PRONATALĐZM: ÜREMEK ŞART MI AĐLE EVRENSEL MĐ? Üreme, çoğalma ve doğurganlık insanlığın ilk yazılı kayıtlarından bu yana her kültürde en çok önem verilen konulardan biri olmuştur. Kutsal kitaplar, masallar, efsaneler ve mitoloji üremeyi, doğurganlığı yücelten, destekleyen ve emreden ifadeler içerir. Ölümün kaçınılmaz olmasına karşı tek savunmanın doğum olduğu kabul edilir. Doğum insan türünün ölümsüzlüğünü, gelecek için umudunu temsil eder. Üreme ile doğanın bereketi eş anlamlıdır. Đnsanların yaşamalarını sağlayan doğanın üretkenliği ‘doğa ana’ olarak dişilleştirilir. Đnsan cinselliği ve üreme işlevini tanımlayan terimler tarım uygulamaları için kullanılan terimlerle aynıdır. Üreme ile evlilik birbiriyle eşleştirilmiştir. Ortaya çıkan aile tipi, büyüklüğü ve evlilik ritüelleri ne kadar çeşitli olursa olsun, evlilik ancak üreme amaçlı olduğunda gerekli ve zorunlu bir yapı olarak kendini kabul ettirmiştir. Bu eşleşmenin temelinin üremenin denetlenmesi ve düzenlenmesi amaçlı olduğunu gösteren çok sayıda kanıt vardır. Bazı kültürlerde kadının doğurganlığının bitmesi ile evliliğin de bittiği kabul edilirken bazı kültürlerde de kadın canlı bir bebek doğurmadan evlilik geçerli sayılmamaktadır. Günümüz toplumları annelik ve anababa/aile olmayı yücelten ve her türlü kurumu aile, anne, baba ve çocuk temeline göre oluşturan bir yapı gösterir. Reklamlardan okul-aile birliği toplantılarına, nüfus istatistiklerinden çocuk yardımı ya da çocuk vergi indirimine kadar her şey aile kurmayı, anne baba olmayı ve çocuk yetiştirmeyi özendirecek şekilde örgütlenmiştir. Bu tür toplumlara ‘pronatalist’ denilmektedir. Pronatalizm tüm sosyal kurumların, geleneklerin, toplumsal ve bireysel tutumların üremeyi, çocuk sahibi olmayı, ana baba olmayı destekleyen bir yapıda olmasını tanımlamaktadır. Evlenmek ve çocuk sahibi olmak hem kadının hem de erkeğin toplum içinde statüsünü yükselten bir durumdur. Özellikle kadın için evlenmek ve çocuk sahibi olarak anne olmak gerçek bir statü yükselmesi anlamına gelir. “Cennet anaların ayağı altındadır” gibi hadisler, “Çocuğu yok ağlayacak çorbası yok taşacak” gibi atasözleri anne olmayı dolayısıyla üremeyi yücelten, çocuksuzluğu yeren anlamlar içerir. Kadının üretim sistemine katıldığı kentli, orta ve üst sınıf ailelerde çiftler bir yandan çalışma ve kariyer için uğraşı verirken bir yandan da çocuk sahibi olma baskısıyla karşı karşıya kalırlar . Kadının yaşı arttıkça doğurganlığının ve sağlıklı çocuk doğurma olasılığının düşmesi bilgisi bir diğer zorlayıcı etkendir. Đlk doğum yaşı gelişmiş ülkelerde giderek büyümektedir. Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD), 1970 yılında kadınların %78,2’si 20-24 yaşlarında ilk doğumlarını yaparlarken, 1992 yılında bu oran %53,4’e inmiş, ortalama yaş ise 25’in üzerine çıkmıştır. Modernleşme ve kentleşme sürecinin etkisiyle kısmen kırılsa da Türkiye’de çocuk sahibi olmak, evlenen her çift için mutlaka sahip olunması gereken bir özellik olarak görülmektedir. Çocuk sahibi olma isteği ve çabasının ne denli önemli olduğunun bir göstergesi aile planlaması uygulamalarının yoğun olarak kullanılmak zorunda olunmasıdır. Pronatalist politikalar herkesin mutlaka ana baba olmasını ister ve yönlendirir. Anne olmak dişi için gelişim sürecinde ‘gerçek ve tam’ bir kadın olma aşaması olarak değerlendirilir. Aynı durum erkek için de ‘baba’ olmaktır. Tüm insanlar evlenmeye ve çocuk sahibi olmaya yönlendirilir, cesaretlendirilir. ‘Artık evlilik çağına gelme’ deyimi artık bir çocuk sahibi olmalısın, anlamını taşır. Evlilerin bir an önce çocuk sahibi olması beklenir. Genellikle de evli çiftlerin çok büyük bir bölümü evliliğin ilk yılında ilk gebeliği yaşarlar. Modern batı kültüründe bu algı zayıflasa da çoğu kültürde annelikle kadınlık neredeyse eş anlamlı sözcükler olarak kullanılmaktadır. Anne olmak kadın için temel bir rol olarak görülmektedir. Ancak erkek için baba olmak bu denli önemsenmez. Yaratma, doğurma ve besleme kapasitesinin kadınlığın en temel özü olduğu düşünülür. Bu öz ödüllendirilen, korkulan, korunan, kıskanılan tümüyle kadına özgü bir kapasite olarak görülür. Bir kadının tam bir kadın olabilmesi için üreyebilmesi, biyolojik amacını gerçekleştirebilmesi zorunlu görülür. Bir kadının büyüdüğü olgunlaştığı ancak çocuk doğurmasıyla kabul edilir. Çocuksuz bir kadın “çocuksudur”, büyümemiştir. Çocuk sahibi olmamak kabul edilmez, anlaşılmaz bir durumdur. Evlendikten sonra çocuk sahibi olma süresinin geciktiği düşünülen çiftler kimi zaman bencillikle, olgunlaşmamakla suçlanırlar. Bir önceki kuşak, bir an önce torun sahibi olmak ister; hatta ‘yeter ki çocuk olsun bakımı biz üstleniriz’ önerileri çiftlere yönelir. Süre uzadıkça çevrenin baskısı artmaya başlar. Bir çiftin çocuk sahibi olmadıkları ya da olamadıkları anlaşıldığında kadın ve erkeği tanımlayan tek özellik bu durum olur. “Çocuk istemiyorlarmış”, “çocukları olmuyormuş” sözleri bir anda çifti tanımlayan diğer tüm özellikleri silerek, onları tanımlayan ve dışlayan tek ayırt edici özellik haline gelir. Çocuksuz bir kadın, anne olamamış bir kadın hiç bir zaman “gerçek” bir kadın olarak görülmez.