bir eve götürüldü. Aynı mahallede oturan Emine Üreyen, saldırganların bir ara Gökçen Kartal'ın külotunu çıkararak değneğe takıp salladıklarını, sonra urganla el ve ayaklarım bağlayarak götürdüklerini gördü. Gökçen Kartal'ın ardından Emine Üreyen'in de kocasını rehin aldılar.... Aynı saatlerde Ahmet Doğan bu cehennemden kurtulabilmek için göç hazırlığına başlamıştı. Bir kamyon tutmuş, Gül, ÜYD Çorum başkanı Seydi Esenyel'i evinin önünde karşıladı. 'Başkan', dedi, 'Alevilere ait 30'u aşkın ev ve işyerini tahrip ettirdim. Bir yandan da devam ediyoruz ve 8 tane rehinemiz var.'... "... Maskeli faşistler, köylüler ve rehinelerden oluşan topluluğa Esenyel son bir konuşma yaptı ve şunları söyledi: 'Yapılan her hareket, Türk milletinin bölünmezliği ve parçalanmaması içindir. Köylülerle birlikte gideceksiniz bu işi bitireceksiniz. Öldüreceksiniz.' "... Ölüm mangası Çorum'a geri döndüğünde ÜYD başkanı kendilerine, 'Türk milliyetçiliği adına yapılan eylemler için minnettar olduğunu' söyledi." Çorum katliamı davası Erzincan Sıkıyönetim Mahkemesi'nde görüldü. Devletin, esas kendisinin sorumlusu olduğu bir katliamın gerçek faillerini yargılayıp ceza vermeyeceği de açıktı. Ancak her şey o kadar çıplak yapılmıştı ki, bir iki tane kurban vermeleri gerekiyordu. Aradan 8 yıl geçmişti. Mahkeme karar aşamasına gelmişti. 53 kişilik davada 38 kişi daha önce beraat etmişlerdi. Kalan 15 kişiden Seydi Esenyel ve Recep Uslu adlı faşistler önce idam cezası aldılar. Ama sonra bu ceza 24 yıla indirildi. Diğer 13 faşist ise "yattıkları süre göz önünde bulundurularak" serbest bırakıldılar. Devletin davası böyle bitti. Ama halkın açtığı dava sürüyor. Halkın davasında yargılananlar yalnız 53 kişi de değil. Bütün MHP Genel Merkezi, MHP yöneticileri, ililçe yöneticileri, adı bilinen ve bilinmeyen bütün katiller, emrin çıktığı Amerikan büyükelçiliği ve bizzat devletin kendisi halkın davasında "sanık"tırlar.* Katliamı Kitle katliamları devam ediyordu. Kahvehane baskınları, seri halde çuval cinayetleri, işkenceyle adam öldürmeler günlük yaşamın bir parçası haline gelmişti. Faşistlerin hedefinde, bu katliamların alevi-sünni halkın yoğun olarak yaşadığı yerlere yaygınlaştırılması, böylelikle halkın bölünüp parçalanarak iyice güçten düşürülmesi vardı. Maraş katliamıyla vahşi bir başlangıç yapmışlar, Nazileri aratmayacak cinayetler işlemişlerdi. Sırada Çorum vardı. Faşistler Çorum üzerine uzun zamandır hesap yapıyorlardı. Maraş Katliamının üzerinden uzun bir zaman geçmemişti. Kitleler ve devrimciler de faşistlerin niyetini seziyor, ona uygun hazırlanmaya çalışıyorlardı. Nihayet katliam için beklenen onay Amerikan büyükelçiliğinden geldi. Büyükelçilikte görevli bir CIA ajanı, bölgeye gezi yaparak bu tür "hassas" bölgeler arasında Çorum'un da bulunduğunu rapor etti. Faşistlerin hazırlıkları hız kazandı. Cinayetleriyle faşist hareket içinde tanınmış, bu işi "en iyi" yapabileceklerine inanılan MHP'liler Çorum'a toplanmaya başladı. Bir yandan da silah ve cephane sevkıyatı yapıyorlardı. Ama hiç beklemedikleri bir olay planlarını at üt etti. Ülkedeki bütün anti-faşistleri sevince boğan bir eylem gerçekleşmiş, MHP'nin çekirdek kadrosunda yer alan faşist şef Gün Sazak, 27 Mayıs 1980'de devrimci hareket tarafından cezalandırılmıştı. Gün Sazak'ın cezalandırılması faşistlerde tam bir panik havası yarattı. Bu panik her an bozguna dönebilirdi. Ağır prestij kaybını bir an önce telafi etmeli, katliamlarla "Gün Sazak'ın intikamını aldık" izlenimini yaratmalıydılar. Hazırlıklar, tamamlanmadığı halde en uygun yer Çorum'du. Faşistler 27 Mayıs'ta bir saldırı denemesinde bulundular, ama girişimleri Çorum sokaklarını kaplayan barikatlara çarparak dağıldı. Bu durum faşistlerdeki moral bozukluğunu derinleştirdi. Saldırılar, alevi-sünni çatışması yaratmaya yönelik provokasyonlar arttı. 1 Temmuz'daki saldırılarında 4 CHP'liyi katlettiler. 2 ve 3 Temmuz'da sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Ama yasak faşistler için değil Çorum halkı içindi. Faşistler sokaklardaydılar. Bombalar ve silahlarla saldırıyorlardı. Bu iki günde halktan 5 kişiyi katlettiler, 11 kişiyi ağır yaraladılar, 50 işyerini kundakladılar. 4 Temmuz Cuma'ya denk geliyordu. Bu, provokasyon için uygun bir gündü. Faşistler, Cuma vaazı sırasında bütün camilere girdiler, "Komünistler Alaaddin camisini bombaladılar, ne duruyorsunuz" diye sünni halkı galeyana getirmeye çalıştılar. Oysa bu sırada Alaaddin camisi sapasağlam duruyordu. Faşistler caminin yandığı izlenimini yaratmak için çevresindeki bazı binaları ateşe vermişlerdi. Provokasyon girişimleri kendilerine yakın olanlar dışında umdukları etkiyi yaratmamıştı. Ancak bu güruh demokrat-alevi mahallesi olarak bilinen semtlere hücuma geçti. Silah ve bomba sesleri susmak bilmiyordu. Herkes, askerler, polisler, hatta gazeteciler olan bitene tanıktı. Bunlardan birisi, o zaman Hürriyet gazetesi muhabiri olan Saygı Öztürk faşistlerin elinden zor kurtulmuştu. Polisler ve askerlerin bir kısmı katillere yardımcı oluyordu. Özellikle katliamla ilgili bütün ifadelerde bir polis panzerinin faşistlerin korumasını aldığı ve halka ateş açtığı söyleniyordu. Vali, gözaltına alınan faşistleri kabul etmiyordu; onları getirenlere "götür bunları bana Milönü semtinde sokağa çıkanları getir" diyordu. Milönü devrimcilerin ağırlıkta olduğu, direnişin güçlü bir şekilde sürdüğü ve faşistlerin giremediği bir mahalleydi. Çorum adeta bir savaş kentiydi artık. Silah sesleri altında Çorum "Beklentim, devletin payıma düşen görevleri belirlemesidir" (Öcalan) İMRALI SAVUNMASI'NDA NE SAVUNULDU? calan'ın avukatlarıyla yaptığı görüşmelere ilişkin bilgiler, savunmanın nasıl şekillendiğine dair belli bir fikir veriyor. Öcalan'ın avukatlarından Zeki Okçuoğlu, ilk günlerdeki görüşmelerine ilişkin şunu aktarıyor: "... başından itibaren bir iki avukatın gösterdiği cansiperane çaba Öcalan'ın 'Devletin ve Başbakanlık Eşgüdüm Merkezi'nin çizdiği çerçeve içinde savunma yapacağım. Kimse benden başka bir savunma yapmamı beklemesin. Sizlerden de bu çerçevede savunma yapmanızı istiyorum' sözleriyle ne yazık ki bütünüyle çökmüştü." (Serbesti, sayı: 4) Okçuoğlu şöyle devam ediyor: "Bu perspektif avukatlara savcı yardımcılığı öneriliyordu." Yargıcın, sanığın, tanığın, avukatların, medyanın, kısacası herkesin ne söyleyip yapacağı belli; herkes üzerine düşeni yapıyor. İşte böyle bir yargılamaya tanık olduk. Çok demokratikti mahkeme. Çünkü belliydi ki olumsuz herhangi bir gelişme olmasından herhangi bir kaygı duymuyorlardı. Okçuoğlu, daha önce bir radyoyla yaptığı röportajda da Öcalan'la görüşmelerinin kontrgerillanın denetiminde olduğunu söyleyerek, bu görüşmelerden birinde Şeyh Said'in nasıl aldatılarak idam edildiğini anlattığını ve Öcalan'ın bu anlatıma daha sonra şöyle bir tepki gösterdiğini söylüyor: "Şeyh Said hakkında bana anlattığın hikaye yukarıdakilerin hoşuna gitmemiş, dedi. Bundan sonra da benimle konuşmalarına dikkat etmelisin, böyle yanlış şeyleri de bana anlatmamalısın, dedi. Ben de bunları birilerinin hoşuna gitsin diye anlatmadığımı ifade ettim ve ben örnek olması, kendisinin de ders çıkarması için anlattığımı söyledim." Anlatılanların eksiği olabilir, fazlası olabilir. Ama zaten olan biten bu anlatılanları fazlasıyla doğruluyor. Ortada bunlara uygun bir gelişme olmasa, spekülatif der geçersiniz. Ama savunma, ortadadır. Orada devletin, MGK'nın, ABD'nin görüşleri vardır, bunu daha önce söylemişizdir. Daha duruşmaların başlangıcında "İmralı'da oligarşinin, emperyalizmin duymak istedikleri söyleniyor" dedik. Çünkü söylenenlerin derin anlamı da, çıplak anlamı da ortadaydı. Yıllardır oligarşinin savundukları, hatta ders kitaplarında yazdıkları, bu defa Öcalan'ın ağzından tekrar ediliyordu. İşte tartıştığımız bu... Sol, devrimcilik ne hale geldi? Devletin görüşlerini, MGK'nın, ABD'nin dediklerini tartışır hale geldik. Bu görüşler devletin mi, devrimcilik mi, fırtına burada kopuyor. Oysa savunmanın sahibi açıkça söylüyor. Gerçek de bu. O savunma devletindir. ABD'nindir. Tekrar ediyoruz. Bu savunma devletin, ABD'nin devrime, sosyalizme saldırışıdır. Doğrudan saldırıdır. Hiç bir uydurma teori, bu gerçeği gizleyemez. DEVLETİN DUYMAK İSTEDİKLERİ SÖYLENMİŞTİR! İMRALI SAVUNMALARI, ABD VE MGK'NIN ÇÖZÜMÜ DOĞRULTUSUNDADIR. DEVLET SAVUNULMAKTADIR VE DEVLETE TABİ OLUNMUŞTUR. Bunları daha önce yazdık. ABD'nin yıllardır Kürt sorunu için "sorun Türkiye'nin demokratikleşmesi sorunudur" dediği biliniyordu. Öcalan'ın savunmasının temel tezi de budur. MGK, bu mücadeleyi siyasal, askeri, ahlaki her açıdan gayrimeşru ilan ediyordu yıllardır. Öcalan da bunu yapmıştır. Hatta o MGK'nın beklediğinden de fazlasını yapmış, tarihteki Kürt isyanlarını bile mahkum etmiştir. Bu savunmanın nasıl biçimlendiğinin özel bir önemi yoktur. Ancak artık orada, devletin savunulduğu ortadadır. Bunu herkes görmek zorundadır. Zeki Okçuoğlu'nun sözleri spekülatif bulunabilir. Hatta "yalan" diyen de çıkabilir. Öyle bile olsa, değişen hiç bir şey olmaz, çünkü savunmanın kendisi ortadadır. Çünkü Öcalan'ın mahkeme boyunca tavır ve sözleri ortadadır. Hepsine şu veya bu şekilde bir kulp takıp onları doğru, eksiksiz, görmek ve göstermek isteyenler, son olarak Öcalan'ın kendi yazdığı mektuptaki şu sözlere baksınlar: "Umut ve beklentim mahkemeden sonra devletin -illa beni veya PKK'yi resmen muhatap kabul etsin demiyorumuygun bir yöntemle gerçekten tüm sorunların kilidi haline gelmiş bu silahlı çatışmayı kalıcı olarak sona erdirmek için, duyarlı, bilimsel ve durumumuzu bütün boyutlarıyla göz önüne alan bir planlamayla gündemleştirmesi ve payıma düşen görevleri belirlemesidir. Şu anda etkileme gücümüz sona erdirmeye uygundur. Uzun sürmesi kontrolü kaybettirebilir. Çünkü çok çıkar ve güç üzerinde oynuyor." (7 Temmuz 1999, Özgür Politika) Ne söylüyor? Devlet beni veya PKK'yi muhatap alsın demiyorum. Devlet, duyarlı, bilimsel ve durumumuzu bütün boyutlarıyla gözönüne alan bir planlama yapsın. (Hangi devlet? Tabii ki sözü edilen MGK'nın kurmaylığındaki faşist devlettir. Türkiye'de bundan başka devlet yok.) Devlet, bu planlama çerçevesinde benim payıma düşen görevleri de belirlesin. Öcalan devletin vereceği görevleri kabul etmeye hazır. Nasıl bir görev üstlenebileceğini de açığa kavuşturuyor. Şu anda sona erdirebilecek gücüm var diyor. (Sona erdireceği ne? PKK. Aynı kapsam içinde gerilla savaşı. Kürt halkının ulusal mücadelesi.) Bu arada Öcalan devleti UYARMAYI da ihmal etmiyor. Şu anda diyor, bunları sona erdirecek gücüm var, yani PKK üzerinde kontrolüm var, hala benim sözüm geçiyor, ama eğer geç kalınırsa, kontrolümü kaybedebilirim. DEVLET PLANLAYACAK, ÖCALAN'A BU PLAN ÇERÇEVESİNDE GÖREV VERECEK, ÖCALAN VERİLEN GÖREVİ YERİNE GETİRECEK. Bu bakış açısının yapacağı savunma da elbette farklı olmayacaktır. Olmamıştır. Bu devletten sözediyoruz ve Öcalan bu devlete sık sık saygı ve şükranlarını belirtiyor. İmralı'daki duruşmanın başladığı ilk günkü gibi. "Türk devlet yetkililerine" yazdığı son mektubu da aynı saygı ve şükranla bitiriyor. Şöyle diyor: "Devlet, İmralı'daki yargılamayı dünyaya örnek olarak düşündü. Bunun temel yargılananı olarak saygı ve şükranla karşıladım." îmralı'da hukuk yok diyor dışarıdakiler, Öcalan bu örnek yargılamaya saygı ve şükranlarını sunuyor. Öcalan'ın barış politikasını, hatta "her dediğini" savununlar, görmüyor bunları. Görmezden geliyor. Körler de gerçeklerden kaçamaz. İmralı savunmasının niteliği en becerikli demagoglar tarafından bile gizlenemez.* HEP KULLANMAYI DÜŞÜNENLER, KULLANILMAKTAN KURTULAMAZLAR Devrimci, yurtsever bir örgüt kendini kullandırtır mı? Kullandırtırsa, onun devrimciliği nerede kalır? Kürt Halkının Hedefi, Balkanlar'a, Kafkaslar'a, Açılmak mı? Kürt Halkı, Başka Halklar Üzerinde Yayılmacı Emellere Güç Vererek mi "Kurtulacak"? muştur. Bu politika Demirel'in dilinde "Adriyatikten Çin Şeddine" halini almıştır. Demirel'in 'Adriyatikten Çin Şeddine" deyişiyle, Öcalan'ın, PKK Başkanlık Konseyi'nin "Ortadoğu'ya, Balkanlar'a, Kafkaslar'a açılma" sözünün NE FARKI VAR? Bu politika daha sonra Özal tarafından savunulmuştur. "Bir koyup üç alma" hesabı yapmıştır Özal. Pekala Özal'ın bir koyup üç alma hesabının özü neydi? Özal ABD'nin, emperyalistlerin Irak'a saldırısına daha aktif olarak katılacaktı. YANİ, yani, yüzlerce halk çocuğunun, "mehmetçik"lerin canını koyacaktı ortaya, karşılığında Musul, Kerkük petrollerinden pay istiyordu. Halk çocuklarının canı ucuz; emperyalist yayılmacılık politikaları, onlar üzerine kuruludur hep. Ortadoğu'da halk çocuklarının kanı dökülecek, karşılığında tekellerin kasaları dolacak KAZANAN KİM, KAYBEDEN KİM? İşte Öcalan'ın rüyası. Öcalan "Türk devlet yetkililerine" son yazdığı mektupta hayalini kurduğu ülkeyi böyle anlatıyor. Büyük Türkiye, büyük ulus, lider ülke... Öcalan kendisine nerede yer arıyor? Bu tabloda halk nerede? Halkın sorunlarının, ekonomik, siyasal, sosyal, ulusal, kültürel taleplerinin çözümü nerede? Ne anlama geliyor bütün bunlar? Açıkça kapitalizm, yayılmacılık, emperyalisttik nasıl savunuluyor? Emperyalizme bağımlılık nasıl övülüyor? Türkiye nasü bir ülkedir ki, bu Türkiye'nin lider ülke olması için güç vermekten sözediliyor? Ne yapacak Türkiye lider ülke olunca? Ortadoğu'ya, Kafkaslar'a, Balkanlar'a yayılacak. Peki halkın çıkarı ne olacak bundan? Koç Kafkasya'da, Sabancı Balkanlar'da oranın halkını da sömürecek diyelim, peki halkın ne çıkarı olacak? Bölgede lider ülke olması düşüncesini, arzusunu ilk dile getirenler, Abdullah Öcalan'lar, Duran Kalkan'lar değildir. Daha Menderes zamanından oligarşi niyetlenir buna. Ortadoğu'daki ilerici, emperyalizmin çıkarlarına zarar veren her gelişmeye, emperyalizm adına müdahale etmek istemiştir. Daha o zamandan bu politika gereği üsler cömertçe Amerika'ya sunul- Peki PKK önderleri nasü yayılacaklar Ortadoğu'ya, Balkanlar'a ve Kafkaslar'a? Ne koyup ne almayı düşünüyorlar? Menderes'in, Demirel'in, Özal'ın politikalarını savunmak, ne zamandan beri ilericilik, yurtseverlik oldu? Başkanlık Konseyi ve Öcalan, ABD'ye karşı değiller. Emperyalizmin bölgedeki istikrarına, oligarşinin istikrarına karşı değiller. Düzene karşı değiller. Düzenle birleşip yayılmacılık peşindeler. O halde derdiniz nedir? Savaş, mücadele, gerilla, barış, ne için ve kime karşı? "Bizi tanıyın, hangi halka ne yaparsanız yapın", "anlaşalım, birlikte yağmacılık yapalım, işgal edelim, bölgenin lideri olalım"... ABD'ye ve oligarşiye bunu söylüyorsunuz. Burdan, halka anlatabilecek misiniz? Emperyalizme ve oligarşiye yaptığınız bu "önerilerde" halk, ulus, vatan, devrim, yurtseverlik, hatta barışçılık nerede? Bütün bunlarda KÜRT HALKININ ÇIKARI NEREDE? ANADOLU HALKLARI, İŞGALCİLİKLE, YAYILMACILIKLA MI KURTULACAK? Menderes, Demirel, Özal, emperyalistlerin sadık uşağı, tekelci burjuvazinin en has adamlarıdır. Savundukları politikalar da emperyalistlerin ve oligarşinin çıkarlarına uygundur. Peki Öcalan ve PKK Başkanlık Konseyi, "bölgede lider ülke", "açılma" politikalarını, ne adına, kimin çıkarları için savunuyorlar?* Öcalan'ın, İmralı duruşmalarının sonunda idam kararı verilmesinin hemen ardından "Türk devlet yetkililerine iletilmek üzere" yazdığı bir mektup 7 Temmuz'da gazetelerde yayınlandı. Öcalan'ın bu mektubunda söylediklerinden biri şudur: "... bu sefer Irak'ın Yugoslavya'nın benzer birçok yerin başına gelen Türkiye'nin başına gelecektir. Yine bana göre birinci tamamlanmak üzere. Bunda şüphesiz PKK ve beni görünür hedef olarak kullanmak ve Türkiye'nin özellikle 1993'lerden beri kilitlenmesi önemli rol oynadı. Bunda bana göre hem Türkiye'nin iç politik ve askeri yapısında, hem de dışta bazı devlet düzeyinde olsun başka düzeyde olsun güçler ve kişiler kullanıldı, oyunu bilerek veya bilmeyerek aleyhte oynadılar." Kullanmak ve kullanılmak... Bu iki kelime, Kürt milliyetçiliğinin literatüründe çok rahat kullanılabilen iki kelimedir. Öcalan, İmralı'daki savunmalarında da Kürt sorununun, PKK'nın ve hatta bizzat kendisinin çeşitli biçimlerde kullanıldığını söylemekteydi. "Eğer, dış oyunlardan bahsedeceksek, temel amacın bu dönemeçte yüz geri yapmak İstedikleri ve Kürt sorununu da araç olarak kullanmakla bunu başaracaklarına inandıklarıdır." (1. Savunma) Yine aynı süreçte PKK Başkanlık Konseyi üyesi Osman Öcalan'la yapılan bir röportajda şu cümle sarfedilmişti: "Türk devleti çözümleyici yaklaşmazsa Kürt halkına da düşen artık savaşı alabildiğine geliştirmek, belki de onlarca yıl sürecek, dışarıdaki güçlerin de katkılarıyla gelişecek ve devam edecektir." (Özgür Politika, 17 Mayıs 1999) Ne çıkıyor bu cümleden? Oligarşi, bak bizle barışmazsan bizi destekleyecek (yani kullanacak) çok güç var, ona göre diye tehdit ediliyor. Bunu söylerken çok rahatlar. Kullanılmak adeta meşru görülüyor. Aslında "adeta" falan değil, gerçekten de Kürt milliyetçiliğinin politika anlayışında kullanmak ve kullanılmak, normaldir. Son dönemde özellikle, oligarşiye karşı bir tehdit olarak sürekli, eğer barışmazsanız PKK'yı başka güçler kullanır deniliyor. Öcalan karar sonrası dilekçesinde şunu söylüyor: "Olan da şimdiden bu, demin söylediğim tüm stratejik güçler daha şimdiden kendi Kürdünü, oluşumunu yaratmış, hatta benim dışımda temel güç olarak PKK'yi de parselleme planlarını hazırlamışlardır. Bunun da bilgileri fazlasıyla mevcut ve açıktır." Barış olmazsa hep PKK'nın nasıl kullanılacağı anlatılıyor. Bu nasıl bir örgüt ki hep kullanılıyor? Hal böyleyse, ideoloji yok demektir. Örgüt iradesi yok demektir. Kendisine ait bir politikası yok demektir. Neden bu kadar kullanılma? Hangi ideoloji bu hale getirdi? Bugün neden, bütün bunlar bilindiği, görüldüğü, açıkça söylendiği halde, bu konumdan çıkılamıyor? Kim nasıl bir örgütü parselleyebilir? Bu nasıl bir örgüt? Emperyalistler nasıl olup da bir örgütü bu kadar kullanabiliyor? O çok övdüğünüz örgüt bu muydu? Öcalan mahkemedeki ve diğer çeşitli açıklamalarında (yine ABD'ye toz kondurmadan) özellikle Avrupa'nın kendisini, PKK'yı kullanmaya çalıştığını söylüyor. Öcalan bugün kullanılmaktan şikayet etme hakkına sahip değil. "Şeytanla dahi işbirliği yaparım" diyen kendisidir. İşte, emperyalistler şeytanın ta kendisidir. Emperyalistlerle işbirliğinin teorisini yapan kendisidir. Hala da yapıyor. O halde Öcalan dış güçleri kime şikayet ediyor, dış güçlerden hangi mantıkla şikayetçi oluyor? ABD çözsün, Avrupa müdahale etsin diyen kendisidir. Peki onlar, kendi çıkarları yoksa ne için çözeceklerdi, ne için müdahale edeceklerdi?! Öcalan bu kadar saf mıydı? Onlar Öcalan'ı, Öcalan onları kullanmak istemiştir. Müliyetçi kafa bunu yaptırdı. Tabii güçlü olan kazandı. Öcalan güçsüzdü, çünkü büimsel ve sınıfsal değildi. Devrimci ilkeleri yokedip, burjuva politikasıyla, burjuva taktikleriyle savaşmak istedi. Öcalan bu noktada tabii bir taklitçi durumundaydı; bu politikanın gerçek sahipleri, yani burjuvazi kazandı. Her taklit karikatürdür. Burjuvazi, emperyalizm, bu ilişkiler içinde kendi sınıfsal çıkarlarını en açık ve tavizsiz biçimde savunurken, Öcalan'ın tam olarak hangi sınıfın çıkarlarını savunduğu belirsizdi. Savaşta belirsizliklere yer yoktur. Belirsizlik zayıflıktır. İki arada bir derede olan kaybetmeye mahkumdur. Şunun veya bunun, siyasi veya askeri desteği karşısında kendinizi kullandırtmak, üstelik bunu bir tehdit aracı olarak kullanmak, asla ve asla devrimci bir politika, taktik falan değildir. Gerek Öcalan, gerekse de PKK, kullanmayı da, kullanılmayı da meşru görüyorlar. PKK'nın başkaları tarafından kullanılabileceğini kabul ediyorlar. Bu bir örgüt için, devrimciler, yurtseverler için, siyaset gerçeği olarak değil, ancak bir onursuzluk olarak kabul edilebilir. PKK veya kendine yurtseverim, devrimciyim diyen herkes, kendini bu onursuzluk batağından çıkartmalıdır.* Aydın, (Bu Sıfatı Haketmek İçin) Sormak Zorundadır Görmek Zorundadır Kürt milliyetçiliğinin teorileri, düşünceleri, baş döndürücü bir hızla değişikliklere uğruyor, değişim hep geriye, aşağıya doğru... Teori, politikalar, taktikler, çoktan yere çakılmış durumda. Ama bu düşünceler, politikalar çerçevesinde ilginç bir başka "destek teorisyenleri" halkası daha var. Onların tutumları, bu teorileri yapanlardan, politikaları üretenlerden daha da ilginç. Teorinin, politikanın sahiplerinin pragmatik de olsa, pazarlık sonucu da olsa, bir yere gidiyorlar. Mesela kendini ABD'ye, MGK'ya kabul ettirmeyi önüne hedef koymuş, onu göre teori ve politika üretiyor. Ama ya milliyetçi hareketi desteklemeyi bir "aydın" misyonu olarak görüp veya, siyasi hareket olarak böyle davrananlar? Tablo son derece ilginçtir. Öcalan yanlış yaptık diyor... Takipçisi kimi aydınlar, kimi sol, koro halinde bağırıyor, devam devam diyorlar. O, tekrar yanlış yaptık, 20 yıldır yanlıştı diyor... Diğerleri bağırıyor... evet evet, devam diyorlar. O, Kürt isyanları bile yanlıştı... MGK iyidir, demokrasiyi istiyor... hatta Türkiye'de demokrasi zaten esas olarak vardır diyor... Diğerleri bu sözlerdeki "derin anlamları" çözme taktiğiyle bu çıplak anlamlan görmezden geliyor, ne derin çözümlemeler, devam, demeye devam ediyorlar. O, ABD iyidir, zafer ABD'nin demokrasisinindir diyor... Diğerleri, onları görmeyin, boşverin, zamanı değil... Barışa devam diyorlar. 0, 21. Yüzyıl emperyalist demokrasinin olacaktır diyor, 12 Eylül cuntasının anayasasını övüyor... Diğerleri "Barış"ı desteklemeyenlere küfrediyor ve Öcalan'a devam diyorlar. O, her şeyi red ve mahkum etmişken, "Türk solu" diye hakaret etmeyi sürdürüyor... Onlar, evet evet diyor, bize hakaret et, hakkımızdır diyor. O, siz Türk solu, bunlar Kürt solu, siz kötüsünüz, ben iyiyim, siz amatörsünüz, ben taktik ustasıyım... ben hergün değişsem, her şeyi inkar etsem de siz yine geri, kötü, işe yaramaz Türk solusunuz diyor... onlar hala evet evet, devam et biz öyleyiz, senin yeni düşüncelerini de destekliyoruz diyor. Burada ne aydın misyonu vardır. Burada ne bir destek ve dayanışma vardır. Bu, bizim bildiğimiz, klasik deyimle "hık deyicilik"tir. Hık deyiciler, kimseyi aydınlatamaz, kimseye herhangi bir konuda destek de olamazlar. Hıkdeyicilik"de bir misyondur belki ama bir aydının, halka karşı sorumluluk duyanların misyonu olamaz. Destekleyeceğim deyip çırpınan, çırpındıkça batan bir kısım aydınlar, çevreler tekrar tekrar düşünmelidirler. Bir hareketi savunmayı, düşünceleri ne olursa olsun anlayabiliriz, destek vermeyi de anlayabiliriz. YAĞCILARIN KUYRUĞUNA BASTIK! Yağcılıklarını sergiliyoruz ya. Bize dil uzatmak için yazılarında olmadık vesileler uyduruyorlar. Bu şarlatanlardan bazıları, sürekli 2-3 bin satan dergilerden söz ediyorlar. Bunu bizim görüşlerimizle birlikte anıyorlar kimi zaman da. Hemen belirtelim ki, bu yağcıların ülkeden haberleri olmamakla birlikte dergimizin ne kadar sattığını bilirler. Çünkü bu bilgiler gizli değildir. Defalarca da açıklanmıştır. Ama onlar, Amerikancı milliyetçilerin diliyle konuşup göze girmek istediklerinden başkasını küçültme görevini üstlenmişlerdir. Bunlar zavallı, şarlatan tiplerdir. Hiç bir baltaya sap olamamışlardır. Ona buna erketelik yaparak yaşamaya çalışırlar. Kaç bastığımızı, kaç sattığımızı merak edenler varsa, matbaamıza lütfetsinler, ama onun için önce ayaklarının ülkemiz topraklarının üzerinde olması gerekir... ki bu da zor. Ama karşılaşırız bir gün. Diğer yalan ve küfürleriyle birlikte o 2-3 bin rakamını ikide bir telaffuz etmelerini karşımızda hangi yüzle savunacaklardır merak ediyoruz, ama yüzsüzdürler. Kızarmaz. Ama öyle yağma yok. Yüzleri kızarsa da kızarmasa da herkes yazdığı her kelimenin, söylediği her sözün hesabını vermeli tabii. Ya o 2-3 bin rakamını yerler, ya burunlarından fitil fitil gelir. Matematiksel olarak başka bir ihtimal yok. Çünkü yazdıkları yalan, dolan! Herkes matematik hesabını iyi yapsın. Ama bir aydın kendi dengesini koruyabilmeli. Bir siyasi hareket kendi dengesini koruyabilmeli. İdeolojik hattını koruyabilmeli. Düşünün bir hareket Suriye'de farklı, İtalya'da farklı, İmralı'da farklı şeyler söylüyor... Nasıl oluyor bu? Neden oluyor? Bir aydın da, bir siyaset de bu soruyu sormalı. Dünya ikide bir bu kadar bir uçtan bir uca değişmiyor ki! Bir anda bir insanın etrafında bütün düşünceler, stratejiler değişebiliyor. Peki o aydın buna nasıl uyum sağlayabiliyor? Neden, bu nasıl iştir diyemiyor? O hareket kongre yapıyor, aydın o kararlan hararetle savunuyor... Kongre kararları bir anda yok oluyor ve o aydın yine aynı şekilde bu defa "yeni" görüşleri savunmaya devam ediyor. İşte bu durum bazı aydınlarımızı adeta dengesizleştirmiş, gözü kör bir halde, şunları görmeyin, bunları görmeyin sadece barışı görün diye, veya demokratik devrim gereklidir üzerine yazıyorlar. Anlamsızdır. Ama artık barış denen şeyin hangi politikalarla yapıldığını, ne anlama geldiğini, nelere mal olduğunu ve bugün ne yapılmak istendiğini görmek durumundadırlar. Gerçeğin ne olduğunu bilerek savunmaya devam edenler, MGK'nın, ABD'nin politikalarını savunuyorlar demektir. Bu politikanın özü ise Türkiye'deki Kürt milliyetçi hareketleri dahil, tüm devrimci hareketleri, devrimci halk potansiyelini yok etmeye yönelik büyük bir operasyondur. Operasyonun genelkurmayı Amerikadır. Uygulayıcısı MGK'dır. Hala gerçeğin farkında olmayanlar ise beyinleri dumura uğramış, görmüyor, duymuyor demektir. Görmek zorundadırlar. Aksi halde onlar da tarih önünde suçlu duruma düşeceklerdir. (*) Soruna, gelişmelere yanlış bakanlarla tartışmayı, doğruları göstermeyi görevimiz sayarız. Mücadelemizin bir parçasıdır. Ama bazı şarlatanlar var ki, onlarla bu düzeyde bir ideolojik mücadele yürütmek ne mümkün, ne de gereklidir. Bazı şarlatan köşe yazarları var ki, onların soyunu, sopunu, herşeylerini biliriz. Ahlakları yoktur, dalkavuklukta, provokatörlükte üzerlerine yoktur. Onlarla sürekli uğraşamayız. Ama merak etmesinler, yazılarını "okuyoruz", gereken zamanda, gereken cevabı vereceğiz.* "Ekmek ve Barış" "Türkiye'nin temel sorunu barış sorunudur. Barış olmazsa ekmek de olmaz"... Kürt milliyetçilerinin işçi, memur sendikalarında işledikleri temel tez bu. Peki bu tezin açılımı nedir? Kürt milliyetçiliği, bu tezi açarken, hem tekelci burjuvaziye, hem emekçilere "mavi boncuk" dağıtan bir üslup kullanıyor. Diyor ki, "Devlet, bütçenin büyük bir kısmını savaşa ayırdığı için yatırım yapılamaz durumdadır, işçilere, memurlara daha fazla maaş veremiyor!" Tam bir aldatmaca. Peki böyle bir savaşın olmadığı diğer yeni sömürge ülkelere bakalım. Hangisinde memurlar, işçiler daha fazla ücret alıyor acaba? Hiçbirinde! Oralarda da IMF heyetleri geliyor, ücretleri belirliyor... Sık sık televizyonlardan izliyoruz, oralarda da işçiler alanlara, sokaklara çıkıyor, açlığa, yoksulluğa, sefalete karşı gösteriler yapıyorlar. Onların ülkesinde böyle bir savaş olmadığı için, onlar "barış" isteriz diyemiyorlar. Peki ne diyecekler? Kürt milliyetçiliğinin mantığına göre, zaten böyle bir savaşın olmadığı yerde, işçiler, memurlar, halk, çok müreffeh bir durumda olmalı. Ama değil. Öyleyse, Kürt milliyetçiliğinin tezinde bir çarpıklık veya çarpıtma var. Mesela, bu ülkede 1980-1984 arasında ne dağlarda, ne şehirlerde silahlı bir savaş mı vardı? Oligarşinin, devletin bütçesini akıttığı böyle bir savaş yoktu ama, halkın alım gücü gün geçtikçe düşüyor, işçinin, memurun maaşı eridikçe eriyor, emekçilerin demokratik hakları gasbediliyordu. Niyeydi acaba? "Kirli savaş" da yokken, o kadar parayı ne yapıyorlardı acaba? Tekelci burjuvazi, zaman zaman TÜSİAD raporlarıyla dile getirildiği gibi gerçekten de o savaşın belli bir biçimde bitirilmesinden yanadır. Savaşa harcanan bütçeyi tümüyle kendi kullanacaktır çünkü. Sömürüsünü büyütebileceği yeni yatırımlar yapacak, dışa açılacaktır. Ama emekçiye bir şey düşmez o bütçeden. Oligarşi, savaştan dolayı daha fazla veremiyor değil; kapitalist düzenin mantığı böyle gerektirdiği için bu kadar vermektedir. Egemen sınıflar, hiç bir koşulda, halka kendiliğinden bir şey vermezler. Halk, ne alıyorsa, ne alacaksa, bunu ancak mücadelesiyle elde eder. Bunun içindir ki, emekçiler İŞÇİNİN, MEMURUN, TÜM HALKIMIZIN SORUNU PATRONLARLA BARIŞMAK DEĞİL, AÇLIĞA, ZULME KARŞI DİRENMEKTİR Hiç kimse boşuna umutlanmasın veya kimseyi kandırmaya kalkmasın; bu ülkenin dağlarında, şehirlerinde gerilla savaşı olsa da olmasa da, egemen sınıflar, işçiyi, memuru, karın tokluğuna çalıştırmaya çalışacaktır. Hatta bir ülkede devrimci mücadele yoksa, devletin işçinin, memurun ümüğünü daha fazla sıktığı, ücretlerin o koşullarda daha da fazla düştüğü, ülkemiz dahil onlarca ülkenin yaşadığı tecrübelerden bilinir. SENDİKALARDA, KİTLE ÖRGÜTLERİNDE EMEKÇİLERİN KÜRT-TÜRK DİYE BÖLÜNMESİNE İZİN VERMEMELİYİZ Kürt milliyetçiliğinin "barış" politikası, gerillayı dağdan indirip gerilla mücadelesini tasfiye etmeye, diğer alanlarda da halkı düzene yedeklemeye yönelik bir barıştır. Sendikalar, işçiler, memurlar, DKÖ'ler, barış diyerek, ABD ve MGK politikaları doğrultusunda kullanılamaz. Kitlelerin Kürt-Türk diyerek parçalanmasına izin verilmemelidir. Bu MGK'nın siyasetidir. ABD'nin siyasetidir. Onların işine gelir. Onların sınıfsal çıkarları, hak ve özgürlükleri için birlikte mücadele zaman zaman "EKMEKYOKSA BARIŞ DA YOK" sloganını atmışlardır. Kapitalizmde işçiye, emekçiye, halka ekmek yoktur. O nedenle de emekçi, kapitalizmde burjuvaziyle asla BARIŞMAZ. etmektedir. Oligarşi Kürt işçiler için ayrı, Türk işçiler için ayrı emeklilik yaşı tesbit ediyor mu? Benzin zammı Türkler için geçersiz, Kürtler için geçerli diyor mu? Kürt memurlara başka bir zam oranı, Türk memurlara başka bir zam oranı mı uygulanıyor? Hangi milliyetten olursa olsun, emekçi halkın sorunları ortaktır; mesleki örgütler olan sendikalarda, odalarda, diğer kitle örgütlerinde halkı Kürt-Türk diye bölmek, mücadeleyi zayıflatmaktan başka bir sonuç vermez, sorunlarımız, taleplerimiz ortaksa, doğru olan mücadelemizi ortaklaşa yürütmektir. KÜRT MİLLİYETÇİLİĞİNİN "BARIŞ" DEDİĞİ EMPERYALİZMİ, KAPİTALİZMİ KABUL ETMEKTEN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR Bugün "Barış" maskesi altında savunulan, emperyalizm ve oligarşiye teslim olmaktır. Onların düzenini kabul etmektir. Kimsenin kimseyle barıştığı falan yok. Hiç bir yerde de olmadı. Uyduruluyor. Boş hayaller kuruluyor. Egemen sınıfların, emperyalistlerin kimseyle, hele de halkla, kendisine karşı savaşanlarla barıştığı falan yok. O ancak, halk veya savaşanlar, teslim olunca, tamam barıştım diyor. Patron işçiyle, devlet memurla, ancak "uslu" durduğu, hakları için mücadele etmediği zaman "barış" içinde ne güzel yaşıyoruz diyor, yok eğer mücadele ediyorsa, panzerleriyle, çevik kuvvetleriyle işçiye, emekçiye karşı açık savaşını yürütüyor. Ekmeğini isteyen emekçi, sömürüden kurtulmak isteyen halk, patronlarla, onların devletiyle savaşmak zorundadır. Bu savaş onlarca biçimde olabilir, ama savaş sürekli ve gereklidir. Kürt milliyetçileri, baştan beri, halkın ekonomik demokratik sorunlarına, bu doğrultudaki mücadelesine ilgisiz kalmışlar, hatta küçümsemişler, engellemişlerdir. Sendikalarda varlık nedenleri, sendika yönetimlerini ele geçirmeye çalışmaları, esas olarak 90'lardan itibaren Kürt milliyetçilerinin barış politikalarına destek sağlamak içindir. Sendikaları sadece bu konuda kullanmaya çalışmışlardır. Şimdi Kürt milliyetçilerinin silahlı yürüttüğü savaşın sonuna gelinmiştir. Daha doğrusu artık kendileri son noktayı koymak istiyorlar. Şimdi söylenenlerin esası da budur; biz teslim olduk, oligarşi de "barıştım" desin deniyor. Barış değil, kapitalizme, emperyalizme tabii olma var. Barış değil, devrimi yok etmek var. Bu politikayı destekleyenler, halka, devrime hesap vermek zorunda kalacaklardır. Tabii sendikalar yalnızca ekmek mücadelesi verilen yerler değildir, bu ekonomizmdir. Sendikalar demokrasi mücadelesi de vereceklerdir. Emperyalizmin dünyadaki ve ülkemizdeki saldırılarına karşı anti-emperyalist mücadeleye de katılacaklardır. Ülkemizde hangi uluslar, milliyetler, mezhepler üzerinde ulusal, dinsel baskılar varsa, onlara da karşı çıkacaklardır. Ama bunu Anadolunun tüm emekçileri olarak birlikte yapacaklardır. Oligarşiyle barış uğruna, tüm diğer mücadelelerden vazgeçmenin, ne işçinin, ne memurun, ne Kürt halkının, ne de tüm Anadolu halklarının çıkarlarıyla bir ilgisi yoktur. AÇLIĞIMIZIN, YOKSULLUĞUMUZUN, MARUZ KALDIĞIMIZ HER TÜRLÜ ZULMÜN SORUMLUSU ABD VE İŞBİRLİKÇİ HÜKÜMETLERDİR Emperyalizm IMF'sini ülkemize gönderiyor, mezarda emekliliğimiz üzerine karar çıkartıyor. IMF ABD'dir. Peki aynı ABD, Kürt sorununda neden ve nasıl halkın çıkarını düşünüyor olsun? ABD ekonomik paket gönderiyor; bu paketten halkımızı açlığa mahkum eden kararlar çıkıyor. Ama ABD'nin gönderdiği "Kürt sorununa çözüm paketi"nden özgürlükler çıkacak öyle mi? Mümkün mü bu? ABD.ABD'dir. Onun, ne ekonomik, ne siyasal, ne ulusal açıdan, halkların çıkarları doğrultusunda hiç bir çözümü yoktur. HANGİ MİLLİYETTEN, İNANÇTAN OLURSA OLSUN, TÜM İŞÇİLER, MEMURLAR, KÖYLÜLER, GENÇLİĞİMİZ, HALKIMIZ, BİRLEŞELİM! BİRLEŞELİM ve asü düşmanımız olan EMPERYALİZME VE İŞBİRLİKÇİLERİNE KARŞI DİRENELİM, SAVAŞALIM, HAKLARIMIZI GASBETTİRMEYELİM. MÜCADELEMİZİ BÜYÜTÜP, ÖNCE PARÇA PARÇA HAKLARIMIZI, ÖZGÜRLÜKLERİMİZİ KAZANALIM, orada bırakmayalım mücadeleyi, SAVAŞALIM, KENDİ İKTİDARIMIZI KURALIM! Çünkü tüm sorunlarımızın çözümü bunda.* ECEVİT'İN GENELGESİ İŞKENCEYİ ÖNLEYECEKMİŞ(!) Geçtiğimiz hafta içinde Vatan Caddesi'ndeki İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nden yani işkenceden çıkan bir kişiyle konuşuyoruz. Anlattıkları, tanık oldukları ve yaşadıkları daha önce binlerce kez yaşananlardan hiç farklı değil. Aklında kalanlardan biri de işkencecilerin işkenceye başlamadan önce söyledikleri "Bu memlekette faşizm var, bize hiç kimse bir şey yapamaz"şeklindeki sözleriydi. İşkencecilerin pervasızlıkla bunları söylediği günlerde ise başbakan Ecevit; Birleşmiş Milletler tarafından "İşkence Görenlere Destek Günü" olarak ilan edilen 26 Haziran vesilesiyle, insan hakları ve düşünce özgürlüğü konusunda bir genelge yayımladı. Genelgede daha önce çıkarılan yönetmeliğe titizlikle uyulması, başta valiler, kaymakamlar ve cumhuriyet savcıları olmak üzere, tüm mülki amirlerin "habersiz kontrol ve teftişler" yaparak "kusurlu" buldukları yetkiler hakkında işlem yapmaları isteniyordu. Genelge daha önceki hükümetlerin de çıkardıkları gibi gözboyamaya, devletin imajını tazelemeye yöneliktir. Ama aynı zamanda bu ülkede işkence yapıldığının da devlet tarafından kabulü, itirafıdır. Tüm valiliklere gönderilmiş olması da işkencenin tüm ülke sathında, yaygın ve sistematik olarak yapıldığının kabulü ve itirafıdır. Ama bu genelge de öncekiler gibi bir şeyi değiştirmeyecektir. Çünkü; bu devlet işkence yapmadan yaşayamaz. Halka uyguladığı terörden, zordan, işkence ve baskıdan başka ayakta duracak bir araca sahip değildir. Bu nedenle de Ecevit genelgesi suya yazılan yazı gibi açıklandığı andan itibaren yok olmuştur. İşkence tezgahları yine eski hızıyla çalışmaya devam etmektedir. Bugüne kadar işkenceyi önleme demagojiyle kaç kez çıkarıldı bu genelgeler? "Pembe karakollar" demagojisi yapıldı. Göstermelik teftişler, karakollara, şubelere "baskınlar"da yapıldı. Tesadüf ki, bunların hemen hepsi neredeyse tertemizde, işkence yapıldığına ilişkin bir iz, işaret yoktu. Hasbelkader bir iki işkence aracına rastlanınca bunlar da münferit sayılıp geçiştirildi. Ama işkenceler bütün hızıyla devam etti. Hiç kuşku yokki, bundan sonra da devam edecektir. Ecevit de kendisinden öncekiler ve bütün devlet yetkileri gibi işkenceyi utanmazca "münferit" göstermek istiyor. Diyor ki; "işkenceyi yapan devlet değil, birkaç kendi bilmezdir". Bu da yapılacak denetimlerle çözülecekmiş. Hem de işkencehaneleri denetlemekle görevliler her üç ayda bir yazılı olarak Başbakanlık İnsan Hakları Koordinatör Üst Kurulu'na bilgi verecekmiş! Bravo Ecevit!. Bugüne kadar böylesi bir çözümü kimse akıl edememişti(!) Oysa varolan durum tam tersini gösteriyor. İşkencecileriniz şubelerde bir yandan işkence yapmaya devam ederken öte yandan "Burada devlette biziz, Allah da", "Bizden hiç kimse hesap soramaz", "Cumhurbaşkanı gelse seni kurtaramaz"diyorlar. Bu cesareti, pervasızlığı nereden alıyorlar dersiniz? Çünkü, onlarda çok iyi biliyorlar ki, bu genelgeler, göstermelik teftişler falan hepsi gözboyamaya, imaj tazelemeye yöneliktir. Kısa bir süre sonra unutulup gidecektir. Yıllardır bunu yaşıyor ve görüyoruz.* YORGUNUM ADI SOYADI: Eylem YEŞİLBAŞ DOĞUM TARİHİ: 13.03.1975 MESLEĞİ: Gazeteci GÖZALTINA ALINDIĞI YER VE TARİH: Elazığ,21 Mayıs 1996 GÖRDÜĞÜ İŞKENCE TÜRLERİ: Askıya alma, elektrik verme, su dolu varillere başaşağı batırma, kaba dayak, küfür... GÖZALTINDA KALDIĞI GÜN: 10 gün ŞU ANDA BULUNDUĞU YER: Malatya Hapishanesi Aslen Dersim'liyim. '95 yılında İstanbul'a gelinceye kadar Dersim'de oturuyordum. Kurtuluş Gazetesi'nin İstanbul'da bulunan merkez bürosunda çalışıyordum. '96 Mayıs ayında gazetemizin Elazığ bürosu kapalı olduğu için ilgilenmeye gittim. İstanbul'a geri döneceğim zaman Elazığ tren garında şüpheli şahıs olarak gözaltına alındım. Tren garından 1800 Evler işkencehanesine götürüldüm. Arabanın içinde beni kimsenin görmemesi için kafama bir mont geçirdiler ve koltuklar arasına sıkıştırdılar. Şubeye gelince hemen askıya aldılar. Kim olduğumu bildiklerini ve üzerimde bulunan kimliğin sahte olduğunu iddia ediyorlardı. Askıdayken ayaklarımdan çekip konuşursam indireceklerini, aksi taktirde oradan sağ inemeyeceğimi söylüyorlardı. Yine askıdayken önce başımdan ve el parmağımdan sonra vücudumun değişik yerlerinden elektrik verdiler. Sürekli küfür edip söylediklerini yapmazsam beni cumhurbaşkanın bile kurtaramayacağını söylüyorlardı. Daha önce katlettikleri Sinan Demir'i anlatıp ölümle tehdit ediyorlardı. Askıdan indirdikten sonra da içi su dolu varile soktular. Kimliğimin gerçek olduğunu öğrenmişlerdi. 2 gün sonra da İstanbul Kurtuluş bürosunda çalıştığım için beni İstanbul'a götüreceklerini söylediler. Bir taksiye bindirip İstanbul'a götürdüler. Yol boyunca kaba dayak, küfür, hakaret sürdü. Mola verdikleri dinleme tesislerinde halka terörist olarak tanıtmaya çalıştılar. Kışkırttıkları insanların tepki göstermesi üzerine tekrar arabaya bindiriyorlardı. Yolun tenha yerlerinde arabadan indirip infaz denemeleri yapıyorlardı. Bu şekilde Vatan olarak bilinen İstanbul'un işkencehanesine getirildim. İstanbul'un işkencecileri Elazığ polisi neden bunu sağ getirdi diye kızıyorlardı. Burada bana TİM-1 işkence yaptı. Askı, kaba dayak, küfür, hakaret şeklinde üç gün süren işkenceden sonra tekrar Elazığ'a getirildim. Burada rapor almak için sağlık ocağına götürüldüm. Doktora şikayette bulunmama için tehdit edildim. Doktora vücudumdaki morlukları gösterdiğim için şube gelince bu yüzden askıya alındım. 11. gün çıkarıldığım mahkeme tarafından tutuklandım. Bana işkence yapanların gerçek ismini bilmiyorum. Elazığ'da işkenceciler birbirlerine Çorbacı, Cemşit, Kurt, Asker, Komutan diye hitap ediyorlardı. İstanbul'daki işkenceciler ise sürekli değişen numaralarla birbirlerini çağırıyorlardı.* - Yarın dağıtmak için bir bildiri hazırlaman gerekiyor. Kısa ve etkileyici bir şey olsun. Fazla uzun olmasına gerek yok. Sabah 08.00'de getirirsin. Off, olacak iş mi diye geçirdi içinden. Şu anda saat akşamın dokuzu. Daha eve gidecek, yazacağı bildin üzerine düşünecek, hazırlayacak. Üstelik sabahın köründe de randevu mu olur? Ama bir şey demedi, tamam diye geçiştirdi. Eve girip sıcak çayı içince üstüne öyle bir yorgunluk çöktü ki, uyuyup kaldı... - Yarınki gösteriden önce en az 3 tane pankart hazırla ve bölgeye erken sok. Mutlaka erken saat olsun, yollar tutulmadan pankartların girmesi gerekiyor. Gecikirse sokmamız riskli olur. Yine aynı şeyi yapıyor. Bütün gün koşturduğumuz yetmezmiş gibi gece pankart yazdırır. Sabaha kadar pankart yaz, sabah beşte sokaklara düş. Peki ben ne zaman dinleneceğim? Dinlenmek, sokaklarda tabanlarımız patlayıncaya kadar koşturduktan sonra eve gidip ayaklarımızı şöyle uzatıp müzik dinlemek ya da yumuşak ve sıcak bir yatağa uzanmak... Tüm bunlar ne kadar masum ve insanca istekler değil mi? Saatlerce çalışan her insanın dinlenmeye hakkı vardır. İnsan makina değil ki. Hem makina bile kapasitesinin üzerinde çalışırsa bozulur, isyan eder... ... mi? Evet, böyle diye düşünürüz çoğu kez. Ve bu düşünceleri masum görürüz. Peki öyleyse, biz kimiz? Bir mağazada tezgahtar mı? Ya da devlet memuru mu? Bir fabrikada işçi mi? Okula geliş gidiş saatleri belli bir öğrenci mi? Bir şirketin elemanının çalışma saatleri bellidir. Sabah işbaşı yapar, akşam evine döner. Bayram, yılbaşı, yaz tatili vb. vardır. Oysa biz devrimciyiz. Devrimcinin kim olduğunu Mahir Çayan şöyle tanımlıyor: "Devrimcinin görevi devrim için çarpışmaktır, hem de tüm olanakları ile. Büyük ustaların sık sık belirttikleri gibi Devrim İçin Savaşmayana Sosyalist Denmez'. Bu nedenle devrimci kendini devrime hazırlamalı, yeteneklerini geliştirmeli, uzmanlaşmalıdır..." Evet, biz devrimciyiz ve görevimiz tüm enerjimizle devrim için savaşmaktır. Tezgahtar, memur, işçi, öğrenci, işportacı, çiftçi de olsak en temel niteliğimiz devrimciliğimizdir. Verilen görevleri isteksiz yerine getirmek, yorgunum, bu iş bugün olmaz, yarın yapayım vb. gerekçeler üretmek devrimciliği bir ruh, bir coşku olarak görmeyen bir anlayıştır. Bir şirkette çalışan eleman gibi ilişki yürütmektir. Böyle bir anlayışta yorgun olmak da meşrudur, dinlenmek için görevlerini ertelemek de. Kontrgerilla cumhuriyeti haline getirilmiş bir ülkede, halkın günbegün açlığa-sefalete itildiği bir ülkede yaşıyoruz. Böyle bir ülkede bizlere çok masum gelen bu gerçeklerin, küçük savsaklamaların sonucu nedir? Sonuç, neticede devrim sürecinin uzaması, zaferin ertelenmesidir. Halkımızın her gün daha fazla açlığa-sefalete itilmesi, katliamların, işkencelerin artması demektir. SON TAHLİLDE böyledir bu, ama değişir mi? Daha fazla yorularak da olsa, daha fazla emek harcayarak, kendimizi paralayarak da olsa devrimin kazanımlarını bir gün, hatta bir saat, bir dakika önce devrime ulaşmaya değmez mi? Kuşkusuz, devrimci de insandır ama o sıradan bir insan değildir. Sıradan bir insandan çok daha güçlüdür o. Bu gücü inancından alır. Dünya devrimleri ne olağanüstü silah gücüyle başarılmıştır, ne de silahteknoloji üstünlüğüyle. Devrimi başaran, zaferi kazanan bu güçtür. Biz devrimciyiz. Bunun anlamı, bu çürümüş-kokuşmuş düzeni yıkmak, yeni bir toplum kurmak için yola çıkmış insanlar olduğumuzdur. Bu yolda yorulmaya hakkımız yoktur; çoğu zaman dinlenmeye de zamanımız olmayacaktır. Haydi o zaman durmadan, yorulmadan ileri... * İdamların tarihi sınıflı toplumların tarihi kadar eskidir. Köleci toplumdan bugüne idam ipini emekçi halkın öncülerinin boynuna geçiren eller değişmiş, ama her dönem darağacında sallandırılan emekçi halklar olmuştur. Çok nadir de olsa egemen sınıfların kendi aralarındaki çıkar çatışmaları, hesaplaşmaları sonucu kurulan darağaçları istisnadır ve bu gerçeği değiştirmemektedir. Yüzyıllar boyunca halkın mücadelesini baskıyla, zorla, katliamlarla engellemeye çalışan egemen sınıflar birçok infaz yöntemini kullanmışlardır. Yeri gelmiş kurşuna dizmişler, yeri gelmiş çarmıhlara germişler, yeri gelmiş giyotinler, darağaçları kurmuşlar, elektrikli sandalyeleri, zehirli iğneleri kullanmışlardır. İdamlar egemen sınıfların ihtiyaçlarına göre, bazen gizlice hapishane avlularına kurulan darağaçlarında alelacele gerçekleştirilmiştir. Ama gün gelmiş aynı darağaçları meydanlarda kurulmuş ve halka zorla seyrettirilmiştir. Daha fazla insanın görmesi ve "ibret alması" için cesetler günlerce darağaçlarında sallandırılıp, teşhir edilmiştir. İdamlar egemen sınıfların hukuka, kitaba uydurulmuş katliamlarıdır, idam cezalarının bolca verilebilmesi ve rahatça uygulanabilmesi için olağanüstü mahkemeler kurulmuş, egemenlerin kendi yasaları dahi hiçe sayılarak düzmece tutanaklarla, fetvalarla idam kararları alınmış ve uygulanmıştır. Osmanlı'da padişah buyruğuyla verdirilen fetvalarla darağaçları kurulmuş, zulüm düzenine başkaldıran Şeyh Bedreddinler, Pir Sultan Abdallar ve daha nice halk önderleri darağaçlarına asılmışlardır. Sultanahmet Meydanı'nda yapılacak idamlar günler öncesinden duyurulur, halk toplamp seyretmesi için zorlanırdı. Cumhuriyet döneminde fetvaların yerini İstiklal Mahkemeleri almış, bu kez darağaçları ulusal kimliği, bağımsızlığı için ayaklanan Kürt halkının önderleri için kurulmuştur. 12 Mart'ta, 12 Eylül'de devrimci mücadelenin önünü almak için kurulmuştur darağaçları. Darağaçlarını kuranlar, Türkiye'de işbirlikçi oligarşidir. Yunanistan'da faşist cuntacılardır. Çekoslavakya'da Nazilerdir. ABD'de karlarına kar katmak isteyen tekelci burjuvazidir. Sayımızda tanıtımını yaptığımız üç kitap, darağaçlarının gölgesinde yazılmıştır ve idamların çeşitli boyutlarını ele almaktadırlar. Kitabın Adı: DARAĞACINDAN NOTLAR Yazan: Julius Fuçik Yayınevi: Oda Yayınları "Yaşamımın filmini yüz kez binlerce ayrıntılarıyla gördüm. Şimdi onu yazmaya çalışacağım. Celladın ipi ben bitirmeden boğazımı sıkarsa geride filmin mutlu sonunu yazacak milyonlarca insan var."(sf:14) Julius Fuçik böyle diyordu. Yaşamının son anlarında geride kalanlara birşeyler bırakmaya çalışıyordu. Devrimci iradeyi hiçbir gücün yıkamayacağını, ölüm korkusunun devrimcileri teslim alamayacağını tüm dünyaya göstermek istiyordu. Biliyordu ki, tarihe yazılan her direniş destanı gelecek kuşaklara bir eğitim aracı, savaşı geliştirmek için bir güç kaynağı olacak. Julius Fuçik, bir gazeteci, edebiyat eleştirmeni, hepsinden önemlisi bir komünist önderdir. Yaşamını bir işçi olarak sürdüren Fuçik, Nazi işgalinden önce Çekoslovakya Komünist Partisi'nin yayın organının editörlüğünü yapıyordu. Nazi işgali sırasında partinin yeraltına geçmesiyle beraber Julius Fuçik de yeraltına geçti. İdeolojik ve tarihsel çalışmalara yoğunlaştı. Partinin yeraltı merkezinin örgütlenmesinde çalıştı. Ve merkez yayın organını çıkarmaya devam etti. 24 Nisan 1942'de Gestapo tarafından tutuklandı ve akılalmaz işkencelerden geçirildi. Ölümü pahasına inançlarını, siyasi kimliğini savundu. Kendisinden parti sırlarını isteyen, "Biz herşeyi biliyoruz" diyen işkenceciye, "Herşeyi biliyorsan sana neden daha fazlasını anlatayım. Yaşamımı boşuna harcamadım. Sonunu da rezil edecek değilim" cevabını verdi. İşkencede direnmekle de kalmadı, Gestapo'nun işkencehanesinde parti örgütlülüğünü yarattı. Ve devrimci, yurtsever gardiyanlar aracılığıyla dışarıyla haberleşmeyi sağlayarak birçok parti kadrosunun tutuklanmaktan kurtulmasını sağladı. Tutuklanmasından ölüme mahkum edildiği 23 Ağustos 1943 tarihine kadar kaldığı Gestapo hücrelerinde sürekli işkence altındaydı. Her an infaz için alınıp götürülme riskini yaşıyordu. Ama onun yaşamına, duygularına yön veren yoldaşlarına ve partisine duyduğu sorumluluk oldu. Dört duvar arasındaydılar ama kalpleriyle, beyinleriyle mücadelenin ortasındaydılar. 1 Mayıs meydanlarında yürüyen kitlelerin içindeydiler, Kızıl Meydan'daydılar. Gestapo'nun işkence merkezinde devrimci yaratıcılıklarını kullanarak 1 Mayıs'ı kutladılar. "Bugün 1 Mayıs çocuklar, bugüne yeni bir hareketle başlayalım. Gardiyan ister baksın ister bakmasın. İlki balyoz sallama hareketi, bir iki, bir iki. İkinci olarak ekinlerin biçilmesi, orak-çekiç sallamaya başlıyorlar. Bu bizim 1 Mayıs gösterimiz çocuklar. Bu sözsüz oyun, ölüme doğru yürüyen bizlerin bile sarsılmadan dimdik kalacağımızı anlatan 1 Mayıs andımız bizim." (sf:47) Aylar yıllar süren işkencelere rağmen dimdik ayakta kaldılar. Kadrosuyla, kitle ilişkisiyle; düşman saflarında ölümü göze alarak devrim için çalışan gardiyanlarla, görevlilerle sarsılmaz, yıkılmaz bir örgütlülük oluşturdular. Kitap bu koşullarda, bir Çek gardiyanın her türlü riski göze alarak sağladığı kağıt ve kalemlerle yazıldı. Ve sayfa sayfa dışarı çıkarılarak saklandı. Yıllar sonra saklandığı yerden çıkarılarak kitap haline getirildi. Julius Fuçik, hüküm giydikten ondört gün sonra 8 Eylül 1943 günü Berlin'de idam edildi. "Nöbeti devrediyorum" diyerek bayrağı "mutlu sonu" yazacak milyonlara emanet ederek görevini layıkıyla yerine getirmiş olmanın huzuru ile ölümsüzleşti. Son dileği: "Ve yineliyorum. Biz mutluluk uğruna yaşadık. Bu uğurda savaşa girdik, bu uğurda ölüyoruz. Hüzün hiçbir zaman adımızla anılmasm"dı.(sf: 66-67)) Kitabın Adı: İDAM GECESİ ANILARI Yazarı: Halit Çelenk Yayınevi: Tekin Yayınevi İdam Gecesi Anıları Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'ın idamlarıyla ilgili belgelerin ve anıların derlenmesinden oluşuyor. Davanın avukatlarından Halit Çelenk, tarihi bir davaya ve infaza tanıklık etmenin sorumluluğuyla hareket ettiğini söylüyor. İdam kararının verilmesindeki hukuksuzlukla ilgili bütün belgeleri gözler önüne seriyor. Egemen sınıfların kendi Anayasa ve yasalarını hiçe sayarak idam kararlarını çıkartmak için nasıl uğraştıklarını en somut haliyle görüyoruz. Yazarın reformist bakış açısı, kitaptaki yorumlara da damgasını vuruyor. Denizler'in savaşçı yanlarını değil de genç olmalarını, idam cezalık(!) bir eylemde bulunmadıklarını söylüyor. Siyasi kimliklerini, silahlı mücadeleyi savunan bir örgüt olmalarını görmezden geliyor. Bu bakış açısı ona; "Adam öldürmemişlerdi, kimseyi yaralamamışlardı. Kaçırdıkları Amerikalılara iyi davranmışlardı. Bunu Amerikalılar mahkemede açıklamışlardı. Olağan, yansız, adil bir mahkemede yargılamalardı bugün yaşıyor olacaklardı."(Sf. l2l) dedirtebiliyor. Oysa Denizler, halkın kurtuluşu için silahlı bir savaşın başlatıcıları olarak, oligarşinin idamları silahlı devrim cephesini yok etmek için gündeme getirdiğini ve infazların yapılacağını biliyorlardı. Ve son dakikalarına kadar yanlış yorumların, spekülasyonların önüne geçmek için çalışmışlardı. Deniz Gezmiş, Avukat Halit Çelenk'le olan son konuşmasında "Biz bu gelişmeleri bekliyorduk, mesele tamamen siyasi bir meseledir. İnfazlar yapılacaktır. Bizler ölüme hiç korkmadan, en küçük bir endişe duymadan seve seve gidiyoruz..."(S: 69) diyor. Ve son isteklerini sıralarken af dilemeyi küçüklük olarak gördüklerini, akıllarından bile geçirmediklerini söylüyorlar. "Başbakan dün bir açıklama yaptı, dinledik ve gazetelerden okuduk. (Konuşmayı yapan Nihat Erim'dir) Bu konuşmayla bizlerin kendilerinden af dilememiz, eylemlerimizden pişmanlık duyduğumuzu açıklamamız istenmektedir. Bizler böyle bir şey düşünmüyoruz. Af dilemeyi aklımızdan geçirmiyoruz. Ölüme seve seve gideceğiz. Yurdumuzun ve halkımızın yararına olduğuna inandığımız bir eyleme girdik. Af istemek sözkonusu değildir. Böyle bir şey yapmayacağız" diyorlar ve ailelerinin de af istemesini engellemesini rica ediyorlar. Kitap, yazarın reformist bakış açısına rağmen belgesel nitelikte olduğundan okunmaya değer. Özellikle Denizlerin idam sehpalarındaki onurlu direniş geleneğine yeni bir halka eklemeleri çok canlı bir şekilde anlatılıyor. İdam sehpalarındaki "Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye, Yaşasın İşçiler, Köylüler, Kahrolsun Emperyalizm" "Ben ülkemin bağımsızlığı ve halkımın mutluluğu için şerefimle bir defa ölüyorum. Sizler bizi asanlar (...) Biz halkımızın hizmetindeyiz, siz Amerika'nın hizmetindesiniz, Yaşasın Devrimciler, Kahrolsun Faşizm" "Ben hiç bir şahsi çıkar gözetmeden halkımın mutluluğu ve bağımsızlığı için savaştım..." diyen Deniz Yusuf ve Hüseyin, "Onlar gençtiler, masumdular, yaşasaydılar bugün belki farklı düşünebilirlerdi" diyenlere son nefeslerinde en güzel cevabı veriyorlar. Kitabın Adı:DARAĞACINDA YAPILAN SİYASET İDAM Yayınevi:Haziran Yayınevi "Darağacında Yapılan Siyaset İdam" adlı kitap, 12 Eylül cuntası sonrasında Nihat Erim ve Mahmut Dikler davalarından yargılanan ve idam cezasına çarptırılan Devrimci Sol savaşçılarını anlatıyor. Nihat Erim, 12 Mart döneminin "balyozcu" Başbakanıdır. Mahmut Dikler, 12 Eylül sonrasının işkencelerinden, katliamlarından sorumlu olan, İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısıdır. Mahmut Dikler'in cezalandırılması eyleminden sorumlu tutulan devrimciler 12 Eylül mahkemelerinin suçüstü ve olağanüstü hal hükümlerine göre yargılandılar. Eylemlerin yapılış tarihlerinden çok sonra tutsak edildikleri halde, resmi tutanaklarda tahrifat yapılarak, eylemden hemen sonra tutsak edilmiş gibi gösterildiler. İddianamenin bile verilmediği, savunma hakkının tanınmadığı bir yargılama sonucunda idam cezasına çarptırıldılar. 5 ay içinde bütün formaliteler tamamlanmıştı. Cunta acele ediyordu. Kamuoyunda ses getiren bu eylemlerin "sorumlularını" cezalandırarak halka ve Devrimci Sol'a gözdağı vermek istiyordu. İdamlar politikası devrimci harekette cunta arasında siyasal bir hesaplaşmaydı. Bu tarihten şartlı tahliye yasasının çıkmasına kadar idamlar siyasi rehin tutma yöntemi olarak kullanıldı. Hemen her devrimci eylemden sonra idam dosyalarının meclis gündemine alınması önerildi. Yapılan siyasi bir şantajdı. Bu yolla devrimci savaşın engellenmesi amaçlanıyordu. Elimizdeki kitap idam hükümlüsü tutsaklarla yapılan röportajlardan oluşuyor. Tutsakları; yargılama süreçlerine, idamların siyasal anlamına ilişkin sorulara cevap veriyorlar. İdam hükümlüsü tutsaklar, "peki siz idamlara karşı mısınız?" sorusuna, "Biz savaşlar bir daha olmasın diye bugün nasıl savaşların kaynağı emperyalizmle savaşıyorsak, her birimiz silah aşığı olmadığı halde düşmanla savaşabilmek için silah kullanan ellerimiz titremiyorsa, Devrimci Halk İktidarı sürecinde de halk düşmanlarına karşı bu silahı kullanmak zorunda kalabiliriz. Bunu anaların ebediyyen ağlamayacağı bir düzen için, sosyalizm ve sınıfsız toplum için, idamsız bir düzene varmak için yapmak zorunda kalabiliriz."(Sî:136) diyorlar. İdamla ilgili düşünceleri sorulunca "ölümün biçimi önemli değil, bedelleri göze almış bir savaşçı için ölümün hiç bir biçimi korkutucu değil" diyorlar. Bir ihtimal olarak, idam öncesi son ana ilişkin duygu ve düşünceleri sorulduğunda ise Aslan Tayfun Özkök şöyle cevaplıyor; "İdam sehpası son çatışma yerimiz olacak. Devrimci örgütümüze, misyonumuza, emekçi halkımıza yakışır bir tavır alınacak... 1972 geleneği yaşatılacak, geleceğe, sınıf mücadelesine örnek alınacak miraslar bırakılacak. Son anlarımızla ilgili başka düşüncelerimiz bunlardır. Mahkemelerde zindanlarda hep yukarda tutmaya çalıştığımız devrim bayrağını idam sehpasında da düşürmemek... Bu son çarpışmamızda da yükseklerde dalgalandırmak... Darağacına giderken bir eyleme gider gibi hazırlanmak ve gitmek... İmama, cellada iş bırakmamak ve elbette ki, devrimi görememenin hüznü, devrim için ölmenin coşkusu..." (Sf:151) Yani kısacası, darağacı karşısında boyun eğilmiyordu. Tam tersine ölüme meydan okunuyordu. Mücadelenin gelişmesiyle birlikte düşman idamlar politikasından bir süre için vazgeçmek zorunda kaldı. Ama sınıflar mücadelesinin geliştiği ülkemizde tutsak düşmeler devam ediyordu. Yeni kalemler kırılıyor, yeni idam cezaları veriliyordu. Oligarşi bugün de zaman zaman "siyasi rehin tutma" ve şantaj politikasını gündeme getiriyor. Ama özgür tutsaklar da "Cesaretiniz varsa asın" diyerek darağaçlarına meydan okumaya devam ediyorlar.* Akit haddini bilsin! Bizim anti-emperyalistliğimizi sorgulamak onun haddi değildir Kontranın gönüllü borazanlarından Akit yine uydurup hayasızca devrimcilere saldırıyor. 11 Temmuz tarihli Akit'in ikinci sayfasında "Sivas Tahriki" adıyla yayımlanan dizide "Düzeysiz Küfürbazlar" başlığıyla kontranın kaleminden küfürler sıralanıyor: "Sivas'da 33 kişinin, dumandan zehirlenerek ölmesini bir intikam vesilesi yapan malum kesim, kinlerini düzeysizkalitesiz şarkı türkülerine konu ederek, toplumsal bir yarayı sürekli açık tutma çabası gösteriyorlar." Bakın gördünüz mü? Akit, Sivas'taki katliamın gerçek suçlusunu bulmuş: "Duman". 33 kişi dumandan zehirlenerek ölmüş. Peki niye dumandan zehirlenmiş bu 33 kişi? Temmuz'un sıcağında sobada kömür mü yakmışlar, ya da otel içinde odalarında mangalla mı uğraşıyorlarmış? Oteli yakıp 33 insanın yanarak ya da dumandan boğularak ölmesine yol açan katiller için Akit ne diyor mesela? İyi yaptılar, laikleri yaktılar diye seviniyor mu? Akit hep böyledir. Sürekli uydurur, provoke eder. İlkel, karanlık, devlete, kontraya hizmet eden bir gazetedir işte. Düşünce ve inanç özgürlüğünden söz eder; ama kendisi gibi düşünmeyeni ve inanmayanı öldürmek ister. Katli vaciptir der. Şöyle yazar Akit: "GRUP YORUM; YERLİ RÜŞDİ, EMPERYALİZMİN SÖZCÜSÜ." Terbiyesizlik bu kadar olur. Akit gibilerinin esamesi okunmazken Grup Yorum'un takip ettiği geleneği savunanlar emperyalizme karşı ölüyordu bu ülkede. Akit de bilir, ama bilmezden gelir. "Grup Yorum'un yaptığı bir şarkıda ise 'senin da dağların var Sivas, senin de dağların dağlarında sahanların...' ifadeleriyle başlayan dizeler, birden laik-kemalist bir tarz alıyor..." diye yazar. Bravo Akit'e. Nasıl da keşfetmiş Grup Yorum'daki "kemalist tarzı". Aferin. "... ve 'Özgürlüğü yazan kalem kırılır' cümlesiyle şarkı sürüyor. Grup Yorum'un temsil ettiği siyasal düzeyin, Aziz Nesin gibi halkın dini değerlerine hayasızca saldıran ve sırf bu arzusunu tatmin için emperyalizm tarafından üretilmiş Salman Rüşti'nin gönüllü Türkiye şubesi olarak çalışan ve böylece modernemperyalizmin taşeronu olma vazifesini ifa eden kişiyi, 'özgürlüğü yazan kalem' olarak nitelemesi, savunduğu bazı ilkelerin iğdiş, ya da tümden iptal olması yolunda tehlikeye girmesine neden olacaktır." İşte böyle üçkağıtçı, yalancı, takiyyecidir. Demagogluk ruhuna işlemiştir. Sivas'ta katledilmek istenen bir Aziz Nesin üzerinden demagoji yapar hala, yalanlar uydurur. Akit dönüp de kendine bakmalıdır önce. O kimin taşeronluğunu yapmaktadır? En adi pespaye kontra haberler neden hep Akit'te çıkar? Faşist bile diyemeyecek kadar hesapçıdır. Öyle ya, belki MHP'liler üzerlerine alınır. Bu rejimin polisinin, kontrgerillasının kontra haberlerini yayınlarken, onlarla işbirliği yapmaktan hiç rahatsızlık duymaz ama. Grup Yorum'un temsil ettiği siyasal çizgiyi takip eden insanlar emperyalizme karşı savaşıyor bu ülkede, bunun için şehitler veriyor. Akit veya onun takip ettiği çizgi ne yapar? Tek kurşun sıkar mı emperyalistlere? Emperyalizme karşı neyin mücadelesini vermiştir bugüne kadar, neyin bedelini ödemiştir? Devrimciler bağımsızlık için, halkın kurtuluşu için savaşır, bedeller öder, şehit düşer, Akit de yüzüne müslümanlık maskesi takıp kcafreder oradan. Emperyalizme, faşizme karşı savaşan, mücadele eden devrimcileri ihbar eden, karalayan, çamur atan, haklarında yalan, kontra haberler yayınlayan Akit gibilerinden daha iyi taşeron mu bulunur Yazık, yazık... Kirin, pisliğin içine gırtlağınıza kadar batmışsınız, müslümanlığı ağzınıza alıp onu da kirletmeyin bari.* eskiden böyle bilmezdik falan diyor. Annemden komşu kadınların ne dediklerini, ne konuştuklarını soruyorum, bazen ben de tanık oluyorum hepsi zamlardan, geçim Mektubunuzu aldım, sağolun. derdinden adeta feryat ediyor. Şimdi Gündüz ben işteyken gelmiş, ancak bir de benzine, mazota, elektriğe şimdi okuyabildim. Geçen durmadan gelen bu zamların mektubumda bu hafta işwe başlayacağımı söylemiştim. Pazartesi ardından herşeye zam gelecek. Herkes kara başladım. Babamın sahibini tanıdığı, kara düşünüyor ne olacak halimiz giyim eşyası satan bir mağaza. Eve diye. de çok uzak sayılmaz, tek bir Bu konuda mahallede bir şeyler otobüsle gidip gelebiliyorum. Öyle yapmayı düşündüğümüzü büyük bir yer sayılmaz ama epey söylemiştim. Zamlara, ÎMF'ye karşı müşterisi oluyor. Benim dışımda iki bir çalışma başlatma kararı almıştık. arkadaş daha çalışıyor. Onlar da Mahalle çalışmasına yönelik bayan. Biri benden üç-dört yaş kadar deneyimimiz olmadığı için hafta büyük o da müşterilere bakıyor. sonunda bize yardımcı olabilirler mi Diğeri orta yaşlıca, kasada duruyor. diye Zeynep'le görüştüm. Onlar da Genç olanın aklı biraz havada; öbür mahallelerinde Halk meclisiyle böyle abla evli, daha olgun aklı başında bir çalışma başlatmışlar. Ellerinden gözüküyor. Anladığım kadarıyla geldiğince bize yardımcı olacaklar. siyasi bir şeyleri de yok. Daha Başlangıçta meseleye biraz dar yakından tanımaya çalışıyorum. bakıyorduk. Amacımız ortaya bir Şimdilik bir sorun yok aramızda. İşi tepki, protesto eylemi çıkarmaktı. öğrenmem için bana yardımcı Ancak arkadaşlarla yaptığımız son oluyorlar. Yaptığımız iş ağır değil ama toplantımızda soruna sadece bu yanıyla bakmamızın yanlış olduğu, 8-10 saat ayakta kalmaktan olacak mahallede kalıcı bir örgütlenmeyi yine de eve geldiğimde yorulmuş sağlamak için de çaba harcamamız olduğumu hissediyorum. Ama bir gerektiği sonucuna vardık. Zaten siz süre sonra alışırım herhalde. Gerçi çok daha ağır işlerde, kötü koşullarda de mektubunuzda benzer şeyleri belirtip faaliyetimizin esas olarak çalışan insanları düşününce şikayet halkı örgütlemeyi temel alması etmek de biraz ayıp oluyor gerektiğini söylemişsiniz. Okullar sanıyorum. açılana kadar bu işe yoğunlaşırsak bu Tatilde neler yapmamız gerektiği yönde en azından bir temel atmış konusunda uyarılarınızı dikkate oluruz diye düşünüyoruz. alacağım. Arkadaşlarla da zaten Ancak biraz önce değindiğim gibi benzer şeyleri konuşmuştuk. Hem deneyimsiz oluşumuz, bir de bugüne kendi eğitimimiz konusunda, hem de okuldan arkadaşlarla kim kimlerle kadar mahalle halkıyla ilişkilerimizin sınırlı olması, genç oluşumuz gibi nasıl ilişkiyi sürekli tutacak, ne nedenler insanları ikna etmede, zamanlar biraraya gelebiliriz, neler sözümüzü dinletebilmede bizi yapabiliriz diye detaylandırıp bir epeyce zorlayacak sanıyorum. Gerçi program da çıkardık. halk meclisinden arkadaşların Siz de izliyorsunuzdur zaten, yardımı olacaktır ama sonuç Amerikancı hükümet tüm halka alabilmemiz esas olarak bizim birden saldırdıkça saldırıyor. çabamıza bağlı, bunun da Memuru, işçiyi vurdular, zamlar ise farkındayız. Tabii sizin istisnasız herkesi vuruyor. söyleyeceklerinizin de büyük Hükümetteki partilere oy verenlerin faydasını göreceğimizden eminiz. çoğu bile öfkeli. Daha önce Pratiğe yönelik çalışmalara sözetmiştim mahallede alış veriş başladık. Yani bildiri, pul, yaptığımız bakkal DSP'liydi. Bakkala mücadeleye çağrı gibi klasik gittikçe bak ben sana seçimlerden faaliyetler. Bunları kendi önce hiçbirinin birbirinden farkı olanaklarımızla yapıyoruz. Zeynepler olmadığını söylememiş miydim, de yardımcı olacak. Bize, halka senin karaoğlanın da farkı yok; dağıtacağımız bildirilerde, eskiden olduğu gibi enkaz devraldık yapacağımız çağrılarda artık edebiyatı da yapamıyorlar diye klasikleşmiş, herkese hitap eden takılıyorum. Bir şey söyleyemiyor genel başlıklar ve içerik kullanmak tabii. Ne bileyim kızım biz onu Merhaba İbrahim Ağabey; yerine, doğrudan bulunduğumuz mahalle ya da alandaki insanlara hitap eden başlıklar kullanmamızın; söyleyeceklerimizi onların somut sorunları, talepleriyle bütünleşen şekilde ele almamızın daha doğru olacağını söylediler. Hazırladıkları bir kaç örnek vardı. Birinde doğudan mahalle halkına seslenip "Şimdi bakkalın, manavın önünden geçmekten daha çok korkuyorsun. Acaba bir şey ister mi diye çocuğunun gözüne bakmaktan, birlikte çarşıya, pazara çıkmaktan şimdi daha çok korkuyorsun. Neden, sorumlusu kim?", "Birileri dolarları, altınları havada uçuşturarak düğünler, eğlenceler yaparken, bizim çoluk-çocuğumuz neden et-süt yüzü göremez?" gibi sorular soruluyordu. Başka birinde ise sorumlusu İMF, emperyalizm, işbirlikçileridir gibi cevaplarla da yetinmemişler. "Örgütlenmediğimiz, sorunlarımıza yeterince sahip çıkmadığımız, mücadele etmediğimiz, düzen partilerine kandığımız için bunların yaşanmasında bizim de epeyce payımız var" diyerek insanları kendileriyle hesaplaşmaya iten şeyler de yazmışlardı. Biz de böyle değişik şeyler üretmeye çalışıyoruz. Mesela büyükçe pullar yapıp üzerine sadece "İMF nedir? Soframızdan ekmeğimizi çalandır", "İMF nedir? İşimizi elimizden alandır", "İMF nedir Türkiye'nin maliye bakanlığıdır", "Hükümet nedir? İMF'nin memurudur", "Hala susacak mısın?" gibi şeyler yazarak herkesin görebileceği çeşitli yerlere yapıştırıyoruz. Bakalım ne kadar ilgi çekecek, biz de merak ediyoruz, İşte böyle İbrahim abi. Gerçi bunlar işin kolay tarafı, esas mesele tek tek herkese gidip örgütlemek. Tanıdıklarımızdan başladık gerçi ama gitmemiz gereken o kadar çok insan var ki bakalım ne kadar yapabileceğiz. Anneme, babama hadi şu zamları, hükümeti protesto edelim diyorum. Herkes katılırsa biz de geliriz elbette diyorlar. Görebildiğim kadarıyla çoğu insan böyle düşünüyor, tepkisini göstermek için önce başkalarının harekete geçmesini bekliyor. Benim anlatacaklarım şimdilik bu kadar. Sizler de umarım iyisinizdir. Herhalde bu aralar şehitlerimizi anma çalışmaları epeyce zamanınızı alıyordur. 12 Temmuzla ilgili bizde okuldaki arkadaşlarla bir anma toplantısı yaptık. Mahallede de propagandaya yönelik bir faaliyet yürüttük ama sınırlı kaldı. Ölüm Orucu şehitlerimiz için daha yaygın, etkili şeyler yapmayı düşünüyoruz. Bu arada onları en iyi anmanın yollarından biri de daha çok çalışmamız, mücadeleyi yükseltmek için vargücümüzle çalışmamız diye düşünüyorum. Mutlaka böyle yapmamızı isterlerdi. Mektubuma son verirken hepinizi sevgiyle kucaklıyorum. Hoşçakalın. Kardeşiniz Meral Sevgili Meral Merhaba, Önce yeni işinde başarılar diliyoruz. Halkımızın deyimiyle hayırlı uğurlu olsun. Mahallede çalışma başlatmanız elbette olumlu ve yapmamız gerekendir. Devrimci bulunduğu yerde propaganda yapan, örgütleyendir. Gerçi bu konuda genel olarak tüm solun, sendikaların geç kaldığı bir gerçek. Elbette bunlar nedensiz değil, ama şimdi asıl yapmamız gereken bunun nedenlerinden çok, bu süreci mücadelenin yükseltilmesi ve halkın örgütlenmesi açısından nasıl değerlendirebileceğimiz üzerinde kafa yormak ve hızla harekete geçmek olmalıdır. Saldırılar karşısında elbette öncelikli görevlerimizden biri tepkileri açığa çıkarmak, eyleme dönüştürmek olacak. Bunun için herkes nerede olursa olsun bunun için çaba harcamalıdır. Zaten siz başlatmışsınız, yalnız sadece mahalleye çakılıp kalmamalısınız, sendikalara, işçi, memur alanındaki arkadaşlarla ilişki kurup götürebileceğiniz ilişkilerinizle birlikte onların eylemlerine de destek olmaya çalışmalısınız. Yani kendi alanımızda. çalışma yürütürken bir yandan da eylemleri ortaklaştırmak, daha da kitleselleştirmek için çaba harcamalıyız. Çalışmanıza halk meclisinden arkadaşların da yardımcı olacaklarını söylüyorsun onun için biz daha çok, halkı örgütleyebilmek, kalıcı örgütlenme yaratabilmek için nelere dikkat etmemiz gerektiği konusu üzerinde durmak istiyoruz. Söyleyeceklerimiz hiç bilmediğiniz şeyler değil, daha önce çeşitli defalar üzerinde durduk ama yine de hatırlatmakta, daha bir sistemli hale getirmekte fayda var diye düşünüyoruz. Örneğin mahalle çalışmasında deneyimsiz olmanızın, halkı ikna etmede, sözünüzü dinletmede genç olmanızın sizin için dezavantaj olduğunu söylüyorsun. Yeni çalışma başlattığımız bir yerde başlangıçta bunlar dezavantaj olarak görülebilir, engel olarabilir. Ancak aynı zamanda çok kolay aşılabilecek şeylerdir. Dolayısıyla bu tür kaygılar gereksizdir. Öncelikle kendimize güvenmeliyiz. Halkı örgütlemek istiyorsak önce kendimizi sıradan bir taraftar gibi değil, bir önder, bir örgütleyici, yönetici olarak görebilmeliyiz. Önderimiz bak ne diyor: "Gerçek bir önder, bırakın yoğun devrimci potansiyel olmasını hiçbir ilişkinin, hiçbir olanağın olmadığı koşullarda dahi yaşamanın ve kitlelere uzanmanın yolunu bulan insandır. Nasıl sorusunun reçetesi yoktur. Bunun cevabı devrimci inanç, yaratıcılık, disiplinli olmak ve engin halk sevgisindedir." Sorun halka nasıl gideceğiz, kitle çalışması yaparken nelere dikkat edeceğiz bunu bilmek, buna uygun davranabilmektir. Bunu belli bazı başlıklar altında toplamaya çalışalım. 1- Halka güven vermek; Bu senin sorun olarak gördüğün şeylerin cevabıdır aynı zamanda. Çünkü sorunun kaynağı deneyimsiz olmak, genç olmak değil, halka güven verebilmektir. Bu güveni sağlayabildikten sonra gerisi çok kolay aşılır. Şehit yoldaşlarımızla ilgili anlatılanları hatırlıyorsunuzdur. Genç yaşına rağmen kitleleri örgütlemiş, halkın mücadelesine önderlik yapmış pek çok yoldaşımız vardır. Bugün de bir çok yerde, alanda böyledir. 60'lı yıllara, 70'li yıllara baktığımızda da devrimci hareket çok daha gençtir. Mücadele esas olarak genç insanların omuzlarında yükselmiştir. Ama yine de büyük bir kitlesellik vardır, devrimcilerle halk arasındaki bağlar bugünkünden çok yaygın ve güçlüdür. Ha o zaman demek ki bizim kafa yormamız ve yapmamız gereken halkın bu güvenini tekrar nasıl sağlayacağız, bu güveni nasıl büyüteceğiz noktasında olmalıdır. Faşizmin halklar üzerinde dizginsiz bir terör uyguladığı, en sıradan demokratik bir protesto eylemine dahi tahammül edemediği, tüm şiddetiyle saldırdığı ve devrimci mücadelenin ağır bedeller gerektirdiği günümüz koşullarında halk kitlelerini mücadeleye, savaşa katmada bu güveni sağlayabilmenin olgusunun çok büyük önemi var. Düzenin vahşeti, dayattığı onursuzluk, namussuzluk karşısında insanlar her geçen gün düzene, onun adaletine ve kurumlarına karşı güvensizleşiyorlar. Sokakta gelişigüzel önümüze çıkan insanlara düzen politikacılarına, partilerine ilişkin düşüncelerini sorduğumuzda büyük çoğunluğunun "Hepsinin Allah belasını versin, hepsi kendi çıkarlarını düşünüyor, halkı düşünen yok, TBMM'ye giden halkı unutuyor" vb. şeyler olacaktır. Bu, güvensizliktir. Halk artık düzen partilerine ve onların liderlerine, düzenin bürokratlarına kesinlikle güvenmiyor. Düzen partilerine oy verenler de, başkalarına karşı oy verdikleri partileri savunuyor görünenler de kesinlikle güvenmiyor. Çünkü oy verdiği, desteklediği partinin de yalan söylediğini, dediklerini yapmayacağını, yapamayacağını, ilişkilerin çıkar üzerine kurulduğunu biliyor. Susurluk gibi devletin ipliğini pazara çıkaran, düzenin pisliklerini büyük ölçüde ortaya seren bir sürecin yaşanmış olmasına, halkın çok geniş kesimlerinin bunları yakından görmesine rağmen devrimci mücadele, örgütlenme halk için bir çekim merkezi haline gelmemişse, geniş kitleler açısından sol düzene alternatif bir güç olarak görülmüyorsa, düzenden memnuniyetsizliğin bu kadar had safhada olduğu, bunca baskının, yoksullaşmanın, zulümün yaşandığı bir süreçte kitleler hala devrimden, devrimcilerden epeyce uzakta duruyorsa bunun nedeni faşizmin baskı ve teröründen çok halkın sola da güven duymamasından kaynaklanmaktadır. Peki halk sola neden güvenmemektedir? Çünkü sol halktan kopmuştur. Yaşamıyla, üslubuyla, pratiğiyle kopmuştur. Halkın değerlerinden uzaklaşmıştır. Bunu da pratiğimizde içselleştirmek, korumak, geliştirmek ve bulunduğumuz her alanda, her yerde halka taşımak, göstermek, farklılığımızı ortaya koymak durumundayız. Eğer bu farkı koyamazsak en azından bulunduğumuz yerde halkın genel olarak sola bakışı ile bize bakışı da çok farklı olmayacak, biz de onun güvenini kazanamayacağız. demektir. Çünkü bir yerde çalışma yürütüyorsak o yerde, hareketi biz temsil ediyoruz demektir. Dolayısıyla halk da esas olarak bizim tavırlarımıza, ilişkilerimize, pratiğimize bakarak bize güven duyacak veya duymayacak, reformistiyle, oportünistiyle, Kürt milliyetçiliği ile devrimciliği dejenere ederek başarmıştır. Halka tepeden bakmak, emirlerle, talimatlarla, emrivakilerle hareket edecek sürü gibi görmek, söz verip sözünde durmamak, tutarsızlık, ciddiyetsizlik, yoz kadın-erkek ilişkilerini meşrulaştırmaya çalışmak, giyimde, kuşamda, davranışlarda, üslupta burjuvaziye özenti duymak, emeğe değer vermemek yaşanan dejenerasyonun, kirlenmenin sonuçlarıdır. Düzenden, düzen partilerinden uzaklaşan halk bu durumda beklentilerine cevap veremeyen, kendisinden uzaklaşmış, düzenin bir çok yozluğunu saflarına taşıyan sola neden güvensin, neden onu alternatif olarak görsün? O zaman demek ki halkı örgütlemek istiyorsak, halkın devrimcilere güvenmesini istiyorsak, kalıcı örgütlülükler yaratmak istiyorsak halkın sola karşı bu güvensizliğini güvene dönüştürmek, onun güvenini kazanmak zorundayız. Şunu çok açıkça ortaya koyabiliriz ki bu yanıyla yani halkın değerlerine, geleneklerine sahip çıkma, halkla bütünleşme, güvenini kazanma noktasında soldan her zaman farklılığımız vardır. Halkla aramızda köprü olan, bizi ona bağlayan sağlam gelenekler, değerler yaratmışız. Ama bunları yeterli görmemeliyiz. Bunları her birimiz kendi kişiliğimizde ve devrimci hareketi tanıyacak, hakkında olumlu ya da olumsuz yargılara varacaktır. 2-Saygılı olacağız; Halka, halkın değerlerine saygı gösterme, halkla aramızda bağ kurma, bu bağı geliştirme açısından büyük öneme sahiptir. En basitinden şöyle düşünelim: Bize saygı göstermeyen, söylediklerimizi, düşündüklerimizi kaale almayan, dinlemeyen, önem vermeyenlere biz saygı duyar, ona güvenebilir miyiz? Elbette kim olursa olsun ona saygı duymaz, güvenmeyiz. O zaman biz de örgütlemek istediğimiz, desteğini istediğimiz, birlikte mücadele içinde yer almak istediğimiz insanlara, halka saygı göstermek, düşüncelerine, geleneklerine, göreneklere, örf ve adetlerine saygılı olmak durumundayız. 3- Gittiğimiz insanların geleneklerini, göreneklerini, örf ve adetlerini bilecek, tanıyacağız; Değişik mezhep, inanç farklılıkları, milli özellikleri, hemen her yöreye, bölgeye has gelenekleri, görenekleri ile halkımız çok zengin kültürel özelliklere sahiptir. Bunları asgari ölçüde bilmek, en azından çalışma yürüteceğimiz, örgütlemeye gideceğimiz insanlar hakkında bu yanıyla bilgi sahibi olmak durumundayız ki istemeyerek de olsa yanlış yapmayalım, saygıda kusur etmeyelim. Halkımızın olumlu, geliştirilmesi gereken gelenekleri, kültürel özellikleri olduğu gibi elbette olumsuz, terkedilmesi gereken, devrimci mücadelenin önüne engel oluşturabilen alışkanlıkları, gelenek ve görenekleri de vardır. Veya bizim içinde yetiştiğimiz kültürden çok daha farklı, bize aykırı veya anlamsız gelen tavırlarla, özelliklerle de karşılaşabiliriz. Ama tüm bunlar saygı göstermemizin önünde engel değildir. Kimde olumlu ne varsa sahiplenip geliştireceğiz, olumsuzluklar karşısında ise kırıcı, dökücü olmadan, incitmemeye çalışarak bunları ikna yoluyla değiştirmeyi esas alacağız Dini bayram mı, bayramını kutlayacağız, el öpülmesi gereken yerde el de öpeceğiz, yaşlılar yanlarında sigara içilmesinden hoşlanmıyor mu içmeyeceğiz, yaşlılar gençlerin yanlarında bacak bacak üstüne atıp oturmasından hoşlanmaz, bunu saygısızlık olarak değerlendirir o zaman ona uygun davranacağız, oturuşumuza, kalkışımıza, yemek yiyişimize, yatışımıza kalkışımıza, giyimimize kuşamımıza, saçımızın başımızın düzgünlüğüne, traşımıza kadar herşeye dikkat edeceğiz. Alevi halkımızın derneklerine, cemevine nasıl gidiyorsak, yemek veriyorsak, sünni halkımızın derneklerine, gerektiğinde camisine gideceğiz, mevlidine de katılacağız. Elbette bunu kimliğimizi, düşüncelerimizi gizleyerek yapmayacağız. Birlikte olduğumuz insanlar bizim aynı inancı, her şeyde aynı düşünceleri onlarla paylaşmadığımızı da bilirler, bileceklerdir ama onların yanında olmak, inançlarına saygı göstermek bizim devrimciliğimizden bir şey eksiltmeyeceği, bizi küçültmeyeceği gibi karşımızdaki insanların da bize saygı duymasını, değer vermesini sağlar. 4-Dinlemesini Bileceğiz, Küçümsemeyeceğiz, Düşüncelerine Değer Vereceğiz; Bizden bilgisiz olabilir, okumamış, bizim kadar eğitim görmemiş, öğrenmemiş, hatta cahil olabilir ama öyle diye asla kimseye üsten bakamayız, küçümseyenleyiz. Doğaldır ki halkın çeşitli kesimlerinin hatta tek tek herbirinin bizden farklı düşünceleri, fikirleri vardır, her zaman da olacaktır. Devrimcilere, devrimci harekete küfür, hakaret, aşağılama vb. olmadığı sürece herkesin düşüncesine saygı gösterip, dinlemesini bilmeliyiz, değer vermeliyiz. Yanlış, bize ters gelen şeyler de söylense özellikle bizden yaşça büyüklerin durmadan sözünü kesip doğrusu bu diye bilgiçlik taslayıp, ukalalık yapmayacağız. Elbette yanlışları olduğu gibi kabullenmeyeceğiz. Ama her şeye hemen cevap vermemiz gerekmediği gibi, bunu karşımızdakini incitmeden, onu küçük düşürmeden, yanlışını ortaya çıkarmaya gayret ediyormuşuz havası yaratmadan yapacağız. Bunu hem saygının bir ifadesi olarak hem de az ya da çok herkesten yeni bir şeyler öğrenmenin mümkün ve gerekli olduğu bilinciyle yapacağız. Mütevazi olmayı, buna uygun davranmamız gerektiğini unutmayacağız. Halk meclislerinin kendisi, halkın Halk Meclislerinde örgütlenmesini, kendini ifade etme olanağını sağlamak aynı zamanda halka, onun düşüncelerine verilen değerin, saygının bir ifadesidir. 5-İlişki kurduğumuz, kurmak istediğimiz kitleyi tanıyacağız; Eğer ilişki kurduğumuz, örgütlemeye çalıştığımız kitleyi, insanları yakından tanıyamazsak, sadece bize yakın duran değil, bizden farklı düşünen insanların neyi nasıl düşündüğünü bilmezsek, onların ruh halini, dünyaya bakış açılarını kavrayamazsak doğaldır ki zaten onları anlayamaz, onlara nasıl sesleneceğimizi, nasıl dünyalarına gireceğimizi, nasıl eğiteceğimizi, değiştirip dönüştürebileceğimizi de bilemeyiz. Ya da bize göre doğru sandığımızı yapar ama istediğimiz sonuçları, verimi alamayız. 6-Sözümüzle, pratiğimizle tutarlı olacağız; verdiğimiz sözü yerine getireceğiz; Halkımızın değerleri ve gelenekleri güçlüdür. Halkımız mertliği sever. Söylediğini yapanı sevip arkasından gittiği gibi sö yl edi ği n i n arkasında durmayanlara güvenmez. "Sözünün eri olmak", "Söz namustur", "Söz ağızdan bir kere çıkar" gibi belirlemeler, halkımızın verilen söze verdiği önemi gösterir. Verilen sözü tutmaya, sözünün eri olmaya yiğitliğin, mertliğin, dürüstlüğün ölçütü olarak bakar. Yalanın dolanın geçer akçe haline getirildiği günümüzde, halkımızın bu değerine sahip çıkmak, verilen sözde durmak, sözümüzle, pratiğimizle tutarlı olmak halkın güvenini kazanmak, açısından çok daha büyük önemdedir. Bugüne kadar hareketimizin en çok önem verdiği konulardan biri olmuştur. İdeolojimizle, teorimiz, söylediklerimizle, pratiğimizle bugüne kadar hep tutarlı olmuşuzdur. Onun için de çok rahatlıkla "söylediğini yapan, yaptığını savunan" bir hareketiz diyebiliyoruz. Genelde yaşanan tüm dejenerasyona rağmen kitlelerde yaratabildiğimiz güveni diyebiliriz ki çok büyük oranda buna borçluyuz. Çalışma yürüttüğümüz her yerde, halkla ilişkilerimizde bu geleneğimizi esas almak ona uygun davranmak zorundayız. Yapamayacağımız, yerine getirmeyeceğimiz şeyler için halka, tek bir kişiye de olsa söz vermemeli. Kendimizi, gücümüzü, yapabileceklerimizi abartmamalıyız. Açık olmalı, neysek, ne yapabileceksek onu ifade etmeliyiz 7- Halktan özür dilemesini, özeleştiri vermesini bilmeliyiz; Söz verdik mi de yerine getirmek için tüm gücümüzü ortaya koyacağız. Buna rağmen ister bizden, ister bizim dışımızdaki nedenlerden kaynaklansın verdiğimiz bir sözü yerine getiremedik mi, bunu da açıklıkla ifade edebilmeli, halktan özür dileyebilmeliyiz. İstemeyerek de olsa halka, halkın çıkarlarına zarar verdiğimizde veya saflarımızdan biri halka, değerlerine zarar veren bir yanlış yaptığında, bir zaaf gösterdiğinde yine özür dilemesini, özeleştiri vermesini bilmeliyiz. Herkes tarafından görülen bir yanlışı, verilen bir zararı yok saymanın, üstünü küllemeye çalışmanın kimseye faydası olmaz. Özür dilemek, özeleştiri vermek bizi küçültmez, aksine halkın gözünde bir başka farklılığımızı ortaya koyar, güven kazandırır. Tabii bu tür şeyler de sık sık tekrarlanmamak kaydıyla. Sık sık tekrarlandı mı, temcit pilavı gibi durmadan söz verip sözünü tutmayıp, durmadan zarar verip sonra özür dilersen bunu yaratacağı sonuç da yine güvensizlik olur. Dolayısıyla bizlerin halkla ilişkilerimizde en çok dikkat etmemiz, üzerinde kılı kırk yararak düşünüp, hareket etmemiz gereken konulardan biri, yanlış bulduğumuz, eleştirdiğimiz, ayıpladığımız tavır ve davranışlardan kaçınmak ve neyi söylüyor ve nasıl savunuyorsak ona göre hareket etmemiz gerektiğidir. Tutarlılık sadece verilen sözlerin yerine getirilmesiyle sınırlı değildir elbette. Başkalarına şöyle yapmalısınız, böyle yapmalısınız, şöyle mücadele etmelisiniz derken söylediklerimize önce kendimiz uymuyorsak, yapmıyorsak, en önde biz olmuyorsak orada tutarlılık yoktur ve ciddiye alınmayız. Çünkü halk böyle yapanları çok görmüş, görmektedir. O noktada bizi de diğerlerinden farklı görmeyecektir. 8-Emek harcayacak, emeğe değer vereceğiz; Emek harcamadan, emeğe değer vermeden hiçbir şey olmaz. Ne kendimizi eğitip geliştirebiliriz, ne de halkı örgütleyebilir, değiştirip, dönüştürebiliriz. Eğer bir şeyleri değiştirmek, örgütlemek istiyorsak halk öncelikle bunun için bizim ne kadar emek harcadığımıza bakar. Asalak, buyurgan, başkalarına iş yaptırarak yaşamaya çalışan bir devrimciliğe halk yüz vermez. Ayrıca halkın emeğine de saygı gösterecek, değer vereceğiz. Elbette mücadeleye daha fazla katkı sağlamasını, daha çok katılmasını, doğrudan savaş içinde yer almasını da isteyeceğiz ama küçük yardımlarını, katkılarını da küçümsemeyeceğiz, burun kıvırmayacağız. Bir kap yemek, bir bardak çaya bile değer vermeliyiz. 9- Halkı sevecek, paylaşacak, iyi gününde de kötü gününde de halkın yanında olacağız; Halka sadece bir şeyler istemek, gazete satmak için gitmemeliyiz. Halkımızın dost olmanın en önemli kıstaslarından biri olarak iyi günde de kötü günde de birlikte olmayı, acıyı da sevinci de birlikte paylaşmayı görür. Bu nasıl olur. Küçük büyük demeden her sorununda yanında olmaya çalışacak, paylaşıp yardımcı olmaya, çözüm yolları bulmaya çalışacağız. Özverili, fedakar olacağız. İşimiz düştükçe gitmeyeceğiz. Selamımızı, hal hatır sormayı eksik etmeyeceğiz. Bulabildiğimiz her fırsatta sohbet etmek, çeşitli konularda düşüncelerini öğrenmek, acısını, sevincini, bir tas çorbasını paylaşmak için de gideceğiz. Halkı, insanları seviyorum demekle kuru kuruya sevgi olmaz. Halkı sevmek, halkın sorunlarına sahip çıkmak, derdini, tasasını paylaşmak, ona emek harcamak, halkın çıkarları için mücadele etmek, savaşmak demektir. Yoksa öbürü laftadır, kendi kendini kandırmaya çalışmaktır. 10- Ne istediğimizi, ne isteyeceğimizi bileceğiz; planlı, programlı, disiplinli olacağız; Devrimcilik ne yaptığını, ne yapacağını bilen. Devrimcilik amaçları, hedefleri olan bilinçli bir faaliyettir. Bu da bizim kısa, orta ve uzun vadeli hedeflere, bu hedeflere ulaşmak için bir programa sahip olmamız, planlı, disiplinli çalışmamız gerektiğini gösterir. Bu her şey için, kitle çalışması, örgütlenme faaliyeti yürütürken de böyledir. Günlük, haftalık çalışmamızı programlamamız, aylık hatta üç aylık, altı aylık program ve hedeflere sahip olmalıyız. Bugün kimlere, kaç kişiye, nasıl gideceğiz? Gittiğimiz insanların yapısı, özellikleri, siyasal eğilimleri, devrimcilere yaklaşımı nedir, ne iş yapar, nasıl yaşar bunlar hakkında önceden araştırma yapmaya, bilgi sahibi olmaya çalışacağız. Gittiğimizde neler söyleyecek, neler anlatacağız, neler isteyeceğiz, bugün ve yarın için beklentilerimiz ne... bunları hep önceden düşünmek, programlamak durumundayız. Ama bunları mekanik olarak da algılamamak gerekir. Çok rahatlıkla hakkında pek bir şey bilmediğimiz, hatta hiç tanımadığımız insanlarla da bir yolunu bulup ilişki kurabilmeli, onlara gitmeli, tanımaya çalışmalı ve mücadeleye çağırabilmeliyiz. Halka nasıl gideceğimizin yanında, ondan ne isteyeceğimizi de bilmek, bunu iyi hesaplamak durumundayız. Bu noktada iyi bir gözlemci olabilmek, ilişkilerimizi daha yakından, daha iyi tanıyabilmek önemlidir. İnsanların çeşitli kaygılarını, korkularını gözönüne almadan, bunları gidermek için çaba harcamadan, bilinçlendirmek, kendilerine güvenlerini sağlamak için emek harcamadan, verebileceklerinden, yapabileceklerinden fazlasını istemek, bunun için gereksiz zorlamalara girmek insanların bizden uzaklaşmasına, kendisini daha da geriye çekmesine neden olur. Bunun yanında, onları olduğu gibi kabullenmek, daha fazla mücadele içinde yer alması, daha fazla mücadeleye katkı sağlamasını uygun yol ve yöntemlerle istememek, dahası fazlasını yapabilecekken bunu görememek de bizim eksik, zaaflı yanımızı oluşturur. Halk nezdinde kendimizi her şeyimizle düzene alternatif olarak sunuyoruz. O zaman her şeyimizle düzenin karşısında olacağız. Halk bizim davranışlarımızdan etkilenmeli ve düzenin pislikleri karşısında bizim alternatif olabileceğimizi kendi gözleriyle görmeli ve güven duymalı. Keza polisiye durumlara karşı ilişkilerimizi koruma yerine kendimizi kurtarmaya bakarsak bunun halkta yaratacağı güvensizliğin ve zedelenen ilişkilerin telafisi mümkün olmayabilir. Bizler devrimciyiz. Halkla ilişkilerimizde halkımız bize herhangi biri gibi değil, bir devrimci olarak yaklaşacaktır. Bizi devrimci olarak sahiplenecektir. Bu durumda biz de bu misyonumuzun farkında olarak hareket etmek zorundayız. Yapacağımız olumluluklar devrimci hareketin olumlulukları olacağı gibi, sergileyeceğimiz yanlış, olumsuz davranışlar da devrimci hareketin prestijini zedeleyecektir. Çünkü halk iyi ve olumsuz yanlarımızla bizi devrimci biliyor ve öyle değerlendiriyor. Bizler de bu bilinçle hareket etmeli, devrimci hareketin onurlu tarihine layık olduğu şekliyle değer katmalı ve devrimci hareketi halk nezdinde yüceltmeliyiz. İşte o zaman halk hareketimize sonsuz bir güven duyacak ve onun öncülüğünde iktidar mücadelesine katılacaktır. Evet sevgili meral, bunları Yazıyoruz zaman zaman, bu konuda her türlü sorunu çözecek sihirli bir reçete de yok. Gerisi bizzat kitle faaliyetinin içinde tamamlanacaktır. Mektubumu izninle burada bitiriyorum. Sevgi ve selamlarımızı yolluyor, gözlerinden öpüyoruz. Hoşçakal, Ağabeyin İbrahim "Kalk Nine Bak, Bizi Öldürmediler!" Derin bir sessizliğe gömülmüş bekliyoruz. Onca kalabalığın içinde ilk bakışta dikkatimi çeken üç kişilik bir aile. Aile reisi oldukça yaşlı. Kim bilir neler yaşamış neler görmüş. Yılların kahrını beraberinde taşıyor adeta. Beli bükülmüş elinde bastonuyla yola bakıyor. Sağ yanında ince bir ağaca omuzunu yaslamış, ninesinin kolunu sıkıca kavramış, 19-20 yaşlarında genç bir kız. Ağacın sol yanında ise 12-13 yaşlarında küçük bir çocuğu. Dokunsan ağlayacak gibi bir hali var. Daha onlarca yaşlı, genç. Hepsinin gözleri yolda. Sessizliği yaşlı bir traktörün motor sesi bozdu. Umutsuz bakan gözler, kederli donuk yüzler, yaralı, acı içindeki yürekler, sesle birlikte irkildi. Peşpeşe gelen traktörlere, kamyonetlere doğru bir hareketlilik başladı. Bulunduğumuz yere yaklaşmasına yaklaşık 150-200 metre kalmıştı ki yamaçtaki seyrek ağaçların arasından düşe kalka bir insan seli gibi döküldük yola. Gözüm o üç kişilik ailede. Tam yola yaklaşıyorduk ki, yaşlı nine olduğu yere yığılıp kaldı. Önümdeki insanları ite kaka koşmaya başladım. Yanlarına ulaştığımda yerde yatanın bir ölüden farkı kalmadığını anladım. Yüzü sapsarı kesilmiş. Dudakları susuzluktan çatlak çatlak olmuş. Çenesine hakim olamıyor, tir tir titriyor. Su kabımda yarım bardak kadar su kalmıştı. Susuz kalmayı göze alarak uzattım suyumu. Yavaşça gözlerini açtı ve: yavruma, torunuma verirmisiniz? Ben istemiyorum, dedi. Torunum ise: - Hayır nine olmaz. O suyu sen iç, derken kelimeleri yuvarlıyordu. Ninesinin göğsüne başını koymuş, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Ablası günlerdir yanlarında taşıdıkları ekmeklerden kalan kuru parçaları ninesine yedirmek için yalvarıyor. Bir yanda da: - Geldi nine, geldi. Az daha dayan ne olur, diyerek umut vermeye çalışıyor. Gelen araç konvoyu iyice yaklaşmıştı. Nineyi kollarından tutup kaldırdık. Traktörler ve kamyonetler önümüzde durmak zorunda kaldı. Yol yaşlılar, gençler ve çocuklar tarafından kapatılmış durumda. Gelen araçların hepsi insanlarla dolu. Araçlara yetişenler bir yerinden tutuyor ve bırakmıyor. Ben de bu şansı kaçırmamak için kamyonetlerden birine atladım. Aile bir türlü araçlara yaklaşamıyor. Vicdanım el vermiyor, inmek istiyorum. Ama korkum da peşimi bırakmıyor. Umutlarını kesmiş çaresizlik içinde konvoya bakıyorlar. Bir ara göz göze geldik nineyle. O an nasıl olduğunu anlayamadım. Kamyonetten atlamamla, nineyi kucaklayıp kamyonetin kasasında küçük bir yere sıkışmamız bir oldu. Tam araçlar harekete geçecekti ki, uçak sesleri duyuluverdi. Kaçsak mı? Kaçmasak mı? Herkes aynı soruyu bir kaç saniye içinde soruyor kendisine. Konvoydaki arabaların hepsi aceleyle harekete geçti. Bir anda çocuğun yanımızda olmadığını fark ettim. Kalabalı- ğın arasında onu kamyonete almayı unutmuşum. Ninenin bunu fark etmesi uzun sürmedi. Fark eder etmez feryada başladı; - Yavrum, torunum, çocuğum nerede? Büyük torunu kamyonetin ön tarafında olduğundan durumdan habersiz. Donup kaldım. Ne yapabilirdim ki? Kendimi hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim. Bombalar yağmaya başladı. Birkaç saniye içerisinde ortalık savaş alanına döndü. Yanan araçlar, parçalanmış cesetler, yerlerde inleyen yaralılar. Eşini, çocuğunu, dostunu kaybetmiş insanlar... Bir an gözlerimin önüne Priştine'de görev yaptığım okul geldi. Nasıl oldu? Neydi bizim kaderimizi böylesine değiştiren şey? Düşünmek istemiyorum, inanamıyorum, inanmak da istemiyorum ya. Değer verdiğim, çok sevdiğim öğrencilerim, öğretmen arkadaşlarım... Durup dururken birbirimize düşman edildik. Karşılaştığımız her yerde, bulduğumuz her fırsatta birbirimizin gırtlağına sarılıyoruz. Çocuğumu, eşimi, gelinimi kaybettim. Neden? Kimin için? Bir anlam veremiyorum. Vatanımızı, doğup büyüdüğümüz yerleri terk ediyoruz. Ettiriliyoruz. Kimden kaçıyoruz? Bizi kim koruyor? Dostumuz kim? Düşmanınız kim? Günlerdir kahrolası NA-TO uçaklarının bombardımanı altında-yız. Sözde bizi "kurtarmak" için geldiler. Ama hepsinin amacı kendi çıkarlarını korumak. Bizi birbirimize düşman edenler de onlardı zaten. Milliyetçiliği körükleyip durdular. Şimdi de üzerimize bomba yağdırıyorlar... Bu konvoyda Bruznic'den, Kosova Polje'den, Mala Krusa'dan, Pudugeva'dan ve daha onlarca yerden her şeylerini kaybetmiş, terk etmiş, yüzbinlerce insandan küçük bir bölüm var. Burada da ölüm yakamızı bırakmadı. Yapıştı kaldı kahrolası yakamıza. Ölüm de kötülerden yana diye düşünüp, ürpertiyle kendime geldim. Yaşlı nine ve büyük torunu kamyonette yok. Sağıma soluma bakıyorum, yok. Kamyonetten inerek konvoyun sonuna doğru koşmaya başladım. Yaşlı nine torununun da yardımıyla yerde yatan cansız çocuk bedenlerini tek tek çeviriyor, yüzlerinin kanını temizleyerek torunu mu değil mi diye bakıyor. Torunu ise konvoyun sonlarında o da yerde yatan parçalanmış, kanlar içindeki yaşlı bedenleri güçlükle çeviriyor, onu bırakıp diğerine koşuyor. Bu arada Sırp askeri konvoyu ambulanslarla gelip ölüleri, yaralıları toplayarak gitti. Nineyle torunu bir an karşı karşıya geldiler. Bastonuna sıkıca sarılmış, tek kelime etmeden torununa bakıyordu. NATO bombardımanı sırasında yan yatan bir traktör kasasının altına doluştuk. Tam bir can pazarı. NATO uçakları tekrar bombalayacak diye, traktör kasasının altında değil de, açık arazide, yağmur altında kalmayı tercih edenlerin sayısı da fazla. Yağmur bastırıyor, herkes birbirine sokularak ısınmaya çalışıyor. Neden? Daha dün, evet daha dün Boşnak'ı, Hırvat'ı, Arnavut'u bir arada yaşıyorduk. Neyi alıp veremiyorduk? Toprak mı? Hepimizin değil miydi? Ekmek mi? Kardeşçe paylaşmıyor muyduk? İş mi? Birlikte yaratmıyor muyduk? Acı mı, sevinç mi, umut mu, özlem mi? Onları da birlikte paylaşıyorduk. Kulağıma gelen ses dikkatimi dağıtıyor. Belli belirsiz; - Tito varken yavrum... sesleri geli yor. - O zamanlar kardeştik dosttuk... Bi raz daha kulak kabartıyorum. Ama duy makta güçlük çekiyorum. Yanımda otu ran bir teyzeye utana sıkıla yerini değiş tirip değiştiremeyeceğini sordum. Usul ca kalktı. Yerimizi değiştirdik. Nine ya vaş yavaş konuşmaya devam etti. - Komşumuzun oğlu vardı ya, işte o. Bir de bizim okuldaki Felsefe öğretme ni. Her geliş gidişlerin bize uğrarlar. Ça yımızı içmeden, elimi öpmeden geç mezlerdi. Daha dün gibi hepsiyle olan dostluklarımız... Evet, çocukluklarını bilirim onların. Hastayken, eğlenirken, gülerken, ağlarken hep yanı başlarında oldum. Onlar bizim dostlarımız, kardeşlerimizdi. - Peki nine bizi çok seviyorlarsa ne den evlerimizi yaktılar peki? İnsanlar sevdiklerini öldürmek ister mi hiç? Be nim bir sevdiğim öldüğünde ağlarım. Sen ağlamaz mısın nine? Babamı öldür düklerinde ağlamadın mı? Köyümüzü terk ederken ağlamadın mı? Biliyorum ağladın. Ben de çok ağladım. Ablam da çok ağladı. Köyümüze de, tavuklarımıza da, kuzularımıza da ağladım, diyerek yeniden ağlamaya başladı. Sağında so lunda oturan koca koca insanlar da onunla birlikte ağlıyor, içini çekiyor. Ama hiç birisi tek kelime konuşmuyor. Sanki hepsi yemin etmiş konuşmama ya. Kimi yağan yağmurdan biriken su ya, kimi usanıp giden yola, kimi yağ murla birlikte akıp gitmeye başlayan kan birikintilerine, kimi de birbirini ko valayan bulut kümelerine bakıyor. He pimiz kederli, hepimiz çaresiz. Konuş mak istiyorum ama mümkün olmuyor. Hem ne konuşacağım ki? Üzülmeyin mi diyeceğim? Boşverin mi diyeceğim? Ağ lamayın mı diyeceğim? Ne diyeceğim?.. Ninenin sesiyle tekrar kendime geldim. - Yavrum bizim aramızda bu düşmanlığı yaratanlar halktan insanlar değil ki. Halka düşman olanlar bu ayrılıkları yaratıyor. Bizi birbirimize düşürüyor onlar. Her şeyi kendi çıkarları için yaparlar. Bizi de birbirimize düşman ettiler. Hırvat olmayan herkese, Hırvatlar'ı düşman etmeye çalıştılar. Boşnaklar'ı, Sırplar'ı, Arnavutlar'ı... Ama bizler arasında bir sorun yok. Bir düşmanlığımız yok. Neden olsun ki? Aynı tarlada birlikte ter döktük. Aynı çeşmeden su içtik. Evlerimiz yan yanaydı. Üst üsteydi. Kapımız herkese açıktı. Tito, bu halk- lar arasındaki dostluğu kurmak için neler yapmıştı. Herkes kedi dilini öğrenesin diye bir okulda her dilde eğitim olanağı sağlamıştı. Herkes inancını özgürce yerine getiriyordu. Camide ya da kilisede isteyen ibadetini yerine getiriyordu. O zamanlar herkesin birbirine saygısı, sevgisi vardı. Bir keresinde bizim köydeki kilisenin rahibi ramazan ayında iftara davet etmişti. Bizim geleneklerimize, göreneklerimize, inancımıza saygıları hazırladıkları yemeklerden ortaya çıkıyordu. "Bakın komşu bunlar tavuk eti, bunlar da zeytinyağı ile yapılmış dolma" diyerek aklımızdan geçmese bile bizi rahatlatıyordu. Bu saygıdan geliyordu yavrum, dedi. Sözüne devam edecekti ki yine motor sesleriyle herkes canlandı. Yeni bir konvoy geliyor. Herkes bulunduğu yerden yola çıkmaya başladı. Arabalara doluşuyoruz. Üst üste olsak da bu defa herkese yer var. Çünkü çoğu insan yaşamını yitirdi, yaralandı. Üzerimiz kan. Kan çamurla karışmış. Hareket ediyoruz. Yağmur yağmaya devam ediyor. Kimin umurunda ki? Nereye gidiyoruz? Bundan sonra nasıl yaşayacağız? Vatanımıza kavuşabilecek miyiz? Yeniden kardeşçe birlikte yaşayabilecek miyiz? Yoksa ölüp gidecek miyiz? Bilmiyorum. Yolda birkaç gazeteci de arabaya biniyor. Ne oldu? Kim bombaladı? Kaç kişi öldü? Kaç kişi yaralandı. Yaralılara ne oldu? Soruların hepsi cevapsız kalıyor. Kimse tek bir kelime konuşmuyor... Yaklaşık yarım saat sessizce ilerledik. Tam bir köprüye yaklaşmıştık ki, uçak sesleri kulağımızda çınlayıverdi. Bir anda herkes kendini giden araçlardan aşağıya attı. Nine ve büyük torunu da kendini attı. Küçük torunu da atacakken yakaladım. - Bırak amca geliyorlar, diye ağlıyor, kurtulmaya çalışıyordu. Evet gerçekten de geliyorlardı. Çocukla birlikte iyice yavaşlayan araçtan atladım. Çocuk üzerime düştü. Toparlanıp kalktık. Yüz-yüzelli metre ilerde de konvoy durdu. Ninenin ve torununun kendilerini attıkları yere doğru ilerledik. Yine çoğu insan yaralanmış. Acı bir feryat yükseliyor. Düşünüyorum acaba nineye bir şey oldu mu diye, ürperiyorum. Yanımdaki çocuğa bakıyorum. Elimi sıkıca tutmuş, titremesi elinden anlaşılıyor. Büyük torunu ninenin üzerine kapaklanmış. Nineyi öpüyor. Başını dizlerinin üzerine almış, bir çocuk gibi okşuyor. Oturduğu yerde kan birikintisi var. Anlıyorum. Cansız yatan beden buraya kadar dayandı. Yılların acısını, sevincini, mutluluğunu buraya kadar aynı temizlikle, saflıkla taşıdı. Hiç ama hiç düşmanlık beslemedi. Onun düşmanı NATO'ydu. Torunlarına da NATO'yu düşman belletti. Uçaklar üzerimizden geçip gitti. İlerden patlama sesleri yükseldi. Kim bilir kaç insanın hayatı yok olup gitmişti. Küçük kız; - Nine nine gittiler, bizi öldürmediler. Kalk nine kalk. Bak gittiler, diye seslense de nineden ses çıkmıyor. - Nine, nine kalk bizi öldürmediler, haykırışlarıyla sıkıca sarıldı ninesine. Bir dost, bir evlat, bir ana, bir baba sıcaklığıyla kalbine gömdü. Ölüleri acıyla gömüp, yeni ölülere gebe olan bir yolculuğa başlarken sıranın bize de geleceği gerçeğiyle defterimi cebime koyup günlük tutmaktan vazgeçiyorum...* Hamburg'da Devam Eden DHKP-C Davasından Mahkeme, Savunmayı Baskı Altına almak İçin Her Yolu Deniyor!.. İlhan Yelkovan Davasındaki Son Gelişmeler!.. Hamburg Yüksek Eyalet mahkemesinde her hafta salı ve çarşamba günleri saat 9.30'da başlayan İLHAN Y. davasına devam ediliyor. Bu hafta yaşananlar politik mahkemenin baskılarını açıkça ortaya koydu. Salı günü yapılan oturum savcılığın satışması ile başladı. Olay şöyle gelişti; savunma tanığı olarak mahkemeye daha önce isimi bildirilen bayan, mahkeme salonondan BKA (Almanya Kriminal Bürosu) polisleri tarafından gözaltına alındı. Bu arada kendisine Anayasa'nın 129-a maddesinden (Terör örgütü üyeliği) davası açıldığı bildirildi. Bu gelişme üzerine İlhan Y. savunma tanıklarının ve dolayısıyla savunmanın açıkça baskı altına alınmaya çalışıldığını belirterek, mahkeme başkanı Mentz ve diğer üyelere güvenmediğini açıklayarak mahkemeyi adil bulmadığını söyledi ve red etti. Mahkemeyi red dilekçesini okuyup bitirdiği sırada mahkeme salonunda bulunan 40 kadar izleyici alkışlarıyla İlhan Y.'na destek verdiler. Bunu bir protesto kabul eden mahkeme başkanı Mentz, İlhan Y.' nın Türkiye'deki danışmanını izleyeci salonundan mahkeme kürsüsüne çağırarak, yaptığı alkışlı protestoya karşılık kendisine para cezası verileceği tehditini savurdu. Bu sırada İlhan Y. 'nin dilekçesinde neler yazılı olduğunu bilmiyordu. Bu nedenle danışmanı, neyin alkışlandığını dahi bilmeyen mahkeme başkanının ön yargılı davrandığını açıkladı. Bunun üzerine mahkeme başkanı Mentz daha da ileri giderek para cazasını 3 günlük hapis cezasına çıkardığını söyleyerek hemen polisleri çağırdı. Bu arada izleyicilere dönerek tekrar alkışlarsanız hepinizi tutuklarım tehditini savurdu. Ne var ki, izleyiciler Başkan Mentz'in tehditine aldırış etmeyerek danışmanın tutuklanmasını tekrar akışlarla protesto ettiler. Bu kararlı tutum karşısında başkan Mentz, danışmana "cezasını iki ay ertelediğini, gelişmelere göre belkide para cezasına çevrilebileceğini" açıklayarak geri adım attı. İzleyeciler Mahkemenin geri adım atışını bu sefer alkışlarıyla kutladılar. Bütün bu olaylar yaşanırken haksızlığa karşı çıkan savunma avukatı Schulz'a başkan Mentz sözlü saldırıda bulundu. Danışmanın tercümanı olarak kürsünün önüne gelen bayanı, erkek gardiyanlar zorla dışarıya atmaya kalktı. Mahkeme başkanı, İlhan Y.'nin mahkemeyi RED dilekçesini kabul etmedi. Sonuçta, bu haftaki oturum savcılığın ve mahkemenin saldırısı, buna karşılık savunmanın bu saldırıyı protestosu ile sonuçlandı. Haftaya salı ve çarşamba günleri saat 9.30'da duruşmaya devam edilecek. Duruşmaların gerilimli geçmesi bekleniyor. Bu nedenle, bütün duyarlı insanları ve kurumları duruşmaları izle- meye bekliyoruz. DAVA HAKKINDA BİLGİLER: İlhan Y, faşist Erol K.'nın öldürülmesinden sorumlu tutuluyor. Dosyadaki bilgilerden anlaşıldığı üzere, olay bir gazete satışı sırasında gerçekleşiyor. Gazete dağıtmak için bir grup genç, MHP'li olarak tanınan Erol K.'nin imbisini öğlen saatlerinde gazete alıp almayacağını sormak için ziyaret ediyor. Erol K. bunun üzerine gazete satıcılarına saldırıyor ve genç grup imbisde bulunanlar tarafından dövülüyor. Bu olay üzerine akşam saatlerinde bir grup insan imbise gelir. Erol K. yaptığı hatanın karşılığını alacağını düşünerek kendisine bir silah alıp imbise döner. Erol K. imbisde solcu olarak tanıdığı insanları görünce silahını çeker. Bunun üzerine imbisin dışında güvenlik için bekleyen bir kişi Erol K.'ya doğru iki el ateş eder ve diğer insanlarla birlikte oradan uzaklaşır. Mahkeme, bu şekilde tamamen tesadüfi olarak gelişen bir olayda, İlhan Y.'nin orada olup olmadığını zaten kanıtlayamazken, bu olayı DHKP-C yasağı için politik bir dayatma olarak kullanmaya çalışmaktadır. Mahkeme, bu nedenle de olayın tesadüfi ve savunma kastıyla meydana gelmiş olduğunu örtbas edebilmek için savunma delillerinin toplanmasını baştan beri engellemeye çalışmaktadır. Savunma avukatlarının delil toplama talepleri ise "bu talebinizden vazgeçmezseniz daha ağır cezalar vereceğiz" şeklinde şantaj ve tehdite buşvurmaktadır. Bu ilginç politik davayı izlemek her duyarlı insanın görevidir. Yargılamayı yürüten mahkeme başkanı Mentz ise RAF davasının en tecrübeli yargıcı olarak tanınıyor. Ayrıca RAF davaları sırasındaki en politik yargıçlardan olup, en babacan gibi görünüp en sert kararları verdiren kişi olarak da hafızalarda kalmayı başaran biri. DAVA İZLEME KOMİTESİ İngiltere'de 12-14 Temmuz ve Sivas Şehitleri İçin Anma ve ABD Elçiliği Önünde Protesto Gösterisi 1 1 Temmuz 1999 günü Londra'da 12 Temmuz şehitleri ve 2 Temmuz'da Sivas'ta yakılarak katledilenlerin anısına anma toplantısı yapıldı. Devrimci Halk Güçleri tarafından yapılan taplantı, tüm devrim şehitleri için bir dakikalık saygı duruşuyla başlandı. Ardından 12 Temmuz şehitlerinin devrimci mücadeledeki yeri, anlamı ve çıkardığımız dersler anlatılarak; anti faşist ve anti-emperyalist mücadele veren, iktidarı hedefleyen bir savaş örgütünün savaşı savaş içinde öğrenerek yolunda yürüdüğünü, bedeller ödeterek ve ödeyerek bu yolda yürüneceği gerçekliğinin bilince çıkarılarak bugünlere gelindiğini vurgulayan bir konuşma yapıldı. Ardından Hasan Hüseyin'den emperyalizmi anlatan bir şiir okundu. 2 Temmuz Sivas katliamı için ise; "Devrimci mücadelenin yükseldiği dönemde, özellikle halk muhalefetinin yoğunlaştığı dönemde, Susurluk devletinin Osmanlı'dan beri egemenlerin kullandığı halkları böl parçala yönet politikasını, faşist ve gericiler eliyle yeniden uyguladığı taktikleridir. Yakanların gerici ve faşistler yaktıranm TÜSİAD, MGK, tüm siyasi partiler yani Susurluk devletidir. Bu kokuşmuş düzenlerinin devamını sağlamak için başta alevi halkı olmak üzere tüm halkımıza gözdağı vermektir. Bu devletin oyununa çanak tutan ve katliamına ortak olan Hızır Paşa'lara karşı uyanık olunması gerekiyor. Görevin ise tüm halk kesimlerini kucaklayan, kardeşlik cephesini oluşturan örgütlüğü geliştirerek bu zulüm düzenine karşı devrimcilerin yamnda saf tutarak tarihimize, şehitlerimize ve önderlerimize layık olabiliriz. Baba îshak'lar, Pir Sultanlara, Şeyh Bedrettin'lere, Mahir'lere, Deniz'lere, ancak onların yollarında giderek layık olunur. On'lar 'birleşelim savaşalım kazanalım' diyorlar. Onların yolunda gitmeyen hangi soydan soptan gelirse gelsin On'ları anlamıyor, sevmiyor demektir." Toplantıda Susurluk devletinin, kayıp ve katliamlarını nasıl, kimlere yaptırdığını anlatan ve halk düşmanı kontracı Turan ÜNAL'ın cezalandırılmasına ilişkin DHKC Basın Bürosu'nun 90'Nolu açıklaması okundu. 12 Temmuz günü ise, Londra ABD elçiliğinin önünüde 1214 Temmuz şehitleri için protesto yapıldı. Gösteride, şehitlerimizin resimlerinin, dövizlerin yanısıra İngilizce CEPHE pankartı açıldı. "Kahrolsun ABD emperyalizmi", "Kahrolsun CIA, Kontrgerila", "Yanki GO HOME" gibi Türkçe ve İngilizce sloganların atıldığı gösteride Gündoğdu marşı söylendi.*