SD KASIM SAYI 48 DUZELTI.indd

advertisement
BAŞKAN’DAN
Türkiye eylül ve ekim aylarını bahar havasında geçirerek kasım ayına kavuştu. Kasım
ayında her ne kadar havaların sert geçeceği söylense de ülke gündeminde özellikle
‘Demokratikleşme Paketi’nin oluşturduğu
ılıman hava devam edeceğe benziyor. Okulların açılmasına ve liglerin başlamasına
odaklanan çevreler de artık istedikleri gibi
ortalığı karıştıramayacaklarını iyiden iyiye
anlamış durumdalar.
Hele hele bir de hac ibadetini yerine getirip
yurda dönen Ak Partili dört kadın milletvekilinin TBMM’ye başörtüsüyle gireceklerini
açıklamaları ve 1 Kasım Cuma günü herhangi bir aykırı durum yaşanmadan meclis
çalışmalarına katılmaları son zamanlarda
yaşanan olumlu havayı perçinledi. Bütün
partilerin sağduyu ile yaklaştığı bu durum,
uzun zamandan sonra parti liderlerinin birbirleri hakkında olumlu ifadeler kullanmalarına sebep oldu. Muhalefet Partilerinin
özellikle de CHP’nin başörtüsü konusunda takındığı olumlu tavrın, kimilerine göre
DSP’nin yıllar önce yaşadığı hezimete uğramamak için olduğu söylense de, sebebi her
ne olursa olsun ülkenin ihtiyacı olan bir davranış olduğu ortadır. Bu olumlu havanın seçim yılı olan 2014 yılında da devam etmesi
milletimiz tarafından da takdir edilecektir.
Bütün bu olumlu gelişmelerle girdiğimiz kasım ayında yine dopdolu bir dergi ile karşınızdayız. Gerek iç politika ve gerekse de
dış politika ve ekonomi alanlarında yaşanan
bütün gelişmeler ve gelecek öngörüsü dergimizin sayfaları arasında sizleri bekliyor.
Özellikle son günlerde, MİT müsteşarı Hakan
FİDAN üzerinden yürütülen kampanya ve
bu kampanyanın gerçek yüzü bu sayımızda
ayrıntılı bir şekilde incelenmiş durumda.
Hakan FİDAN’ın merkezinde olduğu bu
kampanyanın gerçek hedeflerini merak
ediyorsanız sizleri ilgili makaleleri okumaya
davet ediyorum. Bu arada konu ile ilgili yazı
yazan değerli arkadaşlarım ile röportaj
veren MİT eski müsteşar yardımcısı Cevat
ÖNEŞ beye teşekkür ediyorum.
Bu sayıda ayrıca, ‘Demokratikleşme Paketi’, ‘Çözüm Süreci’ ve ‘Balyoz Davasının’ kararı hakkındaki gelişmeleri de bulabilirsiniz.
ABD’de yaşanan bütçe krizinden, AB’nin
ilerleme
raporuna;
Azerbaycan
ve
Gürcistan’da yapılan seçimlerden henüz kanın durmadığı Mısır, Suriye ve Irak’a varana
kadar birçok uluslararası konu da yine kasım sayımızda sizleri bekliyor. Ayrıca SDE
olarak organizasyon ekibinde yer aldığımız
Moritanya ve Tunus toplantıları ve bu ülkelerle ilgili izlenimler ile ‘Arap Baharı’na ilişkin
değerlendirmeler de oldukça ilgi çekici…
Bu sayıya katkıda bulunan değerli yazarlarımıza ve emeği geçenlere teşekkür ediyorum.
Aralık sayımızda sizlerle yeniden buluşmak
üzere…
Prof. Dr. Yasin AKTAY
STRATEJİK DÜŞÜNCE
İÇİNDEKİLER
Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı
İktisadi İşletmesi Adına Sahibi
Dr. Nurol Canbolat
Milli İstihbaratta Normalleşme veya Yeni Türkiye’nin MİT’i
Prof. Dr. Yasin Aktay
Saldırılar Yeni ‘Devlet Aklı’ ve İslam Ülkelerinin ‘Birliği’ne
Alper Tan
Genel Yayın Yönetmeni
Prof. Dr. Yasin Aktay
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Yasin Aktay
Prof. Dr. Birol Akgün
Prof. Dr. Aytekin Geleri
Prof. Dr. Muhsin Kar
Doç. Dr. Murat Çemrek
Doç. Dr. Yusuf Tekin
Doç. Dr. Bekir Berat Özipek
Dr. Murat Yılmaz
Aydın Bolat
Alper Tan
Hakan Fidan’ı Yıpratma Kampanyaları
Prof. Dr. Aytekin Geleri
Sorun Fidan Değil, Hâlâ Anlamadın Mı?
Aydın Bolat
10
Alper TAN
Saldırılar Yeni ‘Devlet Aklı’ ve
İslam Ülkelerinin ‘Birliği’ne
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Sacit Adalı
Prof. Dr. Mustafa Aydın
Prof. Dr. Şaban H. Çalış
Prof. Dr. Beril Dedeoğlu
Prof. Dr. Doğu Ergil
Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu
Prof. Dr. Cihat Göktepe
Prof. Dr. Talip Özdeş
Prof. Dr. Ali Şafak
Prof. Dr. Mehmet Şişman
Doç. Dr. Yaşar Akgün
Doç. Dr. Caner Arabacı
Doç. Dr. Osman Can
Dr. Zafer Aydın Ecemiş
Mehmet Akif Ak
Bayram Girayhan
Veli Şirin
Faik Tarımcıoğlu
Sinan Tavukçu
Türkiye sadece kendisinin bağımsızlaşması ile kalmayıp diğer
Müslüman ülkelerin de gerçek bağımsızlığa kavuşmaları için kolları sıvamış durumda.
Yazı İşleri Müdürü
M. Fatih Sezgin
18
Yayın Asistanları
Adem Karaağaç
İbrahim Kaya
Reklam Sorumlusu
Gamze Kılıç
Yönetim Yeri
Stratejik Düşünce Enstitüsü
Çetin Emeç Bulvarı A. Öveçler Mah.
4. Cad. 1330 Sokak No: 12 Çankaya / Ankara
Tel: 0 312 473 80 45
Faks: 0 312 473 80 46
Aydın BOLAT
Sorun Fidan Değil, Hâlâ Anlamadın mı?
Büyük Türkiye, Büyük ve güçlü MİT’le vizyona girebilir.
Gerçekten milli ve dış nüfuza kapalı, dış politika analizleri
yapan, ülkenin stratejik hedeflerini gözeten, devlet aklını oluşturan ve devlet hafızasını
koruyan paradigmasını yeniden tanımlamış bir MİT, Türkiye’nin ve bölgemizin en
önemli ihtiyacıdır. İşte MİT bu yolda olduğu için hedeftedir.
34
Mit Eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş
MİT Operasyonunu Değerlendirdi
Sinan BAŞAK
Çözüm Sürecinde Sona Yaklaşırken…
Eğer çözüm konusunda Ankara-İmralı hattı değil de, başka
ülkeler ve örgütler devrede olsaydı gezi komplosuna PKK’lıların
girmesi muhtemeldi. Uluslararası gücün emrine amade sol ve Kemalist örgütlerin
arasına PKK’lıların girmesi demek kaosun artması demekti.
48
Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce
Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat
Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen
yapılacak alıntılar dışında önceden izin alınmaksızın
hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden yayımlanamaz.
Bu dergide yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri ile
SDE Akademik Personeli’nin çalışmaları dışındaki
diğer görüş ve değerlendirmeler, yalnızca yazarının
düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal
görüşünü temsil etmemektedir.
30
Doç. Dr. Hamit Emrah BERİŞ
Yargıda Zihniyet Dönüşümü ve Balyoz Davası
Darbelerin demokrasi tarihinin adeta ayrılmaz bir parçası
durumunda olduğu Türkiye için Balyoz benzeri davaların
oldukça önemli olduğu açık. Gerek Ergenekon ve Balyoz davaları gerekse bunları
takip eden 12 Eylül darbesine ilişkin yargılama süreci, Türkiye’de askerî vesayetin son
izlerinin de silinmesi bakımından önem taşıyor.
Prof. Dr. Birol AKGÜN
ABD-İran Yakınlaşmasının Nedenleri ve Başarı Şansı
ABD ve İran arasındaki ilişkilerin düzeltilmesi için gerekli olan
ilk psikolojik eşik aşılmıştır. Duraksamalar ve zikzaklar yaşansa
da, ABD-İran ilişkisi bundan sonra pozitif yönde ilerleyecektir.
68
Yargıda Zihniyet Dönüşümü ve Balyoz Davası
Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş
26
30
Çözüm Sürecinde Sona Yaklaşırken…
Sinan Başak
34
Demokrasinin Kurumsallaşması:
Kamu Denetçiliği Kurumu (KDK)’nun Başörtüsü Kararı
Bilsen Kolcu
38
Bütün Seçimleri (İttifakları) Başlatacak Seçim: Mart 2014
M. Kürşad Birinci
42
SDE’den “Okullarda Toplumsal Barış ve Kültürel Tolerans
Farkındalığı” Projesi
47
ABD-İran Yakınlaşmasının Nedenleri ve Başarı Şansı
Prof. Dr. Birol Akgün
48
Mısır’da Darbeye Direniş
Sadece Darbeye Direniş Değildir
Doç. Dr. Mehmet Şahin
Tasarım-Baskı
Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti.
Anadolu Bulvarı Meka Plaza No: 5/15
Gimat Yenimahalle - Ankara
Tel: 0 312 397 16 17
Faks: 0 312 397 03 07
www.basakmatbaa.com
Fotoğraflar
AA, Cihan, ShutterStock
Ak Parti Hükümetinin ve Yargının
“Demokratikleşme Paketi”
Dr. Murat Yılmaz
Zeynep SONGÜLEN İNANÇ
Bir Başlığın Anlamı
Avrupa Komisyonu’nun raporu kaleme alırken dengeli bir rapor
ortaya koyma çabasında olduğu görülüyor. Öyle ki rapora
nerden baktığınıza göre bardağın boş tarafını veya dolu tarafını görmek mümkün.
4
11
15
18
22
Azerbaycan’da Yeniden Aliyev Dönemi
M. Fatih Sezgin
54
59
62
68
71
Şairler ve Âlimler Ülkesi Moritanya
Prof. Dr. Yasin Aktay
Öner Buçukcu
74
Yasemine Devrim Yazan Ülke Tunus
Prof. Dr. Yasin Aktay
Öner Buçukcu
82
Gürcistan’da Saakaşvili Dönemi Sona Erdi
Mehmet Fatih Öztarsu
90
Borç Tavanı Tartışmaları ve ABD Ekonomisine Etkileri
Dr. Tolga Dağlaroğlu
94
Çin Ekonomisi Büyüme Oranı
Yavaşlama Sürecinden Vazgeçti
Behiç Safa Böğürcü
99
Suriye Krizinde Çözüm; Ne Zaman ve Nasıl?
Amine İleri
Mısır ve Suriye Gölgesinde Kalan Irak İle Yeni İlişkiler
Sinan Tavukçu
Bir Başlığın Anlamı
Zeynep Songülen İnanç
Yakın Geçmişten Arap Baharına ve
Günümüze İslam Dünyası
Prof. Dr. Talip Özdeş
102
SDE’den Orta Asyada İkinci Adım
Kazakistan-Türkiye İlişkilerinin Geleceği Sempozyumu
107
108
Dinsel İtibarın Modern Temsilleri
Dr. Necdet Subaşı
MİLLİ İSTİHBARATTA
NORMALLEŞME VEYA
YENİ TÜRKİYE’NİN MİT’İ
Prof. Dr. Yasin AKTAY
MİT DOSYASI
SDE Başkanı
Hakan Fidan aleyhtarı kampanyanın sadece Türkiye’ye
yönelik bir operasyon değil, genel olarak Obama’yı,
münhasıran da, Obama’nın İran siyasetini hedef alan bir
operasyon olduğu da görülebilir. Ama kampanya öyle
bir yerden vuruyor ki, yaptığı her hamle kendi kendini
dövüyor, kendini rezil duruma düşürüyor.
G
eçtiğimiz ay içinde
Türkiye, Amerikan ve
İsrail basınında ilginç
bir konu bağlamında gündeme
geldi. Türk Milli İstihbaratının
İsrail’le veya Batılı müttefikleriyle artık eskisi gibi işbirliği
içinde çalışmıyor olduğu serzenişiyle özetlenebilecek bütün
bu gündemler geçmişte benzerlerini “eksen kayması” başlığı
altında yaşadığımız gündemlerden esas itibariyle pek farklı
değil. Amerikan veya Avrupa
basınında Türkiye’nin eksen
kayması yaşıyor olduğuna dair
kampanya tadındaki haberlerin
bundan önceki işlevi, niyeti ve
hedefi ne ise bunun da ondan
görünürde pek farkı yok. Tabii
ki bu gündemlere konu olan
olaylar, vesileler, şahıslar her
seferinde değişebilir. Geçmişte
Türkiye’nin İran ve Suriye ile
olan yakınlaşması, Rusya ve
Ortadoğu ülkelerine açılımı
her seferinde bu tür kampanyaları harekete geçirmiş görünüyor. Bugün ise Suriye ve İran’la
neredeyse herkesten daha fazla
ters düşülen bir sürecin ortasında böyle söylentilerin dolaşıma
girmesi, bu söylemin kendisinin
sabit konuların değişken olduğunu gösteriyor sadece.
Bu seferki haberler Türkiye
Milli İstihbarat Teşkilatı’nın
son zamanlardaki icraatlarına
dair. MİT Müsteşarı Hakan
Fidan hakkında Washington
Times, Wall Street Journal,
Washington Post ve bir sürü
İsrail gazetesinde arka arkaya
yazılan yazılarda ortaya atılan
iddialara göre MİT Müsteşarı
Hakan Fidan, MOSSAD adına faaliyet göstermekte olan 10
İranlı ajanın kimliklerini İran’lı
istihbaratçılara bildirmiş. Yani
ajanların kimliği İran, faaliyetleri İsrail adına ve onları tespit
edip bildiren Türkiye İstihbaratının başı olan Hakan Fidan.
Doğrusu, haberlerin doğru
olup olmadığı konusunda rivayetler muhtelif. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu haberlere
karşı tepkisini sert bir dille ortaya koydu, bu bir yalanlama
idi görünürde, ama bir yandan
da “Türk İstihbaratı ne zaman
ne yapılması gerektiğine kendisi karar verebilecek durumdadır” mealinde sözlerle de bu tür
bir olayın mümkün olabileceği
şeklinde anlaşılacak bir beyanda bulundu. Olaylar doğru veya
yanlış bilinmez ama, açıkçası,
ilk duyulduğunda, doğru olma
ihtimali daha fazla heyecan verici gelen türden haberlerdi.
Özellikle,
Davos’taki
Şimon Peres’e karşı başbakan
Erdoğan’ın ‘one minute’ çıkışını yaptığı panelin sicili belli
moderatörü David Ignatus’un
yazısıyla ayyuka çıkarılan “10
İranlı ajan” hikâyesi doğru
olması halinde MOSSAD’ın
veya İsrail’in ne duruma düşmüş olduğunu göstermiş oluyor
sadece. Yukarıda ifade edildiği
gibi Amerikan basınında bu tür
haberlerin yayınlanma sebebi
aslında belli: Türkiye’yi zor duruma düşürmek; Türkiye’nin
bir eksen kayması içinde olduğu yönündeki namütenahi söylemi tekrarlamak; her fırsatta
AK Parti ve Erdoğan yönetimindeki Türkiye’nin batılı eksenin dışında olduğunu göstermeye çalışmak ve bu vesilelerle
Amerika’nın Türkiye’ye var
olan veya olması muhtemel her
türlü desteğini belli bir töhmet
ve baskı altında tutmak. Bu tarz
haberler, Amerikan yönetimlerinin Türkiye’ye yönelik politikalarında veya alışverişlerinde
ellerinde bir koz olarak da işlevsel hale gelebilir. Ayrıca, bu
haberlerle, Türkiye’ye verdiği
destek dolayısıyla Obama’yı
Amerika halkı nezdinde küçük
düşürmenin de hedeflendiğini
kaydetmek gerekiyor.
5
Fidan yönetimindeki MİT, istihbaratın paradigmasını
değiştirmiş, dış politika analizleri yapan ve ülkenin stratejik
hedeflerini gözeten gerçek bir devlet aklı olarak çalışmaya
başlamış. MİT’e ve Hakan Fidan’ın şahsına yapılan saldırılara
bakıldığında bu gerçek bütün açıklığıyla ortaya çıkıyor.
MİT Kampanyasının Hedefi
Obama mı?
Obama’nın neden bu tür haberlerin hedefi olabileceğini
biraz açmak gerekirse; bu, Fidan hakkındaki haberlerin
arkasında olduğundan kuşku
duyulmayan Cumhuriyetçilerin her halükarda Obama yönetimine karşı artık neredeyse
hiç kural tanımayan muhalefetlerinin, değerlendirmeyeceği
hiç bir fırsatın kalmamasıyla
ilgili bir durum. Son zamanlarda Kongre’de oylanması
gereken geçici bütçeyi onaylamamak suretiyle Amerikan
tarihinde görülmemiş bir krize
yol açan Cumhuriyetçiler, böylece Obama’yı ABD tarihinde
çalışanların maaşını ödeyemeyen bir başkan konumuna
düşürmeyi başardılar. Hoş bu
başarıları neticede kendilerini
Amerikan halkı nezdinde çok
daha kötü ve suçlu duruma düşüren bir başarı olmuş oldu ya.
Ama konumuz açısından bunun önemi yok, burada Cumhuriyetçilerin veya neo-conların Obama’ya muhalefet adına
neleri göze alabiliyor olduklarını örneklemek açısından
önemli. Obama’nın Suriye’ye
daha aktif müdahalesini isterken, bu müdahale talebinde
Suriye halkının acılarına ortak
olan, onları duyan hiç bir yan
6
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
yok. Kaldı ki Esad’ı düşürecek
bir müdahaleye asıl duygusal
ve zihinsel müttefiki oldukları
İsrail’in de pek sıcak bakmayacağı bilindiği halde Cumhuriyetçilerin bunda neden bu
kadar istekli olduklarının cevabı da aynı kapıdan geçiyor:
Göreve geldiği saatten beri
Amerika’nın uluslararası ilişkilerinde savaş karşıtı, barışa ve
diplomasiye öncelik veren bir
misyona sahip olan Obama’yı,
kendiyle tutarsız bir konuma
düşürmek ve Ortadoğu’da içinden kolay kolay çıkamayacağı
ve muhtemelen kendi iktidarının sarsılmasıyla sonuçlanacak
bir savaşın içine sürüklemek.
Daha açık bir ifadeyle; Cumhuriyetçiler Obama’yı Suriye’ye
müdahaleye teşvik ederken,
Suriye halkını yaşadıkları katliamlardan kurtarmanın değil,
Obama’yı bir batağa sürüklemiş
olacaklarının hesabını yapıyorlar. Tabi bu hesabın doğru olup
olmadığı ayrıca tartışılır bir şey.
Cumhuriyetçilerin Amerika’da
İsrail
adına
neredeyse
vekâleten siyaset yürütüyor
oldukları sır değildir. İsrailinse, son zamanlarda Obama’nın
İran’a yönelik açılımlarından
fena halde rahatsız olduğu
açıkça ifade ediliyor. Ayrıca
İsrail’in bu yeni yakınlaşmayı
kamuoyu nezdinde mahkûm
etmek, mümkünse imkânsız
hale getirmek için elinden geleni yaptığını herkes biliyor.
Bu açıdan bakıldığında Hakan
Fidan aleyhtarı kampanyanın
sadece Türkiye’ye yönelik bir
operasyon değil, genel olarak
Obama’yı, münhasıran da,
Obama’nın İran siyasetini hedef alan bir operasyon olduğu
da görülebilir. Ama kampanya
öyle bir yerden vuruyor ki, yaptığı her hamle kendi kendini
dövüyor, kendini rezil duruma
düşürüyor.
Haberlerin Doğru Olma
Olasılığının Cazibesi
Haber doğru ise, İsrail açısından, İsrail’i kötü, hatta rezil
duruma düşüren durum şu ki,
MOSSAD Türkiye’de elini
kolunu sallayarak operasyon
yapıyor ve bunu yüzüne gözüne bulaştırıyor, bütün ajanları
keklik gibi MİT’in takibine
takılıyor. Sonra kendi beceriksizliğine yanmak, kendi açıklarını kimseye çaktırmadan
kapatmak üzere tedbir almak
dururken, Amerikan basınına
salya sümük ağlayarak MİT’ten
yediği dayağı şikâyet etmiş oluyor. Amerika’da İsrail güdümlü
olduğu anlaşılan bütün bu haberlerin aslında başka bir anlamı yok: şikâyet ve serzeniş... Bu
da neresinden bakılırsa bakılsın bir istihbarat kuruluşu için
büyük bir acziyetin itirafından
başka bir şey değildir. Olay
dünyada açmadığı kapı bulunmayan, maharetleriyle meşhur
MOSSAD efsanesinin çöküşü
olarak da kulağa hoş geliyor.
barını göklere çıkarmaktan
başka bir sonuç doğurmaz. Hakan Fidan yönetimindeki MİT,
üstüne para verse böyle bir reklam yapamazdı herhalde.
Ne
yazık
ki
haber,
Davutoğlu’nun da açıkladığı
gibi doğru değil. Aslında doğru
olmasının önünde akıl-mantıkizan engeli de var. Hâlihazırda
izlemekte olduğu dış siyaset
Türkiye’yi birçok noktada
İran’la karşı karşıya düşürüyor. Özellikle Suriye ve Irak
politikaları, hatta PKK’ya yaklaşım farkları dolayısıyla İran
ve Türkiye istihbaratlarının bu
kadar yakın bir çalışma içinde
olma ihtimalleri imkânsız. Ayrıca Hakan Fidan’ın ve onun
üzerinden Türkiye’nin son zamanlarda Suriye’de İran’ın da
baş düşmanlarından olduğu bilinen el-Kaide unsurlarına des-
tek veriyor olduğu töhmeti de
ayyuka çıkmışken İran’la böyle
bir temasın mevcudiyetine dair
haberler pek mantıklı gelmiyor.
Buna rağmen bu haberlerin
arka arkaya bir kampanya izlenimini pekiştirecek şekilde
yayımlanması zaten olayın mahiyetini yeterince açıklıyor.
Fidan’a Karşı Kampanyanın
Asıl Nedenleri
1. ABD iç politikasıyla ilgili
boyut
Böyle
bir
kampanyanın,
İsrail’in, son zamanlarda ABDİran yakınlaşmasından, bu iki
ülke arasında yeni diyalog kapılarının açılmasından duyduğu
rahatsızlıkla ilgisi var. İran’da
seçimlerden sonra Ruhani’nin
görev başına gelmesinden sonra bu açılım beklenirken, New
York’ta bulunduğu esnada baş-
kan Obama tarafından aranması ve 15 dakika konuşması,
İran-ABD ilişkilerinde yeni bir
döneme girildiğinin haberini
veriyordu. Obama yönetimindeki ABD Ortadoğu’da ezeli
düşmanı İran’la 1979’dan beri
ilk defa bu düzeyde bir görüşmeye kapıları aralıyor. Tabi bu
yakınlaşmanın en önemli maliyeti veya idare edilmesi gereken en önemli zorluğu bütün
hesaplarını ABD-İran soğuk
savaşının sürekliliğine göre
yapmış olan Suudi Arabistan
ve İsrail’in bu süreçten duyacakları rahatsızlıklardır. Her
ikisi de kendine özgü nedenlerle ABD ve İran arasındaki bu
yakınlaşmayı istemiyor.
2. MOSSAD’ın Türkiye’deki
imtiyazlarının iptal edilmesi
Türkiye istihbaratının son zamanlardaki, İsrail açısından
Ne yalan söyleyelim, böyle bir
haber Türkiye için MİT’in iti-
7
Bu kampanya ile hedeflenen tabii ki sadece Hakan Fidan’ın
şahsı değil, doğal olarak bu yakınlaşmanın aktörü olarak
Obama ve Türkiye’nin aktif dış politikasının asıl aktörü olan
başbakan Erdoğan’dır.
veya ABD neo-conları açısından “başına buyruk” tutumlarının da bir rahatsızlık kaynağı
olduğu sır değil artık. Türkiye
istihbaratı eskiden İsrail ile sıkı
ilişkiler içindeydi. İsrail istihbaratına Türkiye sınırları içinde
neredeyse sorgulanmayan sınırsız operasyon imkânı veya yetkisi tanındığı, istediği insanları
havaalanlarında alıp sorguladığı biliniyordu. Türkiye vatandaşları arasında eskiden tutuklanmış insanların sorgularına
MOSSAD ajanları da katılıp
sorguyu yönetebiliyorlardı. Belli ki bu durum Türkiye MİT’i
içinde kendilerine tanınan
geniş bir alan sayesinde mümkün oluyordu. Üstelik Türkiye
MİT’inin bu alanda İsrail’e sahip olduğu bütün bilgileri cömertçe paylaşan bir tutumu söz
konusuyken, MOSSAD’dan
hiçbir şey gizlemiyordu. Oysa
Fidan döneminde MOSSAD’a
yönelik bu tek yönlü bilgi akışının kapandığı ve MOSSAD’ın
belli anlaşmalara dayalı olduğu
bilinen bu imtiyazlarının artık tanınmadığı ifade ediliyor.
Aslında MİT’in millileşmiş olmasının tam resmi olan bu durumun da faturasının Fidan’a
İrancılık olarak çıkarılması
anlaşılabilir. Oysa Fidan’ın
MOSSAD’a karşı tavrı ne ise
İran’a da muhtemelen aynı şekilde olduğu ortadadır.
8
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
3. Türkiye’nin dış
politikasından duyulan genel
rahatsızlıklar
Bu kampanyanın arkasında
yatan sebeplerden belki de en
önemlisi Türkiye’nin genel olarak dış politikasından duyulan
rahatsızlıktır. Burada da söz konusu olan Hakan Fidan’ın şahsı
değil, son zamanlarda dış ilişkilerde veya pazarda kaydedilen
başarılardır. Türkiye’nin özellikle Başbakan Erdoğan’ın şahsında Ortadoğu halkları arasında artan popülaritesi bölgenin
değişiminde önemli bir itici
etken olarak rol oynamaktadır.
Arap Baharı sürecinin bile en
önemli motivasyonunun bu olduğu söylenebilir. Oysa şu anda
bütün çabalar bu sürecin geri
çevrilmesi ve bu sürecin bütün
aktörlerinin mümkün oranda
itibarsızlaştırılmaya çalışılmasıdır. Aslında Gezi Parkı hadiselerinde de aynı basında ortaya
konulan tutumla bir süreklilik
arz ediyor son kampanya. Daha
da öncesinden Türkiye’nin
bütün dış politikasına dönük
eksen kayması kampanyalarının hepsi aynı kapıya çıkıyor.
Türkiye’nin gelişmesi, bölgede
etkinlik kazanması, muhtemelen ABD içerisinde belli grupları memnun ediyordur. Bu işin
tabiatı gereği böyledir, herkesin bu gelişmeden aynı ölçüde
rahatsızlık veya memnuniyet
duyduğunu düşünmemek gerekiyor. O yüzden aynı yayınlarda zaman zaman Türkiye’nin
dış politikasına dönük övücü
yazılar veya ifadelere rastlamak
mümkün. Oysa artık damarı
tespit edilebilir bir başka eğilimin de Türkiye’nin aleyhine
değerlendirilebilecek her türlü
gelişmenin üstüne atladığı görülmektedir.
4. Hakan Fidan’ın özelliği ve
çözüm süreci
Bu kampanya ile hedeflenen
tabii ki sadece Hakan Fidan’ın
şahsı değil, doğal olarak bu
yakınlaşmanın aktörü olarak
Obama ve Türkiye’nin aktif dış
politikasının asıl aktörü olan
başbakan Erdoğan’dır. Ancak
Fidan’ın MİT’in başına geldiği
saatten itibaren İsrail merkezli
bir kampanyanın aleni hedefi
olduğu da ortada. Daha göreve
geldiği günlerde “Türkiye istihbaratı bir İrancının eline teslim
edildi” diye beyanatta bulunan
bizzat Netenyahu olmuştu. Bu
beyanı izleyen dönemlerde birçok hadisede aynı yerden ısıtılıp ortaya konmuş bazı haber
ve değerlendirmelerin hepsinin
Fidan’ın şahsını hedef aldığı
da görüldü. İlk başta sızdırılan
Oslo görüşmelerinin Fidan’ın
şahsını, ama onun şahsında
çözüm sürecini hedef aldığı
aşikâr oldu. Oslo görüşmelerinin ve ondan sonraki bütün
çözüm sürecinin en büyük
özelliği Türkiye’nin kendi sorununda başka dış aktörlerin
aracılığını devreden çıkarmış
olmasıdır. Bu aracılığa ihtiyaç
duymadan bu işi yapması aslında çözüm sürecinde başlı başına devrimci bir adımdır ve bu
durum Türkiye’yi hedefine bir
hayli yaklaştırmıştır. Çözüm
sürecinde mesafe kat edildikçe
eski aracıların aslında işi daha
fazla bozmak üzere çalıştığı
daha da iyi anlaşılmış oluyor.
Çözüm ihtimali gerçeğe dönüştükçe bunu sabote edecek
muhtemel bütün girişimlerin
devreye sokulduğu da görüldü.
Bu süreçte öne çıkan bir isim
olarak Fidan’ın hedef tahtasına konulması o açıdan hiç de
şaşırtıcı olmadı. Uludere hadisesinin hemen ertesinde, daha
olayla ilgili hiç bir malumat
ortada yokken hemen MİT’in
bu konudaki ihmalinin sebep
olarak lanse edilmesi, Reyhanlı saldırısında aynı şekilde
MİT’in ihmallerinin hemen
haberlere konu olması da bu
çerçevede kaydedilmelidir. Genellikle kendini savunma geleneği olmayan MİT’in bu süreç
içinde suçlanmasının doğrudan
Fidan’ı hedef aldığı artık gizlenemiyor. Nitekim bütün bu
süreçlerin sonucunda 7 Şubat
operasyonunda Fidan doğrudan savcılığa davet edilerek
hakkındaki suçlamalara cevap
vermesi istenmişti. Başbakanın
ameliyat için çekilmiş olduğu
bir dönemde yapılmış olan bu
çağrının anlamı bir yorum gerektirmiyor.
Delil Uydurma Yolları
Kampanyada başvurulan yöntem de başta kendi uydurdukları ama yaygınlık kazandırmış
oldukları dedikodulardan delil
üretmekten başka bir yol değil. Cinayeti kör bir balıkçı
görmüştür ve Hakan Fidan’ın
MOSSAD casuslarını İran istihbaratına teslim ettiği bazı
Artık kendi vatandaşını fişleyen, vatandaşının peşine takılıp
onu düşman olarak kodlayan bir muhaberat MİT’i yok,
gerçekten de milli menfaatleri bir bütün olarak milletin,
toplumun menfaatleri olarak değerlendiren ve bu paralelde
faaliyet gösteren bir kurum var karşımızda.
Tel Aviv kafelerinde konuşulmaktadır. Zamanla bu konuşulanlar itibarlı gazetelerde
yine hiç bir delil gösterme gereği hissetmeksizin sadece “bir
yerlerde
konuşulmaktadır”
şerhiyle yazılarak birer delile
dönüşür. Oysa nerede konuşulduğu, kimin konuştuğu bellidir
ve hiç bir delil gösterilmeden
sadece konuşulmaktadır. Görünürde, aslında itibarlı gazete
yalan söylememektedir, sadece
konuşanların yalancısıdır ve
duyduklarını aktarmak gibi bir
gazeteci sorumluluğunu bile
yerine getirmiş olduğu söylenebilir. Ama konuşulan binlerce delilsiz şey arasında neden
bunu seçip köşesine taşıdığını
açıklamasını beklememek gerekiyordur.
Bu delil üretme mantığı bize
yabancı değil. Kendi kurdukları internet sitelerinde yayımladıkları uyduruk haberleri
sonradan kapatma davalarında
kullanan odakların mantığıyla
aynı. 28 Şubat sürecinde yaşanan suçlama kampanyalarında
üretilen deliller de ayın mantığın izlerini taşıyor.
İşin başka bir boyutu tabii ki,
yukarıda da ifade ettiğimiz
gibi, MİT’in son zamanlarda
tarihinin en milli ve başka istihbarat kuruluşlarının nüfuzuna en kapalı dönemini yaşıyor
olmasıdır. MOSSAD’ın adam
tutuklayıp sorgulayabildiği dönemleri vardı Türkiye’de. Kendisine kafa tutan siyasetçileri
veya şahsiyetleri bertaraf etmekte kendisiyle işbirliği yapan
bir kurumdu MİT, desteklediği darbeleri kolaylaştırandı…
Adeta Türkiye’ye değil kendilerine çalışan bir kurumdu
MİT. Bugün ise kendisiyle hiçbir işbirliğine yanaşmayan uzak
bir kurum olma gerçeği var.
MİT, gerçekten de öyle bir kurum haline gelmiş durumda ve
doğrusu bu haliyle bir ülke vatandaşı olarak insana büyük bir
güven hissi veriyor. Artık kendi
vatandaşını fişleyen, vatandaşının peşine takılıp onu düşman
olarak kodlayan bir muhaberat
MİT’i yok, gerçekten de milli
menfaatleri bir bütün olarak
milletin, toplumun menfaatleri olarak değerlendiren ve bu
paralelde faaliyet gösteren bir
kurum var karşımızda.
Fidan yönetimindeki MİT, istihbaratın paradigmasını değiştirmiş, dış politika analizleri yapan ve ülkenin stratejik hedeflerini gözeten gerçek bir devlet
aklı olarak çalışmaya başlamış.
MİT’e ve Hakan Fidan’ın şahsına yapılan saldırılara bakıldığında bu gerçek bütün açıklığıyla ortaya çıkıyor.
9
SALDIRILAR
YENİ ‘DEVLET AKLI’ VE
İSLAM ÜLKELERİNİN ‘BİRLİĞİ’NE
Türkiye sadece kendisinin bağımsızlaşması ile kalmayıp
diğer Müslüman ülkelerin de gerçek bağımsızlığa
kavuşmaları için kolları sıvamış durumda. Tunus’ta
başlayıp Mısır, Libya ve Suriye’yi etkisi altına alan ve
adına “Arap Baharı” denilen hareketin arkasındaki en
önemli itici güç hiç şüphesiz “Yeni Türkiye”dir.
Alper TAN
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
MİT DOSYASI
K
ısaca “İstihbarat savaşları” olarak izah edebileceğimiz bir dönemden
geçiyoruz. Bazı isimler ve kurumlarla ilgili olarak, Türkiye
içinden ve dışından yapılan sistematik saldırılar giderek daha
çok dikkat çekiyor. Kimin ne
yapmaya çalıştığı, kimin, kim
veya nere adına konuştuğuyazdığı-yaptığı daha çok netlik
kazanıyor. Başbakan Erdoğan,
siyasi hayatı boyunca belli mihrakların hedefindeydi. Onunla
çok uğraştılar. Dışişleri Bakanı
Ahmet Davutoğlu, Türkiye’nin
takip ettiği dış politika nedeniyle uzunca süre hedefe konuldu.
Yıpratılmak ve itibarsızlaştırılmak istendi. Şimdi sıra MİT
Müsteşarı Hakan Fidan’a geldi.
Fidan aleyhinde Washington
Times, Wall Street Journal,
Washington Post ve İsrail başta
olmak üzere çok sayıda yabancı
yayın organında ardı ardına iddialar ortaya atılıyor.
Türkiye, 1944 ortalarından
itibaren ABD’nin güdümüne
girmiş bir devletti. Gururlu
Türkler olarak bizler, Osmanlı
Devleti’nden koparılan bütün
toprakların çeşitli Batı ülkelerinin mandasına girdiğini kabul-
lendik ve hazmettik de yaşadığımız ülkenin yani Türkiye’nin
de aslında mandalaştırıldığını
aklımıza bile getirmek istemedik. Çünkü tarih kitaplarında, çocukluğumuzdan beri
bize anlatılan resmi hikâyelere
göre “İstiklal
Harbi”nde
kahramanca
savaşmış
ve
hain düşmanı denize dökerek koskoca “kötü” Osmanlı
İmparatorluğu’ndan “mükemmel” bir “Milli Devlet” çıkarmıştık. “İşbirlikçi Padişah, Batılıların dayattığı Sevr
Anlaşması’nı
kabullenmişti” ama bizim “Düşmanları denize döken büyük kahramanlarımız” bu anlaşmayı tanımayarak, “Bağımsızlığımızı” kazandırmıştı. Bizlere anlatılan
bu resmi masallar gururumuzu
okşuyordu. Bunun dışında bir
şeyi düşünmek ve ifade etmek
de zaten suçtu.
1944’ten itibaren Türkiye’yi
bir manda gibi yöneten ABD
güdümlü “Üst Yapı” artık yok.
Türkiye gerçek bağımsızlığına
kavuşuyor. Kısa yoldan ifade
etmek gerekirse bu MİT odaklı son saldırıların esas amacı
Türkiye’nin bağımsızlaşmasına karşı bir saldırı karakteri
taşıyor. Dikkat edilecek olursa Türkiye’nin darbelerle ve
darbecilerle hesaplaşma davaları yani “Ergenekon”, “Balyoz” konuları ile demokratikleşme çabaları, 2006-2007’den
sonra hız kazanmış ve arka
arkaya önemli adımlar atılabilmiştir. Ekonomik kalkınma
hamleleri de, dış politikamızın
milli bir kimlik kazanarak etkin olmaya başlaması ve dikkat
çekmesi de buna paralel ilerlemiştir.
Önceki yıllarda, Türkiye’nin
“İranlaşması” yalanları halk
tarafından itibar görmeyince
bu defa “Malezyalılaşma”,
“mahalle baskısı” gibi yeni
zorlama tabirlerle Ankara’nın
suçlanması gündeme getirilmişti. Bunlar da tutmayınca dış
politika açısından “Eksen kayması” ortaya atıldı. Tabi beraberinde “Neo-Osmanlılık”
yakıştırmaları da…
Türkiye’nin bağımsızlaşması
Batı açısından son derece “tehlikeli”. Çünkü Türkiye sadece
kendisinin bağımsızlaşması ile
kalmayıp diğer Müslüman ülkelerin de gerçek bağımsızlığa
kavuşmaları için kolları sıvamış
11
şefi Suriye’de kendi yolunu
çizdi” başlığı ile suçlanıyor.
Yani Türkiye’nin istihbaratının
başındaki adam ABD halkına
ve özellikle kritik makamlardaki yetkililere şikâyet ediliyor.
Ne olsaydı yani? Türkiye’nin
en üst istihbarat kurumunun
başındaki görevli, kendi ülkesini değil de ABD ve İsrail’in
çıkarlarını mı gözetseydi!
durumda. Tunus’ta başlayıp
Mısır, Libya ve Suriye’yi etkisi
altına alan ve adına “Arap Baharı” denilen hareketin arkasındaki en önemli itici güç hiç
şüphesiz “Yeni Türkiye”dir.
Ülkemizde bazı kesimler bu
hareketlerin arkasında ABD
ve Batı’nın olduğu iftirasını
koro halinde söylediler. Aynı
kesimler Ak Parti hükümetinin
de ABD ve Batı’ya taşeronluk
yaptığı yakıştırmasını yaptılar.
Özellikle ABD, Avrupa ve İsrail merkezli son yayınlar ve
suçlamalardan açıkça görülüyor ki “Arap Baharı”nın
arkasında asla ABD, Avrupa
ve İsrail yok. Aksine bu ülkeler Arap Baharının tamamen
karşısındalar. Özellikle “Mısır
Baharı”na karşı General Abdülfettah Sisi tarafından yapılan kanlı darbe, tüm gerçekleri
gün yüzüne çıkardı. ABD, Avrupa ve İsrail, bunun bir darbe
değil terörizme karşı tedbir olduğu tezini savundular, darbeci
ordunun demokrasiyi koruduğunu savundular ve darbecilere
destek verdiler.
MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a
kimler saldırıyor? Aynı odak-
12
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
lar saldırıyor. MİT Müsteşarı
Fidan, “Türkiye’nin milli çıkarlarını gözeten” işler yaptığı
gerekçesiyle hedefe konuluyor,
ölümle tehdit ediliyor. Geçen
yıl bir önceki MİT Müsteşarı
Emre Taner de hedefe konulmuş ve cezalandırılmak istenmişti. Acaba Emre Taner
ve Hakan Fidan’a sistematik
olarak saldıran içerideki ve dışarıdaki odaklar, kişiler daha
önceki MİT müsteşarlarına
neden hiç ses çıkarmamışlardı?
Bunun nasıl anlaşılması gerekir? Biz şunu anlıyoruz: Demek
ki Emre Taner’e kadar görev
yapan MİT başkanları CIA gibi
MOSSAD gibi hareket ediyormuş. En azından MİT, o güne
kadar CIA’ın, MOSSAD’ın
ayağına hiç basmıyormuş.
ABD’de Wall Street Journal’daki yazıda Hakan Fidan, “Türkiye’nin istihbarat
Önceleri daha örtülü olan, MİT
ve Başbakan Erdoğan’a yönelik
fiili saldırılar 7 Şubat 2012 tarihinde ortaya çıkan “soruşturma” hamlesiyle daha somut
hale geldi. Türkiye’de devşirilen bazı yayın kuruluşları düzenli biçimde MİT’e saldırmaya
başladılar. Hatta MİT karşıtlığı
yayın politikası haline getirildi.
Açıktan saldırmayı riskli gören
başka bazı yayın kuruluşları ise
dolaylı saldırı yapan bir çizgide
devam ediyorlar.
7 Şubat 2012’de MİT üzerinden başlayan saldırıların
arkasında gerçekte kimlerin
olduğunu ve bu saldırıda rol
alanların kime hizmet ettikleri
ortada artık. Tüm bu gelişmelerin özeti şudur: Artık Türkiye
bağımsız ve güçlü bir devlet.
Türkiye’nin bağımsızlığı, dostları sevindirirken düşmanları
da çıldırtıyor.
Daha önce, bu ülkenin başbakanı, ABD Başkanı’nın
7 Şubat 2012’de MİT üzerinden başlayan saldırıların arkasında
gerçekte kimlerin olduğunu ve bu saldırıda rol alanların
kime hizmet ettikleri ortada artık. Tüm bu gelişmelerin özeti
şudur: Artık Türkiye bağımsız ve güçlü bir devlet. Türkiye’nin
bağımsızlığı, dostları sevindirirken düşmanları da çıldırtıyor.
önünde emir eri gibi bekletildi. Türkiye, IMF ve Dünya
Bankası’nın vereceği paralara
muhtaç hale getirildi. TSK,
NATO çerçevesinin dışına çıkamadı. Birinci Dünya Savaşı
ve İstiklal Savaşı’nda ülkemize saldıranlar dost ve müttefik
sayılırken düne kadar aynı ülke
içinde yaşadığımız dost, kardeş
veya akraba topluluklarla aramıza mayınlar döşendi.
Ayağındaki prangaları kıran,
zihnine tebelleş olan şablonlardan kutulan, komplekslerini
atmış, özgüven kazanmış ve gücünü yeniden keşfetmiş bir millet olarak Türkler “ARTIK BİZ
DE VARIZ, İŞTE BURADAYIZ” demeye başladı. Vatandaşına güvenen bir devlet anlayışı
ile özgürlükleri hayata geçiren,
ekonomisiyle, üretimiyle, tutarlı
ve etkin dış politikasıyla, uluslararası saygınlığı ile yeniden
sahneye çıkıyor.
Türkiye, Cumhuriyet tarihi
boyunca halkıyla, cumhurbaşkanıyla, parlamentosuyla,
hükümetiyle, yargısıyla,
ordusuyla ve güvenlik kurumlarıyla ilk defa birlik,
bütünlük ve uyum içinde
hareket ediyor. Bu, çok çok
büyük bir şans, çok büyük
bir aşama.. Türkiye’nin son
yıllardaki en büyük kazanımı, yeniden kavuştuğu
özgüvenidir. Böyle olunca
da başarı kaçınılmaz olarak geliyor. Türkiye’de bu
uyum ve gayret var olduğu
müddetçe hasımların saldırmasının bir ehemmiyeti
olamaz. Mühim olan içerdeki uhuvveti, birliği güçlendirmek, gerçek dostlarla, ittifakı genişletmektir.
İslam dünyasında, Türkiye ve Suudi Arabistan gibi bazı
önemli ülkelerin başını çektiği yeni bir inisiyatif başladı.
Batı’dan bağımsız bu gelişme onları son derece düşündürüyor
ve ürkütüyor. Bunu önlemek veya en azından geciktirerek
zaman kazanmak için de Hakan Fidan ve Bender bin Sultan
gibi sembollere saldırarak mesaj veriyorlar.
21. yüzyıla girerken dünya
dengeleri ve küresel statüko
yeniden şekillenmeye başladı. Sovyetler’in ve Varşova
Paktı’nın dağılmasından sonra
kendini dünyanın yegâne süper
gücü görmeye başlayan ABD,
içine düştüğü güç sarhoşluğundan çıkamadı. ABD o güne
kadar gizli yöntemlerle kendine
bağladığı ülkelerle yetinmeyip,
yeryüzüne sahip olmak istedi.
Gerçekte bir CIA operasyonu
olan 11 Eylül 2001 saldırısını
bahane ederek Afganistan’ı ve
Irak’ı işgal etti. Bütün İslam ülkelerini tehdit etmeye başladı.
Ukrayna’da, Gürcistan’da boyalı darbeler yaptırdı.
Washington’un “Büyük Ortadoğu Projesi” dediği senaryo
geri tepti. ABD ve müttefikleri
Afganistan ve Irak’ı yerle bir
etmeyi başardı. Ama sonunda
geride bir enkaz bırakıp eli boş
olarak Irak’ı terk eden işgalciler aynı şekilde Afganistan’dan
da çıkmaya çalışıyorlar. Bu savaşlar sırasında ABD yaklaşık
70 yıllık müttefiki olan Türkiye ve Pakistan’ı kaybetti. Bu
iki önemli ve büyük ülke ABD
güdümünden çıktı. Kanlı savaşı kazanmış görünmesine
rağmen ABD, Afganistan ve
Irak’ı kazanamadı. Süper güç,
dünyaya maskara hale geldi.
Bunları Arap ayaklanmaları
takip etti. Tunus, Mısır, Libya
ve Yemen kendi kaderini tayin
yolunu seçti. Mısır’da şimdilik
bir mola var. Ancak fazla sürmeden durum yeniden değişebilir. Suriye’de uzatmalı süreç
devam ediyor. ABD’nin Ukrayna ve Gürcistan’daki boyalı
devrimleri ise kadük kaldı.
1932’de Suudi Arabistan
Krallığı’nın ilan edilmesinden
bu yana bu krallığın ABD
ile özel bir ilişkisi vardı. Yine
1932’de Suudi Arabistan’ı resmen tanıyan ilk devlet Türkiye ve ilk kutlama mesajını çeken devlet başkanı da Mustafa
Kemal’di.
13
Adı geçen prens 20 yıldan
uzun bir süre Washington’da
görev yapmış büyükelçilik vazifesinde bulunmuş biri. Suudi
Sarayı’nın da en güçlü adamlarından. Tıpkı Türkiye gibi Suudi Arabistan-ABD ilişkileri de
son derece kritik bir süreçten
geçiyor. Çünkü Riyad yönetimi
ABD’ye ardı ardına restler çekmeye başladı.
Suudi Arabistan, geçtiğimiz Eylül ayında BM Genel
Kurulu’nda konuşma yapmayarak önemli bir işaret vermişti. Ekim ayında ise önce
BM Güvenlik Konseyi geçici
üyeliğini reddederek, tepkinin seviyesini iyice yükseltti.
Daha sonra Prens Bender bin
Sultan, Cidde’de topladığı Batılı diplomatlara bir nevi nota
verdi. Suriye’ye diplomatik
çözüm araması ve İran’la yakınlaşmasından dolayı ABD’yi
tehdit ederek “ABD ile ilişkilerde büyük kayma planlıyoruz” dedi.
Suudi Prens, kendisine yakın
bir kaynak aracılığı ile de, dünyaya şunu ilan etti: “ABD’den
uzaklaşma büyük olacak.
Suudiler artık kendilerini
ABD’ye bağımlı durumda
bulmak istemiyor. Bender
bin Sultan, ABD ile alışverişi sınırlamayı planlıyor. Bu,
ABD’nin Filistin ve Suriye ile
ilgili etkin eylemde bulunma-
14
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
sının yanı sıra Esad’ın halkını
katletmesine yardımcı olması
için tasarlandı’’ diye ABD yönetimini hırpalıyor.
yı başaramamasının ardından
geldi.’’
Riyad’ın, tehdidinde ABD’ye
petrol satışları ile Suudi
Arabistan’ın ABD’den on
milyarlarca dolarlık hazine bonosu ve silah alımlarının da
etkileneceği belirtiliyor. “Tüm
seçenekler masada ve muhakkak ki bir etkisi olacak’’ deniliyor. Yani Çin füzesi
alacak diye Türkiye’yi hedefe
koyan ABD’yi şimdi de Suudi
Arabistan’ın resti düşündürüyor. Washington, durumun
şaka olmadığının, aksine çok
ciddi olduğunun farkında.
ABD’li bir yetkili Wall Street
Journal’a “Çıkarlarımız giderek daha çok birbirinden
uzaklaşıyor” yorumunu yaptı.
Diğer üst düzey Suudi Prensi
olan Turki el Faysal da, Washington’dayken, ABD’nin Suriye politikasının “İçler acısı
olduğunu ve Suriye ile İsrail-Filistin meselesine gelince,
Obama’nın elinin ayağına
dolaştığını” söylemişti. Suudi
istihbaratının eski başkanlarından Turki, “Beşar’ın kimyasal
cephaneliğinin uluslararası
kontrol altına alınması denen
maskaralık, apaçık hainlik
olmasaydı, komik bulunabilirdi. Ama Obama’nın askeri
müdahaleden geri adım atma-
Riyad’ın yeni stratejisini Kral
Faysal İslami Araştırmalar
Merkezi uzmanlarından Nevaf
Ubeyd, Al-Monitor’de şöyle yorumluyor: “Riyad, Arap
âleminde düzenin sağlanmasına yönelik ve İran’ın sızma
politikalarının
yayılmasına
karşı bir cevap için kolları
sıvadı. Suudiler ve bölgesel
müttefikleri, Suriyeli isyancılara desteklerini artırmaya ve
Lübnan ile Ürdün’ün çökmesini önlemeye kararlı. Şam rejiminin devrilmesi, Arapların
geleceği için çok önemli.’’
İşte Batı’yı rahatsız eden konu
belki de bu son paragrafta gizli. İslam dünyasında, Türkiye
ve Suudi Arabistan gibi bazı
önemli ülkelerin başını çektiği yeni bir inisiyatif başladı.
Batı’dan bağımsız bu gelişme
onları son derece düşündürüyor ve ürkütüyor. Bunu önlemek veya en azından geciktirerek zaman kazanmak için
de Hakan Fidan ve Bender
bin Sultan gibi sembollere saldırarak mesaj veriyorlar. Yani
saldırılar, sembolik isimler üzerinden olmakla birlikte esasen
Türkiye’nin yeni “Devlet aklına” ve İslam ülkelerinin yöneldiği yeni“Birlik” sürecine
odaklanıyor.
Dünya dengeleri yeniden kuruluyor. Yeni dönemde Avrupa
ve ABD artık eskisi gibi egemen olamayacak. Lakin bunlar
rahat da durmayacaklar. Bu
işlerin sonu büyük bir savaşa
kadar gidebilir.
HAKAN FİDAN’I
YIPRATMA
KAMPANYALARI
Prof. Dr. Aytekin GELERİ
SDE Savunma ve Güvenlik Koordinatörü
David Ignatius: Bilindik İsim
A
BD’nin en etkili gazetelerinden
Wall
Street Journal (WSJ)
ile Washington Post’ta birbiri
ardına adeta ortak bir yerden
düğmeye basılmış gibi Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarı Hakan Fidan’ı hedef alan
makaleler yayınlandı. Makalelerde yer verilen iddialar kadar
bu iddiaların altında imzaları
bulunan kişiler ve iddiaların
yayınlanma biçimleri de incelemeye değer bir özellik göstermektedir. Hakan Fidan’ı hedef
alan makalelerin birkaç gün
arayla yayınlanması bu konuda daha fazla ses getirmek, etki
oluşturmak amacının bir yansıması olarak değerlendirilebilir.
Bu makalelerin altında imzaları
bulunan kişiler Türkiye kamuoyu tarafından yakından bilinen
isimlerdir. Bunlardan özellikle
Washington Post gazetesinde-an
ki makalenin yazarı Başbakan
Recep Tayyipp Erdoğan’ın
2009’daki Davos zirvesinde İsrail Devlet Başkanı
res’e ve kendisine
Şimon Peres’e
one minute’ çıkışısöylediği ‘one
na neden olan moderatör
natius’dur.
David Ignatius’dur.
akalelerde HaBu makalelerde
dan Suriye’deki
kan Fidan
de bağlantılı El
El Kaide
Nusra ve diğer gruplagütlemek, onlara
rı örgütlemek,
silah ve lojistik destek sağlamak, İsrail
dış istihbarat örgütü
OSSAD adına çaMOSSAD
an 10 İranlı ajalışan
ın listesini İran’a
nın
vermekle suçlanıyor. MİT’in İran’a
verdiği iddia edilen
MOSSAD
ajanı İranlıların
listesi
konusu
aslında yeni bir
iddia değil. Bu
hususları içeren
MİT DOSYASI
Son zamanlarda ABD ve İsrail,
medya üzerinden Ankara’nın
dış politikasını hedefe koydu.
Bu saldırıların ortak hedefinde
bir taraftan da Suudi Arabistan
güvenliğinin tepesindeki güçlü
isim Prens Bender Bin Sultan
var.
önemli bir etkisi vardır.
Bu yüzdendir ki başta
Başbakan Erdoğan olmak üzere hükümet ve
Cumhurbaşkanı Hakan
Fidan’a destek vermekte ve sahip çıkmaktadır. Bu aslında olması
da gerekendir.
haberler daha önce
de yapılmıştı. Hakan
Fidan’ı yıpratmaya yönelik hamleler Oslo
görüşmelerinin basına
sızdırılmasında da ortaya konulmuştu. Zaman
zaman Türkiye’nin İran
ile Hizbullah arasında
yeni silah köprüsü kurduğu ve bu süreci de
Hakan Fidan’ın yönettiği şeklinde iddialar da
atıldı ortaya.1
Karalama
Kampanyasının
Kodları
MİT’teki Değişim
Türkiye artık eski Türkiye değil. Dolayısıyla
MİT de artık eski MİT
değil. Darbeleri ülkenin Cumhurbaşkanına, Başbakanına haber
vermeyen, 28 Şubat
döneminde Hükümet aleyhine
rapor hazırlayıp Milli Güvenlik
Kuruluna sunan, ülkeyi yönetenlerin bilgisi ve izni dışında
diğer ülke istihbarat örgütleriyle yakın ilişki ve işbirliği içinde
olan, dış istihbaratta küresel
aktörlere bağımlı olan MİT artık geride kalmıştır. Şimdi demokrasiye inanmış, hükümet
ile uyumlu, kendisini yenileyen, küresel güçlerin dışında
bağımsız bir politika izleyen,
kronik sorunların çözümünde etkin rol oynayan bir MİT
bulunmaktadır. Bu anlamda
MİT’in uluslararası istihbarat
alanında hızlı bir ivme kazanmasından, küresel aktörlerin
yakın gözetim ve denetiminin
dışına çıkarak bağımsız ve etkin bir politika izlemesinden
rahatsız olan ülkeler, istihbarat örgütleri ve derin yapılar
bulunmaktadır. Bu durum,
kendine geliş, milli duruş, milli
olmayan unsurlarda ve küresel derin yapıda panik havası
oluşturmuştur. MİT’te meydana gelen bu radikal değişimde
hiç şüphesiz kurumun başında
bulunan Hakan Fidan’ın çok
MİT’te meydana gelen bu radikal değişimde hiç şüphesiz
kurumun başında bulunan Hakan Fidan’ın çok önemli bir etkisi
vardır. Bu yüzdendir ki başta Başbakan Erdoğan olmak üzere
hükümet ve Cumhurbaşkanı Hakan Fidan’a destek vermekte
ve sahip çıkmaktadır. Bu aslında olması da gerekendir.
16
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
Küresel derin yapı,
Fehmi Koru’nun da
işaret ettiği üzere, öncelikle ve özellikle
ABD’nin Türkiye politikasını etkilemeye,
Türkiye üzerinde baskı
oluşturmasını
sağlamaya
çalışmaktadır.
Bu kişiler ve kesimler
şu anda Türkiye’de iktidarda bulunanların aslında Batının temel politikalarına ters
oldukları, İran ve radikal İslamcılarla çok yakın ilişki ve
işbirliği içinde bulundukları
bu nedenle de güvenilmez oldukları yönünde bir imaj oluşturmaya çalışmaktadırlar. Bu
amaçla Türkiye’nin Suriye’deki El Kaide teröristlerine silah
ve lojistik sağladığı, Mısır’da
Müslüman Kardeşler odaklı
bir politika izlediği, Filistin’de
benzeri şekilde Hamas’a destek
verdiği, İsrail ve Batı dünyasına
karşı İran ile yakın işbirliği içinde bulunduğu, İsrail hakkında
İran’a istihbarat verdiği yönünde uluslararası medyada zaman
zaman benzer türden haberler
çıkarılmaktadır. Bu türden haberlerle Türkiye’nin uluslararası kamuoyunda edindiği olumlu
imajı zayıflatılmak, bir yönüyle
de Türkiye’nin dış politikası ile
hesaplaşılmak istenmektedir.
Hükümetin büyük bir kararlılık ve özveriyle yürüttüğü
çözüm süreci ülke içinde ve
dışında bazı kesimleri derinden
rahatsız etmektedir. Bu süreçte
İmralı’da Öcalan ile başlatılan
yakın ilişkiler, eylemsizlik hali,
bu bağlamda atılan adımlar,
açıklanan
demokratikleşme
paketi ve kamuoyundaki geniş
destek gerek ülke içinde gerekse ülke dışında Türkiye ile
ilgili gizli ve kirli hesapları olan
kesimler üzerinde soğuk duş
etkisi yapmış bulunmaktadır.
Türkiye’yi kendilerine uygun
bir çizgiye getirmek ve yeri geldiğinde dizginlemek için etkin
bir şekilde kullandıkları PKK
kartının ellerinden kayıp gittiğini düşünen iç ve derin yapılar
kolay kolay pes etmeyeceklerinin işaretlerini vermektedirler.
Bu makalelerde ve benzer
amaçlı girişimlerde ilk bakışta
Hakan Fidan’ın hedef olarak
alındığı görülmekle birlikte işin
esasında Başbakan Erdoğan’ın
ve Türkiye’nin izlediği dış politikaların bu hedefin asıl konusunu oluşturduğu söylenebilir. Türkiye’nin bölgesel ve
küresel politikaların belirlenmesinde Başbakan Erdoğan,
Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve
MİT Müsteşarı Hakan Fidan
üçlüsünün içinde bulunduğu
uyumu bozmak, sorunlu alanlar oluşturmak isteyen bir yaklaşıma da temas etmekte yarar
Türkiye’nin Orta Doğu, Afrika, Balkanlar ve diğer
coğrafyalarda izlemiş olduğu dış politikalar başta İsrail ve
ABD’deki neo-conlar olmak üzere küresel derin yapıları ciddi
anlamda rahatsız etmektedir.
bulunmaktadır.
Türkiye’nin
Orta Doğu, Afrika, Balkanlar
ve diğer coğrafyalarda izlemiş
olduğu dış politikalar başta İsrail ve ABD’deki neo-conlar
olmak üzere küresel derin yapıları ciddi anlamda rahatsız
etmektedir. Bu yapı özellikle
çözüm sürecinin başarıya ulaşmasından, Türkiye’nin bölgesinde etkin, sözü dinlenir bir
konuma gelmesinden endişe
duymaktadır. Huzuru bulmuş,
iç barışı sağlamış bir Suriye, demokratik bir Mısır ve birbiriyle uyumlu ülke ve halklardan
oluşan bir Orta Doğu’yu hayal
etmek bile istemeyen küresel
derin yapı belirli aralıklarla bu
türden karalama kampanyalarına yer vermektedir. Bu bağlamda Türkiye’nin Suriye politikası, Mısır’da demokrasi yanında göstermiş olduğu duruş,
bölge ülkeleri ile olan yakın
ilişkileri ve Orta Doğu halkları
nezdindeki itibarı küresel derin
yapıyı gelecek adına endişelendirmektedir. Bu derin yapı,
Türkiye’ye müdahale edilmediği takdirde yakın bir gelecekte,
değil sadece Türkiye’nin bütün
bir Orta Doğu’nun ellerinden
kayıp gideceğini düşünmektedir. Bu yönüyle Küresel güç
odakları Türkiye’nin ve Orta
Doğu’nun geleceğini yeniden
tayin etmek çabası içindedirler. Kontrolleri dışında gelişen
bir Arap Baharı’nın kendileri
açısından ne kadar sorunlu bir
alan meydana getirdiğini gören
bu küresel güç odakları artık
Orta Doğu coğrafyasında daha
da kontrollü, planlı ve kararlı
hareket etmek zorunda olduklarını düşünmektedirler. Bu
küresel yapı her ülkede olduğu
gibi Türkiye içinde de kendine
gönülden veya menfaat karşılığında bağlı destekçiler bulmakta zorluk çekmemektedir.
Bu nedenle, uluslararası alanda
başlatılan kirli kampanyalar
hemen ülke içindeki destekçiler tarafından allanıp pullanmakta ve kamuoyunun kafası
karıştırılmaya çalışılmaktadır.
Türkiye kamuoyu olarak oynanan bu oyunların farkında olmak büyük önem taşımaktadır.
Adaletsizliklerin, zulümlerin
ve kirli oyunların kol gezdiği
bir küresel siyaset sahnesinde
ayakta kalabilmek, daha ileriye
gidebilmek, haksızlıklara dur
diyebilmek, zulüm görenlere
sahip çıkabilmek için akıllı olmak, sabırlı olmak, çok çalışmak, birlik ve beraberlik içinde olmak zamanının geldiğini
akıldan çıkarmamak gerekiyor.
Dipnot
1
http://haber.stargazete.com/yazar/hakan-fidani-neden-yipratmak-istiyorlar/haber-798722, 29.10.2013
17
SORUN FİDAN DEĞİL,
HÂLÂ ANLAMADIN MI?
Aydın BOLAT
Büyük Türkiye, Büyük ve güçlü MİT’le vizyona girebilir.
Gerçekten milli ve dış nüfuza kapalı, dış politika analizleri
yapan, ülkenin stratejik hedeflerini gözeten, devlet aklını
oluşturan ve devlet hafızasını koruyan paradigmasını
yeniden tanımlamış bir MİT, Türkiye’nin ve bölgemizin
en önemli ihtiyacıdır. İşte MİT bu yolda olduğu için
hedeftedir.
SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı
MİT DOSYASI
M
İT Müsteşarı Hakan
Fidan hakkında dış
basında yayınlanan
yazılar, ileri sürülen iddialar ve yapılan ölüm tehditleri
Ekim ayının ikinci yarısının en
önemli gündemi oldu. Olayın
bir görünen yüzü yani dıştan
fotoğrafı, bir de arka planı ve
derinlikli boyutları var. Önce
dışarıdan bakacak olursak;
konuyla ilgili olarak Amerikan gazeteleri The Wall Street
Journal, Washington Post ve
Washington Times’ta, ardından da The Jewish Press gibi
İsrail yayın-medya organlarında art arda yayınlar yapıldı.
“One Minute” ile meşhur olan
Davos toplantısı Moderatörü
David Ignatus, Daniel Dambey, İsrailli Siyonist yazar Yori
Yanover tarafından yazılan iddialar, karalamalar ve tehditler
Türkiye’de büyük tepkilere neden oldu.
Türkiye İstihbarat Şefi Hakan
Fidan’dır.”
meye zorlamak. Yani açık hedef Erdoğan ve Obama.
“61 yıldır NATO üyesi olan
Türkiye, Batı ile ilişkisini kesti
mi?”
Kimlikleri çok belirgin. İsrail yönetimi, İsrail Gizli servisi
(MOSSAD), İsrail lobisi, ABD
derin devletinin siyasi, ekonomik ve medya güçleri, Neo-con
çevreleri. Adı geçen yayın organları ve bu iddiaları yazanların kimlikleri bizi bu mahfillere ulaştırıyor. Yeni Türkiye’yi
istemeyen ve Eski Türkiye’yi
özleyen küresel koalisyon.
“MİT Türkiye’de İsrail lehine
faaliyet gösteren 10 İranlı ajanı
veya isimlerini İran’a verdi.”
Neden peki? Hakan Fidan’ı
ve MİT’i sindirmek, itibarsızlaştırmak. Bunun üzerinden
Erdoğan’ı, hükümeti, Türkiye politikalarını zora sokmak
ve Türkiye’ye yakınlık duyan
Obama yönetimini sıkıştırmak,
baskılamak ve tutum değiştir-
“MİT şefi Suriye’de kendi yolunu çizdi.”
“Bir sabah arabasında özel bir
sürprizi hak eden biri varsa o da
Bu ifadeler kampanyanın sadece bir gazetecilik marifeti
olmadığını; siyasi, diplomatik
ve istihbarat güç merkezlerinin yönlendirdiği bir psikolojik
operasyon olduğunu hemen
belli ediyor.
Peki niçin? Batılı istihbarat
servisleri ve onlarla ortak iş
tutan bölge ülkelerinin istihbarat servislerinin MİT’e olan
güvenlerini azaltmak, istihbarat paylaşımını zayıflatmak ve
Türkiye’yi yalnızlaştırarak izole etmek. Hatta Hakan Fidan
yönetimindeki MİT’in “sistem
dışı” faaliyetleri deşifre edilerek
Türkiye’yi terörü destekleyen
devletler arasına sokmak çabası.
Türkiye bu kampanyaya her
kesimiyle tepki gösterdi ve Hakan Fidan’a sahip çıktı. ABD
ve İsrail Dışişleri beklendiği
gibi diplomatik ağızla haberlerin kaynağını bilmediklerini
ifade ederek üstlerine hiç almadılar. Hatta ABD’nin Türkiye
Büyükelçisi Ricardone, Hakan
Fidan’a övgüler düzdü.
Yeni Türkiye’ye Karşı
Kampanyalar
Hakan Fidan MİT Müsteşarı
olduğu ilk günlerde İsrail tarafından ‘İrancı’ olarak karalanmak istenmiş daha sonra
7 Şubat 2012 operasyonu ile
hakkında soruşturma açılarak
tasfiye edilmek istenmiştir.
“MİT Krizi” diye bilinen olay
19
iç savaşın komplikasyonları
Türkiye’yi bunaltıyor.
içeride ciddi tartışmalar yaratmıştı. Şimdi Hakan Fidan üzerinden dışarıdan yeni bir cephe
açıldı. Bu nevi saldırılar, bazen
Başbakan Erdoğan, bazen Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve bazen de Hakan Fidan üzerinden
yapılsa da bu kampanyaların,
baskılamaların asıl hedefi Yeni
Ankara, Yeni Türkiye vizyonudur. Değişik sebep, bahane ve
konular üzerinden yürütülen
iç ve dış operasyonlar son 10
yılda hiç eksik olmadı. Zincirleme devam etti. Demokratik
Değişim sürecine karşı askeri
darbe hazırlıkları, İranlaşma,
doğululaşma ve Malezyalılaşma
ithamları, dış politika tercihleri
için ‘eksen kayması’ iddiaları,
neo-Osmanlıcılık söylemleri
Türkiye’nin değişiminin hazımsızlığının yansımalarıydı. Kürt
meselesiyle ilgili çözüm süreci
hakkında provokasyon ve engelleme çabaları, Filistin meselesine Türkiye’nin duyarlılığına
ve tepkilerine İsrail’in debelenmesi, Suriye krizi üzerinden
Türkiye’ye yönelik saldırılar,
nihayet Reyhanlı patlaması
ve düşürülen uçağımız… Gezi
Parkı olayıyla sarsılan Türkiye,
ardından Arap Baharı’na sabotaj Mısır Darbesi, Suriye’de
Esad’a verilen Kimyasal kıyakla
devam eden katliamlar ve sınırımızda bütün şiddetiyle süren
20
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
Lübnan’da kaçırılan pilotlarımız, Ekim’de kaos senaryolarıyla
tehdit edilen Türkiye, Çin’den
alınması düşünülen hava savunma füzelerine yönelik Batı’danNATO’dan tepkiler sürerken
MİT Müsteşarı Hakan Fidan
üzerinden bütün bunlara eklenen son saldırı halkası.
Siyasi istikrarı, büyüyen ekonomisi, yükselen demokrasisiyle
Yeni Türkiye hedefte, Fidan
bahane… Yıkılan vesayet düzeni, tasfiye edilen eski rejim ve
kaybettikleri Türkiye en büyük
rahatsızlık nedenleri.
Millileşen kurumlar, bağımsızlaşan ülke politikaları, kendi
stratejilerini uygulayan Türkiye en büyük sıkıntıları. Onların
deyimiyle ‘sistem dışına çıkan’
onlara uşak ve uydu olmayan
Türkiye hedef. Bölgesel gücünü ve küresel rolünü artıran
Türkiye’ye samimiyetsiz müttefiklerinin ve muhannet komşularının oyunları, engelleri
bunlar. İçimizdeki dirençleri ve
kendimize ait eksiklikleri hiç ihmal etmeden bunları bilmeliyiz.
Ahlak ve vicdan ile akıl ve reelpolitiği dengeleyen bir yaklaşımla çetrefil uluslararası sorunların
ve ilişkilerin içinden çıkılabileceğini de unutmamalıyız.
Zamanın Ruhu,
Konjonktürün Etkisi
Bu karalama kampanyası, içeride ağır aksak devam eden çözüm süreci, açıklanan Demokratikleşme Paketi ve sürdürülmeye çalışılan Yeni Anayasa
hazırlıklarıyla birlikte Balyoz,
Ergenekon ve diğer darbe davalarının karar sürecine geldi.
Bu gelişmelerin sıcak geçmesi
beklenen ekim ayına denk gelmesi ilginç bir rastlantıdır doğrusu. Suriye’de kimyasal oyalamaya karşı olan Türkiye’nin
savaşı durduracak, katliamları
bitirecek çözüm arayışları ve
Suriye’yi de ilgilendiren kaçırılan pilotları kurtarma operasyonu da bu dönemin önemli
gelişmelerinden. Seçim yılı
2014’e giden Türkiye’deki siyasi manzara ile Çin’den füze
alımı ve BM’de reform için
Türkiye’nin uluslararası inisiyatifleri, küresel güç merkezlerini ve Dünya’nın efendilerini
rahatsız etmiş gözüküyor.
Hakan Fidan Üzerinden
Türkiye Operasyonunun
Amaçları
Yeni Ankara, ABD’nin ve
İsrail’in yarım asırdır Türkiye
hükümetleriyle kurmaya alışık olduğu ilişkilere uygun ve
uyumlu davranmıyor. “Uydu
müttefik” ve “örtülü manda”
rolünü kabul etmiyor. Dış politikasını ve uluslararası ilişkilerini bağımsız olarak kendisi
belirliyor ve stratejik hamleler
yapıyor. Dış politika ve istihbarat çalışmalarında Ortadoğu’da
ve Afrika’da bağımsız ve etkili
oyuncu olmak istiyor. Mısır ve
Suriye’yi dönüştürmek, Arap
Baharını etkili kılmak istiyor.
IMF’ye bağımlılık dönemini
sona erdirerek ekonomisinden
çıkarıyor. Savunma sanayini
güçlendirerek savunma gücünü dışa bağımlılıktan kurtarıyor. Milli istihbaratını güçlendirip CIA ve MOSSAD’dan
bağımsızlaştırıyor.
Batı’nın
İsrail konusunda sürdürdüğü
pozitif ayrımcılığı ve çifte standardı deşifre ederek eleştiriyor.
NATO’yu ve AB’yi sorguluyor. Güvensizliğini belli ediyor.
Şanghay İşbirliği Örgütü’ne
“Diyalog
Ortağı”
oluyor.
Avrasya’da Türk Cumhuriyetleriyle Askeri Statülü Kolluk
Kuvvetleri Teşkilatı (TAKM)
kuruyor. Çin ile ortak askeri
tatbikat yapıyor, Çin’den Göktürk-2 askeri istihbarat amaçlı
uydu fırlatıyor. Çin’den füze savunma sistemi almaya çalışıyor.
Birleşmiş Milletler sisteminin
adaletsizliğini teşhir edip daha
adaletli ve demokratik bir Yeni
Dünya Düzeni talep ediyor. Bu
konuda “Büyüyen Ekonomiler ve Yükselen Demokrasiler
Platformu” ve “ Oydaşma için
Birlik Grubu” gibi uluslararası
inisiyatiflerin öncülüğünü yapıyor. Çözüm süreciyle iç barışını kurmak, vatandaşlarıyla
kucaklaşmak istiyor ve bunu
kendi başına bir iç proje olarak
uyguluyor. Demokratikleşme
reformlarıyla iç sistemini konsolide etmek istiyor.
Ülkenin Demokratik Değişimini geri dönülemez bir biçimde
uygulamalarıyla güçlendiriyor.
Vesayet ve bağımlılık rejimini
tasfiye ediyor. Çılgın projelerle ekonomisini güçlendiriyor.
Siyasi istikrarını koruyor, değişim iradesini sağlamlaştırıyor.
Seçimleri şansa bırakmıyor.
Bağımsızlığını her alanda güçlendiriyor ve derinleştiriyor...
Ve bütün bunlar Derin ABD’yi,
Neocon cephesi ve müttefiklerini, İsrail yönetimini rahatsız
ediyor. Türkiye’ye yani “Stratejik müttefik”lerine düstur çekmeye ve “ayar vermeye” yöneltiyor. Tabi ki bu tablo Türkiye
içindeki ortaklarını, baronlarını, tetikçilerini bilumum yabancı muhiplerini harekete geçiriyor. ‘Bizim olmayan Türkiye
kimsenin de olmasın, batsın...’
diyorlar.
Sonuç: Büyük Türkiye
Büyük İstihbarat Teşkilatıyla
Olur
Hakan Fidan ve MİT karalamasıyla ortaya çıkan tabloyla;
Erdoğan, hükümet ve Yeni
Türkiye ile ilgili bütün iddialar,
ithamlar, iftiralar çöpe gitti,
tuz-buz oldu. Ulusalcılık, Milliyetçilik, Bağımsızlık ‘kahramanları’ dillerini yuttu, sınıfta
kaldılar.
Demek ki, Ak Parti bir ABD
projesi değilmiş. Yeni Türkiye
bir ABD tezgâhı değilmiş. Çözüm Süreci bir Türkiye projesiymiş. Derin devlet ve darbecilerle mücadele Türkiye’nin
değişim sürecinin sonucuymuş.
Demek ki MİT artık CIA’nın,
MOSSAD’ın uydusu, bir alt
birimi değilmiş. Hatta onlara
karşı Türkiye’nin çıkarlarını
savunan ve Türkiye toprakları
içinde onların izinsiz ve kontrolsüz istihbarat çalışmalarına
fırsat vermiyormuş. Onları enseliyor ve enterne ediyormuş.
Ancak, iddiaları ve hedefleri
olan Türkiye’ye yönelik bu iç
ve dış merkezli kampanyalar
durmaz, karalamalar bitmez.
Biri biterse öteki başlatılır. Zira
pek çok konuda rahatsızlık
ve hazımsızlıklar var. Bunlar
Türkiye’nin içeride ve dışarıda
doğru yolda olduğunu kanıtlar.
Türkiye’nin bölgesel gücünün
ve küresel rolünün etkinleştiğini gösterir. MİT’i itibarlandırır,
Türkiye’yi büyütür, özellikle de
bölgemizde. Türkiye’nin ve kurumlarının bağımsızlığını, özgüvenini ve milli onurunu pekiştirir. İç ve dışta dost ve düşmanı teşhir eder. Türkiye’nin stratejilerini, politikalarını, devlet
aklını, milli dikkat ve hassasiyetlerini güçlendirir. Gerçek
savaşın taraflarını netleştirir.
Şu Tespite Dikkat Eder
misiniz?
“Türkiye’nin generalleri, bugün Arap Baharı’nı Türkiye’nin
bölgedeki liderliğini genişletmeye odaklanmak için kullanan Erdoğan ile yakın danışmanları Davutoğlu ve Fidan’a
boyun eğiyor.” Generallerimizi
kışkırtıyor ama Türkiye’nin
bölgedeki liderliğini genişletme
çabasını da saklamıyor!
Sonuç olarak bu olay Hakan
Fidan üzerinden ‘Yeni Ankara’
hesaplaşmasıdır. Bu gündemler
Yeni Dünya Düzeninin ve Yeni
Ortadoğu’nun oluşumunu hızlandırır. Yeni Türkiye, ancak
bağımsız ve itibarlı yeni MİT’le
var olabilir. Büyük Türkiye,
Büyük ve güçlü MİT’le vizyona
girebilir. Gerçekten milli ve dış
nüfuza kapalı, dış politika analizleri yapan, ülkenin stratejik
hedeflerini gözeten, devlet aklını oluşturan ve devlet hafızasını koruyan paradigmasını
yeniden tanımlamış bir MİT,
Türkiye’nin ve bölgemizin en
önemli ihtiyacıdır. İşte MİT bu
yolda olduğu için hedeftedir.
21
MİT Esk Müsteşar Yardımcısı
Cevat ÖNEŞ
MİT OPERASYONUNU DEĞERLENDİRDİ
Röportaj: M. Cahid Karakaya
Wall Street Journal ve Washington Post’da yayınlanan,
içerikleri ve hedefleriyle bağlantılı oldukları, açıklıkla değerlendirilebilen
makalelerde, Hakan Fidan üzerinden,
Türkiye’nin bazı dış politika
konuları, bazı pratik uygulamalarında, soru işaretleri yaratabilme gayretleri dikkatleri
çekmektedir.
Türkiye’nin dış politika üretimi ve uygulamalarında, önemli aktörleri olarak gösterilen
Dışişleri Bakanı Davutoğlu
ve Milli İstihbarat Teşkilatı
(MİT) Müsteşarı Hakan Fidan,
ön plana çıkarılmasına rağmen,
gerçek hedef olarak, Başbakan
Erdoğan’ın seçildiği, kampanyanın bütünlüğü içerisinde görülebilmektedir.
“
Türkiye’nin dış politika üretimi ve uygulamalarında, önemli
aktörleri olarak gösterilen Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve Milli
İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarı Hakan Fidan, ön plana
çıkarılmasına rağmen, gerçek hedef olarak, Başbakan Erdoğan’ın
seçildiği, kampanyanın bütünlüğü içerisinde görülebilmektedir.
“
MİT DOSYASI
Hakan Fidan ismi
üzerinden yürütülen
uluslararası ve ulusal
kampanyalar hakkında neler
düşünüyorsunuz?
MİT ve İsrail Gizli Servisi (MOSAD) arasında olduğu iddia
edilen bazı kırılganlıklara atıf
yapılarak, MİT’nın güvenirliğinin sorgulanması çalışmalarına dikkatlerin çekilmesine
rağmen, AK Parti iktidarının,
bütünlükle Ortadoğu politikaları, özelde Suriye yaklaşımları,
Kürt siyasetleriyle bağlantıları,
El Kaide ve türevleriyle ilişkiler, İran’ın silahsızlandırılması konularında, Çin’den satın
alınmak istenen füze sistemleri
gibi adımlarda, yaratılabilecek
şüphelerle, Batı ittifakı ekseninde, kurumsal yapılarında, iç
ve dış siyaset platformlarında
ve kamuoyunda, muhalefet/
tepki ikliminin oluşturulmak
istendiğini söyleyebiliriz.
Keza; sözkonusu gazetelerin
nitelikleri, güçlü siyasi-ekonomik-iletişim bağlantılarıyla
birlikte, makalelerin içerikleriyle değerlendirildiğinde, İsrail
yönetimi, İsrail gizli servisleri
ekseninde yer alabilecek, siyasi-ekonomik-medya güçlerinin
ortak hareketlerinden bahsedilebilmesi kuvvetle muhtemeldir. Bahse konu cephenin,
ABD-İran,
ABD-Ortadoğu
ilişkilerindeki yeni ve muhtemel gelişmeler karşısında,
OBAMA yönetimine de mesajlar verilmek istendiğine, işaret
edilmesi yanıltıcı olmayacaktır.
Gizli servisler arasındaki sorunların çözümünün, kapalı
odalarda mümkün olamaması
durumlarında, açığa çıkarılan
görüntülerin, siyasi sorumluların bilgileri olmadan, gerçekleştirilmelerinin mümkün
Demokratik ülkelerde,
istihbarat teşkilatlarının
görevi, istihbaratı üreten
mekanizmalar olmaktan
ziyade, demokratik
iktidarlar ve devlet
organizasyonlarının politika
üretimlerine, destek olucu
şekilde, istihbaratla katkı
sunabilmek ve görev
alanları çerçevesinde
politik amaçlarla uyumlu
şekilde, uygulama
imkân ve kabiliyetlerini
gerçekleştirebilmek
olmalıdır.
olamayacağı kuralına, bu konunun değerlendirilebilmesi
bakımından, işaret edilmesi yararlı olacaktır.
Wall Stret Journal
ve Davit İgnatisus’un
yayınladıkları makalelerin
içeriği sadece Hakan Fidan’a
mı yönelik? Başka bir hedefin
varlığından söz etmek
mümkün mü? Türkiye dış
politikası ve Tayyip Erdoğan
bu kampanyanın neresinde?
Kampanyanın hedefinin, Türkiye dış politikası ve öncelikle
Başbakan Erdoğan olduğunu
ifade ettik. Ayrıca Obama yönetiminin, Suriye-Irak-İranFilistin vs. sorunlarında, yeni
çözüm politikaları üretebilme
arayışları karşısında, İsrail- NeoCon ekseninin tepkilerinin ve
ön tedbirler alabilme arayışları üzerinde durulması, önemli
hassasiyet kazanan konulardandır.
Söylendiği gibi MİT
bağımsız hareket ettiği için
mi Hakan Fidan hakkında
karalama kampanyası
düzenlendi?
MİT’in çalışmaları konusunda,
yeterli bilgi sahibi olmadan bir
değerlendirme yapamam. Ancak MİT’in politika üreten bir
organ olmadığını, olmaması gerektiğini söyleyebilirim. Siyasi
iktidarın, devletin politikalarının uygulamaları içerisinde
yer alan önemli aktörlerdendir.
MOSSAD’ın İran konusunda,
Türkiye toprakları içinde, izinsiz
ve kontrolsüz istihbarat çalışmalarının, engellenmiş olabileceği
hususu, işlenen haberlerden
23
genişleten, derinleştiren ekonomik-siyasi-askerikültürel gücü ve laik-demokratik sisteminin yaratmakta olduğu, yaratabileceği iklimin sonuçları,
meseleye sadece çıkarlar ve çözümleyici olmayan
‘güvenlik’ yaklaşımlarıyla bakan mevcut İsrail
yönetimi, bölgesel-küresel işbirlikçilerini rahatsız
etmektedir.
değil, bir istihbaratçı olarak
bu durumu nasıl yorumlarsınız?
Demokratik bir ülkede, istihbarat teşkilatlarının ve şeflerinin, toplumun bütünlüğünü
hedef alan ve kucaklayan bir
‘güven’ yaratıcı ortamda çalışılabilmesi ile iktidar-siyaset kavgalarının dışında kalabilmeleri
önemi haizdir. Siyasi iktidarlar
ile demokratik muhalefetin,
meseleye ifade edilen zihniyet
boyutunda bakılabilmesi ve
bu doğrultuda geleneksel yapı
oluşturulabilmesi çalışmalarına ihtiyaç duyulduğuna işaret
edilmelidir.
Bölgesel ve küresel çıkar çatışmalarının süreklilik kazandığı/kazandırıldığı Ortadoğu bölgesinde,
Türkiye’nin de barışçı politikalarını zedeleyebilecek, kısa vadeli avantaj sağlayabilecek beklentiler
için bazı yanlış adımların atılmaması ve çözümleyici-barışçı politik dil kullanımında hassasiyet
gösterilmesi hususu önemini korumaya devam
etmektedir.
anlaşılabiliyor ki, milli bir kuruluş olan MİT’in yasal görevi
de budur.
İsrail’in bu karalama
kampanyası ile ilişkili
olmadığını açıklamasını nasıl
yorumluyorsunuz?
Beklenen bir tavır. Açıklamayı
yapan İsrail Dışişleri Bakanlığı
yetkilisi, servisler arası ilişkilerin detaylarını bilmediği hususuna vurgu yapması da, diplomasi söyleminde dikkati çeken
bir husustur.
24
Ortaya çıkan gelişmeler çerçevesinde, meselelere makro gözlemlerle bakıldığında, Türkiye’nin
içiçe geçen iç ve dış politikalarının, Türkiye’nin
nitelikli demokratikleşme ve kurumsallaşma süreçlerindeki devamlılık ve ilkesellik çerçevesinde, yeniden değerlendirmeler yapılması ihtiyacını
ortaya çıkarmaktadır. MİT dâhil, tüm kurumsal
yapıların, söz konusu politikalar çerçevesinde, uygulama birlikteliği ve kararlılığını göstermelerinin
önemi, hassasiyet kazanan konulardandır.
‘Yeni dünya düzeni, istihbarat savaşları sonunda
oluşacak. Bu yüzden her istihbarat örgütü, kendi pozisyonunu
güçlendirmek, diğer örgütleri zayıflatmak için hamleler
yapıyor’ tezi sizce doğru bir tez midir?
İstihbarat örgütlerinin gücü, her ülkenin potansiyeline, siyasi-ekonomik-askeri etkinliğine, tarihsel birikimine ve toplumsal-siyasi
zihniyetleri ile yönetim sistemlerinin niteliklerine bağlı olarak şekillenir. Ayrıca otoriter, totaliter rejimler ile demokratik sistemlerin nitelikleri, istihbarat teşkilatlarının, çalışma yöntem ve hedeflerini belirleyen temel ilkeleri ortaya çıkarır.
Bu kampanya,
Ortadoğu’da yükselen
Türkiye etkisini kırmak
için bir hamle olarak
değerlendirilebilir mi?
Türkiye’nin toplumsal dinamikleri ile objektif ve sübjektif şartları,
tartışmasız nitelikli, üretken, barışçı bir demokratikleşme süreci
içerisinde, hedefler seçimini kaçınılmaz kılmaktadır. İnsanlığın,
sürekliliğe sahip olarak, evrensel değerler üretimi mücadelesinin
yanı sıra, ülkeler arası, farklı güçler arası, çıkar çatışmaları ve stratejik menfaatler kazanımı mücadelelerinin ortaya çıkardığı gerçekler, istihbarat üreten yapıların çalışmalarına, hayati bir öncelik ve
önem kazandırmaktadır.
Türkiye’nin topyekûn potansiyeli gelişen, etki alanlarını
Demokratik ülkelerde, istihbarat teşkilatlarının görevi, istihbaratı
üreten mekanizmalar olmaktan ziyade, demokratik iktidarlar ve
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
İstihbaratın çalışmaları arka
plandadır. Yeterince görüntü
verilmesi, doğru yöntemdir.
Ancak faaliyet sonuçlarının
‘şeffaflığı’ yaratacağı ‘güven’,
toplumun genel desteğini kazanıcı şekilde oluşturulabilmelidir.
devlet organizasyonlarının politika üretimlerine, destek olucu şekilde, istihbaratla katkı sunabilmek ve görev alanları çerçevesinde
politik amaçlarla uyumlu şekilde, uygulama imkân ve kabiliyetlerini gerçekleştirebilmek olmalıdır.
Söz konusu gerçeklik; tayin edici unsurun, istihbarat teşkilatlarının savaşları olmayıp siyasi iktidarların ve devletlerin, toplumsal
en geniş demokratik destekleri sağlayarak zamanın ruhunu da
doğru okuyarak, doğru politikalar üretebilmeleri ve zamanında,
kurumsallaşmış yapılarla uygulanabilirlik şartlarını yaratabilme
hususunu göstermektedir.
Bu sonuçlar, istihbarat teşkilatlarının ‘hesap verilebilirlik’ ve ‘denetlenebilirlik’ kriterlerine de ayrıca önem kazandırmaktadır.
İstihbarat şeflerinin bu kadar açık hedef haline getirilerek,
kamuoyu gündemine getirilmesi pek alışıla gelmiş bir durum
Başbakan Erdoğan’ın MİT
Müsteşarı’na net ifadelerle
sahip çıkmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Böyle bir
durum daha önce yaşanmış
mıydı?
Başbakan Erdoğan’ın, MİT
Müsteşarı Hakan Fidan üzerinden, doğrudan şahsına ve
siyasi iktidarına yönelen faaliyetler karşısında, Hakan Fidanı
sahiplenişi, beklenen ve olması gereken duruştur. Nitekim
Sayın Cumhurbaşkanı dâhil,
toplumun çok geniş katmanlarından da, güçlü destek iradesi
ortaya çıkmıştır. Türkiye’de
daha önce benzer bir olayla
karşılaşılmamıştır.
25
AK PARTİ HÜKÜMETİNİN VE YARGININ
“DEMOKRATİKLEŞME PAKETİ”
Dr. Murat YILMAZ
SDE İç Politika ve Demokratikleşme Koordinatörü
30 Eylül 2013’de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan
bir basın açıklamasıyla yeni bir Demokratikleşme
Paketini açıkladı. Paketin muhtevası kadar istikameti
ve zamanlaması da ehemmiyetliydi. Demokratikleşme
paketiyle Türkiye’nin kadim meselelerinin, artık kadim
yöntemlerle; yani, otoriter rejim, resmi ideoloji ve
olağanüstü halle değil; siyasetle, demokratik ve sivil
bir şekilde çözüleceği ilan edilmiş oldu. Bu bakımdan
paketin büyüklüğü veya muhtevasından daha önemlisi
yeni paradigmayı teyid etmesiydi.
iÇ POLiTiKA
T
ürkiye’de tarihi kökleri,
sosyolojik tabanı, siyasi temsilcileri, iktisadi
aktörleri ve dış dinamikleri de
olan demokratikleşme süreci
devam ediyor. Vesayet sistemi,
yasama, yürütme ve yargı eliyle tasfiye ediliyor. Adeta Türkiye’deki siyasi rejim yeniden
kuruluyor. Bu kuruluş dönemi
henüz tamamlanabilmiş değil.
Kuruluş dönemi ve bu dönemin uzaması, beraberinde umut
ve endişeleri arttırıyor. Siyasi
tartışmalar sertleşiyor. Sertleşme ve kutuplaşmanın demokratikleşmeyi engellemesinden,
demokratikleşmeden memnun
olanlar endişe, rahatsız olanlar
memnuniyet duyuyorlar. Bu
bakımdan karşılaşılan problem ve krizler karşısında kadim
otoriter yöntemlere mi, cedidi
demokratik yöntemlere mi başvurulacağı sorusu hayati ehemmiyet kazanıyor. Türkiye’nin
demokratikleşme
sürecinin
sona erdiği, bir otoriterleşme
sürecinin başladığı iddiaları bu
vadide içeride ve dışarıda tartışılıyor. İşte bu vasatta AK Parti
Hükümetinin Demokratikleş-
me Paketi, Yargıtay’ın Balyoz
kararı ve AB’nin ilerleme raporunun açıklanması bu sorulara
verilen cevaplardır. Bu yazıda
bu vasat esas alınarak Demokratikleşme Paketi ve Balyoz kararı değerlendirilecektir.
Daniel Pipes’in AKP’nin başarılı olma sebebini eski rejimin
1.0’lık yazılımının AK Parti’nin
2.0’lık yeni yazılımla aştığı
şeklinde izah eder.1 Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan’ın 30
Eylül 2013 tarihinde açıkladığı
Demokratikleşme Paketi eski
rejimin 1.0’lık yazılımın sona
erdiğini bir kez daha göstermiş
oldu. Gezi-Taksim olaylarıyla
eski rejimin 3.0’lık yazılımıyla
yeniden eski rejimin yolu açılacak endişeleri, AK Parti Hükümetinin Demokratikleşme
Paketini takiben Balyoz mahkumiyet kararıyla da giderilmiş
oldu. Eski rejimin 3.0’lık yazılım denemesine kısa bir süre
sonra 4.0’lık yeni yazılımla cevap verilmiş oldu. Eski rejimin
tasfiyesi kesinleşti, artık anayasal demokrasi ekseninde yeni
rejimin ve Yeni Türkiye’nin
önünde bir engel kalmadığı yeniden deklare edildi.
30 Eylül 2013’de Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan bir basın açıklamasıyla yeni bir Demokratikleşme Paketini açıkladı. Paketin muhtevası kadar
istikameti ve zamanlaması da
ehemmiyetliydi. Demokratikleşme paketiyle Türkiye’nin
kadim meselelerinin, artık kadim yöntemlerle; yani, otoriter
rejim, resmi ideoloji ve olağanüstü halle değil; siyasetle,
demokratik ve sivil bir şekilde
çözüleceği ilan edilmiş oldu.
Bu bakımdan paketin büyüklüğü veya muhtevasından daha
önemlisi yeni paradigmayı teyid etmesiydi.
Türkiye, büyük bir değişim yaşıyor. Vesayet rejimi, tasfiye
edilerek demokratikleşme ve
sivilleşme istikametinde önemli adımlar atılıyor. Kat edilen
mesafe arttıkça demokrasi,
sivillik ve özgürlük değerlerine toplumun daha çok sahip
çıktığı görülüyor. Bir kriz veya
tartışma vesilesiyle, bütün bir
demokrasi tarihi hatırlanıyor,
27
Türkiye, büyük bir değişim yaşıyor. Vesayet rejimi, tasfiye
edilerek demokratikleşme ve sivilleşme istikametinde önemli
adımlar atılıyor. Kat edilen mesafe arttıkça demokrasi,
sivillik ve özgürlük değerlerine toplumun daha çok sahip
çıktığı görülüyor. Bir kriz veya tartışma vesilesiyle, bütün
bir demokrasi tarihi hatırlanıyor, adeta yeniden yaşanıyor.
Toplum ve vatandaşlar kendilerini, demokrasiyi, sivilleşmeyi,
özgürlüğü ve siyaseti keşfediyorlar. Böylece siyasetin alanı
ve tabanı genişliyor.
adeta yeniden yaşanıyor. Toplum ve vatandaşlar kendilerini,
demokrasiyi, sivilleşmeyi, özgürlüğü ve siyaseti keşfediyorlar. Böylece siyasetin alanı ve
tabanı genişliyor.
Sadece siyasi rejim değil, siyasi
söylem ve siyasi kültür de değişiyor. Otoriter ve yarı totaliter
bir resmi ideoloji ve devlet düzeninin, vatandaşların siyaseti
algılama ve siyaset yapma tarzını tayin eden siyasi kültürdeki
kodları ve kalıntıları da ayıklanıyor. Hukuku ve kurumları
değiştirmek fevkalade mühim
fakat ehemmiyetli olan onları
hayata geçirecek insanların,
ruhun ve kültürün değişimi.
Büyük değişim yaşanırken, bu
değişimin bütün mevzuatta,
kurumlarda, siyasi partilerde,
siyasi hareketlerde, toplumsal
kesimlerde, fikir gruplarında
ve vatandaşlarda aynı şekilde
ve hızda olması mümkün değil.
Hatta böyle bir beklenti değişimin, toplumun ve siyasetin
tabiatına aykırı.
Bu itibarla değişimin, tartışma doğurması kaçınılmaz. Bir
bakıma, buradaki ihtilaflardan siyasi ve demokratik bir
bereket dahi beklenebilir. Bu
bereketi elde etmek için, ihtilafın çözülebileceği veya devam
edebileceği asgari müşterek bir
mutabakat çerçevesine ihtiyaç
vardır. Bu mutabakat çerçevesinde, demokratik hukuk devletinin yanında liberal bir siyasi
kültür olabilir.
Başbakan Erdoğan 30 Eylül 2013
tarihli konuşmasında duyurduğu
Demokratikleşme
Paketinde şu vaatlerde bulundu:
• Roman Dil ve
Kültür Enstitüsü
kurulacak.
• Mor Gabriel,
diğer adıyla Dey-
28
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
rulumur Manastırı arazisi
manastır vakfına iade edilecek.
• İlkokullardaki öğrenci andı
uygulaması kaldırılacak.
• Kılık kıyafet yönetmeliği değiştirilerek, kamu kurumlarında başörtüsü yasağı kaldırılacak.
• Nevşehir
Üniversitesi'nin
ismi Hacı Bektaşi Veli Üniversitesi olarak değiştirilecek.
• Köy isimlerinin değiştirilmesinin önündeki yasal engeller
kaldırılacak.
• Özel okullarda farklı dil ve
lehçelerde eğitimin önü açılacak.
• Farklı dil ve lehçelerde siyasi
propaganda yapılabilecek.
• Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde hükümet komiseri
uygulamasına son verilecek,
yükümlülükler
düzenleme
kurulları tarafından yerine
getirilecek.
• Beldelerde teşkilat kurma zorunluluğunu kaldırılacak, İlçelerde teşkilatlanmış olmak
yetecek.
hebi nedeniyle işlenirse, cezası daha da ağırlaşacak.
• Ayrımcılıkla Mücadele ve
Eşitlik Kurulu kurulacak.
• Yaşam tarzına saygı, TCK ile
güvence altına alınacak.
• Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin süreleri uzatılacak.
AK Parti Hükümeti, Demokratikleşme Paketindeki vaatlerin
idari tasarruf ile sonuçlandırılacak kısmını gecikmeden tamamladıktan sonra, yasama faaliyeti icap eden, seçim sistemi
dışındaki, kısmını bir an evvel
TBMM’ne sunacaktır.
Türkiye 3 Kasım 2002 seçimleri sonrasında kurulan AK
Parti Hükümetleriyle tedricen
bürokratik vesayetin legal ve
illegal ayaklarını tasfiye etti. 12
Eylül 2010 Referandumu bürokratik vesayetin bel kemiğini
anayasal düzeyde kırdı. Ergenekon, Balyoz, 28 Şubat davaları
da bürokratik vesayetin illegal
ayaklarını kırdı. Şimdi Yeni
Anayasal Demokrasi ve Yeni
Türkiye kurulmaya çalışılıyor.
Türkiye 3 Kasım 2002 seçimleri sonrasında kurulan AK Parti
Hükümetleriyle tedricen bürokratik vesayetin legal ve illegal
ayaklarını tasfiye etti. 12 Eylül 2010 Referandumu bürokratik
vesayetin bel kemiğini anayasal düzeyde kırdı. Ergenekon,
Balyoz, 28 Şubat davaları da bürokratik vesayetin illegal
ayaklarını kırdı. Şimdi Yeni Anayasal Demokrasi ve Yeni
Türkiye kurulmaya çalışılıyor.
Türkiye’nin kadim meseleleri
yeniden gündeme geliyor. Siyaset, bu meseleleri bürokrasiye havale etmiyor. Dinliyor,
konuşuyor, tartışıyor... Artık
bu meseleler siyasetin konusu.
Bunun anlaşılması bile başlı
başına önemli. AK Parti bu kadim meseleler hakkında kendi
program ve yaklaşımı doğrultusunda çözüm önerileri, demokratikleşme paketleri hazırlıyor.
AK Parti geçtiğimiz dönemdeki reformlarla eski rejimi tasfiye
etti, şimdi yeni rejimi kurmaya
çalışıyor. Demokratikleşme Paketi, Siyasi Partiler Kanunu ve
seçim sistemini tartışmaya açarak Yeni Anayasanın yanında,
temel siyasi metinlerden siyasi
partiler kanunu ve seçim kanununun da değişeceğine işaret etti. Başörtüsü ve anadilde
eğitim gibi önemli konularda
çözüme ulaşılırken, gayrimüslimler, Romanlar ve Alevilere
de jestler yapıldı. Lakin hala
yapılması gerekenler var. Bilhassa Aleviler, tarikatlar, resmi ideoloji, ordunun sivil denetimi konularında. Ne yazık
ki, AK Parti’yi bu konularda
reform yapmaya teşvik edecek
veya zorlayacak bir muhalefet
yok. Demokratik muhalefet
yokluğuna rağmen, demokratikleşmenin durmaması elzem.
AK Parti başladığı işi bitirmeli,
reform sürecini tamamlamalı.
• Siyasi Partiler Kanunu'nu
değiştirilerek, devlet yardımı
için gerekli olan yüzde 7’lik
oran, yüzde 3'e çekilecek.
• Tüzüklerde yer almak ve 2 kişiden fazla olmamak kaydıyla
partiler, eş genel başkanlık
sistemini uygulayabilecek.
• Belirli suçlar, kişinin, dili,
ırkı, milliyeti, rengi, cinsiyeti,
engelliliği, siyasi düşüncesi,
felsefi inancı, dini veya mez-
Dipnot
1
http://www.danielpipes.org/7770/islamism; http://www.danielpipes.org/8467/islamist-turkey-overreaches
29
YARGIDA ZİHNİYET
DÖNÜŞÜMÜ VE
BALYOZ DAVASI
Doç. Dr. Hamit Emrah BERİŞ
iÇ POLiTiKA
SDE Uzmanı
Darbelerin demokrasi tarihinin adeta ayrılmaz bir parçası
durumunda olduğu Türkiye için Balyoz benzeri davaların
oldukça önemli olduğu açık. Gerek Ergenekon ve Balyoz
davaları gerekse bunları takip eden 12 Eylül darbesine
ilişkin yargılama süreci, Türkiye’de askerî vesayetin son
izlerinin de silinmesi bakımından önem taşıyor.
Y
argıtay 9. Ceza Dairesi,
9 Eylül 2013 Çarşamba
günü Balyoz davası sanıklarının yerel mahkeme kararına ilişkin yaptığı itirazları
sonuçlandırdı. Yargıtay, Balyoz
darbe girişimi davasının başlıca sanıkları hakkında yerel
mahkemenin verdiği kararları
onadı. Buna göre, başta eski 1.
Ordu Komutanı Çetin Doğan,
eski Hava Kuvvetleri Komutanı İbrahim Halil Fırtına ve
eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek hakkında
verilen cezalar olmak üzere
davanın öne çıkan sanıklarının
cezaları yerel mahkemenin kararı doğrultusunda kesinleşmiş
oldu. Aynı şekilde 2011 yılında
MHP listesinden milletvekili
seçilen Engin Alan’a verilen 18
yıllık ceza da onandı ve Alan’ın
TBMM çatısına girmesinin önü
tamamen kesildi. Buna karşılık,
Yargıtay 9. Ceza Dairesi, genellikle darbe planı bağlamında
daha az önemli oldukları söylenebilecek 63 kişinin cezasını
bozdu ve bunların beraat etmeleri gerektiğine hükmetti. Dikkat çeken bir diğer nokta ise
tüm sanıklara ilişkin kararların
oybirliğiyle alınmış olmasıydı.
Balyoz davasının temyiz aşaması, bugüne dek süregelen ben-
zer diğer yargılamaların akıbeti
hakkında önemli işaretler içeriyor. Nitekim Balyoz yargılamasını yürüten İstanbul 10. Ağır
Ceza Mahkemesinin kararını
açıklamasından sonra, sanık
yakınları, Yargıtay aşamasında
sonucun değişeceğine yönelik beklenti içinde olduklarını
sıkça vurguluyorlardı. Aynı
zamanda, Balyoz kararlarının
hâlihazırda Yargıtay aşamasında olan Ergenekon kararları
bağlamında da bir emsal teşkil
edeceği, burada çıkacak kararın diğer davayı da etkileyeceği
iddia ediliyordu. Kararın emsal
gösterildiği bir diğer dava ise 12
Eylül darbesine yönelik devam
eden yargılamaydı. Yargıtay’ın
tutumunun 12 Eylül davasının sonucuna ilişkin kararı
etkileyebilecek bir görüntü taşıdığı dile getiriliyordu. Ancak
bu beklentilerin hiçbiri hayata geçmedi ve Yargıtay, yerel
mahkemelerin bu konuda gösterdiği demokrasi tarafındaki
tavrın bir benzerinin kendisi
için de geçerli olduğunu gösterdi. Aynı zamanda, Daire, kararıyla, Türkiye’nin darbelerle
hesaplaşma sürecinin devam
edeceğini ve bu bağlamda demokrasinin üzerindeki vesayet
perdesinin kaldırılmasına yö-
nelik girişimlerin yargı tarafından da destekleneceğini açıkça
ortaya koydu.
Yaklaşık 4 yıl önce, 2010 yılının Ocak ayında açığa çıkan
Balyoz darbe planına ilişkin
belgeler Türkiye’nin demokrasi tarihinde özel bir öneme
sahip. Ancak bundan önce kısaca davanın gelişim sürecine
bakmak gerekiyor. 20 Ocak
2010 tarihli Taraf gazetesinde
yayımlanan bazı belgeler, AK
Parti’nin iktidarının ilk döneminde, 2003 yılında, Çetin
Doğan’ın başında bulunduğu
1. Ordu Komutanlığında iktidarı devirmeye yönelik bir
dizi planın yapıldığını ortaya
koyuyordu. Haberde, planın
tüm aşamaları ve sürece belirli
şekilde eklemlenen isimler ayrıntılı bir şekilde aktarılıyordu.
Planın belki de en vahim yönü,
darbe hazırlığı kapsamında Fatih ve Bayezid camilerine bomba konularak çok sayıda kişinin
ölmesinin, bu şekilde halkın
tahrik edilmesinin amaçlandığının görülmesiydi. Aynı şekilde, Yunanistan üzerinde bir
Türk jetinin düşürülerek yeni
bir provokasyon yapılması da
yayımlanan belgelerin içerdiği konulardan biriydi. Böylece
ülke içinde hükümete yönelik
31
Geçmişte Türkiye ile benzer süreçlerden geçen ülkelerin
neredeyse tamamı, güçlü ve kalıcı bir demokrasiye kendi
darbecilerini yargılayıp cezalandırarak ulaşabildiler. Türkiye
ise demokrasinin güçlendiği zamanlarda bile bu yönde bir çaba
sarf etmekten kaçındı. Hatta tam tersine darbeciler, saygın
aktörler olarak toplumdaki yerlerini korudular. Bu durum,
Türkiye’de demokratik bilincin tam olarak gelişmesine darbe
vuran bir nitelik taşıyordu.
güvensizlik oluşturulmasının
ve halkta siyasal iktidara ilişkin olumsuz kanaatler meydana getirilmesinin amaçlandığı
anlaşılıyordu. Tüm bu girişimlerin varacağı sonuç ise silahlı
kuvvetlerin daha önceki darbelerden alışık olduğumuz klasik
“kurtarıcı” pozisyonu içinde iktidarı devralmasıydı. Yargılama
süreçlerinde ortaya çıkan yeni
belgelerde, darbe sonrasında
kurulacak yapılanmanın tüm
ayrıntılarıyla planlandığı görülüyordu. Bu bağlamda, çok
sayıda sivilin fişlendiği ve darbe
sonrası tutuklanmalarının kararlaştırıldığı da açığa çıktı.
Belgelerin Taraf’ta yayımlanmasının ardından İstanbul
Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından konuyla ilgili soruşturma başlatıldı ve kısa
sürede bir dizi askerle
bazı sivillerin gözaltına
alınmaları kararı çıktı.
Yine 2010 yılı içerisinde savcılar tarafından
hazırlanan iddianame,
İstanbul 10. Ağır Ceza
Mahkemesi tarafından
kabul edildi ve dava
başladı. Uzun bir yargılama sürecinden sonra,
21 Eylül 2012’de ise
32
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
Mahkeme tarafından sanıkların “Türkiye Cumhuriyeti icra
vekilleri heyetini, cebren ıskat
veya vazife görmekten cebren
men etmek” suçunu işlediklerine karar verildi; ancak bunun
“eksik teşebbüs” aşamasında
kaldığı gerekçesiyle cezalarında
önemli ölçüde indirim yapıldı.
Sanıklar tarafından doğal olarak mahkeme kararı temyize
götürüldü ve Yargıtay yaklaşık
bir yıllık incelemenin ardından
yukarıda belirtilen kararlara
ulaştı. Yargıtay kararı, sanıklar
ve kendilerini destekleyen çevreler tarafından yargılama süreçleri hakkında yerel mahkemeye yöneltilen eleştirilerin de
haksız olduğunu ortaya koydu.
Darbelerin demokrasi tarihinin adeta ayrılmaz bir parçası
durumunda olduğu Türkiye
için Balyoz benzeri davaların
oldukça önemli olduğu açık.
Gerek Ergenekon ve Balyoz
davaları gerekse bunları takip
eden 12 Eylül darbesine ilişkin
yargılama süreci, Türkiye’de
askerî vesayetin son izlerinin
de silinmesi bakımından önem
taşıyor. Gerçekten de son on
yılda demokrasinin konsolidasyonu bakımından atılan adımların gerçekten bir anlam ifade
edebilmesi için geçmişe yönelik
kapsamlı bir hesaplaşmaya da
gidilmesi gerekiyor. Geçmişte
Türkiye ile benzer süreçlerden
geçen ülkelerin neredeyse tamamı, güçlü ve kalıcı bir demokrasiye kendi darbecilerini
yargılayıp cezalandırarak ulaşabildiler. Türkiye ise demokrasinin güçlendiği zamanlarda bile
bu yönde bir çaba sarf etmekten kaçındı. Hatta tam tersine
darbeciler, saygın aktörler olarak toplumdaki yerlerini korudular. Bu durum, Türkiye’de
demokratik bilincin tam olarak
gelişmesine darbe vuran bir
nitelik taşıyordu. Zira darbeciler için hep açık bir kapının
bulunması, gelecekte aynı eyleme yeltenecek olanların başarmaları durumunda iktidarı ele
geçirmelerini, muhtemel bir başarısızlık durumunda ise neredeyse
hiçbir olumsuz sonuçla
karşılaşmamalarını garanti altına alıyordu.
Bu bakımdan, uzunca
yıllar boyunca darbe
girişiminin adeta Türkiye’deki “en risksiz
suç” olduğu söylenebilir. Oysa Balyoz ve
Ergenekon gibi davalar, her suç
gibi darbe girişiminin de bir cezası bulunduğunu ve kamu görevlilerinin ellerindeki yetkiyi
hukuk sınırları içinde kullanmalarının zorunluluk olduğunu
yeniden hatırlattı.
Burada yargının pozisyonunun
altını ayrıca çizmek gerekiyor. Çok uzun yıllar boyunca Türkiye’de yargının askerî
vesayetin destekleyicisi durumunda olduğunu söylemek
çok da yanlış olmaz. En belirgin örneği, ünlü “28 Şubat
brifingleri”nde yaşandığı gibi,
yargı, askeri vesayetin kurumsallaşması ve güçlenmesi
bakımından önemli bir işleve
sahip oldu. Bunun yanında
yargının bizatihi kendisinin de
Türkiye’nin “tam demokrasi”ye
geçmesinin önündeki vesayet
kurumlarından biri olduğu sıklıkla iddia edildi. Yargı, kararlarında hukuktan daha çok siyasî
mülahazaları öne çıkarması ve
“hikmet-i hükümet”i öncelemesiyle eleştirildi. Pek çok konuda özgürlükleri daraltan ve
demokratik siyasetin zeminini
zayıflatan yargı kararları bu iddiaların en önemli dayanağını
teşkil etti. Dahası, en fazla darbe dönemlerinde olmak üzere,
geçmişte mahkeme kararları,
içinden geçilen dönemlerin
ruhunu fazlasıyla yansıttı. Bu
bağlamda, aradan çok uzun yıllar geçse bile darbecilerin yargılanmasının ve kendilerine hesap sorulmasının önüne geçildi.
Hatta Adana Savcısı Sacit Kayasu gibi münferit olarak buna
kalkışan bazı yargı mensupları
desteklenmek bir tarafa işlerini kaybetti. Dolayısıyla son
Yargıtay’ın Balyoz kararı, bir taraftan Türkiye’nin demokrasi
yolculuğunun devam edeceğine işaret ediyor. Ama aynı
zamanda, bu karar, Türkiye’nin demokratikleşme çizgisinin
geçmişin bir hayli önüne geçtiğini de gösteriyor. “Eski
Türkiye”nin muktedirleri, kurumlar üzerindeki etkilerini ve
geçmişteki ilişkilerini giderek kaybediyor.
dönemde alınan kararlardan,
halen tüm Türkiye’yi kapsayan
demokratikleşme
dalgasının
yargıyı da doğrudan etkilediği
kolayca anlaşılabiliyor. Bu bağlamda, yargının Türkiye’de demokrasinin gelişmesi ve siyasal
özgürlüklerin en geniş şekilde
yaşanmasına duran ve bu açıdan kendisine umut bağlayanlara da cevap verdiği söylenebilir. Kısacası Türkiye’de siyaset dâhil olmak üzere pek çok
kurumun son on yılda yaşadığı
zihniyet dönüşümünden yargının da muaf olmadığı görüldü.
ka bir kurum, demokratikleşme
konusunda toplumun gerisinde
kalmak istemiyor. Bu durum,
Türkiye’de ister sivil isterse
asker kaynaklı olsun demokrasi üzerindeki vesayet perdesinin büyük ölçüde ortadan
kalktığına işaret ediyor. Elbette, demokratikleşme yolunda
Türkiye’nin kat etmesi gereken
hâlâ ciddi bir mesafe olduğu
açık. Ancak ümit veren durum, demokratikleşme iradesi
güçlenirken bu yolda önümüze
çıkacak olan engellerin giderek
daha da azalması.
Yargıtay’ın Balyoz
kararı, bir taraftan
Türkiye’nin
demokrasi yolculuğunun
devam
edeceğine
işaret
ediyor. Ama aynı
zamanda, bu karar,
Türkiye’nin
demokratikleşme çizgisinin geçmişin bir
hayli önüne geçtiğini de gösteriyor.
“Eski Türkiye”nin
muktedirleri, kurumlar üzerindeki
etkilerini ve geçmişteki ilişkilerini
giderek kaybediyor.
Öyle ki, bu süreçte,
ne yargı ne de baş-
33
ÇÖZÜM SÜRECİNDE
SONA YAKLAŞIRKEN…
Sinan BAŞAK
Gazeteci - Yazar
Eğer çözüm konusunda Ankara-İmralı hattı değil de başka
ülkeler ve örgütler devrede olsaydı gezi komplosuna
PKK’lıların girmesi muhtemeldi. Uluslararası gücün
emrine amade sol ve Kemalist örgütlerin arasına
PKK’lıların girmesi demek kaosun artması demekti.
Allah’a şükür, Gezi konusunda şark insanı destek olmadı.
Sırrı Süreyya Önder, Ertuğrul Kürkçü ve Sabahat Tuncel
gibi kaşarlanmış sosyalistler destek verse de BDP’li kitle
doğu ve güneydoğuda sessiz kalmayı seçti. Bu arada
devlet aklı devreye girerek olumsuzlukları olumlu hale
getirmeyi başardı, ayrıca devletin gücünü de ortaya
çıkardı.
Y
aklaşık olarak 1 yıldır
ülkede terör sebebiyle
meydana gelen ölümler
durmuş, daha önce silahların
konuştuğu önemli sorun hakkında artık siyasetçiler, aydınlar, medya analizcileri, yazarlar,
kanaat önderleri, sivil örgütler,
din adamları ve halk konuşuyor.
iÇ POLiTiKA
Herkes hayata ve kâinata bakışıyla değerlendirmeler yapıp,
beklentileri ve ideolojileri üzerinden çözüm sürecine ya destek veyahut köstek olmaya devam ediyor.
Türkiye, kendisinden sadır
olan bu sorunu bitirmek için
düğmeye bastığında diplomaside elde ettiği başarıların kendisine verdiği imkânları ve içeride oluşan müspet havayı çok
iyi kullandı.
Oslo görüşmelerinin sızıntısından ders çıkaranlar; kendi meselelerinin yabancıların
devreye girmesiyle çözülemeyeceğini, çözüm adresinin ancak
ve yalnız Türkiye olması lazım
geldiğini, başka çıkar yol olmadığını milletiyle paylaşınca,
İmralı-MİT görüşmeleri kamuoyunda olumlu karşılandı ve
“çözüm konusunda” beklenti
oluşturdu.
Önceleri medya vasıtasıyla
halkla paylaşılan hassas konular, Oslo’yla beraber bu defa
bizzat devlet tarafından paylaşıldı. MİT görevlileri (veya
diğer bürokratlar) terör örgütünün kurucusuyla, araya kimseyi koymadan ilişki kurmanın
gerekliliğini görerek Ankaraİmralı hattını döşediler. Önceleri Norveç, İran, İsrail, ABD,
Irak, Libya, Rusya, Almanya,
İngiltere, Fransa, Bulgaristan,
Romanya, Yunanistan, İspanya, İtalya hatta Çin üzerinden
örgütle “muhatap” olmaya çalışan Türkiye, stratejik aklını
devreye koyarak Ankara-İmralı hattının çözümü kolaylaştıracağını kamuoyuna duyurmakla
en doğru olanı yapmış, düşmanın veya düşmanların elindeki
kozu almıştır.
Zaten örgüt üzerinde 30 senenin yorgunluğu, 2012 senesinin
hayal kırıklığı ve ölümlerin külfeti, devlette ise; büyüme, gelişme ve öze dönüş sancıları varken, terörün durmasının şart
olduğu herkesçe bilinmekteydi.
Bunun da ancak “demokratikleşerek” son bulması lazım geldiğine dair oluşan güçlü irade
çözüme doğru gidişi kolaylaştırmıştır.
Devlet terör ve buna bağlı sorunların çözümü konusunda,
Abdullah Öcalan’ı muhatap
almakla satranç tahtasında pek
çok yabancı devleti, istihbarat
örgütlerini, yanı sıra Kandil
ve ülke içindeki siyasileri dahi
oyundan düşürmüştür. Cezaevi
isyanlarında bu aklı kullanan
devlet, Öcalan’ın örgütteki liderliğinin tartışılmasının önüne set koymuştur. Bu çok akıllıca bir girişimdi. Bu girişim,
İmralı-Ankara hattını hayata
geçiren, cezaevi isyanlarında
Öcalan’ın öne çıkarılmasını
isteyen örgüte ve siyasi uzan-
35
Şark insanı Kürdüyle, Türküyle çözüm sürecine çok önemli
bir destek vermektedir. Bu destek demokratikleşme
paketinden sonra daha da artmıştır. Yüzdelik dilimlerle ifade
edilecek olursa, şark insanı çözüm sürecine % 90-95 destek
vermektedir. Bu oran BDP seçmeninde dahi %40-50’lerde
seyretmektedir.
tısına masayı gösterip, isyanın
durması için Öcalan’a tanınan
bir liderlik kullanımıydı.
Bu akıllıca girişimin ve bundan
sonra Türkiye’nin uluslararası konumuyla alakalı olarak
“Yeni Türkiye’nin, yeni veçhesinin” Abdullah Öcalan’ın
dilinden, bütün dünya’ya (21
Mart 2013 Diyarbakır Nevruz
konuşmasında) ilan edilmesi
de ayrıca kayda değer bir sıçramaydı. Devletteki iradenin
dışa vurumuydu adeta 21 Mart
2013.
Bu konuda başka devletlerin
neler düşündüğü bir tarafa, içimizde onların taşeronluğunu
yapan Hakkâri, Şırnak, Diyarbakır, Van şehrinin PKK’lı kesimleriyle görüşmeler yaparak,
onları tahrik etmek ve hatta
tahkir etmek suretiyle çözüm
iradesini ve 21 Mart’ı boşa çıkarma girişimlerine başlayan
Cengiz Çandar ve
Kandile “dağlarda gezinerek” sefer
düzenleyen sözde demokrat
Hasan Cemal gibi aydınlar (!)
yazarlar (!), Türkiye’deki aklın
Öcalan’la muhatap olmasını
hazmedemiyorlardı.
Kısacası kendinden menkul birçok
aydın ve yazarın maskelerinin
düşmesini sağladı kurulan hat.
Bu arada kendi sorunlarının
çözümü için yabancı aklını
36
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
devre dışı bırakan Türkiye,
içinde PKK’ya yakın kişilerin
de olduğu akil insanlar heyetleri oluşturarak kamuoyunda
olması muhtemel tepkilerin
önünü kesmiş, ayrıca PKK
içindeki tepkilerin de ölçümünü yapmıştır. Bütün bunlar
geleceği düşünen stratejik bir
aklın varlığını ortaya koyarken,
halkta ve silahlı terör örgütünün sempatizanlarında dahi
“edi bese” ‘artık yeter’ anlayışını hâkim kılmıştır.
Türkiye’nin bu atağı karşısında, dış güçler ve içerideki
uzantıları önce gezi hadisesini
çıkarmış, sonra da diplomaside
elimizi güçlendiren Mısır’da,
bir darbenin yapılmasının yolunu açmıştır.
Gezi hadisesi uluslararası bir
komploydu. Erken olması faydalı olmuştur. Ama bu arada
Mısır “şimdilik” elden gitmiştir.
Çözüm iradesinin haklılığı gezi
komplosundan sonra daha da
netleşmiştir. Eğer çözüm konusunda Ankara-İmralı hattı değil de başka ülkeler ve örgütler
devrede olsaydı gezi komplosuna PKK’lıların girmesi muhtemeldi. Uluslararası gücün
emrine amade sol ve Kemalist
örgütlerin arasına PKK’lıların
girmesi demek kaosun artması
demekti. Allah’a şükür, Gezi
konusunda şark insanı destek
olmadı. Sırrı Süreyya Önder,
Ertuğrul Kürkçü ve Sabahat
Tuncel gibi kaşarlanmış sosyalistler destek verse de BDP’li
kitle doğu ve güneydoğuda
sessiz kalmayı seçti. Bu arada devlet aklı devreye girerek
olumsuzlukları olumlu hale getirmeyi başardı, ayrıca devletin
gücünü de ortaya çıkardı.
Şark insanı Kürdüyle, Türküyle çözüm sürecine çok önemli bir destek vermektedir. Bu
destek demokratikleşme paketinden sonra daha da artmıştır. Yüzdelik dilimlerle ifade
edilecek olursa, şark insanı
çözüm sürecine % 90-95 destek vermektedir. Bu oran BDP
seçmeninde dahi %40-50’lerde
seyretmektedir. Süreci baltalamak isteyen çevrelerin sanal
ortamda hazırladıkları kamuoyu araştırmalarındaki istatistikî
oranlar hakikat değildir. Bazı
sözde araştırma şirketleri tamamen PKK’lılarla görüşerek
Kürtlerin çok büyük ekseriyetinin çözüme inanmadığını
ve demokratikleşme paketinin
de sonuç itibariyle beklentileri karşılamadığını iddia etseler
de, bu sözde istatistikler yukarıda yazdığım şekliyle BDP’li
seçmenin tercihlerini ortaya
koyması yönünden de durumu apaçık gösteriyor. BDP’li
seçmenin tercihlerinde bir kırılma dönemine girildiği açıktır. Samer isimli kuruluşun
PKK’lılarla yaptığını sandığım
bu araştırma da göstermektedir
ki; BDP’li seçmen tercihlerini
değiştirmeye başlamıştır. Başka
araştırma gruplarının, örneğin
Varyans’ın yaptığı istatistiki
çalışmalar, Samer’in çalışmalarını kimler arasında yaptığının
somut kanıtıdır. Varyans’ın bir
hafta sonra yaptığı araştırmalarda halkın desteğinin belli
konularda çok yükseklerde
seyrettiği görülmektedir. Bunları tahminlerimi kuvvetlendirmek ve delillendirmek için yazmadım, bazı kesimlerin medya
vasıtasıyla toplumda meydana
gelen olumlu havayı değiştirme girişimlerinin bir tabanının
olmadığını göstermek için yazdım.
Çözüm süreci; bölgede yaşayan vatandaşlar beklentilerini
yükseltmişlerdir. Bölge halkı,
Kandil veya başka merkezlerin
tehditlerine de aldırış etmemektedir. Çözüm süreci, gezi
hadisesi ve ölümlerin durması
PKK’nın halk üzerindeki korkusunu en aza indirmiştir. Sihir
ve büyü bozulmuştur. Devlete
olan güven artmıştır.
Devlete olan güvenin artmış
olması, devletten beklentileri
de o oranda artırmıştır. Çözümün halkta oluşan hassasiyetler gözetilerek zamana ve sürece yayılması engellenmelidir.
Halkta oluşan güvenin boşa
çıkartılmasına yönelik çabalara
fırsat verilmemelidir. Çözüm
sürecinde BDP’lilerin müspet
tavırları da göz ardı edilmemeli, toplumsal gerginliği yeniden
başlatacak sözlerden özenle
kaçınılmalıdır. BDP vakıası,
çözümü hızlandırıyor, siyaset
üreten kesimlerin bu vakıayı
olduğu gibi kabul ederek hareket etmesi elzemdir.
Kürt halkının dindar olması
çözümü kolaylaştırıcı unsur-
dur. BDP’nin HDP çatısıyla
seçimlere girmesi ve partinin
seçimlerden sonra kapatılma
kararı, kitlesini olumsuz yönde
etkilemektedir. Unutulmasın
ki bölge illerinde 1990 öncesi
dindar siyasi partiler daha etkiliydi. Hatta bu etki 28 Şubat
sürecine kadar da sürmüştü.
28 Şubat 1997 yılındaki karanlık yapı, halkın tercihlerini ırk üzerine bina etmesinin
yolunu açmıştır. 1997’den
sonra meydana gelen bu kırılmanın, bu yönelimin sebep ve
sonuçlarından ziyade, BDP’li
seçmenin orta yaş ve üstünün
yozlaşmadığı bilinmeli, Müslüman kimliğinin halen öncelikli
tercihleri arasında olduğu unutulmamalıdır. Bu arada vakit
geçirilmeden çözüm iradesinin
halkla buluşmasının önündeki
engellerin bertaraf edilmesi de
şarttır. Çözüm sürecinin selameti için, bu engellerin ortadan kaldırılmasını ve örgütün
büyüsünün bozulmasını sağlayan Ankara-İmralı hattın kopmamasına dikkat edilmelidir.
PKK çözüme dair halkta oluşan
ümidi kırmak için şehir merkezlerinde, kasaba ve köylerde
“kendi usulünce” çalışmalarını
devam ettirse de büyüsünün
bozulduğunu da fark ederek
Kandilin tehditleriyle halka
ulaşmaya çalışmaktadır. Tehditlere rağmen, halkın çözüm
iradesinin yanında olan duruşunu bozamayacaklardır.
Çözüm süreci, şarkta, ilgiyle,
sevinçle ve ümitle karşılanmıştır. Aradan 10 ay geçmesine
rağmen halkın beklentileri ve
ümitleri kırılmamıştır. Seçimlerin yaklaşmasıyla umulur ki
bu olumlu hava devam eder ve
seçmenlerin tercihlerini etkiler
ve çözüm sürecinin beklentileriyle, sevinçleriyle ve ümitleriyle Türkiye’yi buluşturur.
Bu buluşma, çözüm sürecinin
sonuca ulaşmasını sağlayacak
en önemli buluşma olacaktır.
Tıpkı 1071 Malazgirt buluşması, 1923 Cumhuriyetin kurulması buluşması gibi.
37
DEMOKRASİNİN KURUMSALLAŞMASI:
KAMU DENETÇİLİĞİ KURUMU (KDK)’NUN
BAŞÖRTÜSÜ KARARI
Kamu Denetçiliği Kurumu’nun, başörtüsü ile ilgili verdiği
tavsiye karara göre toplumsal dinamikler Kılık Kıyafet
Kanununun ya kaldırılması ya da kaldırılmasa dahi
‘görev mahallinde başlarının daima açık’ ibaresinde
değişikliğe gidilmesini gerektiriyor. İmzalanmış ulusal ve
uluslararası metinlere göre de böyle bir ayrımcılık yasal
değildir.
Bilsen KOLCU
SDE Asistanı
T
iÇ POLiTiKA
ürkiye’de demokratikleşme adına son 10 yılda atılan adımlar devrim niteliğindedir. Özellikle de
Temel hak ve özgürlüklerin korunması ve güçlendirilmesi, vatandaşlık bilincinin oluşturulması amacıyla önemli reformlar yapılmaktadır. Demokratik
hak ve özgürlüklerin kurumsallaşması adına Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yolu
ile ilgili düzenlemeler yapılması
ve idarenin ihmali dolayısıyla
zarar gören vatandaşların haklarını gözeten yeni kurumların
kurulmasıyla bu reformlara işlerlik kazandırılmıştır.1
18. Yüzyıldaki Osmanlı yargı kurumundan esinlenerek
İsveçli Kral 12. Karl2 tarafından oluşturulan, ülkemizde ise
6328 sayılı kanunla3 yürürlüğe
giren İnsan Haklarının kurumsallaşması adına destekleyici
bir adım olan Kamu Denetçiliği Kurumu 14 Haziran 2012
tarihinde faaliyete geçmiştir.
Bürokrasinin olası muhtemel
hatalı işlemlerine ve bundan
doğacak uygulamalarına karşı
vatandaşların haklarını koruma amacıyla kurulan bu
kurum geçtiğimiz günlerde
yapılan bir şikâyet başvurusu
ile ilgili olarak 20 Eylül 2013
tarihinde tavsiye niteliğindeki
kararını açıklamıştır.4 Emniyet
Müdürlüğü’nde çalışan bir memurun göreve başı örtülü olarak devam etmek istemesi üzerine kılık kıyafet yönetmeliğine
aykırı davrandığı gerekçesiyle
ikaz alması şikâyetin konusunu
oluşturmaktadır. Bu şikâyet ile
çalışmalarına başlayan kurum
konuyu tüm yönleriyle ele almıştır. Ön inceleme sonrasında
detaylı bir mevzuat taraması
yapılmış, ulusal ve uluslararası
sözleşmeler, metinler incelenmiş, Avrupa’daki uygulamalara bakılmış ve sınırlamanın
yalnızca ilk ve ortaöğretim kurumlarında yapıldığı görülmüştür. Kamuda ise insanlar dini
inançlarını yansıtan kılık kıyafetlerinden ötürü bir sınırlamaya ya da idari yaptırıma maruz
kalmamakla beraber herhangi
bir disiplin cezası da almamaktadır.
Buradan yola çıkarak şu sorunun cevabı aranmalıdır. Kamu
vatandaş ile devlet arasında
başka aktörlerin olmadığı ortak bir alandır, herkes de bu
ortak alanda hak sahibidir ancak devlet adına herhangi bir
otorite kişinin bu hakkını nasıl
kullanacağı ile ilgili düzenleyici
işlem yapabilme gücüne sahip
midir?
Gerek laik kesim gerekse de İslami kesim kamusal alanı kontrol altına almaya çalışıp baskın
olan taraf diğer tarafa kapılarını kapatırsa bundan iyi bir şey
ortaya çıkmaz. Yani bir başka
deyişle laik kesim kamusal alan
tekelinden vazgeçmelidir. Kamusal alan birlikte yaşama kurumlarının arttırılıp iletişimin
daha fazla sağlandığı, birlik,
beraberlik ve dayanışma içinde
yaşandığı sürece güzelleşir. İdeolojiler farklı olabilir, inançlar
farklı olabilir ancak varsayılan
toplum sözleşmesinin5 de dediği gibi uzlaşmak gereklidir.
Bu uzlaşıda ortak payda insana
saygı, yaşam tarzına saygı, inanışına saygı olmalıdır.
Farklılıklar ne yazık ki çoğu
zaman çatışma yaratıyor. Başörtüsü meselesi de çatışmacı
bir şekilde İslami kesim ile laik
kesim arasında yer aldığında bir
araç ve sembol olarak karşımıza çıkıyor. Elbette farklı kimliklerin, fikirlerin varlığını kabullenmek bazı kesimler tarafından kolay olmuyor. Hele bir de
bu fikirleri yansıtan semboller
39
Bu ülkede başörtülü olduğu için eğitim hakkı elinden
alınan insanlar olmuştur. Üniversiteye kaydı esnasında
küçük düşürülmeye çalışılan, eğer başını açmazsa kaydının
yapılmayacağı söylenen ki bu yüzden ailesinden ve
ülkesinden uzakta başka üniversitelerde okumak zorunda
kalan, ailesinde kapalı olup olmadığı sorgulanan, başörtüsünü
açarsa burs alabileceği söylenen, derslere alınmayan ve bu
yüzden eğitimini yarıda bırakan nice insanlar var.
ile karşılaşmak bazı insanların
tahammüllerini zorluyor. Ancak şöyle bir gerçek de vardır
ki; fikirlerimiz, inançlarımız
gövdelerimizden bağımsız değildir. Bu minvalde bakılacak
olursa nasıl ki başı açıklık kişinin kendi tasarrufundaki bir
haksa başı örtülülük de aynı
ölçüde kişinin kendi tasarrufundaki bir hak olmalıdır.
Türkiye’nin siyasal tarihine
bakıldığında bir tek tip insan
hatta toplum inşa edilmeye çalışıldığı pek çok araştırma
ve kişi tarafından kabul
edilen bir gerçektir. Farklı
kimlikler görmezden gelinmiş, yok sayılmıştır. Oysaki bir hareketin önünü ne
kadar keserseniz o hareket
o kadar radikalleşir. Radikallik beraberinde katılığı
ve hoşgörüsüzlüğü getirir.
Biz ülke olarak gerek ekonomik gerek politik, siyasilerin saplantılı hal ve tavırlardan ötürü ağır bedeller
ödedik. Batılı demokratik
toplumlar
farklılıklarını
zenginlik kabul edip bundan bir düzen, bir demokrasi çıkarırken biz neden
çatışalım?
Türkiye’de başörtüsü, mo-
40
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
dernleşmenin karşısında bir
geriye dönüş olarak algılandı.6
Başörtüsünü gelenek göreneklerden ötürü takanlar ile siyasi sebeplerden ötürü örtenler
birbirinden ayırt edilmeye çalışıldı. İnsanların niyetleri üzerine tartışmalar yapıldı. Oysaki
hangi demokrasi samimiyet ya
da samimiyetsizlik üzerine inşa
edilebilir. Başörtüsü takan kadınların amaçları sorgulandı,
kamu kurum ve kuruluşlarında ayrımcılık yapıldı. Demokrasiler vatandaşlar arasındaki
eşitliği sağlamaya çalışır, hangi
demokrasi anlayışıyla sosyal
eşitsizliği derinleştiren politikalar uygulanabilir. Bu ülkede
başörtülü olduğu için eğitim
hakkı elinden alınan insanlar
olmuştur. Üniversiteye kaydı
esnasında küçük düşürülmeye
çalışılan, eğer başını açmazsa
kaydının yapılmayacağı söylenen ki bu yüzden ailesinden
ve ülkesinden uzakta başka
üniversitelerde okumak zorunda kalan, ailesinde kapalı olup
olmadığı sorgulanan, başörtüsünü açarsa burs alabileceği
söylenen, derslere alınmayan
ve bu yüzden eğitimini yarıda
bırakan nice insanlar var. Bu
ülkede üniversiteyi hasbel kader tüm çetrefilli yollardan geçerek bitirmiş ancak bu kez de
kamuda çalışma engeline takılmış genç dinamik işgücü âtıl bırakıldı. Başörtüsü İslami hareketin en görünür, en ayırt edici
simgesi olabilir ancak bir
siyasi partinin sembolü değildir.7 Bu sebeple mağdur
edilen insanların geleceği
hangi kamu gücü kullanılarak, hangi kamu yararı
gözetilerek yok edildi?
Bir idari işlem hukuka uygun olsa bile, adil olmayabilir.8 Başlangıçta bahsettiğim Kamu Denetçiliği
Kurumu idarenin hatalı
işlemleri dolayısıyla vatandaşın menfaatinin ihlal
edildiği durumlarda tavsiye
kararlar yayınlamaktadır.
Başörtüsü özelinde ele almaya çalıştığımız kurum
idarenin yürüttüğü kamu
hizmetinin kalitesini yükseltecek, vatandaşlar ara-
sındaki ilişkilerde diyaloğu sağlayacaktır.9 Aynı zamanda bu
tarz ihlallerde uyuşmazlığın bir
bölümü bu kurum aracılıyla çözüme kavuşacağı için idari yargının da iş yükü azalacak, idari
yargı görevini daha etkin, etkili
ve verimli icra edebilecektir.
Kurumun başörtüsü ile ilgili
verdiği tavsiye karara göre toplumsal dinamikler Kılık Kıyafet Kanununun ya kaldırılması
ya da kaldırılmasa dahi ‘görev
mahallinde başlarının daima
açık’10 ibaresinde değişikliğe
gidilmesini gerektiriyor. İmza-
lanmış ulusal ve uluslararası
metinlere göre de böyle bir ayrımcılık yasal değildir.
Sonuç Olarak
Kurumun verdiği kararı Emniyet mensubu görevliler kendi
iç düzenlemelerinde dikkate
almış mıdır bilinmez ama açıklanan demokratikleşme paketinde konunun ehemmiyetle
üzerinde durulduğu Kılık Kıyafet yönetmeliğinde yapılan
değişiklikten anlaşılıyor. İlgili
yönetmelikte yapılan değişiklikle (Türk Silahlı Kuvvetleri
(TSK) mensupları, Emniyet
mensupları, Yargıda hâkim ve
savcılar kapsam dışı bırakılmış,
ilgili düzenlemeyi kurumlara
kendi iç tüzüklerinde değişiklik
yapma inisiyatifi sağlanmıştır.)
toplumda ötekileştirmeye neden olan bu uygulamadan toplumsal barışın sağlanması için
vazgeçilmiştir. Başörtüsü yasağının devam ettirilmesi, belki
kanunlarda değil ama zihinlerde devam ettirilmesi, kamunun
yararına değil tam tersi ayrımcılığa sebep olması dolayısıyla
kamunun zararına olacaktır.
Dipnotlar
1
http://www.kamudenetciligi.gov.tr/content_detail-322-725-%E2%80%98insan-haklari-alaninda-bireyselbasvuru-usullerinin-tanitilmasi-projesi%E2%80%99-kapsaminda-ilk-toplanti-ya.html
2
Fendoğlu,Hasan Tahsin; Kamu Denetçiliği, SDE Analiz, http://www.hasantahsinfendoglu.com/sde/KAMU%20
DENETCILIGI%20(OMBDUSMANLIK).pdf, (Erişim Tarihi:11.10.2013)
3
Kamu Kamu Denetçiliği Kurumu Kanununun Uygulanmasına İlişkin Usul Ve Esaslar Hakkında Yönetmelik,
http://www.kamudenetciligi.gov.tr/custom_page-326-yonetmelik.html , (Erişim Tarihi:25.10.2013)
4
T.C. Kamu Denetçiliği Kurumu Tavsiye Kararı, http://www.kamudenetciligi.gov.tr/contents/files/2013-2.pdf,
(Erişim Tarihi: 21.10.2013)
5
http://tr.wikipedia.org/wiki/Toplum_s%C3%B6zle%C5%9Fmesi
6
Özcan, Zafer; Nilüfer Göle ile Toplumun Merkezine Yolculuk, Ufuk Yayınları, İstanbul, 2003, ss.121-149
7
Özcan, a.g.e., s.127
8
Kahraman, Metin; Hukuk Devletine Katkıları Bakımından Kamu Denetçiliği, http://old.mku.edu.tr/image/sosyalbilimleri/file/21_kahraman.pdf ,(Erişim Tarihi:19.10.2013)
9
Aydın, Ahmet Aydın; Önemi ve Uygulanabilirliği Açısından Türkiye’de Kamu Denetçiliği Kurumu,http://iys.
inonu.edu.tr/webpanel/dosyalar/1427/file/AhmetHamdiAydin.pdf,(Erişim Tarihi:11.10.2013), ss. 68-89
10
T.C. Kamu Denetçiliği Kurumu Tavsiye Kararı, http://www.kamudenetciligi.gov.tr/contents/files/2013-2.pdf,
(Erişim Tarihi: 21.10.2013)
Kaynakça
1. Kahraman, Metin; Hukuk Devletine Katkıları Bakımından Kamu Denetçiliği, http://old.mku.edu.tr/image/sosyalbilimleri/file/21_kahraman.pdf ,(Erişim Tarihi:19.10.2013)
2. Aydın, Ahmet Aydın; Önemi ve Uygulanabilirliği Açısından Türkiye’de Kamu Denetçiliği Kurumu,http://iys.
inonu.edu.tr/webpanel/dosyalar/1427/file/AhmetHamdiAydin.pdf,(Erişim Tarihi:11.10.2013)
3. Fendoğlu, Hasan Tahsin; Kamu Denetçiliği, SDE Analiz, http://www.hasantahsinfendoglu.com/sde/KAMU%20
DENETCILIGI%20(OMBDUSMANLIK).pdf, (Erişim Tarihi:11.10.2013)
4. T.C. Kamu Denetçiliği Kurumu Tavsiye Kararı ,http://www.kamudenetciligi.gov.tr/contents/files/2013-2.pdf,
(Erişim Tarihi: 21.10.2013)
5. Özcan, Zafer; Nilüfer Göle ile Toplumun Merkezine Yolculuk, Ufuk Yayınları, İstanbul, 2003, ss.121-149
6. Kamu Denetçiliği Kurumu Kanununun Uygulanmasına İlişkin Usul Ve Esaslar Hakkında Yönetmelik, http://
www.kamudenetciligi.gov.tr/custom_page-326-yonetmelik.html (Erişim Tarihi:25.10.2013)
7. http://tr.wikipedia.org/wiki/Toplum_s%C3%B6zle%C5%9Fmesi
8. http://www.kamudenetciligi.gov.tr/content_detail-322-725-%E2%80%98insan-haklari-alaninda-bireyselbasvuru-usullerinin-tanitilmasi-projesi%E2%80%99-kapsaminda-ilk-toplanti-ya.html
41
BÜTÜN SEÇİMLERİ
(İTTİFAKLARI) BAŞLATACAK
SEÇİM: MART 2014
M. Kürşad BİRİNCİ
iÇ POLiTiKA
SDE Asistanı
Mart ayında yapılacak olan bu seçim, sadece yerel
yöneticileri belirlemeyecek, aynı zamanda tüm siyasi
tarafların üzerinde mutabık olduğu ancak yüksek sesle
zikretmediği şekli ile ağustos ayında gerçekleştirilecek
cumhurbaşkanlığı ve bir sonraki yıl yapılacak olan
milletvekili genel seçimlerini de etkileyecek.
T
ürkiye siyaseti yeni bir
seçim maratonuna hazırlanıyor, ülkedeki siyasi
tansiyon artık alışık olduğumuz
şekliyle, yüksek. Bu yüksek tansiyonun nedeni ise herkesin malumu olduğu üzere 2014 Mart
ayında yapılacak olan yerel seçimlerin kendine özgü durumu.
Çünkü Mart ayında yapılacak
olan bu seçim, sadece yerel yöneticileri belirlemeyecek, aynı
zamanda tüm siyasi tarafların
üzerinde mutabık olduğu ancak yüksek sesle zikretmediği
şekli ile ağustos ayında gerçekleştirilecek cumhurbaşkanlığı
ve bir sonraki yıl yapılacak olan
milletvekili genel seçimlerini
de etkileyecek. Hatta bu seçim,
muhayyel (belki gerçek bilebilmek ya da öngörebilmek şimdilik zor) yerel ve genel düzeyde
pek çok farklı seçim işbirliği
senaryoları için de bir tecrübe
noktası olacaktır.
Seçimleri başlatan seçim olması niteliği dışında bu seçim,
Gezi olayları ve sonrasında
değiştiği düşünülen seçmen
beklentilerinin de test edilmesi
için bir fırsat sunacak. Gerçekten de seçmen beklentilerinin
dönüştüğünü düşünmek ve
bunun önümüzdeki yerel seçim
stratejilerini farklılaştıracak bir
niteliğe sahip olduğunu söyle-
mek mümkün. Türkiye son on
yıl içindeki atılımı ile şu anda
bir trilyon dolar eşiğine yaklaşan bir gayri safi milli hâsılaya
sahip ve on yıl öncesinden üç
kat daha müreffeh bir ülke.
Bunun ötesinde Türkiye, nüfusunun yüzde 75’i kentlerde
yaşayan bir ülke olarak, kırdan
kente göç konusunda kentlerde derin izler bırakan ağır dalganın etkilerinden kurtulmak
üzere. Bu iki parametre bile
seçmenin yeni şeyler duymak
ihtiyacında olduğunu ve özellikle kent merkezlerinin sosyolojisinin değiştiğini göstermesi
açısından yeterli. Ancak bazı
kentlere yüklenen anlamlar,
ideoloji ve hayat tarzı üzerinde yükselen siyasal pozisyonlar
eski söylemlerin, yeni mecralar
ile birlikte kullanıldığı bir süreci seçmenin önüne çıkartacak
gibi görünmektedir.
Dört Şehir: İstanbul, İzmir,
Ankara ve Diyarbakır
Türk edebiyatının büyük ismi
Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş
Şehir kitabı ile hayatında bir
şekilde yeri olan beş kenti her
zamanki eşsiz üslubu ile okuyucunun önüne koyar. Siyasetin
sanatçıları da seçmenin önüne
her seçim öncesinde dört şehir
ile çıkmaktalar. Türkiye’nin
göz bebeği dört kent; İstanbul,
Ankara, İzmir ve Diyarbakır…
Seçime aylar olmasına rağmen
bu dört kent üzerindeki siyasi
dedikodular, belki de seçime
dair tüm haberleri teşkil ediyor. Gerçekte olduklarından
çok daha mübalağalı anlamlar yüklenen bu kentleri, kimi
kazanmak, kimi kaybetmemek
için uğraşıyor. Bu dört lokasyon diğer seçimlerin kaderini
de etkileyecek nitelikte. Askeri tabirle ifade edilecek olursa,
büyük çarpışma bu kentlerde
yaşanacak. O nedenle bu kentlere biraz daha yakından bakmak gerekecek.
Türk siyasetinde mutabık olunan yegâne noktalardan biri, iktidara giden yolun İstanbul’dan
geçtiğidir. Bu nedenle AK Parti, iktidarının güçlü bir şekilde
devam ettiğini gösterebilmek
için, muhalefet (esasen sadece CHP) ise iktidara yürüyebileceğini ispatlamak için
İstanbul’a muhtaçlar. AK Parti, Marmaray, yeni havalimanı,
Kanal İstanbul, Hızlı Tren gibi
büyük icraatlar ile seçmenin
karşısına çıkmayı planlıyor ve
büyük gösterisini bunun üzerine kuruyor. İstanbul için iddiası olan diğer parti ise CHP.
CHP, Koray Çalışkan’ın tüm
kalbi ile arzuladığı bir büyük
43
Seçim sathı mailinde adayların ve partilerin seçim
stratejilerini değiştirecek, geleneksel olandan ziyadesi ile
farklı olan mecra ise sosyal medyadır. Parti ve adaylar,
illerindeki yarışı kazanabilmek için artık genç nüfusun temel
bilgi ve kanaat kaynağı haline gelen sosyal medyayı en etkili
şekilde kullanmak isteyeceklerdir.
koalisyonun oyunu alabilmenin
peşinde. CHP, AK Parti’nin
Türkiye ortalamasında sahip
olduğu İstanbul desteğini (yüzde 50) dışarıda kalan bütün
oyları kazanarak ve hatta AK
Parti’den oy devşirerek geçebilmek arzusunda. Anar Araştırma Şirketi Genel Müdürü
İbrahim Uslu’nun ifadesi ile seçimlerin de bir matematiği var.
Bu anlamda İstanbul’da AK
Parti’nin herhangi bir adayı
karşısında, kalan herkesi ikna
etmek muhtemel CHP adayı
Sarıgül için bile zor bir siyasi manevra olabilir. AK Parti
adayı İstanbul’da kendi olağan
oyunu kazandığında, rakibinin
hem CHP, hem MHP, hem
BDP ve hem de dışarıda kalan
tüm seçmeni aynı anda ikna etmesi gerekecek. Bunun küçük
bir mucize olduğu ve fazla söze
gerek olmadığı ifade edilebilir.
İzmir ile ilgili olarak ise siyasi
güç pozisyonlarının tam tersine
döndüğünü söylemek mümkün. CHP İzmir’in tek hâkimi
olarak kendinden ve kendisini
destekleyen seçmenin tavrından emin. Adayın kim olduğu
fark etmeksizin CHP’nin İzmir’i
kaybetmeyeceğini
söylemek
mümkün olabilir. Her ne kadar
genel seçimlerde CHP ve AK
Parti arasında fark yedi puan
kadarsa da, artık Cumhuriyet
44
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
okumanın bile “liberallik” sayıldığı, Sözcü hatta Aydınlık’ın
gündem belirleyebildiği bir
kentte AK Parti’nin yüksek
şansı olduğunu söylemek hayalcilik olabilir. Diğer yandan,
MHP’nin İzmir’de sahip olduğu
yaklaşık yüzde 10’luk oyunun
ciddi bölümünün, Ege MHP
seçmeninin kendine özgü nitelikleri nedeni ile CHP adayına
yöneleceğini söylemek imkân
dâhilindedir. Ancak iktidarın,
son genel seçimlerin gerisinde
kalmamak için İzmir’de yüksek profilli bir adayla seçmen
karşısına çıkacağı, daha önceki
seçimlerde büyükşehir için oy
kullanmamış olan dış ilçelerin
katılımı ile nispeten değişecek
olan seçmen profilini ikna etmeye uğraşacağı anlaşılmaktadır. İzmir’i AK Parti’ye karşı
kaybetmek, CHP için küçük bir
kıyamet anlamına gelmektedir.
Bu kent için, hayat tarzı konusunda var olduğu söylenen tüm
endişeler son zerresine kadar
kullanılarak İzmir’i elde tutmak CHP’nin temel stratejisi
olacak gibi görünmektedir.
Ankara’da ise yerel seçim süreç/söylem ve tartışmaları
şimdiden, artık bir fenomen
olma yolunda ilerleyen Melih
Gökçek üzerinden şekillenecek gibi görünmektedir. Melih Gökçek sağın Büyükşehir
Belediye Başkanı olarak, hem
kendi partisinde hem de diğer
partilerde, bazısı karşısına iki
kez çıkmış rakiplerini defalarca
yenilgiye uğratmış bir yerel yöneticidir. Bu nedenle özellikle
CHP’nin buradaki temel motivasyonunu sadece AK Parti’ye
karşı kazanmak değildir. Farklı partilerde olmasına rağmen
kendisine karşı defalarca kaybettikleri Melih Gökçek’i yenmek Ankara sosyal demokrat
ve sol seçmeni için bir tür kızıl
elmaya dönüşmektedir. Ancak
bu kızıl elmaya ulaşabilmenin
Mart 2014 için mümkün olmadığı söylenebilir. AK Parti son
yerel seçimlerde CHP’nin 7
puan önünde yer almıştır. Son
genel seçimlerde ise AK Parti
ve CHP arasındaki fark 18 puandır. CHP Ankara’da seçim
kazanabilmek için MHP’nin
oylarına mutlak anlamda muhtaçtır ve İstanbul’da olduğu
gibi bu bile yetmeyebilir. Öte
yandan muhtaç olunan bu
seçmenin Ege MHP seçmeni
olmadığı, genel olarak Orta
Anadolu MHP seçmeni olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.
CHP başörtülü kamu personeli
ve milletvekili konularındaki
tutumu ile Ankara’da bir kez
daha sadece Çankaya ve belki bir de Yenimahalle’ye talip
olduğunu göstermiştir. AK
Parti, seçmeninin belirlenen
adayı beğenmemesi ve partisine küsmesi halinde Ankara’da
Büyükşehir’i
kaybedebilir.
MHP ise bir önceki yerel seçimlerde aldığı rekor oyun sahibi Mansur Yavaş’ı göz ardı
ederek, şimdilik büyükşehir
başkanlığı yarışının dışında kalmış görünmektedir.
Mart 2014 yerel seçimlerinde
sonucu merakla beklenecek bir kent de
iDiyarbakır’dır. Diin
yarbakır, BDP’nin
açık şekilde önde
tir. Bu
olduğu bir kenttir.
anlamda, Diyarbakır’da
bakır’da
seçimin kimin tarafından
arafından
kazanılacağından
n daha çok
merak edilen (eğer
er içinde bulunulan barış döneminde
minde bir değişiklik olmaz ise)
e) seçim sürecinin nasıl yaşanacağıdır.
acağıdır. Özellikle Diyarbakır kırsalındaki
seçmenin kanaatinin ne yönde
şekilleneceği önem ve değer
kazanmaktadır. AK Parti, demokratikleşme paketi/paketleri ve barış/diyalog sürecinde
Kürt seçmen nezdinde kazandığı itibarın siyasal sonuçlarını
görebilmeyi ummaktadır. Bu
anlamda, Diyarbakır seçimlerinin temel hedefinin, hem
BDP hem de BDP dışında bu
kentte seçim kazanma ihtimali
olan tek parti olarak AK Parti
için, seçimi kazanmak olduğu
kadar, genel seçimlerde aldıkları destekleri de kalıcı kılmak
olacaktır.
Mevcut Büyükşehirler, Yeni
Büyükşehirler
Yapılan son yasal değişiklik ile
nüfusu 750 bin ve üzerinde
olan 14 ilde, il sınırlarını kapsayan büyükşehirler kuruldu.
Böylece Türkiye’de büyükşehir
sayısı 30’a yükseldi. Bu gelişme
ile Türkiye nüfusunun büyük
bölümü büyükşehir sınırları
içine alınmış oldu. Mart 2014
seçimlerinde eskiden dış ilçeler ya da köylerde oy kullanan
seçmenlerin büyükşehirler için
oy kullanacak olması, partile-
rin özellikle seçmen karşısına
hangi vaatler ile çıkacaklarını
daha önemli hale getirecektir.
Ayrıca, kırsal oyun sadece büyükşehir için değil, aynı zamanda büyükşehir ilçe belediyeleri
için de belirleyici olacağı, hatta
bazı noktalarda seçimin kaderini etkileyeceği belirtilmektedir.
Bu nedenle, partilerin ve adayların sadece kent merkezlerini
değil tüm ili ilgilendirecek bir
siyaset dili kurmak zorunda olmaları, seçim kampanyalarını
özellikle büyükşehirlerde genel seçim havasına sokacaktır.
Örneğin Muğla gibi nüfusunun
neredeyse yüzde 50’sinin köy
ve beldelerde yaşadığı illerde,
belediye başkan adayları ve
partiler yerel seçim için ilk kez
kırsaldaki seçmenin de sorunlarını dinleyecek ve onlara yönelik projeler önerecektir.
Öte yandan sadece lokasyon
olarak değil, parti tercihi anlamında da farklılaşan kır ve
merkez, yazılı olamayan seçim
ittifaklarının da önünü açacak
ya da sürpriz sonuçlara neden
olacaktır. Örneğin, Adana,
Mersin ve Antalya Büyükşehirleri ya da Mardin, Aydın ve
Denizli illeri, merkez/metropol
oyları ile çevre/kır ooyları birbirinden çok farklı demografik
yapıya ve siyasi te
tercihe sahip
seçim merke
merkezleridir. Bu
neden
nedenle bir önceki yerel seççimlere nispe
petle birçok
ilin ve bbüyükşehrin
renginin değişesiyasi rengin
beklemek mümceğini beklem
anlamda Mart
kündür. Bu anla
özgün kılacak
2014 seçimlerini özg
bir başka gelişme de bazı kentlerde yaşanacak kır-kent merkezi karşılaşmasıdır. Hatta bazı
illerin kendi içlerinde geliştirdikleri mikro temelli milliyetçiliklerin bile seçimin sonucuna
etki edeceği ifade edilebilir. Bu
anlamda her bir kenti (özellikle yeni büyükşehirleri) kendi
dinamikleri, demografik yapısı
ve beklentileri ile anlayabilen
adayların diğerlerinin önüne
geçeceği ve sürpriz sonuçlara
imza atabileceği de ifade edilmelidir.
Sosyal Medya: Bir Tweet At
Başkan’ım
Seçim sathı mailinde adayların ve partilerin seçim stratejilerini değiştirecek, geleneksel
olandan ziyadesi ile farklı olan
mecra ise sosyal medyadır. Parti ve adaylar, illerindeki yarışı
kazanabilmek için artık genç
nüfusun temel bilgi ve kanaat kaynağı haline gelen sosyal
medyayı en etkili şekilde kullanmak isteyeceklerdir. Türkiye siyaseti, sosyal medyanın etkili bir şekilde kamuoyu yaratmak için nasıl kullanılabildiğini
Gezi olaylarından tecrübe ederek öğrenmiştir. Sosyal medya yolu ile adaylar, geleneksel
45
yöntemler ile mümkün olmayan bir şekilde, gerçek zamanlı
ve çok hızlı olarak yüzbinlerce
seçmen ile ilişki kurma imkânı
bulabilecektir. Sosyal medya,
yerel seçim kampanyalarını hiç
olmadığı kadar interaktif bir
niteliğe büründürecektir. Özellikle büyük ve gelişmiş kentlerde, kentli ve genç seçmenin
kanaat ve beklentilerinin öğrenilebilmesini ve onlara teması
sağlayan bir mecra olan sosyal
medya, seçimin kaderini değiştirebilecek bir önemi haizdir.
Yine Gezi ve sonrasında yurt
mahallinde yaşanan olaylarda
görüldüğü üzere, sosyal medya,
özellikle AK Parti’den çeşitli nedenlerle hoşnut olmayan
seçmenin mobilizasyonu için
kullanılmış ve onları bir araya
getirebilmeye de son derece uygun bir mecra olmuştur.
Mart 2014 seçimlerinin, gelecek cumhurbaşkanlığı seçimi
için uygulanabilmesi muhtemel seçim ittifaklarına da yol
gösterici niteliği olması, sosyal
medyayı daha önemli hale getirecektir. Cumhurbaşkanlığı
seçimi öncesinde muhalefet
partileri arasında bir tür yazılı
olmayan yerel seçim ittifakları tasarlayan ve isteyenler için
sosyal medya, ciddi şekilde
tecrübe edecekleri bir imkân
sunacaktır. Ayrıca, muhtemel
46
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
bir adaylık durumunda Melih
Gökçek’in de karşısında oluşabilecek ittifakı sosyal medya
mecrası ile yıpratabilecek olması, bu mecranın hem iktidar
hem de muhalefet partilerine
eşit bir zemin sunduğunu göstermesi açısından önemlidir.
Hayat Tarzı,
Demokratikleşme Paketleri
ve Barış
CHP ve MHP, özellikle büyükşehir seçim çevrelerinde, bugün
siyasetin üç başlığı haline gelmiş bu konuları kullanacak ve
seçmenin özellikle, CHP adına;
İzmir, Aydın, Muğla, Antalya
ve Mersin’de, MHP adına ise
Adana’da kanaatini değiştirmemesini ve tekrar kendilerini
desteklemesini bekleyecektir.
Hayat tarzı endişesi (alkol düzenlemesi, başörtüsü) ve demokratik açılım, CHP’nin tüm
kıyı kentlerinde AK Parti’yi
sıkıştırmak için kullanacağı
temel motivasyondur. Açık
ifadesi ile, icracılık ve kent mühendisliği konusunda AK Parti
ile yarışabilmesi pek mümkün
görünmeyen CHP, elindeki belediye başkanlıklarını korumak
ve bunlara yenilerini ekleyebilmek için bu başlıklara vurgu
yaparak AK Parti’nin önüne
geçmek isteyecektir.
SDE’DEN “OKULLARDA TOPLUMSAL BARIŞ VE
KÜLTÜREL TOLERANS FARKINDALIĞI” PROJESİ
SD HABER
Demokratikleşme paketleri, barış söylemi ve kıyı kentlerine
olan Kürt göçünün özellikle CHP ve MHP’lilerde neden
olduğu rahatsızlık birlikte düşünüldüğünde, bu durum, seçim
çevrelerinde kâğıt üzerinde olmayan bir ittifaka neden
olabilecek ve her iki parti tarafından da iktidar aleyhine
kullanılmak istenecektir.
Demokratikleşme
paketleri,
barış söylemi ve kıyı kentlerine olan Kürt göçünün özellikle
CHP ve MHP’lilerde neden olduğu rahatsızlık birlikte düşünüldüğünde, bu durum, seçim
çevrelerinde kâğıt üzerinde olmayan bir ittifaka neden olabilecek ve her iki parti tarafından
da iktidar aleyhine kullanılmak
istenecektir.
Haber: Öner BUÇUKCU
Sonuç Olarak
İlk olarak; Mart 2014 seçimleri, sosyal medya, yeni seçmen
beklentileri gibi konular ile
farklı bir seçim atmosferi vaat
etse de; ülkenin kronikleşmiş
bazı siyasi sorunlarına, bazı
kentlerin (özellikle temsil kabiliyeti olan büyük kentler ve kıyı
kentleri) derin bölünmüşlükleri de eklendiğinde genel seçim
atmosferinde yaşanacak bir seçim olarak görülebilir. Adaylar
ve partiler konvansiyonel bir
algı ile yeni mecraları kullanarak kentlerin yönetimine talip
olacaklardır. Sadece adaylar
değil, parti politikaları ve genel
başkanlar da aynı anda ve çok
önemli bir derecede yerel yarışmanın parçası olacaklardır.
İkinci olarak; yaklaşan cumhurbaşkanlığı ve sonrasındaki
genel seçim düşünüldüğünde,
muhalefetin AK Parti hoşnutsuzluğu etrafında birleşerek bir
çeşit meydan okumanın parçası
olarak hareket edebileceği beklenebilir.
Ancak tüm bu değerlendirmelerin ötesinde, renkli ve çok sesli geçmesi beklenen Mart 2014
seçimleri, şüphesiz Türkiye’nin
demokratik olgunluk ve gelişmişliğine hizmet edecektir.
Stratejik Düşünce
Enstitüsü “Demokratik Vatandaşlık ve
İnsan Hakları Eğitimi Hibe Programı”
kapsamında yeni bir
proje gerçekleştiriyor. Türkiye’de eğitim ve öğretim alanındaki paydaşlar arasında demokratik
vatandaşlık ve insan hakları konusunda etkileşimi sağlamak ve okullarda kültürel tolerans farkındalığını yükselterek, toplumsal barışa katkı
sunmak amacını taşıyan “Okullarda Toplumsal
Barış ve Kültürel Tolerans Farkındalığı” başlıklı projenin yürütülmesi için Stratejik Düşünce
Enstitüsü içerisinde bir proje ofisi oluşturuldu.
Çeşitli etnik, dini, kültürel
kimlikleri bir arada bulunduran çoklu bir demografik yapıya sahip olan ve bu durumu
zaman içerisinde zenginliğe
dönüştürebilen Türkiye’de,
çeşitli faktörlerin de etkisiyle
dönem dönem bu toplumsal
kategoriler arasında gerilimler gözlenebilmektedir. Dolayısıyla bu denli farklı kimlikleri bünyesinde barındıran
Türkiye’de, geçmişteki deneyimlerden de ilham alınarak
diyalog, barış ve hoşgörü ekseninde bir iletişimin kurulması gereklidir.
Türkiye’de demokratik kültürün gelişiminin, siyasal katılımın artmasının üzerinde
ısrarla duran, bu konuda çok sayıda faaliyet ve
yayın gerçekleştiren Stratejik Düşünce Enstitüsü tarafından gerçekleştirilecek projede 2. ve 3
kademede eğitim öğretim süreçlerinin içerisinde
olan öğretmenlerin, öğrencilerin, yöneticilerin
ve velilerin katılımıyla Ankara, Batman, Bursa,
Kütahya, Malatya, Trabzon ve Yozgat’ta sürdürülecek olan faaliyetlere sivil toplum örgütü
temsilcilerinin, eğitim-öğretim organizasyonu,
planlaması, pedagojisi konularında uzman akademisyenlerin de katılımıyla toplumsal barışa, kültürel toleransa
ve demokratik kültüre katkı
sağlanması amaçlanıyor. 15
Ağustos 2013 tarihi itibariyle başlayan ve bir yıl sürecek
olan proje kapsamında çalıştaylar, anket ve atölye çalışmaları, seminerler gerçekleştirilecek. Prof. Dr. Yasin
Aktay, Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş, Dr. Murat Yılmaz
ve Öner Buçukcu tarafından
yürütülecek olan projenin nihayetinde bir de sempozyum
planlanıyor.
47
ABD-İRAN YAKINLAŞMASININ
NEDENLERİ VE BAŞARI ŞANSI
Prof. Dr. Birol AKGÜN
SDE Dış Politika Koordinatörü
ABD ve İran arasındaki ilişkilerin düzeltilmesi için
gerekli olan ilk psikolojik eşik aşılmıştır. Duraksamalar
ve zikzaklar yaşansa da, ABD-İran ilişkisi bundan sonra
pozitif yönde ilerleyecektir. Filistin ve Suriye gibi
bölgesel sorunların çözümü yönünde atılacak olumlu
adımlar ikili ilişkinin geleceğinde etkili olacaktır. Türkiye
dâhil bölgedeki tüm aktörlerin pozisyonlarını böyle bir
güçlü olasılığa göre ayarlamaları gerekir.
DIŞ POLiTiKA
A
BD ve İran arasındaki ilişkiler Hasan
Ruhani’nin Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından
beklenmedik bir şekilde hızla
gelişmeye başladı. Önce Obama ve Ruhani arasında, karşılıklı olarak iki ülke arasındaki
ilişkilerin geliştirilmesinin gereğini vurgulayan ve iyi niyet
beyanlarını içeren mektup teatisi gerçekleştirildi. Ardından
Birleşmiş Milletler toplantılarında her iki lider birbirlerine
sıcak mesajlar verdiler ve yüz
yüze olmasa da telefonla ilk
doğrudan görüşme gerçekleşti. Bu arada İran ve Amerikan
Dışişleri Bakanları da resmen
ikili bir görüşme yaptılar. Böylece 1979’dan beri resmi ilişkileri kesik olan Washington
ve Tahran yönetimleri, aralarındaki buzları eriten ilk resmi
adımları atmış oldular. 15-16
Ekim günlerinde ise, BM daimi
üyeleri ve Almanya’dan oluşan
P5+1 ülkeleriyle İran arasında
Cenevre’de gerçekleşen İran’ın
nükleer programının geleceği
üzerindeki diplomatik müzakerelerin son derece yapıcı bir
ortamda geçtiği tüm dünyaya ilan edildi. Barack Obama
ise bunun karşılığında İran’ın
ABD’deki dondurulmuş mali
kaynaklarının tedricen serbest
bırakılmaya başlanacağı açıklamasında bulundu.
Her iki ülke basınına yansıyan
haberler ve uzman değerlendirmelerine göre, şimdilik her iki
başkentte de iyimserlik hâkim.
ABD Temsilciler meclisinin
114 üyesi, henüz Ruhani seçimleri kazanmadan önce Başkan Obama’ya İran’la ilişkilerin
geliştirilmesi çağrısında bulunan bir mektup gönderdi. Öte
yandan ABD’nin dış politikasının belirlenmesinde önemli
kuruluşlarından biri olan Dış
İlişkiler Konseyi (CFR) tarafından çıkarılan ünlü Foreign
Affairs dergisi de Eylül/Ekim
2013 sayısını İran’a ayırarak,
kapağına İran siyasi sisteminin
en kilit aktörü olan dini lider
Ayetullah Ali Hamaney’in resmini yerleştirmişti. Dergideki
“Hamaney Kimdir” başlıklı yazıda, her ne kadar Dini Liderin
Ahmedinejad’ın sertlik politikalarını desteklemiş olsa da,
onun İran rejimi içinde yapıcı
ve pragmatik bir rol üstlenebileceği de vurgulanıyordu. Nite-
kim Ruhani’nin Obama ile görüşmesi sonrasında Hamaney
ABD’li uzmanları yanıltmadı
ve Ruhani’nin açılım politikasına destek verdiğini açıkladı.
Böylece, en azından İran yönetiminin nükleer programının geleceği konusunu ciddi
biçimde tartışmaya açabileceği
ve eğer somut olarak karşılığını
alabilirse uzlaşma yolunun da
açık olduğu mesajı net biçimde
Washington’a ve uluslararası
topluma deklare edilmiş oluyordu.
Şüphesiz binlerce yıllık acem
geleneğinin mirasçısı bir ülke
olarak İran’ın diplomatik manevra kabiliyetini küçümsememek gerekir. Ancak otuz yılı
aşkın bir süredir bölgesel ve
küresel her platformda birbirlerini en büyük güvenlik tehdidi
ilan eden iki ülke siyasi elitleri
ve halkları arasındaki güvensizlik sorununun nasıl giderileceği
tam bir muammadır. ABD ile
İran arasındaki yakınlaşmanın arka planında hangi siyasi,
ekonomik ve stratejik hesaplar
yatmaktadır? ABD, Tel Aviv’i
nasıl ikna edecek; Riyad’ı ve
diğer körfez monarşilerini ken-
49
ABD ile İran arasındaki yakınlaşmanın arka planında hangi
siyasi, ekonomik ve stratejik hesaplar yatmaktadır? ABD, Tel
Aviv’i nasıl ikna edecek; Riyad’ı ve diğer körfez monarşilerini
kendi yanında tutmaya devam edebilecek midir? Türkiye
böyle bir yakınlaşmadan nasıl etkilenecektir? Tüm bunlar
önümüzdeki aylarda ve yıllarda bölgedeki tüm aktörleri
meşgul edecek olan ve cevaplanması gereken kaçınılmaz
sorulardır.
di yanında tutmaya devam
edebilecek midir? Türkiye
böyle bir yakınlaşmadan nasıl
etkilenecektir? Tüm bunlar
önümüzdeki aylarda ve yıllarda
bölgedeki tüm aktörleri meşgul
edecek olan ve cevaplanması
gereken kaçınılmaz sorulardır.
Yakınlaşma Stratejik mi
Taktiksel mi?
ABD ile İran arasında atılmaya
çalışılan sembolik yakınlaşma
adımlarının kalıcı olup olmayacağını anlamak için her iki
ülkeyi bu yakınlaşmaya iten
temel saiklere bakmak gerekir.
Gerçekten de her iki ülkenin
yakınlaşma politikaları ciddi
anlamda üzerinde düşünülmüş
ve iyi hesaplanmış stratejik
devlet çıkarlarının korunmasına yönelik midir, yoksa Obama
ve Ruhani gibi liderlerin kişisel
tercihlerine mi dayanmaktadır?
Başka deyişle Washington ve
Tahran yönetimlerini işbirliğine zorlayan faktörler, küresel
ve bölgesel düzlemde değişen
güç dengeleri midir, yoksa
dünya kamuoyuna karşı oynanan bir taktikler savaşı mıdır?
Bu sorunun doğru bir analizi
iki ülke arasında bugün atılan
karşılıklı diplomatik adımların
50
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
geleceğini öngörme açısından
son derece önemlidir.
ABD-İran İlişkilerinin Evrimi
İran-ABD ilişkilerini yalnızca
Humeyni devrimi sonrasındaki
gelişmelere bakarak okumak
eksik bir değerlendirme olur.
1979 devrimine kadar İran batının ve özellikle de ABD’nin
bölgedeki en önemli müttefiklerinden birisi olarak görülüyordu. Bugün eleştirilere konu
olan İran’ın nükleer faaliyetleri
de ilk kez Nixon döneminde ABD’nin ve ardından da
Fransa’nın teknik yardımıyla
başlamıştı. İran istihbaratı SAVAK, CIA ile çok yakın çalışıyordu. Her iki ülke bölgede
adeta et ve kemik gibi ayrılmaz
bir bütünü oluşturan stratejik
müttefik olarak hareket ediyordu. İslam devrimi ise ABD’nin,
İran ordusuna ve istihbarat
güçlerine fazla güvenmesinin
ve Humeyni gibi karizmatik bir
dini lider öncülüğündeki halk
hareketini küçümsemesinin sonucu olarak ortaya çıkan “siyasi
bir kazasıydı.” ABD açısından
devrim sonrası İran, Sovyetler
Birliğinin yörüngesine girmediği sürece kendi çıkarlarına karşı stratejik bir tehdit olamazdı.
Zira petrol gelirleri olsa da çevreleme politikaları vasıtasıyla
kolayca kontrol altında tutulabilirdi. İran-Irak savaşı süresince ABD Irak’ı destekleyerek
tam sekiz yıl boyunca İran’daki
devriminin yarattığı ideolojik
enerjiyi komşu ülkelere değil,
cephedeki düşmana karşı harcamasını sağladı. Irak savaşı
başta lider Humeyni olmak
üzere İran siyasi elitlerinin stratejik mentalitesini değiştirdi.
Artık İran’ın öncelikli dış politika amacı komşulara devrim
ihracı değil, rejimin güvenliğini sağlamaktı. Soğuk Savaş’ın
bitmesi ve ABD’nin Kuveyt’i
kurtarma Operasyonu vasıtasıyla sergilediği liderliğin pekiştirdiği “tek kutuplu” dünya
imajı da İran’ın manevra alanını daha da daralttı. Tahran
Azeri-Ermeni savaşı örneğinde
gözlendiği üzere, artık İslamcı
değil milli çıkarları etrafında
daha pragmatist bir dış politika
izlemeye başladı. Böylece aslında 1990’lar itibariyle ABD ile
İran arasında bölgesel düzlemde stratejik bir denge kurulmuş
oluyordu.
Ancak İran bir yandan ABDİsrail ikilisinin zaman zaman
tekrarladığı askeri tehditleri;
diğer yandan devam eden ulus-
lararası ambargolar karşısında
İslami rejimin güvenliği açısından Nükleer teknolojiye yatırım yapmaya başladı. Amaç bir
gün kaçınılmaz olarak gördükleri nihai savaş gelmeden, mutlak bir güvenlik hissi yaratan
“nükleer silaha” sahip olmaktı. Bu anlamda nükleer silaha
sahip olmak, İran rejiminin
kimliğini ve güvenliğini garanti
altına almanın tek ve en etkili
sigortası olarak görülmeye başlandı. 11 Eylül sonrasında Irak
ve Afganistan savaşları ve Başkan Bush’un “Şer ekseni” açıklamaları da Tahran’ın nükleer
faaliyetlerini
hızlandırmaya
yöneltti. Ancak Washington’la
gerginliğin zirveye çıktığı bir
dönemde tehlikeyi bertaraf
etmek için 2004 yılında İran
nükleer faaliyetlerini tek taraflı
olarak askıya aldığını açıkladı.
Bunun yanıltmaca olduğu ve
İran’ın başka yeni tesislere yatırım yaptığı anlaşıldığında ise
aradan iki yıl geçmişti. Bugünlere kadar uzanan gerginlikler
İran’ın nükleer programının
barışçıl olduğu iddiasına karşın,
Batının İran’ın nükleer tesislerinin uluslararası denetime ve
incelemeye açılması talebinin
karşılanmaması; başka deyişle
karşılıklı güvenin yeniden kurulamamasıdır. İran kendisinin
de taraf olduğu Nükleer Silahların Önlenmesi antlaşmasına
(NPT) göre, her ülkenin barışçıl amaçlı nükleer faaliyette
bulunmaya hakkı olduğunu
iddia ederken; batılı ülkeler ise
aynı antlaşmaya göre nükleer
programın şeffaf ve dış denetime açık bir şekilde yürütülmesi
gerektiğini iddia etmektedirler.
olaylı seçimlerde sertlik yanlısı
Ahmedinejat’ın yeniden cumhurbaşkanı seçilmesi ve İran
muhalefetine yönelik artan
baskılar ve tutuklamalar nedeniyle Washington ve Tahran
arasındaki ilişkileri geliştirecek
siyasi ve psikolojik atmosfer
kayboldu.
Güvenlik konseyi üyeleri ve
İran arasındaki diplomatik görüşmeler de bu tartışmalar etrafında yürütülmektedir.
Obama ve Ruhani’nin
Yakınlaşma Gerekçeleri
Obama açısından İran’la yakınlaşmak baştan beri hiçbir
zaman bir tabu olarak görülmedi. Tersine Obama, savaşçı
ve fetihçi olarak görülen Bush
yönetiminin uluslararası alanda ABD imajında yarattığı aşırı
tahribatı tamir etmek için iş
başına geldiğinin farkındaydı.
Amerikan halkı da tarihlerinde
ilk kez zenci bir lideri Başkan
seçerek Obama’nın barışçı misyonuna destek verdi. Nitekim
Obama görevi devraldığının
75. gününde Türkiye’yi; 90.
gününde de Kahire’yi ziyaret
ederek İslam dünyası ile aralarındaki ilişkileri düzeltmek
istediği mesajını verdi. Dahası
yalnızca İslam dünyası ile değil,
Çin ve Rusya dahil ABD’nin
tüm küresel ve bölgesel aktörlerle ilişkilerini yeni baştan
tanımlayacağını ifade eden
“reset” politikasını uygulamaya koydu. Ancak Obama’nın
İslam dünyası ile diyalog ve işbirliğinin geliştirilmesi politikası İran’da 2009’da gerçekleşen
Bu süre içinde İsrail’in İran’ın
nükleer tesislerini vurmaya
yönelik Washington yönetimi
üzerinde artan baskılarını bertaraf etmek için Obama askeri operasyonu engellemek ve
Tahran’ı müzakerelere zorlamak için 2010 yılından itibaren
İran’a yönelik çok ağır sonuçlar
doğuran kapsamlı yaptırımlar
paketini uygulamaya koydu.
Böylece ABD hem sıcak bir
savaşı engellemek, ama aynı
zamanda da müzakerenin yolunu açmak için kapıyı açık
bırakmak gibi ikili bir ekonomi-politik strateji uyguluyordu. Gerçekten de son üç yıldır
uygulanan yaptırımlar İran’ın
ekonomisi üzerinde ağır sonuçlar doğurdu. Enflasyon yüzde
50’lilere ulaştı. İşsizlik oranı
hızla arttı. İran’ın bütçe gelirlerinin yüzde 80’ini sağlayan petrol ihracatı yüzde 50 oranında
düştü. Ülkeler arasındaki uluslararası ticari ödemelerin gerçekleştirildiği elektronik bankacılık sisteminden (SWIFT)
çıkarılması İran ekonomisinin
dış dünyayla olan bağlantılarına ağır darbe vurdu. Son iki
yılda ise ambargoların ağır yüküne, İran’ın Suriye’ye yönelik
artan mali ve askeri desteğin
maliyeti de eklendi. Böylece bir
yandan artan ekonomik sorunlar, diğer yandan seçimlere ve
51
siyasi sürece ilişkin geniş halk
kesimlerinde artan güvensizlik,
2013 seçimlerine giderken Hasan Ruhani gibi Humeyni’nin
çekirdek ekibinden olan ama
aynı zamanda reformist ve
pragmatik bir Molla olan siyasetçinin cumhurbaşkanı olmasının yolunu açtı. Ruhani büyük bir halk desteği ile Ağustos
ayında işbaşına geldi.
Seçimlerde sürekli önce ekonomi diyen ve İran’ın dünya ile
ilişkilerini düzeltmesi gerektiğine vurgu yapan Ruhani’nin bu
çağrısı ile Obama’nın ertelenmiş İran açılımı politikası iki
ülkeye de yakınlaşma adımları
atmaları için uygun bir siyasipsikolojik zemin yarattı. 2013
Eylül’ündeki BM toplantıları
da liderlere ilk somut adımları
atma fırsatı sundu. Eğer Obama, İsrail lobisini ve neo-kon
çevreleri ikna edebilirse; Ruhani de İran’ın karmaşık iç karar
alma sürecinde önemli roller
oynayan devrim muhafızlarının ve Koruyucular Konseyinin
desteğini alabilirse, önümüzdeki yıllarda Ortadoğu’da çok
farklı bir güçler dengesi ile karşılaşabiliriz.
ABD’yi Diyaloga Zorlayan
Yapısal Nedenler
Başta sorduğumuz sorulara geri
dönersek eğer, ABD’nin İran’a
yakınlaşmasının en büyük nedeni, Amerikan siyasi elitlerinin ABD’nin küresel ekonomipolitik hegemonyasındaki hızlı
çözülmeyi doğru okumalarıdır.
Son otuz yılda küresel düzlemde değişen üretim, ticaret ve
pazar yapıları nedeniyle genel
olarak batı özel olarak ise ABD
52
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
giderek kan kaybetmektedir.
Post-hegemonik dünya şartlarında ABD’nin stratejik öncelikleri de değişmektedir. Artık
ABD açısından öncelikli alan
Avrupa ve Ortadoğu olmaktan çıkmış, Asya-Pasifike kaymıştır. Arap baharı süreci ve
İsrail’in artan baskısı ABD’nin
Ortadoğu’dan çekilmesini kısmen geciktirse de, ABD’nin
Ortadoğu’dan ricat (çekilme)
politikası devam etmektedir.
Dolayısıyla ABD için artık İran
gibi bölgenin en önemli tarihsel ve jeopolitik öneme sahip
ülkelerinden birisi olan İran’la
da diplomatik ve siyasi ilişkilerini geliştirme zamanı gelmiştir.
Dış politikada realist geleneğin
savunucuları olan Kenneth
Waltz ve Stephen Walt gibi
Amerikanın uluslararası ilişkiler uzmanları da uzun zamandır
ABD’nin İran’a yönelik önleyici savaş tehdidine ve rejim
değişikliğine dayanan politikasından vazgeçmesini ve zor da
olsa birlikte yaşamanın yolunun aranması gerektiğini tavsiye etmektedirler. Geçmişte de
1949-1971 arasında Çin’deki
komünist yönetimi tanımayan
ABD, Vietnam savaşının yarattığı siyasi-psikolojik ortamda kendi küresel hegemonik
konumunu restore etmek için,
Kissenger gibi bir stratejistin de
önerisiyle Pekin’e karşı stratejik bir açılım gerçekleştirmişti.
Şimdi de benzer ekonomi-politik nedenlerle ABD’nin stratejik aklı Washington’u İran’la
yakınlaşmaya itmektedir. Dolayısıyla İran-ABD yakınlaşması her iki ülke açısından
konjonktürel ve taktiksel bir
olay değildir; sağlam bir yapısal
temele dayanmaktadır.
Yakınlaşma Politikası
Başarılı Olur mu?
Kaldı ki, ABD’nin 34 yıldır uyguladığı ağır yaptırımlar ve savaş tehditleri öngörüldüğü gibi
İran’ın İslamî rejimini yıkmaya
yetmemiş, rejimle halk arasında ciddi bir çatlak yaratmamış
ve nihayet nükleer programını
da durduramamıştır. Ağır aksak da gitse İran uranyum zenginleştirme konusunda önemli
mesafeler almıştır. Uzmanlara
göre, İran isterse tüm dünyaya
rağmen birkaç yıllık bir sürede
nükleer silah üretme kapasitesine erişebilir. O halde ABD
için İran’a sunulacak bazı siyasi-ekonomik fırsatlar karşılığında nükleer faaliyetlerini barışçıl
çerçevede tutmaya ikna edilmesi çok daha rasyonel bir politika gibi durmaktadır. Dünya
ile ilişkilerini normalleştirmiş,
rejim güvenliğini sağlamış bir
İran için de nükleer silah üretmek için rasyonel bir gerekçe
kalmamış olacaktır.
İlişkilerin geliştirilmesine yönelik en büyük engel ise ABD
için İsrail ve Neo-kon lobisinin ikna edilmesi; İran içinse
muhafazakâr bürokrasinin ve
devrim muhafızları gibi kritik
güçlerin desteğinin alınmasıdır. Amerika’nın hemen her
fırsatta resmen “büyük şeytan”
olarak gösterildiği bir ülkede
geniş halk kesimlerini ABD
ile dost olunabileceğine ikna
etmek hiç kolay olmayacaktır.
ABD’nin saldırısından emin
olsalar bile, Tahran’ın derin
mollalarını İsrail’in benzer tehditlerine karşı rejimin güvenliği
açısından nükleer silah üretme
fikrinden vazgeçirmek nasıl
mümkün olacaktır? Bu anlamda Ruhani’nin çok gayret sarf
etmesi ve süreci Hamaney’in
himayesinde yürütmesi tek
çıkar yol gibi görünmektedir.
Son otuz yılda küresel düzlemde değişen üretim, ticaret ve
pazar yapıları nedeniyle genel olarak batı özel olarak ise
ABD giderek kan kaybetmektedir. Post-hegemonik dünya
şartlarında ABD’nin stratejik öncelikleri de değişmektedir.
Artık ABD açısından öncelikli alan Avrupa ve Ortadoğu
olmaktan çıkmış, Asya-Pasifike kaymıştır.
Ancak her halükarda işi oldukça zordur.
Diğer yandan İsrail’in İran’la
ilişkilerini geliştiren ABD’li
politikacıları tüm yöntemleri
kullanarak ikna ve gerekirse
bertaraf etmeye çalışması hayli
mümkündür. Son olarak, İran’ı
yalnızca askeri açıdan değil,
ideolojik ve mezhepsel anlamda kendi ülkelerinin istikrarı
için tehdit olarak gören körfez ülkeleri de Washington ve
Tahran yakınlaşmasına şiddetle karşı çıkacaklardır. Suriye
konusunda Rusya ile anlaşarak
S. Arabistan gibi ülkelerin çıkarlarını hiçe saydığı için ABD
gibi ülkeleri açıkça protesto
ederek BM güvenlik konseyi geçici üyeliğinden çekilen
Riyad yönetiminin, ABD’nin
İran’la siyasi flörtüne karşı nasıl
bir tepki verebileceğini tahmin
etmek güçtür. Ancak geçmişte
OPEC içindeki siyasi gücünü
kullanarak tüm dünyaya petrol
şokları yaşatan S. Arabistan’ın
atabileceği adımları ve yapabileceği siyasi hamleleri küçümsememek gerekir. Türkiye cephesinden ise yapılan ilk resmi
açıklamalar yakınlaşmaya sıcak
bakıldığı ve İran’ın dış dünya
ile ilişkilerinin normalleşmesinden memnuniyet duyulacağı
şeklindedir. Suriye konusunda-
ki ihtilafa rağmen Türkiye’nin
İran’la ilişkileri son derece
sağlamdır ve ABD ile ilişkilerinin normalleşmesi durumunda Türkiye ile İran arasındaki
ekonomik ve ticari ilişkilerin
hızla artması beklenmelidir.
Sonuç olarak, bugün ABD
ve İran arasında 34 yıl sonra
başlayan siyasi yakınlaşma çabaları yalnızca konjonktürel
ve taktiksel hamleler olarak
görülmemelidir. Her iki ülke
açısından yakınlaşmayı gerekli
ve anlamlı kılacak yapısal-rasyonel gerekçeler vardır. Ancak
Ortadoğu’nun kendi gerçekleri
ve hassas dengeleri de vardır.
Yakınlaşmanın hızını, başarısını ve boyutunu da karşıt aktörlerin alacakları tavırlar belirleyecektir. İhtiyatlı bir iyimserlikle şu söylenebilir: ABD ve
İran arasındaki ilişkilerin düzeltilmesi için gerekli olan ilk
psikolojik eşik aşılmıştır. Duraksamalar ve zikzaklar yaşansa
da, ABD-İran ilişkisi bundan
sonra pozitif yönde ilerleyecektir. Filistin ve Suriye gibi bölgesel sorunların çözümü yönünde
atılacak olumlu adımlar ikili
ilişkinin geleceğinde etkili olacaktır. Türkiye dâhil bölgedeki
tüm aktörlerin pozisyonlarını
böyle bir güçlü olasılığa göre
ayarlamaları gerekir.
53
Ş
İ
İR
N
D
E
L
İ
R
İ
Ğ
D
E
E
D
Y
Ş
İ
E
B
N
R
E
R
A
D
Dİ
A
E
D
Y
’
E
R
I
B
S
I
R
A
M
Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN
D
E
C
SADE
Güçlü bir muhalefet geleneğine ve tarihi deneyime sahip
olan İhvan, 3 Temmuz 2013’den bu yana darbecilerin tüm
baskı ve katliamlarına rağmen şiddete başvurmayarak
barışçı direnişini sürdürmektedir. Meşru siyasetin güçlü
aktörü olan İhvan “kirli ittifak” tarafından şiddetin içine
çekilmek istense de bu oyuna gelmeyerek, mücadelesini
meşru araçlarla sürdürme kararlılığını göstermiştir.
DIŞ POLiTiKA
SDE Uzmanı
M
ısır’da 3 Temmuz
2013 tarihinde yapılan askeri darbeye
Müslüman Kardeşler (İhvan)
temelli yürütülen direniş tüm
baskılara rağmen devam etmektedir. Seksen beş yıllık
tarihî deneyime bakıldığında
İhvan’ın ortaya koyduğu bu
dirence şaşmamak gerekir. Kurulduğu 1928 yılından beri her
türlü baskıyı yaşamış, çoğu zaman yasaklanmış, sistem dışında tutulmuş bir yapının en iyi
bildiği şeyin “direnç” olduğunu
göz ardı etmemek lazım. İhvan,
yaklaşık bir yıllık iktidar dönemi dışarıda tutulacak olursa,
neredeyse seksen dört yılını
muhalif bir yapı olarak sürdürmüştür. 2011 yılında “Arap
Baharı” diye tanımlanan Arap
Halk Hareketleri sonucu Hüsnü Mübarek’in devrilmesiyle
Mısır’da ilk defa yaşanan demokratik süreç sonunda İhvan
iktidar olma imkânı bulmuştur.
Fakat 3 Temmuz 2013 tarihinde “kirli ittifak”ın desteklediği
darbeyle İhvan’ın iktidarına
son verilmiştir.
Darbe Niye Oldu, Niye
Destek Gördü?
Hüsnü Mübarek’in halk hareketiyle iktidardan uzaklaştırıl-
masıyla yeni oluşmaya başlayan
demokratik süreç sayesinde
siyasal alanın en güçlü adayı
olarak İhvan belirdi. Yapılan
meclis seçimleri ve cumhurbaşkanlığı seçimini kazanan
İhvan, Mısır’ın geleceğini belirleyecek en önemli aktör olduğunu ortaya koymuş oldu.
Demokratik süreç sonucunda
İhvan’ın netleşen gücü hem
Mısır içinde hem bölgede hem
de uluslararası alanda rahatsızlıklar meydana getirdi.
Mısır içinde İhvan’a karşı en
güçlü tepki eski düzenin sahipleri ve ordu’dan geldi. Bir yıllık
süreçte İhvan’dan uzaklaşan/
uzaklaştırılan devrimci kesim
diye adlandırılan seküler, sol ve
liberal vs. kesimlerin İhvan’a
tepkisini iyi kullanan ordu destekli “müesses nizam” İhvan’ı
yalnızlaştırma sürecine soktu.
Bir anlamda 2011 Ocak ayında
Mübarek’e/eski düzene karşı
oluşan ortak tepkinin bir benzerini müesses nizam, İhvan’ında siyasi/iktidar tecrübesizliğini
de kullanarak, İhvan’a karşı
mobilize etmeyi başardı. Bir yıllık İhvan iktidarıyla Mısır’daki
siyasi/askeri elit bu güne kadar
elde tuttukları tüm ayrıcalıkları kaybedeceklerini gördüler.
Başta Mısır olmak üzere Ortadoğu’daki orduları demokratik
ülkelerdeki ordular gibi görmemek gerekir. Ortadoğu’da
ordular, ordu olmaktan çok öte
şeyler ifade etmektedir. Burada
ordular siyasetinde ekonominin de tam merkezinde yer almaktadırlar. Hatta çoğu zaman
ordu söz konusu coğrafyada
sınırları korumak için değil,
halkları kontrol altında tutma
işlevi görmektedir. Modern
Ortadoğu tarihine azıcık aşina
olan bunu gayet iyi bilir. Onun
için siyasi ve ekonomik alandaki gücünü kaybetmek istemeyen ordu Mısır’da demokratik
süreci sonlandırmak için İhvan
karşıtı her kesimle ittifak içine
girerek darbe zeminini ustalıkla hazırladı. Demokratik süreç
sonunda ortaya çıkan İhvan’ın
gücü, Mısır’daki İhvan dışı
grupları “kirli” bir oyun etrafında bir araya getirdi.
İhvan’ın Mısır’da iktidar olmasının Ortadoğu’da da istenmediği açıkça görülmüştür.
Mısır’daki İhvan iktidarıyla
meydana gelen değişimin bölgede ciddi değişimlere gebe
olduğu çok geçmeden anlaşılmıştı. İlk önce İsrail’in yararına
işleyen Camp David düzeninin
55
Yapılan meclis seçimleri ve cumhurbaşkanlığı seçimini
kazanan İhvan, Mısır’ın geleceğini belirleyecek en önemli
aktör olduğunu ortaya koymuş oldu. Demokratik süreç
sonucunda İhvan’ın netleşen gücü hem Mısır içinde hem
bölgede hem de uluslararası alanda rahatsızlıklar meydana
getirdi.
sürdürülmesinin zor olduğu, İsrail-Filistin sorununun yeni süreçten etkileneceği, buna bağlı
olarak El-Fetih ile HAMAS
arasındaki ilişkilerin değişeceği
görüldü. Bunun yanında, Arap
Baharı’yla Siyasal İslam’ın siyasal alanda dönüştürücü/değiştirici güç anlamında etkin olmaya başlaması bölgedeki birçok
devleti tedirgin etti.
İsrail ilk başta tavrını net olarak
yansıtmak istemese de zamanla demokratik süreç sonunda
Siyasal İslam’ın Ortadoğu’da
temel belirleyici güç olacağını
gördü. HAMAS deneyimini de
göz önünde bulunduran İsrail,
Siyasal İslam denizi ortasında
kalacağını düşünerek, Arap
Baharı’yla başlayan sürecin
durdurulmasını kendi güvenliği açısından hayati bir konu
olarak gördü. Çünkü Mısır’da
İhvan iktidarıyla 1979 yılından
beri devam eden Camp David
düzeni çatırdamaya başlamıştı.
Bu yüzden, “güvenlik paranoyası” içinde yaşayan İsrail, kendi güvenliği için Mısır’daki eski
ortaklarının mutlaka iktidara
gelmesi için çaba içine girdiğini
söylem ve eylemleriyle ortaya
koydu.
İhvan iktidarının en az İsrail
kadar bölgedeki monarşileri de
oldukça rahatsız ettiği görüldü.
56
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
Bölgesel statükonun bozulması
sonucunda devrimci dalganın
monarşileri zor durumda bırakacağı anlaşıldı. Neredeyse
tüm Arap Monarşileri söz birliği etmişçesine İhvan’a karşı
oluşturulan “kirli koalisyon”un
içinde yer aldılar. 1950-1960
yıllarında meydana gelen yayılmacı Arap Milliyetçiliği dalgasından rahatsız olanlar, aynı
şekilde Siyasal İslam’ın yayılmasını da kendi iktidarları için
tehlike olarak gördüler. Aynı
Monarşiler geçmişte tehlike
olarak gördükleri zihniyetin
devamı olan grupların/kesimlerin tekrar iktidara gelmeleri
için maddi ve manevi destek
vermekten çekinmediler. Çünkü söz konusu monarşiler için
önemli olan kendi iktidarlarının devamının sağlanmasıdır.
Böylece, Mısır’da İhvan’ın bir
“başarı hikâyesi” yazmasının
onlar tarafından kuvvetli bir
tehlike olarak algılandığı ortaya çıkmış oldu.
Üçüncü olarak, Mısır’daki ihvan iktidarının İran’ı da rahatsız ettiği rahatlıkla söylenebilir.
1979 yılında yaşanan bir devrimle iktidara gelen İslamcılar,
İhvan’ın bölgesel etkinlik kazanmasını İran için tehlike olarak gördüler. Bunun en çarpıcı
örneğini, İhvan temelli muhalif
güçlere karşı İran’ın Suriye’de
seküler Baas ideolojisiyle ülkeyi
yöneten Esad’a verdiği destekte görebiliriz. Esad’a verilen bu
destek aslında İran’daki rejimin “devrimci” ve “İslamcı”
özelliğini yitirmiş olduğunu da
ortaya koymuş oldu.
Dördüncü olarak, Arap Baharı
ile ortaya çıkan İhvan’ın muhtemel bölgesel etkisinden Ortadoğu’daki tüm Müslim, gayri-Müslim ve ideolojik azınlıkların da rahatsız olduklarını göz
ardı etmemek gerekir. İhvan
temelli Siyasal İslam’ın siyasal
alanda belirleyici olmasının
önünün açılmasını mevcut konumları açısından tehlike olarak gördükleri anlaşılmaktadır.
Bu durum, tüm bu söz konusu
azınlıkların Mısır’da İhvan’a
karşı gerçekleştirilen darbeye
karşı tutumlarında rahatlıkla
görülebilir.
Mısır’daki darbenin sadece bölgede değil uluslararası alanda
da destek gördüğü rahatlıkla
söylenebilir. Arap Baharı’yla
Ortadoğu’da demokratik sürecin önünün açılması, bölgeyi
dış güçler açısından kontrolü
zor bir alan haline getirebilirdi. Demokratik meşruiyetten
yoksun dini, mezhebi, etnik ve
ideolojik azınlıklar tarafından
yönetilen devletler her zaman
bölgede etkinlik kuran/kurmak
isteyen devletler tarafından
tercih edilen seçenek olmuştur.
Çünkü iç meşruiyetten yoksun
yönetimler dış desteğe muhtaç
olduklarından dolayı etki altına alınmaya her zaman müsaittirler. Meşruiyet tabanı geniş
olan yönetimlerin azınlık yönetimlerine göre dış etkiye karşı
hayır deme ihtimalleri her za-
man daha fazladır. Başta ABD
olmak üzere Batılı devletler
açısından Ortadoğu’da kendi
yararlarına işleyen kurulu düzenin bozulması tercih edilen
bir durum değildir.
Rusya ve Çin açısından ise
Arap Baharı daha farklı anlamlar taşımaktadır. Siyasal
İslam’ın önünü açan demokratik bir değişimi kendi ülkelerini
etkileyebilecek potansiyel tehlike olarak gördükleri anlaşılmaktadır. Bu açıdan, Mısır’da
bölgesel ve küresel destekle
İhvan’a yapılan darbe, aynı
zamanda Siyasal İslam’a ve
demokrasiye yapılan bir darbe
olarak da okunmalıdır.
Darbeye Direniş
Yukarıda açıklandığı üzere darbeye yapılan iç, bölgesel ve dış
destek göz önüne alındığında
darbe karşıtı direnişin ne anla-
ma geldiği daha iyi anlaşılacaktır. 3 Temmuz 2013 tarihinden
beri darbeyi tanımayan ve neredeyse tek başına direnen İhvan, sadece Mısır’daki darbecilere karşı direnmemekte, aynı
zamanda onun destekçilerine
karşı da mücadele vermektedir.
Bu durum İhvan’ın ne kadar
zor bir durumla karşı karşıya
olduğunun da göstergesidir.
Güçlü bir muhalefet geleneğine ve tarihi deneyime sahip olan İhvan, 3 Temmuz
2013’den bu yana darbecilerin
tüm baskı ve katliamlarına rağmen şiddete başvurmayarak
barışçı direnişini sürdürmektedir. Arap Baharı’nın getirmiş
olduğu demokratik süreçler
sayesinde meşru siyasetin güçlü
aktörü olan İhvan “kirli ittifak”
tarafından şiddetin içine çekilmek istense de, bu oyuna gelmeyerek, mücadelesini meşru
araçlarla sürdürme kararlılığını
göstermiştir. Beklenmeyen bir
şekilde İhvan’ın ortaya koyduğu barışçı direnişin darbeci ve
Tüm acı ve pahalı deneyimi göz önünde bulundurarak, şu
ana kadar barışçıl bir şekilde sürdürdüğü mücadelesini
daha ileriye taşıması ve genişletmesi için İhvan, darbe
karşıtı direnişini İslamcılık temelli olarak değil de, daha çok
demokrasi, insan hakları ve özgürlük temelli yürütmelidir.
Aksi takdirde, İhvan karşıtı oluşturulan bloğun çözülmesi zor
olacaktır.
57
SURİYE KRİZİNDE ÇÖZÜM;
NE ZAMAN VE NASIL?
İhvan iktidarının en az İsrail kadar bölgedeki
monarşileri de oldukça rahatsız ettiği görüldü.
Bölgesel statükonun bozulması sonucunda devrimci
dalganın monarşileri zor durumda bırakacağı
anlaşıldı. Neredeyse tüm Arap Monarşileri söz
birliği etmişçesine İhvan’a karşı oluşturulan “kirli
koalisyon”un içinde yer aldılar.
leceği açısından da önem arz
etmektedir. Çünkü İhvan karşıtı cephenin genişliği ve gücü
düşünüldüğünde İhvan’ın tek
başına bu süreci tersine döndürmesi pek mümkün gözükmemektedir. 25 Ocak 2011
Devrim sürecini İhvan’ın iyi
okuması gerekmektedir.
İhvan’a karşı kurulan “kirli
ittifak” ihvan karşıtı koalisyonu genişletme becerisi gösterebilmiştir. Şu an itibariyle
bakıldığında İhvan’ın sadece
Mısır’da değil, aynı zamanda
Ortadoğu’da da yalnızlaştırma
sürecinin devam ettiği görülmektedir. İhvan’ın bu durumu
göz önünde bulundurarak yeni
bir süreç başlatması, sadece
İhvan için değil bölgenin ge-
Mısır içinde, bölgede ve küresel anlamda Siyasal İslam
karşıtlarının büyüklüğü düşünüldüğünde İhvan’ın işinin
ne kadar zor olduğu rahatlıkla
görülebilir. Ayrıca, Siyasal İslam düşmanlığının yanında,
Ortadoğu’da
demokrasinin
yerleşmesini istemeyenlerin,
İslam’ın siyasal alana hâkim
olmasından korktukları da
unutulmamalıdır. Neredeyse,
SDE Asistanı
Türkiye dışında Ortadoğu’da
demokrasinin zemin bulmasını
ve yayılmasını isteyen devlet
yok gibidir.
Tüm acı ve pahalı deneyimi
göz önünde bulundurarak, şu
ana kadar barışçıl bir şekilde
sürdürdüğü mücadelesini daha
ileriye taşıması ve genişletmesi
için İhvan darbe karşıtı direnişini İslamcılık temelli olarak
değil de, daha çok demokrasi,
insan hakları ve özgürlük temelli yürütmelidir. Aksi takdirde, İhvan karşıtı oluşturulan
bloğun çözülmesi zor olacaktır.
Seksen dört yıllık muhalefet
deneyiminin yanına bir yıllık
iktidar deneyimini de katarak
İhvan yeni bir sürecin başlamasını sağlayabilir. Seksen beş
milyon nüfusa sahip Mısır’ın
devasa iç, dış ve ekonomik sorunları düşünüldüğünde darbecilerin uzun süre Mısır’da
iktidarı elde tutmaları kolay
olmayacaktır.
İhvan’ın sürdürmekte olduğu
direniş sadece Mısır’daki darbecilere karşı sürdürülen bir
direniş değil, aynı zamanda
Ortadoğu’daki statükonun değişmesini istemeyen bölge ve
bölge dışı güçlere karşı da yürütülen bir mücadeledir.
58
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
O
rtadoğu’da Arap uyanışı da diyebileceğimiz
halk hareketleri uzun
vadeli bir süreçtir. Uyanışın
başladığı ve iktidarları devirdiği
2010-2011 yıllarını sadece bir
başlangıç olarak kabul etmek
gerekmektedir. On yıllardır süren düzenlerin yıkılması, yerine
yenilerinin tesis edilmesi ve
yeni yapıların kurumsallaşması
zaman alacaktır. Bu süreçte söz
konusu eski düzenin egemenleri ve seçkinleri tekrar iktidarı
ele geçirmek için her türlü yola
başvurarak sürece dâhil olmaya
çalışacaktır. Temmuz 2013’de
Mısır Devrimi’ne yapılan askeri
darbe Mısır’daki siyasal dönüşümü sekteye uğratmış olsa da,
toplumdaki sosyolojik dönüşüm kendi kuralları içerisinde
devam etmektedir. Mısır’da
askeri darbe sonrasında bölgede yaşanan süreç, Mısır ve
benzer ülkelerin sosyolojik yapısının darbelere ve baskılara
boyun eğmeyi reddeden siyasal
vizyona sahip olduğunu göstermiştir. Bu sosyolojik yapı canlı
kaldığı sürece devrimlerin devam etmesi için hala umut var
demektir.
DIŞ POLiTiKA
destekçilerini zora soktuğu rahatlıkla söylenebilir. İhvan, bu
süreçte “öldürülse de öldürmemeye” gayret etmiştir. Yapılan,
tüm katliam, baskı, tutuklama
ve yasaklamalara rağmen İhvan barışçıl direnişin dışına
çıkmamaya kararlı olduğunu
göstermiştir.
Amine İLERİ
Suriye krizinin çözülebilmesi için maalesef çok fazla seçenek
masada gözükmüyor. Suriye’de binlerce insan öldü ve
ölmeye devam ediyor, mevcut durum ve güç dengeleri olduğu
gibi devam ederse ülkenin toplumsal dokusu mezhepsel
hatlarda tamir edilemez biçimde yara alacaktır. Mültecilerin
sayısında dramatik artışlar yaşanacaktır ve Türkiye’nin sınır
güvenliği riskleri daha da artacaktır. Bu gelişmelere nereye
kadar seyirci kalınabilir?
Suriye’de iki yılı aşkın süredir
devam eden kriz ve iç çatışma
İran ve Rusya gibi güçlerin dışarıdan rejime, bazı ülkelerin
de muhalefete verdiği destekten dolayı oldukça karmaşık
bir yapıya bürünmüştür. Suriye, bir taraftan iç savaşın devam ettiği diğer taraftan bölgesel ve küresel güçlerin çıkar
ve nüfuz mücadelesinin devam
ettiği bir alan haline gelmiştir.
Bu nedenle Suriye için çözüm
yolunun hiç de kolay olmayacağını söyleyebiliriz. Daha önce
yaşanan Afganistan ve Irak örnekleri de göstermektedir ki,
bölgeye dışarıdan müdahaleler
her zaman beklenen sonuçları
doğurmayabilir.
Suriye’de kimyasal silah kullanımıyla pik yapan kriz ve sonrasında yaşanan uluslararası
müdahale tartışmaları Suriye
krizindeki uluslararası hesapları gözler önüne sermiştir.
Arap baharı süresince kırmızıçizgilerini belirleyip pasif bir
politika izleyen Amerika Birleşik Devletleri kimyasal silah
kullanımıyla birlikte ihlal edilmiş kırmızıçizgileri sonrasında
Suriye’ye müdahale edeceğini
açıklamış, kararın onayı için
Amerikan Kongre’sine baş-
60
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
vurmuştu. Ancak Suriye’de
krizin başladığı ilk günden bu
yana rejime desteğini koşulsuz
devam ettiren Rusya yürüttüğü etkili diplomasi sonrasında Amerika’yı kendi çizgisine
çekmiş ve Suriye’ye müdahaleyi askıya almayı başarmıştır. Müdahale tartışmalarının
yaşandığı Eylül ayı içerisinde
Amerika’nın en etkili gazetelerinden New York Times’a
bir makale yazan Rusya devlet başkanı Vladimir Putin,
Amerikan halkına ve kongresine doğrudan hitap etmiş ve
ABD’nin tek taraflı askeri operasyonunun dünyada düzeni
yerle bir edebileceğini ifade etmiştir. Yazısında, Amerika’nın
Rusya’nın veto yetkisi bulunan
Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi’nden onay almaksızın Suriye’ye askeri operasyon düzenlemesinin, Birleşmiş
Milletler’in
güvenilirliğine
zarar vereceğini ifade eden
Putin, BM’nin İkinci Dünya
Savaşı öncesinde var olan selefine atıfla, “Kimse Birleşmiş
Milletler’in gerçek bir etkisi
olmadığı için çöken Milletler
Cemiyeti’nin kaderini yaşamasını istemez. Güçlü ülkeler
Birleşmiş Milletler’i by-pass
edip, Güvenlik Konseyi’nin
yetkisi olmadan askeri eyleme
geçerse sonuç bu olabilir” uyarısında bulunmuştur. Sovyetler Birliği’nin çökmesinden bu
yana Amerikalıların Ruslarla
birlikte eşit ortaklar olarak aynı
masaya oturmaları Suriye’deki
kimyasal silah saldırısının beklenmedik en önemli sonucu
oldu. Rusya’nın Amerika’yı bir
iddiasından vazgeçirmesi imajı, Rusya’nın tüm periferisinde
yankılanmıştır.
Sovyetlerin
eski uydu ülkelerinde bu ve
benzeri konularda Avrupa’daki
kargaşa hali, ABD’nin karasızlığı ve Kerry ile Lavrov’un
eşit aktörler olarak müzakere
etmelerinin taşıdığı sembolik
anlam, önümüzdeki dönemde
ilişkileri bir süre daha şekillendirecektir. Müdahale kararının
ertelendiği Suriye’de kimyasal silahların tasfiye edilmesi
sürecinin içinde bulunulan iç
savaş ortamında ne kadar sürede ve kadar sağlıklı bir şekilde
tamamlanabileceği tartışmaya
açık bir durumdur.
Suriye krizinin çözülebilmesi
için maalesef çok fazla seçenek
masada gözükmüyor. Suriye’de
binlerce insan öldü ve ölmeye
devam ediyor, mevcut durum
ve güç dengeleri olduğu gibi
devam ederse ülkenin toplum-
sal dokusu mezhepsel
hatlarda tamir edilemez
biçimde yara alacaktır.
Mültecilerin sayısında
dramatik artışlar yaşanacaktır ve Türkiye’nin
sınır güvenliği riskleri
daha da artacaktır. Bu
gelişmelere nereye kadar seyirci kalınabilir?
Bir dış müdahale pek
çok riski içinde barındırmasına rağmen şayet gerçekleştirilirse iki
ihtimal doğacaktır. İktidar değişikliği ile son
bulacak bir müdahalede rejim
değişirse ve bunun yerine yeni
ve geniş tabanlı bir hükümet
kurulabilirse (ki Amerika’nın
Suriye’ye yönelik olası müdahalesinin tartışıldığı günlerde
bile ABD yönetimi müdahalenin amacının bir yönetim değişikliği olmadığını açıklamıştı),
krizin çözümü için bir imkân
doğabilir. Suriye’de bugünkü
krizin başlangıç noktası da halkın demokratik talepleri çerçevesinde siyasal alanın açılması
idi. Suriye’de olayların başladığı ilk günlerde halk, rejim değişikliğini değil, Esad’ın demokratik reformlar yapmasını talep
ediyordu. Rejim değişikliği ile
sonuçlanmayan bir müdahale
durumunda ise tekrar başa dönülme, şiddet sarmalının daha
da genişleyerek sürme ihtimali
oldukça fazla gözüküyor. Nitekim Esad’ın son zamanlarda
dünya medyasına verdiği mülakatlarda, Suriye’de önümüzdeki yılda yapılacak olan seçimlerde aday olması yönünde
herhangi bir engel görmediğini
söylemiş, böylece iktidarından
vazgeçmeyeceğinin sinyallerini
vermiştir.
Kimyasal silah saldırısı sonrasında ABD-Rusya ortak kararı
ile hayata geçirilmiş olan diplomatik girişimlerle rejime bir
şans daha verilmesi durumundan nasıl bir sonuç alınacağı
önümüzdeki günlerde anlaşılacaktır. Krizin başlangıcından
hemen sonra başlayan Arap
Birliği gözlemcilerinin girişimlerinin, Kofi Annan’ın arabuluculuğunun ve birinci Cenevre
zirvesinin sonuç vermediği göz
önüne alınırsa, diplomatik girişimlerden umulan sonuçların
alınamadığını söylemek mümkündür.
Ekim ayı içerisinde yapılan
NATO Savunma Bakanları zirvesinde, NATO-Rusya
konseyi gerçekleştirilmiş ve
NATO’da Suriye için askeri
bir çözümün mümkün olamayacağını kabul edilerek ikinci
Cenevre zirvesinin Kasım ayı
içerisinde
gerçekleştirilmesi
kararı alınmıştır.
Toplantı sonrasında NATO
Genel
Sekreteri
Anders
Fogh Rasmussen, Birleşmiş
Milletler’in kimyasal silahların devri ve imhasına yönelik
kararının uygulanması için
Rusya ile işbirliği yapacaklarını ifade etmiştir. Birincisi Haziran 2012’de gerçekleştirilen
Cenevre Zirvesinin beklenen
sonuçları vermediğini biliyoruz, bu nedenle yapılacak yeni
toplantının da bir anlamda ölü
doğduğunu söylemek mümkün.
Krizin başlangıcından hemen sonra başlayan Arap
Birliği gözlemcilerinin girişimlerinin, Kofi Annan’ın
arabuluculuğunun ve birinci Cenevre zirvesinin sonuç
vermediği göz önüne alınırsa, diplomatik girişimlerden
umulan sonuçların alınamadığını söylemek mümkündür.
61
MISIR VE SURİYE GÖLGESİNDE KALAN
IRAK İLE YENİ İLİŞKİLER
Sinan TAVUKÇU
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
Irak ve Türkiye arasında üst düzeyde devam eden
temaslar, 2011 Mart’ında Suriye’de yaşanan
olaylarla gölgelenmeye başladı. Türkiye, Suriye’nin
demokratikleşmesi gerekçesiyle muhalefete destek
verirken, Maliki yönetimi İran’la birlikte hareket
etmeyi tercih etti ve Şii-Nusayri Beşar Esad yönetimini
desteklemeye başladı. Bu politik tutum, hem Irak
içerisindeki mezhepçi ayrışmayı ve çatışmayı tetikledi
hem de Türkiye ile ilişkilerin bozulmasına sebep oldu.
I
rak, bir süredir, Suriye ve
Mısır’da yaşanan sıcak gelişmeler dolayısıyla Türkiye gündeminde geri sıralara
düşmüştür. Bunun bir diğer
sebebi de, Kürt Açılımı politikası dolayısıyla PKK ile devlet
güçleri arasındaki çatışmanın
durmuş olması dolayısıyla, Kuzey Irak’ın eskisi gibi bir endişe
kaynağı olmaktan çıkmasıdır.
DIŞ POLiTiKA
Bugünlerde iyi diyalog kurma
mesajlarının verildiği Irak ile
Türkiye ilişkilerinin muhtemel
seyrini tahmin etmek bakımından, ABD’nin 2003’te Irak’ı işgalinden bu yana Irak-Türkiye
ilişkilerinin seyrini ve Irak içi
dengeleri kısaca hatırlamakta
fayda vardır.
2003 yılında Irak’ın ABD tarafından işgal edilmesinden sonra, bu ülkede ABD’nin desteklediği federal bir devlet yapısı
oluşturma projesi Türkiye’yi
oldukça tedirgin etmişti. Irak
devleti vatandaşı Kürtlerin
özerk bir statüye sahip olması
halinde bunun Türkiye’deki
Kürtleri de teşvik edeceği ve
ülkenin bölüneceği korkusuyla
Türkiye, federal Irak modelinin
karşısında, merkezi-üniter Irak
devlet modelinin yanında oldu.
Anayasayı hazırlama görevi
yapacak geçici meclis milletvekillerini seçmek için yapılan
Ocak 2005 genel seçimlerinde,
Şii Araplar ve Kürtler ittifak
içinde hareket ettiler. Sünni
Arap azınlığın hâkim olduğu
Baas Partisi yönetimleri döneminde mağduriyet yaşayan bu
iki kesim, geleceklerini garanti
altına almak bakımından, federal bir anayasanın hazırlanması
yanlısıydılar. Genel olarak Sünni Arapların dışlandığı bu yeni
oluşumda, devlet yönetimi Şii
Araplar ve Kürtler arasında
paylaşıldı. Irak Kürdistan Yurtseverler Birliği (IKYB) lideri
Celal Talabani devlet başkanı
seçilirken, hükumeti Şii Arap
İbrahim Caferi kurdu.
Anayasa’nın kabulünden sonra, 15 Aralık 2005 tarihinde,
Irak’ta ikinci bir genel seçim
yapıldı. Bu seçimden önce,
Türkiye’nin girişimiyle 4 Aralık
2005 tarihinde 4 Sünnî grubun
temsilcileri ve ABD’nin Irak
Büyükelçisi Zalmay Halilzad
İstanbul’da bir araya geldiler
ve daha önceki seçimi boykot
eden Sünnîler seçime katılmaya ikna edildiler. Seçime Şiiler
“Birleşik Irak İttifakı”, Kürdistan İslam Birliği dışındaki
Kürtler de “Kürdistan İttifakı”
çatış altında seçime girdiler.
Ancak, Sünni Araplar tek çatı
altında toplanmayı başaramadılar. Seçimden sonra, 2006
Mayıs’ında Celal Talabani ikinci kez devlet başkanlığına seçildi, bu defa hükümeti kurma
görevini Şii Dava Partisi lideri
Nuri el Maliki’ye verdi. Yine
Şii ve Kürtlerin ağırlıkta olduğu bir hükümet teşkil edildi.
Bu görevlendirmeden itibaren,
gerek Irak’ın iç dengelerini etkileyecek gerekse Irak’ın dış
ilişkilerine yeniden yön verecek
bir aktör olarak Nuri el Maliki
sahneye çıktı.
Onun otoriter yönetiminden
ilk önce Şiiler rahatsız oldular.
2007 yılında Şii Fazilet Partisi
Şii Birleşik Irak İttifakı’ndan
ayrıldı, daha sonra Sadr Bloku
hem Şii Birleşik Irak İttifakı’nı
terk etti hem de hükümette görev alan 6 bakanı istifa etti.
Irak Anayasanın 117.maddesiyle tanınan Bölgesel Kürt
63
Nuri el Maliki’nin Erbil Mutabakatı’ndaki taahhütlerine
uymaması, daha da otoriterleşmesi, Suriye politikası ve
devlet içerisindeki Şii kadrolaşmaya devam etmesi, Irak
siyasetinde mezhep eksenli pek çok çatışmaya ve ayrışmaya
sebep oldu.
Yönetimi’nin
bir
yandan
Kerkük’ü asimile etme ve yönetimine alma teşebbüsleri,
diğer taraftan PKK ile ilişkileri
Türkiye ile Kürt yönetimi arasında gerginlik ve güvensizliği
sebep oluyordu. 2008 yılında
Irak Cumhurbaşkanı Celal
Talabani’nin Türkiye’yi ziyaretinin ardından gerginlik azalma
seyrine girdi ve taraflar arasında diyalog başladı.
Genel seçimlerden sonra, 31
Ocak 2009’da ilk defa yapılan
mahalli seçimlere Maliki yeni
bir ittifakla girdi. Bir önceki
genel seçimlerde hâkim olan
Şiilik vurgusunun yerine üniter
Irak’ı ve Irak milliyetçiliğini savunan bir dil kullandı. Bölünme korkusu yaşayan Iraklılara
hitap eden Nuri el Maliki’nin
oluşturduğu ”Kanun Devleti Listesi” bu seçimde başarılı
oldu. Vilayet Konseyi Seçim-
64
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
leri’ndeki toplam 440 sandalyeden 126’sını kazanırken,
Bağdat, Basra, Necef, Babil
gibi Şiilerin çoğunlukta olduğu
birçok yerde diğer Şii partilerin
önüne geçerek önemli bir siyasi
güç elde etti.
Mahalli seçimlerin ardından
2009 Mart’ında, Talabani’nin
ziyaretine karşılık olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül iki
günlük bir Irak gezisi gerçekleştirdi. Taraflar arasında imzalanan ‘Kapsamlı Ekonomik
Ortaklık Anlaşması’ ile petrol,
gaz ve enerji nakil hatları işbirliği çerçevesinde Irak petrolünün
uluslararası pazara Türkiye üzerinden çıkarılmasının sağlanması hedeflendi ve uzun süre
muallakta kalan ticari ilişkiler
hareket kazanmaya başladı. 15
Ekim 2009’da Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan’ın Bağdat ziyareti sırasında gerçekleşen Türki-
ye-Irak Yüksek Düzeyli Stratejik
İşbirliği Konseyi Ortak Kabine
Toplantısı’nın ardından 48 anlaşma imzalandı.
Ertesi yıl yapılan (7 Mart
2010) üçüncü genel seçimde,
Türkiye’nin girişimiyle bir Sünni ittifakı oluşturulmaya çalışıldı. Şii Iyad Allavi liderliğinde
teşkil edilen ve “El Irakiye Listesi” adı verilen ittifakta, Sünni
Araplar, eski Baasçılar, milliyetçi Araplar ve Irak Türkmen
Cephesi yer aldı. Şiiler iki ittifak
halinde seçime girdiler; Başbakan Nuri el Maliki’nin liderliğindeki Kanun Devleti Koalisyonu, İslami Dava Partisi’nin
çevresinde toplanan çok sayıda
küçük partilerden ve mahalli
aşiret liderlerinden oluşurken,
Dava Partisi dışında kalan diğer
Şii partiler Irak Ulusal İttifakı
çatısı altında seçime girdiler.
Seçimde El Irakiye listesi birinci geldi. Hem El Irakiye Listesi
hem de Kanun Devleti Koalisyonu seçimlerde merkeziyetçiliğe sahip çıkan, milliyetçi, laik
bir dil kullandılar.
2010 yılında yapılan seçimin
neticesinde hiçbir ittifak tek
başına iktidar olabilecek kadar
milletvekili çıkaramamıştı, hükümet kurma pazarlıkları 9 aydan fazla sürdü. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun 2010
Kasım başında önce Erbil’e,
ardından da Bağdat’a giderek
Iraklı siyasi liderlerle tek tek
görüşmesinin de etkisiyle, “Erbil Mutabakatı” adı verilen bir
uzlaşma ile Celal Talabani ‘nin
Cumhurbaşkanı olarak kalması, Meclis Başkanlığı’na Sünni
Usama El Nuceyfi’nin seçilmesi
ve Nuri el Maliki’nin Başbakanlığı alması hususunda uz-
laşmaya varıldı. Seçimde ikinci
olan Kanun Devlet Koalisyonu
ile üçüncü olan Irak Ulusal
İttifakı’nın, Ulusal İttifak adı
altında birleşmesinden sonra,
bu Şii ittifakı 159 sandalyeyle mecliste çoğunluğu sağladı.
Ulusal İttifak, Kürdistan İttifakı ve Irak Ulusal Hareketi (El
Irakiye Listesi) nin katıldığı bir
koalisyonla 21 Aralık 2010 tarihinde hükümet kuruldu.
Hükumetin kurulmasından üç
ay sonra, 28 Mart 2011 tarihinde, Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan iki günlük Irak ziyareti
gerçekleştirdi. Irak Parlamentosunda ilk yabancı devlet adamı
olarak konuşma yaptı. Erdoğan
gerek mecliste yaptığı konuşmasıyla, gerekse Şiiler için kutsal
kabul edilen türbelere yaptığı
ziyaretlerle Türkiye’nin politikasının mezhepçi bir eksene
dayanamadığını
göstermeye
gayret etti. Erbil’e de geçen Erdoğan burada Mesut Barzani ile
görüştü ve Bölgesel Kürt Yönetimini ziyaret eden ilk başbakan
oldu.
Irak ve Türkiye arasında üst
düzeyde devam eden temaslar, 2011 Mart’ında Suriye’de
yaşanan olaylarla gölgelenmeye başladı. Türkiye, Suriye’nin
demokratikleşmesi gerekçesiyle muhalefete destek verirken,
Maliki yönetimi İran’la birlikte
hareket etmeyi tercih etti ve ŞiiNusyari Beşar Esad yönetimini
desteklemeye başladı. Bu politik
tutum, hem Irak içerisindeki
mezhepçi ayrışmayı ve çatışmayı tetikledi hem de Türkiye
ile ilişkilerin bozulmasına sebep oldu. Her iki taraf birbirini
mezhepçi politikalar izlemekle
suçlamaya başladı. Bağdat’taki
merkezi yönetimle ilişkisi bozulan Ankara, bir yandan Bölgesel Kürt Yönetimi ile diğer yandan Sünnî Arap temsilcileri ile
ilişkilerini geliştiren bir politika
izlemeye başladı.
Hükumetin 9 aylık çaba sonucu kurulmasına rağmen, Nuri
el Maliki’nin Erbil Mutabakatı’ndaki taahhütlerine uymaması, daha da otoriterleşmesi, Suriye politikası ve devlet
içerisindeki Şii kadrolaşmaya
devam etmesi, Irak siyasetinde
mezhep eksenli pek çok çatışmaya ve ayrışmaya sebep oldu.
Şii Sadr Grubu ve Irakiye Listesi Maliki’ye karşı muhalefete
geçtiler. Buna karşı Maliki, El
Irakiye cephesini parçalama ve
artık çatışmaya başladığı Kürtleri bir tehdit olarak sunarak,
Sünni Arap aşiretlerini yanına
çekme politikası izlemeye başladı. 2011 Aralık ayı sonunda
ABD’nin Irak’ı terk etmesinin
hemen ardından siyasi çekişmeler iyice arttı. Nuri el Maliki, Tarık El-Haşimi, Salih ElMutlak, Usame El-Nuceyfi gibi
önemli Sünni liderleri teröre
destek verme, vatana ihanet
gibi son derece ağır suçlarla
itham etti. Cumhurbaşkanı
Yardımcısı Tarık El Haşimi
hakkında tutuklama kararı çıkartılması ve onun önce Erbil’e,
sonra Türkiye’ye sığınması, gerilimin Irak’ta bir Sünni-Şii çatışmasına dönüşme ihtimalini
doğurdu.
ABD’nin Irak’ı terk etmesi ile
birlikte 50 milyar varil petrol
ve 3 trilyon metreküp doğalgaz
rezervine sahip Kürt yönetimi,
Merkezi yönetimin itirazlarına
rağmen petrol arama ve üretim çalışmaları yapmak üzere,
aralarında Türk şirketlerinin
de bulunduğu pek çok şirketle
anlaşmalar imzalamaya başladı.
Merkezi yönetimin, Sünni ve
Kürt bölgelerinde petrol arama
ve üretim çalışmaları yapmadığı, siyasi nedenlerle zenginleşmelerinin istenmediği, petrol
gelirlerinden paylarının ödenmediği iddiaları Merkezden ayrışmanın gerekçeleriydi. Artık
Kürtler, Şii Araplarla olan ittifaklarını bozmuşlardı.
Maliki yönetimine yönelik Sünni ve Kürt muhalefetine Sadr
Hareketi lideri Mukteda EsSadr’da katıldı. 28 Nisan 2012
tarihinde Irak Cumhurbaşkanı
Celal Talabani, Kuzey Irak Kürt
Yönetimi Başkanı Mesut Barzani, Irak Parlamentosu Başkanı
Usame El-Nuceyfi, El-Irakiye
listesi lideri Iyad Allavi ve
Mukteda Es-Sadr birlikte “beşli
toplantı” düzenlendiler. Maliki
hükümetinden güvenoyunun
çekilmesinin ve Maliki’nin
üçüncü dönemde yeniden başbakan olmamasının müzakere
edildiği toplantının sonunda,
Talabani dışındaki tüm taraflar
8 maddelik plan üzerinde anlaşmaya vardılar. Ancak Maliki bu
işbirliğine tepki gösterdi.
2013 yılının ilk çeyreğindeki Bağdat yönetimini protesto
gösterileri Sünni-Şii çatışmasına dönüştü. Karşılıklı Şii
ve Sünni camilerinin bombalanması ve onlarca kişinin
katledilmesi artık rutin haberlerdi.
65
Nuri El-Maliki, 8 Mayıs
2012’de, Kerkük’te Bakanlar
Kurulu’nu toplayarak bir gövde
gösterisi gerçekleştirdi. Maliki,
beraberinde Kerkük’e götürdüğü bin kişilik zırhlı ve ağır silahlı askeri birlikleri burada bıraktı. 1 Ağustos 2012’de Erbil’e
giden Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu, ertesi gün Bölgesel
Kürt Yönetimi’nin inisiyatifi ile
Kerkük’e sürpriz bir ziyaret
gerçekleştirdi. Buna Irak merkezi hükümetinin tepkisi çok
sert oldu ve kendilerinin izni
olmadan yapılan bu ziyaret dolayısıyla “Ahmet Davutoğlu’nu
tutuklama hakkımız var” açıklaması yapıldı. Nuri El- Maliki Irak’ta 2012 yılının son
çeyreğinde, “ihtilaflı bölgeler”
olarak adlandırılan Kerkük,
Selahaddin ve Diyala’da görev
yapmak üzere doğrudan kendisine bağlı “Dicle Operasyonlar
Komutanlığı” kurdu. IKBY de
peşmergelerini bu bölgelere
yerleştirdi. Karşılıklı restleşmeler, 16 Kasım 2012’de peşmergeler ve Dicle Operasyonlar
Komutanlığı’na bağlı birlikler
arasında Tuzhurmatu’da çatışmaya sebebiyet verdi.
2013 yılının ilk çeyreğindeki
Bağdat yönetimini protesto gösterileri Sünni-Şii çatışmasına
66
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
dönüştü. Karşılıklı Şii ve Sünni camilerinin bombalanması
ve onlarca kişinin katledilmesi
artık rutin haberlerdi. Önce 20
Nisan 2013’te Irak’ın 12 ilinde sonra 20 Haziran 2013’te
Anbar ve Musul’da yapılan
yerel seçimlerde Maliki’nin Kanun Devleti Koalisyonu’nun
güç kaybettiği, iki güçlü Şii
grup olan Sadr Grubu ile el
Hekim’in Irak İslam Yüksek
Konseyi’nin toplam oylarının
Maliki listesini yakaladığı anlaşıldı. Bu, bir yandan iktidarını
sürdürmek, diğer taraftan 2014
yılında yapılacak genel seçimler
sonucunda yine başbakan olmak isteyen Nuri El-Maliki için
çanların çalması demekti.
Yerel seçimler sonrasında, Nuri
El-Maliki’nin Kürtler ve Sünni
Araplarla ilişkileri düzeltmeye,
iç siyasi dengeleri değiştirmeye
yönelik adımlar atmaya başladığı görüldü. 29 Nisan 2013
tarihinde KBH Başbakanı Neçirvan Barzani Bağdat’ı ziyaret
etti ve Irak Başbakanı Nuri El
Maliki ile 7 maddelik yazılı bir
anlaşma imzaladı. Nisan ayında, Türkiye ve Irak Dışişleri Bakanlığı Müsteşarlarının da buluştuğu biliniyordu. Irak Başbakanı 9 Haziran 2013 Pazar günü
Erbil’i ziyaret etti ve Erbil’de
Bu sıcak temas, 23 Eylül
2013’te New York’ta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Irak
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Hıdır el Huzai arasında yapılan bir
görüşme ile devam etti. Bunu,
TBMM Dışişleri Komisyonu
Başkanı Volkan Bozkır’ın liderliğindeki bir heyetin 22 Ekim
günü Bağdat’ta Irak Cumhurbaşkanı Vekili Hıdır el Huzai,
Başbakan Nuri Maliki, Parlamento Başkanı Usame Nuceyfi
ve diğer Irak’lı yöneticileri ziyaret etmesi izledi.
24 Ekim 2013’te Irak Dışişleri
Bakanı Hoşyar Zebari, Dışişleri
Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun
davetlisi olarak temaslarda bulunmak üzere Ankara’ya geldi.
Cumhurbaşkanı ve Başbakan
ile de görüşen Zebari yaptığı
açıklamada; “Irak Türkiye’yi ve
Türkiye’nin bölgedeki rolünü
takdir ediyor. Bizim Türkiye’nin
rolüyle ilgili hiçbir sorunumuz,
tavrımız yok. Bunun yanı sıra
bu bölgede kaderimizin ortak
olduğuna inanıyoruz. Savaşlar,
terörizm, radikalizm, tüm gerginlikler iki ülkeye ortak bir
şekilde yansıyor, aynı şekilde
etki ediyor” demiş ve eski sayfanın kapatılıp yeni bir döneme
geçildiğini belirtmiştir. Dışişleri
Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun
Zebari’den sonra Irak’ı ziyaret
etmesi ve bunu takiben Nuri el
Maliki’nin Türkiye’ye gelmesi
programlanmaktadır.
Irak mahalli seçimlerinden sonra, Maliki hükümetinin gerek
iç, gerekse de dış politikadaki
pozisyon değişikliğinin sebepleri şu şekilde izah edilmektedir:
lenebilmesi için Türkiye ile müzakere yolunun açık tutulması.
- Irak’ın (özellikle Bölgesel
Kürt Yönetimi’nin), ticari ilişkisi ağırlıklı olarak Türkiye
iledir. Bunun tabii sonucu olarak, ekonomik ilişkinin siyasete
yansıması kaçınılmazdır.
- Irak’ın sıcak ilişki kurma politikası her ne kadar İran seçi-
mine ve Ruhani’nin yumuşama
politikasına bağlanarak açıklanmaya çalışılsa da, Irak’ın gerek iç dengelerinde gerekse dış
ilişkilerinde yumuşama teşebbüsleri İran cumhurbaşkanlığı
seçiminden önce başlamıştır.
- Türkiye’nin ucuz ve yeterli
enerji ihtiyacının bulunması,
Türkiye ile Irak merkezi yönetimini yakınlaştırmıştır.
Sinan Tavukçu’nun kaleminden...
- İçeride 2014 seçimlerini de
kazanmak isteyen Nuri el Maliki, kendisine karşı ittifak yapacağını düşündüğü Şii Sadr Grubu ile el Hekim’in Irak İslam
Yüksek Konseyi’ne karşı Kürtlerle ve Sünni Araplarla ittifak
yapmak istemektedir.
- Bölgede yürütülen mezhep
eksenli gerilim ve çatışmalar,
bölgedeki bütün ülkeleri tehdit eder boyuta gelmiş, özellikle
Irak’ı kan gölüne çevirmiştir.
Irak’ın istikrara kavuşması için
mezhebe dayalı çatışmalara
destek görüntüsünden vaz geçilmesi ve Sünni çoğunluklu
ülkelerle de ilişkilerini normalleştirmesi gerekmektedir.
- Bölgede Şii politiğini kullanan
İran’ın izolasyondan kurtulmak
üzere, bunu pazarlık konusu yaptığını Irak fark etmiştir.
Irak’ın Arap dünyası ile daha
fazla yakınlaşması beklenebilir.
- Kerkük’ün statüsünün çatışmaya sebep vermeden çözüm-
KARiKADÜŞ
Irak’ın sıcak ilişki kurma politikası her ne kadar İran
seçimine ve Ruhani’nin yumuşama politikasına bağlanarak
açıklanmaya çalışılsa da, Irak’ın gerek iç dengelerinde
gerekse dış ilişkilerinde yumuşama teşebbüsleri İran
cumhurbaşkanlığı seçiminden önce başlamıştır. Bölgede Şii
politiğini kullanan İran’ın izolasyondan kurtulmak üzere,
bunu pazarlık konusu yaptığını Irak fark etmiştir. Irak’ın
Arap dünyası ile daha fazla yakınlaşması beklenebilir.
Bakanlar Kurulu toplantısını
yaptı. Türkiye-Irak arasında
başlayan üst düzey görüşmeler,
Irak Parlamento Başkanı Usame Nuceyfi başkanlığındaki,
Irak’taki neredeyse bütün kesimleri temsil eden bir heyetin
11 Eylül 2013’te Türkiye’yi
ziyaretiyle devam etti. Heyet,
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül,
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu ve Türkiye Büyük
Millet Meclisi Başkanı Cemil
Çiçek’le bir araya geldi. Nuceyfi, Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan ile görüşmesinde Irak
Başbakanı Nuri El-Maliki’nin
Türkiye ile ilişkilerde normalleşme ve yeni ufuklar açılması
isteğini dile getirdi.
67
BİR BAŞLIĞIN ANLAMI
Zeynep SONGÜLEN İNANÇ
SDE Uzmanı
Avrupa Komisyonu’nun raporu kaleme alırken dengeli bir
rapor ortaya koyma çabasında olduğu görülüyor. Öyle ki
rapora nereden baktığınıza göre bardağın boş tarafını veya
dolu tarafını görmek mümkün. Bu açıdan bakıldığında
Avrupa Komisyonu’nun raporun hazırlanması sürecinde
Türkiye’deki farklı kesimleri dinlediği anlaşılıyor.
Bunun iki göstergesi Gezi Parkı olaylarına yapılan
değerlendirmede ve hükümet tarafından açıklanan
Demokratikleşme Paketi’ne yaklaşımda ortaya çıkıyor.
2
DIŞ POLiTiKA
013 yılı İlerleme Raporu
Avrupa Komisyonu tarafından açıklandı. Geçtiğimiz yıllarda açıklanmasıyla
büyük gürültü koparan rapor,
son yıllarda sessiz sedasız kamuoyuyla paylaşılıyor. Bunun
nedenini tahmin etmek pek zor
olmasa gerek. Türkiye – AB
ilişkilerinin soğuk ve durgun
bir dönemden geçtiği sırada
geçmiş raporlarda yer alan unsurların Türkiye için sevindirici haberler olduğu söylenemez.
Bunun karşısında Türkiye ise
İlerleme Raporlarını pek ciddiye almama yolunu seçmişti. Bu
yılki ortama bakıldığında hem
AB tarafında hem de Türkiye
tarafında çok daha “yapıcı” bir
havanın hâkim olduğu ileri sürülebilir.
2013 İlerleme Raporunu başlıklar altında değerlendirmek
ve geçmiş yıllarda kaydedilen
gelişmelerle bu yıl kaydedilen gelişmeleri karşılaştırmak
mümkün. Ancak bu yılki raporun genel görünümü Türkiye –
AB ilişkileri açısından çok daha
fazla anlam ifade ediyor. Öncelikle Avrupa Komisyonu’nun
raporu kaleme alırken dengeli
bir rapor ortaya koyma çabasında olduğu görülüyor. Öyle
ki rapora nerden baktığınıza
göre bardağın boş tarafını veya
dolu tarafını görmek mümkün.
Bu açıdan bakıldığında Avrupa
Komisyonu’nun raporun hazırlanması sürecinde Türkiye’deki
farklı kesimleri dinlediği anlaşılıyor. Bunun iki göstergesi
Gezi Parkı olaylarına yapılan
değerlendirmede ve hükümet
tarafından açıklanan Demokratikleşme Paketi’ne yaklaşımda ortaya çıkıyor. Gezi Parkı
olaylarını yakından takip eden
Avrupa Komisyonu, protestoların Türkiye’deki sivil toplumun etkinliğini gösterdiğini
vurguluyor.
Protestocuların
içerisinde şiddete başvuranlar
olsa bile olayların genel olarak
bakıldığında hükümeti düşürme hedefine yönelik olmadığını
saptıyor. Buna ek olarak hükümet tarafından 30 Eylül günü
açıklanan Demokratikleşme
Paketi’nin de Avrupa tarafından dikkatlice izlendiği söylenebilir. İlerleme Raporunda ortaya konulan olumlu görüşlerin
çoğuna bakıldığında Demokratikleşme Paketi kapsamındaki
konulara işaret edildiği görülüyor. Paketin açıklanmasından
duyulan memnuniyetin ifade
edilmesine ek olarak pakette
yer alan maddelerin ivedilikle
hayata geçirilmesinin önemine
değiniliyor.
İlerleme Raporunda yer alan
en önemli maddelerden bir
tanesi 22. faslın açılmasının
tavsiye edilmesi olarak ortaya
çıkıyor. Avrupa Komisyonu
İlerleme Raporunda “Bölgesel
Politika ve Yapısal Araçların
Koordinasyonu”
başlığının
müzakereye açılmasını Avrupa
Konseyi’ne tavsiye etti. Raporun yayınlanmasının ardından
22 Ekim’de gerçekleştirilen
Konsey toplantısında ise faslın müzakereye açılması kararı
alındı ve 5 Kasım’da hükümetler arası konferansın toplanması çağrısı yapıldı. 5 Kasım tarihi Türkiye – AB ilişkilerinde
önemli bir tarih olarak hatırlanacağa benziyor. Zira 3 Ekim
2005’te müzakerelerin başlamasından beri grafikte aşağı
doğru giden okun yukarı doğru
dönmesi yönünde bir beklenti
oluştu.
Müzakerelere başlanması kararının alınmasından beri ilişkilerin seyrini olumsuz etkileyecek pek çok gelişme yaşandı.
Örnek vermek gerekirse 2006
yılında sekiz başlık gümrük bir-
69
liğinin uygulanamamasından
dolayı askıya alındı, Fransa ve
Rum Kesimi bazı başlıkların
açılmasını tam üyelikle doğrudan ilgili olduğu gerekçesiyle
reddetti, Almanya ve Fransa
Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduklarını dile getirmenin
ötesinde politikalarını bu doğrultuda şekillendirdiler. Bunlara ek olarak müzakereye açılan
başlık sayısı seneden seneye
azaldı derken 2010 yılının Haziran ayı sonunda İspanya’nın
dönem başkanlığının son günü
30 Haziran’da “Gıda Güvenliği, Veterinerlik ve Bitki Sağlığı Politikası” faslı 13. başlık
olarak müzakereye açıldı. Bu
tarihten itibaren Türkiye – AB
ilişkilerinde karşılıklı restleşmelerin dışında herhangi bir
gelişme yaşanmadı. Fransa’daki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Nicolas Sarkozy yerine
François Hollande’ın cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmasının ardından ilişkilerde bir
yumuşama bekleniyordu. Her
ne kadar beklendiği ölçüde ve
hızlıca olmasa da Fransa ile
Türkiye arasında bir yumuşama dönemine girildi. Bu çerçevede Fransa, Türkiye’nin AB
ile yürüttüğü müzakere sürecindeki tıkanıklığın aşılması
amacıyla veto hakkını kullandığı müzakere başlıklardan 22.
faslın müzakereye açılmasına
yeşil ışık yaktı. Haziran ayında
meydana gelen Gezi Parkı pro-
70
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
testolarının ardından Almanya, – kısmen Merkel’in seçim
stratejisinin bir parçası olarak
– 22. faslın müzakereye açılmasının ertelenmesini talep etti.
Bunun üzerine Avrupa Konseyi 25 Haziran’da gerçekleşen
toplantıda başlığın müzakereye
açılmasına karar verdi ve fakat
müzakerelerin başlamasını İlerleme Raporunun açıklanmasının ertesinde verilecek bir karara bağladı. 22 Ekim’de alınan
karar aslında 25 Haziran’da alınan kararın yeniden değerlendirilmesi olarak ortaya çıkıyor.
İlerleme Raporunun içeriğine
ve rapordaki denge arayışına
bakılarak ve 22. faslın müzakereye açılmasına karar verilmesine dayanılarak, Avrupa tarafının Türkiye ile ilişkilerdeki
soğukluğu ve donukluğu aşmak
istediği anlaşılıyor. Türkiye’nin,
raporun yayınlanmasının ardından verdiği tepkiler bu
açıdan önem taşıyor. Türkiye
– AB ilişkilerinde ortaya çıkan
tıkanıklık tek taraflı bir tasarrufa dayanmadığı gibi tıkanıklığın aşılmasında da tek taraflı
çabaların sonuç vereceğini söylemek pek mümkün değil. Bu
itibarla Avrupa tarafında esen
rüzgârın bütünüyle olmasa da
kısmen yön değiştirdiği anlaşılıyor. Türkiye ile ilişkilerin
geliştirilmesi yönünde bir irade
gösterilmesi ve Türkiye’nin bu
iradeye cevap vermesiyle Tür-
AB ile müzakere yürüten herhangi bir aday ülke için 35
fasıldan bir tanesinin müzakereye açılması bu ölçüde önemsenmez. Müzakere süreci teknik bir süreç olarak ilerler ve
bürokratik kadroların yoğun
biçimde çalışmasını gerektirir.
Türkiye – AB ilişkileri öylesine bir gergin ve tükenmiş bir
dönemden geçti ki bir başlığın
müzakereye açılması, söz konusu başlığın teknik anlamda müzakereye açılmasından
daha fazla önem taşıyor. 22.
faslın müzakereye açılması
Fransa’nın ve Almanya’nın değişen yaklaşımlarının sembolik
yansıması olmasının yanı sıra
Türkiye – AB ilişkilerindeki
siyasi sorunların aşılmasına yönelik sembolik bir adım olarak
dikkat çekiyor. Bu doğrultuda
22. fasıl ilişkilere yeni bir ivme
kazandırılmasına dair anlamlı
bir işlev görüyor.
Tek bir faslın açılması elbette
Türkiye–AB ilişkilerini istenen seviyeye taşımayacaktır.
Uluslararası sistemin geleceği
ve Türkiye’nin sistemdeki konumunun yeniden düşünülmesiyle Türkiye’nin AB üyeliği
meselesinin hem AB’nin hem
de Türkiye’nin gündemlerinde
üst sıralara taşınması önem taşıyor. Bu süreçte 23. fasıl “Yargı
ve Temel Haklar” ile 24. fasıl
“Adalet, Özgürlük ve Güvenlik” başlıklarında hazırlıkların
tamamlanması ve müzakerelere açılmalarının sağlanması
ayrıcalıklı bir öncelik alanına
karşılık geliyor.
AZERBAYCAN’DA
YENİDEN
ALİYEV DÖNEMİ
M. Fatih SEZGİN
SDE Uzmanı
A
zerbaycan’da sessiz sedasız bir seçim yapıldı.
Azerbaycan halkı yeni
cumhurbaşkanını seçmek için
yedinci kez sandık başına gitti.
Merkez Seçim Kurulu; yaklaşık olarak 3,7 milyon seçmenin
oy kullandığı, katılımın yüzde
72 olduğu ve 10 cumhurbaşkanı adayının yarıştığı seçimlerde, oyların yüzde 84,5’ini
alan mevcut Cumhurbaşkanı
İlham Aliyev’in üçüncü kez
beş yıllık dönemi kazandığını
ve cumhurbaşkanı seçildiğini
açıkladı. Seçimlerin bu kadar
sessiz ve monoton olmasının
nedenlerinden birisi de kazanacak kişinin büyük oranda belli
olmasıydı. Ülkeyi Haydar Aliyev Dönemi’nden bu zamana
inceleyecek olursak, Sovyetler
Birliği sonrası Orta Asya üzerindeki nüfuzunu büyük ölçüde
kaybeden Rusya, diğer ülkelerin bu bölgede atmış oldukları
ekonomik, siyasi ve kültürel
adımları engelleyememiştir.
DIŞ POLiTiKA
Tek bir faslın açılması elbette Türkiye – AB ilişkilerini istenen
seviyeye taşımayacaktır. Uluslararası sistemin geleceği ve
Türkiye’nin sistemdeki konumunun yeniden düşünülmesiyle
Türkiye’nin AB üyeliği meselesinin hem AB’nin hem de
Türkiye’nin gündemlerinde üst sıralara taşınması önem
taşıyor.
kiye – AB ilişkilerinin yeniden
yavaş ve temkinli de olsa ilerlemeye başlayacağı söylenebilir.
71
İlham Aliyev, babasından almış olduğu mirasla
görevde olduğu dönem içerisinde başta ekonomi
olmak üzere sosyal, siyasal ve sağlık alanlarında
ciddi bir ilerleme kaydetmiştir. Seçim dönemi
yaklaştığında ise, Aliyev’in sahip olduğu iktidarın
karşısındaki muhalefet cephesi toplumu ikna edici
somut bir politika, strateji ve proje sunamamış,
sadece seçimden seçime alelacele kurdukları
ittifaklar ile beklentileri hep boşa çıkarmıştır.
Azerbaycan, jeopolitik konumu ve sahip olduğu zengin yer
altı kaynakları ile önemli bir
stratejik önem kazanmaktadır.
Sovyetler Birliği’nin dağılma
sürecinde uluslararası sistem,
yeni bir oluşum sürecine girmiş ve Ermenistan’ın toprak
iddiaları sonucu ortaya çıkan
Dağlık Karabağ sorunu ülkeyi
siyasi ve iktisadi anlamda içinden çıkılmaz bir duruma sürüklemiş, aynı zamanda bölgede
uluslararası aktörlerin de devrede olması krizi bir kat daha
artırmıştır.1 Aralık 1989’da
Ermenistan Yukarı Karabağ’ı
kendisine bağladığını ilan eder,
hemen ardından Eylül 1991’de
Yukarı Karabağ bağımsızlığını
ilan eder ve nihayet Azerbaycan, Kasım 1991’de Karabağ’ın
özerklik statüsünü iptal etmiştir. 1992 ve 1993 yılları Azerbaycan halkı için zor ve kanlı
bir dönem olmuş, Avrupa
Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı
(AGİT) Minsk Grubu oluşturularak barış hedeflenmiştir.2
Baba Haydar Aliyev’in cumhurbaşkanlığına
gelmesinin
ardından içeride devlet otoritesini tesis ederek toplumsal
istikrarı yakalayan Azerbay-
72
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
can, dışarıda da petrol avantajı ve Sovyet diplomasi tecrübesinden istifade ederek
ABD-Avrupa, Rusya, İran ve
Türkiye satrancında dengeli
bir dış politika gütmüş, uluslararası kurumlara üye olarak
buralarda da önem ve ağırlığını
giderek hissettirmiştir. 1993 yılından itibaren Haydar Aliyev
hükümeti dış politikada öncelikli olarak Azerbaycan’ın görüşlerinin dünya kamuoyunda
tanınması yönünde faaliyette
bulunmuştur. Bu dönemde dış
politikada, karşılıklı işbirliğine
ve ekonomik çıkarlara dayalı
ilişkiler geliştirilmeye başlandı ve zaman içerisinde uluslararası alanda Azerbaycan
Cumhuriyeti’ne karşı oluşmuş
yanlış algılamaları ortadan kaldırmaya yönelik adımlar atıldı.
İlham Aliyev, babasından almış olduğu mirasla görevde
olduğu dönem içerisinde başta
ekonomi olmak üzere sosyal,
siyasal ve sağlık alanlarında
ciddi bir ilerleme kaydetmiştir.
Seçim dönemi yaklaştığında
ise, Aliyev’in sahip olduğu iktidarın karşısındaki muhalefet
cephesi toplumu ikna edici
somut bir politika, strateji ve
proje sunamamış, sadece seçimden seçime alelacele kurdukları ittifaklar ile beklentileri
hep boşa çıkarmıştır. Seçimlere 10 aday katılmıştır. Seçim
pusulasındaki adayların isimleri şunlardır: İkbal Ağazade,
İlham Aliyev, Araz Alizade,
Hafız Hacıyev, Kudret Hasanguliyev, Cemil Hasanlı, İlyas
İsmayilov, Ferec Guliyev, Serdar Memmedov (Celaloğlu) ve
Zahid Oruç. Diğer dokuz aday
içerisinde Aliyev’e en yakın
aday olan ana muhalefet adayı Prof. Dr. Cemil Hesenli’nin
resmi sonuçlara göre oyların
sadece %5,5’ini kazandığı belirtilmiştir. Seçimin galibi Yeni
Azerbaycan Partisi (YAP) genel sekreteri Ali Ahmedov, basına yaptığı açıklamada, İlham
Aliyev’in yeniden cumhurbaşkanı seçilmesinin ülkede kalkınmanın, ekonominin ivme
kazanmasının ve sosyal refahın
daha da iyileştirilmesinin devam edeceği anlamına geldiğini söyleyerek İlham Aliyev’in
yeniden cumhurbaşkanı seçilmesinin Azerbaycan halkının
zaferi olduğunu vurgulamış,
Azerbaycan’ın bundan sonra daha da güçlü olacağını ve
kardeş ülke Türkiye ile sıkı bir
yumruk gibi kenetleneceğini
söylemiştir.
Bir Kez Daha Aliyev ve Dış
Politika
Azerbaycan’ın, İran ve Rusya
gibi güçlü devletlerle sınırları vardır ve dış siyasette bu iki
ülke ile ilişkilerin iyi olmasına
her zaman dikkat edilmiştir. İlham Aliyev’in geçmiş iki döneminde yaptığı icraatlar ülkeyi
bir noktaya taşımıştır. Yemin
töreninde yaptığı konuşmada
Azerbaycan’ın, petrol stratejisi
ve enerji politikası da aynı şekilde devam ettirileceği görülmektedir. Ülkenin zengin enerji
kaynaklarına sahip olması ve
bunu ne şekilde değerlendireceği denge politikasında önem
arz etmektedir. Yine konuşmasında Trans Anatolian Pipeline
ve Trans-Adriatik projelerini ele almış ve Ermenistan’ın
önümüzdeki dönemde de tüm
bölgesel projelerden izole edileceğini vurgulamıştır. Son
olarak, Azerbaycan’ın, İsrail’le
stratejik taraftar olması ve savunma sahasında ortak projeleri, İran’daki Azeri nüfusun
İran için potansiyel tehlike gibi
görülmesi, Hazar’ın statüsü ile
ilişkili sorunlar iki taraflı ilişkilerde her zaman tartışma ortamı
sağlamıştır.
Aliyev’in yemin töreninde yaptığı konuşmada Azerbaycan’ın,
petrol stratejisi ve enerji politikası da aynı şekilde devam
ettirileceği görülmektedir. Ülkenin zengin enerji kaynaklarına
sahip olması ve bunu ne şekilde değerlendireceği denge
politikasında önem arz etmektedir.
Dipnot
1
Rahman Seferov & Adalet İbadov, “Ermenistan’ın Karabağ’ı İşgal Süreci ve Sonrasında Azerbaycan’da Yaşanan
Zorunlu Göçler ve Sorunları”, Selçuk Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Edebiyat Dergisi, Sayı: 18, 2007, s.
170.
2
Erjan Kurbanov, “Azerbaycan’ın Güvenlik Kaygıları: Dağlık Karabağ Üzerinde Ermenistan’la Çatışma ve Diğer
Ülke İçi Anlaşmazlıklar”, Avrasya Etütleri, Cilt: 3, Sayı: 4, Kış 1996/97, s. 19; Rahman Seferov & Adalet İbadov,
“Ermenistan’ın Karabağ’ı İşgal Süreci ve Sonrasında Azerbaycan’da Yaşanan Zorunlu Göçler ve Sorunları”, s.167;
Araz Aslanlı, “Tarihten Günümüze Karabağ Sorunu,” Avrasya Dosyası (Azerbaycan Özel), Cilt: 7, Sayı: 1, s. 393;
Dursun Yıldırım & Cihat Özönder, “Karabağ Dosyası”, (Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları,
1991), s. 77
73
ŞAİRLER VE ÂLİMLER ÜLKESİ
MORTANYA
Prof. Dr. Yasin AKTAY
SDE Başkanı
Öner BUÇUKCU
SDE Asistanı
Moritanya’da Türkiye son on yılda yakalanan ivme ve
demokratik kurumsallaşmada alınan mesafe ile anılıyor.
Girdiğimiz her mecliste Türkiye’nin İslam ve demokrasiyi
bir arada yaşatabilmesine vurgu yapılıyor, Arap Baharı
adı verilen toplumsal ve siyasal mobilizasyon sürecinde
özellikle Mısır Darbesi’nde ilkeli bir dış politika
izlemesiyle takdir ediliyor.
S
tratejik Düşünce Enstitüsü tarafından düzenlenen, Başbakanlık Yurtdışı
Türkler ve Akraba Topluluklar
Başkanlığı, Başbakanlık Kamu
Diplomasisi Koordinatörlüğü,
Dışişleri Bakanlığı Stratejik
Araştırmalar Merkezi tarafından desteklenen “Daha İyi Bir
Gelecek İçin Türkiye-Moritanya Perspektifleri” başlıklı çalıştay Moritanya’nın başkenti
Nouakchott’ta gerçekleştirildi.
DIŞ POLiTiKA
Bir Batı Sahara ülkesi olan Moritanya İslam Cumhuriyeti eski
Fransız sömürgesi. Fransa’dan
bağımsızlığını 1960 yılında
alabilmiş, şu anda yaklaşık 3,7
milyon nüfusa sahip. 1957’ye
kadar sadece 200 kişinin yaşadığı bir sahil kasabası, bugün ülkenin en büyük şehri Nouakchott berberi dilinde rüzgârlar
ülkesi/yeri anlamına geliyor.
Moritanya nüfusunun yaklaşık
1/3’ünün Nouakchott’ta yaşadığı tahmin ediliyor ki, bu rakam Nouakchott’u Saharanın
da en büyük şehirlerinden birisi
haline getiriyor. Ülkenin kuzey
doğusunda Moritanya, Mali ve
Cezayir arasında şimdilik kriz
boyutuna dönüşmemiş bir toprak anlaşmazlığı var.
Dünya Bankası verilerine göre
2012 yılı itibariyle ülkenin gay*
Bu yazı 16-17 Ekim 2013 tarihlerinde Yenişafak
Gazetesi’nde yayınlanan “Moritanya İzlenimleri” yazı dizisinin Stratejik Düşünce için gözden geçirilmiş halidir.
risafi milli hasılası 4,2 milyar
dolar olarak gerçekleşmiş. Afrika Gelişim Bankası verilerine
göre 2012 yılında ekonomisi %
6 büyüyen Moritanya’da enflasyonun ise %6-8 dolaylarında
olduğu tahmin ediliyor. Nüfusun % 20’den fazla bir bölümü
günlük 1 dolar civarında bir gelirle hayatını devam ettirmeye
çalışıyor.
Ülkenin çok büyük bir bölümü
çöllerden oluşuyor. Bu durum
iki yıl öncesine kadar safari yapmak için ülkeye gelen Avrupalı
turistler sebebiyle Moritanya’ya
bir miktar turizm geliri olarak
geri yansıyormuş ancak 2 yıl
önce üç Avrupalı turistin kaçırılıp öldürülmesi sonrasında
oluşan algı sebebiyle buradan
gelen turizm gelirleri neredeyse
kesilmiş.
Ülkedeki en örgütlü yapı olarak
‘ordu’ dikkat çekiyor. Bununla
birlikte ordu teoride olmasa
bile pratikte siyasete etki bakımından bölünmüş durumda.
Bu çerçevede ordu içerisindeki
en etkili birim Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı. Darbeler
genellikle bu Alay komutanları tarafından yapılıyor, ama bu
fırsata sahip olmaları yönetim
üzerinde bir vesayete sahip ola-
bildikleri anlamına gelmiyor,
görev başındayken bağlı oldukları Cumhurbaşkanı üzerinde
genellikle bir nüfuz kullanmaları mümkün olmuyor. Nitekim
şu an iktidarda bulunan eski
Cumhurbaşkanlığı
Muhafız
Alayı komutanı şimdiki Devlet
Başkanı Mohamed Oul Abdel
Aziz 6 Ağustos 2008’de gerçekleştirdiği bir darbe ile iktidarı
ele geçirmiş. Nisan 2009’da seçimlere katılabilmek için askeri
görevlerinden istifa eden Abdel
Aziz Temmuz 2009 seçimlerinde Devlet Başkanı seçilmiş.
Moritanya’nın istikrarı biraz
da çevre ülkelerdeki istikrarla
ilişkili. 1989’da Senegal’le yaşadığı savaş dolayısıyla sarsıntı
geçiren Moritanya, geçen yıl
da Mali’de yaşanan olaylar ve
Fransa’nın müdahalesi sonrası
sınırına yığılan yüzbinlerce Malili dolayısıyla ciddi bir siyasal
ve ekonomik krizle karşılaşıyor.
Ülkede hala 70 binden fazla
Malili mülteci bulunduğunu da
yeri gelmişken hatırlatalım.
Bedevilerinin Bile Âlim
Olduğu Bir Gelenek
Moritanya İslam’ın yüzyıllardır yoğun biçimde yaşandığı
bir ülke. Hayatlarını çölde de-
75
Moritanya’nın istikrarı biraz da çevre ülkelerdeki istikrarla
ilişkili. 1989’da Senegal’le yaşadığı savaş dolayısıyla
sarsıntı geçiren Moritanya, geçen yıl da Mali’de yaşanan
olaylar ve Fransa’nın müdahalesi sonrası sınırına yığılan
yüzbinlerce Malili dolayısıyla ciddi bir siyasal ve ekonomik
krizle karşılaşıyor.
vam ettiren kimselerin dahi bir
yerden başka bir yere giderken
devenin sırtına ilk yükledikleri
şey kitap sandukası oluyor. 18.
yüzyıldan beri tasavvufi uhuvvet cemaatleri İslamî sosyal
örgütlenmenin en temel biçimi olmuş. Ticaniye tarikatı
19. yüzyılda çok etkili ve merkezi bir yapılanma olmuşsa da,
Şeyh Sidi el Muhtar-el Kunti
ve Boutilimit’in Şeyh Sidiya al
Kebir’i Moritanya İslâm’ının
kurucu liderleri sayılıyor.
Ülkede ilim geleneği kadar belagat da oldukça gelişkin. Bu
sebeple Arapça’da Moritanya
için “devle melayin şair” yani
“Milyonlarca şairin ülkesi” gibi
bir deyiş var. Sohbetleri çok
güzel şiir okumaları veya kasideler süsler o yüzden. Geri kalmış bir Afrika ülkesi olarak bu
kadar zengin bir kültürel hayata sahip olması Moritanya’nın
en özgün yanlarından biri. Eğitim seviyesi formel olarak
hesaplandığı takdirde çok düşük, ancak farklı bir ölçek geliştirilmeyi hak eden bir toplum
Moritanya.
Bu ülkedeki el yazma eserleri
Almanlar 19. yüzyıl sonu 20.
yüzyıl başında neredeyse eksiksiz kataloglamışlar. Bugünlerde TİKA’dan ve Süleymaniye
Kütüphanesinden uzmanlar bu
Alman kataloğunu da dikkate
alarak ülkedeki el yazma eserler üzerine bazı çalışmalar yürütüyorlar.
Ülke nüfusunun % 50’den fazlasının hafız olduğu iddia ediliyor. Kur’an eğitimi ise hala
geleneksel usullerde devam
ediyor. Yani luh adı verilen tabletlerin üzerine hoca Kur’an’dan
ezberlenmesi gereken
bölümü kömür kalemi
ile yazıyor. Öğrenci yazılan kısmı ezberledikten
sonra “luh”unu yıkayıp
kurutuyor ve yeni ezberinin yazılması için hocasına geri getiriyor. Bu durum öğrenci kendi
ezberini kendisi tahtaya yazabilecek noktaya gelinceye kadar
devam ediyor. Hal böyle olunca
ülkede kitap biçiminde Kur’an’ı
olan insan sayısı çok az.
bulunmuyor. Çadır kentlerde
özellikle su son derece önemli
bir sorun. Türkiye’nin Moritanya Büyükelçiliği’nin de yoğun çabaları ve desteği sonrasında ülkeye getirilen sondaj
makinesinin su sorununu az da
olsa hafifletmesi bekleniyor.
Moritanya halkının yabancılara yaklaşımının Afrika’daki
bazı ülkelerle karşılaştırıldığında daha rahat olduğu söylenebilir. Yabancıları çok fazla
yadırgamıyorlar, mümkün mertebe yardımcı olmaya gayret
ediyorlar. Ziyaret ettiğiniz her
yerde, mutat olduğunu tahmin
ettiğimiz, yoğun şekerle kaynatılmış “bol köpüklü” naneli bir
çayı, çay bardağının 1/3’üne
doldurarak ikram ediyorlar.
Toplu taşıma aracı yok. Bu anlamda bulabileceğiniz en lüks
taşıt genellikle camları olmayan çok eski model taksiler.
Yerli halk ise genel olarak eşek
arabası kullanıyor. Özellikle ticaretin biraz daha yoğunlaştığı
yerlerde kiralanabilen eşek arabaları var. Ülkenin ulusal para
birimine Ugiya adı veriliyor. 1
Türk Lirası yaklaşık olarak 130
Ugiyaya denk geliyor. Benzinin
litresi yaklaşık 2,7 Türk Lirası
civarında. Nouakchott’ta hizmet veren sahibi Erzurumlu
olan bir de Türk restoranı var.
Moritanya’da Sosyal Hayat
Ülke nüfusunun önemli bir kısmı halen çölde yaşıyor. Şehirlerin çevrelerinde ise çadır kentler bulunuyor. Nouakchott’a
çok kısa mesafede bulunan
Gazra çadır kenti de bunlardan birisi. Bu çadır kentlerde elektrik, kanalizasyon ve asgari koşullarda
temizliğin sağlanması için
gereken su kaynakları
Moritanya bir İslam cumhuriyeti. Ülkenin anayasasında
yasamanın kaynağının şeriat
olduğu açıkça ifade ediliyor.
Maliki mezhebinden olan Moritanyalılar bu mensubiyetlerini ise anayasada hükme
bağlayacak kadar önemsiyorlar. Bununla birlikte özellikle
uluslararası kuruluşların yardımına ihtiyacı olan Moritanya,
şeriatın uygulanmasında esnek
hatta tavizli bir yol izler gözüküyor. Öyle ki geçtiğimiz yıl
Fransa’nın “talebi” ile ülkenin
ceza kanunundan öldürme cezası çıkarılmış.
Kadının Statüsü: Ülkenin en
önemli özelliklerinden birisi
kadının toplum içerisindeki
konumu. Moritanya’ya özgü
tabakalaşma sistemine göre
76
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
kadınların statüsünde farklılaşmalar var. Gerçi hepsinde
kadınlar 12-13 gibi çok erken
yaşlarda evlenmeye teşvik ediliyorlar. Siyahiler arasında çok
evlilik olsa da beyazlar arasında yasalar izin verdiği halde
geleneksel olarak tek eşlilik
daha fazla revaçta. Bunu bir
kadının evlenip boşanmış olmasının onun statüsünde bir
eksiklikten ziyade bir üstünlük sayılmasıyla açıklayanlar
var. Boşanmış kadınla evliliğe
soğuk bakılmadığı, hatta daha
sıcak bakıldığı için Moritanyalı kadınlar istedikleri anda
evlilikleri sona erdirebiliyorlar.
Konuştuklarımız, bazı bölgelerde birden fazla evlilik yapmış
kadınla evlenmenin itibar göstergesi olduğunu söylüyorlar.
Bu durum kadını evinde güçlü
kılıyor. Genel eğilimin aksine
Moritanya’da kilolu kadınlar
daha makbul. Aslında yakın
zamana kadar istisnasız böyle imiş, ancak son zamanlarda
Moritanya toplumu da genel
güzellik ölçülerinden nasibini
almaya başlamış. Buna rağmen
hala kadınların kilo almalarını kolaylaştırmak için mideye
tazyikli su basıp genişletmek
ve benzeri bir takım gayri insani usullerin de uygulandığını not etmemiz gerekiyor.
Moritanya’da son zamanlarda
muzdarip olunan konulardan
biri kadınların özellikle Körfez
ülkelerine ve Avrupa’ya küçük
yaşlarda seks kölesi olarak kaçırılıyor olması.
Tabakalaşma ve Kölelik: Moritanya toplumu kendine özgü
ve tarihsel olarak aktardığı bir
tabakalaşma sistemine sahip.
Bu sistem modern zamanlarda
Moritanya bir İslam Cumhuriyeti. Ülkenin anayasasında
yasamanın kaynağının şeriat olduğu açıkça ifade ediliyor.
Maliki mezhebinden olan Moritanyalılar bu mensubiyetlerini
ise anayasada hükme bağlayacak kadar önemsiyorlar.
77
Demokratikleşme anlamında İslam dünyasında çok
fazla örnek alabilecekleri ülke bulunmadığına dikkat
çeken Meclis başkanı Mısır’daki darbe sonrasında
Türkiye’nin demokratik yapısının İslam dünyası için
çok daha önemli hale geldiğini düşünüyor. Bu bağlamda
Türkiye’den Moritanya’nın demokratikleşmesi sürecinde
tecrübelerini paylaşması beklentisi içerisinde olduklarını
söyleyen Meclis başkanı bir başka beklentisi olarak da
Türk yatırımcıların Moritanya’ya gelmelerinin gerekli
olduğunun altını çiziyor.
uyarlanan yeni hukuki sistemlerin etkisiyle gevşiyorsa da
tamamen yok olduğunu söylemek mümkün değil. Toplum
kısaca kabile grupların bir hiyerarşisi etrafında örgütlenmiştir.
Ira Lapidus’un verdiği bilgilere
göre, (İslam Toplumları Tarihi, İletişim, çev. Yasin Aktay,
Mevlüde Aktay, 2010) tarihsel
olarak Araplar, Bani Hassan
istilacılarının mirasçısı olarak, savaşçı konumundaydılar.
Geçmişleri itibariyle ülkenin
savaşçıları ve vergi toplayıcıları. Sanhaja ve dinî elitlerin torunları olan Zawaya kabileleri
ise, eğitimi, ticareti, tarımı ve
hayvancılığı idare ediyorlardı.
Bu gruplar haraca tabi zanaatkarlara, azatlı ve normal kölelere tahakküm kuruyorlardı.
Moritanya nüfusu kendi içinde
bir tabakalaşma sistemi olan
kuzeyde siyahîlerden oluşan
Arabofon kabileler ve güneyde
Senagalle ilişkili olan kabileler
arasında bölünmüştü. Aynı zamanda. 18. yüzyıldan beri sufi
uhuvvet toplulukları Müslüman sosyal örgütlenmenin ana
ifade biçimi haline geldiler.
Her ne kadar Ticaniye tarikatı
78
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
19. yüzyılda çok önemli olmuşsa da, Şeyh Sidi el Muhtar-el
Kunti ve Boutilimit’in Şeyh
Sidiya al Kebir’i Moritanya
İslâm’ının kurucu liderleriydi.
Ülkenin en önemli sorunlarından birisi olarak kölelik gösteriliyor. Ülkede köleliğin önlenmesine yönelik çok sayıda yasa
bulunuyor ancak toplumsal
yapı köleliğin tasfiye edilmesine direniyor. Özellikle kıyıdan
daha iç kesimlere gidildikçe bu
durum belirginleşiyor. Edindiğimiz bilgilere göre kölelerin
ülke nüfusuna oranı yaklaşık
% 20.
Kaldığımız otelin Meksikalı
işletmecisinden ve diğer bazı
kaynaklardan edindiğimiz bilgiye göre ülkedeki muhtemel kriz
alanlarından birisi olarak siyah
ve beyaz çatışması riski beliriyor. Bunu da akılda tutmak
kaydıyla ülkedeki popülasyon
kabaca 2 grupta değerlendirilebilir: Araplar ve Zenciler. Ülke
nüfusunun % 60’ını oluşturduğu tahmin edilen Araplar da iki
ayrı grupta değerlendiriliyor:
Beyaz Araplar ve Siyah Araplar. Siyah Araplar’a “Haratin”
de deniyor. Hem Beyaz Araplar
hem de Haratinler, Arapça’nın
Hassani lehçesini konuşuyorlar. Haratinler Moritanya tarihinde köle sınıfını oluşturan
toplumsal grup olarak biliniyor.
Bugün devam eden kölelik
ilişkisinin nesnesi de Haratinler. Haratinlerin “Özgürlük
Hareketi” ve “İlerici Toplum
Koalisyonu” olmak üzere iki
önemli siyasal organizasyonu
var. Ziyaretler kapsamında görüşme imkânı bulduğumuz Parlamento Başkanı Mesud Velid
bil Hayr da bir Haratin ve Özgürlük Hareketinin önemli liderlerinden birisi. Beyaz Araplar ise ülkedeki yönetici sınıfın
neredeyse tamamını oluşturuyor. Özellikle köleliğin tasfiyesi
bağlamında Beyaz Araplar ve
Haratinler arasında son yıllarda ciddi bir siyasal çekişme söz
konusu.
Nüfusun diğer parçasını oluşturan Zenciler de üç grup olarak
ele alınabilir. Birinci grup olan
Bularlar, Moritanya’nın yanı
sıra Mali ve Senegal’de de yaşıyorlar ve Bularca konuşuyorlar.
İkinci grup Sonakiler de kendilerine ait Sonakice adı verilen
dili konuşuyorlar. Üçüncü grup
Volofların dili Volofça. Moritanya’daki bu zenci grupların
tamamı Müslüman ve neredeyse tamamı frankofon (Fransızca konuşan) olarak yetişiyor.
Bununla birlikte özellikle son
dönemde bu zenciler arasında
Araplığı ve Arapçayı önemseyen bir elit tabaka belirmiş
bulunuyor. Çocuklarını eğitim
almaları için Ezher’e gönderen
bu kesimler ülkede tek bir kimliğe vurgu yapıyorlar. Araplar’a
göre daha eğitimli olan zenciler özellikle teknik alanlardaki
bilgileri sebebiyle işçi sınıfının
da çok büyük bir bölümünü
oluşturuyor. Bütün bu grupları
bir araya toplamayı hedefleyen
el-Miş’al el-Afrika adında çok
marjinal örgütlü bir yapıları da
olan zencilerin başını çektiği
bir grup, 1989’da başarısız bir
darbe girişiminde bulunmuş.
Girişimin başarısızlıkla sonuçlanması ile 1989 sonrasında
bu gruplar devletten önemli
ölçüde tasfiye edilmiş. Fakat şu
an görevde bulunan Jandarma
Genel Komutanı’nın zencilerden olduğunun altını çizmek
gerekiyor.
Ülkenin en önemli gelir kaynaklarından birisini balıkçılık
oluşturuyor. Öyle ki yapımı
henüz tamamlanan devlet
başkanlığı binası Çinliler tarafından belirli bir miktar balık
karşılığında yapılmış. Balıkçılığın nabzı ise başkent Nouakchott’taki “balık pazarı”nda
atıyor. Yerli halkın balıkçılık
konusundaki bilgisi yeterli düzeyde olmadığı için bu alanda çalışmak üzere özellikle
Senegal’den işçi göçü gerçekleşiyor. Ancak bu durumun yerli
halkta huzursuzluklara sebep
olduğunu da belirtelim.
Ülkedeki bir diğer gelir kaynağı ise hayvancılık. Ülkede çok
hayvan sahibi olmak statü göstergesi de kabul edildiğinden
yirmi milyon küçük ve büyük
baş hayvan bulunduğu ifade
ediliyor. Ülkenin mevcut fiziki
koşullarının bu kadar hayvanın
beslenmesi için yetersiz olduğunu belirttiğimizde aldığımız
cevap daha ilginç: Ülkedeki bu
hayvanların bir kısmı karton
ile besleniyor. Dükkânlardan
satın alınan kartonlar parçalanıyor ve hayvanlara yediriliyor. Ancak bu çözümün maddi
durumu çok iyi olan toplumsal
kesimler için geçerli olduğunu
hemen belirtelim. Ülkenin çok
daha büyük bir kısmını oluşturan alt gelir gruplarının beslediği hayvanlar ise çöplerden
besleniyor. Özellikle naylon
poşetler bu hayvanlarda çok
fazla ölüme sebep olduğu için
geçtiğimiz yıl devlet başkanı
naylon poşetle satış yapılmasını yasaklamış. Şu anda ülkede
bütün alışverişlerde bu sebeple
kese kâğıdı kullanılıyor.
Moritanya’nın yeni keşfedilen demir, fosfat gibi bir takım
yer altı rezervleri mevcut. Bu
rezervlerden demir madeninin %60’ını devlet çıkarırken
%40’ını Hindistan, Malezya ve
Çin merkezli şirketler çıkarıyor.
Bizim bu ülkede bulunduğumuz
sürede Malezyalı şirketin kendi
hissesini sattığı ya da satmak
üzere olduğu konuşuluyordu.
Ülkenin ispatlanmış ve 2001
yılından beri üretim yapılan
tek petrol rezervini ise ABD
menşeli bir şirket işletiyor. Bununla birlikte ülkedeki petrol
rezervleri açısından uluslararası şirketlerin beklentileri büyük. Son dönemde Çin’den bir
petrol şirketi belirli bir bölgede
sondaj yapmak için izin almış.
Ülkenin en önemli zenginliklerinden birisi olan altın madenleri ise sadece son birkaç on yıldır ciddi biçimde çalıştırılıyor.
Söz konusu altın madenlerinin
tamamını Kanadalı bir şirket
işletiyor. Kanadalı şirketin Moritanyalılara bıraktığı söylenen
79
Moritanya toplumu kendine özgü ve tarihsel olarak aktardığı
bir tabakalaşma sistemine sahip. Bu sistem modern
zamanlarda uyarlanan yeni hukuki sistemlerin etkisiyle
gevşiyorsa da tamamen yok olduğunu söylemek mümkün
değil.
oran % 4 ila % 6 arasında değişiyor. Ancak Kanadalı şirketin
üretim ve sevkiyatı denetimden tamamen uzak olduğu için
çıkarılan altının gerçek miktarı
oranı tespit edilemiyor.
Moritanya’dan Gözüken
Türkiye
Moritanya ile ilişkilerde Türkiye açısından bir de ekonomik
ve uluslararası ilişkiler boyutu
var. Fransa, Kanada, Malezya,
Çin ve Amerikalı yatırımcıların
madencilik ve balıkçılık sektörlerinde önemli yatırımlarının
olduğu ülke 2005 yılına kadar
Türkiye’nin ilgisinin tamamen
dışındaydı. Oysa Moritanyalılar
kendi madenlerinin işletilmesi
veya pazarlanması hususunda
Türkiyeli yatırımcılara öncelik
vermeye hazırlar.
Daha da ötede, görüştüğümüz
Senato başkanı, Türkiye’nin
İslam dünyasının başını dik
tuttuğu için her türlü takdiri hak ettiğini ve o yüzden
Türkiye’yi iş, bilim ve kültür
adamlarıyla herkesten daha
çok Moritanya’da görmek istediğini ifade ediyor.
Moritanya’da Türkiye son on
yılda yakalanan ivme ve demokratik kurumsallaşmada alınan mesafe ile anılıyor. Girdiğimiz her mecliste Türkiye’nin
İslam ve demokrasiyi bir arada
yaşatabilmesine vurgu yapılıyor. Türkiye, Arap Baharı adı
verilen toplumsal ve siyasal
mobilizasyon sürecinde, özellikle Mısır Darbesi’nde, ilkeli
bir dış politika izlemesiyle takdir ediliyor. Parlamento Başkanı bil-Hayr bu durumu; “Türkiye İslam dünyasının başını dik
tutuyor” cümlesiyle anlatıyor.
Moritanya’da Türkiye denilince akla gelen ikinci şey ise Türk
dizileri. Özellikle Kurtlar Vadisi Moritanya’da ilgiyle takip
ediliyor. Öyle ki, Moritanya’ya
atanan Türk Büyükelçisi Cumhurbaşkanına güven mektubu-
Moritanya Eğitim Sisteminin
Umudu Türkiye Üniversiteleri: Moritanya ziyaretimizin
ilk gününde ilk olarak Nouakchott Üniversitesi Rektörünü ziyaret ettik. Üniversite’nin
rektörlük binası Türkiye’deki
müstakil evleri andırıyor. Bahçeden girdikten sonra karşınıza çıkan ilk kapıyı açtığınızda
rektör beyin odasına girmiş
oluyorsunuz. Yani, sekretarya,
özel kalem ya da lobi gibi bir
teşrifat yeri yok. Moritanya’da
4 üniversite bulunuyor. Bunların üçü özel üniversite. Ziyaret
ettiğimiz Nouakchott Üniversitesi ülkedeki tek devlet üniversitesi. Çok fazla bölümü olmayan üniversitenin en önemli
probleminin öğretim elemanı
ve öğrenci olduğunu öğreniyoruz. Rektör, fiziki koşulları
yeterli olmayan üniversitenin
nitelikli öğretim üyesi ihtiyacı
da olduğunu, Türkiye’nin işbirliğine bu alanda çok ihtiyaç
duyduklarını söylüyor.
Nouakchott Üniversitesi bünyesinde bir Türkçe eğitim
merkezi açmak istediklerinden
bahseden Rektör böylelikle
Moritanya’dan Türkiye’ye gelmek isteyen çok sayıda öğrenciye Türkiye’ye gitmeden önce
Türkçeyi öğretmeyi amaçladık-
80
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
değerlendirmemizi beklediğini
söyledi. Özellikle İslam’ın bütünleştiriciliğine vurgu yapan
bil Hayr, bütün İslam âlemi ile
ilişkilerini geliştirmek istediklerini ancak demokratik tecrübesi
dolayısıyla Türkiye ile ilişkilerin
gelişmesini daha da önemsediklerini söyledi.
nu sunduktan sonra ülkedeki mizah dergilerinden birisi,
“Devlet başkanı sayın Büyükelçiden Kurtlar Vadisinin yeni
bölümlerinin gecikmeden ulaştırılmasını istedi” gibi bir başlık
kullanmış. Kurtlar Vadisine
yönelik bu ilgi Moritanyalıların
da Kurtlar Vadisi’nden esinlenen bir dizi yapmasıyla neticelenmiş.
larını belirtiyor. Türkiye’nin
Moritanya’daki yükseköğretim
konusunda ilişkilerini daha
da geliştirmesi gerektiğini söyleyen Rektörün bu bağlamda
Türkiye’den birkaç talebi var.
Öncelikle Moritanya’dan gelecek öğrencilere yönelik burs
programlarının lisansüstü ve
doktora alanlarında daha da
geliştirilmesi ve öğretim elemanı yetiştirmede öncelikli
alanlara göre spesifikleştirilmesi bekleniyor. Özellikle Fas’ın
kendi ülkesinde eğitim görmek
isteyen Moritanyalılara Fransızca öğretmek üzere eleman
gönderdiğinin altını çizen Rektör, Türkiye’nin Moritanya’daki yüksek öğretimin gelişmesinde daha fazla inisiyatif almasını
istediklerini belirtiyor.
Nouakchott Üniversitesi Rektöründen sonra işleyiş
biçimi olarak Türkiye’deki TODAİ’ye benzeyen
ENA’nın direktörünü ziyaret ediyoruz. Moritanya’da
yükseköğretimin en önemli
sorununun yetişmiş öğretim elemanı azlığı olduğuna dikkat çeken Direktör
de Türkiye ile özellikle öğretim elemanı değiştirme
programları geliştirmek istediklerini, Türk akademyasının bu
alandaki tecrübesine güvendiklerini ve işbirliği yapmak
istediklerini ifade ediyor. ENA
bünyesinde bir de düşünce ve
strateji geliştirme merkezi kurduklarını belirten Direktör,
Türkiye’den SDE gibi kurumlarla devamlı irtibat halinde olmak, bilgi ve tecrübe aktarımı
yapmak istediklerini belirtiyor.
Ülkede devam eden köleliğin
hala büyük oranda nesnesi konumunda bulunan Haratinlere mensup, kendisi de kölelik
ilişkisi içerisinden gelen Meclis
Başkanı Mesud Velid bil Hayr’ı
da makamında ziyaret ettik. Bizi
oldukça sıcak karşılayan Meclis
Başkanı, kendilerinin Türkiye’yi
vatanları gibi gördüklerini, bizim
de Moritanyayı vatanımız olarak
Demokratikleşme anlamında
İslam dünyasında çok fazla örnek alabilecekleri ülke bulunmadığına dikkat çeken Meclis
Başkanı, Mısır’daki darbe sonrasında Türkiye’nin demokratik yapısının İslam dünyası için
çok daha önemli hale geldiğini düşünüyor. Bu bağlamda,
Türkiye’den
Moritanya’nın
demokratikleşmesi
sürecinde tecrübelerini paylaşmasını
beklediklerini söyleyen Meclis
Başkanı, Türk yatırımcıların
Moritanya’ya gelmelerini ve
yatırım yapmalarını beklediklerini de altını çizerek belirtiyor.
Ülkede çok sayıda yer altı kaynağı tespit edildiğini söyleyen
bil Hayr, son yıllarda ekonomik olarak da önemli bir atılım içerisinde olan Türkiye’nin
yatırımcılarının Moritanya’ya
gelmesini beklediklerini ifade ediyor. Bu çerçevede
Türkiye’nin Moritanya Büyükelçisi Musa Kulaklıkaya’nın
büyük bir çaba sarf ettiğini belirten Meclis Başkanının
Kulaklıkaya’yı
Türkiye’nin Moritanya
büyükelçisi
olmasının
yanı sıra Moritanya’nın
Türkiye büyükelçisi olarak gördüklerini belirtmesini de en ilgi çekici ve
mutlu eden notlarından
birisi olarak kaydediyoruz.
81
YASEMİNE DEVRİM YAZAN ÜLKE
TUNUS
Prof. Dr. Yasin AKTAY
SDE Başkanı
Öner BUÇUKCU
DIŞ POLiTiKA
SDE Asistanı
*
Bu yazı 18-19 Ekim 2013 tarihlerinde Yenişafak
Gazetesi’nde yayınlanan “Tunus İzlenimleri” yazı dizisinin Stratejik Düşünce için gözden geçirilmiş halidir.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Tunus’ta halk
arasındaki popülaritesi oldukça yüksek. Birçoğu
Türkiye’nin on yıl önce krizlerle boğuşan bir ülke
olmasına rağmen şu anda çok güçlü bir ülke olduğunu,
Türkiye’den ve Başbakan Erdoğan’dan alabilecekleri çok
şey olduğunu söylüyor.
T
unus, yaseminler ülkesi, Arap Baharı’nın
rüzgârının ilk esmeye
başladığı ülke. 17 Aralık 2010
tarihinde Muhammed Buazizi isimli bir seyyar satıcının
kendini yakmasıyla başlayan
protesto hareketleri Arap dünyasında yeni bir dönemin başlangıcını oluşturdu. Ardından
Mısır, Libya ve Yemen’de devam eden rüzgârlar bu toplumlar için bir bahar havası yaşattı.
Ancak bu bahar bu ülkeler ve
halkları için bahar idiyse de birileri için tam bir kâbus idi, halen öyle olmaya da devam ediyor. O birileri bu süreci baştan
itibaren kaygıyla izledi, tersine
çevirmek için de ellerinden geleni ardına koymadı. Mısır’da
devrimi tamamen tersine,
hatta eskisinden daha kötüye
çevirecek bir askeri darbe için
kurulan seheme, okyanus ötesinden körfeze dek hiç umulmadık aktörler iştirak etti. Bu
sehem Mısır’da kendilerine ne
kadar yarayacak bir ortam oluşturdu henüz belli değil, ama
bahara kan bulamış olduğu
aşikâr. Aynı şeyin Tunus’ta da
deneniyor olduğunu biliyoruz.
Hatta Tunus’un çok daha sembolik bir anlamı var, sürecin
başlangıç yeri olması hasebiyle,
devrim sürecinin başladığı yer-
de boğulmasının vereceği ders
belli ki çok önemseniyor.
Moritanya’daki yoğun programımızın son günü akşam
saatlerinde kulaktan kulağa
Tunus’ta hükümetin istifa
ettiği dolaşmaya başladı. Bu
söylentilerin yarattığı merakla Stratejik Düşünce Enstitüsü olarak, Ortadoğu Ülkeleri
Stratejik ve Kültürel İşbirliği
Çalıştayları kapsamındaki Tunus Çalıştayı’nı gerçekleştirmek üzere Tunus’a geçiyoruz.
Tunus’ta, biz Türkiye’den ayrılırken geçiş süreci için müzakereler yoğunlaşmış bulunuyordu. Tunus’a ulaştığımızda
hükümetin istifa ettiği söylentilerinin doğru olmadığını öğreniyoruz. Ancak taraflar geçiş
planı konusunda anlaşmışlar.
Tunus Kuzey Afrika’nın en
küçük ülkesi olarak dikkat
çekiyor. Ülkenin yüzölçümü
yaklaşık 165.000 km kare. Nüfusunun 10.5-11 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor.
Bir üzüm salkımı gibi Afrika
içine uzanan ülkenin batısında
Cezayir, doğusunda Libya var.
Kuzeyde Akdeniz’e kıyısı olan
Tunus Arap Birliği, Mağrip
Arap Birliği ve Afrika Birliği’ne
üye. Ülkenin Avrupa Birliğiyle
de stratejik işbirliği alanında
imzaladığı anlaşmalar var.
Dünya Bankası verilerine göre
ülkenin gayrisafi milli hasılası
2012 yılı itibariyle 45.66 milyar
dolar olarak gerçekleşti. Sektörlere göre dağılım ise çeşitlilik gösteriyor. Tarım sektörünün ekonomi içerisindeki payı
% 10-12, sanayi sektörünün
ekonomi içerisindeki payı %
25-26, hizmet sektörünün ekonomi içerisindeki payı % 62-63
civarında. Bu durum Tunus’u
Ortadoğu ve Kuzey Afrika
ülkeleri arasında da özgünleştiriyor. Özellikle hizmet sektörünün ekonomi içerisindeki
belirleyici konumu siyasal krizlerde sendikaların tavrını çok
önemli bir hale getiriyor. Ülke
ekonomisinin taşıyıcı kolonu
zannedilen turizmin ekonomi
içerisindeki payı ise % 6-7 dolaylarında.
Garbiler ve Şarkiler,
Frankofonlar ve Mağripliler
Ülkede frankofon kültürün
özellikle belli toplumsal kesimlerde yaygın olduğu söylenebilir. Fransızca konuşabilenler
“Garbi”, Fransızca konuşamayanlar “Şarki” diye adlandırılıyor. Şarkiler, kültürsüz olarak
görülüp genelde aşağılanıyor.
Özellikle devrimden sonra bazı
83
Tunus’taki Nahda karşıtlığında ve Nahda’yı siyasal
platformun tamamen dışında bırakmakta buluşan özellikle
laikçi muhalefetin finansörünün Suudi Arabistan olduğu
yönündeki söylentilerin her geçen gün bazı göstergelerle
doğrulandığının altını çizmek gerekiyor. Sadece Suudi
Arabistan’ın değil, Birleşik Arap Emirlikleri’nin de tıpkı
Mısır’da olduğu gibi Tunus’ta da bir darbe hazırlığı içinde
olduğu aleniyet kazanmış durumda.
frankofon kesimler, en-Nahda
gibi partileri destekleyen kesimlerle şarki olmak arasında
belli belirsiz bir bağ kurmaya
gayret ediyor. Ama bunlar eski
rejimin sorumlu tabakaları oldukları için, devrim sonrası
bu frankofon kesimlere karşı
da cesaretlenmiş bir söylem ile
ifade yolu buluyorlar. Ne de
olsa eskiden sokaklara kadar
inen bir kılık-kıyafet, başörtüsü
yasağı halkın iliklerine kadar
işlemiş bir yabancılık hissinin
oluşmasına yol açmış.
Devrim bu yabancılık
hissini ortadan kaldırmış durumda, ama
yerine başka duyguları
ikame ederek tabi. Bu
arada frankofonluğun
yine de bir tür burjuva kültürü olarak imtiyazlı olmaya devam
ettiğini
kaydetmek
gerek.
Tunus’a tam Kurban
Bayramı
öncesinde
geldiğimiz için şehrin
yoğunluğuna
şahit
oluyoruz. Bab el Hadra ve civarında orta alt
kesimlere hitap eden
pazarlar kurulmuş. Bu
muhit o kadar can-
84
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
lı ki yolu uzatmak pahasına,
buradan geçerek Zeytuna Camii ve Medresesi’ne ulaşmak
istiyoruz. Bab el Hadra’dan
girince esnafla sohbet etmeye
başlıyoruz. Türkiye’den geldiğimizi söyleyince verilen ilk
tepki genellikle «Erdoğan»
oluyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Tunus’ta halk
arasındaki popülaritesi oldukça
yüksek. Birçoğu Türkiye’nin on
yıl önce krizlerle boğuşan bir
ülke olmasına rağmen şu anda
çok güçlü bir ülke olduğunu, Türkiye’den ve Başbakan
Erdoğan’dan alabilecekleri çok
şey olduğunu söylüyor.
Bab el Hadra’dan yukarıya
yöneldiğinizde çeşitli bakanlık binalarının önünden geçip
Ulusal Savunma Bakanlığı’na
varıyorsunuz. Bakanlığın etrafında herhangi bir yerde durakladığınızda nöbetçi askerler
tarafından uyarılıyor, hatta
bazen durdurularak kimlik
kontrolünden geçiriliyorsunuz.
Arkadaşlarımız bu durumun özellikle son
birkaç aydır söz konusu olduğunu ifade ediyorlar. Bu güvenlikçi
yaklaşımların özellikle
en-Nahda’ya yönelik
spekülasyonların bir
parçası olduğunu düşünenler de var.
Tunus’ta Turizm ve
Bir Kamusal Alan
Geleneği Olarak
Zeytuna CamiiMedresesi
Uzun bir yürüyüşten
sonra, Zeytuna Camii ve Medresesi’ne,
Cami’ye kadar uzayan
turistik malzemelerin
satıldığı bir çarşıdan geçerek
ulaşıyoruz. Çok bilinmese de
Zeytuna Medresesi, Tunus’taki
devrimin en önemli sembollerinden birisi olarak tebarüz
ediyor. İbn Haldun, medresenin hicri 116 yılında yapıldığını yazıyor. Yüzyıllarca İslam
dünyasına ilim sahasında değerler üreten medrese 1964
yılında Habib Bourgiba tarafından dinin toplumsal hayattaki etkisini kırabilmek maksadıyla kapatılmış. Uzun yıllar
Ezher’le rekabet eden Zeytuna
Medresesi’nin aradan yarım
yüzyıl geçtikten sonra 2012
yılında mahkeme kararıyla yeniden öğrenci almasına karar
verilmiş, kapısına vurulan paslı
kilit kırılarak içerdeki tozlu eşyalar dışarı çıkarılmış.
Kartaca’daki Katedral ve
Roma döneminden kalan eserlerin sergilendiği müze başkent
Tunus’un en fazla turist çeken
yerlerinden birisi. Tek bir biletle müze ve etrafındaki kalıntıları ziyaret etmek mümkün
ancak Katedral için ayrıca bilet
almanız gerekiyor. Katedral’in
hemen karşısında ise devrim
sırasında Bin Ali’nin oğlunun
yakılan iki spor arabası sergileniyor. Bu arabalar güncelliği
dolayısıyla belki de Kartaca
kalıntılarından çok daha ibret
verici.
Tunus, Arap Baharı adı verilen kitlesel ve siyasal mobilizasyonun fitilinin ateşlendiği
ülke. Özellikle son dönemlerde
eski rejim kalıntısı derin devlet
bağlantılı odakların gerçekleştirdiği söylenen siyasi suikastlerle politik alan yeniden inşa
edilmeye çalışılıyor. Bununla
birlikte önce Habib Burgiba,
ardından da Bin Ali diktatoryası altında geçen uzun baskı
ve korku yıllarından sonra ülke
önemli oranda politize olmuş
durumda. Herkesle ülkedeki
siyasal durum hakkında konuşabiliyorsunuz, herkes siyasal
kriz hakkında fikir beyan edebiliyor. Aslında bu durum bile
Arap Devrimlerinin etkisini
kırmak üzere organize olan karşı devrim girişimlerinin kullandıkları «baskı ve otoriterleşme»
retoriğinin ne kadar sentetik
olduğunu gösteriyor.
ğişmiş durumda. Bu suikastleri
fırsat bilen en-Nahda dışındaki
bütün kesimler hükümeti istifaya çağırmış, hükümet üzerinde baskılar için bunu vesile
bilmişti. Ancak görünen o ki,
bu konuda sergilenen fırsatçılık
giderek göze batmaya ve bu konudan elde edilebilecek fayda
ihtimali iyice azalmaya yüz tutmuş. Çünkü hem Nahda’nın
bu suikastlarda yer almış olma
ihtimali iyice akla aykırı bulunmaya başlanmış hem de bu suikastleri herkesten fazla Nahda
kınamış ve üzerlerine gitmiş.
Ülkede taşraya doğru gidildikçe örgütlü olan tek politik
organizasyonun
en-Nahda
olduğu görülüyor. Devrimden sonra gerçekleştirilen seçimlerde Nahda Partisi yüzde
41,47 ile 90 sandalye, Ulusal
Cumhuriyet Kongresi (CPR)
yüzde 13,82 ile 30, sol eğilimli
Ettakatol Partisi yüzde 9,68 ile
21 sandalye, İlerici Demokrat
Parti (PDP) ise 17 sandalye
kazanmıştı. Geçtiğimiz yıl içerisinde muhalif lider Şükrü Belayid ve laik milliyetçi çizgideki
Halk Hareketi Partisi Cuma
Brahimi’ye gerçekleştirilen suikastler sonrasında ülkedeki
siyasal ortam ciddi biçimde de-
İslamcılık Karşıtı Muhalefete
Suud Desteği ve Sol
Liberallerin İmtihanı
Politik alanda bir yıl önceki
parçalanmışlık yerini en Nahda
ve Nida Tunus kutuplaşmasına terk etmiş gözüküyor. Nida
Tunus’un lideri 87 yaşındaki
Beci Kaid es-Sebsi, Habib Bourgiba ve Bin Ali dönemlerinde
bakanlık, son olarak 2011 yılında 27 Şubat-24 Aralık tarihleri
arasında başbakanlık yapmış
bir isim. Nida Tunus muhalefetin bir araya geldiği cephelerden birisi olan Ulusal Kurtuluş
Cephesi’nin de üyesi. Bir diğer önemli muhalefet cephesi
olan Halk Cephesi’nin lideri
85
Tunus, Arap Baharı adı verilen kitlesel ve siyasal
mobilizasyonun fitilinin ateşlendiği ülke. Özellikle son
dönemlerde eski rejim kalıntısı derin devlet bağlantılı
odakların gerçekleştirdiği söylenen siyasi suikastlerle politik
alan yeniden inşa edilmeye çalışılıyor.
Hamma Hammami de önemli
bir siyasal figür ve muhalefeti
devamlı sokağa davet ederek
iktidarı devamlı savunma pozisyonunda bırakmaya çalışıyor. Burada Tunus’taki Nahda karşıtlığında ve Nahda’yı
siyasal platformun tamamen
dışında bırakmakta buluşan
özellikle laikçi muhalefetin finansörünün Suudi Arabistan
olduğu yönündeki söylentilerin her geçen gün bazı göstergelerle doğrulandığının altını
çizmek gerekiyor. Sadece Suudi Arabistan’ın değil, Birleşik
Arap Emirlikleri’nin de tıpkı
Mısır’da olduğu gibi Tunus’ta
da bir darbe hazırlığı içinde
olduğu aleniyet kazanmış durumda. BAE Polis Şefi Talip
Dahi Halfan’ın son zamanlarda
yaşanan protesto gösterilerinin
arkasında olduğunu açığa vuran beyanları birçok internet
sitesinde yayımlandı. Aslında
Halfan’ın beyanları, Tunus’taki
sol, liberal kuruluşların kendisine vaad ettikleri gibi, gösterilerle hükümeti devirmekte başarısız kalmış olmaları üzerine
kendilerine bu iş için ödemiş
olduğu paraları geri istemesinden ibaret. Halfan’ın bu tepkisi Tunus’ta Mısır’la eşzamanlı
olarak bir darbe işine yatırım
yapılmış olduğunu gösteriyor.
Aslında yine eş zamanlı olarak
Türkiye’de de yine Halfan’ın
içinde olduğu benzer faaliyetlere dair haberler daha önce
yayımlanmıştı.
Siyasi yelpaze içinde demokrasi, sandık, halkın iradesi
gibi kavramlar üzerinde duran
Nahda’dan başka bir hareket
olmaması gerçekten ibretlik
bir durum. Mısır’da gerçekleşen darbe sonrası bütün bu
gruplarda siyasal alanın paylaşımında en büyük unsur olarak
Nahda’nın devre dışı bırakılma
ihtimali iştah kabartıyor. Çünkü ondan boşalacak alan paylarını her halükarda daha fazla
artıracağı için kendi aralarında
Nahda karşıtlığında çok kolay
uzlaşıp bir blok görüntüsü verebiliyorlar. Ancak bu bloğun
kendi içinde çok tutarlı ve
bütünlüklü olduğunu düşünmemek gerekiyor. Aralarında
Nahda karşıtlığı dışında kendilerini uzlaştıran bir şey yok
aslında.
Nahda karşıtlığını yıllarca
besleyen bir resmi ideoloji ve
söylem var ve aslında bugün
Nahda’ya karşı birleşenler ile
eski rejim taraftarlığı da giderek üst üste örtüşmeye doğru
gidiyor. Ancak bu örtüşme
Nahda muhalefetinin toplumsal meşruiyetini azaltıyor ve zaten var olan halktan kopukluğunu da iyice artırıyor. Çünkü
Zeynelabidin bin Ali’nin bütün
kötülükleri temsil eden imajı
geniş halk kitlelerinde halen
çok canlı.
Tunus, bir bakıma, İslam dünyasında sol, liberal, laik ve
batıcı değerleri savunanların
demokrasi pratiğinden ve felsefesinden bu kadar uzak duruşlarının istisnai bir durum olmadığını teyit ediyor. Çünkü artık
Türkiye, Mısır ve Yemen gibi
örneklerinde de aynı tipoloji
karşımıza çıkıyor. Bu tipoloji
aslında bir asra yakın sömürge
veya sömürge sonrası diktatörlüklerce yönetilen bu bölgelerde eski rejimlerin kültürüyle
yoğrulmuş durumda. O yüzden
bu tipolojiye sahip Tunuslular
da Mısır’daki askeri darbenin
felaket sonuçlarından ibret alıp
bundan kendi ülkelerini uzak
tutmak yerine aynı şeyin kendi ülkelerinde de tekrar etmesi
için ellerinden geleni yapıyorlar. Sokakları harekete geçiriyorlar, genel grevi, protestoları
deniyorlar.
Siyasal etki bağlamında en
önemli örgütlerden birisi ise
sendika. Son günlerde Tunus
siyasetini meşgul eden geçiş
sürecine ilişkin planın ilk halini de sendika hazırlayıp hükümete önermişti. Geçtiğimiz
günlerde iktidardaki koalisyon
üyelerinden en-Nahda, etTakatül ve muhalifler arasında
imzalanan antlaşma ile bu geçiş
sürecine ilişkin bir yol haritası
çizilmiş ancak iktidarın diğer
ortağı Cumhuriyet İçin Kongre
Partisi bu anlaşmaya katılmamıştı.
Muhalefet açısından önemli
olan hükümetin bir an önce
istifa etmesi. Anlaşmaya varılan yol haritasında en-Nahda,
anayasa ve seçim kanunu tamamlandıktan sonra istifa
etmeyi zaten kabul etmiş durumda. Muhalefet ise anayasa
86
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
ve seçim kanununun
tamamlanmasını kabul etmekle birlikte, süreyi oldukça
kısaltarak
ikisinin
de tamamlanmasını
imkânsızlaştırmaya çalışıyor. Dolayısıyla geçiş sürecinin başarıyla
sonuçlanması zorlaşıyor.
Muhalefet
özellikle
işçi sendikası üzerinden grevle tehdit ederek, iktidarı ülkeyi yönetemez hale getirmek
istiyor. Bu noktada enNahda ile hiçbir ilgisi
bulunmayan
siyasetçilerden
Safi Said’in katıldığı bir televizyon programında «İşçi Sendikası Bin Ali döneminde yönetimle sıkı bir ilişki içerisindeydi.
İşleri yolundaydı, paralarını alır
ve problem çıkarmazlardı. Şimdi ise İşçi Sendikası’nın sistemle anlaşması bozuldu. Bin Ali
döneminde hiç sesi çıkmayan
kurumlar şimdi ayakta.» değerlendirmesi süreci bir biçimde
de özetlemiş oluyor. Gerçekten
de işçi sendikasının eski rejim
döneminde hiç bir muhalefeti
ve devrim sürecinde de hiç bir
olumlu rolü olmadığı halde,
devrim sonrası, yolsuzlukla, oligarşiyle, emek sömürüsüyle ve
yoksullaştırmayla özdeşleşmiş
olan eski rejim kalıntılarının
en etkili aktörü haline gelmiş
olması, devrim sosyologlarının
ibretle kaydetmesi gereken bir
sahnedir.
Darbe İçin Ordudan Umut
Kesilince
Aslında bütün bu kesimlerin,
Nahda karşıtı işçi sendikaları ile
sol, liberal ve batıcı kesimlerin
koalisyonlarının, baştan itibaren
en büyük umudu bir darbe ortamının oluşmasıydı. Suikastler
sonrası hareketlendirilen sokaklar, Nahda’nın bir İslamcı terör
ile ilişkilendirilerek darbeyle
devrilmesi için bir oldu-bitti
ortamı yaratmaktan başka bir
hedef gözetmedi. Grevler, hayat
pahalılığının oluşması, hükü-
Herkesle ülkedeki siyasal durum hakkında konuşabiliyorsunuz, herkes siyasal kriz hakkında fikir beyan edebiliyor. Aslında bu durum bile Arap Devrimlerinin etkisini kırmak üzere
organize olan karşı devrim girişimlerinin kullandıkları “baskı ve otoriterleşme” retoriğinin ne kadar sentetik olduğunu
gösteriyor.
87
Tıpkı Türkiye’deki darbeci siviller gibi Tunus’ta da darbeci
sivillerin hayal kırıklığı yaşadığı bir kurum ordu olmuş.
Gerçi Tunus ordusu zaten asker sayısı itibariyle de çok
zayıf olduğundan bir darbe yapabilme imkânı neredeyse
yok gibi. Bu zayıflık aslında bizzat diktatör Zeynelabidin bin
Ali tarafından kendisine karşı darbe yapılmasın diye tercih
edilmiş bir şey.
metin yönetemez hale gelmesi
ve akabinde cebren Nahda’nın
devre dışı bırakılması, gözetilen açık hedefti. Gerçekten de
devrim sonrası bekleyen bütün
ekonomik sorunların daha da
birikmesi, çözülememesi, hayat
pahalılığı ve işsizliğin artması, geniş toplumsal kesimlerde
Nahda’nın yönetemediği yönünde bir izlenim bırakabiliyor.
Konuştuğumuz birçok kişi Zeynelabidin bin Ali dönemini arar
hale geldiklerini söylüyor. Eskiden her şeyin daha iyi olduğunu ve işlerin giderek daha kötü
hale geldiğini söylüyor. Ancak
bu konuştuklarımızın zaten
eski rejim yanlısı olma ihtimali
de var ve muhtemelen hiç bir
zaman görüşlerini değiştirmemiş olma ihtimalleri de. Aksine
birçok kesimde de muhalefetin
sergilediği uzlaşmaz, fırsatçı ve
inatçı tutum, buna mukabil
Gannuşi’nin sergilediği alabildiğine uzlaşmacı tutum dolayısıyla Nahda karşıtı blok hakkında
kanaatlerin giderek daha fazla
olumsuza döndüğü yönünde
başka bir görüntü de veriyor.
Aslında her şeyi önümüzdeki
ilk seçim açığa çıkaracak.
Bu süreç içinde tıpkı Türkiye’deki darbeci siviller gibi
Tunus’ta da darbeci sivillerin
hayal kırıklığı yaşadığı bir ku-
88
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
rum ordu olmuş. Gerçi Tunus
ordusu zaten asker sayısı itibariyle de çok zayıf olduğundan
bir darbe yapabilme imkânı
neredeyse yok gibi. Bu zayıflık
aslında bizzat diktatör Zeynelabidin bin Ali tarafından kendisine karşı darbe yapılmasın diye
tercih edilmiş bir şey. Ordu,
muhtemelen kendisi darbe
yapamasa da diktatöre karşı
ayaklanmış bir halkın üzerine
kendisine emredildiği gibi ateş
açmayıp, halkın önünü açmak
suretiyle darbesini yapmış oluyordu. Tunus ordusunun darbe
tarzı o yüzden bizzat kendisi
yönetime el koymak suretiyle değil, yönetime el koyacak
halk hareketlerini onaylamak
şeklinde olmuş oluyor.
Peki, bundan sonra ne olacak?
Geçtiğimiz günlerde bir televizyon programına katılan Başbakan Ali El Urayyid hükümetin
istifası için belirlenmiş bir tarih
olmadığını belirtti. Yol haritasının ulusal diyalog ortamından
çıktığını, yani bu diyalog ortamını kendisinin oluşturmadığını vurgulayan Urayyid, bu nedenle ilk yol haritasına bağlı olmadan müzakereler sonucunda
oluşacak yeni yol haritasıyla
ülkenin sağlam bir mutabakata ulaşılabileceğine inandığını
ifade etti.
Başbakan Ali El Urayyid, önümüzdeki
cumhurbaşkanlığı
seçimlerinde aday olmayı düşünmediğini, Nahda Hareketi
yöneticilerinden Eski Başbakan
Hamadi Cibali’nin de bu görevi düşünmediğini ancak fikrini
değiştirir ve adaylığını açıklarsa kendisine destek vereceğini
söyledi.
Arap Baharı sonrasında kuşkusuz Tunus’ta en çok öne çıkan
isim Raşid el Gannuşi. Muhalefetin bütün akıl almaz manevralarına karşı sergilediği sabır
ve metanet, özveri ve tevazu,
siyasetin tabiatına dair derslere
bir model olarak konu olacak
cinsten. Müzakereci demokraside siyasetin taraflarının marjlarının nerelere kadar uzanabileceğine ve bunun hangi motivasyonlarla yapılabileceğine
dair müthiş bir örnek. Raşid el
Gannuşi, başta hakkı ve imkânı
olduğu halde; başkanlığa aday
bile olmamış, kendisinden tamamen farklı birini Marzuki’yi
aday olarak önermek suretiyle
fedakâr bir görünüm sergilemiş,
Partiyi yönetebildiği halde resmen geride durmaya çalışmış
ve bütün müzakerelerde sadece kendisi adına değil, aynı zamanda partisi adına da tavizkar
veya fedakâr davranmış. Bunu,
yeter ki, Tunus’ta uzlaşma olsun, taraflar uzun sürecek bir
beraberliğin hukuki temellerini oluştursunlar diye yapmış.
Buna rağmen onun bütün bu
tevazusu veya fedakârlığı muhalefet tarafından zayıflık olarak algılanmış ve daha fazlası
istenmiş. Ancak el Gannuşi,
tam bir bilge kral düzeyinde, giderek tevazusunun sınırlarına
dayanmış durumda. Şu anda
halk nezdindeki desteğini çok
daha fazla artırmış durumda.
Son süreçte Gannuşi, Nahda
Şura Konseyi’nin ülkeden kriz
için oluşturulan yol haritasına
attığı imzanın karşısında olduğuna yönelik iddiaları reddetti. Gannuşi, Nahda’nın milli
menfaatler söz konusu olduğundan ulusal diyalogun başarıya ulaşması için çalıştığını
ve Şura Konseyi’nden yapılan
açıklama ile yol haritası arasında bir çelişki olmadığının altını
çizdi. Şura Meclisi’nden yapılan açıklamada, hükümetin
yol haritasındaki diğer şartların
gerçekleştirilmesi durumunda
istifa edeceği ifade edilmişti.
Bütün bunlara rağmen Türkiye
ile Tunus arasında ilişkilerin
daha da gelişmesi için büyük
bir toplumsal ve siyasal potansiyel olduğu söylenebilir. Düzenlenen Çalıştay’dan, 2 saat
önce bir arkadaşı vasıtasıyla
haberdar olduğunu söyleyen ve
bu toplantıya daha büyük ve
güçlü bir Tunus için katılmak
zorunda olduğunu düşündüğü
için geldiğini ifade eden eski
Başbakan Hamadi Cabali’nin
konuşması bu durumun iyi bir
göstergesi. Konuşmasında Tunus halkının zor zamanlarında,
sonsuzluk mücadelesi için çabaladığı dönemlerde ve Arap
Devrimlerinde
Türkiye’nin
gösterdiği tavrın kendileri için
çok önemli olduğunu belirten
Cabali, sözlerine, Türkiye’nin
hem Tunus hem de Arap dünyasıyla uluslararası çıkarlar
gözetmeksizin uyguladığı dış
politika sebebiyle sağlam köprüler oluşturduğunu, Tunusluların da bu köprünün devamlı
olmasını istediklerini, Türkiye-Tunus ilişkilerinin Arap
Halklarına umut ışığı olmasını
dilediğini ekledi.
Tunus’tan Bakınca Türkiye
Tunus’ta Türkiye’deki gelişmeler neredeyse tüm toplumsal
kesimler tarafından yakından
takip ediliyor. Tunus’ta bulunduğumuz günlerde Yargıtay’ın
Balyoz darbe planı davasına
ilişkin kararı açıklanmıştı. Az
veya çok Tunus’ta konuştuğumuz herkesin Balyoz ve benzeri
darbe planlarından haberdar
olduklarını görmek oldukça ilginçti. Türkiye’de yaz aylarında
yaşanan şiddet ve tedhiş eylemleri de Tunuslular tarafından
yakından takip edilmiş. Çalıştay devam ederken Tunus’tan
Türkiye’nin nasıl gözüktüğünü
öğrenmek ve Gezi parkı olaylarının nasıl yorumlandığını anlayabilmek için konuştuğumuz
bazı akademisyen ve yazarlar,
Türkiye’deki olayların küresel
bir spekülasyonun parçası
olduğunu düşündüklerini
ifade ettiler. Bir akademisyen, «Türkiye İslam
dünyası ile bağlarını güçlendirip, 10 yıl içerisinde
ekonomik ve siyasi açıdan böyle bir ivme yakalamışken, yaşananlar
küresel karanlık güçlerin
Türkiye’yi ve onun şahsında
İslam dünyasını hedefe yerleştirdiklerinin göstergesi» tespitinde bulunuyor.
Türkiye’nin son on yılda yakaladığı demokratik gelişim
düzeyi Tunus’taki bütün siyasal kesimler tarafından ilgiyle
takip ediliyor. Bu bağlamda,
Türkiye’nin, süreçte sorunlar
bulunsa da Avrupa Birliği ile
sürdürdüğü tam üyelik müzakerelerinin
Tunusluların
önemli sayılabilecek bir bölümü tarafından önemsendiğinin
altını çizelim.
Son olarak, Tunus’ta Türk
dizilerinin de oldukça fazla izleyicisi olduğunu belirtmemiz
gerekiyor. Öyle ki dizilerin
tekrarları bile reytinglerde en
üst basamaklarda yer alırken,
yeni bölümlerinin yayınlandığı akşamlarda sokaklar boşalıyormuş. Kurtlar Vadisi dizisi
Tunus’ta da bir fenomen haline dönüşmüş durumda.
Cabali; Türkiye’nin hem Tunus hem de Arap dünyasıyla
uluslararası çıkarlar gözetmeksizin uyguladığı dış politika
sebebiyle sağlam köprüler oluşturduğunu, Tunusluların da
bu köprünün devamlı olmasını istediklerini, Türkiye-Tunus
ilişkilerinin Arap Halklarına umut ışığı olmasını dilediğini
söyledi.
89
GÜRCİSTAN’DA
SAAKAŞVİLİ DÖNEMİ
SONA ERDİ
Gürcistan’ın Ermenistan’la birlikte Kasım 2013’te
AB Ortaklık Anlaşması’nı imzalaması beklenirken
Eylül 2013’te Ermenistan’ın, Rusya baskılarına daha
fazla dayanamayarak, Gümrük Birliği’ne gireceğini
açıklamasıyla Gürcistan kendisini daha rahat ifade
etme imkânı bulmuştur. Gürcü yetkililer AB Ortaklık
Anlaşması’nı imzalayacaklarını, Ermenistan gibi
davranmalarının mümkün olmadığını dile getirmişlerdir.
Mehmet Fatih ÖZTARSU
Tiflis Ilia Devlet Üniversitesi
G
ürcistan 27 Ekim tarihinde dördüncü cumhurbaşkanını seçmek
için sandığa gitti. On yıllık Mihail Saakaşvili dönemini sona
erdiren seçimler pek çok Sovyet ardılı ülkeye örnek olacak
şekilde gerçekleştirildi.
DIŞ POLiTiKA
2003 yılındaki Gül Devrimi’yle
birlikte demokratikleşme ve
Batılılaşma yolunda önemli
mesafe kat eden Gürcistan’da
son yıllarda yaşanan hayat pahalılığı ve Rusya ile sürdürülen geçimsiz politikalar halkın
Saakaşvili’ye olan yaklaşımlarını olumsuz yönde etkiledi.
Bu zaman diliminde yönetime
alternatif olarak görülen çeşitli
muhalif grupların ortaklığıyla
oluşturulan Gürcü Rüyası Koalisyonu, Ekim 2012’de gerçekleştirilen parlamento seçimlerini kazandı. Başbakanlık
görevine gelen işadamı Bidzina
İvanişvili kısa zamanda Saakaşvili yanlısı siyasetçilerin tasfiye
edilmesini sağlayacak tutuklama ve hapsetme işlemlerini
tamamladı. Ülke siyasetinde
Saakaşvili’ye yakın olan herkes
yeni hükümetin kendi haklarında çıkardığı yolsuzluk davalarıyla meşgulken, İvanişvili
Mihail Saakaşvili
ülkeye yeni bir siyasi anlayışın
hâkim olması gerektiğini belirtiyordu.
27 Ekim tarihinde yapılan
cumhurbaşkanlığı seçimlerine
anayasadaki engelden dolayı
yeniden adaylığını koyamayan Saakaşvili, kendisine en
yakın isimlerden olan Davit
Bakradze’yi seçim sürecine
dâhil etti. Başbakan Bidzina
İvanişvili ise yakın arkadaşı
olarak nitelendirdiği Giorgi
Margvelaşvili’yi Gürcü Rüyası
Koalisyonu’nun adayı olarak
gösterdi. 41 yaşında olmasına
rağmen son derece tecrübeli
bir siyasetçi olan Bakradze, 44
yaşındaki rakibi Giorgi Margvelaşvili karşısında gösterdiği
performansla takdir edilse de,
istediği oy oranına ulaşamadı.
Margvelaşvili seçimleri yüzde
60’dan fazla oy oranıyla kazanırken, Bakradze sadece yüzde
20 civarında seyredebildi. Kamuoyunun son bir yıl içerisinde
tanıdığı ve hatta özel yaşamının
Gürcü toplumuna uyuşmamasından dolayı çeşitli kesimlerin
tepkisi çeken Margvelaşvili’nin
başarısının esas sebebi Gürcü
Rüyası’ndan aday gösterilmesidir.
2008’de yaşanan Rusya-Gürcistan Savaşı’nın büyük bir
hata olduğunu savunan halk,
bu dönemden sonra artan hayat pahalılığı ve komşularla
geçimsiz politikalardan duyduğu rahatsızlığı sandıklara
yansıttı. Ülkeyi inanılmaz bir
hızla modernleştiren ve demokratikleştiren Saakaşvili’nin
bu gayretleri takdir edilse de,
gelinen noktada farklı siyasi
tercihlerin denenmesi gerektiği anlaşılmıştır. Saakaşvili’ye
yakın siyasilerin zaman içinde
yaptığı yolsuzluk, halk üzerinde olumsuz etki oluşturmuş ve
Bidzina İvanişvili’nin bu kişileri
adalet önüne çıkarması Gürcü
Rüyası’nın popülaritesini artırmıştır. Ancak yine de yeni
hükümetin göreve gelişinin her
şeyi değiştirmediğini fark eden
halk zaman zaman düzenlediği
protesto gösterileriyle ülkedeki
gidişatın düzeltilmesi talebini
hükümete iletmiştir.
Hali hazırda yeni seçilen cumhurbaşkanının anayasa yoluyla
yetkilerinin kısıtlanmış olması, ülkede hükümet gücünün
artarak devam edeceğini göstermektedir. Giorgi Margvelaşvili, mevcut hükümetin
91
lemek için henüz erken. Bu
konudaki gelişmelerin sadece
iki ülke ilişkilerini her boyutta
ilerletme ve ülke içi sorunlar
konusunda Moskova’nın da
yardımıyla tedbir alabilme olduğu görülmektedir.
adayı olduğu için her konuda
mutabakat sağlanacağı öngörülmektedir. Başbakan Bidzina
İvanişvili’nin, cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra görevi
başkasına devredeceği tartışmaları ise hükümetin şimdiki
durumu hakkında tahmin edilemez bir durum oluşturmaktadır. Yeni adayın İvanişvili’ye
çok yakın bir isim olacağı
açıklandığından, bu konudaki
öngörüleri
farklılaştırmadan
yeni dönem tahlilleri yapmakta
mahzur yoktur.
Eksen Kayması Tartışmaları
Devam Ediyor
Gürcistan’ın son bir yıldır Rusya ile yakınlaşma siyaseti Batılı
ülkelerin büyük tepkisini çekmiş ve çeşitli restleşmelerin
yaşanmasına sebep olmuştur.
Hatta NATO ile ilişkilerin gerilmesine sebep olan, NATO
yanlısı askeri bürokratların tutuklanması da ülke siyasetinde
çalkalanma meydana getirmiş,
NATO yetkilileri Tiflis’e yapacakları ziyaretleri erteleme kararı almışlardır.1 Ancak bu konuda yanlış değerlendirmelerin
olduğunu belirten Gürcistan
yetkilileri esas meselenin Rusya
92
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
ile ilişkileri normalleştirmek ve
devam eden toprak bütünlüğü
sorununa çözüm bulmak olduğunu açıklamıştır. Rusya’nın
isteksiz ve olumsuz yaklaşımlarını tekrarlamasına rağmen,
Gürcü mallarının Rusya pazarına girişi konusunda her türlü
faaliyette bulunan Gürcistan
makamları aylar sonra istediğini almış, Rusya ile yıllardır
devam eden ambargonun bitmesini sağlamıştır. Abhazya
ve Güney Osetya meselelerinde Rusya ile ortak çözüm çalışmalarına girmeyi bekleyen
Gürcistan, bu konularda acele
etmek yerine, ülke için istikrarı
sağlayacak kararların alınması
yoluna gitmiştir. Örneğin, Rusya üzerinden bu iki bölgeye girenlere uygulanan ağır cezalarda indirime gidilmiş ve zaman
zaman Başbakan İvanişvili bu
bölgelerde yaşayanları kardeş
olarak gördüğünü açıklamıştır.
Gürcistan’da yeni dönemin
Rusya yanlısı olduğunu söy-
Her ne kadar Rusya ilişkileri
konusunda ısrarlı davranışlar sergilense de, Gürcistan’ın
zaman zaman bu ülkeye karşı
sert açıklamalar yaptığı da bilinmektedir. Örneğin, Mart
2013’te Rusya Dışişleri Bakanlığı ABD ve Gürcistan tarafından Vaziani Askeri Üssü’nde
yapılan askeri tatbikatlarından
duyduğu endişeyi dile getirmiştir. Buna karşın Gürcistan
Savunma Bakanı Irakli Alasania, Rusya’nın herhangi bir
yönlendirmesine ihtiyaçlarının
olmadığını çünkü Gürcistan’ın
bağımsız bir ülke olduğunu
açıklamıştır. Nisan 2013’te
Gürcistan Meclis Başkanı ve
Gürcü Rüyası Koalisyonu’nun
önde gelen isimlerinden Davit
Usupaşvili bir televizyon programında, Rusya’nın 2008 savaşında Gürcistan’a yönelik etnik
temizleme operasyonu yaptığını ve bu barbarca hareketin tek
sorumlusunun Vladimir Putin
olduğunu açıklamıştır.2 Takip
eden günlerde, Dışişleri Bakanı
Maya Panjikidze Rusya’ya yönelik tavırlarının değişmediğini
çünkü ülkenin yüzde 20’sinin
işgal altında olduğunu ifade etmiştir. Panjikidze, Moskova’yla
yürütülen diyalog çalışmaları-
nın ilişkilerin insani ve ticari
boyutlarıyla ilgili olduğunu ifade etmiştir. Başbakan Bidzina
İvanişvili’nin eleştirileri ise Haziran 2013’te Batum’da ABD,
NATO ve İngiltere temsilcilerinin katıldığı bir konferansta geldi. Her türlü iyi niyete
rağmen Rusya’nın Gürcistan’a
yardımcı olmadığını belirten
İvanişvili, Rusya’nın olumsuz
tutumuna rağmen pragmatik
yaklaşımları devam ettireceklerini dile getirdi.
Rusya ile yakınlaşma sürecinde NATO ile artan diyalog ve
Avrupa Birliği’ne gönderilen
iyi niyet mesajları yeni yönetimin denge politikası hakkında
olumlu düşünceler oluşturmuştur. Gürcistan’ın Ermenistan’la
birlikte Kasım 2013’te AB Ortaklık Anlaşması’nı imzalaması beklenirken Eylül 2013’te
Ermenistan’ın, Rusya baskılarına daha fazla dayanamayarak,
Gümrük Birliği’ne gireceğini
açıklamasıyla Gürcistan kendisini daha rahat ifade etme
imkânı bulmuştur. Gürcü yetkililer AB Ortaklık Anlaşması’nı
imzalayacaklarını, Ermenistan
gibi davranmalarının mümkün
olmadığını dile getirmişlerdir.
ne kadar süreceği bilinemez.
Ancak bölgede önemli hamlelerde bulunarak Ermenistan,
Ukrayna ve Azerbaycan üzerinde büyük etki kurmaya çalışan
Rusya’nın Gürcistan içerisinde
destekçi bulması da önemli bir
konudur. Özellikle son dönemlerde kilisenin Moskova’yla
yakın teması ve mevcut hükümet sayesinde ülke içinde
yükselen etkisi tartışılmalıdır.
Kilisenin bu durumu ülke içinde söz sahibi olmanın yolunu
açmakta ve muhafazakârlığın
da yükselmesini sağlamaktadır.
Bu durumda, onlarca farklı etnik ve dini unsura sahip olan
Gürcistan’da iç karışıklıkların
artması muhtemeldir. Bu da,
hali hazırda toprak bütünlüğü
tehlikede olan Gürcistan’ın
siyasi istikrarsızlığa girmesine
sebep olabilir.
Gürcü analist Aleksander
Gvarjaladze, yeni hükümet ve
cumhurbaşkanının
farklılık
oluşturmak adına, tecrübesiz
biçimde hareket ettiğini ve
bu yüzden orta vadede çeşitli
sorunların meydana gelebileceğini belirtmekte. Türkiye ile
ilişkiler konusunda da eskisine
nazaran daha resmi yaklaşımların sergilenmesinin muhtemel
olduğunu belirten Gvarjaladze, Saakaşvili mirasının uygun
şekilde değerlendirilmesi gerektiğini vurguluyor. Kısacası,
Saakaşvili’nin on yıl boyunca
devam ettirdiği siyasi geleneğin
tamamen kenara atılması ve
mevcut hükümette o dönemden itibaren tecrübe kazanmış
isimlere itibar edilmemesi büyük çözülmelere yol açabilir.
Bu durum, Gürcistan’la birlikte bölge ülkelerinin istikrarına da olumsuz etki gösterir.
Şu ana dar Rusya ve Batı arasında git-gel yaşayan ve attığı
her adımda yanlış anlaşılan
Gürcistan’ın yeni yöneticilerinin daha bilinçli olması ve Gül
Devrimi’nin
kazanımlarıyla
yollarına devam etmeleri gerekmektedir.
Kafkasya’nın önemli konumunda bulunan ve doğu ile
batı arasında her türlü menfaat
temelli ilişkilerin sürdürülmesinden yana olan Gürcistan’ın
Rusya ile müzakere sürecinin
Dipnot
Saakaşvili dönemini sona erdiren seçimler pek çok Sovyet
ardılı ülkeye örnek olacak şekilde gerçekleştirildi.
1
Trend, http://en.trend.az/regions/scaucasus/georgia/2085909.html, Erişim: 27.10.2013.
2
Interpressnews, http://www.interpressnews.ge/en/politicss/46539-davit-usupashvili--vladimir-putin-isresponsible-for-2008-ethnic-cleansing.html?ar=A, Erişim: 28.10.2013
93
BORÇ
TAVANI
TARTIŞMALARI
VE
ABD
EKONOMİSİNE
ETKİLERİ
Dr. Tolga DAĞLAROĞLU
EKONOMi
Araştırma Görevlisi
ABD Kongresi, Hazine Bakanlığı tarafından ilan edilen
sürenin dolmasına saatler kala, 16 gündür süren kamu
hizmetlerinin durdurulması haline son verecek ve
kasım ayında ABD Hazinesinin temerrüde düşmesini
engelleyecek olan borç tavanının yükseltilmesine imkân
tanıyan yasayı onaylamıştır.
1
Ekim 2013 tarihinde,
Amerika Birleşik Devletlerinde Clinton döneminden
tam 17 yıl sonra, 2014 bütçesine ilişkin tasarının mecliste
onaylanmaması üzerine bazı
kamu hizmetlerinin sona ermesi ve kamu sektöründe çalışan
personele ücretsiz izin verilmesi, kısaca kamu hizmetlerinin
kapatılması (shutdown) adı
verilen sürecin yaşanmasına
neden olmuştur. Aslında kamu
hizmetlerinin durdurulması süreci çok yeni bir süreç değildir.
Bu süreç, ilk defa 2011 yılında
ABD’de “2011 yılına ilişkin
Bütçe Kontrol Yasası” ile zirveye çıkan politik tartışmaların
bugün ulaştığı noktayı göstermektedir.
2011 yılında hükümet tarafında kamu harcamalarını frenlemek amacıyla çıkarılan yasa
aslında bugün yaşanan bu süreci hazırlayan tasarı oldu. Bu tasarının mart ayında yürürlüğe
girmesiyle birlikte planlandığı
gibi merkezi federal hükümetin
bütçe açığı azalmıştır. Fakat bu
tasarının uygulanmasına rağmen eylül ayında Kongrenin
Bütçe Ofisi (Congressional
Budget Office, kısaca Bütçe
Ofisi) tarafında hazırlanan rapor federal hükümetin izlemiş
olduğu maliye politikasının
aslında uzun dönemde sürdürülemez olduğunun altını çizmektedir.1 Raporda, mart ayı
başından itibaren federal hükümetin harcamalarında geniş
çaplı kısıntılara gidilmesine
rağmen uzun dönemde federal
hükümetin izlemiş olduğu maliye politikasının sürdürülemez
olduğunu belirtilmektedir. Burada temel sorun; önümüzdeki
dönemlerde federal hükümetin
operasyonel bütçe açığını azaltmaya yönelik, kamu harcamalarının artış hızını kamu gelirlerinin artış hızına yaklaştıracak
ve otomatik olarak harcamaları
azaltacak önlemlerin (budget
sequestration) devreye girmesine/uygulanmasına rağmen,
uzun dönemde kamu harcamalarında hızlı bir artış yaşanacak
olmasıdır.
Bütçe Ofisi’nin uzun dönemli federal harcamaların artış
hızına ilişkin projeksiyonu,
2013 mali yılı için yüzde 20.8
olan kamu harcamalarının
GSYİH’ya oranının, 2088’de
yüzde 38.7’e yükseleceğidir. Bu
tahminlerin arkasında, Bütçe
Ofisi’nin federal bütçeye ilişkin harcamalarda kısıntıların
devam edeceği ve ekonomik
büyümenin güçlü bir seyir izleyeceği gibi aşırı iyimser varsayımlar bulunmaktadır. 1973 yı-
lından günümüze federal hükümet harcamalarının GSYİH’ya
oranının ortalama yüzde 21
civarında gerçekleştiği düşünüldüğünde, Bütçe Ofisi’nin
bu aşırı iyimser varsayımlarına rağmen, 2088’de ulaşılması öngörülen seviye II. Dünya
Savaşından beri görülmemiş ve
sürdürülemez düzeye işaret etmektedir.
Parlamento ve Senato arasında bütçe üzerinde çıkan temel uzlaşmazlık, Bütçe Ofisi
tarafından vurgulanan Sosyal
Güvenlik ve sağlık harcamaları gibi uzun dönemli, hızlı bir
biçimde kapsamı genişleyen
ve artan harcamalara önlem
alınmamasıdır. Özellikle, 23
Mart 2010 tarihinde Obama
tarafından imzalanan bireylerin
uygun koşullarda sağlık hizmeti almasının önünü açan yasa
(Affordable Care Act, ACA)
önemli rol oynamıştır. Bu yasa
özetle sağlık sigortasının kalitesini artırmaya ve maliyetini
düşürmeye yönelik bir yasadır.
Bu yasa ile sigortasızlarının sayısının azaltılması kısaca sağlık
sigortasının kapsama alanının
genişletilmesi amaçlanmıştır.
Bu yasaya karşı çıkan taraflar,
yasanın sağlık harcamalarının
kapsamını genişlettiğini ve
aynı zamanda federal hüküme-
95
tin sağlık harcamalarının maliyetinin
artmasına
neden
olacağını savunmaktadır.
nin koptuğu gözlenmekte ve gelir
artışının istihdam
artış hızının üzerinde gerçekleştiği
görülmektedir. Bunda etkili olan temel faktör ocak ayında yürürlüğe
giren vergi artışlarıdır.
Bütçe Ofisi’ne göre en
önemli sorun, federal hükümetin sosyal güvenlik, faiz
ve sağlık için yapmış olduğu
harcamaları makul düzeylerde
tutabilmesidir. Ancak, Federal hükümetin harcamalarının
GSYİH’ya oranı diğer faiz dışı
harcamalarda azalış göstermesine rağmen, Sosyal Güvenlik
harcamaları nedeniyle artmaya
devam etmesi önemli bir sorunun varlığını işaret etmektedir.
2013 mali yılı itibariyle federal
hükümetin bütçesinde en büyük payı Sosyal Güvenlik harcamalarının alması da bu sorunun varlığını kanıtlamaktadır.
olarak adlandırılan neslin önümüzdeki senelerde emeklilik
yaşına gelecek olması yapılacak ödemelerin artış oranının
ekonomik büyümeden büyük
olacağı anlamına gelmektedir.
Bütçe Ofisi mevcut yasa ile
2023 yılında 76 milyon kişinin
emekli aylığı almaya hak kazanacağını tahmin etmektedir.
Bu durum 2038 yılında 101
milyon kişinin bu haktan yararlanma olanağına sahip olacağını göstermektedir.
Bu durum aynı zamanda harcamaların artış hızının gelirlerin
artış hızından çok daha büyük
olduğunu ortaya koymaktadır.
Federal hükümet 57 milyondan fazla Amerikan vatandaşı için yaklaşık 2013 mali yılı
içerisinde 809 milyar dolarlık
harcama yapılacağını tahmin
etmektedir. Bu tutar her yıl
için yaklaşık olarak federal hükümet harcamalarının yüzde
25’lik kısmını oluşturduğu gibi
bu oranın önümüzdeki yıllarda
daha da fazla artması beklenmektedir. Çünkü “baby boom”
Bütçe Ofisi, yasanın bu şekilde
uygulanmaya devam etmesi halinde, Sosyal Güvenlik harcamalarının 2013 yılında GSYİH’ya
olan oranın yüzde 4.9’dan 2038
yılında yüzde 6.2’ye yükseleceğini tahmin etmektedir. Ayrıca,
kamu gelirlerine ilişkin tahminlerin, geçtiğimiz kırk yıllık sürecin ortalaması olan GSYİH’nın
yüzde 17.4’üne tekabül ettiği görülmektedir. Burada en
önemli konu federal hükümetin
kamu gelirleri ile istihdam artışı
arasındaki kuvvetli korelasyondur. Fakat son yıllarda bu ilişki-
Parlamento ve Senato arasında bütçe üzerinde çıkan temel
uzlaşmazlık, Bütçe Ofisi tarafından vurgulanan Sosyal
Güvenlik ve sağlık harcamaları gibi uzun dönemli, hızlı bir
biçimde kapsamı genişleyen ve artan harcamalara önlem
alınmamasıdır.
96
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
Bütçe Ofisinin gelire ilişkin
varsayımları, Amerikalı vergi
mükelleflerinin yaşadığı ekonomik krizin olumsuz etkilerini
ortadan kaldırmayı ve ekonomik büyümeyi desteklemeyi
amaçlayan, 2012 yılında çıkarılan belirli bir süre için istisna
ve muafiyetlerin kapsamını genişleten mevcut yasaya dayanmaktadır.
Bütçe Ofisi, 2038 yılına kadar
mevcut vergi yasasında önemli bir değişiklik yapılmayacağı
varsayımından hareketle, hane
halkının elde etmiş olduğu ilave her bir doların vergiye giden
kısmının (marjinal vergi oranı)
artacağını ortaya koymaktadır.
Nobel ödüllü iktisatçı Edward
Prescott bu durumun ekonomik büyüme açısından olumsuzluğuna dikkat çekmektedir.
Mevcut vergi yasası ile Amerikan vatandaşları elde etmiş
oldukları gelirin önemli bir kısmını vergi olarak devlete ödeyeceklerdir. Vergi oranlarının
yükselmesi, Prescott’un da dikkat çektiği gibi, marjinal bireylerin çalışma isteklerini düşürecek, çalışma isteğinin azalması
da ekonomik büyümeyi olumsuz etkileyecektir.
2013 Eylül ayında Bütçe Ofisi
uzun vadeli gelir projeksiyonlarına göre, ekonomik büyümenin
güçlü seyrini korumasıyla bir-
likte vergi gelirlerinin de güçlü
seyredeceğini öngörmektedir.
Bu durum, mevcut vergi yasasında bir değişiklik yapılmadığı
takdirde, yüksek marjinal vergi
oranı nedeniyle, servetin özel
sektörden kamu kesimine transfer edilme tehlikesine dikkat
çekmektedir. Bütçe Ofisi eylül
ayında yapmış olduğu değerlendirmede işgücü ve sermaye
üzerindeki yüksek marjinal vergi oranlarının ekonomik birimlerin başta çalışma ve tasarruf
kararlarını olumsuz etkileyeceği,
bu durumunda bir bütün olarak
ekonomik büyümeyi azaltacağını vurgulamıştır.
Dolaysıyla bu süreçte Parlamento ve Senato arasında
kamu harcamalarının finansmanına ilişkin bir uzlaşmazlık
söz konusu değildir. Her iki
taraf da Bütçe Ofisinin gelir ve
harcama projeksiyonları esas
alındığında 2010 yılında Obama yönetimi tarafından yürürlüğe sokulan yasanın bu haliyle
reforma ihtiyacı olduğunu dile
getirmektedir. Çünkü Bütçe
Ofisinin tespitlerine göre sağlık
harcamaları, 1985 yılından beri
ortalama olarak, kişi başına
milli gelire oranı olan yüzde 1.5
ideal seviyesinin çok üzerinde
gerçekleşmiştir. Bütçe Ofisine
göre bu artış hızı sürdürülebilir
değildir. Aynı zamanda mevcut
düzenlemeyle sağlık hizmetlerinin sunumunda maliyeti
arttıran bu yasa ile ekonomik
birimler mal ve hizmet alımlarında mevcut düzeyi koruyabilmek için sağlık harcamalarını
azaltacaktır. Sağlık sigortasının
kapsam alanının genişletilmesi ve sigortasız insan sayısının
azaltılmasını amaçlayan ve
Bütçe Ofisi’ne göre en önemli sorun, federal hükümetin
sosyal güvenlik, faiz ve sağlık için yapmış olduğu harcamaları
makul düzeylerde tutabilmesidir.
2014’de yürürlüğe girecek bu
yasa ile daha fazla insan kamu
tarafından sunulan sağlık hizmetlerinden yararlanmak isteyecektir. Buna ek olarak “baby
boom” neslinin önümüzdeki on
yıl boyunca üçte birinin sağlık
hizmetlerinden yararlanacağı
tahmin edilmektedir. Böylece,
bu programların federal hükümetin son kırk yıllık süreçte
ortalama GSYİH’na oranı olan
yüzde 7’den, 2038’de iki kat artarak yüzde 14’e yükselecektir.
Kısacası bu durum, federal hükümetin diğer harcama programlarını dışlayacak merkez
hükümetin harcamalarının ve
faiz ödemelerinin artmasına neden olacaktır. Bu da ABD’nin
borçlanma ihtiyacının artmasına ve faiz oranlarının yükselmesine neden olacaktır.
Bu noktada Bütçe Ofisinin bir
diğer iyimser varsayımı
karşımıza çıkmakta, faiz
oranlarının gelmiş olduğu
tarihi düşük seviyeleri gelecek yıllarda koruyacağı
öngörülmektedir. Fakat
2014’de yürürlüğe girecek mevcut yasa ile borçlanma ihtiyacındaki artış
faiz oranlarının ve net
faiz ödemelerinin önemli
ölçüde artmasına neden
olacaktır. Yapılan tahminlere göre, 2088 tarihine
kadar net faiz ödemelerinin GSYİH’ya oranı 40 yıllık ortalaması olan yüzde
2’nin çok üzerinde olacak,
yüzde 11 olarak gerçekleşecektir. Bu durum ABD gibi terörist
saldırı, doğal afet ve savaş gibi
beklenmeyen şoklara açık bir
ekonomi için borcun sürdürülebilirliğine ilişkin kuşkuların
artmasına neden olarak, borç
krizi yaşanma olasılığını arttıracaktır.
Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız gibi her iki taraf da 2014
yılında yürürlüğe girecek düzenlemenin gerekliliğine vurgu yapmasına karşılık, bu yasa
sebebiyle karşılaşılacak sorunların nasıl çözüleceğine ilişkin
uzlaşı noktasının çok uzağında
yer almaktadırlar.
Görüldüğü gibi, yaşanan mali
tartışmaların temelinde aslında kökleri 2011 yılına dayanan
Bütçe Kontrol Yasası yatmaktadır. Gelinen noktada 16 gün
süren belirli kamu hizmetleri-
97
Yasanın onaylanmasını sağlayan anlaşma dört kısımdan
oluşmaktadır. İlki, federal hükümetin sunmuş olduğu kamu
hizmetlerinin durdurulması haline son verilmesi ve 15 Ocak
2014 tarihine kadar bir önceki senenin seviyesi olan 986.3
milyar ABD doları seviyesinde
bu hizmetlerin karşılanmasıdır. Üzerinde anlaşılan ikinci
konu ise, 7 Şubat 2014 tarihine
kadar borçlanma tavanına ilişkin limitlerin askıya alınması
ve Hazine Sekreterine ekstra
önlemler alabilme imkânı sağlanmasıdır. Üçüncü uzlaşılan
konu ise, kamu hizmetlerinin
durdurulduğu 16 gün boyunca
ücretsiz izne çıkarılan kamu
görevlilerine bu günlere ilişkin
ödeme yapılmasıdır. Sonuncu
konu ise, Parlamento ve Senato 2014 mali yılının geri kalan
dönemi için mevcut konular
üzerinde çalışma yapmak üze-
Şekil 1: 4 Hafta Vadeli ABD Hazine Bonosu Faizi (yüzde)
Şekil 2: 5Y Kredi İflas Takası (haftalık, yüzde değişim)
Kaynak: Thomson Reuters
98
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
re temsilci seçeceklerdir. Bu
temsilcilerin gerçekleştireceği
ortak konferanslar ile uzun dönemde yukarıda değindiğimiz
sorunların çözümüne ilişkin çalışmalar yapılacaktır. Taraflar
arasındaki bu anlaşma, gelecek
dönemde yaşanması muhtemel
olan bütçe ve borç tavanına
ilişkin krizlerin çözümünde
köprü görevi görmesi açısından
önemlidir.
Bu dönemde yaşanan politik
belirsizliğin piyasalara ve ekonomik görünüme ilişkin etkilerine baktığımızda, 4 hafta vadeli
ABD Hazine bonosu faizlerinde
ve risk primlerinde keskin bir
yükselişin olduğu görülmektedir
(Şekil 1 ve Şekil 2).
Piyasalar, kamu hizmetlerinin
durdurulması sürecinin 3 haftadan daha uzun sürmesi durumunda, 2013 yılının son çeyreğinde ekonomik büyümeyi
yüzde 0 ila yüzde 0.5 arasında
olumsuz etkileyeceğini tahmin
etmekteydi. Bu durumun ekonomik büyüme üzerindeki etkisi, en son 1995-1996 yıllarında
yaşanan kamu hizmetlerinin
durdurulması haliyle aynı olacaktır.
Kredi derecelendirme kuruluşlarında Fitch ise, ABD’nin
‘AAA’ olan kredi notunda
herhangi bir değişiklik olmadığını, fakat uzun dönemde bütçeye ilişkin sorunların
Washinton’da devam eden
politik belirsizliği artıracağını
vurgulamıştır. Ayrıca kuruluş,
borç tavanının aşılmasının artan borçlanma ihtiyacına bağlı
borçlanma maliyetlerinde meydana getireceği artışa dikkat
çekerek, not düşürümü riskine
karşı ABD’yi negatif izlemeye
almıştır.
ÇİN EKONOMİSİ BÜYÜME
ORANI YAVAŞLAMA
SÜRECİNDEN VAZGEÇTİ
Behiç Safa BÖĞÜRCÜ
SDE Asistanı
S
tratejik Düşünce Dergisi Eylül 2013 sayısında yer alan yazımızda “Çin ekonomisi büyüme oranı yavaşlama sürecinde kararlı mı?” sorusuna cevap aramıştık, Çünkü Markit ve HSBC
tarafından üretilen PMI endeksi 2013 yılı başından itibaren hep
50’nin altında seyrederek gerek bizde gerekse dünyanın ileri gelen
kuruluşlarında böyle bir kararlılık beklentisi uyandırmıştı. Mesela
CNBC, Nomura, Barclays ve HSBC gibi önemli kuruluşlar hemen,
Çin’in büyümesi hakkında olumsuz senaryolar yazmışlar ve dünya
ekonomisi ile ilgili olarak endişelere yer vermişlerdi. Bu senaryoları
ve endişeleri Eylül ayı sayımızda derinlemesine aktarmıştık ancak
şimdi hemen tekrarlamakta fayda olacak nokta endişelerin Çin ekonomisinin petrol, çinko, bakır, metal gibi emtia piyasaları üzerindeki büyük etkisinin doğal sonucu olarak ortaya çıkmasıdır. Dünya
ekonomisini bu piyasalar üzerinden en çok etkileyen ülkelerden biri
olan Çin’in bu bağlamda çok dikkatli takip edilen ekonomiler arasında yer alması çok doğaldır. Eğer bu piyasalar Çin kaynaklı olarak
olumsuz yönde etkilenecek olurlarsa neticede dünya üzerindeki pek
çok ülke de bu olumsuzluktan payını alacaktır ve sorun küresel bir
sorun halini alacaktır. Hatta böyle bir sorunun üzerine son dönemde ABD’de gündeme gelen gelişmeler de eklenecek olursa iş iyice
çığırından çıkacak bir hal alabilir.
Bu yeni sayımızda Çin büyümesi analizi üzerinde devam etmek istememizin temel sebebi, Eylül sayısındaki yazımızı takiben gerçekleşen gelişmelerin bizde “Çin ekonomisi büyüme oranı yavaşlama
sürecinden vazgeçti” algısını uyandırmış olmasıdır. Ağustos ve Eylül ayları için yeni PMI endeksleri Şekil 1’de de görülebileceği gibi
sırasıyla 50,1 ve 51,2’lik seviyelerinde açıklanmıştır. Hatırlanacağı
gibi bu endeks için kritik değer 50’dir. Bir ülke için endeksin 50’den
yüksek olması olumlu olarak değerlendirilirken altında olması ise
EKONOMi
nin durdurulması süreci başlamış oldu. Bu sürece son veren
gelişme ise, ABD Hazinesinin
17 Ekim’de borç tavanına ilişkin sorunun çözülmemesi halinde yükümlülüklerini yerine
getiremeyeceğini açıklamasıdır. ABD Kongresi, Hazine Bakanlığı tarafından ilan edilen
sürenin dolmasına saatler kala,
16 gündür süren kamu hizmetlerinin durdurulması haline son
verecek ve kasım ayında ABD
Hazinesinin temerrüde düşmesini engelleyecek olan borç tavanının yükseltilmesine imkân
tanıyan yasayı onaylamıştır.
99
Şekil 1: PMI Endeksi ve GSYIH Değişim Oranı
Kaynak: Markit
olumsuz olarak değerlendirilmektedir. Çin’i yeniden kritik
değer olan 50’nin üzerine çıkartan Ağustos ve Eylül ayları PMI
endeksleri ayrıca son 6 ayın en
yüksek seviyeleri olarak da karşımıza çıkmaktadırlar. Bu seviyeler tabii ki hala daha geçmişte 58’lere yakın olan Çin için
mutluluk verici seviyelerden
çok uzak olsa da oluşmuş olan
olumsuz havayı ortadan kaldırması açısından çok önemlidir.
Yukarı Yönde Revizyonlar
Olumsuz havanın ortadan
kalkmasının yansımaları kuruluşların Çin ile ilgili büyüme tahminlerini hemen yukarı
yönde revize etmeleri olarak
görülmektedir. Şekil 2’de de
görülebileceği gibi Deutche
Bank Çin için daha önce yüzde
7,7 olan 3. çeyrek büyüme tahminini yüzde 7,9 olarak revize
ederken China International
Corporation (CCIC) bu revizyonu yüzde 7,6’dan yüzde 7,8’e
yükselterek gerçekleştirmiştir.
CCIC 2013 yılının tamamı için
ise büyüme tahminini yüzde
100
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
7,5’ten yüzde 7,6’ya yükseltilerek revize etmiştir.
HSBC ekonomisti Qu Hongbin, PMI endeksindeki bu artışı
iç ve dış talebin eş zamanlı olarak toparlanmasına bağlamıştır.
Çin yönetiminin iç tüketimi artırma yönündeki girişimleri dikkate alındığında Qu Hongbin’in
iç talebin toparlanması bağlantısı makul olarak düşünülebilir.
Nitekim perakende satışlarda
geçen ay yüzde 13,4’lük bir artış gözlenmiştir. Diğer taraftan
dış talep toparlanması da Çin
gümrük idaresi tarafından yapılan ihracatın ağustos ayında
bir önceki seneye kıyasla yüzde
7,2, ithalatın ise yüzde 7 seviyesinde arttığı yönündeki açıklaması tarafından desteklenmektedir. Ancak Çin ticaretinde
önemli rol oynayan Avrupa
Bölgesi için imalat PMI endeksi 51,5’den 51,1’e gerileyerek
Avrupa resesyondan çıkıyor
beklentilerini ve beraberinde
Çin dış talebinin artacağı yönündeki beklentileri bir parça
gölgelemiştir.
Sanayi üretiminin Ağustos ayı
içerisinde beklentilerin üzerinde artması, perakende satışlardaki artış, ihracat taleplerindeki iyileşme, imalat sektörünün
gelişme sinyalleri vermesi, PMI
endeksindeki olumlu yükseliş
gibi faktörler “Çin ekonomisinin büyüme oranı yavaşlama
sürecinden vazgeçti” sinyalini
vermektedir. Bu durum da Çin
ekonomisinin moral bulmasını
sağlamaktadır. Nitekim ülke
içinde yapılan anketler 4. çeyrek büyümesinin yukarı yönlü
değişebileceği beklentisini göstermektedir. Ağustos ve Eylül
ayları içinde yaşanmış olan bu
yeni gelişmeler Çin’in hedefi
olan yüzde 7,5 büyüme oranını
gerçekleşebileceği beklentisini
kuvvetlendirmektedir.
Şekil 2: Çin 3. Çeyrek Büyüme Tahminleri
Türkiye Açısından
Değerlendirme
Elbette ki küresel manada güçlü ve krizsiz bir ekonominin olması tüm dünya ülkelerini nasıl olumlu yönde etkileyecekse
Türkiye’yi de olumlu yönde
etkileyecektir. Bu bağlamda
düşününce Çin’in büyümesini
sürdürmesi ve emtia piyasaları
üzerinden dünya ekonomisini
olumsuz yönde etkilememesi
istenen bir durum olarak değerlendirilebilir. Zaten hali hazırda
Avrupa krizinin etkileri halen
sürerken ve bunun üzerine
ABD kaynaklı ekonomik karmaşa yaşanırken bir de Çin’den
gelecek olumsuz bir etki küresel ekonomiyi altüst edecek bir
pozisyon yaratabilir. Dünya ile
entegrasyonu yüksek bir ülke
olan Türkiye için ise bu durum
sıkıntı doğurabilir.
Yukarıda belirtilen etki Türkiye
için özel değil ancak genel bir
sebep sonuç ilişkisinin neticesidir. Dünya ile entegrasyonu
yüksek olan herhangi bir ülke
de benzer bir olumsuz sonuçla
karşı karşıya kalabilir. Ne var
ki, Çin’in büyümesinin Türkiye
açısından daha özel bir etkisi
bulunmaktadır. Türkiye uzun
süredir Hazar bölgesinin doğal
gazını Avrupa’ya transfer eden
bir enerji koridoru olabilme
yolunda çaba sarf etmektedir.
Bu bağlamda özellikle Rusya
ile yoğun politik çekişmeler
sürmektedir. Rusya hali hazırda kendi elinde bulunan bu
tekeli paylaşmak niyetinde değildir. Avrupa’nın kendi enerji
güvenliği açısından kaynaklarını çeşitlendirmesi bu konuda
Türkiye’yi desteklemesini gerektirmektedir ancak kıtanın
içinde bulunduğu ekonomik
kriz konuyu öncelikli konular
arasından çıkartmıştır.
Bu noktada soru Türkiye’nin
doğu ile batı arasında enerji koridoru olmak istemesiyle Çin’in
büyümesi arasında nasıl bir ilişki olabileceği yönünde olabilir.
Doğal gazın dünya ispatlanmış
rezervlerinin yüzde 15’ine İran,
yüzde 0,8’ine Azerbaycan, yüzde 1,6’sına Türkmenistan ve
yüzde 1,7’sine Kazakistan sahiptir. Bu ülkelerin tamamı coğrafi
olarak Türkiye’ye yakındır ve
bu ülkelerdeki doğal gazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya nakledilmesi son derece mantıklı
bir fikirdir. Ne var ki, bu ülkeler
için Avrupa’nın haricinde diğer
önemli bir pazar da Çin’dir.
Çin bu şekilde büyümesini sürdürdükçe ve doğal gaz ihtiyacı
hızla arttıkça bu ülkeler için ellerindeki doğal gazın Avrupa’ya
aktarımı ikincil öneme, Çin’e
aktarımı ise birincil öneme
geçebilir. Böyle bir durum ise
Türkiye’nin enerji koridoru
olma arzusunu baltalayacaktır.
Aslında Hazar bölgesi ülkelerinin enerji güvenliği ve pazar
çeşitliliği açısından her iki bölgeye de eşit ağırlığı vermeleri
mantıklı görünse de eldeki rezervlerin her iki bölge ihtiyaçlarını tam olarak karşılayıp karşılamayacağı bir sorudur. Borular
döşenmeden önce incelenmesi
gereken önemli teknik bir konu
da maliyet açısından bu borulardan geçebilecek yeterli doğal
gazın bulunup bulunmadığıdır.
Son Söz
Ağustos ve eylül ayı PMI endeksi verileri Çin ekonomisinin büyüme oranının yavaş-
lama sürecinden vazgeçtiğini
göstermektedir. Bunun emtia
piyasaları üzerinden küresel
ekonomiyi olumlu yönde etkileyeceği kesindir. Avrupa krizi
devam ederken ve ABD kaynaklı karmaşalar yaşanırken
bu olumlu etki moral düzelten
bir faktördür. Doğal olarak istikrarlı bir küresel ekonomi
bütün dünya ülkeleri için olduğu gibi Türkiye için de krizli
bir küresel ekonomiye tercih
edilecek bir durumdur. Ne var
ki, Türkiye’nin doğu ile batı
arasında enerji koridoru olması
hedefleri doğrultusunda politikalarını geliştirirken Çin’in
büyüme oranını yakinen takip
etmesi gerekmektedir. Büyüyen
ekonomisi ile Çin’in doğal gaz
ihtiyacı da artacaktır ve bu durum Hazar bölgesi ülkeleri için
Çin’i zaten kriz halinde olan
Avrupa’ya göre çok daha cazip bir pazar haline getirebilir.
Böyle bir durumda Avrupa için
hali hazırda Rusya üzerinden
var olan boru hatları ile yetinip
bölgenin geri kalan doğal gazını
Çin’e aktarmayı tercih edebilir.
Bu durum ise Türkiye’nin enerji koridoru olma hedeflerinin
başarısızlıkla sonuçlanmasına
sebep olabilir. Böyle bir ihtimale karşı tedbir olarak Türkiye
güneyinde bulunan ve dünya
ispatlanmış doğal gaz rezervlerinin yüzde 14,3’üne sahip Katar,
yüzde 3,8’ine sahip Suudi Arabistan ve toplamları yüzde 7,3’e
karşı gelen BAE., Irak, Suriye,
Kuveyt, Bahreyn, Umman ve
Yemen alternatiflerini de çok
iyi değerlendirmelidir. Bu değerlendirme Türkiye’nin enerji
güvenliği açısından son derece
önemlidir.
101
YAKIN GEÇMİŞTEN
ARAP BAHARINA VE GÜNÜMÜZE
İSLAM DÜNYASI
Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ
SDE Uzmanı
Dışarıya karşı gerekli mücadeleyi veremeyen, içeride
izlediği politikalarda başarısız olanlar; açlığın, fakirliğin,
işsizliğin, çarpık kentleşmenin, gelir dağılımındaki
adaletsizliğin, yolsuzluk ve sahtekârlıkların önüne
geçemeyenler, koltuklarını korumak için “iç düşman”
üreterek kendi halklarını karşılarına almışlar, toplum
üzerindeki baskıyı gittikçe arttırmışlardır. Bu durum
totaliter rejimlere ve krallara karşı halk nezdinde gittikçe
artan bir nefret ve öfke birikmesine neden olmuştur.
GENEL
B
atı kolonyalizminin damgasını vurduğu geçmiş
yüzyıl, Batı’dan ithal edilen siyasal, ideolojik ve kültürel kimliklerin Arap ve İslam
dünyasına dayatıldığı kaoslu
bir dönem olmuştur. Bu dönemde Arap ve İslam dünyası,
Batı politikalarının maşası haline gelen kendi elitleri, asker
ve yöneticileri tarafından sömürgeleştirilmeye maruz bırakılmıştır. Osmanlı Devleti’nin
yıkılması ve Halifeliğin kaldırılması, İslam dünyasındaki ümmet ruhunu ve kültür birliğini
destekleyen dini ve siyasi yapının ortadan kalması anlamına
gelmiştir. Aydınlanma değerlerinin ve Modernitenin etkisi
altında kalan, kendilerine özgü
medeniyet tasavvurunu yitiren
elitler, askeri ve siyasi liderler,
düşünce, ideal ve icraatlarında
milliyetçiliği (ulusçuluğu) ve
laisizmi referans almaya çalışmışlar, içerisinden geldikleri
halkın değerlerine ters düşmüşler ve gittikçe toplumlarına
yabancılaşmışlardır. Bu sömürgeleştirme ve bağımlı hale getirme politikalarına karşı değişik isimler ve ideolojiler altında
birtakım tepkisel hareketler
ortaya çıkmış, bu hareketler
Arap ve İslam dünyasındaki
saltanat sahiplerini dış güçlerin
maşası olarak değerlendirirken,
gelişim, özgürlükler ve refahın
önünde engel olarak gördükleri monarşik rejimleri ortadan
kaldırmayı veya kontrol etmeyi
hedeflemişlerdir.1
1900’lü yılların başlarından
itibaren Batı sömürgeciliğine
karşı bağımsızlık için yola çıkan hareketler, referanslarını İslamiyet’ten almak yerine
ulusçuluk ve laisizmden alarak
bir şekilde kısır bir döngünün
içerisine girmişlerdir.2 Böyle bir
fikrî, kültürel ve siyasî zeminde
iktidara gelenlerin kendileri de
bir müddet sonra Batılı hale
gelirken, geriliğe, fakirliğe, işsizliğe, yolsuzluklara karşı ciddi
projeler ortaya koyamamışlar,
toplum problemlerinin çözümü noktasında başarısızlığa
uğramışlardır. Batılı değerlerin
tepeden inmeci jakoben bir
üslupla topluma dayatılmak
istenmesi, monarşik yapıların
gittikçe katılaşmasını, totaliter
bir vasıf kazanmasını beraberinde getirmiştir. Kışlakçı’nın
da ifade ettiği gibi, bu dönemde (1905-1965) Arap dünyasında devrime yönelik siyasal
hareketler, genelde milliyetçi/
ulusalcı ve laik özünü muhafaza etmekle beraber, sosyalizme doğru bir değişim çizgisi
izlemiştir. Krallıktan cumhuriyete, liberalizmden sosyalizme
doğru bir geçiş istenmiştir.3 Bu
dönemde reformu amaçlayan
İslâmi hareketler daha çok fikri
düzeyde varlığını hissettirmiş,
yeteri kadar kitleselleşememiş,
henüz mevcut rejimi ve mekanizmaları değiştirebilecek siyasi
bir güç oluşturamamıştır.
Baas Zihniyetinin İtibar
Kaybetmesi ve Yeni Dünyayı
Okuyamaması
1967 Arap-İsrail harbinde
İsrail’in elde ettiği askeri zafer,
Arap dünyasında Batı’dan ithal
edilen zihniyetlerin, sosyo-politik ve kültürel yapılanmaların
bir yenilgisi olarak telakki edilmiştir. Bu dönemlerde gerek
Arap dünyasında ve uluslararası düzeyde meydana gelen
hadiseler, gerekse İslam dünyasının iç dinamikleri, modernist
Arap milliyetçiliğinin, Baasçılık ve sosyalist eğilimlerin değer
kaybetmesine neden olmuştur.
İsrail karşısında maruz kalınan
mağlubiyet, Filistin meselesine sahip çıkma noktasındaki
acziyet, toplumların ekonomik
103
İslam dünyasına karşı samimiyetsiz olanlar, bugün olduğu
gibi geçmişte de diktatörlerin ve totaliter rejimlerin ayakta kalması için gizli-açık, dolaylı-doğrudan her türlü desteği
vererek tam bir samimiyetsizlik ve çifte standartlık örneği
sergilemişlerdir. Demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi öne çıkardıkları değerlerle ters düşseler bile, çıkarcılıkları ve pragmatist politikaları böyle bir çifte standartlığa
her zaman için onay vermiştir.
ve sosyal problemlerinin çözümünde sergilenen başarısızlık,
Arap dünyasındaki monarşik
rejimlere karşı güvenin yitirilmesini, iktidar sahiplerinin
koltuklarının sallanmasını beraberinde getirmiştir. Dışarıya
karşı gerekli mücadeleyi veremeyen, içeride izlediği politikalarda başarısız olanlar; açlığın, fakirliğin, işsizliğin, çarpık
kentleşmenin, gelir dağılımındaki adaletsizliğin, yolsuzluk
ve sahtekârlıkların önüne geçemeyenler, koltuklarını korumak için “iç düşman” üreterek
kendi halklarını karşılarına
almışlar, toplum üzerindeki
baskıyı gittikçe artırmışlardır.
Bu durum totaliter rejimlere
ve krallara karşı halk nezdinde
gittikçe artan bir nefret ve öfke
birikmesine neden olmuştur.
Elitlerin ve toplumun belirli
bir kesimi hoşnutsuzlukların ve
sıkıntıların çaresini Arap milliyetçiliğinde (Baasçılıkta) ararken, diğer bazıları için Marksizm ve sosyalizm, Sovyetler
Birliği’nin yıkılmasıyla gücünü
kaybedene kadar bir kurtuluş
ümidi olmuştur.
Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle Doğu Avrupa’daki totaliter rejimlerin birbirinin arkasından peş peşe düştüğü bir dönemde, Arap ülkelerinin elit ve
104
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
yöneticileri Soğuk Savaş sonrasının dünya şartlarını yeterince
okuyup değerlendirememişlerdir. Dünyanın kademeli olarak
baskıcı sistemleri bırakıp özgürlükçü bir yapıya doğru evirildiğini idrak edememişlerdir. Seksenli-doksanlı yıllarda, İspanya, Portekiz, Yunanistan gibi
Avrupa devletlerinde, daha
sonra Latin Amerika ve Güney
Amerika’daki birçok devlette
askeri sistemler ortadan kaldırılarak demokratikleşme yönüne gidilmiştir. Benzer durum,
demokratikleşme
yönünde
geçiş sürecine giren Afrika ve
Güney Doğu Asya’daki yönetimler için de gerçekleşmiştir.
Ne var ki, aynı gelişme Arap
dünyası için söz konusu olamamıştır.4 Zaman zaman baskıcı ve totaliter rejimlere karşı
“intifada” olarak isimlendirilen
tepkisel hareketler ortaya çıksa
bile, bunlar kitlelere mal olan
top yekûn bir demokratikleşme
hamlesine dönüşememiştir. Sömürgelerinin elinden gitmesini
istemeyen global aktörler ve
güçler, onların dümen suyuna
girerek çıkar işbirliği içerisinde
olanlar, İslam ve Arap dünyasındaki halkların iradesinin yönetime yansımasını; şeffaf, açık
ve demokratik yönetimlerin
oluşmasını hiçbir zaman için
istememişlerdir. İslam dünya-
sına karşı samimiyetsiz olanlar,
bugün olduğu gibi geçmişte de
diktatörlerin ve totaliter rejimlerin ayakta kalması için gizli-açık, dolaylı-doğrudan her
türlü desteği vererek tam bir
samimiyetsizlik ve çifte standartlık örneği sergilemişlerdir. Demokrasi, insan hakları,
hukukun üstünlüğü gibi öne
çıkardıkları değerlerle ters düşseler bile, çıkarcılıkları ve pragmatist politikaları böyle bir çifte standartlığa her zaman için
onay vermiştir. Bir de kendilerini mazur göstermek için her
fırsatta “İslam’la demokrasinin
bir arada olamayacağı, Müslümanların demokratik bir rejim
kuramayacakları, Müslüman
toplumlarda çoğulcu bir anlayışa, inanç ve din hürriyetine yer
olmadığı” şeklindeki iddialarını
seslendirerek İslam dünyasını
töhmet ve baskı altında tutmak
istemişlerdir.
Arap Baharı’nı Hazırlayan
Belli Başlı Sebepler
Körfez harbinde ABD’nin
Kuveyt’i bahane ederek Irak’a
saldırması, yüz binlerce insanın
katledilerek büyük bir tahribatın gerçekleştirilmesi; baskıcı
rejimler, gerilik, fakirlik, işsizlik
gibi durumlar Arap halklarını
sindirerek karamsarlığa itmiş
olsa bile, gönüllerdeki özgürlük
ateşi yanmaya devam etmiş,
Ortadoğu başta olmak üzere
İslam dünyasında ABD, İsrail
ve Batılı müttefiklerine karşı
gittikçe biriken bir öfke durumu ve tepkisellik oluşmuştur.
2000’li yılların başında İsrail
Devlet Başkanı Ariel Şaron’un
Mescid-i Aksa’ya düzenlediği
provokatif girişim intifadayı
tetiklemiştir. Ancak malum olduğu gibi çok zaman geçmeden
11 Eylül hadisesi gerçekleşmiş,
ABD ve müttefikleri tarafından önce Afganistan daha sonra Irak başta olmak üzere İslam
dünyasına karşı bir Haçlı Seferi başlatılmıştır. Milyonlarca
Müslümanın katledilmesi, bir
o kadarının sakat bırakılması, ülkelerin tahrip edilip yağmalanması, insan haysiyetiyle
bağdaşmayacak uygulamalar,
Guantanamo, Ebu Gureyb ve
benzeri hapishanelerde Müslümanlara yapılan işkence ve
hakaretler tahammül sınırının ötesine geçmiş, İslam coğrafyasını âdeta barut fıçısına
çevirmiştir. İsrail’in Gazze’ye
saldırısı ve ablukası, haksız
uygulamalar, yerli halkın tehcire zorlanarak Yahudiler için
yeni yerleşim alanlarının oluşturulmaya çalışılması bütün
dünyada nefretle karşılanmış,
insanlık İslam dünyasına karşı sürdürülen Haçlı Seferinin,
sahnelenen oyunların farkına varmaya başlamıştır. Lübnan Hizbullah örgütünün ve
Hamas’ın İsrail kuvvetlerini
başarısızlığa uğratması, bölgede yeni umutların doğmasına
vesile olmuştur. Nihayet İsrail
kuvvetleri tarafından Gazze’ye
insani yardım götüren Mavi
Marmara gemisine uluslararası
sularda yapılan saldırı, o gemide verilen şehitler, Türkiye’nin
devlet olarak meseleye sahip
çıkması ve kararlı tutumu, her
yönden ezilmiş ve uzun yıllar boyunca onuru çiğnenmiş
Arap ve Müslüman halklar
için bir umut ışığı olmuştur.
2011’de Arap Baharı’nın ortaya çıkması, Mavi Marmara
olayını takip eden derin bir sessizlik döneminin ardından gerçekleşmiştir. Baskıcı ve totaliter rejimlere karşı Tunus’tan
Mısır’a, Libya’dan Yemen’e ve
nihayet Suriye’ye kadar eserek
bütün bir İslam coğrafyasını
etkileyen değişim ve dönüşüm
rüzgârı Arap ve İslam dünyası
için yeni bir umut olmuştur.
Arap Baharı’nın ortaya çıkmasında yukarıda özet olarak
işaret ettiğimiz uluslararası ve
küresel düzeyde meydana gelen olayların, özgürleşme ve
demokratikleşme yönündeki
temayüllerin, değişim ve dönüşümlerin etkisi yanında,
Arap ve İslam dünyasının iç
dinamikleri de etkili olmuştur. Bir zamanlar kurtuluşun
ve problemlerinin çözümünün
reçetesini Arap milliyetçiliğinde veya Sosyalizmde arayanlar,
bu sefer İslam’ı referans almaya
başlamışlardır. Camiler, Cuma
namazlarından sonra meydanları dolduran, totaliter rejime
başkaldırıp direnen kitlelerin
sığınak yeri olmuştur. İletişim
alanında teknolojinin sağladığı büyük imkanlar, bütün engellemelere rağmen facebook
ve twitter gibi sosyal medya
üzerinden gerçekleştirilen haberleşmeler rüzgârın etkisini
artırmıştır. Fırtınanın etkisiyle
Ortadoğu’da taşlar yerinden
oynamış, yüzyıllık düzen bozul-
ma noktasına gelmiştir. Artık
geçen yüzyıla ait politik düzenin sürdürülmesi imkânsız gibi
gözükmektedir.
Arap Baharı Konusunda
Küresel Güçlerin Tutumu
Ancak işlerin ne yöne doğru
evirileceği ve sonuçlanacağı
noktasında küresel aktörlerin
tutumu etkin olmaktadır. Nitekim İslam’ın demokrasiyle
beraber olamayacağı (!) söylemini dillendirerek “Medeniyetler Çatışması” tezlerini gündeme getirenler, İslam dünyası ve
Müslümanlar söz konusu olduğunda her zaman olduğu gibi
çifte standartlı bir politika izleyerek kendilerini bitirme pahasına Afrika’dan Ortadoğu’ya ve
Körfez’e kadar uzanan demokratik talebe darbelerle karşılık
verme yönüne gideceklerdir.
Dün İslam dünyasına karşı
Haçlı Seferi ilan edenler, çıkarlarının ellerinden gitmesini
istemeyenler, Müslümanların
kontrolünde bir demokrasi görmek yerine, kendilerine bağlı
diktatörlerin, totaliter rejimlerin yönettiği bir Afrika ve
Ortadoğu görmek istiyorlar.
Bunun için kendi kontrol ve
inisiyatifleri dışında gelişecek
105
Şu var ki söz konusu global aktörler, gözlerine taktıkları gözlüklerle bir türlü İslam’ın özüne
intikal edemeseler de, maddi
çıkarlarının devam ettirilmesi ve sömürü politikaları için
Müslüman dünyayı iyi okumakta, bu dünyanın zaaflarını
ve zayıf noktalarını iyi tespit
etmektedirler. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de İslam
dünyasının kabilecilikle, etnik
milliyetçilikle, mezhepçilikle,
dini fanatizm ve tekfir zihniyetiyle ilgili zihniyet problemleri
ve yaşamakta olduğu sıkıntılar mevcuttur. Hâlbuki İslam,
insan ve toplum ilişkilerinde
nesne konumundaki kimlikleri
değil, iman, ahlak ve evrensel
anlamda insani değerleri oluşturan ilke ve prensipleri esas almaktadır. Küresel güçler İslam
dünyasını kendilerine mahkum
etmek için söz konusu kimlikler üzerinden ötekileştirme ve
kışkırtma yaparak demokratik
kazanımları geriye vurdurmaya; istihbarat paylaşımı, maddi
destek ve silahlandırma yoluyla kaos, kargaşa, darbe, terör
ve çatışma ortamları yaratmaya çalışmaktadırlar. Mali’den
Sudan ve Somali’ye, Libya ve
Tunus’tan Mısır’a ve Körfez
ülkelerine, Türkiye, İran ve
Irak’tan Suriye’ye ve Lübnan’a,
Afganistan’dan Pakistan ve
Hindistan’a kadar her yerde
bu çirkin politikanın izlerini ve
yansımalarını görmekteyiz. Bu
noktada, Mısır’da küresel desteğe sahip darbecilere karşı silaha ve şiddete başvurmayarak
dünya kamuoyunda darbecileri
mahkum etme başarısını gösteren Müslüman Kardeşler tecrübesini önemsediğimizin altını
çizmeliyiz. Maalesef Suriye’de
kurulan tuzak işletilmiş, demokrasinin ikame edilmesi ve
istikrar ortamının oluşması
için gereken müdahale zamanında yapılmamış, ülkenin iç
harbe götürülmesi istenmiştir.
Küresel güçler için Suriye’ye
demokrasinin gelmesi değil,
referansını İslam’dan alan hareketlerin iktidar olmalarının
engellenmesi önemli olmuştur.
Sonuç ve Yapılması
Gerekenler
Mevcut şartlar muvacehesinde
Arap ve İslam dünyasında demokratik rejimlerin yerleşerek
uzun yılların birikimi siyasal,
iktisadi ve toplumsal problem-
lerin kısa zamanda çözülmesini, kaos ortamlarının sona
ererek istikrarın gelmesini beklemek çok fazla iyimserlik olur.
Müslüman halkların ve toplum
önderlerinin İslam’ın asli kaynaklarına, tarihe ve Sahabe
ruhuna dönerek söz konusu
zihniyetleri aşmaları gerekmektedir. Bu nokta (ilkeler ve
prensipler üzerine kurulu İslami değerlerin içselleştirilmesi),
ümmet ruhunun, kardeşliğin,
birlik, beraberlik ve dayanışmanın tesisi için olduğu kadar, Müslümanların beşeriyetin geliştirdiği aklı selime, sağ
duyuya, fıtrata, ilahi vahyin,
ahlakın ve hukukun özüne uygun evrensel tecrübelere açılıp
onları içselleştirmeleri yönünden de elzem gözükmektedir.
İslam medeniyetinin yükselişe
geçerek tekrar tarihteki ihtişamlı yerini almasının; sadece
İslam dünyasının değil, bütün
insanlığın kurtuluşunun anahtarı bu noktada yatmaktadır.
Bu amaca matuf olarak fikri ve
ilmi merkezlerin oluşturulması,
entelektüel ve akademik düzeyde işbirliği ve ortak çalışma
ortamlarının hazırlanması, sivil toplum örgütlerinin sürece
dâhil edilmesi, farklı dillerde
yapılacak dini nasihat ve irşad
faaliyetlerinin bu hedefe teksif
edilmesi önemlidir. İslam dünyasına örnek olmak durumunda olan Türkiye, bu konularda
öncü olmak durumundadır.
Dipnot
106
1
Bu konuda geniş bilgi için bk. Turan Kışlakçı, Arap Baharı, Mana Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2012, s. 15-29
2
Arap milliyetçiliği hakkında geniş bilgi ve değerlendirme için bk. Fethi Yeken, İslam Işığında Hareket ve İdeolojiler, Ravza Yayınları, s. 105-131
3
bk. Kışlakçı, a.g.e., s. 18-21
4
bk. Kışlakçı, a.g.e., s. 33-35
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
SDE’DEN ORTA ASYADA İKİNCİ ADIM
KAZAKİSTAN – TÜRKİYE İLİŞKİLERİNİN GELECEĞİ SEMPOZYUMU
SD HABER
hiçbir harekete hayat hakkı tanımak istemiyorlar. Türkiye’de
meşru iktidarı düşürmek için
mezhep üzerinden kışkırtıcılık
yaparak bir ayaklanma tertibi içerisine teşebbüs etmeleri,
Mısır’da Müslüman kardeşleri
iktidardan uzaklaştırmak için
darbe yaptırmaları, Tunus’u
karıştırmaya devam etmeleri,
Lübnan’da suikast yaptırmaları, işlediği bütün katliamlara ve
insanlık suçlarına rağmen Suriye rejimine gizli-açık destek
vermeleri bundandır.
Haber: M.Fatih SEZGİN
Stratejik Düşünce Enstitüsü ve
Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi tarafından ilki Mayıs 2013’te
Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te
düzenlenen toplantıda, Türkiye’nin
Kırgızistan ve Orta Asya ile ilişkileri
konusu ele alınarak, siyasi ilişkilerden kültürel işbirliğine, ortak ticaret hacminden, jeopolitik dengelere
kadar ikili ilişkileri tahlil eden bir
sempozyum düzenlenmişti. Konuşmalardaki ortak payda ise Orta Asya siyasetinin Rusya, Çin,
ABD ve Türkiye arasındaki ilişkileri olmuştu.
Bölgesinde ve küresel düzeyde, siyasal bir güç
olarak beliren Türkiye ile bağımsızlıklarını dünya tarihi açısından değerlendirildiğinde çok kısa
bir süre önce kazanmış, bununla birlikte siyasal
anlamda başarılı bir kurumsal yapı oluşturabilmiş, bölgelerinde önemli bir aktör haline gelmeyi başaran Orta Asya ülkeleri ile aramızdaki
ilişkiler, siyasal ve ekonomik boyutun yanı sıra
kültürel bir boyut da içermektedir. Cumhurbaşkanı Özal’ın 1991 Nisan ayında gerçekleştirdiği
Rusya-Ukrayna ve Kazakistan’ı içeren Sovyetler
Birliği gezisinin ardından Orta Asya ülkeleri ile
ekonomik ve ticari işbirliğine dair bir protokol
imzalanmış, ardından yine Ankara’da imzalanan
Eğitim-Kültür ve Bilimsel değişim protokolü izlemiştir.
Türkiye’nin Orta Asya politikası, bölge halklarıyla geçmişten gelen bir akrabalığa dayanır.
Tarihsel kırılmalar her ne kadar uzun bir politik kopukluğa sebep olmuş ise de Sovyetler
Birliği’nin dağılmasıyla bağımsızlığını ilan eden
Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetlerini tanıyan
ilk devletin Türkiye olması, bölge halkları ile
Türkiye arasındaki kopukluğu ortadan kaldırmıştır. Böylece Türkiye, Türk Cumhuriyetleri ile
siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkiler geliştirirken
çeşitli anlaşmalar ve projeler de hayata geçirmeye başlamıştır. Bu bağlamda, Türkiye’nin bölgeye yönelik politikasının seyri ve olası sonuçları
üzerinde değerlendirme yapılması iki ülke açısından oldukça önemlidir.
1-2 Kasım 2013 tarihleri arasında Ahmet Yesevi Uluslararası Türk Kazak Üniversitesi’nin
Almatı’da yerleşik Avrasya Araştırma Enstitüsü
(AAE) ev sahipliğinde, Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) ve Atatürk Kültür, Dil ve Tarih
Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi
(ATAM) işbirliği ile Kazakistan - Türkiye ilişkilerinin diplomatik, ekonomik, sosyal ve kültürel
anlamda tartışılacağı ve bu ilişkilerin daha ileri
seviyelere taşınmasının yollarının aranacağı ve
böylece Türkiye’nin Orta Asya stratejisine yönelik önerilerin sunulacağı bir uluslararası sempozyum düzenlenecektir. Sempozyum ile ilgili haber,
makale, röportaj ve sonuç bildirgesini Dergi’nin
bir sonraki sayısında takip edilebilirsiniz.
107
DİNSEL İTİBARIN
MODERN TEMSİLLERİ
Dr. Necdet SUBAŞI
Din Sosyologu
Yeni nesil temsil kategorileri, her şeyden önce modern
olanın prensipleriyle iç içe geçmiş durumdadır. Böylece
bireyselleşme, sekülerleşme ve tüketim kültürünün
parçası olma çabası içinde dinin de tanıtımı yapılmakta,
farklı seksiyonlarda dini olanın modern veçhelerine
atıfta bulunularak onun hayatla bağı canlı tutulmaya
çalışılmakta, dinamik ve geliştirici yapısından çok
arkeolojik ve spritüal özelliklerinden medet umulmaktadır.
İ
GENEL
slam dünyası da diğer kadim
dünyalar gibi son iki yüzyılı
derin sarsıntı ve çalkantılarla geçirdi. Geleneksel yapılar
önemli ölçüde sorgu(lama)ya
alındı. Yeni değerlerin yapılandırılmasında birer ayak bağı
olarak görülen hemen her şey
ya devre dışı bırakıldı ya da ciddi anlamda gözden düşürüldü.
Değişimin maliyeti her zamankinden yüksek oldu. Umulduğunun aksine son iki yüzyılın
birbirini tetikleyen süreçlerinde dönüşüm yumuşak bir geçişlilikten çok radikal devinim
stratejisiyle ilerledi. Zihniyet
yapıları altüst oldu, entellektüel ilgilerin her biri hiç de kısmi
sayılamayacak yerinden olmalarla gündelik yaşama alanlarında tar-ü mar oldu. Bu ayrışmalar birkaç noktayla sınırlı
kalmadı. Küresel düzeyde derin
saflaşmalar, kayıplar, telafisi
imkânsız aşınmalar yeni zamanların kaçınılmaz bir kaderi
olarak kabul edildi. Bu bağlamda birbirinden farklı iklim
ve zaman dilimleri hakkında
birinden öbürüne tabi olmadan
karşılaştırma yapmak imkânsız
olsa da ortaya çıkan sonuçların
vahametini fark etmek zor de-
ğil. Görünen o ki bugün artık
bambaşka bir dünyada yaşıyor
ve soluklanıyoruz; “elimizden
uçup giden dünya”ya hayıflananlar olduğu gibi, geçmişin
izini sürmek istemeyenler de az
değil aramızda.
Sosyal hayat, tüm kadrolarıyla kendini modern olarak
takdim edenin egemenliğine
dâhil oldu. Gündelik hayatın
açıklanmasında sıklıkla başvurulan paradigmalar değişmekle kalmadı, içinde yaşadığımız
dünyayı anlama çabasıyla başvurduğumuz temel kabullerimiz de, belli başlı referans
alanlarımız da mevcut durumu
anlamaya yönelik bir çaba sarf
edilmedikçe marjinal birer tercihten öteye gitmeyen sıklıkla
“nevrotik” sayılan bir halüsinasyon olarak kodlandı. Algılar, metinler, yaşam pratikleri,
tarz ve düşünüş biçimleri de bu
kargaşadan nasibini almakta
gecikmedi.
Bugün bambaşka bir dünyada yaşıyoruz, bu tartışılmaz bir
gerçek. Fiziksel dünyayla olan
ilişkimizde bile ciddi bir hasar
oluştu. Bildik evren telakkilerimizin savrulduğunu, eşyayla,
doğayla, sahici dünyayla irtibat
noktalarımızın, istinat noktalarımızın yerinden oynadığını
görmemek mümkün değil.
Modernliğin gündelik hayatın hemen her ünitesinde öne
çıkan ağırlığı pek çok kişinin
ona yüksek bir güç atfetmesine
de yol açtı. Nerdeyse tanrısal
bir yetkinlik, tasarruf ve güçle ilişkilendirilen modernlik
tasavvurunda artık olabilecek
her ne varsa bütün bunların
kaynağı olarak takdir-i ilahi
kavramından uzaklaşmak adeta zorunluluk içeren bir kader
oldu. Modernliği bir tür kadir-i
mutlaklık içinde tutan bu algı
dönüşümü, medeniyet krizlerini de başlatmış oldu.
Hiç kuşkusuz bu krizden İslam
medeniyeti de nasibini aldı.
Yenileşme ve ıslahat çalışmalarıyla başlayan dünyaya dâhil
olma çabası, Müslümanları
Batılılaşma, modernleşme ve
çağdaşlaşma süreçleriyle iç içe
bir dönüşüme zorladı. Başta
Türk modernleşmesi olmak
üzere İslam dünyasının pek çok
bölgesinde gerçekleşen çağdaşlaşma adımları, her düzeyde
Müslümanları kendi referans
109
Modernliğin gündelik hayatın hemen her ünitesinde öne
çıkan ağırlığı pek çok kişinin ona yüksek bir güç atfetmesine
de yol açtı. Nerdeyse tanrısal bir yetkinlik, tasarruf ve güçle
ilişkilendirilen modernlik tasavvurunda artık olabilecek her
ne varsa bütün bunların kaynağı olarak takdir-i ilahi kavramından uzaklaşmak adeta zorunluluk içeren bir kader oldu.
dünyalarıyla karşı karşıya getiren zihinsel kargaşalarda belirleyici oldu. Eziklik, özgüven
eksikliği, ötekine hayranlık,
kendine yabancılaşma vs. gibi
hemen her radikal değişme
sürecinde tetikleyici birer amil
olarak toplumun duygu dünyasını kuşatan bu zeminde Müslümanlar, kendilerine görünen
mevcut durumu İslam’la aşma
konusunda değişik formulasyonları harekete geçirici arayışlar içinde oldular. Genelde
İslamcılık şeklinde tanımlanan
bu arayışlar, mevcut durumu
bizatihi hakikat olarak algılayan genel-geçer perspektifler
içinde İslami olanın sınırlarını
belirleme konusunda çaba sarf
ettiler. “Batı dışı modernleşme”
ve “Müslüman modernleşmesi”
gibi kavramsal terkipler, bu
arayışların sonucu olarak ortaya çıktı ve bu minvalde modernlik, belirleyici ana mihver
olarak yerini hiçbir zaman kaybetmedi.
İslam toplumlarında geleneksel temsiller, dini meşruiyetin
(şeriat), sosyolojik gerçeklikle
(örf) buluşan zemininde hayat
buldu. Müslüman toplumun
hayatın akışını kollayan, gözeten, kavrayan dilini ulema
üretti. Her bir âlim toplumsal
statüsünü sadece sahip olduğu bilgiyle ya da onu hayatla
110
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
buluşturma gücüyle değil aynı
zamanda da kendi hayatına
yansıtma çabasıyla da kazanmış
oldu. Dinin temel kaynaklarını
hatmetme, kavrama ve gündelik gerçeklik içinde bütün bu
bilgiyi yaşatma çabasının kuru
bir profesyonel bilgi taşıyıcılığından bir adım öteye taşınmasını sağlayan tutarlılık oldu.
İslam’ın genel geçer bilgisini
gündelikleştiren bu çabanın
toplum nezdindeki itibarını
perçinleyen de “takva” kavramıyla ancak açıklanabilecek bir
sahici yönelim oldu.
Süreç içinde örf de doğal olarak Şeriatın uygulamadaki ögeleri arasında yer aldı. Şeriat’tan
söz edildiğinde artık sadece bir
kök paradigmadan değil aynı
zamanda onun değişik zaman
dilimlerinde Müslüman toplumlarında deneyimlenen örneklerini de içine katan daha
geniş bir alandan da söz edilmiş
oldu.
Bugünün dünyasında ulemanın geleneksel statüsünün
zayıfladığı, yeni bilgi kategorilerinin hatmetme ve taşıma
rollerinin ötesine gitmediği rahatlıkla söylenebilir. Ulemanın
başından beri dinin temel sabitelerinin hem muhafızı hem
de geliştiricisi (içtihad/fetva)
olarak üstlendiği tabii rol, statü ve meşruiyet arayışlarında
her zaman aranılan bir otorite
olarak tebarüz etmekte gecikmedi. Günümüz dünyasında
dinsel meşruiyetin sağlanması
başlı başına bir polemik konusu
olarak görülmeye başlanmıştır.
Laik ve sekülerleştirici politikalar ekseninde dinin ve ulemanın rolünün zayıfladığı açıktır. Bununla birlikte eğer ulema
varsa ve hala ondan söz edilebiliyorsa, artık trajik bir şekilde
ne diyeceği az çok bilinebilir/
kestirilebilir bir kategoriden söz
ediliyor demektir. Bir tür “saray
bilgini” olarak da değerlendirilebilecek bu tür örneklerin kadim Müslüman tarihinin ulema
zincirine dâhil olabileceklerini
düşünmek mümkün değildir.
Esasen klasik dönem İslam
toplumlarında da bu tür meşrulaştırıcılar hep vardı. Ancak
günümüz dünyasında üzerinde
durulması gereken her hangi
bir merciinin kurumsal ya da
toplumsal düzenlemelere kalkışırken ulemanın rehberliğine
ihtiyaç duyup duymamasıyla
ilgilidir. Zaten şatafatlı gösteriler içinde birer figürandan
öteye gitmeyen temsili figürlerden de hiç kimse “Şeriat”ın
yüksek muhafızlığını yapabilecek bir dirayet, güç ve liyakat
beklemiyor. Bugün pek çok
Müslüman toplumunda ulema
geleneğinin izini sürmeye gayret eden âlimlerin ürettiği yeni
stereotipi de her şeyden önce
kendilerine tahsis edilen hal ve
ahval içinde düşünmeye, fikir
beyan etmeye ve tavır geliştirmeye ikna edilmiş durumdadırlar. Bu oldukça şaşırtıcı durumun nedenleri arasında devlet
ve hükümetlerin dinle ve dini
olanla ilişkilerini hangi minval-
de gerçekleştirdiklerinden çok
onu kendi evrenlerinde hangi
hiyerarşiye tabi kıldıklarıyla ilgilidir.
Günümüz Müslüman dünyasında dinin temsillerine ilişkin
geleneksel yapılar önemli ölçüde değişikliğe maruz kalmıştır.
Âlim prototipinin tarihsel süreç içinde çoğalan örnekleri,
ana damar kriterleri korunmak
şartıyla İslam medeniyetinin
farklı coğrafyalarda ortaya koyduğu temsillere bağlı olarak
çeşitlenmiş oldu. Fıkıhtan kelama, hadisten tasavvufa kadar
hemen her biri kendi alanında
müstakil birer disipline dönüşen ilmî gelenekler, gündelik
hayata kendi ulema temsillerini takdim etmekte gecikmedi.
Gerek “zahir” gerekse “batın”
alanındaki derinlikli tedrisleriyle dikkat çeken âlimler, hem
hayatı hem de kendilerini aynı
meşruiyet kalıpları içinde açıklamak zorundaydılar. Bu yüksek tutarlılık gerektiren tutum,
onların toplumsal itibarlarını
pekiştiren, salahiyetlerini emsalsiz kılan bir üstünlük kazandırmaktaydı.
Bugün dinsel itibarın aynı süreklilik içinde kazanıldığından,
aynı işlevsellik içinde sürdürüldüğünden söz etmek zordur.
Yeni iletişim mecraları, modern
statü göstergeleri ve dinselliğe
her şeyden önce bir tüketim
membaı olarak değer biçildiği bir süreçte mevcut durumu
bütün boyutlarıyla birlikte ele
almak aciliyet kesp etmektedir.
Dinin modern dünyadaki karşılığından başlamak üzere, onun
maneviyat disiplinleri arasın-
da sıkıştırılan değer ve anlam
dünyasına yeniden odaklanmak ve bugünün dünyasında
dinsel temsilin hangi kriterlere
sahip olması gerektiğine dikkat
etmek gerekmektedir. Ulema
kategorisinin bir şekilde gözden
çıkarıldığı bu bağlamda, tamamen zorlayıcı nedenlere bağlı
olarak, bu oldukça parçalanmış
rol ve statülerin çoğu, modern
eğitim kurumlarında eğitim
görmüş aydın ve entelektüel
(yazar, gazeteci, edebiyatçı)
tipolojilerine devrolunmuştur.
Metnin aslına vakıf olamayan
duygusal bir aidiyet, modernleşme etapları içinde karşı
karşıya geldiği sorunların alt
edilmesinde çoklukla eklektik,
ithal ve romantik bir yönelim
içinde sendeleyen İslam’ı ayakta tutmaya çalışmaktadır.
Yeni nesil temsil kategorileri,
her şeyden önce modern olanın prensipleriyle iç içe geçmiş
durumdadır. Böylece bireyselleşme, sekülerleşme ve tüketim
kültürünün parçası olma çabası
içinde dinin de tanıtımı yapılmakta, farklı seksiyonlarda dini
olanın modern veçhelerine
atıfta bulunularak onun hayatla bağı canlı tutulmaya çalışılmakta, dinamik ve geliştirici
yapısından çok arkeolojik ve
spritüal özelliklerinden medet
umulmaktadır.
Başta Türkiye olmak üzere
Müslüman toplumların dünya ölçeğinde farklılaşan ilgi ve
temayülleri dikkate alındığında
dinsel itibarın bugün hangi yollarla elde edildiği, hangi süreçlere tabi olduğu ve özellikle de
ne tür beklentileri karşılamak
üzere emek verilmeye değer
bulunduğu sorularının cevabına erişmek önem kazanmaktadır. Bugün cevaplanması oldukça zor fakat bir o kadar da
gerekli olan bu sorunun, daha
derinlikli bir din ve medeniyet
analizi için İslam üzerine kafa
yoranları seferber etmeye yetecek derecede önemli olduğu,
ihmal edilmemesi gereken bir
problematik olarak değer kazandığı unutulmamalıdır.
Soruyu daha da derinleştirmek
gerekirse dinsel itibarın modern temsillerinde “rızayı bari”,
“din-i mübin-i İslam’ın neresinde durmaktadır ve Müslüman sosyal bilimciler için bu
gerekçe nasıl açıklanmaktadır?
Eziklik, özgüven eksikliği, ötekine hayranlık, kendine yabancılaşma vs. gibi hemen her radikal değişme sürecinde tetikleyici birer amil olarak toplumun duygu dünyasını kuşatan bu
zeminde Müslümanlar, kendilerine görünen mevcut durumu
İslam’la aşma konusunda değişik formulasyonları harekete
geçirici arayışlar içinde oldular.
111
KARiKADÜŞ
112
Sinan TAVUKÇU
STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013
Download