AZINLIKLAR Fransız İhtilalinin (1789) etkileri, Türk toplumu tarafından yeterince anlaşılamamıştır kanısındayız. Bu nedenle bizler, 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu topraklarını kaybederken, bunu hep Avrupalıların Osmanlıları yok etmek ve bölmek istemeleri görüşüne dayandırırız veya dayandırmak isteriz ve diğer etkenleri göz ardı ederiz. Fransız İhtilalinin Avrupa’ya ve daha sonraki tarihlerde de dünyaya olan etkileri nelerdir? Kısaca, bu etkiler: a- Liberalizm; b- Sosyalizm; c- Milliyetçilik (ulusçuluk) tur. a- Liberalizmin temel amacı devleti yönetenlerin iktidarlarını bireyler lehine sınırlamak ve bireye sahip olması gereken “temel hak ve özgürlükleri” tanıyarak onu etkin devlet otoritesine karşı korumaktır. Bu düşünce, Avrupa devletlerinin Anayasalar kabul etmesine ve Avrupa kıtasında “Anayasalı Monarşi Devletleri”nin kurulmasına neden olmuştur. b- Sosyalizmin etkilerini önce bireylerin ekonomik ve sosyal eşitliği şeklinde kendisini göstermişse de [1830 ayaklanmaları; Karl Marx ve Friedrich Engels’in “Komünist Manifestosu”; Karl Marx’ın “Das Capital”’i gibi, bu yorumların sonucudur.], daha sonra bu anlayış değişmiş ve “bireyin devlet önünde her hangi bir ayırıma tabi olmaksızın “siyasal ve hukuki eşitliği”; “bireyin hukuki ve sosyal güvenliği” şeklinde anlaşılmağa ve uygulanmağa çalışılmıştır. Bu düşünce ve yorumlar günümüz “sosyal devleti”nin, “refah devleti”nin kurulmasında çok önemli roller üslenmiştir. c- Ulusalcılık ise etkilerini “ulusal bağımsızlık” ve “halkın egemenliği” şeklinde kendisini göstermiştir. Bu etkiler, ayrıca, “her ulusun kendi devletini kurması” fikrinin güç kazanmasında da etkili olmuştur. Nitekim, 19. yüzyıldaki Avrupa kıtasındaki savaşlar bu akımın etkisinde yapılmıştır. Avrupa’da sınırların değişmesinde, yeni devletlerin kurulmasında bu akım ve etkileri önemli bir rol oynamıştır. Bu akım, bazı devletlerin sınırlarının değişmesine ve bazı yeni devletlerin de kurulmasına neden olmuştur. Yine bu akım nedeniyle, ayrı ayrı egemenlikler altında yaşayan bazı “uluslar” da devletlerini birleştirme becerisini göstermişlerdir. Ulusçuluk akımı sonucu değişen sınırlar ve yeni kurulan devletler, beraberlerinde, “azınlıklar ve azınlık hakları” sorunlarını gündeme getirmişlerdir. Ulusçuluk akımından olumsuz yönde etkilenen devletlerden biri de, Avrupa kıtasındaki toprakları nedeniyle, “Osmanlı İmparatorluğu”dur. 3 Kasım 1839 tarihli “Tanzimat Fermanı” bu akımın bir sonucu olarak ilan edilmiştir. Fermanın, İstanbul’da bulunan yabancı devlet temsilcileri önünde okunması da bunun diplomatik bir göstergesidir. Ayrıca, bu Ferman dikkatlice okunduğunda, ülkesinde yaşayan gayrimüslim vatandaşlarının bazı haklarını da güvence altına alma çabası ve bunun gerekçeleri nedeniyle, bu vatandaşlarını da “gönüllü vatandaşlar” grubu içine sokma çabası içine girdiği açıkca görülecektir. Osmanlılar, Avrupa kıtasında gelişen ulusalcı akımları tam olarak kavrayamamış olmakla birlikte, bu akıma paralel olarak ortaya çıkan “azınlık hakları” konusundaki gelişmeleri izlemişlerdir. Tanzimat Fermanı bunun neticesi olduğu gibi, 28 Şubat 1856 tarihli Islahat Fermanı da bunun bir sonucudur. Nitekim, Islahat Fermanı’nın ortaya koyduğu din ayrımına dayanan farklılıklar ve farklı muamelelerin ortadan kaldırılacağı konusundaki Islahat Fermanı’na 30 Mart 1856 tarihli Paris Analaşmasında (md. 9) atıf yapılmasının altında yatan nedenlerden biri de budur. Azınlık kimdir ve bu sorun ne zaman ortaya çıkmıştır? Azınlıklar sorunu, yukarıda da ifade edildiği gibi, Fransız İhtilalinin ortaya çıkardığı “ulusçuluk” akımı sonucu devletler asındaki sınırların değişmesi sonucu, dilleri, dinleri ve kökenleri (ırkları) farklı olan insanların, bir diğer devletin egemenliği altında yaşamak zorunda bırakılmaları nedeniyle, bu insanların kendi “öz varlıklarını ve kimlikleri”ni sürdürebilmeleri için onlara tanınmış olan “özel haklar”dır. Nitekim, Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’da toprak kaybına uğradığı savaşlar sonucu imzaladığı barış adlaşmalarında, yitirdiği topraklar üzerinde yaşamak zorunda bıraktığı “Türk kökenli” veya “Müslüman” Osmanlı’ların bu özel haklarının korunması için, yaptığı andlaşmalara hükümler koydurtmuştur. Türkiye’nin gerek Balkanlarda, gerek Kafkaslarda gerekse Orta Doğuda yaşayan “Türk kökenli” insanlarla olan siyasal ve hukuksal ilgisinin altında yatan temel neden de budur. Günümüz gelişmeleri, bir ülke topraklarında yaşayan ve toplumun genelinden farklılıklar gösteren bireylerin sahip oldukları veya olmaları gereken haklarına özel bir ilgi göstermektedir. Bu gelişmeler ve ilgi, toplumlarda “sosyolojik azınlık” ve “hukuksal azınlık” kavramlarının kabulüne ve tartışılmasına neden olmaktadır. Bir toplumda, toplumun genelinden dil, din, ırk vs. nedeniyle farklılıklar gösteren insanlar ve insan grupları “sosyolojik azınlıkların” o toplumdaki varlığının bir kanıtıdır ve bu “sosyolojik bir gerçektir”. Bu grup insanlar “farklılıklarını kendi kimliklerinin bir parçası ve kendilerinden ayrılamaz bir özellik olarak görüyorlarsa” bu durumdaki bireyler günümüz uluslararası standartlarında azınlık olarak kabul edilmektedirler. Devletlerin, bu konumda bulunan ve ülkelerinde yasayan kişileri ve vatandaşlarını “azınlık sayıp saymama konusunda bir yetkileri bulunmamaktadır”. Çünkü, bu tamamen sosyolojik bir vakıadır ve günümüz uluslararası toplumu bu konuda devletlerin olumsuz değerlendirmelerini ilke olarak dikkate almamaktadır. Sosyolojik azınlık gerçeğinin bilincinde olan Avrupa devletlerinin bir kısmı 1980 öncesi bir kısmı da özellikle 1990’lardan itibaren ülkelerinde yaşayan ve “sosyolojik azınlık” grubu içine giren uyruklarına (vatandaşlarına) “bireysel hak” şeklinde haklar tanıyarak “bütünlükleri”ni koruyabilmişlerdir. Ayrıca, bu gruba giren devletler, vatandaşlarını da “zorunlu vatandaşlık”tan çıkarıp onların “gönüllü vatandaş” olmalarına da katkı getirmişlerdir. Avrupa’da bu gelişmeler olurken ülkemizi yönetenler, bu gelişmelerin dışında kalmışlar veya bu gelişmeleri dikkate almamayı yeğlemişlerdir. “Hukuki Azınlık” ise devletlerin, kendi takdirlerine göre veya uluslararası andlaşmalarla, ülkelerinde yaşayan ve kendi uyrukları olan ve sosyolojik azınlıklar grubu içinde bulunan kişilere bu sıfatın tanınmasıdır. Devletin belirli bir grup insanı “hukuki azınlık” olarak kabul etmesi halinde, bu gruba tanınacak “azınlık hakları” konusunda mutlak takdir yetkisi bulunmamaktadır ve bu hakları uyruklarına tanırken “uluslararası standartlara” uyması bir zorunluluktur. Diğer yandan, hukuki azınlık sıfatı bir topluma veya bir gruba bir uluslararası andlaşma ile tanınmış ise, bu durumda bu andlaşmaya taraf olmuş devletlerin uygulamayı siyasal ve hukuksal açılardan denetleme hakları da doğar. Bu Uluslararası Hukukun ve ilişkilerin temel bir ilkesidir. Bu sistem, ilgili devlet taraf olsun veya olmasın, günümüz Avrupa Kuruluşları tarafından da titizlikle ve önemle işletilmektedir. Yeni Türk Devleti, azınlıklar ve hakları konusuyla, Lozan Barış Anlaşmasıyla tanışmıştır. Bu anlaşmanın III. Kesimi (md. 37-45), “Azınlıkların Korunması” başlığını taşımaktadır. Türkiye’de pek çok insan, bu maddelerin Türklere adeta dikte ettirildiği gibi bir düşünce sahibidirler. Oysaki bu maddeler, diplomatik görüşmelere neden olan taslak anlaşma maddelerine Türkiye’nin 18 Aralık 1922 tarihli karşı önerileri doğrultusunda kaleme alınmış ve kabul edilmiştir. Lozan Barış Andlaşması, Türk topraklarında yaşayan azınlıkların ve diğer Türk uyruklarının temel nitelikteki haklarını, dört grup içinde toplamıştır (md. 39). Bu maddeyi titizlikle okurken, her paragrafın başında kullanılan sözcükleri dikate aldığımızda, bunlar: a- Müslüman olmayan Türk vatandaşları (md. 39/1); b- Türkiye’de oturan herkes (md. 39/2); c- Bütün Türk vatandaşları (md. 39/3 ve 4); d- Türkçeden başka bir dil konuşan Türk vatandaşları (39/5). Günümüzde en çok tartışılan ve toplumumuzda tam bir görüş birliğinin oluşmadığı madde, md. 39/ 4 ve 39/5’tir. Bu nedenle bu maddeleri aynen görüşlerinize sunmakta yarar bulunmaktadır. md. 39/4: “Herhangi bir Türk vatandaşının, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın yada her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiç bir kısıtlama konulmayacaktır.” md. 39/5: “Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçeden başka bir dil konuşan Türk vatandaşlarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır.” Yukarıdaki hükümlerin yorumunu sizlere bırakmayı tercih ediyoruz. Lozan Barış Anlaşmasına göre azınlık kimdir sorusunu sorduğumuzda, bu konuda da toplumumuzda tam bir görüş birliğinin olduğunu ifade etmek oldukça güçtür. Türkiye, Lozan Anlaşmasının görüşmeleri sırasında, ilk günden son güne kadar “azınlık” kavramını, din esasına dayandırmağa çalışmış ve bu konuyu Osmanlılardan gelen tarihsel uygulamaya dayandırmıştır. Batılı devletler ise, “azınlık” kavramını tek başına din esasına dayandırmamışlar ve Müslümanlar arasında da “ azınlık grupları”nın bulunduğu görüşüne dayandırmışlardır. Bu görüşlerini ileri sürerlerken, ülkemizde yaşayan “Azeri”, “Çerkez”, “Abaza”, “Arap”, “Kürt” vs. vatandaşlarımızı göstermişlerdir. Taraflar arasındaki görüş farklılığı 9.1.1923 tarihli oturumda bir anlamda uzlaşıyla sonuçlanmıştır denebilir. Buna göre, Batılı Devletler adına konuşan Lord Curzon’un ifadesine gore, Müslüman vatandaşlarımız arasında, sosyolojik vs. farklılıklar nedeniyle, “azınlık” bulunduğu, ancak bunların, İsmet İnönü’nün verdiği kişisel güvenceler ve ona olan güven nedeniyle, Anlaşmanın öngördüğü “uluslararası güvencelerin dışında olduğu” fikri kabul görmüş görünmektedir. Lozan Anlaşmasının bu konuyla ilgili tutanaklarından bu anlaşılmaktadır. Turkiye’nin, Lord Curzon’un bu görüşüne karşı olup olmadığı, tutanaklar okunduğunda, boşta kalmaktadır. Çünkü, bu aşamadan sonra konu, Lozan Azınlıklar Alt Komisyonu görüşmelerinde, kapanmış görünmektedir. Bazı devletlerin bu konulardaki uygulaması hangi yöndedir? Bu konuda “üniter devlet” olarak Fransa’yı örnek almanın doğru olacağı kanısındayız. Çünkü, Fransa’da da, Türkiye’de olduğu gibi tek bir “yasama organı”, tek bir “yürütme organı” ve tek bir “yargı organı” bulunmaktadır. Ayrıca, Fransa, Türk “idare” ve “yargı” sistemlerini önemli oranda etkilemiş devletlerden biridir. Fransız Anayasasına göre, Fransız Cumhuriyetinin resmi dili “Fransızca”dır. Ancak, Fransa’da ayrıca ve resmen “Fransız dilleri” diye yasal bir kavram da vardır. Bu kavram, “yerel” ve “azınlık” dillerini ifade etmektedir. Bu kapsama Alsak, Bask, Breton, Katalan, Korsika, Flaman bölgelerinde yaşayan Fransız vatandaşlarının kullandıkları diller girmektedir. Bu Fransız vatandaşları kendi dillerinde konuşabilmekte, yazabilmekte, yayın yapabilmekte ve hatta eğitim de görebilmektedirler. Fransız Kültür Bakanlığı, 16 Eylül 2001 tarihinde, “Fransız dilleri” kavramını resmen tanımlama yoluna da gitmiştir. Bu belirlemeye göre, bu diller, Fransa toprakları üzerinde yaşanan Fransız vatandaşlarının geleneksel olarak kullandıkları ve hiçbir devletin resmi dili olmayan dillerdir ve bu diller bölgesel veya azınlık dilleridir. Fransız toprakları üzerinde bugün için konuşulan “Fransız dilleri” 16 tanedir ve bu sayıya Fransa’nın denizaşırı toprakları dahil değildir. Bunlar da dahil edildiğinde sayı 75’e ulaşmaktadır. Fransa, ülkesinde azınlık bulunmadığını ifade etmektedir. Bunun nedeni, Fransa’nın sorunun üstesinden “Fransız dilleri” kavramı ve bu dilleri konuşan vatandaşlarına tanıdığı “haklar”la gelmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Fransa bu politikayı izlerken ve vatandaşlarına bazı hakları tanırken, bunları “bireysel haklar” olarak onlara tanımıştır. Ayrıca, Fransa’ya göre bu diller Fransa’nın zenginliğidir ve bu husus Ağustos 2008’de yapılan Anayasa değişikliği ile Fransız Anayasasına da yansıtılmıştır (md. 75/1). Fransa’nın “bölgesel” veya “azınlık” dilleriyle ilgili yasaları Fransa’nın bu konulardaki ilk yasal düzenlemesi Deixonne Yasası (1951) ile gerçekleşmiştir. Bu yasa bölgesel dillerin ve diyalektlerin öğretilmesi ile ilgili bir yasadır. Yasa; Breton, Bask ve Oxitan dillerinin öğretilmesi ve bu dillerde eğitim ile ilgilidir ve ayrıca üniversitelerdeki eğitim ve araştırma faaliyetlerini de kapsamaktadır. 1974 ve 2003 yıllarında belirtilen yasaya eklenen hükümlerle Korsika ve Alsak dilleri de bu kapsama alınmışlardır. Bu düzenlemelerden Korsika ile ilgili olan, kamuoyunda Haby Yasaları olarak bilinen yasayla gerçekleştirilmiştir. Fransa, ayrıca, 1994 yılında kabul ettiği bir yasayla da (Toubon Yasası), yürürlükteki hukukunu günün gereksinmelerine göre genişletme yoluna gitmiş ve bu dillerde eğitimin, ticari ilişkilerin ve hatta kamu hizmetlerinin de yapılabileceğini kabul etmiştir. Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları Azınlık hakları, I. Dünya Savaşı sonrası yapılan Barış Anlaşmalarıyla ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Azınlıklara tanınan haklara saygı gösterilmemesi sonucu çıkan bazı uyuşmazlıklar da Uluslararası Sürekli Adalet Divanı tarafından çözümlenmiştir. Örneğin: Arnavutluk’taki Rum Azınlık Okulları; Polonya Yukarı Silezyasındaki Azınlıkların Hakları, Yunan-Bulgar Toplumları uyuşmazlığı, Polonya Tarım Reformu ve Alman Azınlıkları uyuşmazlığı gibi. Bu uyuşmazlıklardan Yunan-Bulgar Toplumları uyuşmazlığında Divan, azınlık (communitytopluluk) kavramını geniş olarak yorumlama ve bu kavramın unsurlarını belirleme yoluna gitmiştir. Buna göre, belirli bir bölgede yaşayan ve farklı bir ırkları, dinleri, dilleri, görenekleri bulunan ve bu unsurları toplumlarda karşılıklı dayanışmanın bir unsuru olarak gören topluluklar olarak nitelemektedir. Günümüzde, devletlerin üzerinde tam olarak bir görüş birliğine vardıkları bir “azınlık” tanımı bulunmamaktadır. Ancak, unsurlar üzerinde hemen hemen bir görüş birliği bulunmaktadır. Buna göre “azınlık”, vatandaşı bulundukları devletin genel nüfusundan sayı olarak az, onlardan kendilerine özgü nitelikleri nedeniyle farklı olan grupları kapsamaktadır. Bu farklılıklar etnik, din, dil, kültür, gelenek gibi farklılıklarıdır ve bu grubun üyeleri olan bireyler, kendi kimliklerini ve varlıklarını sürdürebilmek için ortaklaşa hareket etmekte ve vatandaşı oldukları devlete karşı kendilerine özgü “kimliklerini koruyabilme” ve “geliştirebilme” haklarını savunmağa çalışmaktadırlar. Dünya Anayasası olarak da niteleyebileceğimiz Birleşmiş Milletler Andlaşmasında “azınlık” kavramının bir tanımı bulunmadığı gibi, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde de böyle bir tanım bulunmamaktadır ve “azınlık haklarından” da söz edilmemektedir. II. Dünya Savaşından sonra azınlık haklarına değinen ilk uluslararası belge Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesidir (1966). Sözleşmeye göre: “ Etnik, dinsel yahut dil bakımından azınlıkların bulunduğu devletlerde, bu azınlıklara mensup kişiler, kendi gruplarının öteki üyeleri ile birlikte, kendi kültür hayatlarına sahip olmak, kendi dillerini açıklamak ve ibadetini yapmak veya kendi dillerini kullanmak haklarından mahrum edilemezler.” (md. 27). Türkiye, bu Sözleşmeyi, Temmuz 2003’te onaylarken bazı beyanlarda ve çekincede bulunmuştur. Türkiye’nin çekincesine göre “Türkiye Cumhuriyeti, Sözleşmenin 27. maddesini, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ve 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Andlaşması ve Ek’lerinin ilgili hükümlerine ve usullerine göre uygulama hakkını saklı tutar.” şeklindedir. Türkiye’nin buradaki amacı, resmi görüşü ve uygulaması doğrultusunda, Türkiye’deki azınlıkları “Hıristiyan, Musevi ve Ermeni”lerle sınırlı tutmaktır. Birleşmiş Milletlerin bu alandaki bir diğer çalışması ise 1992 yılında Genel Kurulun kabul ettiği “Ulusal ya da Etnik, Dinsel ve ilsel Azınlıklara Mensup Bireylerin Haklarına İlişkin Bildiri”dir. Bu bildiri azınlık kavramını tanımlamamakta ancak bu konudaki çalışmalara yön vermeğe çalışmaktadır. Bu kapsamda bu belgenin 1. maddesi değerlendirildiğinde “azınlık” kavramının unsurlarına değinilmektedir ve bu unsurlar etnik, kültürel, dinsel, dil kimlikleridir. Türkiye’nin de üyesi bulunduğu Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütünün de “ulusal azınlıklar” konusunda çalışmaları bulunmaktadır ve bunlardan kanımızca en önemlisi 1990 Kopenhag Belgesidir (md. 31 ve 32). Belirtilen hükümlere göre ulusal azınlıkların herhangi bir ayrıma tabi olmadan ve yasalar önünde, diğer vatandaşlar gibi, tam bir eşitlik içinde temel hak ve özgürlüklerden yararlanma hakları bulunduğu ifade edilmektedir. Ayrıca, ulusal azınlığa dahil olup olmama hususunun bireyin kendi tercihi olduğu da belirtilmektedir. Üyesi bulunduğumuz Avrupa Konseyinde de azınlıklar konusunda çalışmalar yapılmakta ve belgeler kabul edilmektedir. 1993 Viyana Deklarasyonu ve 1997 Strasbourg Deklarasyonu sonucu iki uluslararası sözleşme hazırlanmış ve kabul edilmiştir. Bunlardan biri “Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşmesi” diğeri ise “Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartı”dır. Birinci sözleşme “azınlık” kavramını tanımlamamakta ve “ulusal azınlık” kavramının tanımını da Sözleşmeye taraf olacak ilgili ülkeye bırakmaktadır. Türkiye bu Sözleşmeye, Fransa, Belçika, Lüksemburg, Yunanistan, İzlanda, Andora ve Monako gibi, taraf değildir ve kısa dönemde de bu Sözleşmeye taraf olacağı düşünülmemektedir. Türkiye, Avrupa Bölgesel ya da Azınlık Dilleri Şartına da taraf değildir ve taraf olacağı da düşünülmemektedir.