BAŞKAN’DAN Türkiye eylül ve ekim aylarını bahar havasında geçirerek kasım ayına kavuştu. Kasım ayında her ne kadar havaların sert geçeceği söylense de ülke gündeminde özellikle ‘Demokratikleşme Paketi’nin oluşturduğu ılıman hava devam edeceğe benziyor. Okulların açılmasına ve liglerin başlamasına odaklanan çevreler de artık istedikleri gibi ortalığı karıştıramayacaklarını iyiden iyiye anlamış durumdalar. Hele hele bir de hac ibadetini yerine getirip yurda dönen Ak Partili dört kadın milletvekilinin TBMM’ye başörtüsüyle gireceklerini açıklamaları ve 1 Kasım Cuma günü herhangi bir aykırı durum yaşanmadan meclis çalışmalarına katılmaları son zamanlarda yaşanan olumlu havayı perçinledi. Bütün partilerin sağduyu ile yaklaştığı bu durum, uzun zamandan sonra parti liderlerinin birbirleri hakkında olumlu ifadeler kullanmalarına sebep oldu. Muhalefet Partilerinin özellikle de CHP’nin başörtüsü konusunda takındığı olumlu tavrın, kimilerine göre DSP’nin yıllar önce yaşadığı hezimete uğramamak için olduğu söylense de, sebebi her ne olursa olsun ülkenin ihtiyacı olan bir davranış olduğu ortadır. Bu olumlu havanın seçim yılı olan 2014 yılında da devam etmesi milletimiz tarafından da takdir edilecektir. Bütün bu olumlu gelişmelerle girdiğimiz kasım ayında yine dopdolu bir dergi ile karşınızdayız. Gerek iç politika ve gerekse de dış politika ve ekonomi alanlarında yaşanan bütün gelişmeler ve gelecek öngörüsü dergimizin sayfaları arasında sizleri bekliyor. Özellikle son günlerde, MİT müsteşarı Hakan FİDAN üzerinden yürütülen kampanya ve bu kampanyanın gerçek yüzü bu sayımızda ayrıntılı bir şekilde incelenmiş durumda. Hakan FİDAN’ın merkezinde olduğu bu kampanyanın gerçek hedeflerini merak ediyorsanız sizleri ilgili makaleleri okumaya davet ediyorum. Bu arada konu ile ilgili yazı yazan değerli arkadaşlarım ile röportaj veren MİT eski müsteşar yardımcısı Cevat ÖNEŞ beye teşekkür ediyorum. Bu sayıda ayrıca, ‘Demokratikleşme Paketi’, ‘Çözüm Süreci’ ve ‘Balyoz Davasının’ kararı hakkındaki gelişmeleri de bulabilirsiniz. ABD’de yaşanan bütçe krizinden, AB’nin ilerleme raporuna; Azerbaycan ve Gürcistan’da yapılan seçimlerden henüz kanın durmadığı Mısır, Suriye ve Irak’a varana kadar birçok uluslararası konu da yine kasım sayımızda sizleri bekliyor. Ayrıca SDE olarak organizasyon ekibinde yer aldığımız Moritanya ve Tunus toplantıları ve bu ülkelerle ilgili izlenimler ile ‘Arap Baharı’na ilişkin değerlendirmeler de oldukça ilgi çekici… Bu sayıya katkıda bulunan değerli yazarlarımıza ve emeği geçenlere teşekkür ediyorum. Aralık sayımızda sizlerle yeniden buluşmak üzere… Prof. Dr. Yasin AKTAY STRATEJİK DÜŞÜNCE İÇİNDEKİLER Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı İktisadi İşletmesi Adına Sahibi Dr. Nurol Canbolat Milli İstihbaratta Normalleşme veya Yeni Türkiye’nin MİT’i Prof. Dr. Yasin Aktay Saldırılar Yeni ‘Devlet Aklı’ ve İslam Ülkelerinin ‘Birliği’ne Alper Tan Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Yasin Aktay Yayın Kurulu Prof. Dr. Yasin Aktay Prof. Dr. Birol Akgün Prof. Dr. Aytekin Geleri Prof. Dr. Muhsin Kar Doç. Dr. Murat Çemrek Doç. Dr. Yusuf Tekin Doç. Dr. Bekir Berat Özipek Dr. Murat Yılmaz Aydın Bolat Alper Tan Hakan Fidan’ı Yıpratma Kampanyaları Prof. Dr. Aytekin Geleri Sorun Fidan Değil, Hâlâ Anlamadın Mı? Aydın Bolat 10 Alper TAN Saldırılar Yeni ‘Devlet Aklı’ ve İslam Ülkelerinin ‘Birliği’ne Danışma Kurulu Prof. Dr. Sacit Adalı Prof. Dr. Mustafa Aydın Prof. Dr. Şaban H. Çalış Prof. Dr. Beril Dedeoğlu Prof. Dr. Doğu Ergil Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu Prof. Dr. Cihat Göktepe Prof. Dr. Talip Özdeş Prof. Dr. Ali Şafak Prof. Dr. Mehmet Şişman Doç. Dr. Yaşar Akgün Doç. Dr. Caner Arabacı Doç. Dr. Osman Can Dr. Zafer Aydın Ecemiş Mehmet Akif Ak Bayram Girayhan Veli Şirin Faik Tarımcıoğlu Sinan Tavukçu Türkiye sadece kendisinin bağımsızlaşması ile kalmayıp diğer Müslüman ülkelerin de gerçek bağımsızlığa kavuşmaları için kolları sıvamış durumda. Yazı İşleri Müdürü M. Fatih Sezgin 18 Yayın Asistanları Adem Karaağaç İbrahim Kaya Reklam Sorumlusu Gamze Kılıç Yönetim Yeri Stratejik Düşünce Enstitüsü Çetin Emeç Bulvarı A. Öveçler Mah. 4. Cad. 1330 Sokak No: 12 Çankaya / Ankara Tel: 0 312 473 80 45 Faks: 0 312 473 80 46 Aydın BOLAT Sorun Fidan Değil, Hâlâ Anlamadın mı? Büyük Türkiye, Büyük ve güçlü MİT’le vizyona girebilir. Gerçekten milli ve dış nüfuza kapalı, dış politika analizleri yapan, ülkenin stratejik hedeflerini gözeten, devlet aklını oluşturan ve devlet hafızasını koruyan paradigmasını yeniden tanımlamış bir MİT, Türkiye’nin ve bölgemizin en önemli ihtiyacıdır. İşte MİT bu yolda olduğu için hedeftedir. 34 Mit Eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş MİT Operasyonunu Değerlendirdi Sinan BAŞAK Çözüm Sürecinde Sona Yaklaşırken… Eğer çözüm konusunda Ankara-İmralı hattı değil de, başka ülkeler ve örgütler devrede olsaydı gezi komplosuna PKK’lıların girmesi muhtemeldi. Uluslararası gücün emrine amade sol ve Kemalist örgütlerin arasına PKK’lıların girmesi demek kaosun artması demekti. 48 Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü temsil etmemektedir. 30 Doç. Dr. Hamit Emrah BERİŞ Yargıda Zihniyet Dönüşümü ve Balyoz Davası Darbelerin demokrasi tarihinin adeta ayrılmaz bir parçası durumunda olduğu Türkiye için Balyoz benzeri davaların oldukça önemli olduğu açık. Gerek Ergenekon ve Balyoz davaları gerekse bunları takip eden 12 Eylül darbesine ilişkin yargılama süreci, Türkiye’de askerî vesayetin son izlerinin de silinmesi bakımından önem taşıyor. Prof. Dr. Birol AKGÜN ABD-İran Yakınlaşmasının Nedenleri ve Başarı Şansı ABD ve İran arasındaki ilişkilerin düzeltilmesi için gerekli olan ilk psikolojik eşik aşılmıştır. Duraksamalar ve zikzaklar yaşansa da, ABD-İran ilişkisi bundan sonra pozitif yönde ilerleyecektir. 68 Yargıda Zihniyet Dönüşümü ve Balyoz Davası Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş 26 30 Çözüm Sürecinde Sona Yaklaşırken… Sinan Başak 34 Demokrasinin Kurumsallaşması: Kamu Denetçiliği Kurumu (KDK)’nun Başörtüsü Kararı Bilsen Kolcu 38 Bütün Seçimleri (İttifakları) Başlatacak Seçim: Mart 2014 M. Kürşad Birinci 42 SDE’den “Okullarda Toplumsal Barış ve Kültürel Tolerans Farkındalığı” Projesi 47 ABD-İran Yakınlaşmasının Nedenleri ve Başarı Şansı Prof. Dr. Birol Akgün 48 Mısır’da Darbeye Direniş Sadece Darbeye Direniş Değildir Doç. Dr. Mehmet Şahin Tasarım-Baskı Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti. Anadolu Bulvarı Meka Plaza No: 5/15 Gimat Yenimahalle - Ankara Tel: 0 312 397 16 17 Faks: 0 312 397 03 07 www.basakmatbaa.com Fotoğraflar AA, Cihan, ShutterStock Ak Parti Hükümetinin ve Yargının “Demokratikleşme Paketi” Dr. Murat Yılmaz Zeynep SONGÜLEN İNANÇ Bir Başlığın Anlamı Avrupa Komisyonu’nun raporu kaleme alırken dengeli bir rapor ortaya koyma çabasında olduğu görülüyor. Öyle ki rapora nerden baktığınıza göre bardağın boş tarafını veya dolu tarafını görmek mümkün. 4 11 15 18 22 Azerbaycan’da Yeniden Aliyev Dönemi M. Fatih Sezgin 54 59 62 68 71 Şairler ve Âlimler Ülkesi Moritanya Prof. Dr. Yasin Aktay Öner Buçukcu 74 Yasemine Devrim Yazan Ülke Tunus Prof. Dr. Yasin Aktay Öner Buçukcu 82 Gürcistan’da Saakaşvili Dönemi Sona Erdi Mehmet Fatih Öztarsu 90 Borç Tavanı Tartışmaları ve ABD Ekonomisine Etkileri Dr. Tolga Dağlaroğlu 94 Çin Ekonomisi Büyüme Oranı Yavaşlama Sürecinden Vazgeçti Behiç Safa Böğürcü 99 Suriye Krizinde Çözüm; Ne Zaman ve Nasıl? Amine İleri Mısır ve Suriye Gölgesinde Kalan Irak İle Yeni İlişkiler Sinan Tavukçu Bir Başlığın Anlamı Zeynep Songülen İnanç Yakın Geçmişten Arap Baharına ve Günümüze İslam Dünyası Prof. Dr. Talip Özdeş 102 SDE’den Orta Asyada İkinci Adım Kazakistan-Türkiye İlişkilerinin Geleceği Sempozyumu 107 108 Dinsel İtibarın Modern Temsilleri Dr. Necdet Subaşı MİLLİ İSTİHBARATTA NORMALLEŞME VEYA YENİ TÜRKİYE’NİN MİT’İ Prof. Dr. Yasin AKTAY MİT DOSYASI SDE Başkanı Hakan Fidan aleyhtarı kampanyanın sadece Türkiye’ye yönelik bir operasyon değil, genel olarak Obama’yı, münhasıran da, Obama’nın İran siyasetini hedef alan bir operasyon olduğu da görülebilir. Ama kampanya öyle bir yerden vuruyor ki, yaptığı her hamle kendi kendini dövüyor, kendini rezil duruma düşürüyor. G eçtiğimiz ay içinde Türkiye, Amerikan ve İsrail basınında ilginç bir konu bağlamında gündeme geldi. Türk Milli İstihbaratının İsrail’le veya Batılı müttefikleriyle artık eskisi gibi işbirliği içinde çalışmıyor olduğu serzenişiyle özetlenebilecek bütün bu gündemler geçmişte benzerlerini “eksen kayması” başlığı altında yaşadığımız gündemlerden esas itibariyle pek farklı değil. Amerikan veya Avrupa basınında Türkiye’nin eksen kayması yaşıyor olduğuna dair kampanya tadındaki haberlerin bundan önceki işlevi, niyeti ve hedefi ne ise bunun da ondan görünürde pek farkı yok. Tabii ki bu gündemlere konu olan olaylar, vesileler, şahıslar her seferinde değişebilir. Geçmişte Türkiye’nin İran ve Suriye ile olan yakınlaşması, Rusya ve Ortadoğu ülkelerine açılımı her seferinde bu tür kampanyaları harekete geçirmiş görünüyor. Bugün ise Suriye ve İran’la neredeyse herkesten daha fazla ters düşülen bir sürecin ortasında böyle söylentilerin dolaşıma girmesi, bu söylemin kendisinin sabit konuların değişken olduğunu gösteriyor sadece. Bu seferki haberler Türkiye Milli İstihbarat Teşkilatı’nın son zamanlardaki icraatlarına dair. MİT Müsteşarı Hakan Fidan hakkında Washington Times, Wall Street Journal, Washington Post ve bir sürü İsrail gazetesinde arka arkaya yazılan yazılarda ortaya atılan iddialara göre MİT Müsteşarı Hakan Fidan, MOSSAD adına faaliyet göstermekte olan 10 İranlı ajanın kimliklerini İran’lı istihbaratçılara bildirmiş. Yani ajanların kimliği İran, faaliyetleri İsrail adına ve onları tespit edip bildiren Türkiye İstihbaratının başı olan Hakan Fidan. Doğrusu, haberlerin doğru olup olmadığı konusunda rivayetler muhtelif. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu haberlere karşı tepkisini sert bir dille ortaya koydu, bu bir yalanlama idi görünürde, ama bir yandan da “Türk İstihbaratı ne zaman ne yapılması gerektiğine kendisi karar verebilecek durumdadır” mealinde sözlerle de bu tür bir olayın mümkün olabileceği şeklinde anlaşılacak bir beyanda bulundu. Olaylar doğru veya yanlış bilinmez ama, açıkçası, ilk duyulduğunda, doğru olma ihtimali daha fazla heyecan verici gelen türden haberlerdi. Özellikle, Davos’taki Şimon Peres’e karşı başbakan Erdoğan’ın ‘one minute’ çıkışını yaptığı panelin sicili belli moderatörü David Ignatus’un yazısıyla ayyuka çıkarılan “10 İranlı ajan” hikâyesi doğru olması halinde MOSSAD’ın veya İsrail’in ne duruma düşmüş olduğunu göstermiş oluyor sadece. Yukarıda ifade edildiği gibi Amerikan basınında bu tür haberlerin yayınlanma sebebi aslında belli: Türkiye’yi zor duruma düşürmek; Türkiye’nin bir eksen kayması içinde olduğu yönündeki namütenahi söylemi tekrarlamak; her fırsatta AK Parti ve Erdoğan yönetimindeki Türkiye’nin batılı eksenin dışında olduğunu göstermeye çalışmak ve bu vesilelerle Amerika’nın Türkiye’ye var olan veya olması muhtemel her türlü desteğini belli bir töhmet ve baskı altında tutmak. Bu tarz haberler, Amerikan yönetimlerinin Türkiye’ye yönelik politikalarında veya alışverişlerinde ellerinde bir koz olarak da işlevsel hale gelebilir. Ayrıca, bu haberlerle, Türkiye’ye verdiği destek dolayısıyla Obama’yı Amerika halkı nezdinde küçük düşürmenin de hedeflendiğini kaydetmek gerekiyor. 5 Fidan yönetimindeki MİT, istihbaratın paradigmasını değiştirmiş, dış politika analizleri yapan ve ülkenin stratejik hedeflerini gözeten gerçek bir devlet aklı olarak çalışmaya başlamış. MİT’e ve Hakan Fidan’ın şahsına yapılan saldırılara bakıldığında bu gerçek bütün açıklığıyla ortaya çıkıyor. MİT Kampanyasının Hedefi Obama mı? Obama’nın neden bu tür haberlerin hedefi olabileceğini biraz açmak gerekirse; bu, Fidan hakkındaki haberlerin arkasında olduğundan kuşku duyulmayan Cumhuriyetçilerin her halükarda Obama yönetimine karşı artık neredeyse hiç kural tanımayan muhalefetlerinin, değerlendirmeyeceği hiç bir fırsatın kalmamasıyla ilgili bir durum. Son zamanlarda Kongre’de oylanması gereken geçici bütçeyi onaylamamak suretiyle Amerikan tarihinde görülmemiş bir krize yol açan Cumhuriyetçiler, böylece Obama’yı ABD tarihinde çalışanların maaşını ödeyemeyen bir başkan konumuna düşürmeyi başardılar. Hoş bu başarıları neticede kendilerini Amerikan halkı nezdinde çok daha kötü ve suçlu duruma düşüren bir başarı olmuş oldu ya. Ama konumuz açısından bunun önemi yok, burada Cumhuriyetçilerin veya neo-conların Obama’ya muhalefet adına neleri göze alabiliyor olduklarını örneklemek açısından önemli. Obama’nın Suriye’ye daha aktif müdahalesini isterken, bu müdahale talebinde Suriye halkının acılarına ortak olan, onları duyan hiç bir yan 6 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 yok. Kaldı ki Esad’ı düşürecek bir müdahaleye asıl duygusal ve zihinsel müttefiki oldukları İsrail’in de pek sıcak bakmayacağı bilindiği halde Cumhuriyetçilerin bunda neden bu kadar istekli olduklarının cevabı da aynı kapıdan geçiyor: Göreve geldiği saatten beri Amerika’nın uluslararası ilişkilerinde savaş karşıtı, barışa ve diplomasiye öncelik veren bir misyona sahip olan Obama’yı, kendiyle tutarsız bir konuma düşürmek ve Ortadoğu’da içinden kolay kolay çıkamayacağı ve muhtemelen kendi iktidarının sarsılmasıyla sonuçlanacak bir savaşın içine sürüklemek. Daha açık bir ifadeyle; Cumhuriyetçiler Obama’yı Suriye’ye müdahaleye teşvik ederken, Suriye halkını yaşadıkları katliamlardan kurtarmanın değil, Obama’yı bir batağa sürüklemiş olacaklarının hesabını yapıyorlar. Tabi bu hesabın doğru olup olmadığı ayrıca tartışılır bir şey. Cumhuriyetçilerin Amerika’da İsrail adına neredeyse vekâleten siyaset yürütüyor oldukları sır değildir. İsrailinse, son zamanlarda Obama’nın İran’a yönelik açılımlarından fena halde rahatsız olduğu açıkça ifade ediliyor. Ayrıca İsrail’in bu yeni yakınlaşmayı kamuoyu nezdinde mahkûm etmek, mümkünse imkânsız hale getirmek için elinden geleni yaptığını herkes biliyor. Bu açıdan bakıldığında Hakan Fidan aleyhtarı kampanyanın sadece Türkiye’ye yönelik bir operasyon değil, genel olarak Obama’yı, münhasıran da, Obama’nın İran siyasetini hedef alan bir operasyon olduğu da görülebilir. Ama kampanya öyle bir yerden vuruyor ki, yaptığı her hamle kendi kendini dövüyor, kendini rezil duruma düşürüyor. Haberlerin Doğru Olma Olasılığının Cazibesi Haber doğru ise, İsrail açısından, İsrail’i kötü, hatta rezil duruma düşüren durum şu ki, MOSSAD Türkiye’de elini kolunu sallayarak operasyon yapıyor ve bunu yüzüne gözüne bulaştırıyor, bütün ajanları keklik gibi MİT’in takibine takılıyor. Sonra kendi beceriksizliğine yanmak, kendi açıklarını kimseye çaktırmadan kapatmak üzere tedbir almak dururken, Amerikan basınına salya sümük ağlayarak MİT’ten yediği dayağı şikâyet etmiş oluyor. Amerika’da İsrail güdümlü olduğu anlaşılan bütün bu haberlerin aslında başka bir anlamı yok: şikâyet ve serzeniş... Bu da neresinden bakılırsa bakılsın bir istihbarat kuruluşu için büyük bir acziyetin itirafından başka bir şey değildir. Olay dünyada açmadığı kapı bulunmayan, maharetleriyle meşhur MOSSAD efsanesinin çöküşü olarak da kulağa hoş geliyor. barını göklere çıkarmaktan başka bir sonuç doğurmaz. Hakan Fidan yönetimindeki MİT, üstüne para verse böyle bir reklam yapamazdı herhalde. Ne yazık ki haber, Davutoğlu’nun da açıkladığı gibi doğru değil. Aslında doğru olmasının önünde akıl-mantıkizan engeli de var. Hâlihazırda izlemekte olduğu dış siyaset Türkiye’yi birçok noktada İran’la karşı karşıya düşürüyor. Özellikle Suriye ve Irak politikaları, hatta PKK’ya yaklaşım farkları dolayısıyla İran ve Türkiye istihbaratlarının bu kadar yakın bir çalışma içinde olma ihtimalleri imkânsız. Ayrıca Hakan Fidan’ın ve onun üzerinden Türkiye’nin son zamanlarda Suriye’de İran’ın da baş düşmanlarından olduğu bilinen el-Kaide unsurlarına des- tek veriyor olduğu töhmeti de ayyuka çıkmışken İran’la böyle bir temasın mevcudiyetine dair haberler pek mantıklı gelmiyor. Buna rağmen bu haberlerin arka arkaya bir kampanya izlenimini pekiştirecek şekilde yayımlanması zaten olayın mahiyetini yeterince açıklıyor. Fidan’a Karşı Kampanyanın Asıl Nedenleri 1. ABD iç politikasıyla ilgili boyut Böyle bir kampanyanın, İsrail’in, son zamanlarda ABDİran yakınlaşmasından, bu iki ülke arasında yeni diyalog kapılarının açılmasından duyduğu rahatsızlıkla ilgisi var. İran’da seçimlerden sonra Ruhani’nin görev başına gelmesinden sonra bu açılım beklenirken, New York’ta bulunduğu esnada baş- kan Obama tarafından aranması ve 15 dakika konuşması, İran-ABD ilişkilerinde yeni bir döneme girildiğinin haberini veriyordu. Obama yönetimindeki ABD Ortadoğu’da ezeli düşmanı İran’la 1979’dan beri ilk defa bu düzeyde bir görüşmeye kapıları aralıyor. Tabi bu yakınlaşmanın en önemli maliyeti veya idare edilmesi gereken en önemli zorluğu bütün hesaplarını ABD-İran soğuk savaşının sürekliliğine göre yapmış olan Suudi Arabistan ve İsrail’in bu süreçten duyacakları rahatsızlıklardır. Her ikisi de kendine özgü nedenlerle ABD ve İran arasındaki bu yakınlaşmayı istemiyor. 2. MOSSAD’ın Türkiye’deki imtiyazlarının iptal edilmesi Türkiye istihbaratının son zamanlardaki, İsrail açısından Ne yalan söyleyelim, böyle bir haber Türkiye için MİT’in iti- 7 Bu kampanya ile hedeflenen tabii ki sadece Hakan Fidan’ın şahsı değil, doğal olarak bu yakınlaşmanın aktörü olarak Obama ve Türkiye’nin aktif dış politikasının asıl aktörü olan başbakan Erdoğan’dır. veya ABD neo-conları açısından “başına buyruk” tutumlarının da bir rahatsızlık kaynağı olduğu sır değil artık. Türkiye istihbaratı eskiden İsrail ile sıkı ilişkiler içindeydi. İsrail istihbaratına Türkiye sınırları içinde neredeyse sorgulanmayan sınırsız operasyon imkânı veya yetkisi tanındığı, istediği insanları havaalanlarında alıp sorguladığı biliniyordu. Türkiye vatandaşları arasında eskiden tutuklanmış insanların sorgularına MOSSAD ajanları da katılıp sorguyu yönetebiliyorlardı. Belli ki bu durum Türkiye MİT’i içinde kendilerine tanınan geniş bir alan sayesinde mümkün oluyordu. Üstelik Türkiye MİT’inin bu alanda İsrail’e sahip olduğu bütün bilgileri cömertçe paylaşan bir tutumu söz konusuyken, MOSSAD’dan hiçbir şey gizlemiyordu. Oysa Fidan döneminde MOSSAD’a yönelik bu tek yönlü bilgi akışının kapandığı ve MOSSAD’ın belli anlaşmalara dayalı olduğu bilinen bu imtiyazlarının artık tanınmadığı ifade ediliyor. Aslında MİT’in millileşmiş olmasının tam resmi olan bu durumun da faturasının Fidan’a İrancılık olarak çıkarılması anlaşılabilir. Oysa Fidan’ın MOSSAD’a karşı tavrı ne ise İran’a da muhtemelen aynı şekilde olduğu ortadadır. 8 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 3. Türkiye’nin dış politikasından duyulan genel rahatsızlıklar Bu kampanyanın arkasında yatan sebeplerden belki de en önemlisi Türkiye’nin genel olarak dış politikasından duyulan rahatsızlıktır. Burada da söz konusu olan Hakan Fidan’ın şahsı değil, son zamanlarda dış ilişkilerde veya pazarda kaydedilen başarılardır. Türkiye’nin özellikle Başbakan Erdoğan’ın şahsında Ortadoğu halkları arasında artan popülaritesi bölgenin değişiminde önemli bir itici etken olarak rol oynamaktadır. Arap Baharı sürecinin bile en önemli motivasyonunun bu olduğu söylenebilir. Oysa şu anda bütün çabalar bu sürecin geri çevrilmesi ve bu sürecin bütün aktörlerinin mümkün oranda itibarsızlaştırılmaya çalışılmasıdır. Aslında Gezi Parkı hadiselerinde de aynı basında ortaya konulan tutumla bir süreklilik arz ediyor son kampanya. Daha da öncesinden Türkiye’nin bütün dış politikasına dönük eksen kayması kampanyalarının hepsi aynı kapıya çıkıyor. Türkiye’nin gelişmesi, bölgede etkinlik kazanması, muhtemelen ABD içerisinde belli grupları memnun ediyordur. Bu işin tabiatı gereği böyledir, herkesin bu gelişmeden aynı ölçüde rahatsızlık veya memnuniyet duyduğunu düşünmemek gerekiyor. O yüzden aynı yayınlarda zaman zaman Türkiye’nin dış politikasına dönük övücü yazılar veya ifadelere rastlamak mümkün. Oysa artık damarı tespit edilebilir bir başka eğilimin de Türkiye’nin aleyhine değerlendirilebilecek her türlü gelişmenin üstüne atladığı görülmektedir. 4. Hakan Fidan’ın özelliği ve çözüm süreci Bu kampanya ile hedeflenen tabii ki sadece Hakan Fidan’ın şahsı değil, doğal olarak bu yakınlaşmanın aktörü olarak Obama ve Türkiye’nin aktif dış politikasının asıl aktörü olan başbakan Erdoğan’dır. Ancak Fidan’ın MİT’in başına geldiği saatten itibaren İsrail merkezli bir kampanyanın aleni hedefi olduğu da ortada. Daha göreve geldiği günlerde “Türkiye istihbaratı bir İrancının eline teslim edildi” diye beyanatta bulunan bizzat Netenyahu olmuştu. Bu beyanı izleyen dönemlerde birçok hadisede aynı yerden ısıtılıp ortaya konmuş bazı haber ve değerlendirmelerin hepsinin Fidan’ın şahsını hedef aldığı da görüldü. İlk başta sızdırılan Oslo görüşmelerinin Fidan’ın şahsını, ama onun şahsında çözüm sürecini hedef aldığı aşikâr oldu. Oslo görüşmelerinin ve ondan sonraki bütün çözüm sürecinin en büyük özelliği Türkiye’nin kendi sorununda başka dış aktörlerin aracılığını devreden çıkarmış olmasıdır. Bu aracılığa ihtiyaç duymadan bu işi yapması aslında çözüm sürecinde başlı başına devrimci bir adımdır ve bu durum Türkiye’yi hedefine bir hayli yaklaştırmıştır. Çözüm sürecinde mesafe kat edildikçe eski aracıların aslında işi daha fazla bozmak üzere çalıştığı daha da iyi anlaşılmış oluyor. Çözüm ihtimali gerçeğe dönüştükçe bunu sabote edecek muhtemel bütün girişimlerin devreye sokulduğu da görüldü. Bu süreçte öne çıkan bir isim olarak Fidan’ın hedef tahtasına konulması o açıdan hiç de şaşırtıcı olmadı. Uludere hadisesinin hemen ertesinde, daha olayla ilgili hiç bir malumat ortada yokken hemen MİT’in bu konudaki ihmalinin sebep olarak lanse edilmesi, Reyhanlı saldırısında aynı şekilde MİT’in ihmallerinin hemen haberlere konu olması da bu çerçevede kaydedilmelidir. Genellikle kendini savunma geleneği olmayan MİT’in bu süreç içinde suçlanmasının doğrudan Fidan’ı hedef aldığı artık gizlenemiyor. Nitekim bütün bu süreçlerin sonucunda 7 Şubat operasyonunda Fidan doğrudan savcılığa davet edilerek hakkındaki suçlamalara cevap vermesi istenmişti. Başbakanın ameliyat için çekilmiş olduğu bir dönemde yapılmış olan bu çağrının anlamı bir yorum gerektirmiyor. Delil Uydurma Yolları Kampanyada başvurulan yöntem de başta kendi uydurdukları ama yaygınlık kazandırmış oldukları dedikodulardan delil üretmekten başka bir yol değil. Cinayeti kör bir balıkçı görmüştür ve Hakan Fidan’ın MOSSAD casuslarını İran istihbaratına teslim ettiği bazı Artık kendi vatandaşını fişleyen, vatandaşının peşine takılıp onu düşman olarak kodlayan bir muhaberat MİT’i yok, gerçekten de milli menfaatleri bir bütün olarak milletin, toplumun menfaatleri olarak değerlendiren ve bu paralelde faaliyet gösteren bir kurum var karşımızda. Tel Aviv kafelerinde konuşulmaktadır. Zamanla bu konuşulanlar itibarlı gazetelerde yine hiç bir delil gösterme gereği hissetmeksizin sadece “bir yerlerde konuşulmaktadır” şerhiyle yazılarak birer delile dönüşür. Oysa nerede konuşulduğu, kimin konuştuğu bellidir ve hiç bir delil gösterilmeden sadece konuşulmaktadır. Görünürde, aslında itibarlı gazete yalan söylememektedir, sadece konuşanların yalancısıdır ve duyduklarını aktarmak gibi bir gazeteci sorumluluğunu bile yerine getirmiş olduğu söylenebilir. Ama konuşulan binlerce delilsiz şey arasında neden bunu seçip köşesine taşıdığını açıklamasını beklememek gerekiyordur. Bu delil üretme mantığı bize yabancı değil. Kendi kurdukları internet sitelerinde yayımladıkları uyduruk haberleri sonradan kapatma davalarında kullanan odakların mantığıyla aynı. 28 Şubat sürecinde yaşanan suçlama kampanyalarında üretilen deliller de ayın mantığın izlerini taşıyor. İşin başka bir boyutu tabii ki, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, MİT’in son zamanlarda tarihinin en milli ve başka istihbarat kuruluşlarının nüfuzuna en kapalı dönemini yaşıyor olmasıdır. MOSSAD’ın adam tutuklayıp sorgulayabildiği dönemleri vardı Türkiye’de. Kendisine kafa tutan siyasetçileri veya şahsiyetleri bertaraf etmekte kendisiyle işbirliği yapan bir kurumdu MİT, desteklediği darbeleri kolaylaştırandı… Adeta Türkiye’ye değil kendilerine çalışan bir kurumdu MİT. Bugün ise kendisiyle hiçbir işbirliğine yanaşmayan uzak bir kurum olma gerçeği var. MİT, gerçekten de öyle bir kurum haline gelmiş durumda ve doğrusu bu haliyle bir ülke vatandaşı olarak insana büyük bir güven hissi veriyor. Artık kendi vatandaşını fişleyen, vatandaşının peşine takılıp onu düşman olarak kodlayan bir muhaberat MİT’i yok, gerçekten de milli menfaatleri bir bütün olarak milletin, toplumun menfaatleri olarak değerlendiren ve bu paralelde faaliyet gösteren bir kurum var karşımızda. Fidan yönetimindeki MİT, istihbaratın paradigmasını değiştirmiş, dış politika analizleri yapan ve ülkenin stratejik hedeflerini gözeten gerçek bir devlet aklı olarak çalışmaya başlamış. MİT’e ve Hakan Fidan’ın şahsına yapılan saldırılara bakıldığında bu gerçek bütün açıklığıyla ortaya çıkıyor. 9 SALDIRILAR YENİ ‘DEVLET AKLI’ VE İSLAM ÜLKELERİNİN ‘BİRLİĞİ’NE Türkiye sadece kendisinin bağımsızlaşması ile kalmayıp diğer Müslüman ülkelerin de gerçek bağımsızlığa kavuşmaları için kolları sıvamış durumda. Tunus’ta başlayıp Mısır, Libya ve Suriye’yi etkisi altına alan ve adına “Arap Baharı” denilen hareketin arkasındaki en önemli itici güç hiç şüphesiz “Yeni Türkiye”dir. Alper TAN SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi MİT DOSYASI K ısaca “İstihbarat savaşları” olarak izah edebileceğimiz bir dönemden geçiyoruz. Bazı isimler ve kurumlarla ilgili olarak, Türkiye içinden ve dışından yapılan sistematik saldırılar giderek daha çok dikkat çekiyor. Kimin ne yapmaya çalıştığı, kimin, kim veya nere adına konuştuğuyazdığı-yaptığı daha çok netlik kazanıyor. Başbakan Erdoğan, siyasi hayatı boyunca belli mihrakların hedefindeydi. Onunla çok uğraştılar. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Türkiye’nin takip ettiği dış politika nedeniyle uzunca süre hedefe konuldu. Yıpratılmak ve itibarsızlaştırılmak istendi. Şimdi sıra MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a geldi. Fidan aleyhinde Washington Times, Wall Street Journal, Washington Post ve İsrail başta olmak üzere çok sayıda yabancı yayın organında ardı ardına iddialar ortaya atılıyor. Türkiye, 1944 ortalarından itibaren ABD’nin güdümüne girmiş bir devletti. Gururlu Türkler olarak bizler, Osmanlı Devleti’nden koparılan bütün toprakların çeşitli Batı ülkelerinin mandasına girdiğini kabul- lendik ve hazmettik de yaşadığımız ülkenin yani Türkiye’nin de aslında mandalaştırıldığını aklımıza bile getirmek istemedik. Çünkü tarih kitaplarında, çocukluğumuzdan beri bize anlatılan resmi hikâyelere göre “İstiklal Harbi”nde kahramanca savaşmış ve hain düşmanı denize dökerek koskoca “kötü” Osmanlı İmparatorluğu’ndan “mükemmel” bir “Milli Devlet” çıkarmıştık. “İşbirlikçi Padişah, Batılıların dayattığı Sevr Anlaşması’nı kabullenmişti” ama bizim “Düşmanları denize döken büyük kahramanlarımız” bu anlaşmayı tanımayarak, “Bağımsızlığımızı” kazandırmıştı. Bizlere anlatılan bu resmi masallar gururumuzu okşuyordu. Bunun dışında bir şeyi düşünmek ve ifade etmek de zaten suçtu. 1944’ten itibaren Türkiye’yi bir manda gibi yöneten ABD güdümlü “Üst Yapı” artık yok. Türkiye gerçek bağımsızlığına kavuşuyor. Kısa yoldan ifade etmek gerekirse bu MİT odaklı son saldırıların esas amacı Türkiye’nin bağımsızlaşmasına karşı bir saldırı karakteri taşıyor. Dikkat edilecek olursa Türkiye’nin darbelerle ve darbecilerle hesaplaşma davaları yani “Ergenekon”, “Balyoz” konuları ile demokratikleşme çabaları, 2006-2007’den sonra hız kazanmış ve arka arkaya önemli adımlar atılabilmiştir. Ekonomik kalkınma hamleleri de, dış politikamızın milli bir kimlik kazanarak etkin olmaya başlaması ve dikkat çekmesi de buna paralel ilerlemiştir. Önceki yıllarda, Türkiye’nin “İranlaşması” yalanları halk tarafından itibar görmeyince bu defa “Malezyalılaşma”, “mahalle baskısı” gibi yeni zorlama tabirlerle Ankara’nın suçlanması gündeme getirilmişti. Bunlar da tutmayınca dış politika açısından “Eksen kayması” ortaya atıldı. Tabi beraberinde “Neo-Osmanlılık” yakıştırmaları da… Türkiye’nin bağımsızlaşması Batı açısından son derece “tehlikeli”. Çünkü Türkiye sadece kendisinin bağımsızlaşması ile kalmayıp diğer Müslüman ülkelerin de gerçek bağımsızlığa kavuşmaları için kolları sıvamış 11 şefi Suriye’de kendi yolunu çizdi” başlığı ile suçlanıyor. Yani Türkiye’nin istihbaratının başındaki adam ABD halkına ve özellikle kritik makamlardaki yetkililere şikâyet ediliyor. Ne olsaydı yani? Türkiye’nin en üst istihbarat kurumunun başındaki görevli, kendi ülkesini değil de ABD ve İsrail’in çıkarlarını mı gözetseydi! durumda. Tunus’ta başlayıp Mısır, Libya ve Suriye’yi etkisi altına alan ve adına “Arap Baharı” denilen hareketin arkasındaki en önemli itici güç hiç şüphesiz “Yeni Türkiye”dir. Ülkemizde bazı kesimler bu hareketlerin arkasında ABD ve Batı’nın olduğu iftirasını koro halinde söylediler. Aynı kesimler Ak Parti hükümetinin de ABD ve Batı’ya taşeronluk yaptığı yakıştırmasını yaptılar. Özellikle ABD, Avrupa ve İsrail merkezli son yayınlar ve suçlamalardan açıkça görülüyor ki “Arap Baharı”nın arkasında asla ABD, Avrupa ve İsrail yok. Aksine bu ülkeler Arap Baharının tamamen karşısındalar. Özellikle “Mısır Baharı”na karşı General Abdülfettah Sisi tarafından yapılan kanlı darbe, tüm gerçekleri gün yüzüne çıkardı. ABD, Avrupa ve İsrail, bunun bir darbe değil terörizme karşı tedbir olduğu tezini savundular, darbeci ordunun demokrasiyi koruduğunu savundular ve darbecilere destek verdiler. MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a kimler saldırıyor? Aynı odak- 12 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 lar saldırıyor. MİT Müsteşarı Fidan, “Türkiye’nin milli çıkarlarını gözeten” işler yaptığı gerekçesiyle hedefe konuluyor, ölümle tehdit ediliyor. Geçen yıl bir önceki MİT Müsteşarı Emre Taner de hedefe konulmuş ve cezalandırılmak istenmişti. Acaba Emre Taner ve Hakan Fidan’a sistematik olarak saldıran içerideki ve dışarıdaki odaklar, kişiler daha önceki MİT müsteşarlarına neden hiç ses çıkarmamışlardı? Bunun nasıl anlaşılması gerekir? Biz şunu anlıyoruz: Demek ki Emre Taner’e kadar görev yapan MİT başkanları CIA gibi MOSSAD gibi hareket ediyormuş. En azından MİT, o güne kadar CIA’ın, MOSSAD’ın ayağına hiç basmıyormuş. ABD’de Wall Street Journal’daki yazıda Hakan Fidan, “Türkiye’nin istihbarat Önceleri daha örtülü olan, MİT ve Başbakan Erdoğan’a yönelik fiili saldırılar 7 Şubat 2012 tarihinde ortaya çıkan “soruşturma” hamlesiyle daha somut hale geldi. Türkiye’de devşirilen bazı yayın kuruluşları düzenli biçimde MİT’e saldırmaya başladılar. Hatta MİT karşıtlığı yayın politikası haline getirildi. Açıktan saldırmayı riskli gören başka bazı yayın kuruluşları ise dolaylı saldırı yapan bir çizgide devam ediyorlar. 7 Şubat 2012’de MİT üzerinden başlayan saldırıların arkasında gerçekte kimlerin olduğunu ve bu saldırıda rol alanların kime hizmet ettikleri ortada artık. Tüm bu gelişmelerin özeti şudur: Artık Türkiye bağımsız ve güçlü bir devlet. Türkiye’nin bağımsızlığı, dostları sevindirirken düşmanları da çıldırtıyor. Daha önce, bu ülkenin başbakanı, ABD Başkanı’nın 7 Şubat 2012’de MİT üzerinden başlayan saldırıların arkasında gerçekte kimlerin olduğunu ve bu saldırıda rol alanların kime hizmet ettikleri ortada artık. Tüm bu gelişmelerin özeti şudur: Artık Türkiye bağımsız ve güçlü bir devlet. Türkiye’nin bağımsızlığı, dostları sevindirirken düşmanları da çıldırtıyor. önünde emir eri gibi bekletildi. Türkiye, IMF ve Dünya Bankası’nın vereceği paralara muhtaç hale getirildi. TSK, NATO çerçevesinin dışına çıkamadı. Birinci Dünya Savaşı ve İstiklal Savaşı’nda ülkemize saldıranlar dost ve müttefik sayılırken düne kadar aynı ülke içinde yaşadığımız dost, kardeş veya akraba topluluklarla aramıza mayınlar döşendi. Ayağındaki prangaları kıran, zihnine tebelleş olan şablonlardan kutulan, komplekslerini atmış, özgüven kazanmış ve gücünü yeniden keşfetmiş bir millet olarak Türkler “ARTIK BİZ DE VARIZ, İŞTE BURADAYIZ” demeye başladı. Vatandaşına güvenen bir devlet anlayışı ile özgürlükleri hayata geçiren, ekonomisiyle, üretimiyle, tutarlı ve etkin dış politikasıyla, uluslararası saygınlığı ile yeniden sahneye çıkıyor. Türkiye, Cumhuriyet tarihi boyunca halkıyla, cumhurbaşkanıyla, parlamentosuyla, hükümetiyle, yargısıyla, ordusuyla ve güvenlik kurumlarıyla ilk defa birlik, bütünlük ve uyum içinde hareket ediyor. Bu, çok çok büyük bir şans, çok büyük bir aşama.. Türkiye’nin son yıllardaki en büyük kazanımı, yeniden kavuştuğu özgüvenidir. Böyle olunca da başarı kaçınılmaz olarak geliyor. Türkiye’de bu uyum ve gayret var olduğu müddetçe hasımların saldırmasının bir ehemmiyeti olamaz. Mühim olan içerdeki uhuvveti, birliği güçlendirmek, gerçek dostlarla, ittifakı genişletmektir. İslam dünyasında, Türkiye ve Suudi Arabistan gibi bazı önemli ülkelerin başını çektiği yeni bir inisiyatif başladı. Batı’dan bağımsız bu gelişme onları son derece düşündürüyor ve ürkütüyor. Bunu önlemek veya en azından geciktirerek zaman kazanmak için de Hakan Fidan ve Bender bin Sultan gibi sembollere saldırarak mesaj veriyorlar. 21. yüzyıla girerken dünya dengeleri ve küresel statüko yeniden şekillenmeye başladı. Sovyetler’in ve Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra kendini dünyanın yegâne süper gücü görmeye başlayan ABD, içine düştüğü güç sarhoşluğundan çıkamadı. ABD o güne kadar gizli yöntemlerle kendine bağladığı ülkelerle yetinmeyip, yeryüzüne sahip olmak istedi. Gerçekte bir CIA operasyonu olan 11 Eylül 2001 saldırısını bahane ederek Afganistan’ı ve Irak’ı işgal etti. Bütün İslam ülkelerini tehdit etmeye başladı. Ukrayna’da, Gürcistan’da boyalı darbeler yaptırdı. Washington’un “Büyük Ortadoğu Projesi” dediği senaryo geri tepti. ABD ve müttefikleri Afganistan ve Irak’ı yerle bir etmeyi başardı. Ama sonunda geride bir enkaz bırakıp eli boş olarak Irak’ı terk eden işgalciler aynı şekilde Afganistan’dan da çıkmaya çalışıyorlar. Bu savaşlar sırasında ABD yaklaşık 70 yıllık müttefiki olan Türkiye ve Pakistan’ı kaybetti. Bu iki önemli ve büyük ülke ABD güdümünden çıktı. Kanlı savaşı kazanmış görünmesine rağmen ABD, Afganistan ve Irak’ı kazanamadı. Süper güç, dünyaya maskara hale geldi. Bunları Arap ayaklanmaları takip etti. Tunus, Mısır, Libya ve Yemen kendi kaderini tayin yolunu seçti. Mısır’da şimdilik bir mola var. Ancak fazla sürmeden durum yeniden değişebilir. Suriye’de uzatmalı süreç devam ediyor. ABD’nin Ukrayna ve Gürcistan’daki boyalı devrimleri ise kadük kaldı. 1932’de Suudi Arabistan Krallığı’nın ilan edilmesinden bu yana bu krallığın ABD ile özel bir ilişkisi vardı. Yine 1932’de Suudi Arabistan’ı resmen tanıyan ilk devlet Türkiye ve ilk kutlama mesajını çeken devlet başkanı da Mustafa Kemal’di. 13 Adı geçen prens 20 yıldan uzun bir süre Washington’da görev yapmış büyükelçilik vazifesinde bulunmuş biri. Suudi Sarayı’nın da en güçlü adamlarından. Tıpkı Türkiye gibi Suudi Arabistan-ABD ilişkileri de son derece kritik bir süreçten geçiyor. Çünkü Riyad yönetimi ABD’ye ardı ardına restler çekmeye başladı. Suudi Arabistan, geçtiğimiz Eylül ayında BM Genel Kurulu’nda konuşma yapmayarak önemli bir işaret vermişti. Ekim ayında ise önce BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğini reddederek, tepkinin seviyesini iyice yükseltti. Daha sonra Prens Bender bin Sultan, Cidde’de topladığı Batılı diplomatlara bir nevi nota verdi. Suriye’ye diplomatik çözüm araması ve İran’la yakınlaşmasından dolayı ABD’yi tehdit ederek “ABD ile ilişkilerde büyük kayma planlıyoruz” dedi. Suudi Prens, kendisine yakın bir kaynak aracılığı ile de, dünyaya şunu ilan etti: “ABD’den uzaklaşma büyük olacak. Suudiler artık kendilerini ABD’ye bağımlı durumda bulmak istemiyor. Bender bin Sultan, ABD ile alışverişi sınırlamayı planlıyor. Bu, ABD’nin Filistin ve Suriye ile ilgili etkin eylemde bulunma- 14 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 sının yanı sıra Esad’ın halkını katletmesine yardımcı olması için tasarlandı’’ diye ABD yönetimini hırpalıyor. yı başaramamasının ardından geldi.’’ Riyad’ın, tehdidinde ABD’ye petrol satışları ile Suudi Arabistan’ın ABD’den on milyarlarca dolarlık hazine bonosu ve silah alımlarının da etkileneceği belirtiliyor. “Tüm seçenekler masada ve muhakkak ki bir etkisi olacak’’ deniliyor. Yani Çin füzesi alacak diye Türkiye’yi hedefe koyan ABD’yi şimdi de Suudi Arabistan’ın resti düşündürüyor. Washington, durumun şaka olmadığının, aksine çok ciddi olduğunun farkında. ABD’li bir yetkili Wall Street Journal’a “Çıkarlarımız giderek daha çok birbirinden uzaklaşıyor” yorumunu yaptı. Diğer üst düzey Suudi Prensi olan Turki el Faysal da, Washington’dayken, ABD’nin Suriye politikasının “İçler acısı olduğunu ve Suriye ile İsrail-Filistin meselesine gelince, Obama’nın elinin ayağına dolaştığını” söylemişti. Suudi istihbaratının eski başkanlarından Turki, “Beşar’ın kimyasal cephaneliğinin uluslararası kontrol altına alınması denen maskaralık, apaçık hainlik olmasaydı, komik bulunabilirdi. Ama Obama’nın askeri müdahaleden geri adım atma- Riyad’ın yeni stratejisini Kral Faysal İslami Araştırmalar Merkezi uzmanlarından Nevaf Ubeyd, Al-Monitor’de şöyle yorumluyor: “Riyad, Arap âleminde düzenin sağlanmasına yönelik ve İran’ın sızma politikalarının yayılmasına karşı bir cevap için kolları sıvadı. Suudiler ve bölgesel müttefikleri, Suriyeli isyancılara desteklerini artırmaya ve Lübnan ile Ürdün’ün çökmesini önlemeye kararlı. Şam rejiminin devrilmesi, Arapların geleceği için çok önemli.’’ İşte Batı’yı rahatsız eden konu belki de bu son paragrafta gizli. İslam dünyasında, Türkiye ve Suudi Arabistan gibi bazı önemli ülkelerin başını çektiği yeni bir inisiyatif başladı. Batı’dan bağımsız bu gelişme onları son derece düşündürüyor ve ürkütüyor. Bunu önlemek veya en azından geciktirerek zaman kazanmak için de Hakan Fidan ve Bender bin Sultan gibi sembollere saldırarak mesaj veriyorlar. Yani saldırılar, sembolik isimler üzerinden olmakla birlikte esasen Türkiye’nin yeni “Devlet aklına” ve İslam ülkelerinin yöneldiği yeni“Birlik” sürecine odaklanıyor. Dünya dengeleri yeniden kuruluyor. Yeni dönemde Avrupa ve ABD artık eskisi gibi egemen olamayacak. Lakin bunlar rahat da durmayacaklar. Bu işlerin sonu büyük bir savaşa kadar gidebilir. HAKAN FİDAN’I YIPRATMA KAMPANYALARI Prof. Dr. Aytekin GELERİ SDE Savunma ve Güvenlik Koordinatörü David Ignatius: Bilindik İsim A BD’nin en etkili gazetelerinden Wall Street Journal (WSJ) ile Washington Post’ta birbiri ardına adeta ortak bir yerden düğmeye basılmış gibi Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarı Hakan Fidan’ı hedef alan makaleler yayınlandı. Makalelerde yer verilen iddialar kadar bu iddiaların altında imzaları bulunan kişiler ve iddiaların yayınlanma biçimleri de incelemeye değer bir özellik göstermektedir. Hakan Fidan’ı hedef alan makalelerin birkaç gün arayla yayınlanması bu konuda daha fazla ses getirmek, etki oluşturmak amacının bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Bu makalelerin altında imzaları bulunan kişiler Türkiye kamuoyu tarafından yakından bilinen isimlerdir. Bunlardan özellikle Washington Post gazetesinde-an ki makalenin yazarı Başbakan Recep Tayyipp Erdoğan’ın 2009’daki Davos zirvesinde İsrail Devlet Başkanı res’e ve kendisine Şimon Peres’e one minute’ çıkışısöylediği ‘one na neden olan moderatör natius’dur. David Ignatius’dur. akalelerde HaBu makalelerde dan Suriye’deki kan Fidan de bağlantılı El El Kaide Nusra ve diğer gruplagütlemek, onlara rı örgütlemek, silah ve lojistik destek sağlamak, İsrail dış istihbarat örgütü OSSAD adına çaMOSSAD an 10 İranlı ajalışan ın listesini İran’a nın vermekle suçlanıyor. MİT’in İran’a verdiği iddia edilen MOSSAD ajanı İranlıların listesi konusu aslında yeni bir iddia değil. Bu hususları içeren MİT DOSYASI Son zamanlarda ABD ve İsrail, medya üzerinden Ankara’nın dış politikasını hedefe koydu. Bu saldırıların ortak hedefinde bir taraftan da Suudi Arabistan güvenliğinin tepesindeki güçlü isim Prens Bender Bin Sultan var. önemli bir etkisi vardır. Bu yüzdendir ki başta Başbakan Erdoğan olmak üzere hükümet ve Cumhurbaşkanı Hakan Fidan’a destek vermekte ve sahip çıkmaktadır. Bu aslında olması da gerekendir. haberler daha önce de yapılmıştı. Hakan Fidan’ı yıpratmaya yönelik hamleler Oslo görüşmelerinin basına sızdırılmasında da ortaya konulmuştu. Zaman zaman Türkiye’nin İran ile Hizbullah arasında yeni silah köprüsü kurduğu ve bu süreci de Hakan Fidan’ın yönettiği şeklinde iddialar da atıldı ortaya.1 Karalama Kampanyasının Kodları MİT’teki Değişim Türkiye artık eski Türkiye değil. Dolayısıyla MİT de artık eski MİT değil. Darbeleri ülkenin Cumhurbaşkanına, Başbakanına haber vermeyen, 28 Şubat döneminde Hükümet aleyhine rapor hazırlayıp Milli Güvenlik Kuruluna sunan, ülkeyi yönetenlerin bilgisi ve izni dışında diğer ülke istihbarat örgütleriyle yakın ilişki ve işbirliği içinde olan, dış istihbaratta küresel aktörlere bağımlı olan MİT artık geride kalmıştır. Şimdi demokrasiye inanmış, hükümet ile uyumlu, kendisini yenileyen, küresel güçlerin dışında bağımsız bir politika izleyen, kronik sorunların çözümünde etkin rol oynayan bir MİT bulunmaktadır. Bu anlamda MİT’in uluslararası istihbarat alanında hızlı bir ivme kazanmasından, küresel aktörlerin yakın gözetim ve denetiminin dışına çıkarak bağımsız ve etkin bir politika izlemesinden rahatsız olan ülkeler, istihbarat örgütleri ve derin yapılar bulunmaktadır. Bu durum, kendine geliş, milli duruş, milli olmayan unsurlarda ve küresel derin yapıda panik havası oluşturmuştur. MİT’te meydana gelen bu radikal değişimde hiç şüphesiz kurumun başında bulunan Hakan Fidan’ın çok MİT’te meydana gelen bu radikal değişimde hiç şüphesiz kurumun başında bulunan Hakan Fidan’ın çok önemli bir etkisi vardır. Bu yüzdendir ki başta Başbakan Erdoğan olmak üzere hükümet ve Cumhurbaşkanı Hakan Fidan’a destek vermekte ve sahip çıkmaktadır. Bu aslında olması da gerekendir. 16 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 Küresel derin yapı, Fehmi Koru’nun da işaret ettiği üzere, öncelikle ve özellikle ABD’nin Türkiye politikasını etkilemeye, Türkiye üzerinde baskı oluşturmasını sağlamaya çalışmaktadır. Bu kişiler ve kesimler şu anda Türkiye’de iktidarda bulunanların aslında Batının temel politikalarına ters oldukları, İran ve radikal İslamcılarla çok yakın ilişki ve işbirliği içinde bulundukları bu nedenle de güvenilmez oldukları yönünde bir imaj oluşturmaya çalışmaktadırlar. Bu amaçla Türkiye’nin Suriye’deki El Kaide teröristlerine silah ve lojistik sağladığı, Mısır’da Müslüman Kardeşler odaklı bir politika izlediği, Filistin’de benzeri şekilde Hamas’a destek verdiği, İsrail ve Batı dünyasına karşı İran ile yakın işbirliği içinde bulunduğu, İsrail hakkında İran’a istihbarat verdiği yönünde uluslararası medyada zaman zaman benzer türden haberler çıkarılmaktadır. Bu türden haberlerle Türkiye’nin uluslararası kamuoyunda edindiği olumlu imajı zayıflatılmak, bir yönüyle de Türkiye’nin dış politikası ile hesaplaşılmak istenmektedir. Hükümetin büyük bir kararlılık ve özveriyle yürüttüğü çözüm süreci ülke içinde ve dışında bazı kesimleri derinden rahatsız etmektedir. Bu süreçte İmralı’da Öcalan ile başlatılan yakın ilişkiler, eylemsizlik hali, bu bağlamda atılan adımlar, açıklanan demokratikleşme paketi ve kamuoyundaki geniş destek gerek ülke içinde gerekse ülke dışında Türkiye ile ilgili gizli ve kirli hesapları olan kesimler üzerinde soğuk duş etkisi yapmış bulunmaktadır. Türkiye’yi kendilerine uygun bir çizgiye getirmek ve yeri geldiğinde dizginlemek için etkin bir şekilde kullandıkları PKK kartının ellerinden kayıp gittiğini düşünen iç ve derin yapılar kolay kolay pes etmeyeceklerinin işaretlerini vermektedirler. Bu makalelerde ve benzer amaçlı girişimlerde ilk bakışta Hakan Fidan’ın hedef olarak alındığı görülmekle birlikte işin esasında Başbakan Erdoğan’ın ve Türkiye’nin izlediği dış politikaların bu hedefin asıl konusunu oluşturduğu söylenebilir. Türkiye’nin bölgesel ve küresel politikaların belirlenmesinde Başbakan Erdoğan, Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan üçlüsünün içinde bulunduğu uyumu bozmak, sorunlu alanlar oluşturmak isteyen bir yaklaşıma da temas etmekte yarar Türkiye’nin Orta Doğu, Afrika, Balkanlar ve diğer coğrafyalarda izlemiş olduğu dış politikalar başta İsrail ve ABD’deki neo-conlar olmak üzere küresel derin yapıları ciddi anlamda rahatsız etmektedir. bulunmaktadır. Türkiye’nin Orta Doğu, Afrika, Balkanlar ve diğer coğrafyalarda izlemiş olduğu dış politikalar başta İsrail ve ABD’deki neo-conlar olmak üzere küresel derin yapıları ciddi anlamda rahatsız etmektedir. Bu yapı özellikle çözüm sürecinin başarıya ulaşmasından, Türkiye’nin bölgesinde etkin, sözü dinlenir bir konuma gelmesinden endişe duymaktadır. Huzuru bulmuş, iç barışı sağlamış bir Suriye, demokratik bir Mısır ve birbiriyle uyumlu ülke ve halklardan oluşan bir Orta Doğu’yu hayal etmek bile istemeyen küresel derin yapı belirli aralıklarla bu türden karalama kampanyalarına yer vermektedir. Bu bağlamda Türkiye’nin Suriye politikası, Mısır’da demokrasi yanında göstermiş olduğu duruş, bölge ülkeleri ile olan yakın ilişkileri ve Orta Doğu halkları nezdindeki itibarı küresel derin yapıyı gelecek adına endişelendirmektedir. Bu derin yapı, Türkiye’ye müdahale edilmediği takdirde yakın bir gelecekte, değil sadece Türkiye’nin bütün bir Orta Doğu’nun ellerinden kayıp gideceğini düşünmektedir. Bu yönüyle Küresel güç odakları Türkiye’nin ve Orta Doğu’nun geleceğini yeniden tayin etmek çabası içindedirler. Kontrolleri dışında gelişen bir Arap Baharı’nın kendileri açısından ne kadar sorunlu bir alan meydana getirdiğini gören bu küresel güç odakları artık Orta Doğu coğrafyasında daha da kontrollü, planlı ve kararlı hareket etmek zorunda olduklarını düşünmektedirler. Bu küresel yapı her ülkede olduğu gibi Türkiye içinde de kendine gönülden veya menfaat karşılığında bağlı destekçiler bulmakta zorluk çekmemektedir. Bu nedenle, uluslararası alanda başlatılan kirli kampanyalar hemen ülke içindeki destekçiler tarafından allanıp pullanmakta ve kamuoyunun kafası karıştırılmaya çalışılmaktadır. Türkiye kamuoyu olarak oynanan bu oyunların farkında olmak büyük önem taşımaktadır. Adaletsizliklerin, zulümlerin ve kirli oyunların kol gezdiği bir küresel siyaset sahnesinde ayakta kalabilmek, daha ileriye gidebilmek, haksızlıklara dur diyebilmek, zulüm görenlere sahip çıkabilmek için akıllı olmak, sabırlı olmak, çok çalışmak, birlik ve beraberlik içinde olmak zamanının geldiğini akıldan çıkarmamak gerekiyor. Dipnot 1 http://haber.stargazete.com/yazar/hakan-fidani-neden-yipratmak-istiyorlar/haber-798722, 29.10.2013 17 SORUN FİDAN DEĞİL, HÂLÂ ANLAMADIN MI? Aydın BOLAT Büyük Türkiye, Büyük ve güçlü MİT’le vizyona girebilir. Gerçekten milli ve dış nüfuza kapalı, dış politika analizleri yapan, ülkenin stratejik hedeflerini gözeten, devlet aklını oluşturan ve devlet hafızasını koruyan paradigmasını yeniden tanımlamış bir MİT, Türkiye’nin ve bölgemizin en önemli ihtiyacıdır. İşte MİT bu yolda olduğu için hedeftedir. SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı MİT DOSYASI M İT Müsteşarı Hakan Fidan hakkında dış basında yayınlanan yazılar, ileri sürülen iddialar ve yapılan ölüm tehditleri Ekim ayının ikinci yarısının en önemli gündemi oldu. Olayın bir görünen yüzü yani dıştan fotoğrafı, bir de arka planı ve derinlikli boyutları var. Önce dışarıdan bakacak olursak; konuyla ilgili olarak Amerikan gazeteleri The Wall Street Journal, Washington Post ve Washington Times’ta, ardından da The Jewish Press gibi İsrail yayın-medya organlarında art arda yayınlar yapıldı. “One Minute” ile meşhur olan Davos toplantısı Moderatörü David Ignatus, Daniel Dambey, İsrailli Siyonist yazar Yori Yanover tarafından yazılan iddialar, karalamalar ve tehditler Türkiye’de büyük tepkilere neden oldu. Türkiye İstihbarat Şefi Hakan Fidan’dır.” meye zorlamak. Yani açık hedef Erdoğan ve Obama. “61 yıldır NATO üyesi olan Türkiye, Batı ile ilişkisini kesti mi?” Kimlikleri çok belirgin. İsrail yönetimi, İsrail Gizli servisi (MOSSAD), İsrail lobisi, ABD derin devletinin siyasi, ekonomik ve medya güçleri, Neo-con çevreleri. Adı geçen yayın organları ve bu iddiaları yazanların kimlikleri bizi bu mahfillere ulaştırıyor. Yeni Türkiye’yi istemeyen ve Eski Türkiye’yi özleyen küresel koalisyon. “MİT Türkiye’de İsrail lehine faaliyet gösteren 10 İranlı ajanı veya isimlerini İran’a verdi.” Neden peki? Hakan Fidan’ı ve MİT’i sindirmek, itibarsızlaştırmak. Bunun üzerinden Erdoğan’ı, hükümeti, Türkiye politikalarını zora sokmak ve Türkiye’ye yakınlık duyan Obama yönetimini sıkıştırmak, baskılamak ve tutum değiştir- “MİT şefi Suriye’de kendi yolunu çizdi.” “Bir sabah arabasında özel bir sürprizi hak eden biri varsa o da Bu ifadeler kampanyanın sadece bir gazetecilik marifeti olmadığını; siyasi, diplomatik ve istihbarat güç merkezlerinin yönlendirdiği bir psikolojik operasyon olduğunu hemen belli ediyor. Peki niçin? Batılı istihbarat servisleri ve onlarla ortak iş tutan bölge ülkelerinin istihbarat servislerinin MİT’e olan güvenlerini azaltmak, istihbarat paylaşımını zayıflatmak ve Türkiye’yi yalnızlaştırarak izole etmek. Hatta Hakan Fidan yönetimindeki MİT’in “sistem dışı” faaliyetleri deşifre edilerek Türkiye’yi terörü destekleyen devletler arasına sokmak çabası. Türkiye bu kampanyaya her kesimiyle tepki gösterdi ve Hakan Fidan’a sahip çıktı. ABD ve İsrail Dışişleri beklendiği gibi diplomatik ağızla haberlerin kaynağını bilmediklerini ifade ederek üstlerine hiç almadılar. Hatta ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Ricardone, Hakan Fidan’a övgüler düzdü. Yeni Türkiye’ye Karşı Kampanyalar Hakan Fidan MİT Müsteşarı olduğu ilk günlerde İsrail tarafından ‘İrancı’ olarak karalanmak istenmiş daha sonra 7 Şubat 2012 operasyonu ile hakkında soruşturma açılarak tasfiye edilmek istenmiştir. “MİT Krizi” diye bilinen olay 19 iç savaşın komplikasyonları Türkiye’yi bunaltıyor. içeride ciddi tartışmalar yaratmıştı. Şimdi Hakan Fidan üzerinden dışarıdan yeni bir cephe açıldı. Bu nevi saldırılar, bazen Başbakan Erdoğan, bazen Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve bazen de Hakan Fidan üzerinden yapılsa da bu kampanyaların, baskılamaların asıl hedefi Yeni Ankara, Yeni Türkiye vizyonudur. Değişik sebep, bahane ve konular üzerinden yürütülen iç ve dış operasyonlar son 10 yılda hiç eksik olmadı. Zincirleme devam etti. Demokratik Değişim sürecine karşı askeri darbe hazırlıkları, İranlaşma, doğululaşma ve Malezyalılaşma ithamları, dış politika tercihleri için ‘eksen kayması’ iddiaları, neo-Osmanlıcılık söylemleri Türkiye’nin değişiminin hazımsızlığının yansımalarıydı. Kürt meselesiyle ilgili çözüm süreci hakkında provokasyon ve engelleme çabaları, Filistin meselesine Türkiye’nin duyarlılığına ve tepkilerine İsrail’in debelenmesi, Suriye krizi üzerinden Türkiye’ye yönelik saldırılar, nihayet Reyhanlı patlaması ve düşürülen uçağımız… Gezi Parkı olayıyla sarsılan Türkiye, ardından Arap Baharı’na sabotaj Mısır Darbesi, Suriye’de Esad’a verilen Kimyasal kıyakla devam eden katliamlar ve sınırımızda bütün şiddetiyle süren 20 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 Lübnan’da kaçırılan pilotlarımız, Ekim’de kaos senaryolarıyla tehdit edilen Türkiye, Çin’den alınması düşünülen hava savunma füzelerine yönelik Batı’danNATO’dan tepkiler sürerken MİT Müsteşarı Hakan Fidan üzerinden bütün bunlara eklenen son saldırı halkası. Siyasi istikrarı, büyüyen ekonomisi, yükselen demokrasisiyle Yeni Türkiye hedefte, Fidan bahane… Yıkılan vesayet düzeni, tasfiye edilen eski rejim ve kaybettikleri Türkiye en büyük rahatsızlık nedenleri. Millileşen kurumlar, bağımsızlaşan ülke politikaları, kendi stratejilerini uygulayan Türkiye en büyük sıkıntıları. Onların deyimiyle ‘sistem dışına çıkan’ onlara uşak ve uydu olmayan Türkiye hedef. Bölgesel gücünü ve küresel rolünü artıran Türkiye’ye samimiyetsiz müttefiklerinin ve muhannet komşularının oyunları, engelleri bunlar. İçimizdeki dirençleri ve kendimize ait eksiklikleri hiç ihmal etmeden bunları bilmeliyiz. Ahlak ve vicdan ile akıl ve reelpolitiği dengeleyen bir yaklaşımla çetrefil uluslararası sorunların ve ilişkilerin içinden çıkılabileceğini de unutmamalıyız. Zamanın Ruhu, Konjonktürün Etkisi Bu karalama kampanyası, içeride ağır aksak devam eden çözüm süreci, açıklanan Demokratikleşme Paketi ve sürdürülmeye çalışılan Yeni Anayasa hazırlıklarıyla birlikte Balyoz, Ergenekon ve diğer darbe davalarının karar sürecine geldi. Bu gelişmelerin sıcak geçmesi beklenen ekim ayına denk gelmesi ilginç bir rastlantıdır doğrusu. Suriye’de kimyasal oyalamaya karşı olan Türkiye’nin savaşı durduracak, katliamları bitirecek çözüm arayışları ve Suriye’yi de ilgilendiren kaçırılan pilotları kurtarma operasyonu da bu dönemin önemli gelişmelerinden. Seçim yılı 2014’e giden Türkiye’deki siyasi manzara ile Çin’den füze alımı ve BM’de reform için Türkiye’nin uluslararası inisiyatifleri, küresel güç merkezlerini ve Dünya’nın efendilerini rahatsız etmiş gözüküyor. Hakan Fidan Üzerinden Türkiye Operasyonunun Amaçları Yeni Ankara, ABD’nin ve İsrail’in yarım asırdır Türkiye hükümetleriyle kurmaya alışık olduğu ilişkilere uygun ve uyumlu davranmıyor. “Uydu müttefik” ve “örtülü manda” rolünü kabul etmiyor. Dış politikasını ve uluslararası ilişkilerini bağımsız olarak kendisi belirliyor ve stratejik hamleler yapıyor. Dış politika ve istihbarat çalışmalarında Ortadoğu’da ve Afrika’da bağımsız ve etkili oyuncu olmak istiyor. Mısır ve Suriye’yi dönüştürmek, Arap Baharını etkili kılmak istiyor. IMF’ye bağımlılık dönemini sona erdirerek ekonomisinden çıkarıyor. Savunma sanayini güçlendirerek savunma gücünü dışa bağımlılıktan kurtarıyor. Milli istihbaratını güçlendirip CIA ve MOSSAD’dan bağımsızlaştırıyor. Batı’nın İsrail konusunda sürdürdüğü pozitif ayrımcılığı ve çifte standardı deşifre ederek eleştiriyor. NATO’yu ve AB’yi sorguluyor. Güvensizliğini belli ediyor. Şanghay İşbirliği Örgütü’ne “Diyalog Ortağı” oluyor. Avrasya’da Türk Cumhuriyetleriyle Askeri Statülü Kolluk Kuvvetleri Teşkilatı (TAKM) kuruyor. Çin ile ortak askeri tatbikat yapıyor, Çin’den Göktürk-2 askeri istihbarat amaçlı uydu fırlatıyor. Çin’den füze savunma sistemi almaya çalışıyor. Birleşmiş Milletler sisteminin adaletsizliğini teşhir edip daha adaletli ve demokratik bir Yeni Dünya Düzeni talep ediyor. Bu konuda “Büyüyen Ekonomiler ve Yükselen Demokrasiler Platformu” ve “ Oydaşma için Birlik Grubu” gibi uluslararası inisiyatiflerin öncülüğünü yapıyor. Çözüm süreciyle iç barışını kurmak, vatandaşlarıyla kucaklaşmak istiyor ve bunu kendi başına bir iç proje olarak uyguluyor. Demokratikleşme reformlarıyla iç sistemini konsolide etmek istiyor. Ülkenin Demokratik Değişimini geri dönülemez bir biçimde uygulamalarıyla güçlendiriyor. Vesayet ve bağımlılık rejimini tasfiye ediyor. Çılgın projelerle ekonomisini güçlendiriyor. Siyasi istikrarını koruyor, değişim iradesini sağlamlaştırıyor. Seçimleri şansa bırakmıyor. Bağımsızlığını her alanda güçlendiriyor ve derinleştiriyor... Ve bütün bunlar Derin ABD’yi, Neocon cephesi ve müttefiklerini, İsrail yönetimini rahatsız ediyor. Türkiye’ye yani “Stratejik müttefik”lerine düstur çekmeye ve “ayar vermeye” yöneltiyor. Tabi ki bu tablo Türkiye içindeki ortaklarını, baronlarını, tetikçilerini bilumum yabancı muhiplerini harekete geçiriyor. ‘Bizim olmayan Türkiye kimsenin de olmasın, batsın...’ diyorlar. Sonuç: Büyük Türkiye Büyük İstihbarat Teşkilatıyla Olur Hakan Fidan ve MİT karalamasıyla ortaya çıkan tabloyla; Erdoğan, hükümet ve Yeni Türkiye ile ilgili bütün iddialar, ithamlar, iftiralar çöpe gitti, tuz-buz oldu. Ulusalcılık, Milliyetçilik, Bağımsızlık ‘kahramanları’ dillerini yuttu, sınıfta kaldılar. Demek ki, Ak Parti bir ABD projesi değilmiş. Yeni Türkiye bir ABD tezgâhı değilmiş. Çözüm Süreci bir Türkiye projesiymiş. Derin devlet ve darbecilerle mücadele Türkiye’nin değişim sürecinin sonucuymuş. Demek ki MİT artık CIA’nın, MOSSAD’ın uydusu, bir alt birimi değilmiş. Hatta onlara karşı Türkiye’nin çıkarlarını savunan ve Türkiye toprakları içinde onların izinsiz ve kontrolsüz istihbarat çalışmalarına fırsat vermiyormuş. Onları enseliyor ve enterne ediyormuş. Ancak, iddiaları ve hedefleri olan Türkiye’ye yönelik bu iç ve dış merkezli kampanyalar durmaz, karalamalar bitmez. Biri biterse öteki başlatılır. Zira pek çok konuda rahatsızlık ve hazımsızlıklar var. Bunlar Türkiye’nin içeride ve dışarıda doğru yolda olduğunu kanıtlar. Türkiye’nin bölgesel gücünün ve küresel rolünün etkinleştiğini gösterir. MİT’i itibarlandırır, Türkiye’yi büyütür, özellikle de bölgemizde. Türkiye’nin ve kurumlarının bağımsızlığını, özgüvenini ve milli onurunu pekiştirir. İç ve dışta dost ve düşmanı teşhir eder. Türkiye’nin stratejilerini, politikalarını, devlet aklını, milli dikkat ve hassasiyetlerini güçlendirir. Gerçek savaşın taraflarını netleştirir. Şu Tespite Dikkat Eder misiniz? “Türkiye’nin generalleri, bugün Arap Baharı’nı Türkiye’nin bölgedeki liderliğini genişletmeye odaklanmak için kullanan Erdoğan ile yakın danışmanları Davutoğlu ve Fidan’a boyun eğiyor.” Generallerimizi kışkırtıyor ama Türkiye’nin bölgedeki liderliğini genişletme çabasını da saklamıyor! Sonuç olarak bu olay Hakan Fidan üzerinden ‘Yeni Ankara’ hesaplaşmasıdır. Bu gündemler Yeni Dünya Düzeninin ve Yeni Ortadoğu’nun oluşumunu hızlandırır. Yeni Türkiye, ancak bağımsız ve itibarlı yeni MİT’le var olabilir. Büyük Türkiye, Büyük ve güçlü MİT’le vizyona girebilir. Gerçekten milli ve dış nüfuza kapalı, dış politika analizleri yapan, ülkenin stratejik hedeflerini gözeten, devlet aklını oluşturan ve devlet hafızasını koruyan paradigmasını yeniden tanımlamış bir MİT, Türkiye’nin ve bölgemizin en önemli ihtiyacıdır. İşte MİT bu yolda olduğu için hedeftedir. 21 MİT Esk Müsteşar Yardımcısı Cevat ÖNEŞ MİT OPERASYONUNU DEĞERLENDİRDİ Röportaj: M. Cahid Karakaya Wall Street Journal ve Washington Post’da yayınlanan, içerikleri ve hedefleriyle bağlantılı oldukları, açıklıkla değerlendirilebilen makalelerde, Hakan Fidan üzerinden, Türkiye’nin bazı dış politika konuları, bazı pratik uygulamalarında, soru işaretleri yaratabilme gayretleri dikkatleri çekmektedir. Türkiye’nin dış politika üretimi ve uygulamalarında, önemli aktörleri olarak gösterilen Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarı Hakan Fidan, ön plana çıkarılmasına rağmen, gerçek hedef olarak, Başbakan Erdoğan’ın seçildiği, kampanyanın bütünlüğü içerisinde görülebilmektedir. “ Türkiye’nin dış politika üretimi ve uygulamalarında, önemli aktörleri olarak gösterilen Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarı Hakan Fidan, ön plana çıkarılmasına rağmen, gerçek hedef olarak, Başbakan Erdoğan’ın seçildiği, kampanyanın bütünlüğü içerisinde görülebilmektedir. “ MİT DOSYASI Hakan Fidan ismi üzerinden yürütülen uluslararası ve ulusal kampanyalar hakkında neler düşünüyorsunuz? MİT ve İsrail Gizli Servisi (MOSAD) arasında olduğu iddia edilen bazı kırılganlıklara atıf yapılarak, MİT’nın güvenirliğinin sorgulanması çalışmalarına dikkatlerin çekilmesine rağmen, AK Parti iktidarının, bütünlükle Ortadoğu politikaları, özelde Suriye yaklaşımları, Kürt siyasetleriyle bağlantıları, El Kaide ve türevleriyle ilişkiler, İran’ın silahsızlandırılması konularında, Çin’den satın alınmak istenen füze sistemleri gibi adımlarda, yaratılabilecek şüphelerle, Batı ittifakı ekseninde, kurumsal yapılarında, iç ve dış siyaset platformlarında ve kamuoyunda, muhalefet/ tepki ikliminin oluşturulmak istendiğini söyleyebiliriz. Keza; sözkonusu gazetelerin nitelikleri, güçlü siyasi-ekonomik-iletişim bağlantılarıyla birlikte, makalelerin içerikleriyle değerlendirildiğinde, İsrail yönetimi, İsrail gizli servisleri ekseninde yer alabilecek, siyasi-ekonomik-medya güçlerinin ortak hareketlerinden bahsedilebilmesi kuvvetle muhtemeldir. Bahse konu cephenin, ABD-İran, ABD-Ortadoğu ilişkilerindeki yeni ve muhtemel gelişmeler karşısında, OBAMA yönetimine de mesajlar verilmek istendiğine, işaret edilmesi yanıltıcı olmayacaktır. Gizli servisler arasındaki sorunların çözümünün, kapalı odalarda mümkün olamaması durumlarında, açığa çıkarılan görüntülerin, siyasi sorumluların bilgileri olmadan, gerçekleştirilmelerinin mümkün Demokratik ülkelerde, istihbarat teşkilatlarının görevi, istihbaratı üreten mekanizmalar olmaktan ziyade, demokratik iktidarlar ve devlet organizasyonlarının politika üretimlerine, destek olucu şekilde, istihbaratla katkı sunabilmek ve görev alanları çerçevesinde politik amaçlarla uyumlu şekilde, uygulama imkân ve kabiliyetlerini gerçekleştirebilmek olmalıdır. olamayacağı kuralına, bu konunun değerlendirilebilmesi bakımından, işaret edilmesi yararlı olacaktır. Wall Stret Journal ve Davit İgnatisus’un yayınladıkları makalelerin içeriği sadece Hakan Fidan’a mı yönelik? Başka bir hedefin varlığından söz etmek mümkün mü? Türkiye dış politikası ve Tayyip Erdoğan bu kampanyanın neresinde? Kampanyanın hedefinin, Türkiye dış politikası ve öncelikle Başbakan Erdoğan olduğunu ifade ettik. Ayrıca Obama yönetiminin, Suriye-Irak-İranFilistin vs. sorunlarında, yeni çözüm politikaları üretebilme arayışları karşısında, İsrail- NeoCon ekseninin tepkilerinin ve ön tedbirler alabilme arayışları üzerinde durulması, önemli hassasiyet kazanan konulardandır. Söylendiği gibi MİT bağımsız hareket ettiği için mi Hakan Fidan hakkında karalama kampanyası düzenlendi? MİT’in çalışmaları konusunda, yeterli bilgi sahibi olmadan bir değerlendirme yapamam. Ancak MİT’in politika üreten bir organ olmadığını, olmaması gerektiğini söyleyebilirim. Siyasi iktidarın, devletin politikalarının uygulamaları içerisinde yer alan önemli aktörlerdendir. MOSSAD’ın İran konusunda, Türkiye toprakları içinde, izinsiz ve kontrolsüz istihbarat çalışmalarının, engellenmiş olabileceği hususu, işlenen haberlerden 23 genişleten, derinleştiren ekonomik-siyasi-askerikültürel gücü ve laik-demokratik sisteminin yaratmakta olduğu, yaratabileceği iklimin sonuçları, meseleye sadece çıkarlar ve çözümleyici olmayan ‘güvenlik’ yaklaşımlarıyla bakan mevcut İsrail yönetimi, bölgesel-küresel işbirlikçilerini rahatsız etmektedir. değil, bir istihbaratçı olarak bu durumu nasıl yorumlarsınız? Demokratik bir ülkede, istihbarat teşkilatlarının ve şeflerinin, toplumun bütünlüğünü hedef alan ve kucaklayan bir ‘güven’ yaratıcı ortamda çalışılabilmesi ile iktidar-siyaset kavgalarının dışında kalabilmeleri önemi haizdir. Siyasi iktidarlar ile demokratik muhalefetin, meseleye ifade edilen zihniyet boyutunda bakılabilmesi ve bu doğrultuda geleneksel yapı oluşturulabilmesi çalışmalarına ihtiyaç duyulduğuna işaret edilmelidir. Bölgesel ve küresel çıkar çatışmalarının süreklilik kazandığı/kazandırıldığı Ortadoğu bölgesinde, Türkiye’nin de barışçı politikalarını zedeleyebilecek, kısa vadeli avantaj sağlayabilecek beklentiler için bazı yanlış adımların atılmaması ve çözümleyici-barışçı politik dil kullanımında hassasiyet gösterilmesi hususu önemini korumaya devam etmektedir. anlaşılabiliyor ki, milli bir kuruluş olan MİT’in yasal görevi de budur. İsrail’in bu karalama kampanyası ile ilişkili olmadığını açıklamasını nasıl yorumluyorsunuz? Beklenen bir tavır. Açıklamayı yapan İsrail Dışişleri Bakanlığı yetkilisi, servisler arası ilişkilerin detaylarını bilmediği hususuna vurgu yapması da, diplomasi söyleminde dikkati çeken bir husustur. 24 Ortaya çıkan gelişmeler çerçevesinde, meselelere makro gözlemlerle bakıldığında, Türkiye’nin içiçe geçen iç ve dış politikalarının, Türkiye’nin nitelikli demokratikleşme ve kurumsallaşma süreçlerindeki devamlılık ve ilkesellik çerçevesinde, yeniden değerlendirmeler yapılması ihtiyacını ortaya çıkarmaktadır. MİT dâhil, tüm kurumsal yapıların, söz konusu politikalar çerçevesinde, uygulama birlikteliği ve kararlılığını göstermelerinin önemi, hassasiyet kazanan konulardandır. ‘Yeni dünya düzeni, istihbarat savaşları sonunda oluşacak. Bu yüzden her istihbarat örgütü, kendi pozisyonunu güçlendirmek, diğer örgütleri zayıflatmak için hamleler yapıyor’ tezi sizce doğru bir tez midir? İstihbarat örgütlerinin gücü, her ülkenin potansiyeline, siyasi-ekonomik-askeri etkinliğine, tarihsel birikimine ve toplumsal-siyasi zihniyetleri ile yönetim sistemlerinin niteliklerine bağlı olarak şekillenir. Ayrıca otoriter, totaliter rejimler ile demokratik sistemlerin nitelikleri, istihbarat teşkilatlarının, çalışma yöntem ve hedeflerini belirleyen temel ilkeleri ortaya çıkarır. Bu kampanya, Ortadoğu’da yükselen Türkiye etkisini kırmak için bir hamle olarak değerlendirilebilir mi? Türkiye’nin toplumsal dinamikleri ile objektif ve sübjektif şartları, tartışmasız nitelikli, üretken, barışçı bir demokratikleşme süreci içerisinde, hedefler seçimini kaçınılmaz kılmaktadır. İnsanlığın, sürekliliğe sahip olarak, evrensel değerler üretimi mücadelesinin yanı sıra, ülkeler arası, farklı güçler arası, çıkar çatışmaları ve stratejik menfaatler kazanımı mücadelelerinin ortaya çıkardığı gerçekler, istihbarat üreten yapıların çalışmalarına, hayati bir öncelik ve önem kazandırmaktadır. Türkiye’nin topyekûn potansiyeli gelişen, etki alanlarını Demokratik ülkelerde, istihbarat teşkilatlarının görevi, istihbaratı üreten mekanizmalar olmaktan ziyade, demokratik iktidarlar ve STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 İstihbaratın çalışmaları arka plandadır. Yeterince görüntü verilmesi, doğru yöntemdir. Ancak faaliyet sonuçlarının ‘şeffaflığı’ yaratacağı ‘güven’, toplumun genel desteğini kazanıcı şekilde oluşturulabilmelidir. devlet organizasyonlarının politika üretimlerine, destek olucu şekilde, istihbaratla katkı sunabilmek ve görev alanları çerçevesinde politik amaçlarla uyumlu şekilde, uygulama imkân ve kabiliyetlerini gerçekleştirebilmek olmalıdır. Söz konusu gerçeklik; tayin edici unsurun, istihbarat teşkilatlarının savaşları olmayıp siyasi iktidarların ve devletlerin, toplumsal en geniş demokratik destekleri sağlayarak zamanın ruhunu da doğru okuyarak, doğru politikalar üretebilmeleri ve zamanında, kurumsallaşmış yapılarla uygulanabilirlik şartlarını yaratabilme hususunu göstermektedir. Bu sonuçlar, istihbarat teşkilatlarının ‘hesap verilebilirlik’ ve ‘denetlenebilirlik’ kriterlerine de ayrıca önem kazandırmaktadır. İstihbarat şeflerinin bu kadar açık hedef haline getirilerek, kamuoyu gündemine getirilmesi pek alışıla gelmiş bir durum Başbakan Erdoğan’ın MİT Müsteşarı’na net ifadelerle sahip çıkmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Böyle bir durum daha önce yaşanmış mıydı? Başbakan Erdoğan’ın, MİT Müsteşarı Hakan Fidan üzerinden, doğrudan şahsına ve siyasi iktidarına yönelen faaliyetler karşısında, Hakan Fidanı sahiplenişi, beklenen ve olması gereken duruştur. Nitekim Sayın Cumhurbaşkanı dâhil, toplumun çok geniş katmanlarından da, güçlü destek iradesi ortaya çıkmıştır. Türkiye’de daha önce benzer bir olayla karşılaşılmamıştır. 25 AK PARTİ HÜKÜMETİNİN VE YARGININ “DEMOKRATİKLEŞME PAKETİ” Dr. Murat YILMAZ SDE İç Politika ve Demokratikleşme Koordinatörü 30 Eylül 2013’de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bir basın açıklamasıyla yeni bir Demokratikleşme Paketini açıkladı. Paketin muhtevası kadar istikameti ve zamanlaması da ehemmiyetliydi. Demokratikleşme paketiyle Türkiye’nin kadim meselelerinin, artık kadim yöntemlerle; yani, otoriter rejim, resmi ideoloji ve olağanüstü halle değil; siyasetle, demokratik ve sivil bir şekilde çözüleceği ilan edilmiş oldu. Bu bakımdan paketin büyüklüğü veya muhtevasından daha önemlisi yeni paradigmayı teyid etmesiydi. iÇ POLiTiKA T ürkiye’de tarihi kökleri, sosyolojik tabanı, siyasi temsilcileri, iktisadi aktörleri ve dış dinamikleri de olan demokratikleşme süreci devam ediyor. Vesayet sistemi, yasama, yürütme ve yargı eliyle tasfiye ediliyor. Adeta Türkiye’deki siyasi rejim yeniden kuruluyor. Bu kuruluş dönemi henüz tamamlanabilmiş değil. Kuruluş dönemi ve bu dönemin uzaması, beraberinde umut ve endişeleri arttırıyor. Siyasi tartışmalar sertleşiyor. Sertleşme ve kutuplaşmanın demokratikleşmeyi engellemesinden, demokratikleşmeden memnun olanlar endişe, rahatsız olanlar memnuniyet duyuyorlar. Bu bakımdan karşılaşılan problem ve krizler karşısında kadim otoriter yöntemlere mi, cedidi demokratik yöntemlere mi başvurulacağı sorusu hayati ehemmiyet kazanıyor. Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin sona erdiği, bir otoriterleşme sürecinin başladığı iddiaları bu vadide içeride ve dışarıda tartışılıyor. İşte bu vasatta AK Parti Hükümetinin Demokratikleş- me Paketi, Yargıtay’ın Balyoz kararı ve AB’nin ilerleme raporunun açıklanması bu sorulara verilen cevaplardır. Bu yazıda bu vasat esas alınarak Demokratikleşme Paketi ve Balyoz kararı değerlendirilecektir. Daniel Pipes’in AKP’nin başarılı olma sebebini eski rejimin 1.0’lık yazılımının AK Parti’nin 2.0’lık yeni yazılımla aştığı şeklinde izah eder.1 Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 30 Eylül 2013 tarihinde açıkladığı Demokratikleşme Paketi eski rejimin 1.0’lık yazılımın sona erdiğini bir kez daha göstermiş oldu. Gezi-Taksim olaylarıyla eski rejimin 3.0’lık yazılımıyla yeniden eski rejimin yolu açılacak endişeleri, AK Parti Hükümetinin Demokratikleşme Paketini takiben Balyoz mahkumiyet kararıyla da giderilmiş oldu. Eski rejimin 3.0’lık yazılım denemesine kısa bir süre sonra 4.0’lık yeni yazılımla cevap verilmiş oldu. Eski rejimin tasfiyesi kesinleşti, artık anayasal demokrasi ekseninde yeni rejimin ve Yeni Türkiye’nin önünde bir engel kalmadığı yeniden deklare edildi. 30 Eylül 2013’de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bir basın açıklamasıyla yeni bir Demokratikleşme Paketini açıkladı. Paketin muhtevası kadar istikameti ve zamanlaması da ehemmiyetliydi. Demokratikleşme paketiyle Türkiye’nin kadim meselelerinin, artık kadim yöntemlerle; yani, otoriter rejim, resmi ideoloji ve olağanüstü halle değil; siyasetle, demokratik ve sivil bir şekilde çözüleceği ilan edilmiş oldu. Bu bakımdan paketin büyüklüğü veya muhtevasından daha önemlisi yeni paradigmayı teyid etmesiydi. Türkiye, büyük bir değişim yaşıyor. Vesayet rejimi, tasfiye edilerek demokratikleşme ve sivilleşme istikametinde önemli adımlar atılıyor. Kat edilen mesafe arttıkça demokrasi, sivillik ve özgürlük değerlerine toplumun daha çok sahip çıktığı görülüyor. Bir kriz veya tartışma vesilesiyle, bütün bir demokrasi tarihi hatırlanıyor, 27 Türkiye, büyük bir değişim yaşıyor. Vesayet rejimi, tasfiye edilerek demokratikleşme ve sivilleşme istikametinde önemli adımlar atılıyor. Kat edilen mesafe arttıkça demokrasi, sivillik ve özgürlük değerlerine toplumun daha çok sahip çıktığı görülüyor. Bir kriz veya tartışma vesilesiyle, bütün bir demokrasi tarihi hatırlanıyor, adeta yeniden yaşanıyor. Toplum ve vatandaşlar kendilerini, demokrasiyi, sivilleşmeyi, özgürlüğü ve siyaseti keşfediyorlar. Böylece siyasetin alanı ve tabanı genişliyor. adeta yeniden yaşanıyor. Toplum ve vatandaşlar kendilerini, demokrasiyi, sivilleşmeyi, özgürlüğü ve siyaseti keşfediyorlar. Böylece siyasetin alanı ve tabanı genişliyor. Sadece siyasi rejim değil, siyasi söylem ve siyasi kültür de değişiyor. Otoriter ve yarı totaliter bir resmi ideoloji ve devlet düzeninin, vatandaşların siyaseti algılama ve siyaset yapma tarzını tayin eden siyasi kültürdeki kodları ve kalıntıları da ayıklanıyor. Hukuku ve kurumları değiştirmek fevkalade mühim fakat ehemmiyetli olan onları hayata geçirecek insanların, ruhun ve kültürün değişimi. Büyük değişim yaşanırken, bu değişimin bütün mevzuatta, kurumlarda, siyasi partilerde, siyasi hareketlerde, toplumsal kesimlerde, fikir gruplarında ve vatandaşlarda aynı şekilde ve hızda olması mümkün değil. Hatta böyle bir beklenti değişimin, toplumun ve siyasetin tabiatına aykırı. Bu itibarla değişimin, tartışma doğurması kaçınılmaz. Bir bakıma, buradaki ihtilaflardan siyasi ve demokratik bir bereket dahi beklenebilir. Bu bereketi elde etmek için, ihtilafın çözülebileceği veya devam edebileceği asgari müşterek bir mutabakat çerçevesine ihtiyaç vardır. Bu mutabakat çerçevesinde, demokratik hukuk devletinin yanında liberal bir siyasi kültür olabilir. Başbakan Erdoğan 30 Eylül 2013 tarihli konuşmasında duyurduğu Demokratikleşme Paketinde şu vaatlerde bulundu: • Roman Dil ve Kültür Enstitüsü kurulacak. • Mor Gabriel, diğer adıyla Dey- 28 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 rulumur Manastırı arazisi manastır vakfına iade edilecek. • İlkokullardaki öğrenci andı uygulaması kaldırılacak. • Kılık kıyafet yönetmeliği değiştirilerek, kamu kurumlarında başörtüsü yasağı kaldırılacak. • Nevşehir Üniversitesi'nin ismi Hacı Bektaşi Veli Üniversitesi olarak değiştirilecek. • Köy isimlerinin değiştirilmesinin önündeki yasal engeller kaldırılacak. • Özel okullarda farklı dil ve lehçelerde eğitimin önü açılacak. • Farklı dil ve lehçelerde siyasi propaganda yapılabilecek. • Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde hükümet komiseri uygulamasına son verilecek, yükümlülükler düzenleme kurulları tarafından yerine getirilecek. • Beldelerde teşkilat kurma zorunluluğunu kaldırılacak, İlçelerde teşkilatlanmış olmak yetecek. hebi nedeniyle işlenirse, cezası daha da ağırlaşacak. • Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurulu kurulacak. • Yaşam tarzına saygı, TCK ile güvence altına alınacak. • Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin süreleri uzatılacak. AK Parti Hükümeti, Demokratikleşme Paketindeki vaatlerin idari tasarruf ile sonuçlandırılacak kısmını gecikmeden tamamladıktan sonra, yasama faaliyeti icap eden, seçim sistemi dışındaki, kısmını bir an evvel TBMM’ne sunacaktır. Türkiye 3 Kasım 2002 seçimleri sonrasında kurulan AK Parti Hükümetleriyle tedricen bürokratik vesayetin legal ve illegal ayaklarını tasfiye etti. 12 Eylül 2010 Referandumu bürokratik vesayetin bel kemiğini anayasal düzeyde kırdı. Ergenekon, Balyoz, 28 Şubat davaları da bürokratik vesayetin illegal ayaklarını kırdı. Şimdi Yeni Anayasal Demokrasi ve Yeni Türkiye kurulmaya çalışılıyor. Türkiye 3 Kasım 2002 seçimleri sonrasında kurulan AK Parti Hükümetleriyle tedricen bürokratik vesayetin legal ve illegal ayaklarını tasfiye etti. 12 Eylül 2010 Referandumu bürokratik vesayetin bel kemiğini anayasal düzeyde kırdı. Ergenekon, Balyoz, 28 Şubat davaları da bürokratik vesayetin illegal ayaklarını kırdı. Şimdi Yeni Anayasal Demokrasi ve Yeni Türkiye kurulmaya çalışılıyor. Türkiye’nin kadim meseleleri yeniden gündeme geliyor. Siyaset, bu meseleleri bürokrasiye havale etmiyor. Dinliyor, konuşuyor, tartışıyor... Artık bu meseleler siyasetin konusu. Bunun anlaşılması bile başlı başına önemli. AK Parti bu kadim meseleler hakkında kendi program ve yaklaşımı doğrultusunda çözüm önerileri, demokratikleşme paketleri hazırlıyor. AK Parti geçtiğimiz dönemdeki reformlarla eski rejimi tasfiye etti, şimdi yeni rejimi kurmaya çalışıyor. Demokratikleşme Paketi, Siyasi Partiler Kanunu ve seçim sistemini tartışmaya açarak Yeni Anayasanın yanında, temel siyasi metinlerden siyasi partiler kanunu ve seçim kanununun da değişeceğine işaret etti. Başörtüsü ve anadilde eğitim gibi önemli konularda çözüme ulaşılırken, gayrimüslimler, Romanlar ve Alevilere de jestler yapıldı. Lakin hala yapılması gerekenler var. Bilhassa Aleviler, tarikatlar, resmi ideoloji, ordunun sivil denetimi konularında. Ne yazık ki, AK Parti’yi bu konularda reform yapmaya teşvik edecek veya zorlayacak bir muhalefet yok. Demokratik muhalefet yokluğuna rağmen, demokratikleşmenin durmaması elzem. AK Parti başladığı işi bitirmeli, reform sürecini tamamlamalı. • Siyasi Partiler Kanunu'nu değiştirilerek, devlet yardımı için gerekli olan yüzde 7’lik oran, yüzde 3'e çekilecek. • Tüzüklerde yer almak ve 2 kişiden fazla olmamak kaydıyla partiler, eş genel başkanlık sistemini uygulayabilecek. • Belirli suçlar, kişinin, dili, ırkı, milliyeti, rengi, cinsiyeti, engelliliği, siyasi düşüncesi, felsefi inancı, dini veya mez- Dipnot 1 http://www.danielpipes.org/7770/islamism; http://www.danielpipes.org/8467/islamist-turkey-overreaches 29 YARGIDA ZİHNİYET DÖNÜŞÜMÜ VE BALYOZ DAVASI Doç. Dr. Hamit Emrah BERİŞ iÇ POLiTiKA SDE Uzmanı Darbelerin demokrasi tarihinin adeta ayrılmaz bir parçası durumunda olduğu Türkiye için Balyoz benzeri davaların oldukça önemli olduğu açık. Gerek Ergenekon ve Balyoz davaları gerekse bunları takip eden 12 Eylül darbesine ilişkin yargılama süreci, Türkiye’de askerî vesayetin son izlerinin de silinmesi bakımından önem taşıyor. Y argıtay 9. Ceza Dairesi, 9 Eylül 2013 Çarşamba günü Balyoz davası sanıklarının yerel mahkeme kararına ilişkin yaptığı itirazları sonuçlandırdı. Yargıtay, Balyoz darbe girişimi davasının başlıca sanıkları hakkında yerel mahkemenin verdiği kararları onadı. Buna göre, başta eski 1. Ordu Komutanı Çetin Doğan, eski Hava Kuvvetleri Komutanı İbrahim Halil Fırtına ve eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek hakkında verilen cezalar olmak üzere davanın öne çıkan sanıklarının cezaları yerel mahkemenin kararı doğrultusunda kesinleşmiş oldu. Aynı şekilde 2011 yılında MHP listesinden milletvekili seçilen Engin Alan’a verilen 18 yıllık ceza da onandı ve Alan’ın TBMM çatısına girmesinin önü tamamen kesildi. Buna karşılık, Yargıtay 9. Ceza Dairesi, genellikle darbe planı bağlamında daha az önemli oldukları söylenebilecek 63 kişinin cezasını bozdu ve bunların beraat etmeleri gerektiğine hükmetti. Dikkat çeken bir diğer nokta ise tüm sanıklara ilişkin kararların oybirliğiyle alınmış olmasıydı. Balyoz davasının temyiz aşaması, bugüne dek süregelen ben- zer diğer yargılamaların akıbeti hakkında önemli işaretler içeriyor. Nitekim Balyoz yargılamasını yürüten İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesinin kararını açıklamasından sonra, sanık yakınları, Yargıtay aşamasında sonucun değişeceğine yönelik beklenti içinde olduklarını sıkça vurguluyorlardı. Aynı zamanda, Balyoz kararlarının hâlihazırda Yargıtay aşamasında olan Ergenekon kararları bağlamında da bir emsal teşkil edeceği, burada çıkacak kararın diğer davayı da etkileyeceği iddia ediliyordu. Kararın emsal gösterildiği bir diğer dava ise 12 Eylül darbesine yönelik devam eden yargılamaydı. Yargıtay’ın tutumunun 12 Eylül davasının sonucuna ilişkin kararı etkileyebilecek bir görüntü taşıdığı dile getiriliyordu. Ancak bu beklentilerin hiçbiri hayata geçmedi ve Yargıtay, yerel mahkemelerin bu konuda gösterdiği demokrasi tarafındaki tavrın bir benzerinin kendisi için de geçerli olduğunu gösterdi. Aynı zamanda, Daire, kararıyla, Türkiye’nin darbelerle hesaplaşma sürecinin devam edeceğini ve bu bağlamda demokrasinin üzerindeki vesayet perdesinin kaldırılmasına yö- nelik girişimlerin yargı tarafından da destekleneceğini açıkça ortaya koydu. Yaklaşık 4 yıl önce, 2010 yılının Ocak ayında açığa çıkan Balyoz darbe planına ilişkin belgeler Türkiye’nin demokrasi tarihinde özel bir öneme sahip. Ancak bundan önce kısaca davanın gelişim sürecine bakmak gerekiyor. 20 Ocak 2010 tarihli Taraf gazetesinde yayımlanan bazı belgeler, AK Parti’nin iktidarının ilk döneminde, 2003 yılında, Çetin Doğan’ın başında bulunduğu 1. Ordu Komutanlığında iktidarı devirmeye yönelik bir dizi planın yapıldığını ortaya koyuyordu. Haberde, planın tüm aşamaları ve sürece belirli şekilde eklemlenen isimler ayrıntılı bir şekilde aktarılıyordu. Planın belki de en vahim yönü, darbe hazırlığı kapsamında Fatih ve Bayezid camilerine bomba konularak çok sayıda kişinin ölmesinin, bu şekilde halkın tahrik edilmesinin amaçlandığının görülmesiydi. Aynı şekilde, Yunanistan üzerinde bir Türk jetinin düşürülerek yeni bir provokasyon yapılması da yayımlanan belgelerin içerdiği konulardan biriydi. Böylece ülke içinde hükümete yönelik 31 Geçmişte Türkiye ile benzer süreçlerden geçen ülkelerin neredeyse tamamı, güçlü ve kalıcı bir demokrasiye kendi darbecilerini yargılayıp cezalandırarak ulaşabildiler. Türkiye ise demokrasinin güçlendiği zamanlarda bile bu yönde bir çaba sarf etmekten kaçındı. Hatta tam tersine darbeciler, saygın aktörler olarak toplumdaki yerlerini korudular. Bu durum, Türkiye’de demokratik bilincin tam olarak gelişmesine darbe vuran bir nitelik taşıyordu. güvensizlik oluşturulmasının ve halkta siyasal iktidara ilişkin olumsuz kanaatler meydana getirilmesinin amaçlandığı anlaşılıyordu. Tüm bu girişimlerin varacağı sonuç ise silahlı kuvvetlerin daha önceki darbelerden alışık olduğumuz klasik “kurtarıcı” pozisyonu içinde iktidarı devralmasıydı. Yargılama süreçlerinde ortaya çıkan yeni belgelerde, darbe sonrasında kurulacak yapılanmanın tüm ayrıntılarıyla planlandığı görülüyordu. Bu bağlamda, çok sayıda sivilin fişlendiği ve darbe sonrası tutuklanmalarının kararlaştırıldığı da açığa çıktı. Belgelerin Taraf’ta yayımlanmasının ardından İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından konuyla ilgili soruşturma başlatıldı ve kısa sürede bir dizi askerle bazı sivillerin gözaltına alınmaları kararı çıktı. Yine 2010 yılı içerisinde savcılar tarafından hazırlanan iddianame, İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edildi ve dava başladı. Uzun bir yargılama sürecinden sonra, 21 Eylül 2012’de ise 32 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 Mahkeme tarafından sanıkların “Türkiye Cumhuriyeti icra vekilleri heyetini, cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etmek” suçunu işlediklerine karar verildi; ancak bunun “eksik teşebbüs” aşamasında kaldığı gerekçesiyle cezalarında önemli ölçüde indirim yapıldı. Sanıklar tarafından doğal olarak mahkeme kararı temyize götürüldü ve Yargıtay yaklaşık bir yıllık incelemenin ardından yukarıda belirtilen kararlara ulaştı. Yargıtay kararı, sanıklar ve kendilerini destekleyen çevreler tarafından yargılama süreçleri hakkında yerel mahkemeye yöneltilen eleştirilerin de haksız olduğunu ortaya koydu. Darbelerin demokrasi tarihinin adeta ayrılmaz bir parçası durumunda olduğu Türkiye için Balyoz benzeri davaların oldukça önemli olduğu açık. Gerek Ergenekon ve Balyoz davaları gerekse bunları takip eden 12 Eylül darbesine ilişkin yargılama süreci, Türkiye’de askerî vesayetin son izlerinin de silinmesi bakımından önem taşıyor. Gerçekten de son on yılda demokrasinin konsolidasyonu bakımından atılan adımların gerçekten bir anlam ifade edebilmesi için geçmişe yönelik kapsamlı bir hesaplaşmaya da gidilmesi gerekiyor. Geçmişte Türkiye ile benzer süreçlerden geçen ülkelerin neredeyse tamamı, güçlü ve kalıcı bir demokrasiye kendi darbecilerini yargılayıp cezalandırarak ulaşabildiler. Türkiye ise demokrasinin güçlendiği zamanlarda bile bu yönde bir çaba sarf etmekten kaçındı. Hatta tam tersine darbeciler, saygın aktörler olarak toplumdaki yerlerini korudular. Bu durum, Türkiye’de demokratik bilincin tam olarak gelişmesine darbe vuran bir nitelik taşıyordu. Zira darbeciler için hep açık bir kapının bulunması, gelecekte aynı eyleme yeltenecek olanların başarmaları durumunda iktidarı ele geçirmelerini, muhtemel bir başarısızlık durumunda ise neredeyse hiçbir olumsuz sonuçla karşılaşmamalarını garanti altına alıyordu. Bu bakımdan, uzunca yıllar boyunca darbe girişiminin adeta Türkiye’deki “en risksiz suç” olduğu söylenebilir. Oysa Balyoz ve Ergenekon gibi davalar, her suç gibi darbe girişiminin de bir cezası bulunduğunu ve kamu görevlilerinin ellerindeki yetkiyi hukuk sınırları içinde kullanmalarının zorunluluk olduğunu yeniden hatırlattı. Burada yargının pozisyonunun altını ayrıca çizmek gerekiyor. Çok uzun yıllar boyunca Türkiye’de yargının askerî vesayetin destekleyicisi durumunda olduğunu söylemek çok da yanlış olmaz. En belirgin örneği, ünlü “28 Şubat brifingleri”nde yaşandığı gibi, yargı, askeri vesayetin kurumsallaşması ve güçlenmesi bakımından önemli bir işleve sahip oldu. Bunun yanında yargının bizatihi kendisinin de Türkiye’nin “tam demokrasi”ye geçmesinin önündeki vesayet kurumlarından biri olduğu sıklıkla iddia edildi. Yargı, kararlarında hukuktan daha çok siyasî mülahazaları öne çıkarması ve “hikmet-i hükümet”i öncelemesiyle eleştirildi. Pek çok konuda özgürlükleri daraltan ve demokratik siyasetin zeminini zayıflatan yargı kararları bu iddiaların en önemli dayanağını teşkil etti. Dahası, en fazla darbe dönemlerinde olmak üzere, geçmişte mahkeme kararları, içinden geçilen dönemlerin ruhunu fazlasıyla yansıttı. Bu bağlamda, aradan çok uzun yıllar geçse bile darbecilerin yargılanmasının ve kendilerine hesap sorulmasının önüne geçildi. Hatta Adana Savcısı Sacit Kayasu gibi münferit olarak buna kalkışan bazı yargı mensupları desteklenmek bir tarafa işlerini kaybetti. Dolayısıyla son Yargıtay’ın Balyoz kararı, bir taraftan Türkiye’nin demokrasi yolculuğunun devam edeceğine işaret ediyor. Ama aynı zamanda, bu karar, Türkiye’nin demokratikleşme çizgisinin geçmişin bir hayli önüne geçtiğini de gösteriyor. “Eski Türkiye”nin muktedirleri, kurumlar üzerindeki etkilerini ve geçmişteki ilişkilerini giderek kaybediyor. dönemde alınan kararlardan, halen tüm Türkiye’yi kapsayan demokratikleşme dalgasının yargıyı da doğrudan etkilediği kolayca anlaşılabiliyor. Bu bağlamda, yargının Türkiye’de demokrasinin gelişmesi ve siyasal özgürlüklerin en geniş şekilde yaşanmasına duran ve bu açıdan kendisine umut bağlayanlara da cevap verdiği söylenebilir. Kısacası Türkiye’de siyaset dâhil olmak üzere pek çok kurumun son on yılda yaşadığı zihniyet dönüşümünden yargının da muaf olmadığı görüldü. ka bir kurum, demokratikleşme konusunda toplumun gerisinde kalmak istemiyor. Bu durum, Türkiye’de ister sivil isterse asker kaynaklı olsun demokrasi üzerindeki vesayet perdesinin büyük ölçüde ortadan kalktığına işaret ediyor. Elbette, demokratikleşme yolunda Türkiye’nin kat etmesi gereken hâlâ ciddi bir mesafe olduğu açık. Ancak ümit veren durum, demokratikleşme iradesi güçlenirken bu yolda önümüze çıkacak olan engellerin giderek daha da azalması. Yargıtay’ın Balyoz kararı, bir taraftan Türkiye’nin demokrasi yolculuğunun devam edeceğine işaret ediyor. Ama aynı zamanda, bu karar, Türkiye’nin demokratikleşme çizgisinin geçmişin bir hayli önüne geçtiğini de gösteriyor. “Eski Türkiye”nin muktedirleri, kurumlar üzerindeki etkilerini ve geçmişteki ilişkilerini giderek kaybediyor. Öyle ki, bu süreçte, ne yargı ne de baş- 33 ÇÖZÜM SÜRECİNDE SONA YAKLAŞIRKEN… Sinan BAŞAK Gazeteci - Yazar Eğer çözüm konusunda Ankara-İmralı hattı değil de başka ülkeler ve örgütler devrede olsaydı gezi komplosuna PKK’lıların girmesi muhtemeldi. Uluslararası gücün emrine amade sol ve Kemalist örgütlerin arasına PKK’lıların girmesi demek kaosun artması demekti. Allah’a şükür, Gezi konusunda şark insanı destek olmadı. Sırrı Süreyya Önder, Ertuğrul Kürkçü ve Sabahat Tuncel gibi kaşarlanmış sosyalistler destek verse de BDP’li kitle doğu ve güneydoğuda sessiz kalmayı seçti. Bu arada devlet aklı devreye girerek olumsuzlukları olumlu hale getirmeyi başardı, ayrıca devletin gücünü de ortaya çıkardı. Y aklaşık olarak 1 yıldır ülkede terör sebebiyle meydana gelen ölümler durmuş, daha önce silahların konuştuğu önemli sorun hakkında artık siyasetçiler, aydınlar, medya analizcileri, yazarlar, kanaat önderleri, sivil örgütler, din adamları ve halk konuşuyor. iÇ POLiTiKA Herkes hayata ve kâinata bakışıyla değerlendirmeler yapıp, beklentileri ve ideolojileri üzerinden çözüm sürecine ya destek veyahut köstek olmaya devam ediyor. Türkiye, kendisinden sadır olan bu sorunu bitirmek için düğmeye bastığında diplomaside elde ettiği başarıların kendisine verdiği imkânları ve içeride oluşan müspet havayı çok iyi kullandı. Oslo görüşmelerinin sızıntısından ders çıkaranlar; kendi meselelerinin yabancıların devreye girmesiyle çözülemeyeceğini, çözüm adresinin ancak ve yalnız Türkiye olması lazım geldiğini, başka çıkar yol olmadığını milletiyle paylaşınca, İmralı-MİT görüşmeleri kamuoyunda olumlu karşılandı ve “çözüm konusunda” beklenti oluşturdu. Önceleri medya vasıtasıyla halkla paylaşılan hassas konular, Oslo’yla beraber bu defa bizzat devlet tarafından paylaşıldı. MİT görevlileri (veya diğer bürokratlar) terör örgütünün kurucusuyla, araya kimseyi koymadan ilişki kurmanın gerekliliğini görerek Ankaraİmralı hattını döşediler. Önceleri Norveç, İran, İsrail, ABD, Irak, Libya, Rusya, Almanya, İngiltere, Fransa, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan, İspanya, İtalya hatta Çin üzerinden örgütle “muhatap” olmaya çalışan Türkiye, stratejik aklını devreye koyarak Ankara-İmralı hattının çözümü kolaylaştıracağını kamuoyuna duyurmakla en doğru olanı yapmış, düşmanın veya düşmanların elindeki kozu almıştır. Zaten örgüt üzerinde 30 senenin yorgunluğu, 2012 senesinin hayal kırıklığı ve ölümlerin külfeti, devlette ise; büyüme, gelişme ve öze dönüş sancıları varken, terörün durmasının şart olduğu herkesçe bilinmekteydi. Bunun da ancak “demokratikleşerek” son bulması lazım geldiğine dair oluşan güçlü irade çözüme doğru gidişi kolaylaştırmıştır. Devlet terör ve buna bağlı sorunların çözümü konusunda, Abdullah Öcalan’ı muhatap almakla satranç tahtasında pek çok yabancı devleti, istihbarat örgütlerini, yanı sıra Kandil ve ülke içindeki siyasileri dahi oyundan düşürmüştür. Cezaevi isyanlarında bu aklı kullanan devlet, Öcalan’ın örgütteki liderliğinin tartışılmasının önüne set koymuştur. Bu çok akıllıca bir girişimdi. Bu girişim, İmralı-Ankara hattını hayata geçiren, cezaevi isyanlarında Öcalan’ın öne çıkarılmasını isteyen örgüte ve siyasi uzan- 35 Şark insanı Kürdüyle, Türküyle çözüm sürecine çok önemli bir destek vermektedir. Bu destek demokratikleşme paketinden sonra daha da artmıştır. Yüzdelik dilimlerle ifade edilecek olursa, şark insanı çözüm sürecine % 90-95 destek vermektedir. Bu oran BDP seçmeninde dahi %40-50’lerde seyretmektedir. tısına masayı gösterip, isyanın durması için Öcalan’a tanınan bir liderlik kullanımıydı. Bu akıllıca girişimin ve bundan sonra Türkiye’nin uluslararası konumuyla alakalı olarak “Yeni Türkiye’nin, yeni veçhesinin” Abdullah Öcalan’ın dilinden, bütün dünya’ya (21 Mart 2013 Diyarbakır Nevruz konuşmasında) ilan edilmesi de ayrıca kayda değer bir sıçramaydı. Devletteki iradenin dışa vurumuydu adeta 21 Mart 2013. Bu konuda başka devletlerin neler düşündüğü bir tarafa, içimizde onların taşeronluğunu yapan Hakkâri, Şırnak, Diyarbakır, Van şehrinin PKK’lı kesimleriyle görüşmeler yaparak, onları tahrik etmek ve hatta tahkir etmek suretiyle çözüm iradesini ve 21 Mart’ı boşa çıkarma girişimlerine başlayan Cengiz Çandar ve Kandile “dağlarda gezinerek” sefer düzenleyen sözde demokrat Hasan Cemal gibi aydınlar (!) yazarlar (!), Türkiye’deki aklın Öcalan’la muhatap olmasını hazmedemiyorlardı. Kısacası kendinden menkul birçok aydın ve yazarın maskelerinin düşmesini sağladı kurulan hat. Bu arada kendi sorunlarının çözümü için yabancı aklını 36 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 devre dışı bırakan Türkiye, içinde PKK’ya yakın kişilerin de olduğu akil insanlar heyetleri oluşturarak kamuoyunda olması muhtemel tepkilerin önünü kesmiş, ayrıca PKK içindeki tepkilerin de ölçümünü yapmıştır. Bütün bunlar geleceği düşünen stratejik bir aklın varlığını ortaya koyarken, halkta ve silahlı terör örgütünün sempatizanlarında dahi “edi bese” ‘artık yeter’ anlayışını hâkim kılmıştır. Türkiye’nin bu atağı karşısında, dış güçler ve içerideki uzantıları önce gezi hadisesini çıkarmış, sonra da diplomaside elimizi güçlendiren Mısır’da, bir darbenin yapılmasının yolunu açmıştır. Gezi hadisesi uluslararası bir komploydu. Erken olması faydalı olmuştur. Ama bu arada Mısır “şimdilik” elden gitmiştir. Çözüm iradesinin haklılığı gezi komplosundan sonra daha da netleşmiştir. Eğer çözüm konusunda Ankara-İmralı hattı değil de başka ülkeler ve örgütler devrede olsaydı gezi komplosuna PKK’lıların girmesi muhtemeldi. Uluslararası gücün emrine amade sol ve Kemalist örgütlerin arasına PKK’lıların girmesi demek kaosun artması demekti. Allah’a şükür, Gezi konusunda şark insanı destek olmadı. Sırrı Süreyya Önder, Ertuğrul Kürkçü ve Sabahat Tuncel gibi kaşarlanmış sosyalistler destek verse de BDP’li kitle doğu ve güneydoğuda sessiz kalmayı seçti. Bu arada devlet aklı devreye girerek olumsuzlukları olumlu hale getirmeyi başardı, ayrıca devletin gücünü de ortaya çıkardı. Şark insanı Kürdüyle, Türküyle çözüm sürecine çok önemli bir destek vermektedir. Bu destek demokratikleşme paketinden sonra daha da artmıştır. Yüzdelik dilimlerle ifade edilecek olursa, şark insanı çözüm sürecine % 90-95 destek vermektedir. Bu oran BDP seçmeninde dahi %40-50’lerde seyretmektedir. Süreci baltalamak isteyen çevrelerin sanal ortamda hazırladıkları kamuoyu araştırmalarındaki istatistikî oranlar hakikat değildir. Bazı sözde araştırma şirketleri tamamen PKK’lılarla görüşerek Kürtlerin çok büyük ekseriyetinin çözüme inanmadığını ve demokratikleşme paketinin de sonuç itibariyle beklentileri karşılamadığını iddia etseler de, bu sözde istatistikler yukarıda yazdığım şekliyle BDP’li seçmenin tercihlerini ortaya koyması yönünden de durumu apaçık gösteriyor. BDP’li seçmenin tercihlerinde bir kırılma dönemine girildiği açıktır. Samer isimli kuruluşun PKK’lılarla yaptığını sandığım bu araştırma da göstermektedir ki; BDP’li seçmen tercihlerini değiştirmeye başlamıştır. Başka araştırma gruplarının, örneğin Varyans’ın yaptığı istatistiki çalışmalar, Samer’in çalışmalarını kimler arasında yaptığının somut kanıtıdır. Varyans’ın bir hafta sonra yaptığı araştırmalarda halkın desteğinin belli konularda çok yükseklerde seyrettiği görülmektedir. Bunları tahminlerimi kuvvetlendirmek ve delillendirmek için yazmadım, bazı kesimlerin medya vasıtasıyla toplumda meydana gelen olumlu havayı değiştirme girişimlerinin bir tabanının olmadığını göstermek için yazdım. Çözüm süreci; bölgede yaşayan vatandaşlar beklentilerini yükseltmişlerdir. Bölge halkı, Kandil veya başka merkezlerin tehditlerine de aldırış etmemektedir. Çözüm süreci, gezi hadisesi ve ölümlerin durması PKK’nın halk üzerindeki korkusunu en aza indirmiştir. Sihir ve büyü bozulmuştur. Devlete olan güven artmıştır. Devlete olan güvenin artmış olması, devletten beklentileri de o oranda artırmıştır. Çözümün halkta oluşan hassasiyetler gözetilerek zamana ve sürece yayılması engellenmelidir. Halkta oluşan güvenin boşa çıkartılmasına yönelik çabalara fırsat verilmemelidir. Çözüm sürecinde BDP’lilerin müspet tavırları da göz ardı edilmemeli, toplumsal gerginliği yeniden başlatacak sözlerden özenle kaçınılmalıdır. BDP vakıası, çözümü hızlandırıyor, siyaset üreten kesimlerin bu vakıayı olduğu gibi kabul ederek hareket etmesi elzemdir. Kürt halkının dindar olması çözümü kolaylaştırıcı unsur- dur. BDP’nin HDP çatısıyla seçimlere girmesi ve partinin seçimlerden sonra kapatılma kararı, kitlesini olumsuz yönde etkilemektedir. Unutulmasın ki bölge illerinde 1990 öncesi dindar siyasi partiler daha etkiliydi. Hatta bu etki 28 Şubat sürecine kadar da sürmüştü. 28 Şubat 1997 yılındaki karanlık yapı, halkın tercihlerini ırk üzerine bina etmesinin yolunu açmıştır. 1997’den sonra meydana gelen bu kırılmanın, bu yönelimin sebep ve sonuçlarından ziyade, BDP’li seçmenin orta yaş ve üstünün yozlaşmadığı bilinmeli, Müslüman kimliğinin halen öncelikli tercihleri arasında olduğu unutulmamalıdır. Bu arada vakit geçirilmeden çözüm iradesinin halkla buluşmasının önündeki engellerin bertaraf edilmesi de şarttır. Çözüm sürecinin selameti için, bu engellerin ortadan kaldırılmasını ve örgütün büyüsünün bozulmasını sağlayan Ankara-İmralı hattın kopmamasına dikkat edilmelidir. PKK çözüme dair halkta oluşan ümidi kırmak için şehir merkezlerinde, kasaba ve köylerde “kendi usulünce” çalışmalarını devam ettirse de büyüsünün bozulduğunu da fark ederek Kandilin tehditleriyle halka ulaşmaya çalışmaktadır. Tehditlere rağmen, halkın çözüm iradesinin yanında olan duruşunu bozamayacaklardır. Çözüm süreci, şarkta, ilgiyle, sevinçle ve ümitle karşılanmıştır. Aradan 10 ay geçmesine rağmen halkın beklentileri ve ümitleri kırılmamıştır. Seçimlerin yaklaşmasıyla umulur ki bu olumlu hava devam eder ve seçmenlerin tercihlerini etkiler ve çözüm sürecinin beklentileriyle, sevinçleriyle ve ümitleriyle Türkiye’yi buluşturur. Bu buluşma, çözüm sürecinin sonuca ulaşmasını sağlayacak en önemli buluşma olacaktır. Tıpkı 1071 Malazgirt buluşması, 1923 Cumhuriyetin kurulması buluşması gibi. 37 DEMOKRASİNİN KURUMSALLAŞMASI: KAMU DENETÇİLİĞİ KURUMU (KDK)’NUN BAŞÖRTÜSÜ KARARI Kamu Denetçiliği Kurumu’nun, başörtüsü ile ilgili verdiği tavsiye karara göre toplumsal dinamikler Kılık Kıyafet Kanununun ya kaldırılması ya da kaldırılmasa dahi ‘görev mahallinde başlarının daima açık’ ibaresinde değişikliğe gidilmesini gerektiriyor. İmzalanmış ulusal ve uluslararası metinlere göre de böyle bir ayrımcılık yasal değildir. Bilsen KOLCU SDE Asistanı T iÇ POLiTiKA ürkiye’de demokratikleşme adına son 10 yılda atılan adımlar devrim niteliğindedir. Özellikle de Temel hak ve özgürlüklerin korunması ve güçlendirilmesi, vatandaşlık bilincinin oluşturulması amacıyla önemli reformlar yapılmaktadır. Demokratik hak ve özgürlüklerin kurumsallaşması adına Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yolu ile ilgili düzenlemeler yapılması ve idarenin ihmali dolayısıyla zarar gören vatandaşların haklarını gözeten yeni kurumların kurulmasıyla bu reformlara işlerlik kazandırılmıştır.1 18. Yüzyıldaki Osmanlı yargı kurumundan esinlenerek İsveçli Kral 12. Karl2 tarafından oluşturulan, ülkemizde ise 6328 sayılı kanunla3 yürürlüğe giren İnsan Haklarının kurumsallaşması adına destekleyici bir adım olan Kamu Denetçiliği Kurumu 14 Haziran 2012 tarihinde faaliyete geçmiştir. Bürokrasinin olası muhtemel hatalı işlemlerine ve bundan doğacak uygulamalarına karşı vatandaşların haklarını koruma amacıyla kurulan bu kurum geçtiğimiz günlerde yapılan bir şikâyet başvurusu ile ilgili olarak 20 Eylül 2013 tarihinde tavsiye niteliğindeki kararını açıklamıştır.4 Emniyet Müdürlüğü’nde çalışan bir memurun göreve başı örtülü olarak devam etmek istemesi üzerine kılık kıyafet yönetmeliğine aykırı davrandığı gerekçesiyle ikaz alması şikâyetin konusunu oluşturmaktadır. Bu şikâyet ile çalışmalarına başlayan kurum konuyu tüm yönleriyle ele almıştır. Ön inceleme sonrasında detaylı bir mevzuat taraması yapılmış, ulusal ve uluslararası sözleşmeler, metinler incelenmiş, Avrupa’daki uygulamalara bakılmış ve sınırlamanın yalnızca ilk ve ortaöğretim kurumlarında yapıldığı görülmüştür. Kamuda ise insanlar dini inançlarını yansıtan kılık kıyafetlerinden ötürü bir sınırlamaya ya da idari yaptırıma maruz kalmamakla beraber herhangi bir disiplin cezası da almamaktadır. Buradan yola çıkarak şu sorunun cevabı aranmalıdır. Kamu vatandaş ile devlet arasında başka aktörlerin olmadığı ortak bir alandır, herkes de bu ortak alanda hak sahibidir ancak devlet adına herhangi bir otorite kişinin bu hakkını nasıl kullanacağı ile ilgili düzenleyici işlem yapabilme gücüne sahip midir? Gerek laik kesim gerekse de İslami kesim kamusal alanı kontrol altına almaya çalışıp baskın olan taraf diğer tarafa kapılarını kapatırsa bundan iyi bir şey ortaya çıkmaz. Yani bir başka deyişle laik kesim kamusal alan tekelinden vazgeçmelidir. Kamusal alan birlikte yaşama kurumlarının arttırılıp iletişimin daha fazla sağlandığı, birlik, beraberlik ve dayanışma içinde yaşandığı sürece güzelleşir. İdeolojiler farklı olabilir, inançlar farklı olabilir ancak varsayılan toplum sözleşmesinin5 de dediği gibi uzlaşmak gereklidir. Bu uzlaşıda ortak payda insana saygı, yaşam tarzına saygı, inanışına saygı olmalıdır. Farklılıklar ne yazık ki çoğu zaman çatışma yaratıyor. Başörtüsü meselesi de çatışmacı bir şekilde İslami kesim ile laik kesim arasında yer aldığında bir araç ve sembol olarak karşımıza çıkıyor. Elbette farklı kimliklerin, fikirlerin varlığını kabullenmek bazı kesimler tarafından kolay olmuyor. Hele bir de bu fikirleri yansıtan semboller 39 Bu ülkede başörtülü olduğu için eğitim hakkı elinden alınan insanlar olmuştur. Üniversiteye kaydı esnasında küçük düşürülmeye çalışılan, eğer başını açmazsa kaydının yapılmayacağı söylenen ki bu yüzden ailesinden ve ülkesinden uzakta başka üniversitelerde okumak zorunda kalan, ailesinde kapalı olup olmadığı sorgulanan, başörtüsünü açarsa burs alabileceği söylenen, derslere alınmayan ve bu yüzden eğitimini yarıda bırakan nice insanlar var. ile karşılaşmak bazı insanların tahammüllerini zorluyor. Ancak şöyle bir gerçek de vardır ki; fikirlerimiz, inançlarımız gövdelerimizden bağımsız değildir. Bu minvalde bakılacak olursa nasıl ki başı açıklık kişinin kendi tasarrufundaki bir haksa başı örtülülük de aynı ölçüde kişinin kendi tasarrufundaki bir hak olmalıdır. Türkiye’nin siyasal tarihine bakıldığında bir tek tip insan hatta toplum inşa edilmeye çalışıldığı pek çok araştırma ve kişi tarafından kabul edilen bir gerçektir. Farklı kimlikler görmezden gelinmiş, yok sayılmıştır. Oysaki bir hareketin önünü ne kadar keserseniz o hareket o kadar radikalleşir. Radikallik beraberinde katılığı ve hoşgörüsüzlüğü getirir. Biz ülke olarak gerek ekonomik gerek politik, siyasilerin saplantılı hal ve tavırlardan ötürü ağır bedeller ödedik. Batılı demokratik toplumlar farklılıklarını zenginlik kabul edip bundan bir düzen, bir demokrasi çıkarırken biz neden çatışalım? Türkiye’de başörtüsü, mo- 40 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 dernleşmenin karşısında bir geriye dönüş olarak algılandı.6 Başörtüsünü gelenek göreneklerden ötürü takanlar ile siyasi sebeplerden ötürü örtenler birbirinden ayırt edilmeye çalışıldı. İnsanların niyetleri üzerine tartışmalar yapıldı. Oysaki hangi demokrasi samimiyet ya da samimiyetsizlik üzerine inşa edilebilir. Başörtüsü takan kadınların amaçları sorgulandı, kamu kurum ve kuruluşlarında ayrımcılık yapıldı. Demokrasiler vatandaşlar arasındaki eşitliği sağlamaya çalışır, hangi demokrasi anlayışıyla sosyal eşitsizliği derinleştiren politikalar uygulanabilir. Bu ülkede başörtülü olduğu için eğitim hakkı elinden alınan insanlar olmuştur. Üniversiteye kaydı esnasında küçük düşürülmeye çalışılan, eğer başını açmazsa kaydının yapılmayacağı söylenen ki bu yüzden ailesinden ve ülkesinden uzakta başka üniversitelerde okumak zorunda kalan, ailesinde kapalı olup olmadığı sorgulanan, başörtüsünü açarsa burs alabileceği söylenen, derslere alınmayan ve bu yüzden eğitimini yarıda bırakan nice insanlar var. Bu ülkede üniversiteyi hasbel kader tüm çetrefilli yollardan geçerek bitirmiş ancak bu kez de kamuda çalışma engeline takılmış genç dinamik işgücü âtıl bırakıldı. Başörtüsü İslami hareketin en görünür, en ayırt edici simgesi olabilir ancak bir siyasi partinin sembolü değildir.7 Bu sebeple mağdur edilen insanların geleceği hangi kamu gücü kullanılarak, hangi kamu yararı gözetilerek yok edildi? Bir idari işlem hukuka uygun olsa bile, adil olmayabilir.8 Başlangıçta bahsettiğim Kamu Denetçiliği Kurumu idarenin hatalı işlemleri dolayısıyla vatandaşın menfaatinin ihlal edildiği durumlarda tavsiye kararlar yayınlamaktadır. Başörtüsü özelinde ele almaya çalıştığımız kurum idarenin yürüttüğü kamu hizmetinin kalitesini yükseltecek, vatandaşlar ara- sındaki ilişkilerde diyaloğu sağlayacaktır.9 Aynı zamanda bu tarz ihlallerde uyuşmazlığın bir bölümü bu kurum aracılıyla çözüme kavuşacağı için idari yargının da iş yükü azalacak, idari yargı görevini daha etkin, etkili ve verimli icra edebilecektir. Kurumun başörtüsü ile ilgili verdiği tavsiye karara göre toplumsal dinamikler Kılık Kıyafet Kanununun ya kaldırılması ya da kaldırılmasa dahi ‘görev mahallinde başlarının daima açık’10 ibaresinde değişikliğe gidilmesini gerektiriyor. İmza- lanmış ulusal ve uluslararası metinlere göre de böyle bir ayrımcılık yasal değildir. Sonuç Olarak Kurumun verdiği kararı Emniyet mensubu görevliler kendi iç düzenlemelerinde dikkate almış mıdır bilinmez ama açıklanan demokratikleşme paketinde konunun ehemmiyetle üzerinde durulduğu Kılık Kıyafet yönetmeliğinde yapılan değişiklikten anlaşılıyor. İlgili yönetmelikte yapılan değişiklikle (Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) mensupları, Emniyet mensupları, Yargıda hâkim ve savcılar kapsam dışı bırakılmış, ilgili düzenlemeyi kurumlara kendi iç tüzüklerinde değişiklik yapma inisiyatifi sağlanmıştır.) toplumda ötekileştirmeye neden olan bu uygulamadan toplumsal barışın sağlanması için vazgeçilmiştir. Başörtüsü yasağının devam ettirilmesi, belki kanunlarda değil ama zihinlerde devam ettirilmesi, kamunun yararına değil tam tersi ayrımcılığa sebep olması dolayısıyla kamunun zararına olacaktır. Dipnotlar 1 http://www.kamudenetciligi.gov.tr/content_detail-322-725-%E2%80%98insan-haklari-alaninda-bireyselbasvuru-usullerinin-tanitilmasi-projesi%E2%80%99-kapsaminda-ilk-toplanti-ya.html 2 Fendoğlu,Hasan Tahsin; Kamu Denetçiliği, SDE Analiz, http://www.hasantahsinfendoglu.com/sde/KAMU%20 DENETCILIGI%20(OMBDUSMANLIK).pdf, (Erişim Tarihi:11.10.2013) 3 Kamu Kamu Denetçiliği Kurumu Kanununun Uygulanmasına İlişkin Usul Ve Esaslar Hakkında Yönetmelik, http://www.kamudenetciligi.gov.tr/custom_page-326-yonetmelik.html , (Erişim Tarihi:25.10.2013) 4 T.C. Kamu Denetçiliği Kurumu Tavsiye Kararı, http://www.kamudenetciligi.gov.tr/contents/files/2013-2.pdf, (Erişim Tarihi: 21.10.2013) 5 http://tr.wikipedia.org/wiki/Toplum_s%C3%B6zle%C5%9Fmesi 6 Özcan, Zafer; Nilüfer Göle ile Toplumun Merkezine Yolculuk, Ufuk Yayınları, İstanbul, 2003, ss.121-149 7 Özcan, a.g.e., s.127 8 Kahraman, Metin; Hukuk Devletine Katkıları Bakımından Kamu Denetçiliği, http://old.mku.edu.tr/image/sosyalbilimleri/file/21_kahraman.pdf ,(Erişim Tarihi:19.10.2013) 9 Aydın, Ahmet Aydın; Önemi ve Uygulanabilirliği Açısından Türkiye’de Kamu Denetçiliği Kurumu,http://iys. inonu.edu.tr/webpanel/dosyalar/1427/file/AhmetHamdiAydin.pdf,(Erişim Tarihi:11.10.2013), ss. 68-89 10 T.C. Kamu Denetçiliği Kurumu Tavsiye Kararı, http://www.kamudenetciligi.gov.tr/contents/files/2013-2.pdf, (Erişim Tarihi: 21.10.2013) Kaynakça 1. Kahraman, Metin; Hukuk Devletine Katkıları Bakımından Kamu Denetçiliği, http://old.mku.edu.tr/image/sosyalbilimleri/file/21_kahraman.pdf ,(Erişim Tarihi:19.10.2013) 2. Aydın, Ahmet Aydın; Önemi ve Uygulanabilirliği Açısından Türkiye’de Kamu Denetçiliği Kurumu,http://iys. inonu.edu.tr/webpanel/dosyalar/1427/file/AhmetHamdiAydin.pdf,(Erişim Tarihi:11.10.2013) 3. Fendoğlu, Hasan Tahsin; Kamu Denetçiliği, SDE Analiz, http://www.hasantahsinfendoglu.com/sde/KAMU%20 DENETCILIGI%20(OMBDUSMANLIK).pdf, (Erişim Tarihi:11.10.2013) 4. T.C. Kamu Denetçiliği Kurumu Tavsiye Kararı ,http://www.kamudenetciligi.gov.tr/contents/files/2013-2.pdf, (Erişim Tarihi: 21.10.2013) 5. Özcan, Zafer; Nilüfer Göle ile Toplumun Merkezine Yolculuk, Ufuk Yayınları, İstanbul, 2003, ss.121-149 6. Kamu Denetçiliği Kurumu Kanununun Uygulanmasına İlişkin Usul Ve Esaslar Hakkında Yönetmelik, http:// www.kamudenetciligi.gov.tr/custom_page-326-yonetmelik.html (Erişim Tarihi:25.10.2013) 7. http://tr.wikipedia.org/wiki/Toplum_s%C3%B6zle%C5%9Fmesi 8. http://www.kamudenetciligi.gov.tr/content_detail-322-725-%E2%80%98insan-haklari-alaninda-bireyselbasvuru-usullerinin-tanitilmasi-projesi%E2%80%99-kapsaminda-ilk-toplanti-ya.html 41 BÜTÜN SEÇİMLERİ (İTTİFAKLARI) BAŞLATACAK SEÇİM: MART 2014 M. Kürşad BİRİNCİ iÇ POLiTiKA SDE Asistanı Mart ayında yapılacak olan bu seçim, sadece yerel yöneticileri belirlemeyecek, aynı zamanda tüm siyasi tarafların üzerinde mutabık olduğu ancak yüksek sesle zikretmediği şekli ile ağustos ayında gerçekleştirilecek cumhurbaşkanlığı ve bir sonraki yıl yapılacak olan milletvekili genel seçimlerini de etkileyecek. T ürkiye siyaseti yeni bir seçim maratonuna hazırlanıyor, ülkedeki siyasi tansiyon artık alışık olduğumuz şekliyle, yüksek. Bu yüksek tansiyonun nedeni ise herkesin malumu olduğu üzere 2014 Mart ayında yapılacak olan yerel seçimlerin kendine özgü durumu. Çünkü Mart ayında yapılacak olan bu seçim, sadece yerel yöneticileri belirlemeyecek, aynı zamanda tüm siyasi tarafların üzerinde mutabık olduğu ancak yüksek sesle zikretmediği şekli ile ağustos ayında gerçekleştirilecek cumhurbaşkanlığı ve bir sonraki yıl yapılacak olan milletvekili genel seçimlerini de etkileyecek. Hatta bu seçim, muhayyel (belki gerçek bilebilmek ya da öngörebilmek şimdilik zor) yerel ve genel düzeyde pek çok farklı seçim işbirliği senaryoları için de bir tecrübe noktası olacaktır. Seçimleri başlatan seçim olması niteliği dışında bu seçim, Gezi olayları ve sonrasında değiştiği düşünülen seçmen beklentilerinin de test edilmesi için bir fırsat sunacak. Gerçekten de seçmen beklentilerinin dönüştüğünü düşünmek ve bunun önümüzdeki yerel seçim stratejilerini farklılaştıracak bir niteliğe sahip olduğunu söyle- mek mümkün. Türkiye son on yıl içindeki atılımı ile şu anda bir trilyon dolar eşiğine yaklaşan bir gayri safi milli hâsılaya sahip ve on yıl öncesinden üç kat daha müreffeh bir ülke. Bunun ötesinde Türkiye, nüfusunun yüzde 75’i kentlerde yaşayan bir ülke olarak, kırdan kente göç konusunda kentlerde derin izler bırakan ağır dalganın etkilerinden kurtulmak üzere. Bu iki parametre bile seçmenin yeni şeyler duymak ihtiyacında olduğunu ve özellikle kent merkezlerinin sosyolojisinin değiştiğini göstermesi açısından yeterli. Ancak bazı kentlere yüklenen anlamlar, ideoloji ve hayat tarzı üzerinde yükselen siyasal pozisyonlar eski söylemlerin, yeni mecralar ile birlikte kullanıldığı bir süreci seçmenin önüne çıkartacak gibi görünmektedir. Dört Şehir: İstanbul, İzmir, Ankara ve Diyarbakır Türk edebiyatının büyük ismi Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir kitabı ile hayatında bir şekilde yeri olan beş kenti her zamanki eşsiz üslubu ile okuyucunun önüne koyar. Siyasetin sanatçıları da seçmenin önüne her seçim öncesinde dört şehir ile çıkmaktalar. Türkiye’nin göz bebeği dört kent; İstanbul, Ankara, İzmir ve Diyarbakır… Seçime aylar olmasına rağmen bu dört kent üzerindeki siyasi dedikodular, belki de seçime dair tüm haberleri teşkil ediyor. Gerçekte olduklarından çok daha mübalağalı anlamlar yüklenen bu kentleri, kimi kazanmak, kimi kaybetmemek için uğraşıyor. Bu dört lokasyon diğer seçimlerin kaderini de etkileyecek nitelikte. Askeri tabirle ifade edilecek olursa, büyük çarpışma bu kentlerde yaşanacak. O nedenle bu kentlere biraz daha yakından bakmak gerekecek. Türk siyasetinde mutabık olunan yegâne noktalardan biri, iktidara giden yolun İstanbul’dan geçtiğidir. Bu nedenle AK Parti, iktidarının güçlü bir şekilde devam ettiğini gösterebilmek için, muhalefet (esasen sadece CHP) ise iktidara yürüyebileceğini ispatlamak için İstanbul’a muhtaçlar. AK Parti, Marmaray, yeni havalimanı, Kanal İstanbul, Hızlı Tren gibi büyük icraatlar ile seçmenin karşısına çıkmayı planlıyor ve büyük gösterisini bunun üzerine kuruyor. İstanbul için iddiası olan diğer parti ise CHP. CHP, Koray Çalışkan’ın tüm kalbi ile arzuladığı bir büyük 43 Seçim sathı mailinde adayların ve partilerin seçim stratejilerini değiştirecek, geleneksel olandan ziyadesi ile farklı olan mecra ise sosyal medyadır. Parti ve adaylar, illerindeki yarışı kazanabilmek için artık genç nüfusun temel bilgi ve kanaat kaynağı haline gelen sosyal medyayı en etkili şekilde kullanmak isteyeceklerdir. koalisyonun oyunu alabilmenin peşinde. CHP, AK Parti’nin Türkiye ortalamasında sahip olduğu İstanbul desteğini (yüzde 50) dışarıda kalan bütün oyları kazanarak ve hatta AK Parti’den oy devşirerek geçebilmek arzusunda. Anar Araştırma Şirketi Genel Müdürü İbrahim Uslu’nun ifadesi ile seçimlerin de bir matematiği var. Bu anlamda İstanbul’da AK Parti’nin herhangi bir adayı karşısında, kalan herkesi ikna etmek muhtemel CHP adayı Sarıgül için bile zor bir siyasi manevra olabilir. AK Parti adayı İstanbul’da kendi olağan oyunu kazandığında, rakibinin hem CHP, hem MHP, hem BDP ve hem de dışarıda kalan tüm seçmeni aynı anda ikna etmesi gerekecek. Bunun küçük bir mucize olduğu ve fazla söze gerek olmadığı ifade edilebilir. İzmir ile ilgili olarak ise siyasi güç pozisyonlarının tam tersine döndüğünü söylemek mümkün. CHP İzmir’in tek hâkimi olarak kendinden ve kendisini destekleyen seçmenin tavrından emin. Adayın kim olduğu fark etmeksizin CHP’nin İzmir’i kaybetmeyeceğini söylemek mümkün olabilir. Her ne kadar genel seçimlerde CHP ve AK Parti arasında fark yedi puan kadarsa da, artık Cumhuriyet 44 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 okumanın bile “liberallik” sayıldığı, Sözcü hatta Aydınlık’ın gündem belirleyebildiği bir kentte AK Parti’nin yüksek şansı olduğunu söylemek hayalcilik olabilir. Diğer yandan, MHP’nin İzmir’de sahip olduğu yaklaşık yüzde 10’luk oyunun ciddi bölümünün, Ege MHP seçmeninin kendine özgü nitelikleri nedeni ile CHP adayına yöneleceğini söylemek imkân dâhilindedir. Ancak iktidarın, son genel seçimlerin gerisinde kalmamak için İzmir’de yüksek profilli bir adayla seçmen karşısına çıkacağı, daha önceki seçimlerde büyükşehir için oy kullanmamış olan dış ilçelerin katılımı ile nispeten değişecek olan seçmen profilini ikna etmeye uğraşacağı anlaşılmaktadır. İzmir’i AK Parti’ye karşı kaybetmek, CHP için küçük bir kıyamet anlamına gelmektedir. Bu kent için, hayat tarzı konusunda var olduğu söylenen tüm endişeler son zerresine kadar kullanılarak İzmir’i elde tutmak CHP’nin temel stratejisi olacak gibi görünmektedir. Ankara’da ise yerel seçim süreç/söylem ve tartışmaları şimdiden, artık bir fenomen olma yolunda ilerleyen Melih Gökçek üzerinden şekillenecek gibi görünmektedir. Melih Gökçek sağın Büyükşehir Belediye Başkanı olarak, hem kendi partisinde hem de diğer partilerde, bazısı karşısına iki kez çıkmış rakiplerini defalarca yenilgiye uğratmış bir yerel yöneticidir. Bu nedenle özellikle CHP’nin buradaki temel motivasyonunu sadece AK Parti’ye karşı kazanmak değildir. Farklı partilerde olmasına rağmen kendisine karşı defalarca kaybettikleri Melih Gökçek’i yenmek Ankara sosyal demokrat ve sol seçmeni için bir tür kızıl elmaya dönüşmektedir. Ancak bu kızıl elmaya ulaşabilmenin Mart 2014 için mümkün olmadığı söylenebilir. AK Parti son yerel seçimlerde CHP’nin 7 puan önünde yer almıştır. Son genel seçimlerde ise AK Parti ve CHP arasındaki fark 18 puandır. CHP Ankara’da seçim kazanabilmek için MHP’nin oylarına mutlak anlamda muhtaçtır ve İstanbul’da olduğu gibi bu bile yetmeyebilir. Öte yandan muhtaç olunan bu seçmenin Ege MHP seçmeni olmadığı, genel olarak Orta Anadolu MHP seçmeni olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. CHP başörtülü kamu personeli ve milletvekili konularındaki tutumu ile Ankara’da bir kez daha sadece Çankaya ve belki bir de Yenimahalle’ye talip olduğunu göstermiştir. AK Parti, seçmeninin belirlenen adayı beğenmemesi ve partisine küsmesi halinde Ankara’da Büyükşehir’i kaybedebilir. MHP ise bir önceki yerel seçimlerde aldığı rekor oyun sahibi Mansur Yavaş’ı göz ardı ederek, şimdilik büyükşehir başkanlığı yarışının dışında kalmış görünmektedir. Mart 2014 yerel seçimlerinde sonucu merakla beklenecek bir kent de iDiyarbakır’dır. Diin yarbakır, BDP’nin açık şekilde önde tir. Bu olduğu bir kenttir. anlamda, Diyarbakır’da bakır’da seçimin kimin tarafından arafından kazanılacağından n daha çok merak edilen (eğer er içinde bulunulan barış döneminde minde bir değişiklik olmaz ise) e) seçim sürecinin nasıl yaşanacağıdır. acağıdır. Özellikle Diyarbakır kırsalındaki seçmenin kanaatinin ne yönde şekilleneceği önem ve değer kazanmaktadır. AK Parti, demokratikleşme paketi/paketleri ve barış/diyalog sürecinde Kürt seçmen nezdinde kazandığı itibarın siyasal sonuçlarını görebilmeyi ummaktadır. Bu anlamda, Diyarbakır seçimlerinin temel hedefinin, hem BDP hem de BDP dışında bu kentte seçim kazanma ihtimali olan tek parti olarak AK Parti için, seçimi kazanmak olduğu kadar, genel seçimlerde aldıkları destekleri de kalıcı kılmak olacaktır. Mevcut Büyükşehirler, Yeni Büyükşehirler Yapılan son yasal değişiklik ile nüfusu 750 bin ve üzerinde olan 14 ilde, il sınırlarını kapsayan büyükşehirler kuruldu. Böylece Türkiye’de büyükşehir sayısı 30’a yükseldi. Bu gelişme ile Türkiye nüfusunun büyük bölümü büyükşehir sınırları içine alınmış oldu. Mart 2014 seçimlerinde eskiden dış ilçeler ya da köylerde oy kullanan seçmenlerin büyükşehirler için oy kullanacak olması, partile- rin özellikle seçmen karşısına hangi vaatler ile çıkacaklarını daha önemli hale getirecektir. Ayrıca, kırsal oyun sadece büyükşehir için değil, aynı zamanda büyükşehir ilçe belediyeleri için de belirleyici olacağı, hatta bazı noktalarda seçimin kaderini etkileyeceği belirtilmektedir. Bu nedenle, partilerin ve adayların sadece kent merkezlerini değil tüm ili ilgilendirecek bir siyaset dili kurmak zorunda olmaları, seçim kampanyalarını özellikle büyükşehirlerde genel seçim havasına sokacaktır. Örneğin Muğla gibi nüfusunun neredeyse yüzde 50’sinin köy ve beldelerde yaşadığı illerde, belediye başkan adayları ve partiler yerel seçim için ilk kez kırsaldaki seçmenin de sorunlarını dinleyecek ve onlara yönelik projeler önerecektir. Öte yandan sadece lokasyon olarak değil, parti tercihi anlamında da farklılaşan kır ve merkez, yazılı olamayan seçim ittifaklarının da önünü açacak ya da sürpriz sonuçlara neden olacaktır. Örneğin, Adana, Mersin ve Antalya Büyükşehirleri ya da Mardin, Aydın ve Denizli illeri, merkez/metropol oyları ile çevre/kır ooyları birbirinden çok farklı demografik yapıya ve siyasi te tercihe sahip seçim merke merkezleridir. Bu neden nedenle bir önceki yerel seççimlere nispe petle birçok ilin ve bbüyükşehrin renginin değişesiyasi rengin beklemek mümceğini beklem anlamda Mart kündür. Bu anla özgün kılacak 2014 seçimlerini özg bir başka gelişme de bazı kentlerde yaşanacak kır-kent merkezi karşılaşmasıdır. Hatta bazı illerin kendi içlerinde geliştirdikleri mikro temelli milliyetçiliklerin bile seçimin sonucuna etki edeceği ifade edilebilir. Bu anlamda her bir kenti (özellikle yeni büyükşehirleri) kendi dinamikleri, demografik yapısı ve beklentileri ile anlayabilen adayların diğerlerinin önüne geçeceği ve sürpriz sonuçlara imza atabileceği de ifade edilmelidir. Sosyal Medya: Bir Tweet At Başkan’ım Seçim sathı mailinde adayların ve partilerin seçim stratejilerini değiştirecek, geleneksel olandan ziyadesi ile farklı olan mecra ise sosyal medyadır. Parti ve adaylar, illerindeki yarışı kazanabilmek için artık genç nüfusun temel bilgi ve kanaat kaynağı haline gelen sosyal medyayı en etkili şekilde kullanmak isteyeceklerdir. Türkiye siyaseti, sosyal medyanın etkili bir şekilde kamuoyu yaratmak için nasıl kullanılabildiğini Gezi olaylarından tecrübe ederek öğrenmiştir. Sosyal medya yolu ile adaylar, geleneksel 45 yöntemler ile mümkün olmayan bir şekilde, gerçek zamanlı ve çok hızlı olarak yüzbinlerce seçmen ile ilişki kurma imkânı bulabilecektir. Sosyal medya, yerel seçim kampanyalarını hiç olmadığı kadar interaktif bir niteliğe büründürecektir. Özellikle büyük ve gelişmiş kentlerde, kentli ve genç seçmenin kanaat ve beklentilerinin öğrenilebilmesini ve onlara teması sağlayan bir mecra olan sosyal medya, seçimin kaderini değiştirebilecek bir önemi haizdir. Yine Gezi ve sonrasında yurt mahallinde yaşanan olaylarda görüldüğü üzere, sosyal medya, özellikle AK Parti’den çeşitli nedenlerle hoşnut olmayan seçmenin mobilizasyonu için kullanılmış ve onları bir araya getirebilmeye de son derece uygun bir mecra olmuştur. Mart 2014 seçimlerinin, gelecek cumhurbaşkanlığı seçimi için uygulanabilmesi muhtemel seçim ittifaklarına da yol gösterici niteliği olması, sosyal medyayı daha önemli hale getirecektir. Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde muhalefet partileri arasında bir tür yazılı olmayan yerel seçim ittifakları tasarlayan ve isteyenler için sosyal medya, ciddi şekilde tecrübe edecekleri bir imkân sunacaktır. Ayrıca, muhtemel 46 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 bir adaylık durumunda Melih Gökçek’in de karşısında oluşabilecek ittifakı sosyal medya mecrası ile yıpratabilecek olması, bu mecranın hem iktidar hem de muhalefet partilerine eşit bir zemin sunduğunu göstermesi açısından önemlidir. Hayat Tarzı, Demokratikleşme Paketleri ve Barış CHP ve MHP, özellikle büyükşehir seçim çevrelerinde, bugün siyasetin üç başlığı haline gelmiş bu konuları kullanacak ve seçmenin özellikle, CHP adına; İzmir, Aydın, Muğla, Antalya ve Mersin’de, MHP adına ise Adana’da kanaatini değiştirmemesini ve tekrar kendilerini desteklemesini bekleyecektir. Hayat tarzı endişesi (alkol düzenlemesi, başörtüsü) ve demokratik açılım, CHP’nin tüm kıyı kentlerinde AK Parti’yi sıkıştırmak için kullanacağı temel motivasyondur. Açık ifadesi ile, icracılık ve kent mühendisliği konusunda AK Parti ile yarışabilmesi pek mümkün görünmeyen CHP, elindeki belediye başkanlıklarını korumak ve bunlara yenilerini ekleyebilmek için bu başlıklara vurgu yaparak AK Parti’nin önüne geçmek isteyecektir. SDE’DEN “OKULLARDA TOPLUMSAL BARIŞ VE KÜLTÜREL TOLERANS FARKINDALIĞI” PROJESİ SD HABER Demokratikleşme paketleri, barış söylemi ve kıyı kentlerine olan Kürt göçünün özellikle CHP ve MHP’lilerde neden olduğu rahatsızlık birlikte düşünüldüğünde, bu durum, seçim çevrelerinde kâğıt üzerinde olmayan bir ittifaka neden olabilecek ve her iki parti tarafından da iktidar aleyhine kullanılmak istenecektir. Demokratikleşme paketleri, barış söylemi ve kıyı kentlerine olan Kürt göçünün özellikle CHP ve MHP’lilerde neden olduğu rahatsızlık birlikte düşünüldüğünde, bu durum, seçim çevrelerinde kâğıt üzerinde olmayan bir ittifaka neden olabilecek ve her iki parti tarafından da iktidar aleyhine kullanılmak istenecektir. Haber: Öner BUÇUKCU Sonuç Olarak İlk olarak; Mart 2014 seçimleri, sosyal medya, yeni seçmen beklentileri gibi konular ile farklı bir seçim atmosferi vaat etse de; ülkenin kronikleşmiş bazı siyasi sorunlarına, bazı kentlerin (özellikle temsil kabiliyeti olan büyük kentler ve kıyı kentleri) derin bölünmüşlükleri de eklendiğinde genel seçim atmosferinde yaşanacak bir seçim olarak görülebilir. Adaylar ve partiler konvansiyonel bir algı ile yeni mecraları kullanarak kentlerin yönetimine talip olacaklardır. Sadece adaylar değil, parti politikaları ve genel başkanlar da aynı anda ve çok önemli bir derecede yerel yarışmanın parçası olacaklardır. İkinci olarak; yaklaşan cumhurbaşkanlığı ve sonrasındaki genel seçim düşünüldüğünde, muhalefetin AK Parti hoşnutsuzluğu etrafında birleşerek bir çeşit meydan okumanın parçası olarak hareket edebileceği beklenebilir. Ancak tüm bu değerlendirmelerin ötesinde, renkli ve çok sesli geçmesi beklenen Mart 2014 seçimleri, şüphesiz Türkiye’nin demokratik olgunluk ve gelişmişliğine hizmet edecektir. Stratejik Düşünce Enstitüsü “Demokratik Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi Hibe Programı” kapsamında yeni bir proje gerçekleştiriyor. Türkiye’de eğitim ve öğretim alanındaki paydaşlar arasında demokratik vatandaşlık ve insan hakları konusunda etkileşimi sağlamak ve okullarda kültürel tolerans farkındalığını yükselterek, toplumsal barışa katkı sunmak amacını taşıyan “Okullarda Toplumsal Barış ve Kültürel Tolerans Farkındalığı” başlıklı projenin yürütülmesi için Stratejik Düşünce Enstitüsü içerisinde bir proje ofisi oluşturuldu. Çeşitli etnik, dini, kültürel kimlikleri bir arada bulunduran çoklu bir demografik yapıya sahip olan ve bu durumu zaman içerisinde zenginliğe dönüştürebilen Türkiye’de, çeşitli faktörlerin de etkisiyle dönem dönem bu toplumsal kategoriler arasında gerilimler gözlenebilmektedir. Dolayısıyla bu denli farklı kimlikleri bünyesinde barındıran Türkiye’de, geçmişteki deneyimlerden de ilham alınarak diyalog, barış ve hoşgörü ekseninde bir iletişimin kurulması gereklidir. Türkiye’de demokratik kültürün gelişiminin, siyasal katılımın artmasının üzerinde ısrarla duran, bu konuda çok sayıda faaliyet ve yayın gerçekleştiren Stratejik Düşünce Enstitüsü tarafından gerçekleştirilecek projede 2. ve 3 kademede eğitim öğretim süreçlerinin içerisinde olan öğretmenlerin, öğrencilerin, yöneticilerin ve velilerin katılımıyla Ankara, Batman, Bursa, Kütahya, Malatya, Trabzon ve Yozgat’ta sürdürülecek olan faaliyetlere sivil toplum örgütü temsilcilerinin, eğitim-öğretim organizasyonu, planlaması, pedagojisi konularında uzman akademisyenlerin de katılımıyla toplumsal barışa, kültürel toleransa ve demokratik kültüre katkı sağlanması amaçlanıyor. 15 Ağustos 2013 tarihi itibariyle başlayan ve bir yıl sürecek olan proje kapsamında çalıştaylar, anket ve atölye çalışmaları, seminerler gerçekleştirilecek. Prof. Dr. Yasin Aktay, Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş, Dr. Murat Yılmaz ve Öner Buçukcu tarafından yürütülecek olan projenin nihayetinde bir de sempozyum planlanıyor. 47 ABD-İRAN YAKINLAŞMASININ NEDENLERİ VE BAŞARI ŞANSI Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Dış Politika Koordinatörü ABD ve İran arasındaki ilişkilerin düzeltilmesi için gerekli olan ilk psikolojik eşik aşılmıştır. Duraksamalar ve zikzaklar yaşansa da, ABD-İran ilişkisi bundan sonra pozitif yönde ilerleyecektir. Filistin ve Suriye gibi bölgesel sorunların çözümü yönünde atılacak olumlu adımlar ikili ilişkinin geleceğinde etkili olacaktır. Türkiye dâhil bölgedeki tüm aktörlerin pozisyonlarını böyle bir güçlü olasılığa göre ayarlamaları gerekir. DIŞ POLiTiKA A BD ve İran arasındaki ilişkiler Hasan Ruhani’nin Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından beklenmedik bir şekilde hızla gelişmeye başladı. Önce Obama ve Ruhani arasında, karşılıklı olarak iki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesinin gereğini vurgulayan ve iyi niyet beyanlarını içeren mektup teatisi gerçekleştirildi. Ardından Birleşmiş Milletler toplantılarında her iki lider birbirlerine sıcak mesajlar verdiler ve yüz yüze olmasa da telefonla ilk doğrudan görüşme gerçekleşti. Bu arada İran ve Amerikan Dışişleri Bakanları da resmen ikili bir görüşme yaptılar. Böylece 1979’dan beri resmi ilişkileri kesik olan Washington ve Tahran yönetimleri, aralarındaki buzları eriten ilk resmi adımları atmış oldular. 15-16 Ekim günlerinde ise, BM daimi üyeleri ve Almanya’dan oluşan P5+1 ülkeleriyle İran arasında Cenevre’de gerçekleşen İran’ın nükleer programının geleceği üzerindeki diplomatik müzakerelerin son derece yapıcı bir ortamda geçtiği tüm dünyaya ilan edildi. Barack Obama ise bunun karşılığında İran’ın ABD’deki dondurulmuş mali kaynaklarının tedricen serbest bırakılmaya başlanacağı açıklamasında bulundu. Her iki ülke basınına yansıyan haberler ve uzman değerlendirmelerine göre, şimdilik her iki başkentte de iyimserlik hâkim. ABD Temsilciler meclisinin 114 üyesi, henüz Ruhani seçimleri kazanmadan önce Başkan Obama’ya İran’la ilişkilerin geliştirilmesi çağrısında bulunan bir mektup gönderdi. Öte yandan ABD’nin dış politikasının belirlenmesinde önemli kuruluşlarından biri olan Dış İlişkiler Konseyi (CFR) tarafından çıkarılan ünlü Foreign Affairs dergisi de Eylül/Ekim 2013 sayısını İran’a ayırarak, kapağına İran siyasi sisteminin en kilit aktörü olan dini lider Ayetullah Ali Hamaney’in resmini yerleştirmişti. Dergideki “Hamaney Kimdir” başlıklı yazıda, her ne kadar Dini Liderin Ahmedinejad’ın sertlik politikalarını desteklemiş olsa da, onun İran rejimi içinde yapıcı ve pragmatik bir rol üstlenebileceği de vurgulanıyordu. Nite- kim Ruhani’nin Obama ile görüşmesi sonrasında Hamaney ABD’li uzmanları yanıltmadı ve Ruhani’nin açılım politikasına destek verdiğini açıkladı. Böylece, en azından İran yönetiminin nükleer programının geleceği konusunu ciddi biçimde tartışmaya açabileceği ve eğer somut olarak karşılığını alabilirse uzlaşma yolunun da açık olduğu mesajı net biçimde Washington’a ve uluslararası topluma deklare edilmiş oluyordu. Şüphesiz binlerce yıllık acem geleneğinin mirasçısı bir ülke olarak İran’ın diplomatik manevra kabiliyetini küçümsememek gerekir. Ancak otuz yılı aşkın bir süredir bölgesel ve küresel her platformda birbirlerini en büyük güvenlik tehdidi ilan eden iki ülke siyasi elitleri ve halkları arasındaki güvensizlik sorununun nasıl giderileceği tam bir muammadır. ABD ile İran arasındaki yakınlaşmanın arka planında hangi siyasi, ekonomik ve stratejik hesaplar yatmaktadır? ABD, Tel Aviv’i nasıl ikna edecek; Riyad’ı ve diğer körfez monarşilerini ken- 49 ABD ile İran arasındaki yakınlaşmanın arka planında hangi siyasi, ekonomik ve stratejik hesaplar yatmaktadır? ABD, Tel Aviv’i nasıl ikna edecek; Riyad’ı ve diğer körfez monarşilerini kendi yanında tutmaya devam edebilecek midir? Türkiye böyle bir yakınlaşmadan nasıl etkilenecektir? Tüm bunlar önümüzdeki aylarda ve yıllarda bölgedeki tüm aktörleri meşgul edecek olan ve cevaplanması gereken kaçınılmaz sorulardır. di yanında tutmaya devam edebilecek midir? Türkiye böyle bir yakınlaşmadan nasıl etkilenecektir? Tüm bunlar önümüzdeki aylarda ve yıllarda bölgedeki tüm aktörleri meşgul edecek olan ve cevaplanması gereken kaçınılmaz sorulardır. Yakınlaşma Stratejik mi Taktiksel mi? ABD ile İran arasında atılmaya çalışılan sembolik yakınlaşma adımlarının kalıcı olup olmayacağını anlamak için her iki ülkeyi bu yakınlaşmaya iten temel saiklere bakmak gerekir. Gerçekten de her iki ülkenin yakınlaşma politikaları ciddi anlamda üzerinde düşünülmüş ve iyi hesaplanmış stratejik devlet çıkarlarının korunmasına yönelik midir, yoksa Obama ve Ruhani gibi liderlerin kişisel tercihlerine mi dayanmaktadır? Başka deyişle Washington ve Tahran yönetimlerini işbirliğine zorlayan faktörler, küresel ve bölgesel düzlemde değişen güç dengeleri midir, yoksa dünya kamuoyuna karşı oynanan bir taktikler savaşı mıdır? Bu sorunun doğru bir analizi iki ülke arasında bugün atılan karşılıklı diplomatik adımların 50 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 geleceğini öngörme açısından son derece önemlidir. ABD-İran İlişkilerinin Evrimi İran-ABD ilişkilerini yalnızca Humeyni devrimi sonrasındaki gelişmelere bakarak okumak eksik bir değerlendirme olur. 1979 devrimine kadar İran batının ve özellikle de ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiklerinden birisi olarak görülüyordu. Bugün eleştirilere konu olan İran’ın nükleer faaliyetleri de ilk kez Nixon döneminde ABD’nin ve ardından da Fransa’nın teknik yardımıyla başlamıştı. İran istihbaratı SAVAK, CIA ile çok yakın çalışıyordu. Her iki ülke bölgede adeta et ve kemik gibi ayrılmaz bir bütünü oluşturan stratejik müttefik olarak hareket ediyordu. İslam devrimi ise ABD’nin, İran ordusuna ve istihbarat güçlerine fazla güvenmesinin ve Humeyni gibi karizmatik bir dini lider öncülüğündeki halk hareketini küçümsemesinin sonucu olarak ortaya çıkan “siyasi bir kazasıydı.” ABD açısından devrim sonrası İran, Sovyetler Birliğinin yörüngesine girmediği sürece kendi çıkarlarına karşı stratejik bir tehdit olamazdı. Zira petrol gelirleri olsa da çevreleme politikaları vasıtasıyla kolayca kontrol altında tutulabilirdi. İran-Irak savaşı süresince ABD Irak’ı destekleyerek tam sekiz yıl boyunca İran’daki devriminin yarattığı ideolojik enerjiyi komşu ülkelere değil, cephedeki düşmana karşı harcamasını sağladı. Irak savaşı başta lider Humeyni olmak üzere İran siyasi elitlerinin stratejik mentalitesini değiştirdi. Artık İran’ın öncelikli dış politika amacı komşulara devrim ihracı değil, rejimin güvenliğini sağlamaktı. Soğuk Savaş’ın bitmesi ve ABD’nin Kuveyt’i kurtarma Operasyonu vasıtasıyla sergilediği liderliğin pekiştirdiği “tek kutuplu” dünya imajı da İran’ın manevra alanını daha da daralttı. Tahran Azeri-Ermeni savaşı örneğinde gözlendiği üzere, artık İslamcı değil milli çıkarları etrafında daha pragmatist bir dış politika izlemeye başladı. Böylece aslında 1990’lar itibariyle ABD ile İran arasında bölgesel düzlemde stratejik bir denge kurulmuş oluyordu. Ancak İran bir yandan ABDİsrail ikilisinin zaman zaman tekrarladığı askeri tehditleri; diğer yandan devam eden ulus- lararası ambargolar karşısında İslami rejimin güvenliği açısından Nükleer teknolojiye yatırım yapmaya başladı. Amaç bir gün kaçınılmaz olarak gördükleri nihai savaş gelmeden, mutlak bir güvenlik hissi yaratan “nükleer silaha” sahip olmaktı. Bu anlamda nükleer silaha sahip olmak, İran rejiminin kimliğini ve güvenliğini garanti altına almanın tek ve en etkili sigortası olarak görülmeye başlandı. 11 Eylül sonrasında Irak ve Afganistan savaşları ve Başkan Bush’un “Şer ekseni” açıklamaları da Tahran’ın nükleer faaliyetlerini hızlandırmaya yöneltti. Ancak Washington’la gerginliğin zirveye çıktığı bir dönemde tehlikeyi bertaraf etmek için 2004 yılında İran nükleer faaliyetlerini tek taraflı olarak askıya aldığını açıkladı. Bunun yanıltmaca olduğu ve İran’ın başka yeni tesislere yatırım yaptığı anlaşıldığında ise aradan iki yıl geçmişti. Bugünlere kadar uzanan gerginlikler İran’ın nükleer programının barışçıl olduğu iddiasına karşın, Batının İran’ın nükleer tesislerinin uluslararası denetime ve incelemeye açılması talebinin karşılanmaması; başka deyişle karşılıklı güvenin yeniden kurulamamasıdır. İran kendisinin de taraf olduğu Nükleer Silahların Önlenmesi antlaşmasına (NPT) göre, her ülkenin barışçıl amaçlı nükleer faaliyette bulunmaya hakkı olduğunu iddia ederken; batılı ülkeler ise aynı antlaşmaya göre nükleer programın şeffaf ve dış denetime açık bir şekilde yürütülmesi gerektiğini iddia etmektedirler. olaylı seçimlerde sertlik yanlısı Ahmedinejat’ın yeniden cumhurbaşkanı seçilmesi ve İran muhalefetine yönelik artan baskılar ve tutuklamalar nedeniyle Washington ve Tahran arasındaki ilişkileri geliştirecek siyasi ve psikolojik atmosfer kayboldu. Güvenlik konseyi üyeleri ve İran arasındaki diplomatik görüşmeler de bu tartışmalar etrafında yürütülmektedir. Obama ve Ruhani’nin Yakınlaşma Gerekçeleri Obama açısından İran’la yakınlaşmak baştan beri hiçbir zaman bir tabu olarak görülmedi. Tersine Obama, savaşçı ve fetihçi olarak görülen Bush yönetiminin uluslararası alanda ABD imajında yarattığı aşırı tahribatı tamir etmek için iş başına geldiğinin farkındaydı. Amerikan halkı da tarihlerinde ilk kez zenci bir lideri Başkan seçerek Obama’nın barışçı misyonuna destek verdi. Nitekim Obama görevi devraldığının 75. gününde Türkiye’yi; 90. gününde de Kahire’yi ziyaret ederek İslam dünyası ile aralarındaki ilişkileri düzeltmek istediği mesajını verdi. Dahası yalnızca İslam dünyası ile değil, Çin ve Rusya dahil ABD’nin tüm küresel ve bölgesel aktörlerle ilişkilerini yeni baştan tanımlayacağını ifade eden “reset” politikasını uygulamaya koydu. Ancak Obama’nın İslam dünyası ile diyalog ve işbirliğinin geliştirilmesi politikası İran’da 2009’da gerçekleşen Bu süre içinde İsrail’in İran’ın nükleer tesislerini vurmaya yönelik Washington yönetimi üzerinde artan baskılarını bertaraf etmek için Obama askeri operasyonu engellemek ve Tahran’ı müzakerelere zorlamak için 2010 yılından itibaren İran’a yönelik çok ağır sonuçlar doğuran kapsamlı yaptırımlar paketini uygulamaya koydu. Böylece ABD hem sıcak bir savaşı engellemek, ama aynı zamanda da müzakerenin yolunu açmak için kapıyı açık bırakmak gibi ikili bir ekonomi-politik strateji uyguluyordu. Gerçekten de son üç yıldır uygulanan yaptırımlar İran’ın ekonomisi üzerinde ağır sonuçlar doğurdu. Enflasyon yüzde 50’lilere ulaştı. İşsizlik oranı hızla arttı. İran’ın bütçe gelirlerinin yüzde 80’ini sağlayan petrol ihracatı yüzde 50 oranında düştü. Ülkeler arasındaki uluslararası ticari ödemelerin gerçekleştirildiği elektronik bankacılık sisteminden (SWIFT) çıkarılması İran ekonomisinin dış dünyayla olan bağlantılarına ağır darbe vurdu. Son iki yılda ise ambargoların ağır yüküne, İran’ın Suriye’ye yönelik artan mali ve askeri desteğin maliyeti de eklendi. Böylece bir yandan artan ekonomik sorunlar, diğer yandan seçimlere ve 51 siyasi sürece ilişkin geniş halk kesimlerinde artan güvensizlik, 2013 seçimlerine giderken Hasan Ruhani gibi Humeyni’nin çekirdek ekibinden olan ama aynı zamanda reformist ve pragmatik bir Molla olan siyasetçinin cumhurbaşkanı olmasının yolunu açtı. Ruhani büyük bir halk desteği ile Ağustos ayında işbaşına geldi. Seçimlerde sürekli önce ekonomi diyen ve İran’ın dünya ile ilişkilerini düzeltmesi gerektiğine vurgu yapan Ruhani’nin bu çağrısı ile Obama’nın ertelenmiş İran açılımı politikası iki ülkeye de yakınlaşma adımları atmaları için uygun bir siyasipsikolojik zemin yarattı. 2013 Eylül’ündeki BM toplantıları da liderlere ilk somut adımları atma fırsatı sundu. Eğer Obama, İsrail lobisini ve neo-kon çevreleri ikna edebilirse; Ruhani de İran’ın karmaşık iç karar alma sürecinde önemli roller oynayan devrim muhafızlarının ve Koruyucular Konseyinin desteğini alabilirse, önümüzdeki yıllarda Ortadoğu’da çok farklı bir güçler dengesi ile karşılaşabiliriz. ABD’yi Diyaloga Zorlayan Yapısal Nedenler Başta sorduğumuz sorulara geri dönersek eğer, ABD’nin İran’a yakınlaşmasının en büyük nedeni, Amerikan siyasi elitlerinin ABD’nin küresel ekonomipolitik hegemonyasındaki hızlı çözülmeyi doğru okumalarıdır. Son otuz yılda küresel düzlemde değişen üretim, ticaret ve pazar yapıları nedeniyle genel olarak batı özel olarak ise ABD 52 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 giderek kan kaybetmektedir. Post-hegemonik dünya şartlarında ABD’nin stratejik öncelikleri de değişmektedir. Artık ABD açısından öncelikli alan Avrupa ve Ortadoğu olmaktan çıkmış, Asya-Pasifike kaymıştır. Arap baharı süreci ve İsrail’in artan baskısı ABD’nin Ortadoğu’dan çekilmesini kısmen geciktirse de, ABD’nin Ortadoğu’dan ricat (çekilme) politikası devam etmektedir. Dolayısıyla ABD için artık İran gibi bölgenin en önemli tarihsel ve jeopolitik öneme sahip ülkelerinden birisi olan İran’la da diplomatik ve siyasi ilişkilerini geliştirme zamanı gelmiştir. Dış politikada realist geleneğin savunucuları olan Kenneth Waltz ve Stephen Walt gibi Amerikanın uluslararası ilişkiler uzmanları da uzun zamandır ABD’nin İran’a yönelik önleyici savaş tehdidine ve rejim değişikliğine dayanan politikasından vazgeçmesini ve zor da olsa birlikte yaşamanın yolunun aranması gerektiğini tavsiye etmektedirler. Geçmişte de 1949-1971 arasında Çin’deki komünist yönetimi tanımayan ABD, Vietnam savaşının yarattığı siyasi-psikolojik ortamda kendi küresel hegemonik konumunu restore etmek için, Kissenger gibi bir stratejistin de önerisiyle Pekin’e karşı stratejik bir açılım gerçekleştirmişti. Şimdi de benzer ekonomi-politik nedenlerle ABD’nin stratejik aklı Washington’u İran’la yakınlaşmaya itmektedir. Dolayısıyla İran-ABD yakınlaşması her iki ülke açısından konjonktürel ve taktiksel bir olay değildir; sağlam bir yapısal temele dayanmaktadır. Yakınlaşma Politikası Başarılı Olur mu? Kaldı ki, ABD’nin 34 yıldır uyguladığı ağır yaptırımlar ve savaş tehditleri öngörüldüğü gibi İran’ın İslamî rejimini yıkmaya yetmemiş, rejimle halk arasında ciddi bir çatlak yaratmamış ve nihayet nükleer programını da durduramamıştır. Ağır aksak da gitse İran uranyum zenginleştirme konusunda önemli mesafeler almıştır. Uzmanlara göre, İran isterse tüm dünyaya rağmen birkaç yıllık bir sürede nükleer silah üretme kapasitesine erişebilir. O halde ABD için İran’a sunulacak bazı siyasi-ekonomik fırsatlar karşılığında nükleer faaliyetlerini barışçıl çerçevede tutmaya ikna edilmesi çok daha rasyonel bir politika gibi durmaktadır. Dünya ile ilişkilerini normalleştirmiş, rejim güvenliğini sağlamış bir İran için de nükleer silah üretmek için rasyonel bir gerekçe kalmamış olacaktır. İlişkilerin geliştirilmesine yönelik en büyük engel ise ABD için İsrail ve Neo-kon lobisinin ikna edilmesi; İran içinse muhafazakâr bürokrasinin ve devrim muhafızları gibi kritik güçlerin desteğinin alınmasıdır. Amerika’nın hemen her fırsatta resmen “büyük şeytan” olarak gösterildiği bir ülkede geniş halk kesimlerini ABD ile dost olunabileceğine ikna etmek hiç kolay olmayacaktır. ABD’nin saldırısından emin olsalar bile, Tahran’ın derin mollalarını İsrail’in benzer tehditlerine karşı rejimin güvenliği açısından nükleer silah üretme fikrinden vazgeçirmek nasıl mümkün olacaktır? Bu anlamda Ruhani’nin çok gayret sarf etmesi ve süreci Hamaney’in himayesinde yürütmesi tek çıkar yol gibi görünmektedir. Son otuz yılda küresel düzlemde değişen üretim, ticaret ve pazar yapıları nedeniyle genel olarak batı özel olarak ise ABD giderek kan kaybetmektedir. Post-hegemonik dünya şartlarında ABD’nin stratejik öncelikleri de değişmektedir. Artık ABD açısından öncelikli alan Avrupa ve Ortadoğu olmaktan çıkmış, Asya-Pasifike kaymıştır. Ancak her halükarda işi oldukça zordur. Diğer yandan İsrail’in İran’la ilişkilerini geliştiren ABD’li politikacıları tüm yöntemleri kullanarak ikna ve gerekirse bertaraf etmeye çalışması hayli mümkündür. Son olarak, İran’ı yalnızca askeri açıdan değil, ideolojik ve mezhepsel anlamda kendi ülkelerinin istikrarı için tehdit olarak gören körfez ülkeleri de Washington ve Tahran yakınlaşmasına şiddetle karşı çıkacaklardır. Suriye konusunda Rusya ile anlaşarak S. Arabistan gibi ülkelerin çıkarlarını hiçe saydığı için ABD gibi ülkeleri açıkça protesto ederek BM güvenlik konseyi geçici üyeliğinden çekilen Riyad yönetiminin, ABD’nin İran’la siyasi flörtüne karşı nasıl bir tepki verebileceğini tahmin etmek güçtür. Ancak geçmişte OPEC içindeki siyasi gücünü kullanarak tüm dünyaya petrol şokları yaşatan S. Arabistan’ın atabileceği adımları ve yapabileceği siyasi hamleleri küçümsememek gerekir. Türkiye cephesinden ise yapılan ilk resmi açıklamalar yakınlaşmaya sıcak bakıldığı ve İran’ın dış dünya ile ilişkilerinin normalleşmesinden memnuniyet duyulacağı şeklindedir. Suriye konusunda- ki ihtilafa rağmen Türkiye’nin İran’la ilişkileri son derece sağlamdır ve ABD ile ilişkilerinin normalleşmesi durumunda Türkiye ile İran arasındaki ekonomik ve ticari ilişkilerin hızla artması beklenmelidir. Sonuç olarak, bugün ABD ve İran arasında 34 yıl sonra başlayan siyasi yakınlaşma çabaları yalnızca konjonktürel ve taktiksel hamleler olarak görülmemelidir. Her iki ülke açısından yakınlaşmayı gerekli ve anlamlı kılacak yapısal-rasyonel gerekçeler vardır. Ancak Ortadoğu’nun kendi gerçekleri ve hassas dengeleri de vardır. Yakınlaşmanın hızını, başarısını ve boyutunu da karşıt aktörlerin alacakları tavırlar belirleyecektir. İhtiyatlı bir iyimserlikle şu söylenebilir: ABD ve İran arasındaki ilişkilerin düzeltilmesi için gerekli olan ilk psikolojik eşik aşılmıştır. Duraksamalar ve zikzaklar yaşansa da, ABD-İran ilişkisi bundan sonra pozitif yönde ilerleyecektir. Filistin ve Suriye gibi bölgesel sorunların çözümü yönünde atılacak olumlu adımlar ikili ilişkinin geleceğinde etkili olacaktır. Türkiye dâhil bölgedeki tüm aktörlerin pozisyonlarını böyle bir güçlü olasılığa göre ayarlamaları gerekir. 53 Ş İ İR N D E L İ R İ Ğ D E E D Y Ş İ E B N R E R A D Dİ A E D Y ’ E R I B S I R A M Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN D E C SADE Güçlü bir muhalefet geleneğine ve tarihi deneyime sahip olan İhvan, 3 Temmuz 2013’den bu yana darbecilerin tüm baskı ve katliamlarına rağmen şiddete başvurmayarak barışçı direnişini sürdürmektedir. Meşru siyasetin güçlü aktörü olan İhvan “kirli ittifak” tarafından şiddetin içine çekilmek istense de bu oyuna gelmeyerek, mücadelesini meşru araçlarla sürdürme kararlılığını göstermiştir. DIŞ POLiTiKA SDE Uzmanı M ısır’da 3 Temmuz 2013 tarihinde yapılan askeri darbeye Müslüman Kardeşler (İhvan) temelli yürütülen direniş tüm baskılara rağmen devam etmektedir. Seksen beş yıllık tarihî deneyime bakıldığında İhvan’ın ortaya koyduğu bu dirence şaşmamak gerekir. Kurulduğu 1928 yılından beri her türlü baskıyı yaşamış, çoğu zaman yasaklanmış, sistem dışında tutulmuş bir yapının en iyi bildiği şeyin “direnç” olduğunu göz ardı etmemek lazım. İhvan, yaklaşık bir yıllık iktidar dönemi dışarıda tutulacak olursa, neredeyse seksen dört yılını muhalif bir yapı olarak sürdürmüştür. 2011 yılında “Arap Baharı” diye tanımlanan Arap Halk Hareketleri sonucu Hüsnü Mübarek’in devrilmesiyle Mısır’da ilk defa yaşanan demokratik süreç sonunda İhvan iktidar olma imkânı bulmuştur. Fakat 3 Temmuz 2013 tarihinde “kirli ittifak”ın desteklediği darbeyle İhvan’ın iktidarına son verilmiştir. Darbe Niye Oldu, Niye Destek Gördü? Hüsnü Mübarek’in halk hareketiyle iktidardan uzaklaştırıl- masıyla yeni oluşmaya başlayan demokratik süreç sayesinde siyasal alanın en güçlü adayı olarak İhvan belirdi. Yapılan meclis seçimleri ve cumhurbaşkanlığı seçimini kazanan İhvan, Mısır’ın geleceğini belirleyecek en önemli aktör olduğunu ortaya koymuş oldu. Demokratik süreç sonucunda İhvan’ın netleşen gücü hem Mısır içinde hem bölgede hem de uluslararası alanda rahatsızlıklar meydana getirdi. Mısır içinde İhvan’a karşı en güçlü tepki eski düzenin sahipleri ve ordu’dan geldi. Bir yıllık süreçte İhvan’dan uzaklaşan/ uzaklaştırılan devrimci kesim diye adlandırılan seküler, sol ve liberal vs. kesimlerin İhvan’a tepkisini iyi kullanan ordu destekli “müesses nizam” İhvan’ı yalnızlaştırma sürecine soktu. Bir anlamda 2011 Ocak ayında Mübarek’e/eski düzene karşı oluşan ortak tepkinin bir benzerini müesses nizam, İhvan’ında siyasi/iktidar tecrübesizliğini de kullanarak, İhvan’a karşı mobilize etmeyi başardı. Bir yıllık İhvan iktidarıyla Mısır’daki siyasi/askeri elit bu güne kadar elde tuttukları tüm ayrıcalıkları kaybedeceklerini gördüler. Başta Mısır olmak üzere Ortadoğu’daki orduları demokratik ülkelerdeki ordular gibi görmemek gerekir. Ortadoğu’da ordular, ordu olmaktan çok öte şeyler ifade etmektedir. Burada ordular siyasetinde ekonominin de tam merkezinde yer almaktadırlar. Hatta çoğu zaman ordu söz konusu coğrafyada sınırları korumak için değil, halkları kontrol altında tutma işlevi görmektedir. Modern Ortadoğu tarihine azıcık aşina olan bunu gayet iyi bilir. Onun için siyasi ve ekonomik alandaki gücünü kaybetmek istemeyen ordu Mısır’da demokratik süreci sonlandırmak için İhvan karşıtı her kesimle ittifak içine girerek darbe zeminini ustalıkla hazırladı. Demokratik süreç sonunda ortaya çıkan İhvan’ın gücü, Mısır’daki İhvan dışı grupları “kirli” bir oyun etrafında bir araya getirdi. İhvan’ın Mısır’da iktidar olmasının Ortadoğu’da da istenmediği açıkça görülmüştür. Mısır’daki İhvan iktidarıyla meydana gelen değişimin bölgede ciddi değişimlere gebe olduğu çok geçmeden anlaşılmıştı. İlk önce İsrail’in yararına işleyen Camp David düzeninin 55 Yapılan meclis seçimleri ve cumhurbaşkanlığı seçimini kazanan İhvan, Mısır’ın geleceğini belirleyecek en önemli aktör olduğunu ortaya koymuş oldu. Demokratik süreç sonucunda İhvan’ın netleşen gücü hem Mısır içinde hem bölgede hem de uluslararası alanda rahatsızlıklar meydana getirdi. sürdürülmesinin zor olduğu, İsrail-Filistin sorununun yeni süreçten etkileneceği, buna bağlı olarak El-Fetih ile HAMAS arasındaki ilişkilerin değişeceği görüldü. Bunun yanında, Arap Baharı’yla Siyasal İslam’ın siyasal alanda dönüştürücü/değiştirici güç anlamında etkin olmaya başlaması bölgedeki birçok devleti tedirgin etti. İsrail ilk başta tavrını net olarak yansıtmak istemese de zamanla demokratik süreç sonunda Siyasal İslam’ın Ortadoğu’da temel belirleyici güç olacağını gördü. HAMAS deneyimini de göz önünde bulunduran İsrail, Siyasal İslam denizi ortasında kalacağını düşünerek, Arap Baharı’yla başlayan sürecin durdurulmasını kendi güvenliği açısından hayati bir konu olarak gördü. Çünkü Mısır’da İhvan iktidarıyla 1979 yılından beri devam eden Camp David düzeni çatırdamaya başlamıştı. Bu yüzden, “güvenlik paranoyası” içinde yaşayan İsrail, kendi güvenliği için Mısır’daki eski ortaklarının mutlaka iktidara gelmesi için çaba içine girdiğini söylem ve eylemleriyle ortaya koydu. İhvan iktidarının en az İsrail kadar bölgedeki monarşileri de oldukça rahatsız ettiği görüldü. 56 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 Bölgesel statükonun bozulması sonucunda devrimci dalganın monarşileri zor durumda bırakacağı anlaşıldı. Neredeyse tüm Arap Monarşileri söz birliği etmişçesine İhvan’a karşı oluşturulan “kirli koalisyon”un içinde yer aldılar. 1950-1960 yıllarında meydana gelen yayılmacı Arap Milliyetçiliği dalgasından rahatsız olanlar, aynı şekilde Siyasal İslam’ın yayılmasını da kendi iktidarları için tehlike olarak gördüler. Aynı Monarşiler geçmişte tehlike olarak gördükleri zihniyetin devamı olan grupların/kesimlerin tekrar iktidara gelmeleri için maddi ve manevi destek vermekten çekinmediler. Çünkü söz konusu monarşiler için önemli olan kendi iktidarlarının devamının sağlanmasıdır. Böylece, Mısır’da İhvan’ın bir “başarı hikâyesi” yazmasının onlar tarafından kuvvetli bir tehlike olarak algılandığı ortaya çıkmış oldu. Üçüncü olarak, Mısır’daki ihvan iktidarının İran’ı da rahatsız ettiği rahatlıkla söylenebilir. 1979 yılında yaşanan bir devrimle iktidara gelen İslamcılar, İhvan’ın bölgesel etkinlik kazanmasını İran için tehlike olarak gördüler. Bunun en çarpıcı örneğini, İhvan temelli muhalif güçlere karşı İran’ın Suriye’de seküler Baas ideolojisiyle ülkeyi yöneten Esad’a verdiği destekte görebiliriz. Esad’a verilen bu destek aslında İran’daki rejimin “devrimci” ve “İslamcı” özelliğini yitirmiş olduğunu da ortaya koymuş oldu. Dördüncü olarak, Arap Baharı ile ortaya çıkan İhvan’ın muhtemel bölgesel etkisinden Ortadoğu’daki tüm Müslim, gayri-Müslim ve ideolojik azınlıkların da rahatsız olduklarını göz ardı etmemek gerekir. İhvan temelli Siyasal İslam’ın siyasal alanda belirleyici olmasının önünün açılmasını mevcut konumları açısından tehlike olarak gördükleri anlaşılmaktadır. Bu durum, tüm bu söz konusu azınlıkların Mısır’da İhvan’a karşı gerçekleştirilen darbeye karşı tutumlarında rahatlıkla görülebilir. Mısır’daki darbenin sadece bölgede değil uluslararası alanda da destek gördüğü rahatlıkla söylenebilir. Arap Baharı’yla Ortadoğu’da demokratik sürecin önünün açılması, bölgeyi dış güçler açısından kontrolü zor bir alan haline getirebilirdi. Demokratik meşruiyetten yoksun dini, mezhebi, etnik ve ideolojik azınlıklar tarafından yönetilen devletler her zaman bölgede etkinlik kuran/kurmak isteyen devletler tarafından tercih edilen seçenek olmuştur. Çünkü iç meşruiyetten yoksun yönetimler dış desteğe muhtaç olduklarından dolayı etki altına alınmaya her zaman müsaittirler. Meşruiyet tabanı geniş olan yönetimlerin azınlık yönetimlerine göre dış etkiye karşı hayır deme ihtimalleri her za- man daha fazladır. Başta ABD olmak üzere Batılı devletler açısından Ortadoğu’da kendi yararlarına işleyen kurulu düzenin bozulması tercih edilen bir durum değildir. Rusya ve Çin açısından ise Arap Baharı daha farklı anlamlar taşımaktadır. Siyasal İslam’ın önünü açan demokratik bir değişimi kendi ülkelerini etkileyebilecek potansiyel tehlike olarak gördükleri anlaşılmaktadır. Bu açıdan, Mısır’da bölgesel ve küresel destekle İhvan’a yapılan darbe, aynı zamanda Siyasal İslam’a ve demokrasiye yapılan bir darbe olarak da okunmalıdır. Darbeye Direniş Yukarıda açıklandığı üzere darbeye yapılan iç, bölgesel ve dış destek göz önüne alındığında darbe karşıtı direnişin ne anla- ma geldiği daha iyi anlaşılacaktır. 3 Temmuz 2013 tarihinden beri darbeyi tanımayan ve neredeyse tek başına direnen İhvan, sadece Mısır’daki darbecilere karşı direnmemekte, aynı zamanda onun destekçilerine karşı da mücadele vermektedir. Bu durum İhvan’ın ne kadar zor bir durumla karşı karşıya olduğunun da göstergesidir. Güçlü bir muhalefet geleneğine ve tarihi deneyime sahip olan İhvan, 3 Temmuz 2013’den bu yana darbecilerin tüm baskı ve katliamlarına rağmen şiddete başvurmayarak barışçı direnişini sürdürmektedir. Arap Baharı’nın getirmiş olduğu demokratik süreçler sayesinde meşru siyasetin güçlü aktörü olan İhvan “kirli ittifak” tarafından şiddetin içine çekilmek istense de, bu oyuna gelmeyerek, mücadelesini meşru araçlarla sürdürme kararlılığını göstermiştir. Beklenmeyen bir şekilde İhvan’ın ortaya koyduğu barışçı direnişin darbeci ve Tüm acı ve pahalı deneyimi göz önünde bulundurarak, şu ana kadar barışçıl bir şekilde sürdürdüğü mücadelesini daha ileriye taşıması ve genişletmesi için İhvan, darbe karşıtı direnişini İslamcılık temelli olarak değil de, daha çok demokrasi, insan hakları ve özgürlük temelli yürütmelidir. Aksi takdirde, İhvan karşıtı oluşturulan bloğun çözülmesi zor olacaktır. 57 SURİYE KRİZİNDE ÇÖZÜM; NE ZAMAN VE NASIL? İhvan iktidarının en az İsrail kadar bölgedeki monarşileri de oldukça rahatsız ettiği görüldü. Bölgesel statükonun bozulması sonucunda devrimci dalganın monarşileri zor durumda bırakacağı anlaşıldı. Neredeyse tüm Arap Monarşileri söz birliği etmişçesine İhvan’a karşı oluşturulan “kirli koalisyon”un içinde yer aldılar. leceği açısından da önem arz etmektedir. Çünkü İhvan karşıtı cephenin genişliği ve gücü düşünüldüğünde İhvan’ın tek başına bu süreci tersine döndürmesi pek mümkün gözükmemektedir. 25 Ocak 2011 Devrim sürecini İhvan’ın iyi okuması gerekmektedir. İhvan’a karşı kurulan “kirli ittifak” ihvan karşıtı koalisyonu genişletme becerisi gösterebilmiştir. Şu an itibariyle bakıldığında İhvan’ın sadece Mısır’da değil, aynı zamanda Ortadoğu’da da yalnızlaştırma sürecinin devam ettiği görülmektedir. İhvan’ın bu durumu göz önünde bulundurarak yeni bir süreç başlatması, sadece İhvan için değil bölgenin ge- Mısır içinde, bölgede ve küresel anlamda Siyasal İslam karşıtlarının büyüklüğü düşünüldüğünde İhvan’ın işinin ne kadar zor olduğu rahatlıkla görülebilir. Ayrıca, Siyasal İslam düşmanlığının yanında, Ortadoğu’da demokrasinin yerleşmesini istemeyenlerin, İslam’ın siyasal alana hâkim olmasından korktukları da unutulmamalıdır. Neredeyse, SDE Asistanı Türkiye dışında Ortadoğu’da demokrasinin zemin bulmasını ve yayılmasını isteyen devlet yok gibidir. Tüm acı ve pahalı deneyimi göz önünde bulundurarak, şu ana kadar barışçıl bir şekilde sürdürdüğü mücadelesini daha ileriye taşıması ve genişletmesi için İhvan darbe karşıtı direnişini İslamcılık temelli olarak değil de, daha çok demokrasi, insan hakları ve özgürlük temelli yürütmelidir. Aksi takdirde, İhvan karşıtı oluşturulan bloğun çözülmesi zor olacaktır. Seksen dört yıllık muhalefet deneyiminin yanına bir yıllık iktidar deneyimini de katarak İhvan yeni bir sürecin başlamasını sağlayabilir. Seksen beş milyon nüfusa sahip Mısır’ın devasa iç, dış ve ekonomik sorunları düşünüldüğünde darbecilerin uzun süre Mısır’da iktidarı elde tutmaları kolay olmayacaktır. İhvan’ın sürdürmekte olduğu direniş sadece Mısır’daki darbecilere karşı sürdürülen bir direniş değil, aynı zamanda Ortadoğu’daki statükonun değişmesini istemeyen bölge ve bölge dışı güçlere karşı da yürütülen bir mücadeledir. 58 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 O rtadoğu’da Arap uyanışı da diyebileceğimiz halk hareketleri uzun vadeli bir süreçtir. Uyanışın başladığı ve iktidarları devirdiği 2010-2011 yıllarını sadece bir başlangıç olarak kabul etmek gerekmektedir. On yıllardır süren düzenlerin yıkılması, yerine yenilerinin tesis edilmesi ve yeni yapıların kurumsallaşması zaman alacaktır. Bu süreçte söz konusu eski düzenin egemenleri ve seçkinleri tekrar iktidarı ele geçirmek için her türlü yola başvurarak sürece dâhil olmaya çalışacaktır. Temmuz 2013’de Mısır Devrimi’ne yapılan askeri darbe Mısır’daki siyasal dönüşümü sekteye uğratmış olsa da, toplumdaki sosyolojik dönüşüm kendi kuralları içerisinde devam etmektedir. Mısır’da askeri darbe sonrasında bölgede yaşanan süreç, Mısır ve benzer ülkelerin sosyolojik yapısının darbelere ve baskılara boyun eğmeyi reddeden siyasal vizyona sahip olduğunu göstermiştir. Bu sosyolojik yapı canlı kaldığı sürece devrimlerin devam etmesi için hala umut var demektir. DIŞ POLiTiKA destekçilerini zora soktuğu rahatlıkla söylenebilir. İhvan, bu süreçte “öldürülse de öldürmemeye” gayret etmiştir. Yapılan, tüm katliam, baskı, tutuklama ve yasaklamalara rağmen İhvan barışçıl direnişin dışına çıkmamaya kararlı olduğunu göstermiştir. Amine İLERİ Suriye krizinin çözülebilmesi için maalesef çok fazla seçenek masada gözükmüyor. Suriye’de binlerce insan öldü ve ölmeye devam ediyor, mevcut durum ve güç dengeleri olduğu gibi devam ederse ülkenin toplumsal dokusu mezhepsel hatlarda tamir edilemez biçimde yara alacaktır. Mültecilerin sayısında dramatik artışlar yaşanacaktır ve Türkiye’nin sınır güvenliği riskleri daha da artacaktır. Bu gelişmelere nereye kadar seyirci kalınabilir? Suriye’de iki yılı aşkın süredir devam eden kriz ve iç çatışma İran ve Rusya gibi güçlerin dışarıdan rejime, bazı ülkelerin de muhalefete verdiği destekten dolayı oldukça karmaşık bir yapıya bürünmüştür. Suriye, bir taraftan iç savaşın devam ettiği diğer taraftan bölgesel ve küresel güçlerin çıkar ve nüfuz mücadelesinin devam ettiği bir alan haline gelmiştir. Bu nedenle Suriye için çözüm yolunun hiç de kolay olmayacağını söyleyebiliriz. Daha önce yaşanan Afganistan ve Irak örnekleri de göstermektedir ki, bölgeye dışarıdan müdahaleler her zaman beklenen sonuçları doğurmayabilir. Suriye’de kimyasal silah kullanımıyla pik yapan kriz ve sonrasında yaşanan uluslararası müdahale tartışmaları Suriye krizindeki uluslararası hesapları gözler önüne sermiştir. Arap baharı süresince kırmızıçizgilerini belirleyip pasif bir politika izleyen Amerika Birleşik Devletleri kimyasal silah kullanımıyla birlikte ihlal edilmiş kırmızıçizgileri sonrasında Suriye’ye müdahale edeceğini açıklamış, kararın onayı için Amerikan Kongre’sine baş- 60 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 vurmuştu. Ancak Suriye’de krizin başladığı ilk günden bu yana rejime desteğini koşulsuz devam ettiren Rusya yürüttüğü etkili diplomasi sonrasında Amerika’yı kendi çizgisine çekmiş ve Suriye’ye müdahaleyi askıya almayı başarmıştır. Müdahale tartışmalarının yaşandığı Eylül ayı içerisinde Amerika’nın en etkili gazetelerinden New York Times’a bir makale yazan Rusya devlet başkanı Vladimir Putin, Amerikan halkına ve kongresine doğrudan hitap etmiş ve ABD’nin tek taraflı askeri operasyonunun dünyada düzeni yerle bir edebileceğini ifade etmiştir. Yazısında, Amerika’nın Rusya’nın veto yetkisi bulunan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden onay almaksızın Suriye’ye askeri operasyon düzenlemesinin, Birleşmiş Milletler’in güvenilirliğine zarar vereceğini ifade eden Putin, BM’nin İkinci Dünya Savaşı öncesinde var olan selefine atıfla, “Kimse Birleşmiş Milletler’in gerçek bir etkisi olmadığı için çöken Milletler Cemiyeti’nin kaderini yaşamasını istemez. Güçlü ülkeler Birleşmiş Milletler’i by-pass edip, Güvenlik Konseyi’nin yetkisi olmadan askeri eyleme geçerse sonuç bu olabilir” uyarısında bulunmuştur. Sovyetler Birliği’nin çökmesinden bu yana Amerikalıların Ruslarla birlikte eşit ortaklar olarak aynı masaya oturmaları Suriye’deki kimyasal silah saldırısının beklenmedik en önemli sonucu oldu. Rusya’nın Amerika’yı bir iddiasından vazgeçirmesi imajı, Rusya’nın tüm periferisinde yankılanmıştır. Sovyetlerin eski uydu ülkelerinde bu ve benzeri konularda Avrupa’daki kargaşa hali, ABD’nin karasızlığı ve Kerry ile Lavrov’un eşit aktörler olarak müzakere etmelerinin taşıdığı sembolik anlam, önümüzdeki dönemde ilişkileri bir süre daha şekillendirecektir. Müdahale kararının ertelendiği Suriye’de kimyasal silahların tasfiye edilmesi sürecinin içinde bulunulan iç savaş ortamında ne kadar sürede ve kadar sağlıklı bir şekilde tamamlanabileceği tartışmaya açık bir durumdur. Suriye krizinin çözülebilmesi için maalesef çok fazla seçenek masada gözükmüyor. Suriye’de binlerce insan öldü ve ölmeye devam ediyor, mevcut durum ve güç dengeleri olduğu gibi devam ederse ülkenin toplum- sal dokusu mezhepsel hatlarda tamir edilemez biçimde yara alacaktır. Mültecilerin sayısında dramatik artışlar yaşanacaktır ve Türkiye’nin sınır güvenliği riskleri daha da artacaktır. Bu gelişmelere nereye kadar seyirci kalınabilir? Bir dış müdahale pek çok riski içinde barındırmasına rağmen şayet gerçekleştirilirse iki ihtimal doğacaktır. İktidar değişikliği ile son bulacak bir müdahalede rejim değişirse ve bunun yerine yeni ve geniş tabanlı bir hükümet kurulabilirse (ki Amerika’nın Suriye’ye yönelik olası müdahalesinin tartışıldığı günlerde bile ABD yönetimi müdahalenin amacının bir yönetim değişikliği olmadığını açıklamıştı), krizin çözümü için bir imkân doğabilir. Suriye’de bugünkü krizin başlangıç noktası da halkın demokratik talepleri çerçevesinde siyasal alanın açılması idi. Suriye’de olayların başladığı ilk günlerde halk, rejim değişikliğini değil, Esad’ın demokratik reformlar yapmasını talep ediyordu. Rejim değişikliği ile sonuçlanmayan bir müdahale durumunda ise tekrar başa dönülme, şiddet sarmalının daha da genişleyerek sürme ihtimali oldukça fazla gözüküyor. Nitekim Esad’ın son zamanlarda dünya medyasına verdiği mülakatlarda, Suriye’de önümüzdeki yılda yapılacak olan seçimlerde aday olması yönünde herhangi bir engel görmediğini söylemiş, böylece iktidarından vazgeçmeyeceğinin sinyallerini vermiştir. Kimyasal silah saldırısı sonrasında ABD-Rusya ortak kararı ile hayata geçirilmiş olan diplomatik girişimlerle rejime bir şans daha verilmesi durumundan nasıl bir sonuç alınacağı önümüzdeki günlerde anlaşılacaktır. Krizin başlangıcından hemen sonra başlayan Arap Birliği gözlemcilerinin girişimlerinin, Kofi Annan’ın arabuluculuğunun ve birinci Cenevre zirvesinin sonuç vermediği göz önüne alınırsa, diplomatik girişimlerden umulan sonuçların alınamadığını söylemek mümkündür. Ekim ayı içerisinde yapılan NATO Savunma Bakanları zirvesinde, NATO-Rusya konseyi gerçekleştirilmiş ve NATO’da Suriye için askeri bir çözümün mümkün olamayacağını kabul edilerek ikinci Cenevre zirvesinin Kasım ayı içerisinde gerçekleştirilmesi kararı alınmıştır. Toplantı sonrasında NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen, Birleşmiş Milletler’in kimyasal silahların devri ve imhasına yönelik kararının uygulanması için Rusya ile işbirliği yapacaklarını ifade etmiştir. Birincisi Haziran 2012’de gerçekleştirilen Cenevre Zirvesinin beklenen sonuçları vermediğini biliyoruz, bu nedenle yapılacak yeni toplantının da bir anlamda ölü doğduğunu söylemek mümkün. Krizin başlangıcından hemen sonra başlayan Arap Birliği gözlemcilerinin girişimlerinin, Kofi Annan’ın arabuluculuğunun ve birinci Cenevre zirvesinin sonuç vermediği göz önüne alınırsa, diplomatik girişimlerden umulan sonuçların alınamadığını söylemek mümkündür. 61 MISIR VE SURİYE GÖLGESİNDE KALAN IRAK İLE YENİ İLİŞKİLER Sinan TAVUKÇU SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi Irak ve Türkiye arasında üst düzeyde devam eden temaslar, 2011 Mart’ında Suriye’de yaşanan olaylarla gölgelenmeye başladı. Türkiye, Suriye’nin demokratikleşmesi gerekçesiyle muhalefete destek verirken, Maliki yönetimi İran’la birlikte hareket etmeyi tercih etti ve Şii-Nusayri Beşar Esad yönetimini desteklemeye başladı. Bu politik tutum, hem Irak içerisindeki mezhepçi ayrışmayı ve çatışmayı tetikledi hem de Türkiye ile ilişkilerin bozulmasına sebep oldu. I rak, bir süredir, Suriye ve Mısır’da yaşanan sıcak gelişmeler dolayısıyla Türkiye gündeminde geri sıralara düşmüştür. Bunun bir diğer sebebi de, Kürt Açılımı politikası dolayısıyla PKK ile devlet güçleri arasındaki çatışmanın durmuş olması dolayısıyla, Kuzey Irak’ın eskisi gibi bir endişe kaynağı olmaktan çıkmasıdır. DIŞ POLiTiKA Bugünlerde iyi diyalog kurma mesajlarının verildiği Irak ile Türkiye ilişkilerinin muhtemel seyrini tahmin etmek bakımından, ABD’nin 2003’te Irak’ı işgalinden bu yana Irak-Türkiye ilişkilerinin seyrini ve Irak içi dengeleri kısaca hatırlamakta fayda vardır. 2003 yılında Irak’ın ABD tarafından işgal edilmesinden sonra, bu ülkede ABD’nin desteklediği federal bir devlet yapısı oluşturma projesi Türkiye’yi oldukça tedirgin etmişti. Irak devleti vatandaşı Kürtlerin özerk bir statüye sahip olması halinde bunun Türkiye’deki Kürtleri de teşvik edeceği ve ülkenin bölüneceği korkusuyla Türkiye, federal Irak modelinin karşısında, merkezi-üniter Irak devlet modelinin yanında oldu. Anayasayı hazırlama görevi yapacak geçici meclis milletvekillerini seçmek için yapılan Ocak 2005 genel seçimlerinde, Şii Araplar ve Kürtler ittifak içinde hareket ettiler. Sünni Arap azınlığın hâkim olduğu Baas Partisi yönetimleri döneminde mağduriyet yaşayan bu iki kesim, geleceklerini garanti altına almak bakımından, federal bir anayasanın hazırlanması yanlısıydılar. Genel olarak Sünni Arapların dışlandığı bu yeni oluşumda, devlet yönetimi Şii Araplar ve Kürtler arasında paylaşıldı. Irak Kürdistan Yurtseverler Birliği (IKYB) lideri Celal Talabani devlet başkanı seçilirken, hükumeti Şii Arap İbrahim Caferi kurdu. Anayasa’nın kabulünden sonra, 15 Aralık 2005 tarihinde, Irak’ta ikinci bir genel seçim yapıldı. Bu seçimden önce, Türkiye’nin girişimiyle 4 Aralık 2005 tarihinde 4 Sünnî grubun temsilcileri ve ABD’nin Irak Büyükelçisi Zalmay Halilzad İstanbul’da bir araya geldiler ve daha önceki seçimi boykot eden Sünnîler seçime katılmaya ikna edildiler. Seçime Şiiler “Birleşik Irak İttifakı”, Kürdistan İslam Birliği dışındaki Kürtler de “Kürdistan İttifakı” çatış altında seçime girdiler. Ancak, Sünni Araplar tek çatı altında toplanmayı başaramadılar. Seçimden sonra, 2006 Mayıs’ında Celal Talabani ikinci kez devlet başkanlığına seçildi, bu defa hükümeti kurma görevini Şii Dava Partisi lideri Nuri el Maliki’ye verdi. Yine Şii ve Kürtlerin ağırlıkta olduğu bir hükümet teşkil edildi. Bu görevlendirmeden itibaren, gerek Irak’ın iç dengelerini etkileyecek gerekse Irak’ın dış ilişkilerine yeniden yön verecek bir aktör olarak Nuri el Maliki sahneye çıktı. Onun otoriter yönetiminden ilk önce Şiiler rahatsız oldular. 2007 yılında Şii Fazilet Partisi Şii Birleşik Irak İttifakı’ndan ayrıldı, daha sonra Sadr Bloku hem Şii Birleşik Irak İttifakı’nı terk etti hem de hükümette görev alan 6 bakanı istifa etti. Irak Anayasanın 117.maddesiyle tanınan Bölgesel Kürt 63 Nuri el Maliki’nin Erbil Mutabakatı’ndaki taahhütlerine uymaması, daha da otoriterleşmesi, Suriye politikası ve devlet içerisindeki Şii kadrolaşmaya devam etmesi, Irak siyasetinde mezhep eksenli pek çok çatışmaya ve ayrışmaya sebep oldu. Yönetimi’nin bir yandan Kerkük’ü asimile etme ve yönetimine alma teşebbüsleri, diğer taraftan PKK ile ilişkileri Türkiye ile Kürt yönetimi arasında gerginlik ve güvensizliği sebep oluyordu. 2008 yılında Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin Türkiye’yi ziyaretinin ardından gerginlik azalma seyrine girdi ve taraflar arasında diyalog başladı. Genel seçimlerden sonra, 31 Ocak 2009’da ilk defa yapılan mahalli seçimlere Maliki yeni bir ittifakla girdi. Bir önceki genel seçimlerde hâkim olan Şiilik vurgusunun yerine üniter Irak’ı ve Irak milliyetçiliğini savunan bir dil kullandı. Bölünme korkusu yaşayan Iraklılara hitap eden Nuri el Maliki’nin oluşturduğu ”Kanun Devleti Listesi” bu seçimde başarılı oldu. Vilayet Konseyi Seçim- 64 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 leri’ndeki toplam 440 sandalyeden 126’sını kazanırken, Bağdat, Basra, Necef, Babil gibi Şiilerin çoğunlukta olduğu birçok yerde diğer Şii partilerin önüne geçerek önemli bir siyasi güç elde etti. Mahalli seçimlerin ardından 2009 Mart’ında, Talabani’nin ziyaretine karşılık olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül iki günlük bir Irak gezisi gerçekleştirdi. Taraflar arasında imzalanan ‘Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşması’ ile petrol, gaz ve enerji nakil hatları işbirliği çerçevesinde Irak petrolünün uluslararası pazara Türkiye üzerinden çıkarılmasının sağlanması hedeflendi ve uzun süre muallakta kalan ticari ilişkiler hareket kazanmaya başladı. 15 Ekim 2009’da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Bağdat ziyareti sırasında gerçekleşen Türki- ye-Irak Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Ortak Kabine Toplantısı’nın ardından 48 anlaşma imzalandı. Ertesi yıl yapılan (7 Mart 2010) üçüncü genel seçimde, Türkiye’nin girişimiyle bir Sünni ittifakı oluşturulmaya çalışıldı. Şii Iyad Allavi liderliğinde teşkil edilen ve “El Irakiye Listesi” adı verilen ittifakta, Sünni Araplar, eski Baasçılar, milliyetçi Araplar ve Irak Türkmen Cephesi yer aldı. Şiiler iki ittifak halinde seçime girdiler; Başbakan Nuri el Maliki’nin liderliğindeki Kanun Devleti Koalisyonu, İslami Dava Partisi’nin çevresinde toplanan çok sayıda küçük partilerden ve mahalli aşiret liderlerinden oluşurken, Dava Partisi dışında kalan diğer Şii partiler Irak Ulusal İttifakı çatısı altında seçime girdiler. Seçimde El Irakiye listesi birinci geldi. Hem El Irakiye Listesi hem de Kanun Devleti Koalisyonu seçimlerde merkeziyetçiliğe sahip çıkan, milliyetçi, laik bir dil kullandılar. 2010 yılında yapılan seçimin neticesinde hiçbir ittifak tek başına iktidar olabilecek kadar milletvekili çıkaramamıştı, hükümet kurma pazarlıkları 9 aydan fazla sürdü. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun 2010 Kasım başında önce Erbil’e, ardından da Bağdat’a giderek Iraklı siyasi liderlerle tek tek görüşmesinin de etkisiyle, “Erbil Mutabakatı” adı verilen bir uzlaşma ile Celal Talabani ‘nin Cumhurbaşkanı olarak kalması, Meclis Başkanlığı’na Sünni Usama El Nuceyfi’nin seçilmesi ve Nuri el Maliki’nin Başbakanlığı alması hususunda uz- laşmaya varıldı. Seçimde ikinci olan Kanun Devlet Koalisyonu ile üçüncü olan Irak Ulusal İttifakı’nın, Ulusal İttifak adı altında birleşmesinden sonra, bu Şii ittifakı 159 sandalyeyle mecliste çoğunluğu sağladı. Ulusal İttifak, Kürdistan İttifakı ve Irak Ulusal Hareketi (El Irakiye Listesi) nin katıldığı bir koalisyonla 21 Aralık 2010 tarihinde hükümet kuruldu. Hükumetin kurulmasından üç ay sonra, 28 Mart 2011 tarihinde, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan iki günlük Irak ziyareti gerçekleştirdi. Irak Parlamentosunda ilk yabancı devlet adamı olarak konuşma yaptı. Erdoğan gerek mecliste yaptığı konuşmasıyla, gerekse Şiiler için kutsal kabul edilen türbelere yaptığı ziyaretlerle Türkiye’nin politikasının mezhepçi bir eksene dayanamadığını göstermeye gayret etti. Erbil’e de geçen Erdoğan burada Mesut Barzani ile görüştü ve Bölgesel Kürt Yönetimini ziyaret eden ilk başbakan oldu. Irak ve Türkiye arasında üst düzeyde devam eden temaslar, 2011 Mart’ında Suriye’de yaşanan olaylarla gölgelenmeye başladı. Türkiye, Suriye’nin demokratikleşmesi gerekçesiyle muhalefete destek verirken, Maliki yönetimi İran’la birlikte hareket etmeyi tercih etti ve ŞiiNusyari Beşar Esad yönetimini desteklemeye başladı. Bu politik tutum, hem Irak içerisindeki mezhepçi ayrışmayı ve çatışmayı tetikledi hem de Türkiye ile ilişkilerin bozulmasına sebep oldu. Her iki taraf birbirini mezhepçi politikalar izlemekle suçlamaya başladı. Bağdat’taki merkezi yönetimle ilişkisi bozulan Ankara, bir yandan Bölgesel Kürt Yönetimi ile diğer yandan Sünnî Arap temsilcileri ile ilişkilerini geliştiren bir politika izlemeye başladı. Hükumetin 9 aylık çaba sonucu kurulmasına rağmen, Nuri el Maliki’nin Erbil Mutabakatı’ndaki taahhütlerine uymaması, daha da otoriterleşmesi, Suriye politikası ve devlet içerisindeki Şii kadrolaşmaya devam etmesi, Irak siyasetinde mezhep eksenli pek çok çatışmaya ve ayrışmaya sebep oldu. Şii Sadr Grubu ve Irakiye Listesi Maliki’ye karşı muhalefete geçtiler. Buna karşı Maliki, El Irakiye cephesini parçalama ve artık çatışmaya başladığı Kürtleri bir tehdit olarak sunarak, Sünni Arap aşiretlerini yanına çekme politikası izlemeye başladı. 2011 Aralık ayı sonunda ABD’nin Irak’ı terk etmesinin hemen ardından siyasi çekişmeler iyice arttı. Nuri el Maliki, Tarık El-Haşimi, Salih ElMutlak, Usame El-Nuceyfi gibi önemli Sünni liderleri teröre destek verme, vatana ihanet gibi son derece ağır suçlarla itham etti. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık El Haşimi hakkında tutuklama kararı çıkartılması ve onun önce Erbil’e, sonra Türkiye’ye sığınması, gerilimin Irak’ta bir Sünni-Şii çatışmasına dönüşme ihtimalini doğurdu. ABD’nin Irak’ı terk etmesi ile birlikte 50 milyar varil petrol ve 3 trilyon metreküp doğalgaz rezervine sahip Kürt yönetimi, Merkezi yönetimin itirazlarına rağmen petrol arama ve üretim çalışmaları yapmak üzere, aralarında Türk şirketlerinin de bulunduğu pek çok şirketle anlaşmalar imzalamaya başladı. Merkezi yönetimin, Sünni ve Kürt bölgelerinde petrol arama ve üretim çalışmaları yapmadığı, siyasi nedenlerle zenginleşmelerinin istenmediği, petrol gelirlerinden paylarının ödenmediği iddiaları Merkezden ayrışmanın gerekçeleriydi. Artık Kürtler, Şii Araplarla olan ittifaklarını bozmuşlardı. Maliki yönetimine yönelik Sünni ve Kürt muhalefetine Sadr Hareketi lideri Mukteda EsSadr’da katıldı. 28 Nisan 2012 tarihinde Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani, Kuzey Irak Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani, Irak Parlamentosu Başkanı Usame El-Nuceyfi, El-Irakiye listesi lideri Iyad Allavi ve Mukteda Es-Sadr birlikte “beşli toplantı” düzenlendiler. Maliki hükümetinden güvenoyunun çekilmesinin ve Maliki’nin üçüncü dönemde yeniden başbakan olmamasının müzakere edildiği toplantının sonunda, Talabani dışındaki tüm taraflar 8 maddelik plan üzerinde anlaşmaya vardılar. Ancak Maliki bu işbirliğine tepki gösterdi. 2013 yılının ilk çeyreğindeki Bağdat yönetimini protesto gösterileri Sünni-Şii çatışmasına dönüştü. Karşılıklı Şii ve Sünni camilerinin bombalanması ve onlarca kişinin katledilmesi artık rutin haberlerdi. 65 Nuri El-Maliki, 8 Mayıs 2012’de, Kerkük’te Bakanlar Kurulu’nu toplayarak bir gövde gösterisi gerçekleştirdi. Maliki, beraberinde Kerkük’e götürdüğü bin kişilik zırhlı ve ağır silahlı askeri birlikleri burada bıraktı. 1 Ağustos 2012’de Erbil’e giden Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, ertesi gün Bölgesel Kürt Yönetimi’nin inisiyatifi ile Kerkük’e sürpriz bir ziyaret gerçekleştirdi. Buna Irak merkezi hükümetinin tepkisi çok sert oldu ve kendilerinin izni olmadan yapılan bu ziyaret dolayısıyla “Ahmet Davutoğlu’nu tutuklama hakkımız var” açıklaması yapıldı. Nuri El- Maliki Irak’ta 2012 yılının son çeyreğinde, “ihtilaflı bölgeler” olarak adlandırılan Kerkük, Selahaddin ve Diyala’da görev yapmak üzere doğrudan kendisine bağlı “Dicle Operasyonlar Komutanlığı” kurdu. IKBY de peşmergelerini bu bölgelere yerleştirdi. Karşılıklı restleşmeler, 16 Kasım 2012’de peşmergeler ve Dicle Operasyonlar Komutanlığı’na bağlı birlikler arasında Tuzhurmatu’da çatışmaya sebebiyet verdi. 2013 yılının ilk çeyreğindeki Bağdat yönetimini protesto gösterileri Sünni-Şii çatışmasına 66 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 dönüştü. Karşılıklı Şii ve Sünni camilerinin bombalanması ve onlarca kişinin katledilmesi artık rutin haberlerdi. Önce 20 Nisan 2013’te Irak’ın 12 ilinde sonra 20 Haziran 2013’te Anbar ve Musul’da yapılan yerel seçimlerde Maliki’nin Kanun Devleti Koalisyonu’nun güç kaybettiği, iki güçlü Şii grup olan Sadr Grubu ile el Hekim’in Irak İslam Yüksek Konseyi’nin toplam oylarının Maliki listesini yakaladığı anlaşıldı. Bu, bir yandan iktidarını sürdürmek, diğer taraftan 2014 yılında yapılacak genel seçimler sonucunda yine başbakan olmak isteyen Nuri El-Maliki için çanların çalması demekti. Yerel seçimler sonrasında, Nuri El-Maliki’nin Kürtler ve Sünni Araplarla ilişkileri düzeltmeye, iç siyasi dengeleri değiştirmeye yönelik adımlar atmaya başladığı görüldü. 29 Nisan 2013 tarihinde KBH Başbakanı Neçirvan Barzani Bağdat’ı ziyaret etti ve Irak Başbakanı Nuri El Maliki ile 7 maddelik yazılı bir anlaşma imzaladı. Nisan ayında, Türkiye ve Irak Dışişleri Bakanlığı Müsteşarlarının da buluştuğu biliniyordu. Irak Başbakanı 9 Haziran 2013 Pazar günü Erbil’i ziyaret etti ve Erbil’de Bu sıcak temas, 23 Eylül 2013’te New York’ta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Hıdır el Huzai arasında yapılan bir görüşme ile devam etti. Bunu, TBMM Dışişleri Komisyonu Başkanı Volkan Bozkır’ın liderliğindeki bir heyetin 22 Ekim günü Bağdat’ta Irak Cumhurbaşkanı Vekili Hıdır el Huzai, Başbakan Nuri Maliki, Parlamento Başkanı Usame Nuceyfi ve diğer Irak’lı yöneticileri ziyaret etmesi izledi. 24 Ekim 2013’te Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun davetlisi olarak temaslarda bulunmak üzere Ankara’ya geldi. Cumhurbaşkanı ve Başbakan ile de görüşen Zebari yaptığı açıklamada; “Irak Türkiye’yi ve Türkiye’nin bölgedeki rolünü takdir ediyor. Bizim Türkiye’nin rolüyle ilgili hiçbir sorunumuz, tavrımız yok. Bunun yanı sıra bu bölgede kaderimizin ortak olduğuna inanıyoruz. Savaşlar, terörizm, radikalizm, tüm gerginlikler iki ülkeye ortak bir şekilde yansıyor, aynı şekilde etki ediyor” demiş ve eski sayfanın kapatılıp yeni bir döneme geçildiğini belirtmiştir. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Zebari’den sonra Irak’ı ziyaret etmesi ve bunu takiben Nuri el Maliki’nin Türkiye’ye gelmesi programlanmaktadır. Irak mahalli seçimlerinden sonra, Maliki hükümetinin gerek iç, gerekse de dış politikadaki pozisyon değişikliğinin sebepleri şu şekilde izah edilmektedir: lenebilmesi için Türkiye ile müzakere yolunun açık tutulması. - Irak’ın (özellikle Bölgesel Kürt Yönetimi’nin), ticari ilişkisi ağırlıklı olarak Türkiye iledir. Bunun tabii sonucu olarak, ekonomik ilişkinin siyasete yansıması kaçınılmazdır. - Irak’ın sıcak ilişki kurma politikası her ne kadar İran seçi- mine ve Ruhani’nin yumuşama politikasına bağlanarak açıklanmaya çalışılsa da, Irak’ın gerek iç dengelerinde gerekse dış ilişkilerinde yumuşama teşebbüsleri İran cumhurbaşkanlığı seçiminden önce başlamıştır. - Türkiye’nin ucuz ve yeterli enerji ihtiyacının bulunması, Türkiye ile Irak merkezi yönetimini yakınlaştırmıştır. Sinan Tavukçu’nun kaleminden... - İçeride 2014 seçimlerini de kazanmak isteyen Nuri el Maliki, kendisine karşı ittifak yapacağını düşündüğü Şii Sadr Grubu ile el Hekim’in Irak İslam Yüksek Konseyi’ne karşı Kürtlerle ve Sünni Araplarla ittifak yapmak istemektedir. - Bölgede yürütülen mezhep eksenli gerilim ve çatışmalar, bölgedeki bütün ülkeleri tehdit eder boyuta gelmiş, özellikle Irak’ı kan gölüne çevirmiştir. Irak’ın istikrara kavuşması için mezhebe dayalı çatışmalara destek görüntüsünden vaz geçilmesi ve Sünni çoğunluklu ülkelerle de ilişkilerini normalleştirmesi gerekmektedir. - Bölgede Şii politiğini kullanan İran’ın izolasyondan kurtulmak üzere, bunu pazarlık konusu yaptığını Irak fark etmiştir. Irak’ın Arap dünyası ile daha fazla yakınlaşması beklenebilir. - Kerkük’ün statüsünün çatışmaya sebep vermeden çözüm- KARiKADÜŞ Irak’ın sıcak ilişki kurma politikası her ne kadar İran seçimine ve Ruhani’nin yumuşama politikasına bağlanarak açıklanmaya çalışılsa da, Irak’ın gerek iç dengelerinde gerekse dış ilişkilerinde yumuşama teşebbüsleri İran cumhurbaşkanlığı seçiminden önce başlamıştır. Bölgede Şii politiğini kullanan İran’ın izolasyondan kurtulmak üzere, bunu pazarlık konusu yaptığını Irak fark etmiştir. Irak’ın Arap dünyası ile daha fazla yakınlaşması beklenebilir. Bakanlar Kurulu toplantısını yaptı. Türkiye-Irak arasında başlayan üst düzey görüşmeler, Irak Parlamento Başkanı Usame Nuceyfi başkanlığındaki, Irak’taki neredeyse bütün kesimleri temsil eden bir heyetin 11 Eylül 2013’te Türkiye’yi ziyaretiyle devam etti. Heyet, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Cemil Çiçek’le bir araya geldi. Nuceyfi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile görüşmesinde Irak Başbakanı Nuri El-Maliki’nin Türkiye ile ilişkilerde normalleşme ve yeni ufuklar açılması isteğini dile getirdi. 67 BİR BAŞLIĞIN ANLAMI Zeynep SONGÜLEN İNANÇ SDE Uzmanı Avrupa Komisyonu’nun raporu kaleme alırken dengeli bir rapor ortaya koyma çabasında olduğu görülüyor. Öyle ki rapora nereden baktığınıza göre bardağın boş tarafını veya dolu tarafını görmek mümkün. Bu açıdan bakıldığında Avrupa Komisyonu’nun raporun hazırlanması sürecinde Türkiye’deki farklı kesimleri dinlediği anlaşılıyor. Bunun iki göstergesi Gezi Parkı olaylarına yapılan değerlendirmede ve hükümet tarafından açıklanan Demokratikleşme Paketi’ne yaklaşımda ortaya çıkıyor. 2 DIŞ POLiTiKA 013 yılı İlerleme Raporu Avrupa Komisyonu tarafından açıklandı. Geçtiğimiz yıllarda açıklanmasıyla büyük gürültü koparan rapor, son yıllarda sessiz sedasız kamuoyuyla paylaşılıyor. Bunun nedenini tahmin etmek pek zor olmasa gerek. Türkiye – AB ilişkilerinin soğuk ve durgun bir dönemden geçtiği sırada geçmiş raporlarda yer alan unsurların Türkiye için sevindirici haberler olduğu söylenemez. Bunun karşısında Türkiye ise İlerleme Raporlarını pek ciddiye almama yolunu seçmişti. Bu yılki ortama bakıldığında hem AB tarafında hem de Türkiye tarafında çok daha “yapıcı” bir havanın hâkim olduğu ileri sürülebilir. 2013 İlerleme Raporunu başlıklar altında değerlendirmek ve geçmiş yıllarda kaydedilen gelişmelerle bu yıl kaydedilen gelişmeleri karşılaştırmak mümkün. Ancak bu yılki raporun genel görünümü Türkiye – AB ilişkileri açısından çok daha fazla anlam ifade ediyor. Öncelikle Avrupa Komisyonu’nun raporu kaleme alırken dengeli bir rapor ortaya koyma çabasında olduğu görülüyor. Öyle ki rapora nerden baktığınıza göre bardağın boş tarafını veya dolu tarafını görmek mümkün. Bu açıdan bakıldığında Avrupa Komisyonu’nun raporun hazırlanması sürecinde Türkiye’deki farklı kesimleri dinlediği anlaşılıyor. Bunun iki göstergesi Gezi Parkı olaylarına yapılan değerlendirmede ve hükümet tarafından açıklanan Demokratikleşme Paketi’ne yaklaşımda ortaya çıkıyor. Gezi Parkı olaylarını yakından takip eden Avrupa Komisyonu, protestoların Türkiye’deki sivil toplumun etkinliğini gösterdiğini vurguluyor. Protestocuların içerisinde şiddete başvuranlar olsa bile olayların genel olarak bakıldığında hükümeti düşürme hedefine yönelik olmadığını saptıyor. Buna ek olarak hükümet tarafından 30 Eylül günü açıklanan Demokratikleşme Paketi’nin de Avrupa tarafından dikkatlice izlendiği söylenebilir. İlerleme Raporunda ortaya konulan olumlu görüşlerin çoğuna bakıldığında Demokratikleşme Paketi kapsamındaki konulara işaret edildiği görülüyor. Paketin açıklanmasından duyulan memnuniyetin ifade edilmesine ek olarak pakette yer alan maddelerin ivedilikle hayata geçirilmesinin önemine değiniliyor. İlerleme Raporunda yer alan en önemli maddelerden bir tanesi 22. faslın açılmasının tavsiye edilmesi olarak ortaya çıkıyor. Avrupa Komisyonu İlerleme Raporunda “Bölgesel Politika ve Yapısal Araçların Koordinasyonu” başlığının müzakereye açılmasını Avrupa Konseyi’ne tavsiye etti. Raporun yayınlanmasının ardından 22 Ekim’de gerçekleştirilen Konsey toplantısında ise faslın müzakereye açılması kararı alındı ve 5 Kasım’da hükümetler arası konferansın toplanması çağrısı yapıldı. 5 Kasım tarihi Türkiye – AB ilişkilerinde önemli bir tarih olarak hatırlanacağa benziyor. Zira 3 Ekim 2005’te müzakerelerin başlamasından beri grafikte aşağı doğru giden okun yukarı doğru dönmesi yönünde bir beklenti oluştu. Müzakerelere başlanması kararının alınmasından beri ilişkilerin seyrini olumsuz etkileyecek pek çok gelişme yaşandı. Örnek vermek gerekirse 2006 yılında sekiz başlık gümrük bir- 69 liğinin uygulanamamasından dolayı askıya alındı, Fransa ve Rum Kesimi bazı başlıkların açılmasını tam üyelikle doğrudan ilgili olduğu gerekçesiyle reddetti, Almanya ve Fransa Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduklarını dile getirmenin ötesinde politikalarını bu doğrultuda şekillendirdiler. Bunlara ek olarak müzakereye açılan başlık sayısı seneden seneye azaldı derken 2010 yılının Haziran ayı sonunda İspanya’nın dönem başkanlığının son günü 30 Haziran’da “Gıda Güvenliği, Veterinerlik ve Bitki Sağlığı Politikası” faslı 13. başlık olarak müzakereye açıldı. Bu tarihten itibaren Türkiye – AB ilişkilerinde karşılıklı restleşmelerin dışında herhangi bir gelişme yaşanmadı. Fransa’daki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Nicolas Sarkozy yerine François Hollande’ın cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmasının ardından ilişkilerde bir yumuşama bekleniyordu. Her ne kadar beklendiği ölçüde ve hızlıca olmasa da Fransa ile Türkiye arasında bir yumuşama dönemine girildi. Bu çerçevede Fransa, Türkiye’nin AB ile yürüttüğü müzakere sürecindeki tıkanıklığın aşılması amacıyla veto hakkını kullandığı müzakere başlıklardan 22. faslın müzakereye açılmasına yeşil ışık yaktı. Haziran ayında meydana gelen Gezi Parkı pro- 70 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 testolarının ardından Almanya, – kısmen Merkel’in seçim stratejisinin bir parçası olarak – 22. faslın müzakereye açılmasının ertelenmesini talep etti. Bunun üzerine Avrupa Konseyi 25 Haziran’da gerçekleşen toplantıda başlığın müzakereye açılmasına karar verdi ve fakat müzakerelerin başlamasını İlerleme Raporunun açıklanmasının ertesinde verilecek bir karara bağladı. 22 Ekim’de alınan karar aslında 25 Haziran’da alınan kararın yeniden değerlendirilmesi olarak ortaya çıkıyor. İlerleme Raporunun içeriğine ve rapordaki denge arayışına bakılarak ve 22. faslın müzakereye açılmasına karar verilmesine dayanılarak, Avrupa tarafının Türkiye ile ilişkilerdeki soğukluğu ve donukluğu aşmak istediği anlaşılıyor. Türkiye’nin, raporun yayınlanmasının ardından verdiği tepkiler bu açıdan önem taşıyor. Türkiye – AB ilişkilerinde ortaya çıkan tıkanıklık tek taraflı bir tasarrufa dayanmadığı gibi tıkanıklığın aşılmasında da tek taraflı çabaların sonuç vereceğini söylemek pek mümkün değil. Bu itibarla Avrupa tarafında esen rüzgârın bütünüyle olmasa da kısmen yön değiştirdiği anlaşılıyor. Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesi yönünde bir irade gösterilmesi ve Türkiye’nin bu iradeye cevap vermesiyle Tür- AB ile müzakere yürüten herhangi bir aday ülke için 35 fasıldan bir tanesinin müzakereye açılması bu ölçüde önemsenmez. Müzakere süreci teknik bir süreç olarak ilerler ve bürokratik kadroların yoğun biçimde çalışmasını gerektirir. Türkiye – AB ilişkileri öylesine bir gergin ve tükenmiş bir dönemden geçti ki bir başlığın müzakereye açılması, söz konusu başlığın teknik anlamda müzakereye açılmasından daha fazla önem taşıyor. 22. faslın müzakereye açılması Fransa’nın ve Almanya’nın değişen yaklaşımlarının sembolik yansıması olmasının yanı sıra Türkiye – AB ilişkilerindeki siyasi sorunların aşılmasına yönelik sembolik bir adım olarak dikkat çekiyor. Bu doğrultuda 22. fasıl ilişkilere yeni bir ivme kazandırılmasına dair anlamlı bir işlev görüyor. Tek bir faslın açılması elbette Türkiye–AB ilişkilerini istenen seviyeye taşımayacaktır. Uluslararası sistemin geleceği ve Türkiye’nin sistemdeki konumunun yeniden düşünülmesiyle Türkiye’nin AB üyeliği meselesinin hem AB’nin hem de Türkiye’nin gündemlerinde üst sıralara taşınması önem taşıyor. Bu süreçte 23. fasıl “Yargı ve Temel Haklar” ile 24. fasıl “Adalet, Özgürlük ve Güvenlik” başlıklarında hazırlıkların tamamlanması ve müzakerelere açılmalarının sağlanması ayrıcalıklı bir öncelik alanına karşılık geliyor. AZERBAYCAN’DA YENİDEN ALİYEV DÖNEMİ M. Fatih SEZGİN SDE Uzmanı A zerbaycan’da sessiz sedasız bir seçim yapıldı. Azerbaycan halkı yeni cumhurbaşkanını seçmek için yedinci kez sandık başına gitti. Merkez Seçim Kurulu; yaklaşık olarak 3,7 milyon seçmenin oy kullandığı, katılımın yüzde 72 olduğu ve 10 cumhurbaşkanı adayının yarıştığı seçimlerde, oyların yüzde 84,5’ini alan mevcut Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in üçüncü kez beş yıllık dönemi kazandığını ve cumhurbaşkanı seçildiğini açıkladı. Seçimlerin bu kadar sessiz ve monoton olmasının nedenlerinden birisi de kazanacak kişinin büyük oranda belli olmasıydı. Ülkeyi Haydar Aliyev Dönemi’nden bu zamana inceleyecek olursak, Sovyetler Birliği sonrası Orta Asya üzerindeki nüfuzunu büyük ölçüde kaybeden Rusya, diğer ülkelerin bu bölgede atmış oldukları ekonomik, siyasi ve kültürel adımları engelleyememiştir. DIŞ POLiTiKA Tek bir faslın açılması elbette Türkiye – AB ilişkilerini istenen seviyeye taşımayacaktır. Uluslararası sistemin geleceği ve Türkiye’nin sistemdeki konumunun yeniden düşünülmesiyle Türkiye’nin AB üyeliği meselesinin hem AB’nin hem de Türkiye’nin gündemlerinde üst sıralara taşınması önem taşıyor. kiye – AB ilişkilerinin yeniden yavaş ve temkinli de olsa ilerlemeye başlayacağı söylenebilir. 71 İlham Aliyev, babasından almış olduğu mirasla görevde olduğu dönem içerisinde başta ekonomi olmak üzere sosyal, siyasal ve sağlık alanlarında ciddi bir ilerleme kaydetmiştir. Seçim dönemi yaklaştığında ise, Aliyev’in sahip olduğu iktidarın karşısındaki muhalefet cephesi toplumu ikna edici somut bir politika, strateji ve proje sunamamış, sadece seçimden seçime alelacele kurdukları ittifaklar ile beklentileri hep boşa çıkarmıştır. Azerbaycan, jeopolitik konumu ve sahip olduğu zengin yer altı kaynakları ile önemli bir stratejik önem kazanmaktadır. Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinde uluslararası sistem, yeni bir oluşum sürecine girmiş ve Ermenistan’ın toprak iddiaları sonucu ortaya çıkan Dağlık Karabağ sorunu ülkeyi siyasi ve iktisadi anlamda içinden çıkılmaz bir duruma sürüklemiş, aynı zamanda bölgede uluslararası aktörlerin de devrede olması krizi bir kat daha artırmıştır.1 Aralık 1989’da Ermenistan Yukarı Karabağ’ı kendisine bağladığını ilan eder, hemen ardından Eylül 1991’de Yukarı Karabağ bağımsızlığını ilan eder ve nihayet Azerbaycan, Kasım 1991’de Karabağ’ın özerklik statüsünü iptal etmiştir. 1992 ve 1993 yılları Azerbaycan halkı için zor ve kanlı bir dönem olmuş, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) Minsk Grubu oluşturularak barış hedeflenmiştir.2 Baba Haydar Aliyev’in cumhurbaşkanlığına gelmesinin ardından içeride devlet otoritesini tesis ederek toplumsal istikrarı yakalayan Azerbay- 72 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 can, dışarıda da petrol avantajı ve Sovyet diplomasi tecrübesinden istifade ederek ABD-Avrupa, Rusya, İran ve Türkiye satrancında dengeli bir dış politika gütmüş, uluslararası kurumlara üye olarak buralarda da önem ve ağırlığını giderek hissettirmiştir. 1993 yılından itibaren Haydar Aliyev hükümeti dış politikada öncelikli olarak Azerbaycan’ın görüşlerinin dünya kamuoyunda tanınması yönünde faaliyette bulunmuştur. Bu dönemde dış politikada, karşılıklı işbirliğine ve ekonomik çıkarlara dayalı ilişkiler geliştirilmeye başlandı ve zaman içerisinde uluslararası alanda Azerbaycan Cumhuriyeti’ne karşı oluşmuş yanlış algılamaları ortadan kaldırmaya yönelik adımlar atıldı. İlham Aliyev, babasından almış olduğu mirasla görevde olduğu dönem içerisinde başta ekonomi olmak üzere sosyal, siyasal ve sağlık alanlarında ciddi bir ilerleme kaydetmiştir. Seçim dönemi yaklaştığında ise, Aliyev’in sahip olduğu iktidarın karşısındaki muhalefet cephesi toplumu ikna edici somut bir politika, strateji ve proje sunamamış, sadece seçimden seçime alelacele kurdukları ittifaklar ile beklentileri hep boşa çıkarmıştır. Seçimlere 10 aday katılmıştır. Seçim pusulasındaki adayların isimleri şunlardır: İkbal Ağazade, İlham Aliyev, Araz Alizade, Hafız Hacıyev, Kudret Hasanguliyev, Cemil Hasanlı, İlyas İsmayilov, Ferec Guliyev, Serdar Memmedov (Celaloğlu) ve Zahid Oruç. Diğer dokuz aday içerisinde Aliyev’e en yakın aday olan ana muhalefet adayı Prof. Dr. Cemil Hesenli’nin resmi sonuçlara göre oyların sadece %5,5’ini kazandığı belirtilmiştir. Seçimin galibi Yeni Azerbaycan Partisi (YAP) genel sekreteri Ali Ahmedov, basına yaptığı açıklamada, İlham Aliyev’in yeniden cumhurbaşkanı seçilmesinin ülkede kalkınmanın, ekonominin ivme kazanmasının ve sosyal refahın daha da iyileştirilmesinin devam edeceği anlamına geldiğini söyleyerek İlham Aliyev’in yeniden cumhurbaşkanı seçilmesinin Azerbaycan halkının zaferi olduğunu vurgulamış, Azerbaycan’ın bundan sonra daha da güçlü olacağını ve kardeş ülke Türkiye ile sıkı bir yumruk gibi kenetleneceğini söylemiştir. Bir Kez Daha Aliyev ve Dış Politika Azerbaycan’ın, İran ve Rusya gibi güçlü devletlerle sınırları vardır ve dış siyasette bu iki ülke ile ilişkilerin iyi olmasına her zaman dikkat edilmiştir. İlham Aliyev’in geçmiş iki döneminde yaptığı icraatlar ülkeyi bir noktaya taşımıştır. Yemin töreninde yaptığı konuşmada Azerbaycan’ın, petrol stratejisi ve enerji politikası da aynı şekilde devam ettirileceği görülmektedir. Ülkenin zengin enerji kaynaklarına sahip olması ve bunu ne şekilde değerlendireceği denge politikasında önem arz etmektedir. Yine konuşmasında Trans Anatolian Pipeline ve Trans-Adriatik projelerini ele almış ve Ermenistan’ın önümüzdeki dönemde de tüm bölgesel projelerden izole edileceğini vurgulamıştır. Son olarak, Azerbaycan’ın, İsrail’le stratejik taraftar olması ve savunma sahasında ortak projeleri, İran’daki Azeri nüfusun İran için potansiyel tehlike gibi görülmesi, Hazar’ın statüsü ile ilişkili sorunlar iki taraflı ilişkilerde her zaman tartışma ortamı sağlamıştır. Aliyev’in yemin töreninde yaptığı konuşmada Azerbaycan’ın, petrol stratejisi ve enerji politikası da aynı şekilde devam ettirileceği görülmektedir. Ülkenin zengin enerji kaynaklarına sahip olması ve bunu ne şekilde değerlendireceği denge politikasında önem arz etmektedir. Dipnot 1 Rahman Seferov & Adalet İbadov, “Ermenistan’ın Karabağ’ı İşgal Süreci ve Sonrasında Azerbaycan’da Yaşanan Zorunlu Göçler ve Sorunları”, Selçuk Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Edebiyat Dergisi, Sayı: 18, 2007, s. 170. 2 Erjan Kurbanov, “Azerbaycan’ın Güvenlik Kaygıları: Dağlık Karabağ Üzerinde Ermenistan’la Çatışma ve Diğer Ülke İçi Anlaşmazlıklar”, Avrasya Etütleri, Cilt: 3, Sayı: 4, Kış 1996/97, s. 19; Rahman Seferov & Adalet İbadov, “Ermenistan’ın Karabağ’ı İşgal Süreci ve Sonrasında Azerbaycan’da Yaşanan Zorunlu Göçler ve Sorunları”, s.167; Araz Aslanlı, “Tarihten Günümüze Karabağ Sorunu,” Avrasya Dosyası (Azerbaycan Özel), Cilt: 7, Sayı: 1, s. 393; Dursun Yıldırım & Cihat Özönder, “Karabağ Dosyası”, (Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 1991), s. 77 73 ŞAİRLER VE ÂLİMLER ÜLKESİ MORTANYA Prof. Dr. Yasin AKTAY SDE Başkanı Öner BUÇUKCU SDE Asistanı Moritanya’da Türkiye son on yılda yakalanan ivme ve demokratik kurumsallaşmada alınan mesafe ile anılıyor. Girdiğimiz her mecliste Türkiye’nin İslam ve demokrasiyi bir arada yaşatabilmesine vurgu yapılıyor, Arap Baharı adı verilen toplumsal ve siyasal mobilizasyon sürecinde özellikle Mısır Darbesi’nde ilkeli bir dış politika izlemesiyle takdir ediliyor. S tratejik Düşünce Enstitüsü tarafından düzenlenen, Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı, Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü, Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi tarafından desteklenen “Daha İyi Bir Gelecek İçin Türkiye-Moritanya Perspektifleri” başlıklı çalıştay Moritanya’nın başkenti Nouakchott’ta gerçekleştirildi. DIŞ POLiTiKA Bir Batı Sahara ülkesi olan Moritanya İslam Cumhuriyeti eski Fransız sömürgesi. Fransa’dan bağımsızlığını 1960 yılında alabilmiş, şu anda yaklaşık 3,7 milyon nüfusa sahip. 1957’ye kadar sadece 200 kişinin yaşadığı bir sahil kasabası, bugün ülkenin en büyük şehri Nouakchott berberi dilinde rüzgârlar ülkesi/yeri anlamına geliyor. Moritanya nüfusunun yaklaşık 1/3’ünün Nouakchott’ta yaşadığı tahmin ediliyor ki, bu rakam Nouakchott’u Saharanın da en büyük şehirlerinden birisi haline getiriyor. Ülkenin kuzey doğusunda Moritanya, Mali ve Cezayir arasında şimdilik kriz boyutuna dönüşmemiş bir toprak anlaşmazlığı var. Dünya Bankası verilerine göre 2012 yılı itibariyle ülkenin gay* Bu yazı 16-17 Ekim 2013 tarihlerinde Yenişafak Gazetesi’nde yayınlanan “Moritanya İzlenimleri” yazı dizisinin Stratejik Düşünce için gözden geçirilmiş halidir. risafi milli hasılası 4,2 milyar dolar olarak gerçekleşmiş. Afrika Gelişim Bankası verilerine göre 2012 yılında ekonomisi % 6 büyüyen Moritanya’da enflasyonun ise %6-8 dolaylarında olduğu tahmin ediliyor. Nüfusun % 20’den fazla bir bölümü günlük 1 dolar civarında bir gelirle hayatını devam ettirmeye çalışıyor. Ülkenin çok büyük bir bölümü çöllerden oluşuyor. Bu durum iki yıl öncesine kadar safari yapmak için ülkeye gelen Avrupalı turistler sebebiyle Moritanya’ya bir miktar turizm geliri olarak geri yansıyormuş ancak 2 yıl önce üç Avrupalı turistin kaçırılıp öldürülmesi sonrasında oluşan algı sebebiyle buradan gelen turizm gelirleri neredeyse kesilmiş. Ülkedeki en örgütlü yapı olarak ‘ordu’ dikkat çekiyor. Bununla birlikte ordu teoride olmasa bile pratikte siyasete etki bakımından bölünmüş durumda. Bu çerçevede ordu içerisindeki en etkili birim Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı. Darbeler genellikle bu Alay komutanları tarafından yapılıyor, ama bu fırsata sahip olmaları yönetim üzerinde bir vesayete sahip ola- bildikleri anlamına gelmiyor, görev başındayken bağlı oldukları Cumhurbaşkanı üzerinde genellikle bir nüfuz kullanmaları mümkün olmuyor. Nitekim şu an iktidarda bulunan eski Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı komutanı şimdiki Devlet Başkanı Mohamed Oul Abdel Aziz 6 Ağustos 2008’de gerçekleştirdiği bir darbe ile iktidarı ele geçirmiş. Nisan 2009’da seçimlere katılabilmek için askeri görevlerinden istifa eden Abdel Aziz Temmuz 2009 seçimlerinde Devlet Başkanı seçilmiş. Moritanya’nın istikrarı biraz da çevre ülkelerdeki istikrarla ilişkili. 1989’da Senegal’le yaşadığı savaş dolayısıyla sarsıntı geçiren Moritanya, geçen yıl da Mali’de yaşanan olaylar ve Fransa’nın müdahalesi sonrası sınırına yığılan yüzbinlerce Malili dolayısıyla ciddi bir siyasal ve ekonomik krizle karşılaşıyor. Ülkede hala 70 binden fazla Malili mülteci bulunduğunu da yeri gelmişken hatırlatalım. Bedevilerinin Bile Âlim Olduğu Bir Gelenek Moritanya İslam’ın yüzyıllardır yoğun biçimde yaşandığı bir ülke. Hayatlarını çölde de- 75 Moritanya’nın istikrarı biraz da çevre ülkelerdeki istikrarla ilişkili. 1989’da Senegal’le yaşadığı savaş dolayısıyla sarsıntı geçiren Moritanya, geçen yıl da Mali’de yaşanan olaylar ve Fransa’nın müdahalesi sonrası sınırına yığılan yüzbinlerce Malili dolayısıyla ciddi bir siyasal ve ekonomik krizle karşılaşıyor. vam ettiren kimselerin dahi bir yerden başka bir yere giderken devenin sırtına ilk yükledikleri şey kitap sandukası oluyor. 18. yüzyıldan beri tasavvufi uhuvvet cemaatleri İslamî sosyal örgütlenmenin en temel biçimi olmuş. Ticaniye tarikatı 19. yüzyılda çok etkili ve merkezi bir yapılanma olmuşsa da, Şeyh Sidi el Muhtar-el Kunti ve Boutilimit’in Şeyh Sidiya al Kebir’i Moritanya İslâm’ının kurucu liderleri sayılıyor. Ülkede ilim geleneği kadar belagat da oldukça gelişkin. Bu sebeple Arapça’da Moritanya için “devle melayin şair” yani “Milyonlarca şairin ülkesi” gibi bir deyiş var. Sohbetleri çok güzel şiir okumaları veya kasideler süsler o yüzden. Geri kalmış bir Afrika ülkesi olarak bu kadar zengin bir kültürel hayata sahip olması Moritanya’nın en özgün yanlarından biri. Eğitim seviyesi formel olarak hesaplandığı takdirde çok düşük, ancak farklı bir ölçek geliştirilmeyi hak eden bir toplum Moritanya. Bu ülkedeki el yazma eserleri Almanlar 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başında neredeyse eksiksiz kataloglamışlar. Bugünlerde TİKA’dan ve Süleymaniye Kütüphanesinden uzmanlar bu Alman kataloğunu da dikkate alarak ülkedeki el yazma eserler üzerine bazı çalışmalar yürütüyorlar. Ülke nüfusunun % 50’den fazlasının hafız olduğu iddia ediliyor. Kur’an eğitimi ise hala geleneksel usullerde devam ediyor. Yani luh adı verilen tabletlerin üzerine hoca Kur’an’dan ezberlenmesi gereken bölümü kömür kalemi ile yazıyor. Öğrenci yazılan kısmı ezberledikten sonra “luh”unu yıkayıp kurutuyor ve yeni ezberinin yazılması için hocasına geri getiriyor. Bu durum öğrenci kendi ezberini kendisi tahtaya yazabilecek noktaya gelinceye kadar devam ediyor. Hal böyle olunca ülkede kitap biçiminde Kur’an’ı olan insan sayısı çok az. bulunmuyor. Çadır kentlerde özellikle su son derece önemli bir sorun. Türkiye’nin Moritanya Büyükelçiliği’nin de yoğun çabaları ve desteği sonrasında ülkeye getirilen sondaj makinesinin su sorununu az da olsa hafifletmesi bekleniyor. Moritanya halkının yabancılara yaklaşımının Afrika’daki bazı ülkelerle karşılaştırıldığında daha rahat olduğu söylenebilir. Yabancıları çok fazla yadırgamıyorlar, mümkün mertebe yardımcı olmaya gayret ediyorlar. Ziyaret ettiğiniz her yerde, mutat olduğunu tahmin ettiğimiz, yoğun şekerle kaynatılmış “bol köpüklü” naneli bir çayı, çay bardağının 1/3’üne doldurarak ikram ediyorlar. Toplu taşıma aracı yok. Bu anlamda bulabileceğiniz en lüks taşıt genellikle camları olmayan çok eski model taksiler. Yerli halk ise genel olarak eşek arabası kullanıyor. Özellikle ticaretin biraz daha yoğunlaştığı yerlerde kiralanabilen eşek arabaları var. Ülkenin ulusal para birimine Ugiya adı veriliyor. 1 Türk Lirası yaklaşık olarak 130 Ugiyaya denk geliyor. Benzinin litresi yaklaşık 2,7 Türk Lirası civarında. Nouakchott’ta hizmet veren sahibi Erzurumlu olan bir de Türk restoranı var. Moritanya’da Sosyal Hayat Ülke nüfusunun önemli bir kısmı halen çölde yaşıyor. Şehirlerin çevrelerinde ise çadır kentler bulunuyor. Nouakchott’a çok kısa mesafede bulunan Gazra çadır kenti de bunlardan birisi. Bu çadır kentlerde elektrik, kanalizasyon ve asgari koşullarda temizliğin sağlanması için gereken su kaynakları Moritanya bir İslam cumhuriyeti. Ülkenin anayasasında yasamanın kaynağının şeriat olduğu açıkça ifade ediliyor. Maliki mezhebinden olan Moritanyalılar bu mensubiyetlerini ise anayasada hükme bağlayacak kadar önemsiyorlar. Bununla birlikte özellikle uluslararası kuruluşların yardımına ihtiyacı olan Moritanya, şeriatın uygulanmasında esnek hatta tavizli bir yol izler gözüküyor. Öyle ki geçtiğimiz yıl Fransa’nın “talebi” ile ülkenin ceza kanunundan öldürme cezası çıkarılmış. Kadının Statüsü: Ülkenin en önemli özelliklerinden birisi kadının toplum içerisindeki konumu. Moritanya’ya özgü tabakalaşma sistemine göre 76 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 kadınların statüsünde farklılaşmalar var. Gerçi hepsinde kadınlar 12-13 gibi çok erken yaşlarda evlenmeye teşvik ediliyorlar. Siyahiler arasında çok evlilik olsa da beyazlar arasında yasalar izin verdiği halde geleneksel olarak tek eşlilik daha fazla revaçta. Bunu bir kadının evlenip boşanmış olmasının onun statüsünde bir eksiklikten ziyade bir üstünlük sayılmasıyla açıklayanlar var. Boşanmış kadınla evliliğe soğuk bakılmadığı, hatta daha sıcak bakıldığı için Moritanyalı kadınlar istedikleri anda evlilikleri sona erdirebiliyorlar. Konuştuklarımız, bazı bölgelerde birden fazla evlilik yapmış kadınla evlenmenin itibar göstergesi olduğunu söylüyorlar. Bu durum kadını evinde güçlü kılıyor. Genel eğilimin aksine Moritanya’da kilolu kadınlar daha makbul. Aslında yakın zamana kadar istisnasız böyle imiş, ancak son zamanlarda Moritanya toplumu da genel güzellik ölçülerinden nasibini almaya başlamış. Buna rağmen hala kadınların kilo almalarını kolaylaştırmak için mideye tazyikli su basıp genişletmek ve benzeri bir takım gayri insani usullerin de uygulandığını not etmemiz gerekiyor. Moritanya’da son zamanlarda muzdarip olunan konulardan biri kadınların özellikle Körfez ülkelerine ve Avrupa’ya küçük yaşlarda seks kölesi olarak kaçırılıyor olması. Tabakalaşma ve Kölelik: Moritanya toplumu kendine özgü ve tarihsel olarak aktardığı bir tabakalaşma sistemine sahip. Bu sistem modern zamanlarda Moritanya bir İslam Cumhuriyeti. Ülkenin anayasasında yasamanın kaynağının şeriat olduğu açıkça ifade ediliyor. Maliki mezhebinden olan Moritanyalılar bu mensubiyetlerini ise anayasada hükme bağlayacak kadar önemsiyorlar. 77 Demokratikleşme anlamında İslam dünyasında çok fazla örnek alabilecekleri ülke bulunmadığına dikkat çeken Meclis başkanı Mısır’daki darbe sonrasında Türkiye’nin demokratik yapısının İslam dünyası için çok daha önemli hale geldiğini düşünüyor. Bu bağlamda Türkiye’den Moritanya’nın demokratikleşmesi sürecinde tecrübelerini paylaşması beklentisi içerisinde olduklarını söyleyen Meclis başkanı bir başka beklentisi olarak da Türk yatırımcıların Moritanya’ya gelmelerinin gerekli olduğunun altını çiziyor. uyarlanan yeni hukuki sistemlerin etkisiyle gevşiyorsa da tamamen yok olduğunu söylemek mümkün değil. Toplum kısaca kabile grupların bir hiyerarşisi etrafında örgütlenmiştir. Ira Lapidus’un verdiği bilgilere göre, (İslam Toplumları Tarihi, İletişim, çev. Yasin Aktay, Mevlüde Aktay, 2010) tarihsel olarak Araplar, Bani Hassan istilacılarının mirasçısı olarak, savaşçı konumundaydılar. Geçmişleri itibariyle ülkenin savaşçıları ve vergi toplayıcıları. Sanhaja ve dinî elitlerin torunları olan Zawaya kabileleri ise, eğitimi, ticareti, tarımı ve hayvancılığı idare ediyorlardı. Bu gruplar haraca tabi zanaatkarlara, azatlı ve normal kölelere tahakküm kuruyorlardı. Moritanya nüfusu kendi içinde bir tabakalaşma sistemi olan kuzeyde siyahîlerden oluşan Arabofon kabileler ve güneyde Senagalle ilişkili olan kabileler arasında bölünmüştü. Aynı zamanda. 18. yüzyıldan beri sufi uhuvvet toplulukları Müslüman sosyal örgütlenmenin ana ifade biçimi haline geldiler. Her ne kadar Ticaniye tarikatı 78 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 19. yüzyılda çok önemli olmuşsa da, Şeyh Sidi el Muhtar-el Kunti ve Boutilimit’in Şeyh Sidiya al Kebir’i Moritanya İslâm’ının kurucu liderleriydi. Ülkenin en önemli sorunlarından birisi olarak kölelik gösteriliyor. Ülkede köleliğin önlenmesine yönelik çok sayıda yasa bulunuyor ancak toplumsal yapı köleliğin tasfiye edilmesine direniyor. Özellikle kıyıdan daha iç kesimlere gidildikçe bu durum belirginleşiyor. Edindiğimiz bilgilere göre kölelerin ülke nüfusuna oranı yaklaşık % 20. Kaldığımız otelin Meksikalı işletmecisinden ve diğer bazı kaynaklardan edindiğimiz bilgiye göre ülkedeki muhtemel kriz alanlarından birisi olarak siyah ve beyaz çatışması riski beliriyor. Bunu da akılda tutmak kaydıyla ülkedeki popülasyon kabaca 2 grupta değerlendirilebilir: Araplar ve Zenciler. Ülke nüfusunun % 60’ını oluşturduğu tahmin edilen Araplar da iki ayrı grupta değerlendiriliyor: Beyaz Araplar ve Siyah Araplar. Siyah Araplar’a “Haratin” de deniyor. Hem Beyaz Araplar hem de Haratinler, Arapça’nın Hassani lehçesini konuşuyorlar. Haratinler Moritanya tarihinde köle sınıfını oluşturan toplumsal grup olarak biliniyor. Bugün devam eden kölelik ilişkisinin nesnesi de Haratinler. Haratinlerin “Özgürlük Hareketi” ve “İlerici Toplum Koalisyonu” olmak üzere iki önemli siyasal organizasyonu var. Ziyaretler kapsamında görüşme imkânı bulduğumuz Parlamento Başkanı Mesud Velid bil Hayr da bir Haratin ve Özgürlük Hareketinin önemli liderlerinden birisi. Beyaz Araplar ise ülkedeki yönetici sınıfın neredeyse tamamını oluşturuyor. Özellikle köleliğin tasfiyesi bağlamında Beyaz Araplar ve Haratinler arasında son yıllarda ciddi bir siyasal çekişme söz konusu. Nüfusun diğer parçasını oluşturan Zenciler de üç grup olarak ele alınabilir. Birinci grup olan Bularlar, Moritanya’nın yanı sıra Mali ve Senegal’de de yaşıyorlar ve Bularca konuşuyorlar. İkinci grup Sonakiler de kendilerine ait Sonakice adı verilen dili konuşuyorlar. Üçüncü grup Volofların dili Volofça. Moritanya’daki bu zenci grupların tamamı Müslüman ve neredeyse tamamı frankofon (Fransızca konuşan) olarak yetişiyor. Bununla birlikte özellikle son dönemde bu zenciler arasında Araplığı ve Arapçayı önemseyen bir elit tabaka belirmiş bulunuyor. Çocuklarını eğitim almaları için Ezher’e gönderen bu kesimler ülkede tek bir kimliğe vurgu yapıyorlar. Araplar’a göre daha eğitimli olan zenciler özellikle teknik alanlardaki bilgileri sebebiyle işçi sınıfının da çok büyük bir bölümünü oluşturuyor. Bütün bu grupları bir araya toplamayı hedefleyen el-Miş’al el-Afrika adında çok marjinal örgütlü bir yapıları da olan zencilerin başını çektiği bir grup, 1989’da başarısız bir darbe girişiminde bulunmuş. Girişimin başarısızlıkla sonuçlanması ile 1989 sonrasında bu gruplar devletten önemli ölçüde tasfiye edilmiş. Fakat şu an görevde bulunan Jandarma Genel Komutanı’nın zencilerden olduğunun altını çizmek gerekiyor. Ülkenin en önemli gelir kaynaklarından birisini balıkçılık oluşturuyor. Öyle ki yapımı henüz tamamlanan devlet başkanlığı binası Çinliler tarafından belirli bir miktar balık karşılığında yapılmış. Balıkçılığın nabzı ise başkent Nouakchott’taki “balık pazarı”nda atıyor. Yerli halkın balıkçılık konusundaki bilgisi yeterli düzeyde olmadığı için bu alanda çalışmak üzere özellikle Senegal’den işçi göçü gerçekleşiyor. Ancak bu durumun yerli halkta huzursuzluklara sebep olduğunu da belirtelim. Ülkedeki bir diğer gelir kaynağı ise hayvancılık. Ülkede çok hayvan sahibi olmak statü göstergesi de kabul edildiğinden yirmi milyon küçük ve büyük baş hayvan bulunduğu ifade ediliyor. Ülkenin mevcut fiziki koşullarının bu kadar hayvanın beslenmesi için yetersiz olduğunu belirttiğimizde aldığımız cevap daha ilginç: Ülkedeki bu hayvanların bir kısmı karton ile besleniyor. Dükkânlardan satın alınan kartonlar parçalanıyor ve hayvanlara yediriliyor. Ancak bu çözümün maddi durumu çok iyi olan toplumsal kesimler için geçerli olduğunu hemen belirtelim. Ülkenin çok daha büyük bir kısmını oluşturan alt gelir gruplarının beslediği hayvanlar ise çöplerden besleniyor. Özellikle naylon poşetler bu hayvanlarda çok fazla ölüme sebep olduğu için geçtiğimiz yıl devlet başkanı naylon poşetle satış yapılmasını yasaklamış. Şu anda ülkede bütün alışverişlerde bu sebeple kese kâğıdı kullanılıyor. Moritanya’nın yeni keşfedilen demir, fosfat gibi bir takım yer altı rezervleri mevcut. Bu rezervlerden demir madeninin %60’ını devlet çıkarırken %40’ını Hindistan, Malezya ve Çin merkezli şirketler çıkarıyor. Bizim bu ülkede bulunduğumuz sürede Malezyalı şirketin kendi hissesini sattığı ya da satmak üzere olduğu konuşuluyordu. Ülkenin ispatlanmış ve 2001 yılından beri üretim yapılan tek petrol rezervini ise ABD menşeli bir şirket işletiyor. Bununla birlikte ülkedeki petrol rezervleri açısından uluslararası şirketlerin beklentileri büyük. Son dönemde Çin’den bir petrol şirketi belirli bir bölgede sondaj yapmak için izin almış. Ülkenin en önemli zenginliklerinden birisi olan altın madenleri ise sadece son birkaç on yıldır ciddi biçimde çalıştırılıyor. Söz konusu altın madenlerinin tamamını Kanadalı bir şirket işletiyor. Kanadalı şirketin Moritanyalılara bıraktığı söylenen 79 Moritanya toplumu kendine özgü ve tarihsel olarak aktardığı bir tabakalaşma sistemine sahip. Bu sistem modern zamanlarda uyarlanan yeni hukuki sistemlerin etkisiyle gevşiyorsa da tamamen yok olduğunu söylemek mümkün değil. oran % 4 ila % 6 arasında değişiyor. Ancak Kanadalı şirketin üretim ve sevkiyatı denetimden tamamen uzak olduğu için çıkarılan altının gerçek miktarı oranı tespit edilemiyor. Moritanya’dan Gözüken Türkiye Moritanya ile ilişkilerde Türkiye açısından bir de ekonomik ve uluslararası ilişkiler boyutu var. Fransa, Kanada, Malezya, Çin ve Amerikalı yatırımcıların madencilik ve balıkçılık sektörlerinde önemli yatırımlarının olduğu ülke 2005 yılına kadar Türkiye’nin ilgisinin tamamen dışındaydı. Oysa Moritanyalılar kendi madenlerinin işletilmesi veya pazarlanması hususunda Türkiyeli yatırımcılara öncelik vermeye hazırlar. Daha da ötede, görüştüğümüz Senato başkanı, Türkiye’nin İslam dünyasının başını dik tuttuğu için her türlü takdiri hak ettiğini ve o yüzden Türkiye’yi iş, bilim ve kültür adamlarıyla herkesten daha çok Moritanya’da görmek istediğini ifade ediyor. Moritanya’da Türkiye son on yılda yakalanan ivme ve demokratik kurumsallaşmada alınan mesafe ile anılıyor. Girdiğimiz her mecliste Türkiye’nin İslam ve demokrasiyi bir arada yaşatabilmesine vurgu yapılıyor. Türkiye, Arap Baharı adı verilen toplumsal ve siyasal mobilizasyon sürecinde, özellikle Mısır Darbesi’nde, ilkeli bir dış politika izlemesiyle takdir ediliyor. Parlamento Başkanı bil-Hayr bu durumu; “Türkiye İslam dünyasının başını dik tutuyor” cümlesiyle anlatıyor. Moritanya’da Türkiye denilince akla gelen ikinci şey ise Türk dizileri. Özellikle Kurtlar Vadisi Moritanya’da ilgiyle takip ediliyor. Öyle ki, Moritanya’ya atanan Türk Büyükelçisi Cumhurbaşkanına güven mektubu- Moritanya Eğitim Sisteminin Umudu Türkiye Üniversiteleri: Moritanya ziyaretimizin ilk gününde ilk olarak Nouakchott Üniversitesi Rektörünü ziyaret ettik. Üniversite’nin rektörlük binası Türkiye’deki müstakil evleri andırıyor. Bahçeden girdikten sonra karşınıza çıkan ilk kapıyı açtığınızda rektör beyin odasına girmiş oluyorsunuz. Yani, sekretarya, özel kalem ya da lobi gibi bir teşrifat yeri yok. Moritanya’da 4 üniversite bulunuyor. Bunların üçü özel üniversite. Ziyaret ettiğimiz Nouakchott Üniversitesi ülkedeki tek devlet üniversitesi. Çok fazla bölümü olmayan üniversitenin en önemli probleminin öğretim elemanı ve öğrenci olduğunu öğreniyoruz. Rektör, fiziki koşulları yeterli olmayan üniversitenin nitelikli öğretim üyesi ihtiyacı da olduğunu, Türkiye’nin işbirliğine bu alanda çok ihtiyaç duyduklarını söylüyor. Nouakchott Üniversitesi bünyesinde bir Türkçe eğitim merkezi açmak istediklerinden bahseden Rektör böylelikle Moritanya’dan Türkiye’ye gelmek isteyen çok sayıda öğrenciye Türkiye’ye gitmeden önce Türkçeyi öğretmeyi amaçladık- 80 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 değerlendirmemizi beklediğini söyledi. Özellikle İslam’ın bütünleştiriciliğine vurgu yapan bil Hayr, bütün İslam âlemi ile ilişkilerini geliştirmek istediklerini ancak demokratik tecrübesi dolayısıyla Türkiye ile ilişkilerin gelişmesini daha da önemsediklerini söyledi. nu sunduktan sonra ülkedeki mizah dergilerinden birisi, “Devlet başkanı sayın Büyükelçiden Kurtlar Vadisinin yeni bölümlerinin gecikmeden ulaştırılmasını istedi” gibi bir başlık kullanmış. Kurtlar Vadisine yönelik bu ilgi Moritanyalıların da Kurtlar Vadisi’nden esinlenen bir dizi yapmasıyla neticelenmiş. larını belirtiyor. Türkiye’nin Moritanya’daki yükseköğretim konusunda ilişkilerini daha da geliştirmesi gerektiğini söyleyen Rektörün bu bağlamda Türkiye’den birkaç talebi var. Öncelikle Moritanya’dan gelecek öğrencilere yönelik burs programlarının lisansüstü ve doktora alanlarında daha da geliştirilmesi ve öğretim elemanı yetiştirmede öncelikli alanlara göre spesifikleştirilmesi bekleniyor. Özellikle Fas’ın kendi ülkesinde eğitim görmek isteyen Moritanyalılara Fransızca öğretmek üzere eleman gönderdiğinin altını çizen Rektör, Türkiye’nin Moritanya’daki yüksek öğretimin gelişmesinde daha fazla inisiyatif almasını istediklerini belirtiyor. Nouakchott Üniversitesi Rektöründen sonra işleyiş biçimi olarak Türkiye’deki TODAİ’ye benzeyen ENA’nın direktörünü ziyaret ediyoruz. Moritanya’da yükseköğretimin en önemli sorununun yetişmiş öğretim elemanı azlığı olduğuna dikkat çeken Direktör de Türkiye ile özellikle öğretim elemanı değiştirme programları geliştirmek istediklerini, Türk akademyasının bu alandaki tecrübesine güvendiklerini ve işbirliği yapmak istediklerini ifade ediyor. ENA bünyesinde bir de düşünce ve strateji geliştirme merkezi kurduklarını belirten Direktör, Türkiye’den SDE gibi kurumlarla devamlı irtibat halinde olmak, bilgi ve tecrübe aktarımı yapmak istediklerini belirtiyor. Ülkede devam eden köleliğin hala büyük oranda nesnesi konumunda bulunan Haratinlere mensup, kendisi de kölelik ilişkisi içerisinden gelen Meclis Başkanı Mesud Velid bil Hayr’ı da makamında ziyaret ettik. Bizi oldukça sıcak karşılayan Meclis Başkanı, kendilerinin Türkiye’yi vatanları gibi gördüklerini, bizim de Moritanyayı vatanımız olarak Demokratikleşme anlamında İslam dünyasında çok fazla örnek alabilecekleri ülke bulunmadığına dikkat çeken Meclis Başkanı, Mısır’daki darbe sonrasında Türkiye’nin demokratik yapısının İslam dünyası için çok daha önemli hale geldiğini düşünüyor. Bu bağlamda, Türkiye’den Moritanya’nın demokratikleşmesi sürecinde tecrübelerini paylaşmasını beklediklerini söyleyen Meclis Başkanı, Türk yatırımcıların Moritanya’ya gelmelerini ve yatırım yapmalarını beklediklerini de altını çizerek belirtiyor. Ülkede çok sayıda yer altı kaynağı tespit edildiğini söyleyen bil Hayr, son yıllarda ekonomik olarak da önemli bir atılım içerisinde olan Türkiye’nin yatırımcılarının Moritanya’ya gelmesini beklediklerini ifade ediyor. Bu çerçevede Türkiye’nin Moritanya Büyükelçisi Musa Kulaklıkaya’nın büyük bir çaba sarf ettiğini belirten Meclis Başkanının Kulaklıkaya’yı Türkiye’nin Moritanya büyükelçisi olmasının yanı sıra Moritanya’nın Türkiye büyükelçisi olarak gördüklerini belirtmesini de en ilgi çekici ve mutlu eden notlarından birisi olarak kaydediyoruz. 81 YASEMİNE DEVRİM YAZAN ÜLKE TUNUS Prof. Dr. Yasin AKTAY SDE Başkanı Öner BUÇUKCU DIŞ POLiTiKA SDE Asistanı * Bu yazı 18-19 Ekim 2013 tarihlerinde Yenişafak Gazetesi’nde yayınlanan “Tunus İzlenimleri” yazı dizisinin Stratejik Düşünce için gözden geçirilmiş halidir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Tunus’ta halk arasındaki popülaritesi oldukça yüksek. Birçoğu Türkiye’nin on yıl önce krizlerle boğuşan bir ülke olmasına rağmen şu anda çok güçlü bir ülke olduğunu, Türkiye’den ve Başbakan Erdoğan’dan alabilecekleri çok şey olduğunu söylüyor. T unus, yaseminler ülkesi, Arap Baharı’nın rüzgârının ilk esmeye başladığı ülke. 17 Aralık 2010 tarihinde Muhammed Buazizi isimli bir seyyar satıcının kendini yakmasıyla başlayan protesto hareketleri Arap dünyasında yeni bir dönemin başlangıcını oluşturdu. Ardından Mısır, Libya ve Yemen’de devam eden rüzgârlar bu toplumlar için bir bahar havası yaşattı. Ancak bu bahar bu ülkeler ve halkları için bahar idiyse de birileri için tam bir kâbus idi, halen öyle olmaya da devam ediyor. O birileri bu süreci baştan itibaren kaygıyla izledi, tersine çevirmek için de ellerinden geleni ardına koymadı. Mısır’da devrimi tamamen tersine, hatta eskisinden daha kötüye çevirecek bir askeri darbe için kurulan seheme, okyanus ötesinden körfeze dek hiç umulmadık aktörler iştirak etti. Bu sehem Mısır’da kendilerine ne kadar yarayacak bir ortam oluşturdu henüz belli değil, ama bahara kan bulamış olduğu aşikâr. Aynı şeyin Tunus’ta da deneniyor olduğunu biliyoruz. Hatta Tunus’un çok daha sembolik bir anlamı var, sürecin başlangıç yeri olması hasebiyle, devrim sürecinin başladığı yer- de boğulmasının vereceği ders belli ki çok önemseniyor. Moritanya’daki yoğun programımızın son günü akşam saatlerinde kulaktan kulağa Tunus’ta hükümetin istifa ettiği dolaşmaya başladı. Bu söylentilerin yarattığı merakla Stratejik Düşünce Enstitüsü olarak, Ortadoğu Ülkeleri Stratejik ve Kültürel İşbirliği Çalıştayları kapsamındaki Tunus Çalıştayı’nı gerçekleştirmek üzere Tunus’a geçiyoruz. Tunus’ta, biz Türkiye’den ayrılırken geçiş süreci için müzakereler yoğunlaşmış bulunuyordu. Tunus’a ulaştığımızda hükümetin istifa ettiği söylentilerinin doğru olmadığını öğreniyoruz. Ancak taraflar geçiş planı konusunda anlaşmışlar. Tunus Kuzey Afrika’nın en küçük ülkesi olarak dikkat çekiyor. Ülkenin yüzölçümü yaklaşık 165.000 km kare. Nüfusunun 10.5-11 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Bir üzüm salkımı gibi Afrika içine uzanan ülkenin batısında Cezayir, doğusunda Libya var. Kuzeyde Akdeniz’e kıyısı olan Tunus Arap Birliği, Mağrip Arap Birliği ve Afrika Birliği’ne üye. Ülkenin Avrupa Birliğiyle de stratejik işbirliği alanında imzaladığı anlaşmalar var. Dünya Bankası verilerine göre ülkenin gayrisafi milli hasılası 2012 yılı itibariyle 45.66 milyar dolar olarak gerçekleşti. Sektörlere göre dağılım ise çeşitlilik gösteriyor. Tarım sektörünün ekonomi içerisindeki payı % 10-12, sanayi sektörünün ekonomi içerisindeki payı % 25-26, hizmet sektörünün ekonomi içerisindeki payı % 62-63 civarında. Bu durum Tunus’u Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri arasında da özgünleştiriyor. Özellikle hizmet sektörünün ekonomi içerisindeki belirleyici konumu siyasal krizlerde sendikaların tavrını çok önemli bir hale getiriyor. Ülke ekonomisinin taşıyıcı kolonu zannedilen turizmin ekonomi içerisindeki payı ise % 6-7 dolaylarında. Garbiler ve Şarkiler, Frankofonlar ve Mağripliler Ülkede frankofon kültürün özellikle belli toplumsal kesimlerde yaygın olduğu söylenebilir. Fransızca konuşabilenler “Garbi”, Fransızca konuşamayanlar “Şarki” diye adlandırılıyor. Şarkiler, kültürsüz olarak görülüp genelde aşağılanıyor. Özellikle devrimden sonra bazı 83 Tunus’taki Nahda karşıtlığında ve Nahda’yı siyasal platformun tamamen dışında bırakmakta buluşan özellikle laikçi muhalefetin finansörünün Suudi Arabistan olduğu yönündeki söylentilerin her geçen gün bazı göstergelerle doğrulandığının altını çizmek gerekiyor. Sadece Suudi Arabistan’ın değil, Birleşik Arap Emirlikleri’nin de tıpkı Mısır’da olduğu gibi Tunus’ta da bir darbe hazırlığı içinde olduğu aleniyet kazanmış durumda. frankofon kesimler, en-Nahda gibi partileri destekleyen kesimlerle şarki olmak arasında belli belirsiz bir bağ kurmaya gayret ediyor. Ama bunlar eski rejimin sorumlu tabakaları oldukları için, devrim sonrası bu frankofon kesimlere karşı da cesaretlenmiş bir söylem ile ifade yolu buluyorlar. Ne de olsa eskiden sokaklara kadar inen bir kılık-kıyafet, başörtüsü yasağı halkın iliklerine kadar işlemiş bir yabancılık hissinin oluşmasına yol açmış. Devrim bu yabancılık hissini ortadan kaldırmış durumda, ama yerine başka duyguları ikame ederek tabi. Bu arada frankofonluğun yine de bir tür burjuva kültürü olarak imtiyazlı olmaya devam ettiğini kaydetmek gerek. Tunus’a tam Kurban Bayramı öncesinde geldiğimiz için şehrin yoğunluğuna şahit oluyoruz. Bab el Hadra ve civarında orta alt kesimlere hitap eden pazarlar kurulmuş. Bu muhit o kadar can- 84 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 lı ki yolu uzatmak pahasına, buradan geçerek Zeytuna Camii ve Medresesi’ne ulaşmak istiyoruz. Bab el Hadra’dan girince esnafla sohbet etmeye başlıyoruz. Türkiye’den geldiğimizi söyleyince verilen ilk tepki genellikle «Erdoğan» oluyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Tunus’ta halk arasındaki popülaritesi oldukça yüksek. Birçoğu Türkiye’nin on yıl önce krizlerle boğuşan bir ülke olmasına rağmen şu anda çok güçlü bir ülke olduğunu, Türkiye’den ve Başbakan Erdoğan’dan alabilecekleri çok şey olduğunu söylüyor. Bab el Hadra’dan yukarıya yöneldiğinizde çeşitli bakanlık binalarının önünden geçip Ulusal Savunma Bakanlığı’na varıyorsunuz. Bakanlığın etrafında herhangi bir yerde durakladığınızda nöbetçi askerler tarafından uyarılıyor, hatta bazen durdurularak kimlik kontrolünden geçiriliyorsunuz. Arkadaşlarımız bu durumun özellikle son birkaç aydır söz konusu olduğunu ifade ediyorlar. Bu güvenlikçi yaklaşımların özellikle en-Nahda’ya yönelik spekülasyonların bir parçası olduğunu düşünenler de var. Tunus’ta Turizm ve Bir Kamusal Alan Geleneği Olarak Zeytuna CamiiMedresesi Uzun bir yürüyüşten sonra, Zeytuna Camii ve Medresesi’ne, Cami’ye kadar uzayan turistik malzemelerin satıldığı bir çarşıdan geçerek ulaşıyoruz. Çok bilinmese de Zeytuna Medresesi, Tunus’taki devrimin en önemli sembollerinden birisi olarak tebarüz ediyor. İbn Haldun, medresenin hicri 116 yılında yapıldığını yazıyor. Yüzyıllarca İslam dünyasına ilim sahasında değerler üreten medrese 1964 yılında Habib Bourgiba tarafından dinin toplumsal hayattaki etkisini kırabilmek maksadıyla kapatılmış. Uzun yıllar Ezher’le rekabet eden Zeytuna Medresesi’nin aradan yarım yüzyıl geçtikten sonra 2012 yılında mahkeme kararıyla yeniden öğrenci almasına karar verilmiş, kapısına vurulan paslı kilit kırılarak içerdeki tozlu eşyalar dışarı çıkarılmış. Kartaca’daki Katedral ve Roma döneminden kalan eserlerin sergilendiği müze başkent Tunus’un en fazla turist çeken yerlerinden birisi. Tek bir biletle müze ve etrafındaki kalıntıları ziyaret etmek mümkün ancak Katedral için ayrıca bilet almanız gerekiyor. Katedral’in hemen karşısında ise devrim sırasında Bin Ali’nin oğlunun yakılan iki spor arabası sergileniyor. Bu arabalar güncelliği dolayısıyla belki de Kartaca kalıntılarından çok daha ibret verici. Tunus, Arap Baharı adı verilen kitlesel ve siyasal mobilizasyonun fitilinin ateşlendiği ülke. Özellikle son dönemlerde eski rejim kalıntısı derin devlet bağlantılı odakların gerçekleştirdiği söylenen siyasi suikastlerle politik alan yeniden inşa edilmeye çalışılıyor. Bununla birlikte önce Habib Burgiba, ardından da Bin Ali diktatoryası altında geçen uzun baskı ve korku yıllarından sonra ülke önemli oranda politize olmuş durumda. Herkesle ülkedeki siyasal durum hakkında konuşabiliyorsunuz, herkes siyasal kriz hakkında fikir beyan edebiliyor. Aslında bu durum bile Arap Devrimlerinin etkisini kırmak üzere organize olan karşı devrim girişimlerinin kullandıkları «baskı ve otoriterleşme» retoriğinin ne kadar sentetik olduğunu gösteriyor. ğişmiş durumda. Bu suikastleri fırsat bilen en-Nahda dışındaki bütün kesimler hükümeti istifaya çağırmış, hükümet üzerinde baskılar için bunu vesile bilmişti. Ancak görünen o ki, bu konuda sergilenen fırsatçılık giderek göze batmaya ve bu konudan elde edilebilecek fayda ihtimali iyice azalmaya yüz tutmuş. Çünkü hem Nahda’nın bu suikastlarda yer almış olma ihtimali iyice akla aykırı bulunmaya başlanmış hem de bu suikastleri herkesten fazla Nahda kınamış ve üzerlerine gitmiş. Ülkede taşraya doğru gidildikçe örgütlü olan tek politik organizasyonun en-Nahda olduğu görülüyor. Devrimden sonra gerçekleştirilen seçimlerde Nahda Partisi yüzde 41,47 ile 90 sandalye, Ulusal Cumhuriyet Kongresi (CPR) yüzde 13,82 ile 30, sol eğilimli Ettakatol Partisi yüzde 9,68 ile 21 sandalye, İlerici Demokrat Parti (PDP) ise 17 sandalye kazanmıştı. Geçtiğimiz yıl içerisinde muhalif lider Şükrü Belayid ve laik milliyetçi çizgideki Halk Hareketi Partisi Cuma Brahimi’ye gerçekleştirilen suikastler sonrasında ülkedeki siyasal ortam ciddi biçimde de- İslamcılık Karşıtı Muhalefete Suud Desteği ve Sol Liberallerin İmtihanı Politik alanda bir yıl önceki parçalanmışlık yerini en Nahda ve Nida Tunus kutuplaşmasına terk etmiş gözüküyor. Nida Tunus’un lideri 87 yaşındaki Beci Kaid es-Sebsi, Habib Bourgiba ve Bin Ali dönemlerinde bakanlık, son olarak 2011 yılında 27 Şubat-24 Aralık tarihleri arasında başbakanlık yapmış bir isim. Nida Tunus muhalefetin bir araya geldiği cephelerden birisi olan Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin de üyesi. Bir diğer önemli muhalefet cephesi olan Halk Cephesi’nin lideri 85 Tunus, Arap Baharı adı verilen kitlesel ve siyasal mobilizasyonun fitilinin ateşlendiği ülke. Özellikle son dönemlerde eski rejim kalıntısı derin devlet bağlantılı odakların gerçekleştirdiği söylenen siyasi suikastlerle politik alan yeniden inşa edilmeye çalışılıyor. Hamma Hammami de önemli bir siyasal figür ve muhalefeti devamlı sokağa davet ederek iktidarı devamlı savunma pozisyonunda bırakmaya çalışıyor. Burada Tunus’taki Nahda karşıtlığında ve Nahda’yı siyasal platformun tamamen dışında bırakmakta buluşan özellikle laikçi muhalefetin finansörünün Suudi Arabistan olduğu yönündeki söylentilerin her geçen gün bazı göstergelerle doğrulandığının altını çizmek gerekiyor. Sadece Suudi Arabistan’ın değil, Birleşik Arap Emirlikleri’nin de tıpkı Mısır’da olduğu gibi Tunus’ta da bir darbe hazırlığı içinde olduğu aleniyet kazanmış durumda. BAE Polis Şefi Talip Dahi Halfan’ın son zamanlarda yaşanan protesto gösterilerinin arkasında olduğunu açığa vuran beyanları birçok internet sitesinde yayımlandı. Aslında Halfan’ın beyanları, Tunus’taki sol, liberal kuruluşların kendisine vaad ettikleri gibi, gösterilerle hükümeti devirmekte başarısız kalmış olmaları üzerine kendilerine bu iş için ödemiş olduğu paraları geri istemesinden ibaret. Halfan’ın bu tepkisi Tunus’ta Mısır’la eşzamanlı olarak bir darbe işine yatırım yapılmış olduğunu gösteriyor. Aslında yine eş zamanlı olarak Türkiye’de de yine Halfan’ın içinde olduğu benzer faaliyetlere dair haberler daha önce yayımlanmıştı. Siyasi yelpaze içinde demokrasi, sandık, halkın iradesi gibi kavramlar üzerinde duran Nahda’dan başka bir hareket olmaması gerçekten ibretlik bir durum. Mısır’da gerçekleşen darbe sonrası bütün bu gruplarda siyasal alanın paylaşımında en büyük unsur olarak Nahda’nın devre dışı bırakılma ihtimali iştah kabartıyor. Çünkü ondan boşalacak alan paylarını her halükarda daha fazla artıracağı için kendi aralarında Nahda karşıtlığında çok kolay uzlaşıp bir blok görüntüsü verebiliyorlar. Ancak bu bloğun kendi içinde çok tutarlı ve bütünlüklü olduğunu düşünmemek gerekiyor. Aralarında Nahda karşıtlığı dışında kendilerini uzlaştıran bir şey yok aslında. Nahda karşıtlığını yıllarca besleyen bir resmi ideoloji ve söylem var ve aslında bugün Nahda’ya karşı birleşenler ile eski rejim taraftarlığı da giderek üst üste örtüşmeye doğru gidiyor. Ancak bu örtüşme Nahda muhalefetinin toplumsal meşruiyetini azaltıyor ve zaten var olan halktan kopukluğunu da iyice artırıyor. Çünkü Zeynelabidin bin Ali’nin bütün kötülükleri temsil eden imajı geniş halk kitlelerinde halen çok canlı. Tunus, bir bakıma, İslam dünyasında sol, liberal, laik ve batıcı değerleri savunanların demokrasi pratiğinden ve felsefesinden bu kadar uzak duruşlarının istisnai bir durum olmadığını teyit ediyor. Çünkü artık Türkiye, Mısır ve Yemen gibi örneklerinde de aynı tipoloji karşımıza çıkıyor. Bu tipoloji aslında bir asra yakın sömürge veya sömürge sonrası diktatörlüklerce yönetilen bu bölgelerde eski rejimlerin kültürüyle yoğrulmuş durumda. O yüzden bu tipolojiye sahip Tunuslular da Mısır’daki askeri darbenin felaket sonuçlarından ibret alıp bundan kendi ülkelerini uzak tutmak yerine aynı şeyin kendi ülkelerinde de tekrar etmesi için ellerinden geleni yapıyorlar. Sokakları harekete geçiriyorlar, genel grevi, protestoları deniyorlar. Siyasal etki bağlamında en önemli örgütlerden birisi ise sendika. Son günlerde Tunus siyasetini meşgul eden geçiş sürecine ilişkin planın ilk halini de sendika hazırlayıp hükümete önermişti. Geçtiğimiz günlerde iktidardaki koalisyon üyelerinden en-Nahda, etTakatül ve muhalifler arasında imzalanan antlaşma ile bu geçiş sürecine ilişkin bir yol haritası çizilmiş ancak iktidarın diğer ortağı Cumhuriyet İçin Kongre Partisi bu anlaşmaya katılmamıştı. Muhalefet açısından önemli olan hükümetin bir an önce istifa etmesi. Anlaşmaya varılan yol haritasında en-Nahda, anayasa ve seçim kanunu tamamlandıktan sonra istifa etmeyi zaten kabul etmiş durumda. Muhalefet ise anayasa 86 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 ve seçim kanununun tamamlanmasını kabul etmekle birlikte, süreyi oldukça kısaltarak ikisinin de tamamlanmasını imkânsızlaştırmaya çalışıyor. Dolayısıyla geçiş sürecinin başarıyla sonuçlanması zorlaşıyor. Muhalefet özellikle işçi sendikası üzerinden grevle tehdit ederek, iktidarı ülkeyi yönetemez hale getirmek istiyor. Bu noktada enNahda ile hiçbir ilgisi bulunmayan siyasetçilerden Safi Said’in katıldığı bir televizyon programında «İşçi Sendikası Bin Ali döneminde yönetimle sıkı bir ilişki içerisindeydi. İşleri yolundaydı, paralarını alır ve problem çıkarmazlardı. Şimdi ise İşçi Sendikası’nın sistemle anlaşması bozuldu. Bin Ali döneminde hiç sesi çıkmayan kurumlar şimdi ayakta.» değerlendirmesi süreci bir biçimde de özetlemiş oluyor. Gerçekten de işçi sendikasının eski rejim döneminde hiç bir muhalefeti ve devrim sürecinde de hiç bir olumlu rolü olmadığı halde, devrim sonrası, yolsuzlukla, oligarşiyle, emek sömürüsüyle ve yoksullaştırmayla özdeşleşmiş olan eski rejim kalıntılarının en etkili aktörü haline gelmiş olması, devrim sosyologlarının ibretle kaydetmesi gereken bir sahnedir. Darbe İçin Ordudan Umut Kesilince Aslında bütün bu kesimlerin, Nahda karşıtı işçi sendikaları ile sol, liberal ve batıcı kesimlerin koalisyonlarının, baştan itibaren en büyük umudu bir darbe ortamının oluşmasıydı. Suikastler sonrası hareketlendirilen sokaklar, Nahda’nın bir İslamcı terör ile ilişkilendirilerek darbeyle devrilmesi için bir oldu-bitti ortamı yaratmaktan başka bir hedef gözetmedi. Grevler, hayat pahalılığının oluşması, hükü- Herkesle ülkedeki siyasal durum hakkında konuşabiliyorsunuz, herkes siyasal kriz hakkında fikir beyan edebiliyor. Aslında bu durum bile Arap Devrimlerinin etkisini kırmak üzere organize olan karşı devrim girişimlerinin kullandıkları “baskı ve otoriterleşme” retoriğinin ne kadar sentetik olduğunu gösteriyor. 87 Tıpkı Türkiye’deki darbeci siviller gibi Tunus’ta da darbeci sivillerin hayal kırıklığı yaşadığı bir kurum ordu olmuş. Gerçi Tunus ordusu zaten asker sayısı itibariyle de çok zayıf olduğundan bir darbe yapabilme imkânı neredeyse yok gibi. Bu zayıflık aslında bizzat diktatör Zeynelabidin bin Ali tarafından kendisine karşı darbe yapılmasın diye tercih edilmiş bir şey. metin yönetemez hale gelmesi ve akabinde cebren Nahda’nın devre dışı bırakılması, gözetilen açık hedefti. Gerçekten de devrim sonrası bekleyen bütün ekonomik sorunların daha da birikmesi, çözülememesi, hayat pahalılığı ve işsizliğin artması, geniş toplumsal kesimlerde Nahda’nın yönetemediği yönünde bir izlenim bırakabiliyor. Konuştuğumuz birçok kişi Zeynelabidin bin Ali dönemini arar hale geldiklerini söylüyor. Eskiden her şeyin daha iyi olduğunu ve işlerin giderek daha kötü hale geldiğini söylüyor. Ancak bu konuştuklarımızın zaten eski rejim yanlısı olma ihtimali de var ve muhtemelen hiç bir zaman görüşlerini değiştirmemiş olma ihtimalleri de. Aksine birçok kesimde de muhalefetin sergilediği uzlaşmaz, fırsatçı ve inatçı tutum, buna mukabil Gannuşi’nin sergilediği alabildiğine uzlaşmacı tutum dolayısıyla Nahda karşıtı blok hakkında kanaatlerin giderek daha fazla olumsuza döndüğü yönünde başka bir görüntü de veriyor. Aslında her şeyi önümüzdeki ilk seçim açığa çıkaracak. Bu süreç içinde tıpkı Türkiye’deki darbeci siviller gibi Tunus’ta da darbeci sivillerin hayal kırıklığı yaşadığı bir ku- 88 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 rum ordu olmuş. Gerçi Tunus ordusu zaten asker sayısı itibariyle de çok zayıf olduğundan bir darbe yapabilme imkânı neredeyse yok gibi. Bu zayıflık aslında bizzat diktatör Zeynelabidin bin Ali tarafından kendisine karşı darbe yapılmasın diye tercih edilmiş bir şey. Ordu, muhtemelen kendisi darbe yapamasa da diktatöre karşı ayaklanmış bir halkın üzerine kendisine emredildiği gibi ateş açmayıp, halkın önünü açmak suretiyle darbesini yapmış oluyordu. Tunus ordusunun darbe tarzı o yüzden bizzat kendisi yönetime el koymak suretiyle değil, yönetime el koyacak halk hareketlerini onaylamak şeklinde olmuş oluyor. Peki, bundan sonra ne olacak? Geçtiğimiz günlerde bir televizyon programına katılan Başbakan Ali El Urayyid hükümetin istifası için belirlenmiş bir tarih olmadığını belirtti. Yol haritasının ulusal diyalog ortamından çıktığını, yani bu diyalog ortamını kendisinin oluşturmadığını vurgulayan Urayyid, bu nedenle ilk yol haritasına bağlı olmadan müzakereler sonucunda oluşacak yeni yol haritasıyla ülkenin sağlam bir mutabakata ulaşılabileceğine inandığını ifade etti. Başbakan Ali El Urayyid, önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olmayı düşünmediğini, Nahda Hareketi yöneticilerinden Eski Başbakan Hamadi Cibali’nin de bu görevi düşünmediğini ancak fikrini değiştirir ve adaylığını açıklarsa kendisine destek vereceğini söyledi. Arap Baharı sonrasında kuşkusuz Tunus’ta en çok öne çıkan isim Raşid el Gannuşi. Muhalefetin bütün akıl almaz manevralarına karşı sergilediği sabır ve metanet, özveri ve tevazu, siyasetin tabiatına dair derslere bir model olarak konu olacak cinsten. Müzakereci demokraside siyasetin taraflarının marjlarının nerelere kadar uzanabileceğine ve bunun hangi motivasyonlarla yapılabileceğine dair müthiş bir örnek. Raşid el Gannuşi, başta hakkı ve imkânı olduğu halde; başkanlığa aday bile olmamış, kendisinden tamamen farklı birini Marzuki’yi aday olarak önermek suretiyle fedakâr bir görünüm sergilemiş, Partiyi yönetebildiği halde resmen geride durmaya çalışmış ve bütün müzakerelerde sadece kendisi adına değil, aynı zamanda partisi adına da tavizkar veya fedakâr davranmış. Bunu, yeter ki, Tunus’ta uzlaşma olsun, taraflar uzun sürecek bir beraberliğin hukuki temellerini oluştursunlar diye yapmış. Buna rağmen onun bütün bu tevazusu veya fedakârlığı muhalefet tarafından zayıflık olarak algılanmış ve daha fazlası istenmiş. Ancak el Gannuşi, tam bir bilge kral düzeyinde, giderek tevazusunun sınırlarına dayanmış durumda. Şu anda halk nezdindeki desteğini çok daha fazla artırmış durumda. Son süreçte Gannuşi, Nahda Şura Konseyi’nin ülkeden kriz için oluşturulan yol haritasına attığı imzanın karşısında olduğuna yönelik iddiaları reddetti. Gannuşi, Nahda’nın milli menfaatler söz konusu olduğundan ulusal diyalogun başarıya ulaşması için çalıştığını ve Şura Konseyi’nden yapılan açıklama ile yol haritası arasında bir çelişki olmadığının altını çizdi. Şura Meclisi’nden yapılan açıklamada, hükümetin yol haritasındaki diğer şartların gerçekleştirilmesi durumunda istifa edeceği ifade edilmişti. Bütün bunlara rağmen Türkiye ile Tunus arasında ilişkilerin daha da gelişmesi için büyük bir toplumsal ve siyasal potansiyel olduğu söylenebilir. Düzenlenen Çalıştay’dan, 2 saat önce bir arkadaşı vasıtasıyla haberdar olduğunu söyleyen ve bu toplantıya daha büyük ve güçlü bir Tunus için katılmak zorunda olduğunu düşündüğü için geldiğini ifade eden eski Başbakan Hamadi Cabali’nin konuşması bu durumun iyi bir göstergesi. Konuşmasında Tunus halkının zor zamanlarında, sonsuzluk mücadelesi için çabaladığı dönemlerde ve Arap Devrimlerinde Türkiye’nin gösterdiği tavrın kendileri için çok önemli olduğunu belirten Cabali, sözlerine, Türkiye’nin hem Tunus hem de Arap dünyasıyla uluslararası çıkarlar gözetmeksizin uyguladığı dış politika sebebiyle sağlam köprüler oluşturduğunu, Tunusluların da bu köprünün devamlı olmasını istediklerini, Türkiye-Tunus ilişkilerinin Arap Halklarına umut ışığı olmasını dilediğini ekledi. Tunus’tan Bakınca Türkiye Tunus’ta Türkiye’deki gelişmeler neredeyse tüm toplumsal kesimler tarafından yakından takip ediliyor. Tunus’ta bulunduğumuz günlerde Yargıtay’ın Balyoz darbe planı davasına ilişkin kararı açıklanmıştı. Az veya çok Tunus’ta konuştuğumuz herkesin Balyoz ve benzeri darbe planlarından haberdar olduklarını görmek oldukça ilginçti. Türkiye’de yaz aylarında yaşanan şiddet ve tedhiş eylemleri de Tunuslular tarafından yakından takip edilmiş. Çalıştay devam ederken Tunus’tan Türkiye’nin nasıl gözüktüğünü öğrenmek ve Gezi parkı olaylarının nasıl yorumlandığını anlayabilmek için konuştuğumuz bazı akademisyen ve yazarlar, Türkiye’deki olayların küresel bir spekülasyonun parçası olduğunu düşündüklerini ifade ettiler. Bir akademisyen, «Türkiye İslam dünyası ile bağlarını güçlendirip, 10 yıl içerisinde ekonomik ve siyasi açıdan böyle bir ivme yakalamışken, yaşananlar küresel karanlık güçlerin Türkiye’yi ve onun şahsında İslam dünyasını hedefe yerleştirdiklerinin göstergesi» tespitinde bulunuyor. Türkiye’nin son on yılda yakaladığı demokratik gelişim düzeyi Tunus’taki bütün siyasal kesimler tarafından ilgiyle takip ediliyor. Bu bağlamda, Türkiye’nin, süreçte sorunlar bulunsa da Avrupa Birliği ile sürdürdüğü tam üyelik müzakerelerinin Tunusluların önemli sayılabilecek bir bölümü tarafından önemsendiğinin altını çizelim. Son olarak, Tunus’ta Türk dizilerinin de oldukça fazla izleyicisi olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Öyle ki dizilerin tekrarları bile reytinglerde en üst basamaklarda yer alırken, yeni bölümlerinin yayınlandığı akşamlarda sokaklar boşalıyormuş. Kurtlar Vadisi dizisi Tunus’ta da bir fenomen haline dönüşmüş durumda. Cabali; Türkiye’nin hem Tunus hem de Arap dünyasıyla uluslararası çıkarlar gözetmeksizin uyguladığı dış politika sebebiyle sağlam köprüler oluşturduğunu, Tunusluların da bu köprünün devamlı olmasını istediklerini, Türkiye-Tunus ilişkilerinin Arap Halklarına umut ışığı olmasını dilediğini söyledi. 89 GÜRCİSTAN’DA SAAKAŞVİLİ DÖNEMİ SONA ERDİ Gürcistan’ın Ermenistan’la birlikte Kasım 2013’te AB Ortaklık Anlaşması’nı imzalaması beklenirken Eylül 2013’te Ermenistan’ın, Rusya baskılarına daha fazla dayanamayarak, Gümrük Birliği’ne gireceğini açıklamasıyla Gürcistan kendisini daha rahat ifade etme imkânı bulmuştur. Gürcü yetkililer AB Ortaklık Anlaşması’nı imzalayacaklarını, Ermenistan gibi davranmalarının mümkün olmadığını dile getirmişlerdir. Mehmet Fatih ÖZTARSU Tiflis Ilia Devlet Üniversitesi G ürcistan 27 Ekim tarihinde dördüncü cumhurbaşkanını seçmek için sandığa gitti. On yıllık Mihail Saakaşvili dönemini sona erdiren seçimler pek çok Sovyet ardılı ülkeye örnek olacak şekilde gerçekleştirildi. DIŞ POLiTiKA 2003 yılındaki Gül Devrimi’yle birlikte demokratikleşme ve Batılılaşma yolunda önemli mesafe kat eden Gürcistan’da son yıllarda yaşanan hayat pahalılığı ve Rusya ile sürdürülen geçimsiz politikalar halkın Saakaşvili’ye olan yaklaşımlarını olumsuz yönde etkiledi. Bu zaman diliminde yönetime alternatif olarak görülen çeşitli muhalif grupların ortaklığıyla oluşturulan Gürcü Rüyası Koalisyonu, Ekim 2012’de gerçekleştirilen parlamento seçimlerini kazandı. Başbakanlık görevine gelen işadamı Bidzina İvanişvili kısa zamanda Saakaşvili yanlısı siyasetçilerin tasfiye edilmesini sağlayacak tutuklama ve hapsetme işlemlerini tamamladı. Ülke siyasetinde Saakaşvili’ye yakın olan herkes yeni hükümetin kendi haklarında çıkardığı yolsuzluk davalarıyla meşgulken, İvanişvili Mihail Saakaşvili ülkeye yeni bir siyasi anlayışın hâkim olması gerektiğini belirtiyordu. 27 Ekim tarihinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerine anayasadaki engelden dolayı yeniden adaylığını koyamayan Saakaşvili, kendisine en yakın isimlerden olan Davit Bakradze’yi seçim sürecine dâhil etti. Başbakan Bidzina İvanişvili ise yakın arkadaşı olarak nitelendirdiği Giorgi Margvelaşvili’yi Gürcü Rüyası Koalisyonu’nun adayı olarak gösterdi. 41 yaşında olmasına rağmen son derece tecrübeli bir siyasetçi olan Bakradze, 44 yaşındaki rakibi Giorgi Margvelaşvili karşısında gösterdiği performansla takdir edilse de, istediği oy oranına ulaşamadı. Margvelaşvili seçimleri yüzde 60’dan fazla oy oranıyla kazanırken, Bakradze sadece yüzde 20 civarında seyredebildi. Kamuoyunun son bir yıl içerisinde tanıdığı ve hatta özel yaşamının Gürcü toplumuna uyuşmamasından dolayı çeşitli kesimlerin tepkisi çeken Margvelaşvili’nin başarısının esas sebebi Gürcü Rüyası’ndan aday gösterilmesidir. 2008’de yaşanan Rusya-Gürcistan Savaşı’nın büyük bir hata olduğunu savunan halk, bu dönemden sonra artan hayat pahalılığı ve komşularla geçimsiz politikalardan duyduğu rahatsızlığı sandıklara yansıttı. Ülkeyi inanılmaz bir hızla modernleştiren ve demokratikleştiren Saakaşvili’nin bu gayretleri takdir edilse de, gelinen noktada farklı siyasi tercihlerin denenmesi gerektiği anlaşılmıştır. Saakaşvili’ye yakın siyasilerin zaman içinde yaptığı yolsuzluk, halk üzerinde olumsuz etki oluşturmuş ve Bidzina İvanişvili’nin bu kişileri adalet önüne çıkarması Gürcü Rüyası’nın popülaritesini artırmıştır. Ancak yine de yeni hükümetin göreve gelişinin her şeyi değiştirmediğini fark eden halk zaman zaman düzenlediği protesto gösterileriyle ülkedeki gidişatın düzeltilmesi talebini hükümete iletmiştir. Hali hazırda yeni seçilen cumhurbaşkanının anayasa yoluyla yetkilerinin kısıtlanmış olması, ülkede hükümet gücünün artarak devam edeceğini göstermektedir. Giorgi Margvelaşvili, mevcut hükümetin 91 lemek için henüz erken. Bu konudaki gelişmelerin sadece iki ülke ilişkilerini her boyutta ilerletme ve ülke içi sorunlar konusunda Moskova’nın da yardımıyla tedbir alabilme olduğu görülmektedir. adayı olduğu için her konuda mutabakat sağlanacağı öngörülmektedir. Başbakan Bidzina İvanişvili’nin, cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra görevi başkasına devredeceği tartışmaları ise hükümetin şimdiki durumu hakkında tahmin edilemez bir durum oluşturmaktadır. Yeni adayın İvanişvili’ye çok yakın bir isim olacağı açıklandığından, bu konudaki öngörüleri farklılaştırmadan yeni dönem tahlilleri yapmakta mahzur yoktur. Eksen Kayması Tartışmaları Devam Ediyor Gürcistan’ın son bir yıldır Rusya ile yakınlaşma siyaseti Batılı ülkelerin büyük tepkisini çekmiş ve çeşitli restleşmelerin yaşanmasına sebep olmuştur. Hatta NATO ile ilişkilerin gerilmesine sebep olan, NATO yanlısı askeri bürokratların tutuklanması da ülke siyasetinde çalkalanma meydana getirmiş, NATO yetkilileri Tiflis’e yapacakları ziyaretleri erteleme kararı almışlardır.1 Ancak bu konuda yanlış değerlendirmelerin olduğunu belirten Gürcistan yetkilileri esas meselenin Rusya 92 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 ile ilişkileri normalleştirmek ve devam eden toprak bütünlüğü sorununa çözüm bulmak olduğunu açıklamıştır. Rusya’nın isteksiz ve olumsuz yaklaşımlarını tekrarlamasına rağmen, Gürcü mallarının Rusya pazarına girişi konusunda her türlü faaliyette bulunan Gürcistan makamları aylar sonra istediğini almış, Rusya ile yıllardır devam eden ambargonun bitmesini sağlamıştır. Abhazya ve Güney Osetya meselelerinde Rusya ile ortak çözüm çalışmalarına girmeyi bekleyen Gürcistan, bu konularda acele etmek yerine, ülke için istikrarı sağlayacak kararların alınması yoluna gitmiştir. Örneğin, Rusya üzerinden bu iki bölgeye girenlere uygulanan ağır cezalarda indirime gidilmiş ve zaman zaman Başbakan İvanişvili bu bölgelerde yaşayanları kardeş olarak gördüğünü açıklamıştır. Gürcistan’da yeni dönemin Rusya yanlısı olduğunu söy- Her ne kadar Rusya ilişkileri konusunda ısrarlı davranışlar sergilense de, Gürcistan’ın zaman zaman bu ülkeye karşı sert açıklamalar yaptığı da bilinmektedir. Örneğin, Mart 2013’te Rusya Dışişleri Bakanlığı ABD ve Gürcistan tarafından Vaziani Askeri Üssü’nde yapılan askeri tatbikatlarından duyduğu endişeyi dile getirmiştir. Buna karşın Gürcistan Savunma Bakanı Irakli Alasania, Rusya’nın herhangi bir yönlendirmesine ihtiyaçlarının olmadığını çünkü Gürcistan’ın bağımsız bir ülke olduğunu açıklamıştır. Nisan 2013’te Gürcistan Meclis Başkanı ve Gürcü Rüyası Koalisyonu’nun önde gelen isimlerinden Davit Usupaşvili bir televizyon programında, Rusya’nın 2008 savaşında Gürcistan’a yönelik etnik temizleme operasyonu yaptığını ve bu barbarca hareketin tek sorumlusunun Vladimir Putin olduğunu açıklamıştır.2 Takip eden günlerde, Dışişleri Bakanı Maya Panjikidze Rusya’ya yönelik tavırlarının değişmediğini çünkü ülkenin yüzde 20’sinin işgal altında olduğunu ifade etmiştir. Panjikidze, Moskova’yla yürütülen diyalog çalışmaları- nın ilişkilerin insani ve ticari boyutlarıyla ilgili olduğunu ifade etmiştir. Başbakan Bidzina İvanişvili’nin eleştirileri ise Haziran 2013’te Batum’da ABD, NATO ve İngiltere temsilcilerinin katıldığı bir konferansta geldi. Her türlü iyi niyete rağmen Rusya’nın Gürcistan’a yardımcı olmadığını belirten İvanişvili, Rusya’nın olumsuz tutumuna rağmen pragmatik yaklaşımları devam ettireceklerini dile getirdi. Rusya ile yakınlaşma sürecinde NATO ile artan diyalog ve Avrupa Birliği’ne gönderilen iyi niyet mesajları yeni yönetimin denge politikası hakkında olumlu düşünceler oluşturmuştur. Gürcistan’ın Ermenistan’la birlikte Kasım 2013’te AB Ortaklık Anlaşması’nı imzalaması beklenirken Eylül 2013’te Ermenistan’ın, Rusya baskılarına daha fazla dayanamayarak, Gümrük Birliği’ne gireceğini açıklamasıyla Gürcistan kendisini daha rahat ifade etme imkânı bulmuştur. Gürcü yetkililer AB Ortaklık Anlaşması’nı imzalayacaklarını, Ermenistan gibi davranmalarının mümkün olmadığını dile getirmişlerdir. ne kadar süreceği bilinemez. Ancak bölgede önemli hamlelerde bulunarak Ermenistan, Ukrayna ve Azerbaycan üzerinde büyük etki kurmaya çalışan Rusya’nın Gürcistan içerisinde destekçi bulması da önemli bir konudur. Özellikle son dönemlerde kilisenin Moskova’yla yakın teması ve mevcut hükümet sayesinde ülke içinde yükselen etkisi tartışılmalıdır. Kilisenin bu durumu ülke içinde söz sahibi olmanın yolunu açmakta ve muhafazakârlığın da yükselmesini sağlamaktadır. Bu durumda, onlarca farklı etnik ve dini unsura sahip olan Gürcistan’da iç karışıklıkların artması muhtemeldir. Bu da, hali hazırda toprak bütünlüğü tehlikede olan Gürcistan’ın siyasi istikrarsızlığa girmesine sebep olabilir. Gürcü analist Aleksander Gvarjaladze, yeni hükümet ve cumhurbaşkanının farklılık oluşturmak adına, tecrübesiz biçimde hareket ettiğini ve bu yüzden orta vadede çeşitli sorunların meydana gelebileceğini belirtmekte. Türkiye ile ilişkiler konusunda da eskisine nazaran daha resmi yaklaşımların sergilenmesinin muhtemel olduğunu belirten Gvarjaladze, Saakaşvili mirasının uygun şekilde değerlendirilmesi gerektiğini vurguluyor. Kısacası, Saakaşvili’nin on yıl boyunca devam ettirdiği siyasi geleneğin tamamen kenara atılması ve mevcut hükümette o dönemden itibaren tecrübe kazanmış isimlere itibar edilmemesi büyük çözülmelere yol açabilir. Bu durum, Gürcistan’la birlikte bölge ülkelerinin istikrarına da olumsuz etki gösterir. Şu ana dar Rusya ve Batı arasında git-gel yaşayan ve attığı her adımda yanlış anlaşılan Gürcistan’ın yeni yöneticilerinin daha bilinçli olması ve Gül Devrimi’nin kazanımlarıyla yollarına devam etmeleri gerekmektedir. Kafkasya’nın önemli konumunda bulunan ve doğu ile batı arasında her türlü menfaat temelli ilişkilerin sürdürülmesinden yana olan Gürcistan’ın Rusya ile müzakere sürecinin Dipnot Saakaşvili dönemini sona erdiren seçimler pek çok Sovyet ardılı ülkeye örnek olacak şekilde gerçekleştirildi. 1 Trend, http://en.trend.az/regions/scaucasus/georgia/2085909.html, Erişim: 27.10.2013. 2 Interpressnews, http://www.interpressnews.ge/en/politicss/46539-davit-usupashvili--vladimir-putin-isresponsible-for-2008-ethnic-cleansing.html?ar=A, Erişim: 28.10.2013 93 BORÇ TAVANI TARTIŞMALARI VE ABD EKONOMİSİNE ETKİLERİ Dr. Tolga DAĞLAROĞLU EKONOMi Araştırma Görevlisi ABD Kongresi, Hazine Bakanlığı tarafından ilan edilen sürenin dolmasına saatler kala, 16 gündür süren kamu hizmetlerinin durdurulması haline son verecek ve kasım ayında ABD Hazinesinin temerrüde düşmesini engelleyecek olan borç tavanının yükseltilmesine imkân tanıyan yasayı onaylamıştır. 1 Ekim 2013 tarihinde, Amerika Birleşik Devletlerinde Clinton döneminden tam 17 yıl sonra, 2014 bütçesine ilişkin tasarının mecliste onaylanmaması üzerine bazı kamu hizmetlerinin sona ermesi ve kamu sektöründe çalışan personele ücretsiz izin verilmesi, kısaca kamu hizmetlerinin kapatılması (shutdown) adı verilen sürecin yaşanmasına neden olmuştur. Aslında kamu hizmetlerinin durdurulması süreci çok yeni bir süreç değildir. Bu süreç, ilk defa 2011 yılında ABD’de “2011 yılına ilişkin Bütçe Kontrol Yasası” ile zirveye çıkan politik tartışmaların bugün ulaştığı noktayı göstermektedir. 2011 yılında hükümet tarafında kamu harcamalarını frenlemek amacıyla çıkarılan yasa aslında bugün yaşanan bu süreci hazırlayan tasarı oldu. Bu tasarının mart ayında yürürlüğe girmesiyle birlikte planlandığı gibi merkezi federal hükümetin bütçe açığı azalmıştır. Fakat bu tasarının uygulanmasına rağmen eylül ayında Kongrenin Bütçe Ofisi (Congressional Budget Office, kısaca Bütçe Ofisi) tarafında hazırlanan rapor federal hükümetin izlemiş olduğu maliye politikasının aslında uzun dönemde sürdürülemez olduğunun altını çizmektedir.1 Raporda, mart ayı başından itibaren federal hükümetin harcamalarında geniş çaplı kısıntılara gidilmesine rağmen uzun dönemde federal hükümetin izlemiş olduğu maliye politikasının sürdürülemez olduğunu belirtilmektedir. Burada temel sorun; önümüzdeki dönemlerde federal hükümetin operasyonel bütçe açığını azaltmaya yönelik, kamu harcamalarının artış hızını kamu gelirlerinin artış hızına yaklaştıracak ve otomatik olarak harcamaları azaltacak önlemlerin (budget sequestration) devreye girmesine/uygulanmasına rağmen, uzun dönemde kamu harcamalarında hızlı bir artış yaşanacak olmasıdır. Bütçe Ofisi’nin uzun dönemli federal harcamaların artış hızına ilişkin projeksiyonu, 2013 mali yılı için yüzde 20.8 olan kamu harcamalarının GSYİH’ya oranının, 2088’de yüzde 38.7’e yükseleceğidir. Bu tahminlerin arkasında, Bütçe Ofisi’nin federal bütçeye ilişkin harcamalarda kısıntıların devam edeceği ve ekonomik büyümenin güçlü bir seyir izleyeceği gibi aşırı iyimser varsayımlar bulunmaktadır. 1973 yı- lından günümüze federal hükümet harcamalarının GSYİH’ya oranının ortalama yüzde 21 civarında gerçekleştiği düşünüldüğünde, Bütçe Ofisi’nin bu aşırı iyimser varsayımlarına rağmen, 2088’de ulaşılması öngörülen seviye II. Dünya Savaşından beri görülmemiş ve sürdürülemez düzeye işaret etmektedir. Parlamento ve Senato arasında bütçe üzerinde çıkan temel uzlaşmazlık, Bütçe Ofisi tarafından vurgulanan Sosyal Güvenlik ve sağlık harcamaları gibi uzun dönemli, hızlı bir biçimde kapsamı genişleyen ve artan harcamalara önlem alınmamasıdır. Özellikle, 23 Mart 2010 tarihinde Obama tarafından imzalanan bireylerin uygun koşullarda sağlık hizmeti almasının önünü açan yasa (Affordable Care Act, ACA) önemli rol oynamıştır. Bu yasa özetle sağlık sigortasının kalitesini artırmaya ve maliyetini düşürmeye yönelik bir yasadır. Bu yasa ile sigortasızlarının sayısının azaltılması kısaca sağlık sigortasının kapsama alanının genişletilmesi amaçlanmıştır. Bu yasaya karşı çıkan taraflar, yasanın sağlık harcamalarının kapsamını genişlettiğini ve aynı zamanda federal hüküme- 95 tin sağlık harcamalarının maliyetinin artmasına neden olacağını savunmaktadır. nin koptuğu gözlenmekte ve gelir artışının istihdam artış hızının üzerinde gerçekleştiği görülmektedir. Bunda etkili olan temel faktör ocak ayında yürürlüğe giren vergi artışlarıdır. Bütçe Ofisi’ne göre en önemli sorun, federal hükümetin sosyal güvenlik, faiz ve sağlık için yapmış olduğu harcamaları makul düzeylerde tutabilmesidir. Ancak, Federal hükümetin harcamalarının GSYİH’ya oranı diğer faiz dışı harcamalarda azalış göstermesine rağmen, Sosyal Güvenlik harcamaları nedeniyle artmaya devam etmesi önemli bir sorunun varlığını işaret etmektedir. 2013 mali yılı itibariyle federal hükümetin bütçesinde en büyük payı Sosyal Güvenlik harcamalarının alması da bu sorunun varlığını kanıtlamaktadır. olarak adlandırılan neslin önümüzdeki senelerde emeklilik yaşına gelecek olması yapılacak ödemelerin artış oranının ekonomik büyümeden büyük olacağı anlamına gelmektedir. Bütçe Ofisi mevcut yasa ile 2023 yılında 76 milyon kişinin emekli aylığı almaya hak kazanacağını tahmin etmektedir. Bu durum 2038 yılında 101 milyon kişinin bu haktan yararlanma olanağına sahip olacağını göstermektedir. Bu durum aynı zamanda harcamaların artış hızının gelirlerin artış hızından çok daha büyük olduğunu ortaya koymaktadır. Federal hükümet 57 milyondan fazla Amerikan vatandaşı için yaklaşık 2013 mali yılı içerisinde 809 milyar dolarlık harcama yapılacağını tahmin etmektedir. Bu tutar her yıl için yaklaşık olarak federal hükümet harcamalarının yüzde 25’lik kısmını oluşturduğu gibi bu oranın önümüzdeki yıllarda daha da fazla artması beklenmektedir. Çünkü “baby boom” Bütçe Ofisi, yasanın bu şekilde uygulanmaya devam etmesi halinde, Sosyal Güvenlik harcamalarının 2013 yılında GSYİH’ya olan oranın yüzde 4.9’dan 2038 yılında yüzde 6.2’ye yükseleceğini tahmin etmektedir. Ayrıca, kamu gelirlerine ilişkin tahminlerin, geçtiğimiz kırk yıllık sürecin ortalaması olan GSYİH’nın yüzde 17.4’üne tekabül ettiği görülmektedir. Burada en önemli konu federal hükümetin kamu gelirleri ile istihdam artışı arasındaki kuvvetli korelasyondur. Fakat son yıllarda bu ilişki- Parlamento ve Senato arasında bütçe üzerinde çıkan temel uzlaşmazlık, Bütçe Ofisi tarafından vurgulanan Sosyal Güvenlik ve sağlık harcamaları gibi uzun dönemli, hızlı bir biçimde kapsamı genişleyen ve artan harcamalara önlem alınmamasıdır. 96 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 Bütçe Ofisinin gelire ilişkin varsayımları, Amerikalı vergi mükelleflerinin yaşadığı ekonomik krizin olumsuz etkilerini ortadan kaldırmayı ve ekonomik büyümeyi desteklemeyi amaçlayan, 2012 yılında çıkarılan belirli bir süre için istisna ve muafiyetlerin kapsamını genişleten mevcut yasaya dayanmaktadır. Bütçe Ofisi, 2038 yılına kadar mevcut vergi yasasında önemli bir değişiklik yapılmayacağı varsayımından hareketle, hane halkının elde etmiş olduğu ilave her bir doların vergiye giden kısmının (marjinal vergi oranı) artacağını ortaya koymaktadır. Nobel ödüllü iktisatçı Edward Prescott bu durumun ekonomik büyüme açısından olumsuzluğuna dikkat çekmektedir. Mevcut vergi yasası ile Amerikan vatandaşları elde etmiş oldukları gelirin önemli bir kısmını vergi olarak devlete ödeyeceklerdir. Vergi oranlarının yükselmesi, Prescott’un da dikkat çektiği gibi, marjinal bireylerin çalışma isteklerini düşürecek, çalışma isteğinin azalması da ekonomik büyümeyi olumsuz etkileyecektir. 2013 Eylül ayında Bütçe Ofisi uzun vadeli gelir projeksiyonlarına göre, ekonomik büyümenin güçlü seyrini korumasıyla bir- likte vergi gelirlerinin de güçlü seyredeceğini öngörmektedir. Bu durum, mevcut vergi yasasında bir değişiklik yapılmadığı takdirde, yüksek marjinal vergi oranı nedeniyle, servetin özel sektörden kamu kesimine transfer edilme tehlikesine dikkat çekmektedir. Bütçe Ofisi eylül ayında yapmış olduğu değerlendirmede işgücü ve sermaye üzerindeki yüksek marjinal vergi oranlarının ekonomik birimlerin başta çalışma ve tasarruf kararlarını olumsuz etkileyeceği, bu durumunda bir bütün olarak ekonomik büyümeyi azaltacağını vurgulamıştır. Dolaysıyla bu süreçte Parlamento ve Senato arasında kamu harcamalarının finansmanına ilişkin bir uzlaşmazlık söz konusu değildir. Her iki taraf da Bütçe Ofisinin gelir ve harcama projeksiyonları esas alındığında 2010 yılında Obama yönetimi tarafından yürürlüğe sokulan yasanın bu haliyle reforma ihtiyacı olduğunu dile getirmektedir. Çünkü Bütçe Ofisinin tespitlerine göre sağlık harcamaları, 1985 yılından beri ortalama olarak, kişi başına milli gelire oranı olan yüzde 1.5 ideal seviyesinin çok üzerinde gerçekleşmiştir. Bütçe Ofisine göre bu artış hızı sürdürülebilir değildir. Aynı zamanda mevcut düzenlemeyle sağlık hizmetlerinin sunumunda maliyeti arttıran bu yasa ile ekonomik birimler mal ve hizmet alımlarında mevcut düzeyi koruyabilmek için sağlık harcamalarını azaltacaktır. Sağlık sigortasının kapsam alanının genişletilmesi ve sigortasız insan sayısının azaltılmasını amaçlayan ve Bütçe Ofisi’ne göre en önemli sorun, federal hükümetin sosyal güvenlik, faiz ve sağlık için yapmış olduğu harcamaları makul düzeylerde tutabilmesidir. 2014’de yürürlüğe girecek bu yasa ile daha fazla insan kamu tarafından sunulan sağlık hizmetlerinden yararlanmak isteyecektir. Buna ek olarak “baby boom” neslinin önümüzdeki on yıl boyunca üçte birinin sağlık hizmetlerinden yararlanacağı tahmin edilmektedir. Böylece, bu programların federal hükümetin son kırk yıllık süreçte ortalama GSYİH’na oranı olan yüzde 7’den, 2038’de iki kat artarak yüzde 14’e yükselecektir. Kısacası bu durum, federal hükümetin diğer harcama programlarını dışlayacak merkez hükümetin harcamalarının ve faiz ödemelerinin artmasına neden olacaktır. Bu da ABD’nin borçlanma ihtiyacının artmasına ve faiz oranlarının yükselmesine neden olacaktır. Bu noktada Bütçe Ofisinin bir diğer iyimser varsayımı karşımıza çıkmakta, faiz oranlarının gelmiş olduğu tarihi düşük seviyeleri gelecek yıllarda koruyacağı öngörülmektedir. Fakat 2014’de yürürlüğe girecek mevcut yasa ile borçlanma ihtiyacındaki artış faiz oranlarının ve net faiz ödemelerinin önemli ölçüde artmasına neden olacaktır. Yapılan tahminlere göre, 2088 tarihine kadar net faiz ödemelerinin GSYİH’ya oranı 40 yıllık ortalaması olan yüzde 2’nin çok üzerinde olacak, yüzde 11 olarak gerçekleşecektir. Bu durum ABD gibi terörist saldırı, doğal afet ve savaş gibi beklenmeyen şoklara açık bir ekonomi için borcun sürdürülebilirliğine ilişkin kuşkuların artmasına neden olarak, borç krizi yaşanma olasılığını arttıracaktır. Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız gibi her iki taraf da 2014 yılında yürürlüğe girecek düzenlemenin gerekliliğine vurgu yapmasına karşılık, bu yasa sebebiyle karşılaşılacak sorunların nasıl çözüleceğine ilişkin uzlaşı noktasının çok uzağında yer almaktadırlar. Görüldüğü gibi, yaşanan mali tartışmaların temelinde aslında kökleri 2011 yılına dayanan Bütçe Kontrol Yasası yatmaktadır. Gelinen noktada 16 gün süren belirli kamu hizmetleri- 97 Yasanın onaylanmasını sağlayan anlaşma dört kısımdan oluşmaktadır. İlki, federal hükümetin sunmuş olduğu kamu hizmetlerinin durdurulması haline son verilmesi ve 15 Ocak 2014 tarihine kadar bir önceki senenin seviyesi olan 986.3 milyar ABD doları seviyesinde bu hizmetlerin karşılanmasıdır. Üzerinde anlaşılan ikinci konu ise, 7 Şubat 2014 tarihine kadar borçlanma tavanına ilişkin limitlerin askıya alınması ve Hazine Sekreterine ekstra önlemler alabilme imkânı sağlanmasıdır. Üçüncü uzlaşılan konu ise, kamu hizmetlerinin durdurulduğu 16 gün boyunca ücretsiz izne çıkarılan kamu görevlilerine bu günlere ilişkin ödeme yapılmasıdır. Sonuncu konu ise, Parlamento ve Senato 2014 mali yılının geri kalan dönemi için mevcut konular üzerinde çalışma yapmak üze- Şekil 1: 4 Hafta Vadeli ABD Hazine Bonosu Faizi (yüzde) Şekil 2: 5Y Kredi İflas Takası (haftalık, yüzde değişim) Kaynak: Thomson Reuters 98 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 re temsilci seçeceklerdir. Bu temsilcilerin gerçekleştireceği ortak konferanslar ile uzun dönemde yukarıda değindiğimiz sorunların çözümüne ilişkin çalışmalar yapılacaktır. Taraflar arasındaki bu anlaşma, gelecek dönemde yaşanması muhtemel olan bütçe ve borç tavanına ilişkin krizlerin çözümünde köprü görevi görmesi açısından önemlidir. Bu dönemde yaşanan politik belirsizliğin piyasalara ve ekonomik görünüme ilişkin etkilerine baktığımızda, 4 hafta vadeli ABD Hazine bonosu faizlerinde ve risk primlerinde keskin bir yükselişin olduğu görülmektedir (Şekil 1 ve Şekil 2). Piyasalar, kamu hizmetlerinin durdurulması sürecinin 3 haftadan daha uzun sürmesi durumunda, 2013 yılının son çeyreğinde ekonomik büyümeyi yüzde 0 ila yüzde 0.5 arasında olumsuz etkileyeceğini tahmin etmekteydi. Bu durumun ekonomik büyüme üzerindeki etkisi, en son 1995-1996 yıllarında yaşanan kamu hizmetlerinin durdurulması haliyle aynı olacaktır. Kredi derecelendirme kuruluşlarında Fitch ise, ABD’nin ‘AAA’ olan kredi notunda herhangi bir değişiklik olmadığını, fakat uzun dönemde bütçeye ilişkin sorunların Washinton’da devam eden politik belirsizliği artıracağını vurgulamıştır. Ayrıca kuruluş, borç tavanının aşılmasının artan borçlanma ihtiyacına bağlı borçlanma maliyetlerinde meydana getireceği artışa dikkat çekerek, not düşürümü riskine karşı ABD’yi negatif izlemeye almıştır. ÇİN EKONOMİSİ BÜYÜME ORANI YAVAŞLAMA SÜRECİNDEN VAZGEÇTİ Behiç Safa BÖĞÜRCÜ SDE Asistanı S tratejik Düşünce Dergisi Eylül 2013 sayısında yer alan yazımızda “Çin ekonomisi büyüme oranı yavaşlama sürecinde kararlı mı?” sorusuna cevap aramıştık, Çünkü Markit ve HSBC tarafından üretilen PMI endeksi 2013 yılı başından itibaren hep 50’nin altında seyrederek gerek bizde gerekse dünyanın ileri gelen kuruluşlarında böyle bir kararlılık beklentisi uyandırmıştı. Mesela CNBC, Nomura, Barclays ve HSBC gibi önemli kuruluşlar hemen, Çin’in büyümesi hakkında olumsuz senaryolar yazmışlar ve dünya ekonomisi ile ilgili olarak endişelere yer vermişlerdi. Bu senaryoları ve endişeleri Eylül ayı sayımızda derinlemesine aktarmıştık ancak şimdi hemen tekrarlamakta fayda olacak nokta endişelerin Çin ekonomisinin petrol, çinko, bakır, metal gibi emtia piyasaları üzerindeki büyük etkisinin doğal sonucu olarak ortaya çıkmasıdır. Dünya ekonomisini bu piyasalar üzerinden en çok etkileyen ülkelerden biri olan Çin’in bu bağlamda çok dikkatli takip edilen ekonomiler arasında yer alması çok doğaldır. Eğer bu piyasalar Çin kaynaklı olarak olumsuz yönde etkilenecek olurlarsa neticede dünya üzerindeki pek çok ülke de bu olumsuzluktan payını alacaktır ve sorun küresel bir sorun halini alacaktır. Hatta böyle bir sorunun üzerine son dönemde ABD’de gündeme gelen gelişmeler de eklenecek olursa iş iyice çığırından çıkacak bir hal alabilir. Bu yeni sayımızda Çin büyümesi analizi üzerinde devam etmek istememizin temel sebebi, Eylül sayısındaki yazımızı takiben gerçekleşen gelişmelerin bizde “Çin ekonomisi büyüme oranı yavaşlama sürecinden vazgeçti” algısını uyandırmış olmasıdır. Ağustos ve Eylül ayları için yeni PMI endeksleri Şekil 1’de de görülebileceği gibi sırasıyla 50,1 ve 51,2’lik seviyelerinde açıklanmıştır. Hatırlanacağı gibi bu endeks için kritik değer 50’dir. Bir ülke için endeksin 50’den yüksek olması olumlu olarak değerlendirilirken altında olması ise EKONOMi nin durdurulması süreci başlamış oldu. Bu sürece son veren gelişme ise, ABD Hazinesinin 17 Ekim’de borç tavanına ilişkin sorunun çözülmemesi halinde yükümlülüklerini yerine getiremeyeceğini açıklamasıdır. ABD Kongresi, Hazine Bakanlığı tarafından ilan edilen sürenin dolmasına saatler kala, 16 gündür süren kamu hizmetlerinin durdurulması haline son verecek ve kasım ayında ABD Hazinesinin temerrüde düşmesini engelleyecek olan borç tavanının yükseltilmesine imkân tanıyan yasayı onaylamıştır. 99 Şekil 1: PMI Endeksi ve GSYIH Değişim Oranı Kaynak: Markit olumsuz olarak değerlendirilmektedir. Çin’i yeniden kritik değer olan 50’nin üzerine çıkartan Ağustos ve Eylül ayları PMI endeksleri ayrıca son 6 ayın en yüksek seviyeleri olarak da karşımıza çıkmaktadırlar. Bu seviyeler tabii ki hala daha geçmişte 58’lere yakın olan Çin için mutluluk verici seviyelerden çok uzak olsa da oluşmuş olan olumsuz havayı ortadan kaldırması açısından çok önemlidir. Yukarı Yönde Revizyonlar Olumsuz havanın ortadan kalkmasının yansımaları kuruluşların Çin ile ilgili büyüme tahminlerini hemen yukarı yönde revize etmeleri olarak görülmektedir. Şekil 2’de de görülebileceği gibi Deutche Bank Çin için daha önce yüzde 7,7 olan 3. çeyrek büyüme tahminini yüzde 7,9 olarak revize ederken China International Corporation (CCIC) bu revizyonu yüzde 7,6’dan yüzde 7,8’e yükselterek gerçekleştirmiştir. CCIC 2013 yılının tamamı için ise büyüme tahminini yüzde 100 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 7,5’ten yüzde 7,6’ya yükseltilerek revize etmiştir. HSBC ekonomisti Qu Hongbin, PMI endeksindeki bu artışı iç ve dış talebin eş zamanlı olarak toparlanmasına bağlamıştır. Çin yönetiminin iç tüketimi artırma yönündeki girişimleri dikkate alındığında Qu Hongbin’in iç talebin toparlanması bağlantısı makul olarak düşünülebilir. Nitekim perakende satışlarda geçen ay yüzde 13,4’lük bir artış gözlenmiştir. Diğer taraftan dış talep toparlanması da Çin gümrük idaresi tarafından yapılan ihracatın ağustos ayında bir önceki seneye kıyasla yüzde 7,2, ithalatın ise yüzde 7 seviyesinde arttığı yönündeki açıklaması tarafından desteklenmektedir. Ancak Çin ticaretinde önemli rol oynayan Avrupa Bölgesi için imalat PMI endeksi 51,5’den 51,1’e gerileyerek Avrupa resesyondan çıkıyor beklentilerini ve beraberinde Çin dış talebinin artacağı yönündeki beklentileri bir parça gölgelemiştir. Sanayi üretiminin Ağustos ayı içerisinde beklentilerin üzerinde artması, perakende satışlardaki artış, ihracat taleplerindeki iyileşme, imalat sektörünün gelişme sinyalleri vermesi, PMI endeksindeki olumlu yükseliş gibi faktörler “Çin ekonomisinin büyüme oranı yavaşlama sürecinden vazgeçti” sinyalini vermektedir. Bu durum da Çin ekonomisinin moral bulmasını sağlamaktadır. Nitekim ülke içinde yapılan anketler 4. çeyrek büyümesinin yukarı yönlü değişebileceği beklentisini göstermektedir. Ağustos ve Eylül ayları içinde yaşanmış olan bu yeni gelişmeler Çin’in hedefi olan yüzde 7,5 büyüme oranını gerçekleşebileceği beklentisini kuvvetlendirmektedir. Şekil 2: Çin 3. Çeyrek Büyüme Tahminleri Türkiye Açısından Değerlendirme Elbette ki küresel manada güçlü ve krizsiz bir ekonominin olması tüm dünya ülkelerini nasıl olumlu yönde etkileyecekse Türkiye’yi de olumlu yönde etkileyecektir. Bu bağlamda düşününce Çin’in büyümesini sürdürmesi ve emtia piyasaları üzerinden dünya ekonomisini olumsuz yönde etkilememesi istenen bir durum olarak değerlendirilebilir. Zaten hali hazırda Avrupa krizinin etkileri halen sürerken ve bunun üzerine ABD kaynaklı ekonomik karmaşa yaşanırken bir de Çin’den gelecek olumsuz bir etki küresel ekonomiyi altüst edecek bir pozisyon yaratabilir. Dünya ile entegrasyonu yüksek bir ülke olan Türkiye için ise bu durum sıkıntı doğurabilir. Yukarıda belirtilen etki Türkiye için özel değil ancak genel bir sebep sonuç ilişkisinin neticesidir. Dünya ile entegrasyonu yüksek olan herhangi bir ülke de benzer bir olumsuz sonuçla karşı karşıya kalabilir. Ne var ki, Çin’in büyümesinin Türkiye açısından daha özel bir etkisi bulunmaktadır. Türkiye uzun süredir Hazar bölgesinin doğal gazını Avrupa’ya transfer eden bir enerji koridoru olabilme yolunda çaba sarf etmektedir. Bu bağlamda özellikle Rusya ile yoğun politik çekişmeler sürmektedir. Rusya hali hazırda kendi elinde bulunan bu tekeli paylaşmak niyetinde değildir. Avrupa’nın kendi enerji güvenliği açısından kaynaklarını çeşitlendirmesi bu konuda Türkiye’yi desteklemesini gerektirmektedir ancak kıtanın içinde bulunduğu ekonomik kriz konuyu öncelikli konular arasından çıkartmıştır. Bu noktada soru Türkiye’nin doğu ile batı arasında enerji koridoru olmak istemesiyle Çin’in büyümesi arasında nasıl bir ilişki olabileceği yönünde olabilir. Doğal gazın dünya ispatlanmış rezervlerinin yüzde 15’ine İran, yüzde 0,8’ine Azerbaycan, yüzde 1,6’sına Türkmenistan ve yüzde 1,7’sine Kazakistan sahiptir. Bu ülkelerin tamamı coğrafi olarak Türkiye’ye yakındır ve bu ülkelerdeki doğal gazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya nakledilmesi son derece mantıklı bir fikirdir. Ne var ki, bu ülkeler için Avrupa’nın haricinde diğer önemli bir pazar da Çin’dir. Çin bu şekilde büyümesini sürdürdükçe ve doğal gaz ihtiyacı hızla arttıkça bu ülkeler için ellerindeki doğal gazın Avrupa’ya aktarımı ikincil öneme, Çin’e aktarımı ise birincil öneme geçebilir. Böyle bir durum ise Türkiye’nin enerji koridoru olma arzusunu baltalayacaktır. Aslında Hazar bölgesi ülkelerinin enerji güvenliği ve pazar çeşitliliği açısından her iki bölgeye de eşit ağırlığı vermeleri mantıklı görünse de eldeki rezervlerin her iki bölge ihtiyaçlarını tam olarak karşılayıp karşılamayacağı bir sorudur. Borular döşenmeden önce incelenmesi gereken önemli teknik bir konu da maliyet açısından bu borulardan geçebilecek yeterli doğal gazın bulunup bulunmadığıdır. Son Söz Ağustos ve eylül ayı PMI endeksi verileri Çin ekonomisinin büyüme oranının yavaş- lama sürecinden vazgeçtiğini göstermektedir. Bunun emtia piyasaları üzerinden küresel ekonomiyi olumlu yönde etkileyeceği kesindir. Avrupa krizi devam ederken ve ABD kaynaklı karmaşalar yaşanırken bu olumlu etki moral düzelten bir faktördür. Doğal olarak istikrarlı bir küresel ekonomi bütün dünya ülkeleri için olduğu gibi Türkiye için de krizli bir küresel ekonomiye tercih edilecek bir durumdur. Ne var ki, Türkiye’nin doğu ile batı arasında enerji koridoru olması hedefleri doğrultusunda politikalarını geliştirirken Çin’in büyüme oranını yakinen takip etmesi gerekmektedir. Büyüyen ekonomisi ile Çin’in doğal gaz ihtiyacı da artacaktır ve bu durum Hazar bölgesi ülkeleri için Çin’i zaten kriz halinde olan Avrupa’ya göre çok daha cazip bir pazar haline getirebilir. Böyle bir durumda Avrupa için hali hazırda Rusya üzerinden var olan boru hatları ile yetinip bölgenin geri kalan doğal gazını Çin’e aktarmayı tercih edebilir. Bu durum ise Türkiye’nin enerji koridoru olma hedeflerinin başarısızlıkla sonuçlanmasına sebep olabilir. Böyle bir ihtimale karşı tedbir olarak Türkiye güneyinde bulunan ve dünya ispatlanmış doğal gaz rezervlerinin yüzde 14,3’üne sahip Katar, yüzde 3,8’ine sahip Suudi Arabistan ve toplamları yüzde 7,3’e karşı gelen BAE., Irak, Suriye, Kuveyt, Bahreyn, Umman ve Yemen alternatiflerini de çok iyi değerlendirmelidir. Bu değerlendirme Türkiye’nin enerji güvenliği açısından son derece önemlidir. 101 YAKIN GEÇMİŞTEN ARAP BAHARINA VE GÜNÜMÜZE İSLAM DÜNYASI Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ SDE Uzmanı Dışarıya karşı gerekli mücadeleyi veremeyen, içeride izlediği politikalarda başarısız olanlar; açlığın, fakirliğin, işsizliğin, çarpık kentleşmenin, gelir dağılımındaki adaletsizliğin, yolsuzluk ve sahtekârlıkların önüne geçemeyenler, koltuklarını korumak için “iç düşman” üreterek kendi halklarını karşılarına almışlar, toplum üzerindeki baskıyı gittikçe arttırmışlardır. Bu durum totaliter rejimlere ve krallara karşı halk nezdinde gittikçe artan bir nefret ve öfke birikmesine neden olmuştur. GENEL B atı kolonyalizminin damgasını vurduğu geçmiş yüzyıl, Batı’dan ithal edilen siyasal, ideolojik ve kültürel kimliklerin Arap ve İslam dünyasına dayatıldığı kaoslu bir dönem olmuştur. Bu dönemde Arap ve İslam dünyası, Batı politikalarının maşası haline gelen kendi elitleri, asker ve yöneticileri tarafından sömürgeleştirilmeye maruz bırakılmıştır. Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve Halifeliğin kaldırılması, İslam dünyasındaki ümmet ruhunu ve kültür birliğini destekleyen dini ve siyasi yapının ortadan kalması anlamına gelmiştir. Aydınlanma değerlerinin ve Modernitenin etkisi altında kalan, kendilerine özgü medeniyet tasavvurunu yitiren elitler, askeri ve siyasi liderler, düşünce, ideal ve icraatlarında milliyetçiliği (ulusçuluğu) ve laisizmi referans almaya çalışmışlar, içerisinden geldikleri halkın değerlerine ters düşmüşler ve gittikçe toplumlarına yabancılaşmışlardır. Bu sömürgeleştirme ve bağımlı hale getirme politikalarına karşı değişik isimler ve ideolojiler altında birtakım tepkisel hareketler ortaya çıkmış, bu hareketler Arap ve İslam dünyasındaki saltanat sahiplerini dış güçlerin maşası olarak değerlendirirken, gelişim, özgürlükler ve refahın önünde engel olarak gördükleri monarşik rejimleri ortadan kaldırmayı veya kontrol etmeyi hedeflemişlerdir.1 1900’lü yılların başlarından itibaren Batı sömürgeciliğine karşı bağımsızlık için yola çıkan hareketler, referanslarını İslamiyet’ten almak yerine ulusçuluk ve laisizmden alarak bir şekilde kısır bir döngünün içerisine girmişlerdir.2 Böyle bir fikrî, kültürel ve siyasî zeminde iktidara gelenlerin kendileri de bir müddet sonra Batılı hale gelirken, geriliğe, fakirliğe, işsizliğe, yolsuzluklara karşı ciddi projeler ortaya koyamamışlar, toplum problemlerinin çözümü noktasında başarısızlığa uğramışlardır. Batılı değerlerin tepeden inmeci jakoben bir üslupla topluma dayatılmak istenmesi, monarşik yapıların gittikçe katılaşmasını, totaliter bir vasıf kazanmasını beraberinde getirmiştir. Kışlakçı’nın da ifade ettiği gibi, bu dönemde (1905-1965) Arap dünyasında devrime yönelik siyasal hareketler, genelde milliyetçi/ ulusalcı ve laik özünü muhafaza etmekle beraber, sosyalizme doğru bir değişim çizgisi izlemiştir. Krallıktan cumhuriyete, liberalizmden sosyalizme doğru bir geçiş istenmiştir.3 Bu dönemde reformu amaçlayan İslâmi hareketler daha çok fikri düzeyde varlığını hissettirmiş, yeteri kadar kitleselleşememiş, henüz mevcut rejimi ve mekanizmaları değiştirebilecek siyasi bir güç oluşturamamıştır. Baas Zihniyetinin İtibar Kaybetmesi ve Yeni Dünyayı Okuyamaması 1967 Arap-İsrail harbinde İsrail’in elde ettiği askeri zafer, Arap dünyasında Batı’dan ithal edilen zihniyetlerin, sosyo-politik ve kültürel yapılanmaların bir yenilgisi olarak telakki edilmiştir. Bu dönemlerde gerek Arap dünyasında ve uluslararası düzeyde meydana gelen hadiseler, gerekse İslam dünyasının iç dinamikleri, modernist Arap milliyetçiliğinin, Baasçılık ve sosyalist eğilimlerin değer kaybetmesine neden olmuştur. İsrail karşısında maruz kalınan mağlubiyet, Filistin meselesine sahip çıkma noktasındaki acziyet, toplumların ekonomik 103 İslam dünyasına karşı samimiyetsiz olanlar, bugün olduğu gibi geçmişte de diktatörlerin ve totaliter rejimlerin ayakta kalması için gizli-açık, dolaylı-doğrudan her türlü desteği vererek tam bir samimiyetsizlik ve çifte standartlık örneği sergilemişlerdir. Demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi öne çıkardıkları değerlerle ters düşseler bile, çıkarcılıkları ve pragmatist politikaları böyle bir çifte standartlığa her zaman için onay vermiştir. ve sosyal problemlerinin çözümünde sergilenen başarısızlık, Arap dünyasındaki monarşik rejimlere karşı güvenin yitirilmesini, iktidar sahiplerinin koltuklarının sallanmasını beraberinde getirmiştir. Dışarıya karşı gerekli mücadeleyi veremeyen, içeride izlediği politikalarda başarısız olanlar; açlığın, fakirliğin, işsizliğin, çarpık kentleşmenin, gelir dağılımındaki adaletsizliğin, yolsuzluk ve sahtekârlıkların önüne geçemeyenler, koltuklarını korumak için “iç düşman” üreterek kendi halklarını karşılarına almışlar, toplum üzerindeki baskıyı gittikçe artırmışlardır. Bu durum totaliter rejimlere ve krallara karşı halk nezdinde gittikçe artan bir nefret ve öfke birikmesine neden olmuştur. Elitlerin ve toplumun belirli bir kesimi hoşnutsuzlukların ve sıkıntıların çaresini Arap milliyetçiliğinde (Baasçılıkta) ararken, diğer bazıları için Marksizm ve sosyalizm, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla gücünü kaybedene kadar bir kurtuluş ümidi olmuştur. Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle Doğu Avrupa’daki totaliter rejimlerin birbirinin arkasından peş peşe düştüğü bir dönemde, Arap ülkelerinin elit ve 104 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 yöneticileri Soğuk Savaş sonrasının dünya şartlarını yeterince okuyup değerlendirememişlerdir. Dünyanın kademeli olarak baskıcı sistemleri bırakıp özgürlükçü bir yapıya doğru evirildiğini idrak edememişlerdir. Seksenli-doksanlı yıllarda, İspanya, Portekiz, Yunanistan gibi Avrupa devletlerinde, daha sonra Latin Amerika ve Güney Amerika’daki birçok devlette askeri sistemler ortadan kaldırılarak demokratikleşme yönüne gidilmiştir. Benzer durum, demokratikleşme yönünde geçiş sürecine giren Afrika ve Güney Doğu Asya’daki yönetimler için de gerçekleşmiştir. Ne var ki, aynı gelişme Arap dünyası için söz konusu olamamıştır.4 Zaman zaman baskıcı ve totaliter rejimlere karşı “intifada” olarak isimlendirilen tepkisel hareketler ortaya çıksa bile, bunlar kitlelere mal olan top yekûn bir demokratikleşme hamlesine dönüşememiştir. Sömürgelerinin elinden gitmesini istemeyen global aktörler ve güçler, onların dümen suyuna girerek çıkar işbirliği içerisinde olanlar, İslam ve Arap dünyasındaki halkların iradesinin yönetime yansımasını; şeffaf, açık ve demokratik yönetimlerin oluşmasını hiçbir zaman için istememişlerdir. İslam dünya- sına karşı samimiyetsiz olanlar, bugün olduğu gibi geçmişte de diktatörlerin ve totaliter rejimlerin ayakta kalması için gizli-açık, dolaylı-doğrudan her türlü desteği vererek tam bir samimiyetsizlik ve çifte standartlık örneği sergilemişlerdir. Demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi öne çıkardıkları değerlerle ters düşseler bile, çıkarcılıkları ve pragmatist politikaları böyle bir çifte standartlığa her zaman için onay vermiştir. Bir de kendilerini mazur göstermek için her fırsatta “İslam’la demokrasinin bir arada olamayacağı, Müslümanların demokratik bir rejim kuramayacakları, Müslüman toplumlarda çoğulcu bir anlayışa, inanç ve din hürriyetine yer olmadığı” şeklindeki iddialarını seslendirerek İslam dünyasını töhmet ve baskı altında tutmak istemişlerdir. Arap Baharı’nı Hazırlayan Belli Başlı Sebepler Körfez harbinde ABD’nin Kuveyt’i bahane ederek Irak’a saldırması, yüz binlerce insanın katledilerek büyük bir tahribatın gerçekleştirilmesi; baskıcı rejimler, gerilik, fakirlik, işsizlik gibi durumlar Arap halklarını sindirerek karamsarlığa itmiş olsa bile, gönüllerdeki özgürlük ateşi yanmaya devam etmiş, Ortadoğu başta olmak üzere İslam dünyasında ABD, İsrail ve Batılı müttefiklerine karşı gittikçe biriken bir öfke durumu ve tepkisellik oluşmuştur. 2000’li yılların başında İsrail Devlet Başkanı Ariel Şaron’un Mescid-i Aksa’ya düzenlediği provokatif girişim intifadayı tetiklemiştir. Ancak malum olduğu gibi çok zaman geçmeden 11 Eylül hadisesi gerçekleşmiş, ABD ve müttefikleri tarafından önce Afganistan daha sonra Irak başta olmak üzere İslam dünyasına karşı bir Haçlı Seferi başlatılmıştır. Milyonlarca Müslümanın katledilmesi, bir o kadarının sakat bırakılması, ülkelerin tahrip edilip yağmalanması, insan haysiyetiyle bağdaşmayacak uygulamalar, Guantanamo, Ebu Gureyb ve benzeri hapishanelerde Müslümanlara yapılan işkence ve hakaretler tahammül sınırının ötesine geçmiş, İslam coğrafyasını âdeta barut fıçısına çevirmiştir. İsrail’in Gazze’ye saldırısı ve ablukası, haksız uygulamalar, yerli halkın tehcire zorlanarak Yahudiler için yeni yerleşim alanlarının oluşturulmaya çalışılması bütün dünyada nefretle karşılanmış, insanlık İslam dünyasına karşı sürdürülen Haçlı Seferinin, sahnelenen oyunların farkına varmaya başlamıştır. Lübnan Hizbullah örgütünün ve Hamas’ın İsrail kuvvetlerini başarısızlığa uğratması, bölgede yeni umutların doğmasına vesile olmuştur. Nihayet İsrail kuvvetleri tarafından Gazze’ye insani yardım götüren Mavi Marmara gemisine uluslararası sularda yapılan saldırı, o gemide verilen şehitler, Türkiye’nin devlet olarak meseleye sahip çıkması ve kararlı tutumu, her yönden ezilmiş ve uzun yıllar boyunca onuru çiğnenmiş Arap ve Müslüman halklar için bir umut ışığı olmuştur. 2011’de Arap Baharı’nın ortaya çıkması, Mavi Marmara olayını takip eden derin bir sessizlik döneminin ardından gerçekleşmiştir. Baskıcı ve totaliter rejimlere karşı Tunus’tan Mısır’a, Libya’dan Yemen’e ve nihayet Suriye’ye kadar eserek bütün bir İslam coğrafyasını etkileyen değişim ve dönüşüm rüzgârı Arap ve İslam dünyası için yeni bir umut olmuştur. Arap Baharı’nın ortaya çıkmasında yukarıda özet olarak işaret ettiğimiz uluslararası ve küresel düzeyde meydana gelen olayların, özgürleşme ve demokratikleşme yönündeki temayüllerin, değişim ve dönüşümlerin etkisi yanında, Arap ve İslam dünyasının iç dinamikleri de etkili olmuştur. Bir zamanlar kurtuluşun ve problemlerinin çözümünün reçetesini Arap milliyetçiliğinde veya Sosyalizmde arayanlar, bu sefer İslam’ı referans almaya başlamışlardır. Camiler, Cuma namazlarından sonra meydanları dolduran, totaliter rejime başkaldırıp direnen kitlelerin sığınak yeri olmuştur. İletişim alanında teknolojinin sağladığı büyük imkanlar, bütün engellemelere rağmen facebook ve twitter gibi sosyal medya üzerinden gerçekleştirilen haberleşmeler rüzgârın etkisini artırmıştır. Fırtınanın etkisiyle Ortadoğu’da taşlar yerinden oynamış, yüzyıllık düzen bozul- ma noktasına gelmiştir. Artık geçen yüzyıla ait politik düzenin sürdürülmesi imkânsız gibi gözükmektedir. Arap Baharı Konusunda Küresel Güçlerin Tutumu Ancak işlerin ne yöne doğru evirileceği ve sonuçlanacağı noktasında küresel aktörlerin tutumu etkin olmaktadır. Nitekim İslam’ın demokrasiyle beraber olamayacağı (!) söylemini dillendirerek “Medeniyetler Çatışması” tezlerini gündeme getirenler, İslam dünyası ve Müslümanlar söz konusu olduğunda her zaman olduğu gibi çifte standartlı bir politika izleyerek kendilerini bitirme pahasına Afrika’dan Ortadoğu’ya ve Körfez’e kadar uzanan demokratik talebe darbelerle karşılık verme yönüne gideceklerdir. Dün İslam dünyasına karşı Haçlı Seferi ilan edenler, çıkarlarının ellerinden gitmesini istemeyenler, Müslümanların kontrolünde bir demokrasi görmek yerine, kendilerine bağlı diktatörlerin, totaliter rejimlerin yönettiği bir Afrika ve Ortadoğu görmek istiyorlar. Bunun için kendi kontrol ve inisiyatifleri dışında gelişecek 105 Şu var ki söz konusu global aktörler, gözlerine taktıkları gözlüklerle bir türlü İslam’ın özüne intikal edemeseler de, maddi çıkarlarının devam ettirilmesi ve sömürü politikaları için Müslüman dünyayı iyi okumakta, bu dünyanın zaaflarını ve zayıf noktalarını iyi tespit etmektedirler. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de İslam dünyasının kabilecilikle, etnik milliyetçilikle, mezhepçilikle, dini fanatizm ve tekfir zihniyetiyle ilgili zihniyet problemleri ve yaşamakta olduğu sıkıntılar mevcuttur. Hâlbuki İslam, insan ve toplum ilişkilerinde nesne konumundaki kimlikleri değil, iman, ahlak ve evrensel anlamda insani değerleri oluşturan ilke ve prensipleri esas almaktadır. Küresel güçler İslam dünyasını kendilerine mahkum etmek için söz konusu kimlikler üzerinden ötekileştirme ve kışkırtma yaparak demokratik kazanımları geriye vurdurmaya; istihbarat paylaşımı, maddi destek ve silahlandırma yoluyla kaos, kargaşa, darbe, terör ve çatışma ortamları yaratmaya çalışmaktadırlar. Mali’den Sudan ve Somali’ye, Libya ve Tunus’tan Mısır’a ve Körfez ülkelerine, Türkiye, İran ve Irak’tan Suriye’ye ve Lübnan’a, Afganistan’dan Pakistan ve Hindistan’a kadar her yerde bu çirkin politikanın izlerini ve yansımalarını görmekteyiz. Bu noktada, Mısır’da küresel desteğe sahip darbecilere karşı silaha ve şiddete başvurmayarak dünya kamuoyunda darbecileri mahkum etme başarısını gösteren Müslüman Kardeşler tecrübesini önemsediğimizin altını çizmeliyiz. Maalesef Suriye’de kurulan tuzak işletilmiş, demokrasinin ikame edilmesi ve istikrar ortamının oluşması için gereken müdahale zamanında yapılmamış, ülkenin iç harbe götürülmesi istenmiştir. Küresel güçler için Suriye’ye demokrasinin gelmesi değil, referansını İslam’dan alan hareketlerin iktidar olmalarının engellenmesi önemli olmuştur. Sonuç ve Yapılması Gerekenler Mevcut şartlar muvacehesinde Arap ve İslam dünyasında demokratik rejimlerin yerleşerek uzun yılların birikimi siyasal, iktisadi ve toplumsal problem- lerin kısa zamanda çözülmesini, kaos ortamlarının sona ererek istikrarın gelmesini beklemek çok fazla iyimserlik olur. Müslüman halkların ve toplum önderlerinin İslam’ın asli kaynaklarına, tarihe ve Sahabe ruhuna dönerek söz konusu zihniyetleri aşmaları gerekmektedir. Bu nokta (ilkeler ve prensipler üzerine kurulu İslami değerlerin içselleştirilmesi), ümmet ruhunun, kardeşliğin, birlik, beraberlik ve dayanışmanın tesisi için olduğu kadar, Müslümanların beşeriyetin geliştirdiği aklı selime, sağ duyuya, fıtrata, ilahi vahyin, ahlakın ve hukukun özüne uygun evrensel tecrübelere açılıp onları içselleştirmeleri yönünden de elzem gözükmektedir. İslam medeniyetinin yükselişe geçerek tekrar tarihteki ihtişamlı yerini almasının; sadece İslam dünyasının değil, bütün insanlığın kurtuluşunun anahtarı bu noktada yatmaktadır. Bu amaca matuf olarak fikri ve ilmi merkezlerin oluşturulması, entelektüel ve akademik düzeyde işbirliği ve ortak çalışma ortamlarının hazırlanması, sivil toplum örgütlerinin sürece dâhil edilmesi, farklı dillerde yapılacak dini nasihat ve irşad faaliyetlerinin bu hedefe teksif edilmesi önemlidir. İslam dünyasına örnek olmak durumunda olan Türkiye, bu konularda öncü olmak durumundadır. Dipnot 106 1 Bu konuda geniş bilgi için bk. Turan Kışlakçı, Arap Baharı, Mana Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2012, s. 15-29 2 Arap milliyetçiliği hakkında geniş bilgi ve değerlendirme için bk. Fethi Yeken, İslam Işığında Hareket ve İdeolojiler, Ravza Yayınları, s. 105-131 3 bk. Kışlakçı, a.g.e., s. 18-21 4 bk. Kışlakçı, a.g.e., s. 33-35 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 SDE’DEN ORTA ASYADA İKİNCİ ADIM KAZAKİSTAN – TÜRKİYE İLİŞKİLERİNİN GELECEĞİ SEMPOZYUMU SD HABER hiçbir harekete hayat hakkı tanımak istemiyorlar. Türkiye’de meşru iktidarı düşürmek için mezhep üzerinden kışkırtıcılık yaparak bir ayaklanma tertibi içerisine teşebbüs etmeleri, Mısır’da Müslüman kardeşleri iktidardan uzaklaştırmak için darbe yaptırmaları, Tunus’u karıştırmaya devam etmeleri, Lübnan’da suikast yaptırmaları, işlediği bütün katliamlara ve insanlık suçlarına rağmen Suriye rejimine gizli-açık destek vermeleri bundandır. Haber: M.Fatih SEZGİN Stratejik Düşünce Enstitüsü ve Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi tarafından ilki Mayıs 2013’te Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te düzenlenen toplantıda, Türkiye’nin Kırgızistan ve Orta Asya ile ilişkileri konusu ele alınarak, siyasi ilişkilerden kültürel işbirliğine, ortak ticaret hacminden, jeopolitik dengelere kadar ikili ilişkileri tahlil eden bir sempozyum düzenlenmişti. Konuşmalardaki ortak payda ise Orta Asya siyasetinin Rusya, Çin, ABD ve Türkiye arasındaki ilişkileri olmuştu. Bölgesinde ve küresel düzeyde, siyasal bir güç olarak beliren Türkiye ile bağımsızlıklarını dünya tarihi açısından değerlendirildiğinde çok kısa bir süre önce kazanmış, bununla birlikte siyasal anlamda başarılı bir kurumsal yapı oluşturabilmiş, bölgelerinde önemli bir aktör haline gelmeyi başaran Orta Asya ülkeleri ile aramızdaki ilişkiler, siyasal ve ekonomik boyutun yanı sıra kültürel bir boyut da içermektedir. Cumhurbaşkanı Özal’ın 1991 Nisan ayında gerçekleştirdiği Rusya-Ukrayna ve Kazakistan’ı içeren Sovyetler Birliği gezisinin ardından Orta Asya ülkeleri ile ekonomik ve ticari işbirliğine dair bir protokol imzalanmış, ardından yine Ankara’da imzalanan Eğitim-Kültür ve Bilimsel değişim protokolü izlemiştir. Türkiye’nin Orta Asya politikası, bölge halklarıyla geçmişten gelen bir akrabalığa dayanır. Tarihsel kırılmalar her ne kadar uzun bir politik kopukluğa sebep olmuş ise de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bağımsızlığını ilan eden Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetlerini tanıyan ilk devletin Türkiye olması, bölge halkları ile Türkiye arasındaki kopukluğu ortadan kaldırmıştır. Böylece Türkiye, Türk Cumhuriyetleri ile siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkiler geliştirirken çeşitli anlaşmalar ve projeler de hayata geçirmeye başlamıştır. Bu bağlamda, Türkiye’nin bölgeye yönelik politikasının seyri ve olası sonuçları üzerinde değerlendirme yapılması iki ülke açısından oldukça önemlidir. 1-2 Kasım 2013 tarihleri arasında Ahmet Yesevi Uluslararası Türk Kazak Üniversitesi’nin Almatı’da yerleşik Avrasya Araştırma Enstitüsü (AAE) ev sahipliğinde, Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) ve Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi (ATAM) işbirliği ile Kazakistan - Türkiye ilişkilerinin diplomatik, ekonomik, sosyal ve kültürel anlamda tartışılacağı ve bu ilişkilerin daha ileri seviyelere taşınmasının yollarının aranacağı ve böylece Türkiye’nin Orta Asya stratejisine yönelik önerilerin sunulacağı bir uluslararası sempozyum düzenlenecektir. Sempozyum ile ilgili haber, makale, röportaj ve sonuç bildirgesini Dergi’nin bir sonraki sayısında takip edilebilirsiniz. 107 DİNSEL İTİBARIN MODERN TEMSİLLERİ Dr. Necdet SUBAŞI Din Sosyologu Yeni nesil temsil kategorileri, her şeyden önce modern olanın prensipleriyle iç içe geçmiş durumdadır. Böylece bireyselleşme, sekülerleşme ve tüketim kültürünün parçası olma çabası içinde dinin de tanıtımı yapılmakta, farklı seksiyonlarda dini olanın modern veçhelerine atıfta bulunularak onun hayatla bağı canlı tutulmaya çalışılmakta, dinamik ve geliştirici yapısından çok arkeolojik ve spritüal özelliklerinden medet umulmaktadır. İ GENEL slam dünyası da diğer kadim dünyalar gibi son iki yüzyılı derin sarsıntı ve çalkantılarla geçirdi. Geleneksel yapılar önemli ölçüde sorgu(lama)ya alındı. Yeni değerlerin yapılandırılmasında birer ayak bağı olarak görülen hemen her şey ya devre dışı bırakıldı ya da ciddi anlamda gözden düşürüldü. Değişimin maliyeti her zamankinden yüksek oldu. Umulduğunun aksine son iki yüzyılın birbirini tetikleyen süreçlerinde dönüşüm yumuşak bir geçişlilikten çok radikal devinim stratejisiyle ilerledi. Zihniyet yapıları altüst oldu, entellektüel ilgilerin her biri hiç de kısmi sayılamayacak yerinden olmalarla gündelik yaşama alanlarında tar-ü mar oldu. Bu ayrışmalar birkaç noktayla sınırlı kalmadı. Küresel düzeyde derin saflaşmalar, kayıplar, telafisi imkânsız aşınmalar yeni zamanların kaçınılmaz bir kaderi olarak kabul edildi. Bu bağlamda birbirinden farklı iklim ve zaman dilimleri hakkında birinden öbürüne tabi olmadan karşılaştırma yapmak imkânsız olsa da ortaya çıkan sonuçların vahametini fark etmek zor de- ğil. Görünen o ki bugün artık bambaşka bir dünyada yaşıyor ve soluklanıyoruz; “elimizden uçup giden dünya”ya hayıflananlar olduğu gibi, geçmişin izini sürmek istemeyenler de az değil aramızda. Sosyal hayat, tüm kadrolarıyla kendini modern olarak takdim edenin egemenliğine dâhil oldu. Gündelik hayatın açıklanmasında sıklıkla başvurulan paradigmalar değişmekle kalmadı, içinde yaşadığımız dünyayı anlama çabasıyla başvurduğumuz temel kabullerimiz de, belli başlı referans alanlarımız da mevcut durumu anlamaya yönelik bir çaba sarf edilmedikçe marjinal birer tercihten öteye gitmeyen sıklıkla “nevrotik” sayılan bir halüsinasyon olarak kodlandı. Algılar, metinler, yaşam pratikleri, tarz ve düşünüş biçimleri de bu kargaşadan nasibini almakta gecikmedi. Bugün bambaşka bir dünyada yaşıyoruz, bu tartışılmaz bir gerçek. Fiziksel dünyayla olan ilişkimizde bile ciddi bir hasar oluştu. Bildik evren telakkilerimizin savrulduğunu, eşyayla, doğayla, sahici dünyayla irtibat noktalarımızın, istinat noktalarımızın yerinden oynadığını görmemek mümkün değil. Modernliğin gündelik hayatın hemen her ünitesinde öne çıkan ağırlığı pek çok kişinin ona yüksek bir güç atfetmesine de yol açtı. Nerdeyse tanrısal bir yetkinlik, tasarruf ve güçle ilişkilendirilen modernlik tasavvurunda artık olabilecek her ne varsa bütün bunların kaynağı olarak takdir-i ilahi kavramından uzaklaşmak adeta zorunluluk içeren bir kader oldu. Modernliği bir tür kadir-i mutlaklık içinde tutan bu algı dönüşümü, medeniyet krizlerini de başlatmış oldu. Hiç kuşkusuz bu krizden İslam medeniyeti de nasibini aldı. Yenileşme ve ıslahat çalışmalarıyla başlayan dünyaya dâhil olma çabası, Müslümanları Batılılaşma, modernleşme ve çağdaşlaşma süreçleriyle iç içe bir dönüşüme zorladı. Başta Türk modernleşmesi olmak üzere İslam dünyasının pek çok bölgesinde gerçekleşen çağdaşlaşma adımları, her düzeyde Müslümanları kendi referans 109 Modernliğin gündelik hayatın hemen her ünitesinde öne çıkan ağırlığı pek çok kişinin ona yüksek bir güç atfetmesine de yol açtı. Nerdeyse tanrısal bir yetkinlik, tasarruf ve güçle ilişkilendirilen modernlik tasavvurunda artık olabilecek her ne varsa bütün bunların kaynağı olarak takdir-i ilahi kavramından uzaklaşmak adeta zorunluluk içeren bir kader oldu. dünyalarıyla karşı karşıya getiren zihinsel kargaşalarda belirleyici oldu. Eziklik, özgüven eksikliği, ötekine hayranlık, kendine yabancılaşma vs. gibi hemen her radikal değişme sürecinde tetikleyici birer amil olarak toplumun duygu dünyasını kuşatan bu zeminde Müslümanlar, kendilerine görünen mevcut durumu İslam’la aşma konusunda değişik formulasyonları harekete geçirici arayışlar içinde oldular. Genelde İslamcılık şeklinde tanımlanan bu arayışlar, mevcut durumu bizatihi hakikat olarak algılayan genel-geçer perspektifler içinde İslami olanın sınırlarını belirleme konusunda çaba sarf ettiler. “Batı dışı modernleşme” ve “Müslüman modernleşmesi” gibi kavramsal terkipler, bu arayışların sonucu olarak ortaya çıktı ve bu minvalde modernlik, belirleyici ana mihver olarak yerini hiçbir zaman kaybetmedi. İslam toplumlarında geleneksel temsiller, dini meşruiyetin (şeriat), sosyolojik gerçeklikle (örf) buluşan zemininde hayat buldu. Müslüman toplumun hayatın akışını kollayan, gözeten, kavrayan dilini ulema üretti. Her bir âlim toplumsal statüsünü sadece sahip olduğu bilgiyle ya da onu hayatla 110 STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013 buluşturma gücüyle değil aynı zamanda da kendi hayatına yansıtma çabasıyla da kazanmış oldu. Dinin temel kaynaklarını hatmetme, kavrama ve gündelik gerçeklik içinde bütün bu bilgiyi yaşatma çabasının kuru bir profesyonel bilgi taşıyıcılığından bir adım öteye taşınmasını sağlayan tutarlılık oldu. İslam’ın genel geçer bilgisini gündelikleştiren bu çabanın toplum nezdindeki itibarını perçinleyen de “takva” kavramıyla ancak açıklanabilecek bir sahici yönelim oldu. Süreç içinde örf de doğal olarak Şeriatın uygulamadaki ögeleri arasında yer aldı. Şeriat’tan söz edildiğinde artık sadece bir kök paradigmadan değil aynı zamanda onun değişik zaman dilimlerinde Müslüman toplumlarında deneyimlenen örneklerini de içine katan daha geniş bir alandan da söz edilmiş oldu. Bugünün dünyasında ulemanın geleneksel statüsünün zayıfladığı, yeni bilgi kategorilerinin hatmetme ve taşıma rollerinin ötesine gitmediği rahatlıkla söylenebilir. Ulemanın başından beri dinin temel sabitelerinin hem muhafızı hem de geliştiricisi (içtihad/fetva) olarak üstlendiği tabii rol, statü ve meşruiyet arayışlarında her zaman aranılan bir otorite olarak tebarüz etmekte gecikmedi. Günümüz dünyasında dinsel meşruiyetin sağlanması başlı başına bir polemik konusu olarak görülmeye başlanmıştır. Laik ve sekülerleştirici politikalar ekseninde dinin ve ulemanın rolünün zayıfladığı açıktır. Bununla birlikte eğer ulema varsa ve hala ondan söz edilebiliyorsa, artık trajik bir şekilde ne diyeceği az çok bilinebilir/ kestirilebilir bir kategoriden söz ediliyor demektir. Bir tür “saray bilgini” olarak da değerlendirilebilecek bu tür örneklerin kadim Müslüman tarihinin ulema zincirine dâhil olabileceklerini düşünmek mümkün değildir. Esasen klasik dönem İslam toplumlarında da bu tür meşrulaştırıcılar hep vardı. Ancak günümüz dünyasında üzerinde durulması gereken her hangi bir merciinin kurumsal ya da toplumsal düzenlemelere kalkışırken ulemanın rehberliğine ihtiyaç duyup duymamasıyla ilgilidir. Zaten şatafatlı gösteriler içinde birer figürandan öteye gitmeyen temsili figürlerden de hiç kimse “Şeriat”ın yüksek muhafızlığını yapabilecek bir dirayet, güç ve liyakat beklemiyor. Bugün pek çok Müslüman toplumunda ulema geleneğinin izini sürmeye gayret eden âlimlerin ürettiği yeni stereotipi de her şeyden önce kendilerine tahsis edilen hal ve ahval içinde düşünmeye, fikir beyan etmeye ve tavır geliştirmeye ikna edilmiş durumdadırlar. Bu oldukça şaşırtıcı durumun nedenleri arasında devlet ve hükümetlerin dinle ve dini olanla ilişkilerini hangi minval- de gerçekleştirdiklerinden çok onu kendi evrenlerinde hangi hiyerarşiye tabi kıldıklarıyla ilgilidir. Günümüz Müslüman dünyasında dinin temsillerine ilişkin geleneksel yapılar önemli ölçüde değişikliğe maruz kalmıştır. Âlim prototipinin tarihsel süreç içinde çoğalan örnekleri, ana damar kriterleri korunmak şartıyla İslam medeniyetinin farklı coğrafyalarda ortaya koyduğu temsillere bağlı olarak çeşitlenmiş oldu. Fıkıhtan kelama, hadisten tasavvufa kadar hemen her biri kendi alanında müstakil birer disipline dönüşen ilmî gelenekler, gündelik hayata kendi ulema temsillerini takdim etmekte gecikmedi. Gerek “zahir” gerekse “batın” alanındaki derinlikli tedrisleriyle dikkat çeken âlimler, hem hayatı hem de kendilerini aynı meşruiyet kalıpları içinde açıklamak zorundaydılar. Bu yüksek tutarlılık gerektiren tutum, onların toplumsal itibarlarını pekiştiren, salahiyetlerini emsalsiz kılan bir üstünlük kazandırmaktaydı. Bugün dinsel itibarın aynı süreklilik içinde kazanıldığından, aynı işlevsellik içinde sürdürüldüğünden söz etmek zordur. Yeni iletişim mecraları, modern statü göstergeleri ve dinselliğe her şeyden önce bir tüketim membaı olarak değer biçildiği bir süreçte mevcut durumu bütün boyutlarıyla birlikte ele almak aciliyet kesp etmektedir. Dinin modern dünyadaki karşılığından başlamak üzere, onun maneviyat disiplinleri arasın- da sıkıştırılan değer ve anlam dünyasına yeniden odaklanmak ve bugünün dünyasında dinsel temsilin hangi kriterlere sahip olması gerektiğine dikkat etmek gerekmektedir. Ulema kategorisinin bir şekilde gözden çıkarıldığı bu bağlamda, tamamen zorlayıcı nedenlere bağlı olarak, bu oldukça parçalanmış rol ve statülerin çoğu, modern eğitim kurumlarında eğitim görmüş aydın ve entelektüel (yazar, gazeteci, edebiyatçı) tipolojilerine devrolunmuştur. Metnin aslına vakıf olamayan duygusal bir aidiyet, modernleşme etapları içinde karşı karşıya geldiği sorunların alt edilmesinde çoklukla eklektik, ithal ve romantik bir yönelim içinde sendeleyen İslam’ı ayakta tutmaya çalışmaktadır. Yeni nesil temsil kategorileri, her şeyden önce modern olanın prensipleriyle iç içe geçmiş durumdadır. Böylece bireyselleşme, sekülerleşme ve tüketim kültürünün parçası olma çabası içinde dinin de tanıtımı yapılmakta, farklı seksiyonlarda dini olanın modern veçhelerine atıfta bulunularak onun hayatla bağı canlı tutulmaya çalışılmakta, dinamik ve geliştirici yapısından çok arkeolojik ve spritüal özelliklerinden medet umulmaktadır. Başta Türkiye olmak üzere Müslüman toplumların dünya ölçeğinde farklılaşan ilgi ve temayülleri dikkate alındığında dinsel itibarın bugün hangi yollarla elde edildiği, hangi süreçlere tabi olduğu ve özellikle de ne tür beklentileri karşılamak üzere emek verilmeye değer bulunduğu sorularının cevabına erişmek önem kazanmaktadır. Bugün cevaplanması oldukça zor fakat bir o kadar da gerekli olan bu sorunun, daha derinlikli bir din ve medeniyet analizi için İslam üzerine kafa yoranları seferber etmeye yetecek derecede önemli olduğu, ihmal edilmemesi gereken bir problematik olarak değer kazandığı unutulmamalıdır. Soruyu daha da derinleştirmek gerekirse dinsel itibarın modern temsillerinde “rızayı bari”, “din-i mübin-i İslam’ın neresinde durmaktadır ve Müslüman sosyal bilimciler için bu gerekçe nasıl açıklanmaktadır? Eziklik, özgüven eksikliği, ötekine hayranlık, kendine yabancılaşma vs. gibi hemen her radikal değişme sürecinde tetikleyici birer amil olarak toplumun duygu dünyasını kuşatan bu zeminde Müslümanlar, kendilerine görünen mevcut durumu İslam’la aşma konusunda değişik formulasyonları harekete geçirici arayışlar içinde oldular. 111 KARiKADÜŞ 112 Sinan TAVUKÇU STRATEJİK DÜŞÜNCE KASIM 2013