Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü Rektörü Prof. Dr. Alinur Büyükaksoy

advertisement
20 Kasım 2008 Diploma Töreni Konuşması
Prof. Dr. Alinur Büyükaksoy
Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü
Sayın Mütevelli Heyeti Başkanı,
Sayın Rektör, Sayın Dekan,
Sevgili Genç Meslektaşlarım.
Geçtiğimiz günlerde Mühendislik ve Mimarlık Fakülteniz Dekanı Sayın Prof. Dr. Murat Taylı’dan
mezuniyet töreni için bir konuşma yapma teklifi alınca hem çok büyük bir onur duydum, hem
de büyük bir heyecana kapıldım. Uzun, yorucu ve zahmetli bir öğrenim döneminden sonra
Mühendis ya da Mimar unvanıyla hayata atılmanın eşiğine gelen genç meslektaşlarımla neyi
paylaşmam gerektiğini uzun uzun düşündüm. Bu vesile ile bilimin çok kısa bir tarihçesine göz
atarak bilimdeki gelişmenin düşünce sistemimizde, günlük yaşamımızda ne gibi radikal
değişikliklere neden olduğunu tartışmak istedim.
İnsan, doğası gereği, kendini, varoluş gayesini, yaşadığı çevreyi ve giderek tüm evreni tanımak ve
anlamak yönünde büyük bir merak duymuştur. İnsanın kendi benliğini tanıması ve varoluş gayesini
araştırması metafiziğin kapsamında değerlendirilir. Buna karşın, insanın evreni, doğayı anlaması
yönündeki çabası da bilimin konusunu oluşturur.
Temel bilim ya da kısaca bilim, içinde yaşadığımız evreni anlamaya yönelik çalışmalar sonucu
sistematik bir şekilde toplanmış bilgiler olarak tanımlanabilir. Olaylar arasındaki neden sonuç ilişkisini
kurmak suretiyle genel kavramlara yükselme amacıyla yapılan bilimsel çalışmalar, çoğu kez, hiçbir
yarar gözetmeksizin salt anlama, öğrenme ve merakını tatmin etme amacıyla sürdürülür. Temel
araştırma bir tür “bilinmeyeni arama” uğraşı olduğundan, bunun en çekici ve ayırt edici özelliği de sonu
belli olmayan heyecanlı bir yolculuk, bir macera olmasıdır.
İlk uygarlıkların Dicle-Fırat, Nil ve İndus gibi büyük nehirlerin vadilerinde ortaya çıktığını biliyoruz.
Saban, tekerlekli araba, gemi ve sulama kanalları bu vadilerde yaşayan insanların buluşlarıdır. Refah
düzeyi yüksek olan bu toplumların boş zamanlarını gözlemleme ve öğrenmeye adayan rahip ve soylu
kesimi matematik ve astronominin gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır.
İ.Ö. 3000 yıllarında Mezopotamya diye bilinen Dicle-Fırat vadisinde oluşan Sümer Uygarlığı ve Nil
vadisinde yeşeren Mısır Uygarlığı yazı yazma tekniklerini geliştirmiş, alışveriş işleri basit hesaplama
becerilerinin gelişmesine yol açmıştı. Bu çağlarda, özellikle arazi ölçümlerinde kullanılan geometri
oldukça ileri bir düzeydeydi. ? sayısı, dik açılı üçgene ilişkin özellikler biliniyordu. Astronomide
gözleme dayalı bazı ilk bilgileri, bu arada dairenin 360 dereceye, bir günün 24 saate, 1 saatin 60
dakikaya 1 dakikanın 60 saniyeye bölünmesini de Sümer Uygarlığı’nın mirasçısı Babillilere borçluyuz.
Babil ve Mısır’da gelişen ilk bilim astronomidir. Babilliler özenle topladıkları gözlemleri birtakım
tahminler yapmaya elverişli bir sisteme dönüştürmeyi başarmışlardı. Gök cisimlerinin konum ve
hareketlerindeki belirgin düzenlilik gözlem çalışmalarına büyük kolaylık sağlamaktaydı. Öyle ki
Babilliler bu incelemelerine dayanarak tarım için yararlı bir takvim bile geliştirmeyi başarmışlardı.
Babillilerin aritmetik ve astronomide, Mısırlıların da geometride attıkları adımlar sonraki dönemlerin
bilimsel gelişmeleri için önemli bir başlangıç oluşturmuştur. Ne var ki bu uygarlık insanların beş duyusu
ile, özellikle de görme duyusu ile sağladıkları ölçme verileriyle sınırlı kalmış, açıklayıcı kuramlara
yönelme Grek dönemini beklemiştir.
İ.Ö. 600 yıllarında parlak dönemine ulaşan Grek Uygarlığı’nın en çarpıcı özelliği, düşünmeye ve
tartışmaya nispeten imkan sağlayan toplum yapısı olmuştur. Bu ortamın, felsefe kapsamında bir
etkinlik olarak değerlendirilen bilimin gelişmesi için ne kadar önemli olduğu açıktır. Amaçları dünyayı
anlamak, evrende olup bitenleri birkaç temel ilke çerçevesinde açıklamak olan Grek düşünürlerinin
entelektüel çabaları hiçbir zaman günlük hayatta karşılaşılan zorluklardan kaynaklanmamaktaydı.
Örneğin, evrenin temel niteliğini Thales suda, Aneksimenes havada aramaktaydı. Empedokles tüm
varlıkları 4 unsur dediği toprak, su, hava ve ateşe indirgiyordu. Demokritos ise evrendeki her şeyin
atom denilen görünmez küçüklükte, bölünmez birimlerden oluştuğunu ileri sürüyordu.
Bunların yanı sıra en büyük atılımın matematikte ortaya konduğunu görüyoruz. Babilliler ve
Mısırlılardan kalan çoğu ampirik düzeydeki bilgi birikimi başta Pytagoras ve onu izleyen matematikçiler
tarafından mantıksal ispat yöntemine dayanan kuramsal bir çerçeveye oturtuldu. Geometrinin ölçme
yöntemiyle doğrulanmış tüm önermeleri aksiyom ya da postüla denen az sayıda ilkeden hareketle
mantıksal bir bütünlük içinde ispat edilebilmekteydi. Yine insanın soyut düşünebilme yeteneğinin en
çarpıcı ürünlerinden biri olan irrasyonel sayı kavramı Pytagoras’ın çalışmalarında ortaya çıkmış, daha
sonra da Eksodus ve öğrencileri tarafından yoğun bir şekilde incelenmişti.
Bilime önemli katkılarda bulunmuş Grek filozoflarından biri de Aristotales’tir. Aristotales’in
çalışmalarının astronomi ve fizikteki etkisi 17. yüzyıla gelinceye dek sürmüştür.
Aristotales’ten sonraki dönem Helenistik Dönem olarak adlandırılır. Bu yeni dönemde bilimsel
etkinliklerin
merkezi
Atina’dan
İskenderiye’ye
geçmiştir.
Euclides,
Archimedes,
Aristarchus,
Erastostenes ve Hero İskenderiye’de yetişen en önemli bilginler arasında sayılabilir. Bilimsel yöntem
bakımından en önemli adım bu dönemde atılmıştır: Bu adım gözlemsel verilerle akılcı (rasyonel)
düşünmenin birleşmesidir. Archimedes’in kaldıraç yasası, hidrostatiği, Ptolemi’nin astronomisi de bu
sentezin ürünüdür.
Bu dönem, Roma İmparatorluğu yönetimi altında atılım gücünü yitirmeye yüz tutar ve çok geçmeden
diğer yaratıcı etkinliklerle birlikte bilim de Ortaçağ karanlığına gömülür. Hıristiyan Dünyası Ortaçağ
karanlığında iken bilim meşalesi İslam Dünyası tarafından taşınmıştır. İslam dünyası özellikle tıp,
kimya ve matematik dallarında önemli katkılar yapmış ve bu parlak dönemini 12. yüzyıla kadar
sürdürmüştür.
Daha sonra, bilimde ilk canlanma Rönesans’la birlikte Batı Avrupa’da bazı öğretim merkezlerinin
oluşmasıyla
başlar.
Bu
merkezler
çok
geçmeden
Paris,
Oxford,
Cambridge
ve
Padova
Üniversiteleri’ne dönüşür. Matbaanın ortaya çıkışı ve çeviri yoluyla klasik çağ kaynaklarına dönüş
bilimsel hayata yeniden büyük bir canlılık getirmiştir.
Özellikle Newton ve Leibnitz’in öncülüğünde sonsuz küçükler hesabı (infinitesimal hesap) limit ve türev
kavramlarının ortaya çıkışı analiz, fizik, astronomi ve diğer bilimlerdeki gelişmeyi hızlandırmıştır.
Antik çağlarda matematiğe ithal edilmiş bulunan irrasyonel sayı kavramından sonra cebirdeki en
önemli adımlardan biri şüphesiz 1707-1783 yılları arasında yaşamış bulunan Euler’in “immaginaire” ya
da sanal sayı olarak adlandırdığı i=(-1)1/2 sayısını içeren kompleks sayıların 1831 de Gauss
tarafından sağlam bir matematik temele oturtulmasıdır. Kompleks sayı ve kompleks değişkenli
fonksiyon kavramları matematiğe büyük bir berraklık ve bütünlük kazandırmıştır. Esas konusu gerçek
varlıklar olan teorik fizik ve değişik mühendislik dallarında karşılaşılan birçok problemin kompleks
değişkenli fonksiyonlar kuramının yardımı olmadan çözülememesi çarpıcı bir gerçektir.
19. yüzyılda matematikteki bu gelişmelerin yanı sıra fizikte Faraday’dan başlayıp yapılan çalışmaların
Maxwell tarafından senteziyle gelişimini tamamlayan elektromanyetik teori birçok yeni teknolojinin
gelişmesine yol açmıştır. Bugün elektromagnetik dalgalar telsiz, telefon, televizyon, radar, radyo
astronomi, yön bulucular, uydularla haberleşme v.b. gibi haberleşme teknolojilerinin yanı sıra,
yeraltındaki maden yataklarının araştırılması, tahribatsız muayene, tıp alanlarda da yaygın bir şekilde
kullanılmaktadır.
Fizikte 21. yüzyılın en çarpıcı ve şok edici gelişmelerden biri Einstein’in 1905 yılında ortaya attığı özel
göreceli kuramı, diğeri de Planc, Einstein, De Broglie, Bohr’dan Fermi’ye kadar uzanan geniş bir
yelpazede yer alan en büyük bilim adamlarının ortak çabasıyla 1930’larda ortaya çıkan Kuantum
Kuramı’dır. Burada, düşünce sistemimizde ve doğayı yorumlarken kullandığımız temel kavramlarda
radikal değişikliklere yol açan Özel Görelik ve Kuantum Kuramları’ndan kısaca söz etmek yerinde
olacaktır:
Hem düşünce sistemimizi hem de bilimsel ve teknik yeteneğimizi etkileyen entellektüel çabalarımız
içinde derinlik ve genişlik bakımından en ön sıraya konması gereken kuramlardan birinin özel
rölativite teorisi olduğu hususunda hemen hemen herkesin hemfikir olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Yüz yıl önce ortaya çıkışından bu yana geçen sürede, bilimsel sonuçları ile fizikçilerin yanı sıra
matematikçilerin, kimyacıların ve mühendislerin de yoğun ilgisini çekmiş bulunan bu Teori,
epistemolojik yönüyle de filozofların yakından ilgilendiği ve üzerinde yorumlar yaptığı bir konu haline
gelmiştir.
Einstein'ın yaklaşımı, bugün Lorentz formülleri olarak bilinen temel formülleri Lorentz ve Poincare'nin
daha önce çıkardıkları biçimde veriyor olmasına karşın, temelde, Lorentz ve Poincare' ninkinden çok
farklı olmuştur. O, yüzyıllar hatta bin yıllar boyunca bilincimize yerleşmiş bulunan bazı kavramları
temelden değiştirmemiz gerektiğini söyleyerek, kimsenin göze alamayacağı bir cesaretle işe
koyulmuştur. Örneğin, O'na göre, zaman ve uzunluk, yerleşik kanının aksine, herkes için aynı sayısal
değere sahip mutlak kavramlar değildi. Daha da önemlisi, birbirine göre hareket halinde bulunan
gözlemcilerin ölçtüğü geometrik koordinatlar, ancak zaman parametresi de gözönüne alınırsa birbirine
dönüştürülebilirdi. Benzer durum, tersine, zamanın dönüşümü için de söz konusu idi. Yani, başka bir
deyişle, fizik bakımından uzay dört boyutlu idi.
O günlerde, hemen hemen bütün bilim adamlarının benimsemiş oldukları bir kanıya göre bir etkinin bir
yerden öteye taşınabilmesi için muhakkak bir taşıyıcı ortamın var olması gerekmekteydi. Uzay eter adı
verilen bir madde ile dolu idi. Bütün cisimler, örneğin yıldızlar ve Dünya bu eter'in içinde yüzüyordu.
Işık da eterin titreşimlerinden ibaretti. Ses nasıl havanın titreşimleri şeklinde yayılıyorsa, ışık da eter'in
titreşimleri şeklinde, belirli bir hızla yayılarak uzak yıldızlardan bize doğru geliyordu. Einstein, eter
denen şeyin de gerçek olmadığını, ışığın (ve elektromagnetik alanın) boşlukta, hiçbir maddi desteğe
ihtiyaç duymadan yayılabileceğini gösterdi.
Bu görüşlerle yola çıkan Einstein, ışığın hızının her gözlemciye aynı değerde gözükebilmesi için dört
boyutlu uzay-zaman koordinatlarının bir koordiant sisteminden diğerine (öncekine göre sabit bir hızla
hareket edene) nasıl değişmesi gerektiğini araştırdı. Boyutların kısalması varsayımıyla Lorentz ve
Poincare'nin bulmuş olduğu formüllerin aynısını bulmuştu. Fakat yorumları farklı idi. Örneğin, biraz
önce sözünü etmiş olduğumuz t parametresi, bir koordinat sisteminde Lorentz ve Poincarre’ye göre
sadece matematiksel anlamı olan bir t parametresi iken Einstein’a göre gerçek zamanı
göstermekteydi.
Düşünce hayatımızı ve Fiziği temelden etkileyen bir diğer kuram da Kuantum Mekaniği’dir. Kuantum
Kuramı, Max Planc’ın 1895 yılında karacisim ışımasının “kesikli olarak” kuanta adı verilen bir takım
enerji paketleri aracılığıyla olduğunu öne sürmesiyle başlamıştır. Klasik fiziğin objektif bir dünyanın
varolduğu, gözlemci var olsa da olmasa da bu objektif dünyada fiziksel olayların cereyan ettiği,
gözlemcinin varlığının olayları ve fiziksel yasaları etkilemediği varsayımına karşın, kuantum fiziğinde
gözlemci işin içine en temel düzeyde girmektedir. Örneğin, gözlemcinin hangi gözlemi yapacağına
karar vermesi bir cismin parçacık ya da dalga niteliklerinden birinin öne çıkmasına neden olmaktadır.
Louis de Brogli’nin dalgaların parçacık nitelikleri taşımasının yanı sıra her bir parçacığın da, aynı
zamanda dalga karakteri taşıdığını ileri sürmesi, bir parçacığa ilişkin dalga fonksiyonunun nasıl
yorumlanabileceği problemini de beraberinde getirmiştir. Bunlardan en yaygın olanı “Kopenhag
Yorumu” ya da “Olasılık Yorumu” olup, bu yorumun temelinde fiziksel olarak ölçülebilir bir niceliğe
karşı gelmeyen, kendi başına bir anlam ifade etmeyen kompleks değerli dalga fonksiyonunun mutlak
değer karesinin bir olasılık dağılım fonksiyonu olarak nitelendirilmesi yer almaktadır. Bu yorum
çerçevesinde geliştirilen diğer kavramlar, klasik fizikten bildiğimiz temel ilke ve kavramlara ters gelen
şeylerdir.
Olasılık Yorumu’nun dışında da birçok yorumlar ortaya atılmıştır. Bu yorumlar arasında 1950’li yıllarda
ortaya atılan David Bohm ve Jean P. Vigier’nin “Saklı Değişkenler” yorumu ile fikir babalığını John
Wheeler’in yaptığı ve 1957 yılında Everett tarafından tez çalışması sırasında geliştirilmiş bulunan,
“Paralel Evrenler” yorumu en ilginç olanlarıdır.
Saklı Değişkenler Yorumu, dalga fonksiyonunun aslında bizim kullandığımızdan daha fazla sayıdaki
parametreye bağlı olduğu varsayımına dayanmaktadır. Bu parametrelerden çoğunu fiziksel olarak
algılayamasak ya da gözlemleyemesek bile bu değişkenlerin evrimleşmeyi kontrol ettikleri öne
sürülmektedir.
Paralel Evrenler Yorumu ise olasılıklar arasında bir seçim yapıldığında diğer olasılıkların ortadan
kalkmadığı,
diğer
olasılıkların
da
ölçüm
sonuçlarında
gerçekten
var
olduğu
varsayımına
dayanmaktadır. Olası yollardan bir tanesi seçildiğinde çatallardan birine girilmekte, ikinci ölçüm
yapıldığında da yine bir çatallanma oluşmakta ve bu muhtemel yollardan yine bir tanesi seçilmektedir.
Diğer çatallanmalar da gerçekten varlıklarını sürdürmeye devam etmektedir. Böylece, her gözlem
sonucu gittikçe dallanıp budaklanan çok sayıda evren ortaya çıkmakta ve biz bu olası evrenlerden
sadece birinde yaşamaktayız. İçinde yaşadığımız evrende bulunmamız sadece bir olasılık. Öteki
olasılıklar da, öteki evrenlerde varlıklarını sürdürmekte…
Sonuç olarak insandan başka hiçbir varlıkta bulunmayan soyut düşünebilme yeteneği sayesinde bilim
ve buna bağlı olarak teknoloji korkunç bir hızla ve çoğunlukla da beş duyumuza bağlı algılamamıza
ters gelen bir biçimde gelişimini sürdürmektedir. Kuantum Kuramı’ndaki gelişmeler, gözlemci bilimcinin
de temel düzeyde işin içine karıştığını göstermektedir. Bu da aklımıza, yakın bir gelecekte “Fizik ve
metafizik birbirinden ayırt edilemeyecek bir şekilde birbiriyle kucaklaşacak mıdır?” sorusunu
getirmektedir.
Sevgili Genç Mühendis ve Mimar arkadaşlarım,
Geleceğimizin güvencesi olan sizleri, bilimi ve teknolojiyi kullanan, demokrasiye, insan haklarına
saygılı, erdemli, sorunlara neden-sonuç ilişkisi içinde çözüm üretebilen, araştıran, sorgulayan, etik
değerlere ve ulusal değerlere bağlı, Atatürkçü düşünceyi özümsemiş, bilimin ve aklın yol
göstericiliğinden ayrılmayan, dünyanın her ülkesinde çalışabilecek birikime sahip, sağduyulu çağdaş
bireyler olarak yetiştiğinize inanıyor hepinize yeni hayatlarınızda sağlık, başarı ve mutluluklar
diliyorum.
Saygılarımla
Download