müslümanların sorunları

advertisement
ISSN: 2147-3862
Sayı:
411 – MART 2013
MÜSLÜMANLARIN
D U R U Ş SORUNLARI
Mali’de Neler Oluyor?
ABDULLAH PAMUK
Zamanla Değişmeyenler
HÜSEYİN BÜLBÜL
Beşerî Sistemler ve Müslümanlar
HİKMET ERTÜRK
Tevhid Ertelenir mi?
Aylık Dergi 6 TL
FATMA CEREN
İktibas
YIL: 33
SAYI: 411
MART 2013
ISSN: 2147-3862
KURUCUSU
Ercümend ÖZKAN
SAHİBİ
Anlam Basın Yayın
San. ve Tic. Ltd. Şti. Adına
Zafer ÇAM
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Hüseyin BÜLBÜL
YAYIN KURULU
Abdullah PAMUK
Memduh KARS
Hamdi KILÇADIR
Köksal AKYILDIZ
İSTİŞARE KURULU
Murat KİRİŞÇİ
Mustafa BOZACIOĞLU
Mustafa ATAV
İçindekiler
Selam İle.......................................................................................... 3
Yorum
Mali/ Afrika’da Neler Oluyor? ................................................... 4
Abdullah Pamuk
Kavram
Davranışların Değer Ölçüsü .................................................... 10
Düşünce
Gerçek Umutlar İçin ................................................................. 13
Atasoy Müftüoğlu
Zamanla Değişmeyenler .......................................................... 17
Hüseyin Bülbül
Müslümanların Duruş Sorunları Bağlamında “Sistem-İçi”
Mücadele .................................................................................. 21
A. Burak Bircan
Beşeri Sistemler ve Müslümanlar............................................ 28
Hikmet Ertürk
Müslümanların Duruşlarındaki Farklılıklar. .......................... 31
Ali Araf Arat
SANAT-EDEBİYAT
Elif İSMAİLOĞLU
Tevhid Ertelenir mi? ................................................................ 35
KAPAK – DİZGİ – TASARIM
İktibas
Vazgeçmek ................................................................................ 37
BASKI
Bizim Repro Ltd. Şti.
Büyük San. 1. Cd.
No: 99/2 İskitler/ANKARA
0312 341 10 20
YAYIN TÜRÜ
Yerel Süreli Yayın
YILLIK ABONE
2013 Yılı (409 ila 420. Sayılar)
Yıllık: 60 TL, Öğrenci: 40 TL.
Yurtdışı: 45 Euro
e-Dergi (PDF): 30 TL.
HAVALE İÇİN
ANLAM Basın Yayın Ltd.
Akbank Ankara Mithatpaşa Şubesi
IBAN: TR97 0004 6003 5488 8000 0158 08
TL için
: 0015808 nolu hesap
Euro için : 0041388 nolu hesap
Yurt Dışı : Koksal Akyildiz
Banka Adı : Sparkasse Essen
Konto Nummer: 8157059
BLZ 36050105
IBAN: DE62360501050008157059
POSTA ÇEKİ HESABI
Anlam Basın Yayın Ltd. Şti.
Posta Çeki: 150179
İLETİŞİM
Tuna Cad. 14/3 06420 Yenişehir/ANKARA
Tel: (0312) 435 37 60 Fax: 435 37 61
Dergimizde yayınlanan yazılardan
yazı sahipleri sorumludur.
web: www.iktibasdergisi.com
e-mail: iktibas@yahoo.com
Fatma Ceren
Aykut Akça
PKK, Bir Yahudi Kuruluşudur (Rapor).................................... 39
Prof. Dr. Mikâil Bayram
Keramet .................................................................................... 43
Saadettin Merdin
Bir Kitap - Bir Alıntı
Ankara’da Kırkbeş Yıl ............................................................... 47
Süleyman Arslantaş/SÖYLEŞİ: Yeniden Millî Mücadele ve Hizb-ut Tahrir
Otuz Yıldır Duruşunu Bozmadı............................................... 50
SÖYLEŞİ: Özgün Duruş Gazetesi
Mektuplara Cevaplar
Kimin Şerrinden Allah’a Sığınmalıyız ..................................... 53
Hüseyin Bülbül
Sanat – Edebiyat
Flânör ....................................................................................... 58
Mehmet Mortaş
Modern Şehirde Aykırı Düşünceler ......................................... 59
Dr. M. Akif Şahin
Pazar Yeri ve İslâmcılık ............................................................ 60
Fatma Ceren
Gündem
Mali’nin Geleceğini Kafalarına Göre Yeniden Dizayn Ettiler 63
Timetürk
Mali’de Gördüklerim ‘Merci Hollande’ .................................... 64
Serhat Orakçı / Dünya Bülteni
Abant Platformu Sonuç Bildirgesi Açıklandı .......................... 66
Zaman Gündem
Türkiye’den CIA’ya Örtülü Destek İddiası’ .............................. 71
Timetürk
Selam İle
Merhaba değerli okuyucularımız...
Geçmişimizi etkilediği gibi hâlimizi
de derinden etkileyen ve geleceğimizi
de ipotek altına alma potansiyeline
sahip Müslümanların düşünsel/itikadi ve siyasi duruş sorunları müzmin
bir hastalık olarak yeniden nüksetmiş durumda. Üstelik günümüz
şartlarında çok daha ağır seyreden
bu hastalığın tanısı ve tedavisi
konusunda kararlı bir tavrın, net bir
duruşun gösterildiğini de söyleyebilmek çok güç.
Müslümanların (sorunlu) tarihine baktığımızda düşünsel/itikadi
sorunların büyük bir kısmının tetikleyicisinin siyasi ihtilaflar olduğu
görülecektir. ”KUR’AN merkezli” din
anlayışı yerine güç/iktidar merkezli
din algısının çekiciliğine kapılan siyasi iktidarların kendi meşruiyetleri
için kullanışlı gördükleri bu sorunlu
düşünceleri güçlendirip kurumsallaştırmaları ile karşımıza tarihsel/
geleneksel bir din anlayışı çıkmış ve
Müslümanların zihinlerine hâkim
olmuştur. Tarihsel din algısının güçlü
etkisine ve açmazlarına karşı ”öze
dönüşçü” çizgide oluşturulan olumlu
atmosfere rağmen son dönemlerde
yaşanılan konjonktürel gelişmelerin
insanımızın kafasını karıştırdığı, düşünsel savrulmaların yanı sıra siyasi
duruş olarak kabul edilmesi mümkün
olmayan bir pozisyona taşıdığı da bir
gerçektir.
Modernist, post-modernist felsefenin/değerlerinin, kavramlarının
hâkim olduğu günümüz dünyasında
Müslümanların duruş sorunlarının
çok daha yakıcı ve derin bir etkiye
sahip olduğunu tesbit etmemiz
gerekmektedir.
“İdeolojik savaş”ın tüm boyutlarıyla
yaşandığı, Batı medeniyeti karşısında
insanlığa tek alternatif çıkışı sunma
potansiyeline sahip Müslümanların düşüncelerinin/zihinlerinin
kuşatılmaya çalışıldığı ve bunun
için her türlü sofistike yöntemlerin
kullanıldığı bir dünyada yaşamaktayız. Bu çarpıcı gerçekliğe karşın ciddi
düzeyde düşünsel ve siyasi duruş sorunları yaşayan kesimlerin, sorunlu
yaklaşımlarıyla konjonktürel bir çıkış
arayışı içine girdikleri ve bunun da
küresel küfür sistemleri için stratejik
öneme sahip bir dururm oluşturması
söz konusudur. Dünyadaki değişim
sürecinde Müslümanların duruşu
stratejik bir öneme sahiptir. Bu
nedenledir ki yeni dünya düzeninin
ideolojik düzleminde bir taraftan Müslümanlar merkeze doğru
yakınlaştırılmaya çalışılırken diğer
taraftan da söz konusu düzenin yeni
düşman konsepti olarak ”İslam”/
Müslümanlar yer almaktadır. Çelişik
gibi görünen bu manzara küresel sistemlere stratejik fırsatlar sunarken
”Müslümanlar”da kafa karışıklığını
ciddi düzeyde arttırmaktadır. Aynı
zamanda bazıları farkında olmasa
da yeni süreç, Müslümanları karşı
karşıya getirecek bir gelişmeye işaret
etmektedir.
yöntemin ortaya çıkardığı, daha
doğrusu besleyip güçlendirdiği duruş
sorunları sadece yaşanılan zamanda
değil orta ve uzun dönemlerde de
İslami hareketleri olumsuz etkileyecek niteliğe sahiptir ve buna karşı
mutlaka düşünsel ve siyasi olarak
net bir duruş sergilenmeli, aktörlerin
aldatıcı görünümlerine bakılmadan
tavır alınmalıdır.
Yeni dönemde ”ulus-devlet”ler arası
ilişkilerin, uluslararası aktörler ve kurumlar eliyle artık çok boyutlu olarak
işletilmek istenildiği bir yapıya doğru
hızla evrildiği görülmektedir. Artık
sınır güvenliğinden çok sınırları aşan
bir güvenlik kavramından söz edilmekte ve bu doğrultuda yeni projeler, politikalar ve stratejiler gündemi
işgal etmektedir. Bu da kaçınılmaz
olarak Müslümanların yaşadıkları
coğrafyalarda ciddi değişim ve dönüşüm süreçleri olarak somutlaşmaktadır. Güya ”zamanın ruhu”na uygun
anlayışlar doğrultusunda yeni yapılar
inşa edilmektedir.
Temel referansı net olmayan, dolayısıyla ilkesel sabiteleri ve mutabakatları konusunda konjonktürel değişimler yaşayanların düşünsel/itikadi
ve siyasi duruşlarında net olmalarını
beklememiz beyhudedir. Ne kadar
aksini iddia etseler de temel konularda duygusal ve reaksiyoner tavırların
ötesini geçemeyenlerde Nebevi bir
mücadele veremezler; uzun soluklu
bir hareketi taşıyamazlar.
Uzun süredir yaşadıkları, maruz
kaldıkları baskı ve zulümlerle/”reel
şartların aldatıcı cazibesi” ile
düşünsel olarak savrulan, ekseni
kayan ve demokratik bir perspektife
demir atan çevreler için yaşanılan
süreç ve eski yapıların yerine ikame
edilen yeni yapıların niteliği çok
önemli, olumlu olabilir. Lakin İslam
anlayışını herhangi bir ideoloji/değerler sistemi ile uyumlulaştırmaya
çalışmanın ne anlama geldiğinin
bilincinde olan Müslümanlar için,
bu durum kabul edilemez temel bir
sapmadır. Çeşitli gerekçelerle, maslahatlarla gündeme taşınan bu sapkın
Müslümanların yaşadıkları coğrafyada son dönemlerde yoğunlaşan ve
hızla güçlenen tüm bu ideolojik saldırılara, ”dine karşı din ” yöntemlerine,
hasılı Müslümanların zihinlerini
kuşatmaya yönelik tüm faaliyetler
karşısında ciddi bir duruş sergilemenin, net bir tavır almanın zamanıdır.
Küçük ihtilaflarla, önlenemeyen
ayrılıklarla birbirimize karşı tepkili
ve tavırlı olmanın ise hiç sırası değil.
Daha önce de dikkatlerinize sunduğumuz gibi ”Müslümanlar yönetimde, ama İslam iktidar değil” ifadesi
net olmayan bir bakış açısının ürünü.
Ancak sorunlu olmasına rağmen üzerinde durulması gereken bu tesbit,
Müslümanların sorunlu duruşlarını
çok çarpıcı bir şekilde yansıtmaktadır. Bu ve benzeri temel sorunlarımızı düşünerek, tartışarak birbirimizi
uyarmamız gerekmektedir. Aksi
takdirde içinde bulunduğumuz şartlar Müslümanları istenilmeyen çizgilere sürüklemekte ve böyle devam
edilirse vahim sonuçlar doğurması
muhtemel gözükmektedir.
Nisan-2013 sayısında buluşabilmek
temennisiyle hepinizi Allah’a emanet
ediyoruz.
3
Yorum
MALİ/
AFRİKA’DA
NELER
OLUYOR?
ABDULLAH PAMUK
Değişen dünya dengeleri bir
taraftan küresel kapitalizmin
önündeki engelleri kaldırıp
sömürü düzenini yaygınlaştırırken diğer taraftan da küreselleşme bazı boyutlarıyla Batı’yı
zorlamaktadır. İdeolojik ekseni
ve parametreleri itibariyle Batı
kaynaklı olan yeni dünya düzenin düşünsel boyutuyla olmasa
da ekonomik boyutuyla Batı’nın
yeniden yapılandırılması gereği
ortaya çıktığı gibi yeni sosyal ve
siyasal gelişmeler de gündemimize girmektedir. Çok kutuplu
bir dünya düzenine doğru hızla
evrilen küresel sistemdeki bu
gelişmeler, aynı zamanda, ciddi
güç kaymalarına, çıkar kavgalarına da neden olmaktadır.
Bu bağlamda Afrika kıtasında bir hareketlilik, değişim
sürecinin tetiklediği dikkate
değer gelişmeler yaşanmaktadır. Öyle ki Afrika kıtasının eski
sömürgeci güçlerinin yanı sıra
dünya ekonomisinin yükselen
güçleri de bu kıtaya ilgilerini
arttırmış, yer altı ve yerüstü
zenginlikleriyle, bakir topraklarıyla ve giderek önem kazanmaya başlayan güneş enerjisi
potansiyeliyle Afrika kıtası yeni
bir çıkar mücadelesine şahit
olmaktadır. Son zamanlarda
Mali, ekseninde gündeme gelen
çatışma, askerî müdahale vb.
gelişmeler de söz konusu çıkar
mücadelesinin yansımalarından
başka bir şey değildir. En çarpıcı
olanı da küresel ve bölgesel
güçlerin desteğinin yanı sıra,
Mali’nin içinden Fransa’nın bu
operasyonuna destek verildiği
algısının dünya kamuoyunda
oluşturulmaya çalışılmasıdır.
4
Fransa’nın son müdahalesi ile
Afrika’da neler olmaktadır?
Neden Fransa’ya bu kadar geniş
bir kesimden güçlü bir destek
verilmektedir? Söz konusu
geniş desteğin içinde küresel
güçlerin varlığı Ortadoğu ve
Afrika’da küresel güçlerle paralel temel politikalara sahip, bu
güçlerle karşı karşıya gelmekten
kaçınan bölgesel güçlerin sessiz
kalmaları nasıl yorumlanmalıdır? Konjonktürün sağladığı
avantajlarla Fransa’nın Mali
ve çevre ülkelerdeki sömürgeci
faaliyetlerini meşrulaştırmaya
yönelik manipülasyon ve algı
yönetimi çabaları karşısında doğru bilgi akışı ne kadar
sağlanmaktadır? Bu ve benzeri
sorulara cevap bulmak, Mali’de
yaşananların arka planını göz
önüne sermek için öncelikle
bazı bilgilere sahip olmamız
ve bunları sizlerin dikkatine
sunmamız gerekmektedir.
Mali, yaklaşık 12 milyon nüfusa
sahip, resmî dili Fransızca olan,
lakin başta Bambara dili olmak
üzere birçok dil ve lehçenin konuşulduğu bir Afrika ülkesi. İnsanının yüzde 90’ı Müslüman,
yüzde 1’i Hıristiyan, yüzde 9’u
da yerel dinlere mensup. Kuzeyinde Cezayir, doğusunda Nijer,
batısında Moritanya ve Senegal,
güneyinde ise Gine, Burkino
Faso bulunmaktadır. Afrika
kıtasının neredeyse tamamında
olduğu gibi Mali’nin sınırlarını
da emperyalist-sömürgeci güçler adeta cetvelle çizmişlerdir.
Son günlerde Afrika’da gelişmeleri etkileyen hususların temelleri: Avrupa sömürgecileri ve bu
sömürgeci güçlerin hesapları
İktibas
YORUM
gereği ülkenin sosyolojik yapısının şekillendirmeye çalışılması
ve bunun doğal sonucu olan
düşmanlıklar üretilmesi gibi
stratejik çabalarıyla atılmıştır.
Çok gerilere gitmeye gerek yok.
Sömürgeci güçler. 20. yy’da
güya kıtadan çekilirken adetleri
olduğu üzere, çıkarlarını ve
hâkimiyetlerini devam ettirebilmeleri ve kontrolü sağlayabilecekleri siyasi yapılanmalar
oluşturdular. Sosyolojik yapıyı
parçalayarak küçük devletçikler
oluşturmakta stratejik yararlar
umdular. Kabilelerden oluşan
toplumsal yapların geleneksel
değerleri ve kimlikleri ile suni
devletlerin modernleşme projelerinin karşı karşıya gelmesiyle ortaya çıkan çatışmanın
sonuçlarını ve kültür emperyalizminin ürünlerini bugün
devşirdiklerini söylersek yanlış
olmayacaktır.
Malum, 19. yy’ın ikinci yarısında Fransa, Batı Afrika’yı işgal
etmiş ve “Fransız Batı Afrikası”
denilen (1895-1958) bir yapılanmaya gidilmiştir. Bölgedeki
sömürge ülkeler bu günkü
adları ile ortaya çıkıncaya kadar
da “Fransız Batı Afrikası” olarak
anılmışlardır. Bu genel ifadenin
içinde Fransız Sudan’ı olarak
anılan bölgede Mali Cumhuriyetinin kurulması 1960 yılında
gerçekleşmiştir. Mali, bir süre
sonra (1962’de) Fransız nüfusundan uzaklaşarak Sovyetler
Birliğine yakın durmuş, (19621968) döneminde ortaya çıkan
ekonomik ve sosyal krizler
nedeniyle kabileler merkezi yönetime karşı ayaklanmışlardır.
Ülke, 1969’da sosyalist çizgiyi
terk ederek İslam Konferansı
Teşkilatı (İKT)’na üye olmuş,
1991’de de çok partili sisteme
geçmiştir. Çok partili yapıya
geçtikten sonra gündeme gelen
halk gösterileri ordu tarafından
kanlı bir şekilde bastırılarak
askerî yönetime geçilmiştir.
1992 yılında yapılan seçim ile
iş başına gelen devlet başkanı
Musa Traore’ye karşı yaptığı
askerî darbe ile yönetime el
koyan Amadon Toumani Toure,
askerlikten emekli olduktan
sonra 2002 seçimi ile iş başına gelmiş, 2012’de de benzer
bir akibet ile (askerî darbe ile)
görevinden uzaklaştırılmıştır.
Hâlen devam eden çatışmalar,
bahse konu askerî darbenin
ardından ortaya çıkan gelişmelerin bir uzantısı olarak değerlendirilebilir.
Gelinen bu safhada Mali’deki
gelişmeleri doğru anlayabilmemiz için bu coğrafyadaki
direniş hareketlerini ve savaşan
güçlerin ne yapmak istediklerini de bilmemiz gerekmektedir.
Alınan bilgilere göre, Fransız
sömürge yönetiminin ardında
bıraktığı ve çeşitli dönemler
yaşayan Mali Cumhuriyeti
devletinin bu ülkede hâkim
olduğu alan, güneyde başkent
Bamako’nun da yer aldığı dar
bir bölge ile sınırlıdır. Geniş
sahrada devlet kontrolünün
çok zayıf olduğu bilinmektedir.
Fransız işgali sonrası ciddi bir
direniş gösteren Tuareglerin etkisinin bu kabilenin altı ülkeye
dağıtılmak suretiyle azaltılmış
olmasına rağmen durum budur.
Fransız sömürgeciliği ve Mali
yönetiminin tüm baskılarına
karşın Tuaregler sahra yaşamının tüm avantajlarını kullana-
19
. yy’ın ikinci
yarısında
Fransa, Batı Afrika’yı
işgal etmiş ve
“Fransız Batı Afrikası”
denilen (1895-1958)
bir yapılanmaya
gidilmiştir. Bölgedeki
sömürge ülkeler bu
günkü adları ile ortaya
çıkıncaya kadar da
“Fransız Batı Afrikası”
olarak anılmışlardır.
Bu genel ifadenin
içinde Fransız Sudan’ı
olarak anılan bölgede
Mali Cumhuriyetinin
kurulması 1960 yılında
gerçekleşmiştir.
rak savaşını çeşitli yapılanmalarla sürdürmektedirler. Askerî
darbeden sonra ayaklanan
Tuaregler ise kuzeyde Timbuktu gibi bazı önemli bölgeleri
kontrol etmektedirler.
Mali’deki direnişçi güçler,
bağımsızlık mücadelesi için
bir araya gelen Azavadlar
(Azavad’ın kurtuluşu için Ulusal Hareket-MNLA) ve İslamcı
Ensaruddin Hareketinden oluşmaktadır. Mağrip el-Kaidesi
ve sayıları az bazı örgütlerinde
bu ittifakın içinde olduğu ifade
edilse de bunların etkinliği
konusunda farklı görüşler söz
konusudur.
Uzun zamandır, Fransız sömürgeciliği ve işgale karşı direnen
İslami unsurların dönüşümü
amacıyla açılan medreselerde,
5
İktibas
Ü
lkenin yer altı
ve yer üstü
zenginliklerini Batılı
şirketlere pazarlayan,
insan kaynağının Fransa
ve İngiltere tarafından
kullanılmasına çanak
tutan malum yönetimler,
günümüzde de “zamanın
ruhu”na uygun benzer
projelerin parçası
olarak işlevlerini
sürdürmektedirler.
Değişen dünya ve bölge
şartları ve post koloniyel
sistemlerin geldiği
bugünkü aşamada
küresel güçler, onlarla
çıkar birliği içinde olan
çok uluslu şirketler ve
küresel kurumların
da desteği yeni
dinamiklerin daha çok
öne çıkarıldığı, ülkenin
koşulları içerisinde “dine
karşı din” yöntemlerinin
yeni versiyonlarıyla
kullanıldığı çok net
görülebilmektedir.
sömürgecilerin güdümündeki
yönetimlerle barışık ve uyumlu
insanlar yetiştirilmiş, böylelikle
geçmişte güçlü direniş gösteren
yapılar zayıflatılarak siyasi taleplerin azalması sağlanmıştır.
Bu gelişmelere tepki olarak, son
yıllarda, yeni nesil İslamcıların
Selefi hareketin etkisine girdikleri ifade edilmektedir.
6
YORUM
Afrika sömürge tarihindeki direniş hareketlerinde öne çıkan
dinamiğin sufi geleneği olduğu
bilinmektedir. Koloniyel sömürgecilik döneminden sonra
bağımsızlıkları (?!) verilen ulus
devletlerin vesayetçi yapılanmalarıyla sömürgeci güçlerle iş
birliği içinde hareket etmeleri
yerel Batıcı aydınların da buna
destek vermeleri, benzerlerine birçok yerde rastladığımız
modernleşme projelerinin
bölgedeki versiyonundan başka
bir şey değildir ve modernleşmenin önünde engel olarak
görülen geleneksel değerler
ve kurumlarla bir taraftan güç
kullanarak mücadele edilirken diğer taraftan da sisteme
entegrasyonlarını sağlamak
üzere her yola başvurmuşlardır. Ülkenin yer altı ve yer üstü
zenginliklerini Batılı şirketlere
pazarlayan, insan kaynağının
Fransa ve İngiltere tarafından
kullanılmasına çanak tutan
malum yönetimler, günümüzde
de “zamanın ruhu”na uygun
benzer projelerin parçası olarak
işlevlerini sürdürmektedirler.
Değişen dünya ve bölge şartları
ve post koloniyel sistemlerin
geldiği bugünkü aşamada
küresel güçler, onlarla çıkar
birliği içinde olan çok uluslu
şirketler ve küresel kurumların
da desteği yeni dinamiklerin
daha çok öne çıkarıldığı, ülkenin koşulları içerisinde “dine
karşı din” yöntemlerinin yeni
versiyonlarıyla kullanıldığı çok
net görülebilmektedir. Bu çerçevede Müslümanların yaşadıkları bölgelerde Şii, Selefi, Sufi ve
liberal çizgide yer alan grup ve
örgütler arasındaki ayrılıkları
derinleştirmek, çatışmaları için
kışkırtıcı faaliyetlerde bulunmak üzere malum güçler her
fırsatı değerlendirmektedirler.
ZAYIFLAYAN DİRENİŞ VE
YENİ SÖMÜRGECİLİK
Hafızamızı tazelersek 18841885 yılları arasında sömürgeci Avrupa ülkeleri arasında
gerçekleşen Berlin Konferansı, Afrika sömürgeciliğinde
bir dönüm noktası olmuştu.
Konferansta Britanya, Fransa, Almanya, İtalya, İspanya,
Belçika ve Portekiz gibi zamanın sömürgeci devletleri, ortak
çıkarlarını korumak üzere bir
strateji belirlemiş ve bu çerçevede bir anlaşmaya varmışlardı. Böylelikle daha önceleri
sömürgeci güçler arasındaki
çekişmelerden faydalanılarak
direnişlerini sürdüren örgütler,
gruplar güç duruma düşmüşler
ve koloniyel tipi sömürgecilik
sistemli bir hâl almıştı. Maalesef günümüzde de sömürgeci
güçler arasındaki ittifaklar,
çıkar birliktelikleri söz konusu
ama bunların ötesinde asıl tehdit, direnişçilerin kafalarının
karışık olmaları ve onların medet umdukları bölgesel güçlerin
de son tahlilde küresel güçlerle
paralel politikalar izlemeleri
onlarla karşı karşıya gelmemeyi
gelecek vizyonları için zorunlu
görmeleridir.
Fransa’nın Mali’ye müdahalesi
ve hava saldırısı sonrası dünya
kamuoyunu şekillendiren,
manipülasyon ve algı yönetimi araçlarını yeni sömürgeci
güçlerin emrine sunan medyada yeni bir politika gündeme
İktibas
YORUM
getirilerek Afrika’da yoğunlaşan
Çin nüfusunun önlenmeye
çalışıldığı iddiaları gündeme
taşındı. Hiç şüphe yok ki Çin’in
son yıllarda hızla büyüyen enerji talebi ve sanayisinin ihtiyaç
duyduğu hammadde ihtiyacı
söz konusudur ve Çin’in bunu
Afrika ülkelerinde temin etmek
istediği bir gerçektir. Bir başka
gerçek de Avrupa ülkelerinin bu
kıtadaki doğal kaynakları, silah
gücü üstünlüğü ve uluslararası
sistemine kendilerine açtığı
alanlardan yararlanarak uzun
süredir sömürdüğü, sömürgeciliğin çeşitli aşamalardan sonra
da yeni dinamikleri kullanarak
bunu devam ettirmek için her
yolu denediğidir. Batılı ülkelerin
ekonomik dar boğazda olduğu
bir süreçte Çin’in öne çıkması
ve son zamanlarda Afrika’da
önemli atılımlar yapması da
doğal bir gelişme. Bu çerçevede
2000 yılında temelleri atılan
Çin-Afrika iş birliği formu (FOCAC) ile “siyasi eşitlik, karşılıklı güven ve fayda ile kültürel
değişim ilkelerine dayanan bir
çeşit stratejik ortaklık kurulması” amaçlanmaktadır. Diğer taraftan ABD, bölgede Pan-Sahel
Projesini hayata geçirdi. 2005
yılında “trans-sahra anti-terör
girişimi” adını alan ve küresel
terör ile savaş kapsamında
oluşturulduğu iddia edilen bu
girişimin asıl amacının Eritre,
Sudan, Çat, Nijer, Moritanya,
Senegal, ‘Mali’, Cezayir, Libya
ve Fas’a kadar uzanan Afrika
coğrafyasında İslami örgütlerin
tasfiye edilmesi ve/veya sisteme entegre edilmesi olduğu
bilinmektedir. Daha öncesi söz
konusu olsa da, 2007’de ilan
edilen AFRICOM’un ise ABD
savunma bakanlığına bağlı
olarak çalışan birleşik kumandanlıkların ‘altıncısı’ olduğu
ve ABD’nin Afrika’daki çıkarlarını koruma amaçlı olarak bu
kıtadaki askerî faaliyetleri için
oluşturulduğudur. Son günlerde
Fransa’nın, Mali’ye düzenlediği
hava saldırısında İngiltere, Almanya, Danimarka ve ABD’n de
lojistik destek aldığı bilinmektedir. Aynı zamanda bir süredir ABD’nin NATO savunma
harcamalarına müttefiklerinin
katkısının arttırılmasını talep
ettiği ve NATO’nun Asya-Pasifik ve ‘İslami terör’ (?!) üzerinde
odaklanması gerektiğini vurgulayarak NATO’nun uluslararası
sistemdeki yeni konumu ve
stratejik hedefine işaret ettiğinin de unutulmaması gerekir.
Mevcut konjonktürde
Fransa’nın Mali’deki müdahalesi konusunda Batı bloğunun çıkar birliği içinde olduğu, ancak
bazı temel konulardaki ortak
stratejilerinin devam etmesinin
yanı sıra çok boyutlu politikaların niteliği gereği zaman zaman
farklı taraflarda yer almaları da
mümkündür. Değişen dünya ve
bölge dengelerinin yeni bir paylaşım savaşı başlattığı coğrafyalarda yükselen güç olarak Çin’in
de öne çıkması kaçınılmazdır.
Lakin Çin’in bu tablodaki yeri
doğru okunmalıdır. Zira daha
çok ekonomik boyutuyla öne
çıkan Çin’in ideolojik ve siyasi
boyutuyla küresel güçlerle rekabet edebilmesi mümkün gözükmemektedir. Ayrıca, Mali’nın
Afrika üzerinden Avrupa’ya
doğru gerçekleşen insan göçü
güzergahında yer almasının
Ç
in’in son yıllarda
hızla büyüyen
enerji talebi ve
sanayisinin ihtiyaç
duyduğu hammadde
ihtiyacı söz konusudur
ve Çin’in bunu Afrika
ülkelerinde temin etmek
istediği bir gerçektir. Bir
başka gerçek de Avrupa
ülkelerinin bu kıtadaki
doğal kaynakları, silah
gücü üstünlüğü ve
uluslararası sistemine
kendilerine açtığı
alanlardan yararlanarak
uzun süredir sömürdüğü,
sömürgeciliğin çeşitli
aşamalardan sonra
da yeni dinamikleri
kullanarak bunu devam
ettirmek için her yolu
denediğidir. Batılı
ülkelerin ekonomik
dar boğazda olduğu
bir süreçte Çin’in
öne çıkması ve son
zamanlarda Afrika’da
önemli atılımlar yapması
da doğal bir gelişme. Bu
çerçevede 2000 yılında
temelleri atılan ÇinAfrika iş birliği formu
(FOCAC) ile “siyasi eşitlik,
karşılıklı güven ve fayda
ile kültürel değişim
ilkelerine dayanan
bir çeşit stratejik
ortaklık kurulması”
amaçlanmaktadır.
7
İktibas
Y
eni Türkiye, eski
gücünde olmasa
da hâlâ bölgede ve
dünyada başat güç
olarak değerlendirilen
ABD ile stratejik
ilişkilerini güçlü bir
şekilde sürdürmekte,
İsraildeki statükocu
yöneticilerin tetiklediği
sorunlara rağmen,
farklı bir düzlemde de
olsa “İsrail’in güvenliği”
konusunun ABD’nin
vazgeçemeyeceği
önemde olduğunun
farkında olarak dikkatli
adımlar atmakta,
İsrail ile ilişkilerin ana
eksenini korumaya
özen göstermektedir.
İkincisi, yeni
Türkiye’nin gerek uzak
Asya ve gerekse de
Afrika politikalarını bu
temel gerçeklerden
soyutlayarak
değerlendirmek,
yüzeysel ve
konjonktürel
yaklaşımlarla konulara
yaklaşmak doğru
sonuca götürmez.
8
YORUM
da bahse konu güçleri rahatsız
eden bir etken olduğu ve son
gelişmelerde etkileyici bir unsur
olarak not edilmelidir.
Yeni konumu ve misyonuyla Türkiye’nin de “yumuşak
gücü”nü kullanarak Afrika’da
etkili olma yolunda ciddi
adımlar attığı bilinmektedir.
Yeni Türkiye’nin Afrika politikası, bölgeyi dönüştürmede
stratejik bir misyona sahip olan
bir devlet olması nedeniyle,
ideolojik bazı boyutlara sahiptir. Dolayısıyla Türkiye’nin aktif
dış politikasını analiz ederken
yeni misyonunu göz önünde tutmak ve bazı gerçekleri
hatırdan çıkarmamak gerekir.
Bu gerçeklerden birincisi, yeni
Türkiye’nin oyun kurucu bir küresel güç olmaktan çok değişen
dünya şartlarının önüne koyduğu imkânlar ve zorlamalarla
hızla merkeze doğru hareketlenen ve bu hareketlenmesinde
de başat etkenin “ılımlı İslam”
ideolojisi ekseninde kendisine
yüklenen misyonu benimseyen
ve bölgesel güç olma ve ötesi
stratejik hedeflerine ancak bu
çizgide ulaşabileceğine inanan
bir devlet olduğudur. Bazıları
hâlâ hatalı okumalarla farklı değerlendirmeler yapıyor
olsalar da Türkiye’yi yönetenler
bu yeni ideolojiyi hazmetmişler
ve bunun gerektirdiği adımlar
atmaktan tereddüt etmemektedirler. Bu bağlamda küresel
güçlerle temel politikalarda
karşı karşıya gelmemeye özen
gösteren yeni derin devlet ve
siyasi iktidar, hangi konularda
inisiyatif almaları gerektiği,
hangi konularda da gereğini
yapmak zorunda olduklarının
bilinci ile hareket etmektedir-
ler. Yeni Türkiye, eski gücünde
olmasa da hâlâ bölgede ve
dünyada başat güç olarak değerlendirilen ABD ile stratejik
ilişkilerini güçlü bir şekilde sürdürmekte, İsraildeki statükocu
yöneticilerin tetiklediği sorunlara rağmen, farklı bir düzlemde de olsa “İsrail’in güvenliği”
konusunun ABD’nin vazgeçemeyeceği önemde olduğunun
farkında olarak dikkatli adımlar
atmakta, İsrail ile ilişkilerin
ana eksenini korumaya özen
göstermektedir. İkincisi, yeni
Türkiye’nin gerek uzak Asya ve
gerekse de Afrika politikalarını
bu temel gerçeklerden soyutlayarak değerlendirmek, yüzeysel
ve konjonktürel yaklaşımlarla
konulara yaklaşmak doğru
sonuca götürmez. Özellikle
burada Müslümanları kontrol
etmek ve Müslümanların yaşadıkları coğrafyadaki menfaatlerini korumak üzere gündeme
gelen ve değişen dünya koşullarının da zorlamasıyla yürürlüğe
konan projelerin niteliğine,
ideolojik eksenine, Müslümanların içinden seçilen aktörlerin
eklektik ideolojilerine dikkat
etmek gerekir. “Geçiş dönemi”,
“konjonktürel şartlar”, “hareket
alanını genişletme” gerekçeleriyle Müslümanlara yönelik bu
“ideolojik savaşı” ıskalamanın
sonuçları ağır olacaktır. Bu
konularda bazı kesimlerin kafa
karışıklıklarının son yıllarda
ne gibi sonuçlar doğurduğunu
da artık görme zamanı geldi de
geçmektedir. Nitekim Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda devam eden değişim ve
dönüşüm sürecinin bölgedeki
örgütlerin ne hâle getirdiği,
kafa karışıklıklarının insanımızı
nerelere taşıdığı ortadadır.
İktibas
Stratejik önemi, küresel ve bölgesel güçlerin hesapları vb. nedenlerle uzun ve kanlı bir süreç
yaşayan Suriye ile ilgili hatalı
okumalara, sürecin ana ekseni
ile hepimizin kalbini sızlatan
boyutlarını birbirine karıştıran
değerlendirme ve yorumlara
karşın küresel küfür benzer
yöntemleri ihtiyaç duyduğu her
yerde devreye sokmaktadır.
Dolayısıyla Mali’de de kimileri,
batılı analistlerin “iki İslamcılığın hikâyesi”nden hareketle
kuzeydeki totaliter olarak
nitelediklerine karşı güneydeki
demokrat, hoşgörülü ve sistemle uyumlu yaşamaya teşne olanları desteklemekteler. Kimileri
ise daha önceki örneklerde
yaptığı gibi Mali’deki gelişmeleri de analiz edip anlamaya,
anlamlandırmaya çalışan bazı
refiklerimizin ‘tabanı olmayan
direnişçilerin açmazlarına ve
‘kurucu bir tez önermeyen’
reaksiyoner, duygusal yaklaşımlarının aldatıcılığına dikkat
çekmesine içerlerlerken sürecin
özünü gündemleştirmekten
kaçınmaktadırlar.
Evet, temelde diğer bölgelerden
farklı olmayan Mali’deki gelişmeleri tartışmalıyız ama son
yıllarda sıkça düşülen yanlışlara
düşmeden, duygusal ve reaksiyoner yaklaşımların aldatıcılığına kapılmadan, temel referansımızın bize sunduğu ilkeler ve
bu ilkelerin yaşanılarak örneklendiği Peygamber pratiklerine
göre, basiretle… „
The Huffington Post
YORUM
9
Kavram
Davranışların
Değer Ölçüsü*
ister bilememe sonucu olsun,
ister tepkisel olarak doğsun
insanın kendisiyle ilgili gerçeği
anlamasında da büyük yanlışlara sebep olmuştur.
Her dünya görüşü kendine has
değer ölçüleri ortaya koymuştur
ya da dünya görüşünün niteliğine uygun düşen değer ölçüleri
vardır. Her konuda olduğu gibi
davranışları değerli kılan ölçüler
de o dünya görüşünün temeldeki niteliğine haizdir. İnsanlar
belirli değer ölçüleriyle hareket
etmekle mutluluk duymayı
amaçlamışlardır. Dünya hayatının mutlulukla dolması birey
(insan)in olduğu gibi toplumların da amacıdır.
Konumuzun bir örnekle anlaşılmasını kolaylaştırmaya çalışalım. Düşününüz ki bir evdesiniz. Şu veya bu şekilde kendinizi
bir evde bulmuşunuz ve hayatınız bu evde geçecektir. İster
istemez sizin hayatınızın içinde
geçeceği evle ilgili bir gerçeğe
uygun bilginiz bulunmalıdır.
Zira bütünüyle hayatınızı içinde
geçireceğiniz bu ev hakkındaki
bilginiz ve bu bilginin içinde
bulunduğumuz evin gerçeğiyle
uygun düşmesi ya da düşmemesi bütün hayatınızı etkileyecek,
ona temeldeki kanaatiniz ile
ilgili bir biçim verecek davranışları toplamını oluşturacaktır. Bu
davranışların temel özelliği de
ev ile aranızdaki ilginin özelliklerini taşıyacaktır.
Amacının mutlu olmasında
birleşen insanlar bu mutluluğu
sağlamada tuttukları yol itibariyle birleşmemişler, birleşememişlerdir. Eşyaya bakışın temelindeki farklılıkları, eşyanın
tabiatını, insanın fıtratına, kavrayışın esastaki isabetsizlikleri
mutlu olma yolunda birleşmeye
engel teşkil etmiştir.
İnsanlar fıtratları itibarıyla
birbirinin eşi olduğu hâlde bu
fıtrat uygulanacak çareler konusunda biri diğerinden farklı yol
tutmuştur. Çareler bakımından
farklı oluşla birlikte bu çarelerin
uygulanma metodu bakımından
da farklılık hemen hemen beraber bulunmuştur.
İnsan gerçeği üzerindeki temel
tespitlerinin yanlışlığı, bu
gerçeğe uygulanacak çarelerin
farklılığına yol açmıştır. İçinde
yaşadığı dünyayı yanlış algılama
–]NDQ(UF¼PHQGðQDQPDNYH<DğDPDN
sy. 369-‐374.
10
Diyelim ki evde misafirsiniz.
Yani evdeki konumumuz misafirliktir. Bu takdirde hayatınızın
içinde geçeceği evdeki davranışlarınız misafirlik ölçüleri
içinde cereyan edecek demektir.
Bir kiracı veya ev sahibi gibi
davranamayacaksınız. Zira
içinde misafir bulunduğunuz
evin sahibi ile ilişkilerinizin size
huzur verici olması veya doğacak geçimsizlikler ister istemez
sizi yakından ilgilendirecektir
ve bütün hayatınızı şöyle veya
böyle etkileyecektir. Sonuçta
tespiti isabetli yapmanıza bağlı
olarak ya mutlu olacaksınız veya
tespiti yanlış yapmanızın tabii
sonucu olarak mutsuz, huzursuz olacaksınız.
Keza aynı evde kiracı olarak
bulunduğunuzu varsaysanız bu
takdirde kiracılığınızı bilerek
hareket etmeniz de iyi sonuçlar
doğacak iken bilmemeniz ve
kiracılığın aksine hareket etmekle yine huzursuz olacaksınız
demektir.
Bu evin sahibi bulunduğunuzu
kabul etmeniz hâlinde ise bir ev
sahibi gibi değil de misafir veya
kiracı gibi davranırsanız yine
huzursuzluğunuz söz konusu olacaktır. İçinde bir hayatı
yaşayacağınız evdeki yaşamınız
rahattan huzurdan yoksun
olacaktır. Evde ev sahibi olarak
bulunduğunuzu gerçek kabul
edersek elbette ev sahibi gibi
davranmalı ve böylece içinde
bulunduğunuz gerçeğe uygun
hareket etmelisiniz demektir.
Bir bütün hayatı içinde geçireceğiniz ev ile aranızdaki bağ nedir? Bu bağı doğru olarak tespit
etmeniz ve tespit sonucu ortaya
çıkacak gerçeğe uygun hareket
etmeniz sayesindedir ki hayatınızın huzuru söz konusu olsun.
Aksi hâlde yani esasta yapılacak
hatanın sonucu bir daha aynı
imkânı elegeçiremeyeceğiniz bir
hayatı uygun olarak yaşayamayacaksınız demektir. Normal
şartlarda hiçbir insanın kendi
aklıyla içinde bulunduğu bu
durumu yanlış değerlendirerek
bir hayatı bütünüyle esastaki
yanlışının üzerine kurması
ve bunu uygulamaya koyması
düşünülmemelidir.
Lakin tarih bilindiğinden bu
yana insanların büyük bir çoğunluğu gerek kendileri gerekse
hayatlarını yönlendirenlerin
yaptıkları yanlış tespitleri
toplumlarına kabul ettirmeleri sonucu içinde yaşadıkları
dünyayı gerçeğine uygun olarak
değerlendirmemişler ve kendi
İktibas
KAVRAM
akıllarıyla kendilerini huzursuzluğa mahkûm etmişlerdir.
İçinde bulunduğunuz evde kiracı iken mal sahibi veya misafir
gibi davranmak nasıl insanı
kısıtlayarak veya yapılması
gerekenin üzerinde yetkisini
aşarak davranmaya sevk ederse
misafir olarak bulunduğumuz
evde kiracı veya ev sahibi gibi
davranmak da yalnızca (yetki
aşılması şeklinde de olsa) rahatsızlık doğuracaktır. Keza sahibi
bulunduğunuz bir evdeyseniz
ve bu evde hayatınızı bir misafir
veya kiracı gibi geçirmenizin doğuracağı sıkıntılarla kendi kendinizi kısıtlıyorsunuz demektir
ki, hemen herhâlde insanın
içinde bulunduğu konumunu
gerçeğine uygun olarak tespit
etemmekten doğan sıkıntılar,
huzursuzluklar karışımıza
çıkmaktadır ve bütün bu hâller
içinde bulunduğunuz konumu
gerçeğine uygunluk olarak tespit etmemekten, edememekten
kaynaklanmaktadır.
Bu sebepledir ki esas müşkil
(sorun) temeldeki soruyu cevaplamak, bu sorunun olumlu
cevabını bulmakta görünmektedir. Gerçekten bulduğunuz
evde misafir iken kiracı veya
ev sahibi gibi tasarruflarda
bulunmaya yeltenseniz müdahale ile karşılaşır ve evin kiracısı
veya sahibi ile nizaa düşersiniz
ki, huzursuzluk doğurur. Ev
sahibi olduğumuz hâlde bütün
bir hayatı misafir gibi geçirmenizin de sıkıntıları diğerinden
az değildir. Kiracı olduğunuz
hâlde zaman zaman ev sahibi
gibi veya misafir gibi davranmak yine yetki aşımı veya yetki
kısılması olarak size huzursuzluk verecektir.
İçinde yaşadığımız dünyadaki
konumumuza baktığımızda
görüyoruz ki mal sahibinin bir
ömrü içinde geçirmemiz için
bizim misafir olarak kabul ettiği, içinde bulunan nimetlerden
yararlandırdığı, bizden sonra
burada misafir edilecekleri de
bizden evvel misafir edilmişleri
düşünmemiz gerektiği gibi düşünerek, yaşamamızı istediği, ev
sahibi olarak içinde yaşadığımız
sürece riayet etmemiz gereken
birtakım kaideler koyduğu, kullanılmasını yasakladığı eşyaları
bulunan mutlaka yerine getirmemiz gereken vazifelerimizin
de belirtildiği bir emanet dünyada yaşıyoruz. Bilmeliyiz ki ev
bizim değildir, bilmeliyiz ki evin
sahibi tekdir. Bilmeliyiz ki evin
sahibini razı eden bir misafir
gibi davranmalıyız. Bilmeliyiz
ki sonuçta koyduğu kaidelere
riayet etmeyen misafirlerinden (veya kiracısından) evde
nasıl yaşadığı, yaptırılmaması
gereken neleri yaptığı sorulacağı
gibi, yapılması gerektiği hâlde
neleri yapmadığı da sorulacaktır.. Ve bütün bunların başında
da, hem kendisini yaratanın
hem de içinde yaşadığı dünyayı yaratanın, içindeki bütün
nimetleri yaratanın da kendisi
olduğunun, bütün bunlar da
ortağı bulunmadığının tek olduğunun bilinmesini istemektedir.
İçinde bütün bir hayatı yaşadığınız dünyadaki yaşamımızda bizden istenilen şeylerin
toplamı bu dünyanın sahibini
razı etmektir. Misafirhanedeki
ikameti sırasında misafirhanenin sahibini toplam olarak razı
eden, içinde temelli kalacakları
cennetlere konulacak kullarıdır. Yani misafirliklerinin sonu
cennetteki temelli ikametle-
ri olacaktır. Misafirliklerini
misafirliği süresince uyulması
gereken kaidelere riayet etmeden geçirenler ise cehenneme
konulacaktır ki orası ne kötü bir
ikametgahtır.
İnsanların dünya hayatlarında tek düşünecekleri şey, bu
hayatın ve her şeyin yaratıcısı
olan Allah’ı razı etmektir. Bütün
davranışları aynı hedefi gerçekleştirici nitelikte olmalıdır.
Allah’ı razı edecek nitelikteki
işler Kur’an’la belirtildiği gibi,
Allah’ın elçisince de açıklanmıştır. Onu birlemeden yetimin
malına el uzatmamaya, yapılmasını yasakladığı şeylerden uzak
durmak ve yapılmasını emrettiği her şeyi yerine getirme çabası
içinde olmaya kadar... İnsanın
ailesiyle arasındaki onun belirlediği hukuka riayetten, men ettiği faizden uzak durmaya kadar
bütün işlerde, namaz kılmaktan
alış verişte dürüst davranmaya,
hayvanlara merhametli olmaktan topluma düzen verecek
kaidelerin onun rızasını celbedici bir tavır uyumluluğu içinde
bulunmak gerekmektedir.
İslam’da davranışların (amellerin) ölçüsü Allah rızasıdır.
Herhangi bir amel küçük veya
büyük olsun, sıkıntısı bulunsun
veya bulunmasın, iktisadi veya
siyasi olsun, ailevi veya içtimai
olsun, mutlak surette yaratıcıyı
razı etme ilkesine uygun olmalıdır. Allah’ı razı etme bir ilkedir.
Davranış ilkesi… Bu sebeple her
türlü davranış mutlaka Müslümanım diyen için bu ilkeye
uygun düşmelidir. Uygun düştüğü takdirde değerlidir. Aksi
takdirde hiçbir değeri yoktur.
Unutulmamalıdır ki bir hareket,
kimin için yapılıyorsa onun nez-
11
İktibas
dinde (tabii razı olacağı amaç
ve biçimde yapılması hâlinde)
değerli olur. Hareketlere (davranışlara) değer kazandıran
şey kimin içinliği ve ne yapıldığıdır. Örneğin, bir insan ben
Allah için içki içtim diyebilir ve
bundan onu razı etmeyi umabilir mi? Katiyyen hayır. Zira bir
şeyi yalnızca Allah için yapıyorum demek Allah’ı razı etmeye
yetmemektedir. Zira Allah, razı
olacağı ve olmayacağı şeyleri
belirlemiştir. Aynı örneği ben
içki içmiyorum fakat Allah’ı razı
etmeyi düşünerek değil, dese
yine Allah rızası doğmayacaktır.
Zira herhangi bir davranışta
bulunmak veya bir davranıştan
özel olarak kaçınmak mutlaka
birisi için olmalıdır ki, onun
nezdinde değer ifade edebilsin.
Bu açıklamalardan sonra rahatlıkla söyleyebiliriz ki bu davranış, kimi razı etmek (kimin
memnuniyetini kazanmak)
için yapılıyorsa ancak onun
nezdinde değerli olabilir. Bu da
yine davranışın belirli bir şekle
uygun düşmesi ile mümkündür.
Bir insan bir kadını razı etmek,
(onun sevgisini kazanmak
için) birtakım mahrumiyetlere
katlanıyorsa ve bunu yalnızca
kadının belirlediği davranışlar
olarak yapıyorsa razı ettirmeyi
düşündüğü kadının rızasını
(sevgisini) kazanacaktır. Aynı
insan Allah’ın belirttiği meşru hudutlar içinde kendisine
helal olan karısını, yine Allah’ın
koyduğu kaidelere riayetle razı
etmeye, fakat öncelikle Allah’ı
razı etmek için çalışıyorsa bu
takdirde hem Allah’ı razı eder
hem de karısı olan kadını razı
eder. Uutulmamalıdır ki zaman
zaman iç içe görüntüye bürünen
bu tür ilişkileri açıklığa kavuş-
12
KAVRAM
turmak gerekmektedir. Konunun esası şu hususun iyice bilinmesinde yatmaktadır: Allah’ı
razı etmeye yönelik düşünce
ve davranış beraberliği eninde
sonunda bu davranışın kendisine terettüp ettiği kişiyi razı
edecekken (her zaman değilse
de Allah bir vade içinde kadının
razı olması için sebepler yaratacakken) davranışının kendisine
taalluk ettiği kişiyi razı etme
düşünce ve davranışı mutlaka o
kişiyi davranış sahibinden razı
olma sonucu da doğurmayabilir.
Lakin davranış ve düşünce Allah
için olmadığından mutlaka
Allah’ı razı etmeyecektir.
İslam’da davranışlar (ameller)ın
ölçüsü Allah rızasıdır. Kesinlikle
bunun dışında değildir.
Faydacılık çıkarcılık menfaatcılık ya da maddenin tekamülünü
sağlama gibi İslam dışı davranış, değer ölçülerinin İslam’da
yeri ve zamanı yoktur. İslam’da
ticaret helaldir. Ticaret sonucu
genellikle insan için kazanç
(menfaat) vardır. Bu görüntü
ve benzeri görüntüler yanılmalara sebebiyet vermektedir. Bir
Müslüman için Allah’ın çalışmayı emretmesi, ticaretinde bir
çalışma (rızık kazanma) yolu
olarak yine onun tarafından
belirtilmesi ve riayet edilecek
ticari kaidelerin de açıklanması
ve bütün bunların bir arada bulunması hâlinde ticaret, Allah’ı
razı etme yolu olarak bulunmaktadır. Ticaretin sonucunda
doğan kazancın helal olması
yukarıda açıkladığımız çerçeve içinde hareket edilmesiyle
mümkündür ve bu kaidelere
riayetle elde edilecek kazanç,
çıkarcılık sonucu doğan kazanç
değil, helal kazançtır. Zira çıkarcılık bir başka (İslam’dan başka)
hayat telakkisinin, laik-kapitalist dünya görüşünün davranışları değerli kılan amel ölçüsüdür. Zira bu dünya görüşüne
göre helalı-haramı (emir, yasak)
koyan yaratıcı değil, insanların
veya temsilcilerinin çoğunluğunun oylarıdır. Hâlbuki doğruyanlış, helal-haram, iyi-kötü
belirlemek elbette ki en büyüğün yetkisi dâhilinde bulunmalıdır. Biz ve herkes biliyor ki en
büyük Allah’tır. İşte bu sebeple
onun koyduğu değer ölçüsünün
insanların davranışlarını değerli
(onun nezdinde) kılan ölçüler
olduğu, onun büyüklüğü kadar
bir gerçek olarak karşımızdadır.
Kabul edilmekten kaçınılması
mümkün olmayan bir gerçek
olarak...
Müslüman ister siyasi olsun,
ister ticari, ister ahlâki olsun,
ister içtimai olsun, ister yalnızca ibadete taalluk etsin, ister
devlet yönetimine müteallik
bulunsun, bütün davranışlarında mutlaka Allah’ı razı etme
davranış ölçüsüne riayet ederek
hareket etmelidir ki sonuca
(onu razı etmeye) ulaşabilsin.
Düşünce veya metot olarak
bütün işlerimizde Allah’ı razı
etmekle davranışlarımızın bir
değer (onun nezdinde) kazanacağını en büyük varlık nezdinde
bir değere sahip olacağını bilmeliyiz. Aksi hâlde yaptığınız her
şey heder (yok) olup gidecektir.
İnsana düşen onu razı etmek
nedir, o nasıl razı olur, nasıl düşünmekle, neyi nasıl yapmakla
Allah razı edilir, bunu araştırıp
öğrenmek ve vasıl olduğu doğrulara göre davranmaktır. „
Düşünce
GERÇEK
UMUTLAR İÇİN
ATASOY MÜFTÜOĞLU
M
odern tarih ve
tarihçi, Batı dışı
dünyanın tarihinden,
kültüründen bütünüyle
habersizdir. Batı’da, Batı
dışı dünya hakkında
her zaman çok derin
bir cehalet vardır.
Modern sosyal bilimler,
Batı dışı toplumları/
halkları/kültürleri
dikkate alma ihtiyacı
duymadan üretilmiştir.
Her tür tahakküm ilişkisi,
sömürgeci bilgi yoluyla
gerçekleştirilmiştir.
Kapitalizmin
biçimlendirdiği bir
dünyada, bütün
toplumlar Avrupa
siyasal modelinin
“vazgeçilemezliğine”
ikna edilebilmişlerdir.
Kapitalist şekillendirme
insan fıtratının bütün iyi
ve güzel yanlarını tahrip
etmiştir.
Oryantalistler, sömürgeciler
Müslümanların, ümmet çapında, gerçek/büyük uyanışını
engelleyebilmek/durdurabilmek
için etnik ayrımları, mezhep
ayrımlarını kullanmayı, bu
ayrımları bir çatışma noktasına getirmeyi, tasavvufi/batıni
hareketlerden yararlanmayı, bu
hareketleri güçlendirmeyi temel
siyasal ilke ve strateji olarak benimsediler. Sömürgecilik tarihi
boyunca ve bugün sömürgeci siyasetler/uygulamalar/müdahaleler hep oryantalist yorumlar/
bilgiler/yaklaşımlar üzerinde
temellendirildi. Oryantalizm,
her tür sömürgeciliği meşrulaştırmaya yarayan bir dil/söylem/
tarz oluşturdu.
Modern tarih ve tarihçi, Batı
dışı dünyanın tarihinden, kültüründen bütünüyle habersizdir.
Batı’da, Batı dışı dünya hakkında her zaman çok derin bir
cehalet vardır. Modern sosyal
bilimler, Batı dışı toplumları/
halkları/kültürleri dikkate alma
ihtiyacı duymadan üretilmiştir. Her tür tahakküm ilişkisi,
sömürgeci bilgi yoluyla gerçekleştirilmiştir. Kapitalizmin
biçimlendirdiği bir dünyada,
bütün toplumlar Avrupa siyasal
modelinin “vazgeçilemezliğine”
ikna edilebilmişlerdir. Kapitalist şekillendirme insan fıtratının bütün iyi ve güzel yanlarını
tahrip etmiştir.
Bizler, Müslümanlar olarak,
muhafazakâr/konformist bir
gelenekle malûl bulunduğumuz
için, modern küresel sistemin
oluşturduğu çitin içerisinde yaşıyoruz; her şeye, her yere, her
olaya maalesef çitin içerisinde
bakıyoruz. Çitin içerisinden
görülebilecek yerleri görebiliyoruz. Çiti aşmak, kırmak,
dışarı çıkmak, kendimize ait
bir dünya/alan/iklim/bağlam
oluşturmak gibi bir kaygımız
yok. Bizlere dayatılan seküler
paradigma içerisinde düşünüyor, bu paradigma doğrultusunda konuşuyor ya da yazıyoruz.
Bilincimizi tahrip eden konformizm, bugün büyük bir
ahlâksızlığa dönüşmüştür.
İdeolojik/ayrımcı/ırkçı seküler
düşüncenin İslam’a karşı savaşı
yüzyıllardır, aralıksız sürüyor,
sürdürülüyor. İçerisinde yaşadığımız dünyayı eleştirel olarak
değerlendiremeyen edilgen
İslami cemaatler/partiler, sahici
tavırlar/değerler oluşturmayı
başaramıyor. Etnik çatışmalar,
mezhep çatışmaları, Müslümanları birbirlerine yabancılaştırıyor. Bu durum Ümmet bünyesinde telafi edilmesi güç yeni
yıkımlara yol açıyor. Put kırıcı
düşünceleri hayata geçiremediğimiz için, özgür ufuklardan
söz edemiyoruz. İslami modeli;
yeniden düşünme, tartışma,
hayata geçirme konusu hâline
getiremiyoruz. İslami gruplar,
cemaatler, kadrolar konjonktürel kaygılar içerisinde eriyip
gidiyor.
Zamana ve tarihe müdahale
etme bilinci ve iradesi oluşturamadığımız için, zaman ve tarih
bize müdahale ediyor, İslami
cemaatler, partiler, akımlar
tarihsel durumla uzlaşmak için
birbirleriyle yarış hâlindeler.
Tarihsel durumu aşabilecek
13
İktibas
G
ünümüz
dünyasında siyaset,
yalnızca çıkarların
stratejik bağlamda
yönetimi hâlini aldığı
için, hiçbir yerde ahlâkiilkesel siyasal bir tavra
tanık olamıyoruz.
Hangi nedenle olursa
olsun, konjonktüre tabi
olmak, koşullara boyun
eğmek, koşullara göre
konum tayin etmek,
özgürlükten vazgeçmek
demektir. Nerede
olursa olsun, mevcut
olanı yeterli saymak,
mümkün olabilecek
şeyler için, mücadeleden
vazgeçmek anlamı taşır.
İslami bir mücadele için,
bağımsızlık mücadelesi
için, henüz şartlar
yeteri kadar elverişli
değil demek, mazeret
üretmekten başka
bir anlam taşımaz.
Tercihlerimizi çoğu kez,
bilincimiz ve bilgimiz
değil, duygularımız
şekillendiriyor. Hiçbir
ahlâka, hiçbir ilkeye,
hiçbir değer sistemine
bağlı olmama hâli olan
nihilizm Müslümanları
da bir biçimde
etkileyebiliyor.
14
DÜŞÜNCE
entelektüel/kültürel/düşünsel
bir kararlılık oluşturamıyoruz.
Tarihsel durumlarla uzlaşanlar
“devrim”den söz edemezler.
Tarihsel durumlarla uzlaşanlar
statükoculardır. İran İslam Devrimi tarihsel duruma müdahale
ettiği için, tarihsel durumu
aştığı için, bugün her tür tehdide açık hâle gelmiştir. Küresel/
emperyalist/siyonist/evangelist
sistem İran’ın tarihe asimile
olması için, İran’ı bunaltıyor,
baskılıyor, yalnızlaştırıyor,
güçsüzleştiriyor, etkisiz hâle
getirmeye çalışıyor.
Günümüz dünyasında siyaset,
yalnızca çıkarların stratejik
bağlamda yönetimi hâlini
aldığı için, hiçbir yerde ahlâkiilkesel siyasal bir tavra tanık
olamıyoruz. Hangi nedenle
olursa olsun, konjonktüre tabi
olmak, koşullara boyun eğmek,
koşullara göre konum tayin
etmek, özgürlükten vazgeçmek
demektir. Nerede olursa olsun,
mevcut olanı yeterli saymak,
mümkün olabilecek şeyler
için, mücadeleden vazgeçmek
anlamı taşır. İslami bir mücadele için, bağımsızlık mücadelesi
için, henüz şartlar yeteri kadar
elverişli değil demek, mazeret
üretmekten başka bir anlam
taşımaz. Tercihlerimizi çoğu
kez, bilincimiz ve bilgimiz değil,
duygularımız şekillendiriyor.
Hiçbir ahlâka, hiçbir ilkeye,
hiçbir değer sistemine bağlı
olmama hâli olan nihilizm
Müslümanları da bir biçimde
etkileyebiliyor.
Derin bir trajedi ile kuşatıldığımız hâlde, bu kuşatmayı
maalesef fark etmiyoruz.
Umutlarımız ihanete uğruyor.
Ortadoğu’da gerçekleştirilen
bütün ayaklanmalar, bütün
isyanlar, bugün, ne yazık ki geleneksel yapılara dâhil oldular.
Farklı yorumlar, eğilimler, yöntemler, içtihadlar, fikirler biz
Müslümanlar için hiçbir şekilde
çatışma/rekabet/karşıtlık ve
nefret konusu olamaz, ayrılık
gerekçesi oluşturamaz. Ancak,
işbirlikçilik kayıtsız kalınabilecek, mazur görülebilecek, sorgulanmadan geçiştirilebilecek
bir konu olamaz. İşbirlikçiliğin,
fikir/yorum/içtihad/yöntem
farklılığıyla hiçbir biçimde bir
ilişkisi yoktur. Bizler, Müslümanlar olarak hiç kimseyi, kendi görüşlerimizi, yorumlarımızı
kabule zorlayamayız. Farklı
yorum/yöntem sahiplerine
üstün gelmek gibi ahlâki olmayan bir yol seçemeyiz. Ancak,
işbirlikçilikle, işbirlikçilerle
ilgili olarak ciddi bir hesaplaşma içerisinde olmamız gerekir.
Hiç kimse bizlerden işbirlikçi
akımları/cemaatleri/partileri
anlayışla karşılamamızı bekleyemez. Küresel-emperyalist
sistemle bütünleşen, uzlaşan,
onların önerileri doğrultusunda
gündem belirleyen cemaatlere
müsamaha edemeyiz. Çitin
içerisinde kalan bağımlı bir
zihnin yazdıkları, söyledikleri
ve yaptıkları İslami bağlamda
bir değer taşımaz.
Müslümanlar olarak, şimdiye
kadar düşünmediklerimizi
düşünmeye, tartışmaya, konuş-
İktibas
DÜŞÜNCE
maya başlamalı, sekülerizmin,
demokrasinin, neoliberalizmin
evrensellik iddialarını reddetmeliyiz. Kendimizi İslami
inançlarımızın diliyle, kavramlarıyla, mantığıyla temsil
etmeye başlamalıyız. Her
durumda yeni bir inşa çabası ve
sorumluluğu içerisinde bulunabilmeliyiz. Düşüncesiz, fikirsiz,
bilinçsiz, estetikten, nitelikten,
incelikten yoksun hayatlar
yaşamaya devam edemeyiz. Tek
boyutlu bayatlar yaşamaktan
vazgeçmeliyiz. Hepimiz, gündelik hayatın sıradan bir parçası
hâline geliyoruz. Hiç kimsenin
farklı ve özgün talepleri yok.
Hizip, cemaat, parti, mezhep
mantığı insanın düşünen/akleden yanını yok ediyor.
Sömürgeci tarih devam ediyor.
Batı dünyasının İslam âlemiyle
savaşta olmadığı iddiasının,
çok ucuz, çok bayağı, çok kirli
bir propaganda yalanı olduğunu anlamalı ve bu yalanları
bütün açıklığıyla ifşa etmeliyiz. Bugün, İslam dünyası
gerçeği çok iğrenç bir biçimde
çarptırılıyor. Her hangi bir
İslami oluşum, hareket önce
“terörist” olarak damgalanıyor,
uluslararası kamuoyuna bu
şekilde takdim ediliyor, daha
sonra da bu hareketlere yönelik
olarak, bu hareketleri etkisiz
kılmak üzere, Afrika’da, Mali’de
karşılaştığımız gibi, militarist/
faşist/emperyal yayılmacılık
harekete geçiyor. Sömürgecilik
sürekli biçim değiştirerek bu
defa Afrika’yı bir kez daha istila
ediyor. Fransızlar, İngilizler,
Avrupalılar bir kez daha “uygarlaştırma misyonu”nu harekete
geçirerek, Afrikalılar üzerinde
hâkimiyet hakları olduğunu
iddia ederek yeni bir vaseyat
rejimi oluşturuyor. Hiçbir
muhalefet, direniş, mücahede
bilincine sahip olmayan “ılımlı”,
“hoşgörülü” İslami unsurlar
küresel siyasal proje adına
araçsallaştırılıyor. Toplumlarımızda mezhepçilik tuzağına
düşen Müslümanlar, maalesef
mezhep merkezli bir gündem,
mezhep merkezli bir hareket
tarzı oluşturmaya çalışıyor. Zihinsel iktidarsızlıklar, zihinsel
ve ahlâki kötürümlükler, etnik/
mezhepçi/hizipçi ufuk dışında kalan ufukları görmemizi
engelliyor. Resmî doğrular,
ahlâki evrenselliği hiçbir zaman
dikkate almıyor. Konformist
ve muhafazakâr gelenek, hiçbir
şekilde var olan değerlerin
niteliğini sorgulayamıyor.
Konformist ve muhafazakâr
gelenekçilik, her tür yeniden
ve yenilikten rahatsız olur.
Muhafazakâr ve konformist bir
zihin, bir toplum ya da cemaat
her şartta edilgendir, edilgenliğe mahkûmdur. Edilgenlikten
kurtulabilmek için özne olmak
gerekir, özgür olmak gerekir,
bilinç sahibi olmak gerekir.
Konformist ve muhafazakâr
eğilimler özgürlüğe ihtiyaç
duymazlar, çünkü özgürlüğü
hak etmek için büyük sorumluluklar, büyük riskler almak,
büyük bedeller ödemek gerekir.
Konformist ve muhafazakâr
bir zihin dünyası için değişim
imkânı yoktur. Muhafazakârlar
ve konformistlerin değer, içerik,
eleştiri ürettikleri görülmemiş
ve duyulmamıştır. Bu çevreler,
yalnızca eski alışkanlıklarını
B
ugün, İslam
dünyası gerçeği
çok iğrenç bir biçimde
çarptırılıyor. Her hangi
bir İslami oluşum,
hareket önce “terörist”
olarak damgalanıyor,
uluslararası kamuoyuna
bu şekilde takdim
ediliyor, daha sonra da
bu hareketlere yönelik
olarak, bu hareketleri
etkisiz kılmak üzere,
Afrika’da, Mali’de
karşılaştığımız gibi,
militarist/faşist/emperyal
yayılmacılık harekete
geçiyor. Sömürgecilik
sürekli biçim değiştirerek
bu defa Afrika’yı bir
kez daha istila ediyor.
Fransızlar, İngilizler,
Avrupalılar bir kez
daha “uygarlaştırma
misyonu”nu harekete
geçirerek, Afrikalılar
üzerinde hâkimiyet
hakları olduğunu iddia
ederek yeni bir vaseyat
rejimi oluşturuyor.
Hiçbir muhalefet,
direniş, mücahede
bilincine sahip olmayan
“ılımlı”, “hoşgörülü”
İslami unsurlar küresel
siyasal proje adına
araçsallaştırılıyor.
15
İktibas
G
ünümüzde,
Müslümanların
politik bilinçleri küresel
sistemin beklentileri/
talepleri/çıkarları
doğrultusunda
yönetiliyor. Müslümanlar,
her dönemde imal
edilen uyumluluk/
hoşgörü politikaları
doğrultusunda
konumlandırılabiliyor.
Tarihten dışlanan
ve tarihsizleştirilen
Müslümanların,
gerçek bir varoluş
sergileyebilmeleri için,
yeniden tarih sahnesine
çıkmaları gerekiyor.
Soğuk Savaş döneminde
komünizme karşı
Amerika’nın himayesini
seçen Müslümanlar,
şimdilerde Şiiliğe karşı,
Amerika’nın himayesini
seçtiler. Eleştirel/
özgün düşünme ve
analiz yeteneğine
sahip olmayan İslami
cemaatler, bugün her tür
konformizmle, özellikle
de resmî konformizmle
bütünleşmiş bulunuyor.
DÜŞÜNCE
tüketirler. Bu çevreler nihai
tercihler yapamazlar, nihai kararlar alamazlar, konjonktürel
tavırları seçerler. Konjonktürel
seçimler yapanlar bu tercihlerini korkuları sebebiyle yaparlar.
Korkular, çıkarlar temelinde
tercihte bulunanların vicdani
yanları körelmiştir. Bunun
içindir ki; konjonktürel-edilgen
pasif konumları seçenler, hiçbir
şekilde hakikati temsil edemezler, hakikati konuşamazlar.
Günümüzde, Müslümanların
politik bilinçleri küresel sistemin beklentileri/talepleri/çıkarları doğrultusunda yönetiliyor.
Müslümanlar, her dönemde
imal edilen uyumluluk/hoşgörü politikaları doğrultusunda
konumlandırılabiliyor. Tarihten
dışlanan ve tarihsizleştirilen
Müslümanların, gerçek bir
varoluş sergileyebilmeleri için,
yeniden tarih sahnesine çıkmaları gerekiyor. Soğuk Savaş
döneminde komünizme karşı
Amerika’nın himayesini seçen
Müslümanlar, şimdilerde Şiiliğe
karşı, Amerika’nın himayesini
seçtiler. Eleştirel/özgün düşünme ve analiz yeteneğine sahip
olmayan İslami cemaatler,
bugün her tür konformizmle,
özellikle de resmî konformizmle bütünleşmiş bulunuyor.
İslamcılık, her tür konformizmi
reddetmekle başlar. Direniş/
muhalefet olmadığı taktirde,
tahakküm de devam edecektir.
Konformizmle bütünleşen
İslami çevreler bugün, İslamcılıktan ayrılarak Natoculuğa,
muhayyel bir Suriye tehdidine
karşı Patrıotçuluğa doğru sürükleniyor.
16
Geleneksel konformizm,
resmî konformizm Müslüman
zihinleri bilinçten, eleştiri ve
sorgulamalardan, muhalefetten
uzaklaştırıyor. Ortadoğu’da,
Afrika’da yaşanan tarihsel olayları, müstekbirler/muktedirler
nasıl anlıyorsa bizim de bu olayları öyle anlamamız isteniyor.
İslami cemaatlerin gündemini
ucuz ayrıntılar, yüzeysel klişeler
ve hizip çıkarları oluşturuyor.
Hiç kimse neosömürgecilikle
ya da kolonyalist Nato’nun ideolojik-militarist politikalarıyla
ilgilenmiyor. Yakın gelecekte bir
gün, Müslüman cemaatlerin,
kendi çıkarları için Nato’dan
Patrıot talep etmeleri sürpriz
sayılmayacaktır.
Bilgi/algı/enformasyon kirliliği
Müslümanlar arası ilişkileri de
kirletiyor. Görüş/yorum farklılıkları ne yazık ki, derin anlaşmazlık konusu hâline gelebiliyor. İçerisinde bulunduğumuz
günlerde Mali’den başlayarak
bütün bir Afrika’yı içerisine
alacak, Mali’nin ve Afrika’nın
yeraltı zenginliklerine yönelik
emperyalist saldırıları konuşmak ve bu saldırılara karşı bir
direniş bilinci oluşturmak yerine daha çok, Mali’li, Afrika’lı direniş gruplarının aşırı bulunan
İslami yorumları konuşuluyor
ve tartışılıyor. Hiçbir gelişme,
Müslüman kamuoyunun, emperyal/küresel propaganda dili
karşısında edilgenleştirilmesi
kadar umut kırıcı olamaz.
Gerçek umutlar için, İslami,
bağımsız irademizi harekete
geçirmemiz gerekir. „
İktibas
DÜŞÜNCE
ZAMANLA
DEĞİŞMEYENLER
HÜSEYİN BÜLBÜL
bulbulhuseyin@mynet.com
E
y Muhammed!)
Az kalsın seni bile,
sana vahyettiğimizden
başkasını bize karşı iftira edesin diye, fitneye
düşüreceklerdi ve o
takdirde seni dost edineceklerdi. Eğer biz sana
sebat vermemiş olsaydık
neredeyse sen onlara
birazcık meyledecektin.
O takdirde sana, hayatın
da ölümün de kat kat
azabını tattırırdık. Sonra
bize karşı bir yardımcı da
bulamazdın.”
Zaman insan için en önemli
unsurdur. İnsan bilir ki, hayat
zamanla başlar zamanla biter.
İşte hayat denilen şey bu iki
nokta arasında yaşadığımız,
yapıp ettiklerimizden ibarettir.
Bu nedenle Rabbimiz: “Asra
yemin olsun ki insanlar hüsrandadır. Ancak iman eden ve salih
amel işleyenler bir de,- birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler
müstesnadır.” (Asr 103/1-3)
buyurmuştur. İman edip salih
amel işleyenler, imanına şirk
bulaştırmamak için hayatı bir
ölçüye göre yaşayarak zamana
teslim olmamış, daima doğrudan ve haktan yana koyduğu
tavırlarıyla örnek bir mücadele
sergilemişlerdir. Bu şahsiyetlerin en başında sayılabilecek
olanlar kuşkusuz Allah’ın elçileridir. Bunların içerisinde “O tek
başına bir ümmetti” buyrulan
İbrahim (a.s.), Nuh (a.s.) ve Muhammed (a.s.) gibi kıyamete kadar insanlar için örnek olanları
takdim buyurmuştur. (Ahzab
33/21) İşte Kur’an yaşanmış
olan bu şahitliklerin örneklerini
bizlere sunarken asırlar sonra
gelecek hayatları aydınlatmak
istemiştir. Bu şahitliğin en son
örnekliğini sunan Hz. Muhammed (a.s.) ile kavmi arasında
geçen çetin mücadelenin belirli
safhaları muhtelif yönleriyle
ayet ve surelerin beyanıyla ortaya konulmuştur. “(Ey Muhammed!) Az kalsın seni bile, sana
vahyettiğimizden başkasını bize
karşı iftira edesin diye, fitneye
düşüreceklerdi ve o takdirde seni
dost edineceklerdi. Eğer biz sana
sebat vermemiş olsaydık neredeyse sen onlara birazcık meylede-
cektin. O takdirde sana, hayatın
da ölümün de kat kat azabını
tattırırdık. Sonra bize karşı bir
yardımcı da bulamazdın.” (İsra
17/73-75) O çetin mücadelenin
en belirgin örneklerinden birisi
de Kâfiruun suresiyle ebedileştirilmiştir. Bu sure, Mekke döneminin en kritik bir dönemini
bizlere resmetmektedir. Malum
olduğu üzere “kurulu düzenler”
kendilerine rağmen tebaalarında meydana gelen bir değişimi
kabul etmeleri mümkün olmadığı için aralarında çıkacak bir
mücadele kaçınılmaz olacaktır.
Bu tür mücadelelerin bu güne
kadar izlemiş olduğu yöntem
dört safhadan oluşmaktadır.
Birinci safha dile getirilen
yeni durumu önemseyip değer
vermeyerek zamanla unutulup
gitmesini sağlamak. Bu yöntem
başarılı olmadığı, insanların o
düşünceye rağbet ettikleri görülürse şiddete başvurarak yeni
olan bu fikri susturmak, bastırıp bitirmek isterler. (Hâlbuki
düşünce tabiatı gereği baskılar
ile üstesinden gelinmesi mümkün olmayan bir tabiata sahiptir. Bir şey yasaklandıkça güç
kazanır. Halkın mağdura karşı
merhamet duyguları kabarır ve
fikir yükselişe geçer.) Bundan
sonraki safhada ise mücadele
gevşetilerek daha yumuşak ve
uysal bir yönteme başvurulur.
Karşılıklı taviz ve uzlaşma teklifleriyle yaklaşılmaya çalışılır.
Bu yöntemle de sonuç alınamaz
ise hareketi tümüyle imhaya
yönelerek toplumdan silinip
atılma safhasına geçilir. İşte
Kâfiruun suresi, bu mücadelenin üçüncü safhasında Kureyş
17
İktibas
D
oğrusu herhangi
bir şekilde yolun
ortalarında buluşma
imkânı bulunmayan tam
bir ayrılığın özündeki
farklılıkları izah edebilmek için bu derece kesin
bir ayrılığa gerek vardı.
Çünkü ihtilaf inançların
özünde, düşüncelerin
esasında, nizamın hakikatinde ve yolun mahiyetindeydi. Çünkü tevhit
ayrı bir yoldur, şirk ayrı
bir yoldur ve ikisi asla
birleşemez. Tevhit, insanı
varlıklarla birlikte Allah’a
yönelten eşi ve benzeri bulunmayan Rabb’e
tevcih eden bir yoldur.
İnsanın akidesini, değer
ölçüsünü, gideceği yolu,
edep ve ahlâkını, hayat
ve varlık hakkındaki
bütün tasavvurlarını, alacağı noktayı kesin olarak
belirten bir nizamdır.
Müminin her şeyini aldığı bu nokta eşi ve benzeri bulunmayan Allah
Teâla’dır. Bunun için de
iman hayatı bütünüyle
bu esaslara dayanır.
18
DÜŞÜNCE
müşriklerinin sahneye koydukları taviz yöntemiyle hedefe
ulaşma planlarına verilmiş ilahi
bir cevaptır.
Kureyş, Ebu Talib hayatta iken
birkaç kez cazip teklifler ile Muhammed (a.s.)’e göndermelerine rağmen sonuç alamayınca
daha cazip bir teklif ile gelerek
Muhammed (a.s.)’i ikna edeceklerine inanmışlardı. Şimdiye
kadar esas vurgu, davasından
vazgeçmesine yapılırken bu
defa kısmen de olsa Muhammed (a.s.)‘i kabul ediyor görünüyorlardı. Şöyle diyorlardı: “
Ey Muhammed, anladık ki seni
davandan vazgeçiremeyeceğiz.
O zaman seninle uzlaşalım,
anlaşalım. Bir yıllık bir sürede
on bir ay biz senin ilahına kulluk edelim. Sen de bir ay bizim
ilahlarımıza kulluk et. Böylece bizim aleyhimize de olsa
aramızdaki husumeti bitirmek
için buna razıyız.” Peygamberi
ikna edeceklerinden çok ümitli
oldukları bu konuda, Allah
Teâla hiç beklemedikleri şu cevabı vermiştir: “Deki: Ey kâfirler!
Ben sizin tapmakta olduklarınıza
tapmam. Sizler de benim taptığıma tapmazsınız. Ben de sizin
taptıklarınıza tapacak değilim.
Sizler de benim taptığıma tapacak
değilsiniz. Sizin dininiz size,
benim dinim de banadır.”
İlişkilerin çok kritik bir döneminde böylesine açık, böylesine sert ve böylesine kesin bir
ifadeyle reddedişin hikmeti,
tevhide sinsice bulaştırılmaya çalışılan şirkin ve küfrün
asla kabul edilebilir bir durum
olamayacağını tüm açıklığı ile
ortaya çıkarmaktı. İslam ile şirk
arasında hiçbir ortak noktanın
olamayacağı ancak bu kadar net
anlatılabilirdi. Hiçbir dönemde duruşunu asla bozmayan,
küfrün oyunlarına gelmeyen
nebevi duruşa, insanlık her
zaman muhtaçtır.
Bu surenin tefsirinde Seyyid
Kutub, kesinlikle ayrışmanın,
tavizsizliğin, değişmeyen kadim
duruşun gösterilmesine dair
şunları söylemektedir:
“Doğrusu herhangi bir şekilde
yolun ortalarında buluşma
imkânı bulunmayan tam bir
ayrılığın özündeki farklılıkları
izah edebilmek için bu derece
kesin bir ayrılığa gerek vardı.
Çünkü ihtilaf inançların özünde, düşüncelerin esasında, nizamın hakikatinde ve yolun mahiyetindeydi. Çünkü tevhit ayrı
bir yoldur, şirk ayrı bir yoldur
ve ikisi asla birleşemez. Tevhit, insanı varlıklarla birlikte
Allah’a yönelten eşi ve benzeri
bulunmayan Rabb’e tevcih eden
bir yoldur. İnsanın akidesini,
değer ölçüsünü, gideceği yolu,
edep ve ahlâkını, hayat ve varlık
hakkındaki bütün tasavvurlarını, alacağı noktayı kesin olarak
belirten bir nizamdır. Müminin
her şeyini aldığı bu nokta eşi
ve benzeri bulunmayan Allah
Teâla’dır. Bunun için de iman
hayatı bütünüyle bu esaslara
dayanır. Bu kesin ayrılık hem
davet edenler için hem de davet
olunanlar için zaruri idi. Çünkü
özellikle daha önce doğru bir
inanca bağlanıpta sonra sapıtmış olan topluluklarda iman
düşüncesiyle cahiliyet düşünce-
İktibas
DÜŞÜNCE
si birbirine karışır. Bu tip topluluklar mücerret olarak her türlü
sapıklıklardan, karanlıklardan
ve dönekliklerden uzak olan
iman esasları için daha azılı
topluluklardır. Bunlar hiç inanç
sahibi olmamış topluluklardan daha azgın olurlar. Çünkü
sapıklık ve döneklik içerisinde
bocalayıp durur iken kendilerinin doğru yolda olduklarını
sanırlar. İnançlarıyla yaptıkları
karmakarışık olduğundan sağlamla çürüğü ayırmak mümkün
olmaz. Hatta bazı zaman dava
adamları bile onların iyi yönlerini benimsemesini ve bozuk
yönlerini düzeltmeye çalışması
halinde kendisine geleceklerini
düşünebilirler. Hâlbuki bu yanlıştır ve bu yanılma son derece
tehlikelidir.
Şurası muhakkak ki, cahiliyet
cahiliyettir, İslam İslam’dır.
Aralarında çok büyük farklar
vardır. Gidilecek yol bütünüyle
cahiliyetten çıkıp ve yine bütünüyle İslam’a girmektir. Takip
edilecek metot bütün şekilleriyle cahiliyetten sıyrılıp çıkmak ve
bütün emirleriyle gelip İslam’a
sığınmaktır.
Yolda atılacak ilk adım dava
adamının cahiliyet sisteminden,
nizamından ve hareketlerinden
tam olarak sıyrılıp ayrılması
ve bunun şuuruna ermesidir. Yolun ortasında buluşma
imkânı bırakmayacak kadar
ayrılmak… Cahiliye ehlinin
tamamen cahiliyetlerinden
çıkıp bütünüyle İslam’a girmeleri hâlinde yardımlaşabileceklerini kabul ederek bunun
dışında bir dayanışma imkânı
bırakmayacak kadar ayrılmaktır. Yama yok. Taviz vermek
yok. Yolun ortasında buluşuma
yok. Cahiliyet ne kadar İslam
kılığına bürünürse bürünsün ve
Müslüman olduğunu ne kadar
iddia ederse etsin anlaşma yok.
Bu, dava adamının şuurunda
kesin olarak yer etmesi, konulması gereken ilk temel taştır.
Dava adamı kendisinin ayrı bir
yolda, öbürlerinin ayrı bir yolda
olduğunu kabul etmelidir. Onların kendilerine göre dinleri,
kendinin de kendine göre dini
olduğunu, onların kendilerine göre yolları, kendinin de
kendine göre yolu olduğunun
şuuruna ererek anlamalıdır.
Gittikleri yolda birlikte tek bir
adım dahi atamayacaklarını
kabul etmelidir. Onun vazifesi
kendi yolunda yürümektir.
Hiç taviz vermeden veya kendi
dininde az veya çok fire vermeden… Tam olarak uzaklaşmak,
kesin olarak ayrılmak ve açıkça
kestirip atmak… Yapılacak iş….
“Sizin dininiz size benim dinim
banadır.”
Bugün İslam davasına bağlanan
ve bu daveti yürütenler böylesine kesinliğe, böylesine ayrılığa
ve böylesine farklılığa ne kadar
muhtaçtırlar. Kendilerinin
İslam’ı sapık bir cahiliyet ortamında ve daha önce onu tanıdıkları hâlinden uzun süre uzak
kalmanın “kalplerini karartıp ve
çoğunun da fasıklar olduğu”nu
kabul ederek yeniden İslam’ı
korumaya çalıştıklarını iyice
fark etmeye ve anlamaya ne
kadar muhtaçtırlar.
C
ahiliyet ne kadar
İslam kılığına bürünürse bürünsün ve
Müslüman olduğunu
ne kadar iddia ederse
etsin anlaşma yok. Bu,
dava adamının şuurunda
kesin olarak yer etmesi,
konulması gereken ilk
temel taştır. Dava adamı
kendisinin ayrı bir yolda,
öbürlerinin ayrı bir yolda
olduğunu kabul etmelidir. Onların kendilerine
göre dinleri, kendinin de
kendine göre dini olduğunu, onların kendilerine
göre yolları, kendinin de
kendine göre yolu olduğunun şuuruna ererek
anlamalıdır.Gittikleri yolda birlikte tek bir adım
dahi atamayacaklarını
kabul etmelidir. Onun
vazifesi kendi yolunda
yürümektir. Hiç taviz
vermeden veya kendi
dininde az veya çok fire
vermeden… Tam olarak
uzaklaşmak, kesin olarak
ayrılmak ve açıkça kestirip atmak… Yapılacak
iş…. “Sizin dininiz size
benim dinim banadır.”
19
İktibas
S
izin dininiz size, benim dinim banadır…”
İşte benim dinim… Düşüncesini, değer ölçüsünü, inancını ve şeriatını
her şeyini bütünüyle
Allah’tan alan… Başkasını ona ortak koşmayan…
Hayatın bütün yönlerini
ve davranışlarını Allah’a
yönelten saf tevhit akidesi… Bu kesin ayrılık olmadan karışıklık devam
edecek. Tavizler sürecek,
yamalar yamanmaya
çalışılacak ve karanlıklar
kalkmayacaktır. Böylesine güçsüz, cılız ve karmaşık esaslarla İslam’a
davet olmaz. Çünkü
ancak ve ancak, açıklıkla sarahatle ve yiğitçe
İslam’a davet edilebilir.
İşte davete giden ilk yol:
“Sizin dininiz size benim
dinim banadır.”
DÜŞÜNCE
Verilecek tavizlerinin bulunmadığını, yolun ortasında buluşmalarının imkânsız olduğunu,
ayıpları düzeltmenin yırtıkları yamamanın ve nizamları
birbirine iliştirmenin mümkün
olmayacağını kabule ne kadar muhtaçtırlar. Yapacakları
işin ilk defa İslam ile cahiliyet
arasında olduğu gibi, yeniden
İslam’a davet etmek olduğunu
ve tam olarak cahiliyetten ayrılıp sıyrılmak olduğunu kavramaya ne kadar muhtaçtırlar.
“Sizin dininiz size, benim dinim
banadır…” İşte benim dinim…
Düşüncesini, değer ölçüsünü,
inancını ve şeriatını her şeyini bütünüyle Allah’tan alan…
Başkasını ona ortak koşmayan…
Hayatın bütün yönlerini ve
davranışlarını Allah’a yönelten
saf tevhit akidesi… Bu kesin
ayrılık olmadan karışıklık devam
edecek. Tavizler sürecek, yamalar
yamanmaya çalışılacak ve karanlıklar kalkmayacaktır. Böylesine
güçsüz, cılız ve karmaşık esaslarla
İslam’a davet olmaz. Çünkü ancak
ve ancak, açıklıkla sarahatle ve
yiğitçe İslam’a davet edilebilir. İşte
davete giden ilk yol: “Sizin dininiz
size benim dinim banadır.” (Seyid
Kutub Fizilali’l-Kur’an c. 16
s.409-411)
Surenin tamamı, iki ayrı
anlayışı kalın çizgilerle ayırmasına rağmen, konuyu farklı
boyutlara taşımak için hiçbir
sebep yoktur. Olayı doğru bir
zemine oturtmak için surenin
geldiği ortamı, böyle bir öneriyi
getirenlerin neyi hedeflediklerini, ilahi cevabın üslup ve
20
şiddetini doğru okumamız
gerekmektedir. Allah sinsice kurulmuş olan bu tuzağı İslam’ın
lehine bozarak İslami hareketi
asimile olup gitmekten kurtarmıştır. Müşrikler bu teklif
ile tevhidi düşünceyi bozarak
kendisi ile çelişir hale getirmeyi hedeflemişlerdi. Ancak
Allah böyle bir duruma fırsat
vermedi. Yolların, inançların
ve dinlerin ayrılığını kesin bir
dille ortaya koyarak oyunlarını bozuverdi. Surenin cihad
ayetlerinin gelmesiyle neshedildiğini söyleyenlerin isabet
ettiklerini söylemek mümkün
değildir. Çünkü kıyamete kadar
Müslümanların küfre karşı
göstermesi gereken bir duruşu
ortaya koymaktadır. Şimdiler de
ise aynı oyunu küresel sistem
ve iş birlikçileri kotarmaya
çalışıyorlar. Demokrasi ve
laiklik adına herkese ve her
kesime dağıtılan mavi boncuk
sayesinde, tüm kesimler
içerilmektedir. Medeniyetlerin
çatışması tezinde bu duruma
parmak basılarak şöyle ifade
edilmektedir: “Demokrasinin
kendisinden başka sistemleri
başlangıçta anlayışla karşılaması, onları kabul ettiğinden değil,
zamanla asimile edeceğine olan
inancından dolayıdır.” Bu durumu kendileri için fırsat olarak
görenler, kimlere hangi fırsatı
verdiklerini anladıkları gün çok
geç olduğunu anlayacaklardır
ama geriye dönmek mümkün
olmayacaktır.
„
İktibas
DÜŞÜNCE
MÜSLÜMANLARIN
DURUŞ SORUNLARI
BAĞLAMINDA
“SİSTEM-İÇİ”
MÜCADELE
A. BURAK BİRCAN
Biz Müslümanlar her yönüyle
korunmuş bir ilahi kitaba, yol
göstericiye doğruyu yanlıştan
ayırt edici bir ölçüte sahip
olmamıza rağmen Kur’an
merkezli bir din anlayışı yerine
tarihî tortuların, modern
sapmaların öne çıktığı bir din
algısının hâkim olduğu bir coğrafyada yaşamaktayız. Zihinler,
dolayısıyla dilleri-kavramları
dönüşmüş, kendilerini İslam
ile tavsif etmelerine rağmen
referanslarında ciddi sapmalarla malul bir toplumda öze
dönüşçü bir çizginin takipçisi
olarak net bir duruş sergilemeye çalışmaktayız.
Bahse konu toplumda Batılı
düşüncenin belirgin özelliği
olan seküler çizginin jakobenradikal yorumu ret edilirken
ılımlı versiyonu bir çıkış olarak
sunulmakta, Müslümanların
değerleri ile uyumlulaştırılmaya
çalışılarak adeta yeniden tanımlanmaya ve bu hâliyle insanımıza benimsetilmeye çalışılmaktadır. Maalesef insanımızın zihin
yapısı da bunu kabule hazır
gözükmektedir. Zira kendilerini
İslam ile tavsif eden insanlar
bir günde bu hâle gelmediler.
Bir süreç sonunda ve bu sürecin
içeriğinin farkında olarak veya
olmayarak ciddi savrulmalar
yaşadılar. Kur’an’a bakışları,
sünnet anlayışları değişikliğe uğradı. Bunun kaçınılmaz
sonucu olarak siyasi otorite ile
ilişkileri, dolayısıyla yöntem algıları farklı bir düzlemde gelişti.
Bu çok temel ve stratejik duruş
sorunları “sistem-içi” mücadele yöntemini içselleştirmeleri
ve/veya yanlış yorumlamaları
sonucunu doğurdu.
Tarihî süreç içersinde Müslümanlar, iddiaların aksine
milletler arası arenada başat
aktör konumunda oldukları
dönemlerde de sorunlu bir din
algısına doğru yol alan bir süreç
yaşamaktaydılar. Ancak rakiplerinin içinde bulundukları ciddi
açmazlar nedeniyle bu sapma
ve savrulmalarının sonuçlarını
daha çok kendi içlerinde yaşadılar. Ne zaman karşısındaki
güçler kendi ideolojik düzlemlerinde atılımlar yapıp parlak
dönemler yaşamaya başladılar
işte o zaman yitirdiklerinin
nelere mal olduğunu çok net
algıladılar. Lakin çıkışın süreç
içersinde kaybettikleri temel
doğrulara tekrar dönmekle
mümkün olduğunu büyük bir
çoğunluğu anlayamadı. Bunun
farkında olanlar ise yaşanması gereken sürecin gereğini
yapamadılar ya da konjoktürel
gerekçelerle eksik yaptılar. Tüm
bunlara rağmen yaşanılan zilletin arka planının ne olduğunun
bilincinde olmayanlar savunmacı yaklaşımlarla düşmanı hep
dışarıda aramaya ve konjonktürel, eklektik çözüm arayışlarına
devam ettiler.
Çağın zorladığı göreceli, ılımlı,
seküler bir eksende yürütülen
ve küresel odakların desteklediği yeni bir paradigma ile karşı
karşıyayız. Bu yeni model felsefesi, değerleri ile yeni olmayan
bir niteliğe sahip. İnsanlığa temel doğruları sunamayan Batılı
bir paradigmanın içeriden sorgulamasıyla ortaya konan bir
model. Bu modelin “çağın ruhu”
denilerek insanlığa sunulması
ve algı yönetimi teknikleriyle
kamuoyuna benimsetilmeye
çalışılması manidardır. Aynı
zamanda insanlığı batının deli
gömleğinden kurtarıp bir çıkış
sunabilecek yegane bir din/yaşam biçimi olan İslama rağmen
kendilerini İslam ile tavsif eden
birilerinin de yeni paradigma çerçevesinde bir yaklaşım
sergilemeleri söz konusu. Bu
çevreler post modern değerlerle
kendi değerlerini uyumlulaştırmaya çalışarak ucube bir
ideolojik eksen üreterek Müslümanları çeşitli maslahatlarla bu
sapkın anlayışa davet etmeleri
de sorunu daha çetrefilli hâle
getirmektedir.
Dünyada ve bölgedeki değişimlere paralel olarak çevremizde,
özellikle de Müslümanların yaşadıkları coğrafyada söz konusu
ideolojik rüzgârlar estirilmekte,
değişim ve dönüşüm süreçleri
yaşanmaktadır. Küresel güç
odaklarının oluşturduğu ve
belirli bir dönem desteklediği
statüko artık miadını doldurmuş durumda. Uzun süredir
planlanan değişim ve dönüşüm
21
İktibas
L
aisizm-Sekülerizm,
demokrasi, insan
hakları, serbest piyasa
gibi Batılı kavramların
tarihsel olarak insanlığın
ortak üretimi (?!) evrensel kavramlar olarak
sunulduğu ve bu yolda
her türlü ideolojik savaş
tekniklerinin kullanıldığı
bir dönemden geçmekteyiz. Değişen dünya
dengeleri bir taraftan
‘Müslümanları’ uluslararası sistemin merkezine
doğru hareket ettirmeye
çalışırken diğer taraftan
da Batılı standartlarla
uyumlu hareket etmeyen
ve bu süreci radikal bir
yaklaşımla ret eden Müslümanları, oluşturdukları
yapıları niteliklerine ve
yöntemlerine bakmadan
terör ile özdeşleştirerek
marjinalleştirmek istemektedirler.
süreci yeni dinamiklerle meydana gelmektedir. Halkın baskı,
zulüm, yolsuzluk ve yoksulluklara karşı meşru taleplerini ve
tepkilerini de arkasına alan bu
süreç, Müslümanlar açısından
kritik bir öneme sahiptir. Statükocu, otoriter yönetimlerin
yıkılması muhakkak ki dikkate
değer bir gelişmedir. Ancak bu
değişim sürecinin arka planı ve
22
DÜŞÜNCE
eski yapıların yerine ikame edilecek rejimlerin niteliği de en az
onun kadar önemlidir. Çünkü
bu konudaki anlayış ve duruşun
niteliği Müslümanların sadece
bugününü değil geleceğini de
etkileme gücüne sahiptir.
Laisizm-Sekülerizm, demokrasi, insan hakları, serbest piyasa
gibi Batılı kavramların tarihsel
olarak insanlığın ortak üretimi
(?!) evrensel kavramlar olarak
sunulduğu ve bu yolda her türlü
ideolojik savaş tekniklerinin
kullanıldığı bir dönemden
geçmekteyiz. Değişen dünya
dengeleri bir taraftan ‘Müslümanları’ uluslararası sistemin
merkezine doğru hareket ettirmeye çalışırken diğer taraftan
da Batılı standartlarla uyumlu
hareket etmeyen ve bu süreci
radikal bir yaklaşımla ret eden
Müslümanları, oluşturdukları
yapıları niteliklerine ve yöntemlerine bakmadan terör ile özdeşleştirerek marjinalleştirmek
istemektedirler. Bu durumda
Müslümanların düşünsel ve siyasal duruşu stratejik bir önem
kazanmaktadır.
“SİSTEM-İÇİ”
MÜCADELEDE TÜRKİYE
ÖRNEĞİ VE AÇMAZLARI
Cumhuriyet kadrolarını iki
temel siyasi çizgi olarak değerlendirmek mümkündür
ama unutmamalıyız ki bu iki
siyasi çizginin cumhuriyetin
temel felsefesi, hedefleri ve
ilkeleri konusunda herhangi bir
ihtilafları söz konusu değildir.
Batılılaşmak, çağdaş uygarlık
düzeyine ulaşmak konusunda
birbirleriyle yarışları, sistem
içi güç ve çıkar mücadeleleri
hep devam etmektedir. Bunlardan birincisi jakoben, tepeden
inmeci, yukarıdan aşağıya bir
modernleşmeyle amaca ulaşacağına inanırken ikincisi,
evrilmeci, ılımlı, halkı sürece
dâhil etmenin ve halkın değerleriyle mümkün olduğunca
çatışmamanın gereğine inanan
bir yaklaşımı temsil etmektedir. Cumhuriyetin kuruluş
döneminin dış şartları birinci
anlayışa sahip kadroların hâkim
olmaları sonucunu soğurmuşsa
da bu iki siyasi çizgi arasındaki sistem-içi mücadele devam
etmiştir. Cumhuriyet Halk
Fırkası/Partisi-Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası ve bunların
çizgisinde siyaset yapan partilerin mücadeleleri, bugün de
bu temel siyasi çizgileri temsil
eden partiler, kuruluşlar statükocular -değişimciler- olarak
mücadelelerini devam ettirmektedirler.
Bilindiği üzere kadim Yunan,
eski Roma ve Hıristiyanlık
senteziyle ortaya çıkan ve seküler bir temelde yükselen Batı
medeniyetinin İslam ile tarihî
problemi bulunmaktadır. Yaşadığı aydınlanma süreci sonunda
başat bir güç hâline gelen Batı,
kendi varlığını, Müslümanların yaşadıkları coğrafyadaki
hâkimiyetini sürdürebilmek
için İslam ile hesaplaşmanın bir
zorunluluk olduğunun farkındadır. Bunun için, ya İslam’ı
yok etmek ya da korunmuş
yegâne ilahi kaynağa sahip olan
Müslümanları ana kaynaktan
uzaklaştırarak, Batılı değerlerle
uyumlu bir din algısını inşa
İktibas
DÜŞÜNCE
ederek onları kontrol etmek durumundadır. Kendilerini İslam
ile tavsif eden geniş bir kitlenin
şaşkınlığı ve ne yapacağını
bilmezliğinden de yararlanarak
buna cüret etmektedirler.
Batı ve Batıcıların hayati öneme
sahip bu stratejilerinin görülmesi ve bunun arka plandaki
Batının genlerine işlemiş,
felsefelerine nüfuz etmiş farklı
bir tecrübenin sonucu ortaya
çıkan “din” algısını göz ardı
etmememiz gerekmektedir.
Öyle ki bu gerçekliği dikkate
almadan Batıyı, Batılı değerleri
esas alan sistemleri anlamaya
çalışmak, onlarla ilgili çıkarımlarda bulunmak yanlış olacaktır.
Zira bugün başat konumda
bulunan güçler bilmektedirler ki başta hukuk ve toplum
alanları olmak üzere ontolojik,
epistemolojik, vd. hayata dair
alanlarda insanlığa teklifi olan
yegâne din (ideolojik beklentilere de cevap veren) İslam’dır. Bu
nedenle İslam, dün olduğu gibi
bugün de egemen güçler için
potansiyel bir tehlike, alternatif
bir medeniyettir. Bu bağlamda
Müslümanların yaşadıkları
coğrafyadaki Batılılaşma projelerinin kendine özgü şartları
vardır. Bu projelerin “ideolojik savaş” boyutu hep vardır.
Dolayısıyla egemen güçler
buralardaki ideolojik mücadelelere kayıtsız kalmazlar. Aynı
zamanda sistem içi güç ve çıkar
mücadelesinin seyrini de gelecekleri ve güvenlikleri açısından
önemserler, stratejik boyutta
müdahale ederler. Bu durum,
Türkiye’deki sistem içi mücadelenin ta başından bu yana net
bir şekilde görülebilir. Zaten
stratejik önemi dolayısıyla Türkiye dünyadaki değişimlere ve
dış etkilere çok daha duyarlıdır.
Doğal olarak Türkiye’deki siyasal sistemin ideolojik sınırlarını
belirleme çabamızda karşımıza
üç önemli başlığın çıktığını görebiliriz. Bunlar, verili sistemin
tehdit değerlendirmesindeki
sıralamaya göre İslam, Sosyalizm ve Milliyetçilik (daha
doğrusu Türk Milliyetçiliğinin
bilinçli ve/veya bilinçsiz olarak
tetikleyip derinleştirdiği Kürt
Milliyetçiliği). Dünya görüşü
itibariyle Batının düşünsel
temellerine yabancı olmayan,
reaksiyoner bir çıkışı yansıtan
sosyalizm Türkiye Cumhuriyeti
için konjonktürel olarak bir
tehdit oluşturmuş gibi gösterilse de artık bir tehdit olarak
algılanmamaktadır. Ulus devlet
projesinin bir gereği olarak
Osmanlı kültür zemininden bir
“ulus” oluşturma çabaları cumhuriyetin başını çok ağrıtmıştır.
Bunda İslam dini ile Batı’nın
yaşadığı tecrübedeki din olgusunu birbirlerine karıştırmaları
ve geleneksel boyutlarıyla da
olsa toplumu küçümsemelerinin rolü büyük olmuştur. Her
ne kadar Batılılaşma hedefine
kilitlenmiş olan bir sistemin İslam ile karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz olsa da Müslümanlarla
çatışmada asıl öne çıkan boyut
laik Türkiye Cumhuriyeti’nin
seçtiği modernleşme yöntemi olmuştur. Zira kendilerini
Müslüman olarak tavsif eden
insanımızın büyük çoğunluğunun Batılılaşmanın ne olduğu
konusundaki yüzeysel yakla-
D
oğal olarak Türkiye’deki siyasal sistemin ideolojik sınırlarını
belirleme çabamızda karşımıza üç önemli başlığın
çıktığını görebiliriz. Bunlar, verili sistemin tehdit
değerlendirmesindeki
sıralamaya göre İslam,
Sosyalizm ve Milliyetçilik (daha doğrusu Türk
Milliyetçiliğinin bilinçli
ve/veya bilinçsiz olarak
tetikleyip derinleştirdiği
Kürt Milliyetçiliği). Dünya
görüşü itibariyle Batının
düşünsel temellerine
yabancı olmayan, reaksiyoner bir çıkışı yansıtan
sosyalizm Türkiye Cumhuriyeti için konjonktürel
olarak bir tehdit oluşturmuş gibi gösterilse
de artık bir tehdit olarak
algılanmamaktadır.
şımları, İslam algıları konusunda onlara hâkim olan tarihsel
birikimler, bidat ve hurafeler,
en önemlisi de ana kaynaktan
uzaklaşma sistemin İslam
ile çatışmada zemini kaymış
bulunmaktadır. Kuruluş felsefesiyle, ideolojisiyle, ilkeleri ve
değerleriyle sistemi topyekûn
değerlendirmek ve ona göre bir
duruş sergilemek yerine, sistem
içi taraflardan biri hasım olarak
görülmüş, en az diğeri kadar
tehlikeli olan ama kullandığı
23
İktibas
C
umhuriyet tarihi
boyunca sistem-içi
mücadelenin taraflarından biri haklı olarak
hedefe yerleştirilirken
diğeri sanki aynı siyasal
sistemin ideolojik özelliklerine sahip değilmiş gibi
hep ıskalanmıştır. Oysa
sistem içi mücadelenin
taraflarını birbirinden
ayıran unsur, modernleşmede tercih ettikleri
yöntemdir, yaklaşımdır.
Jakoben /devrimci, baskıcı, tepeden inmeci,
seçkinci bir geleneği
temsil edip kaba araçlarla amacına ulaşmayı
öngörürken diğeri daha
ılımlı bir yaklaşımı, Anglosakson geleneği temsil
etmektedir; dolayısıyla
ikincisinin kullandığı
araçlar da daha sofistike,
daha aldatıcı ve çeldirici
olmuştur.
ılımlı yaklaşım ve sinsi “ideolojik savaş” yöntemi nedeniyle birincisi kadar iyi tanıyamadıkları
taraf ile yakın durmuşlardır. Bu
henüz İslami bilincin milliyetçimuhafazakâr düzeyi aşamadığı
dönemde böyle olduğu gibi,
maalesef bugün de konjonktürel fırtınalarla benzer eğilimlere
şahit olmaktayız.
24
DÜŞÜNCE
Cumhuriyet tarihi boyunca
sistem-içi mücadelenin taraflarından biri haklı olarak hedefe
yerleştirilirken diğeri sanki
aynı siyasal sistemin ideolojik
özelliklerine sahip değilmiş
gibi hep ıskalanmıştır. Oysa
sistem içi mücadelenin taraflarını birbirinden ayıran unsur,
modernleşmede tercih ettikleri
yöntemdir, yaklaşımdır. Jakoben /devrimci, baskıcı, tepeden
inmeci, seçkinci bir geleneği
temsil edip kaba araçlarla
amacına ulaşmayı öngörürken
diğeri daha ılımlı bir yaklaşımı,
Anglosakson geleneği temsil
etmektedir; dolayısıyla ikincisinin kullandığı araçlar da
daha sofistike, daha aldatıcı ve
çeldirici olmuştur.
Batı düşüncesinin ana ekseninde yer alan seküler mantık,
özünde skolastik düşüncenin
karşısında yer almasına rağmen, Türkiye’deki jakoben
geleneği takip eden Batıcı kadrolar, uzun bir dönem sekülerlik adına kendilerine değişmez
doğrular belirlemişler, laikliğin
bir yorumunu sistem için tehlike gördükleri İslam’ın karşısına
adeta alternatif bir din gibi
yerleştirmişlerdir. Buna karşın,
Anglosakson geleneği takip
eden ılımlı laikler ise buna, batılı değerler, modern referanslarla karşı çıkmışlar, tarihsel
modernist okumalarla sözde
evrensel değerlerle uyumlu bir
din anlayışını temsil etmelerine
rağmen, İslam’ı doğru algılayamayan insanlar (halk) nezdinde
hep tercih edilmişlerdir.
Türkiye’deki siyasal sistem
içinde laiklik anlayışının farklı
versiyonlarının dini/İslam’ı
algılama ve kendi bakış açıları
çerçevesinde onu tehdit olmaktan çıkarma mücadelelerinde
farklı yöntemler kullandıklarını
belirtmiştik. Konunun daha net
anlaşılabilmesi için bazı hususların altınını çizmek gerekmektedir. Her iki anlayış da İslam’ı
seküler bir zemine oturtmayı,
farklı okumalarla yeniden
yorumlamayı stratejik önemde
görmektedirler. Ancak birincisi
(jakoben/devrimci anlayışı benimseyen laikler), seçtiği yöntemin doğal bir sonucu olarak
daha ötekileştirici, buyurgan bir
dille bunu yapmaya çalışırken
ikincisi (Anglosakson geleneği
takip edenler, ılımlı laikler),
çoğu zaman halkın içinden
devşirdikleri aktörlerle daha
ılımlı, sistemi tehdit etmediğini
düşündükleri boyutlarda daha
liberal bir tavır takınmaktadırlar. Kullandıkları bu ılımlı dil
ise insanımızı aldatmaktadır.
Bu aldatmada, (jakobenlere
göre “din istismarı”nda) birinci
anlayışın da çok önemli bir etken olduğunu gözden kaçırmamak lazımdır. Asıl gözden kaçırılmaması gereken husus ise
her iki laiklik yorumu ve/veya
modernleşme tarzında İslam’ı
seküler bir yoruma tabi tutma
zorunluluğudur. Birincisinde
İslam’a/Müslümanlara yönelik
“ideolojik savaş” boyutu eğitim
kurumlarıyla, kültürel faaliyetlerle, tören ve söylemlerle üstü
kapalı yürütülüp onları sindirme, baskı altında tutma görünür durumda iken, ikincisi hem
birinci kesimin ötekileştirici,
sindirici tavrının avantajlarıyla
hem de aldatıcı yaklaşımıyla
İktibas
DÜŞÜNCE
karşımıza çıkmaktadır ve söz
konusu avantajların sağladığı
imkânlarla “ideolojik savaş”ı
çok daha planlı, programlı
entelektüel faaliyetlerle sürdürmektedir. Tarihsel, modernist
okumalarla Müslümanların değerlerini sözde evrensel değerlerle (demokrasi, insan hakları,
serbest piyasa…) telif etme/
uyumlulaştırma, sonuç itibariyle diğerlerinin zorlandıkları
seküler temelde yeni bir “din”
inşa etme yolunda öne çıkmaktadırlar. Reel şartların aldatıcı
cazibesi de bunlara yardımcı
olmaktadır. En vahim olanı da
İslam ile hiçbir alakası olmayan
modernist değerler üzerine
inşa edilmeye çalışılan bu din
algısını sadece ılımlı laiklerin,
sağcıların, liberallerin savunmamalarıdır. Giderek yaygınlaşan
bir şekilde devşirilmiş siyasi
aktörler, entelektüeller, kanaat
önderleri ve cemaat liderleri
de bu projenin parçası hâline
gelmektedirler. Son dönemde bunlara, İslam’ın yeniden
iktidar olmasını muhal gören ya
da bunun kendi ömürleri içinde
gerçekleşemeyeceği vehmine
kapılanlar da dâhil olmuşlardır.
Bu kesimler de küresel ölçekli
“ılımlı İslam” projesinin değirmenine su taşımaya devam
etmekte “ikbal beklentileriyle
ideolojik/dini kaygılarını telif”
kaygan zemininde sürüklenmektedirler. Peki, durum bu
kadar net olmasına rağmen
kendilerini İslam ile tavsif eden
çevrelerin mevcut pozisyonlarını, sistem içi mücadelede
“taraf” olmalarını nasıl değerlendirmek gerekir?
Bunların büyük bir kesiminin
sahih, net, Kur’an merkezli bir
din algısına sahip olmadığını
hemen belirtmemiz gerekir.
Kur’an algısı, peygamber
telakkisi ve İslami mücadelede
yöntem konularında belirli bir
düzeyde olduğu kabul edilenler
de maalesef, içinde yaşadıkları
cahili sistemi ya tanımamakta ya da reaksiyoner, telifçi
yaklaşımlarla hareket alanlarını
genişlettikleri vehmine kapılmaktadırlar.
Birileri değişen dünya ve bölge
koşullarına paralel olarak yenilenen küresel güçlerin temel politikacılarıyla uyumlu bir ideolojiyle sistemi yenileme sürecinde
etkin roller üstlenmektedir. Bu
bağlamda liberal demokratlar
ve sosyal demokratlarla birlikte
yoğun bir entelektüel çaba gösteren neo-nurcular/Gülen cemaati, hızla demokratikleşmeye
çalışan sistemin vazgeçemediği sistem-içi odaklardan biri
hâline gelmiş bulunmaktadır.
Öyle ki Abant Toplantılarında
(Abant Konsilinde) Allah’ın dininin yeniden yorumlanması ve
sözde evrensel değerlerle uyumlu hâle getirilmesi hususunda
ciddi çabalar göstermişlerdir.
Bu ve benzeri açık sapmalara
karşı tavır alması beklenilen
bazı kesimler ise bunlara sessiz
kalmakla yetinmeyip zamanla
sistem-içi mücadelede birlikte
hareket etmekte bir mahsur
görmemektedirler.
Geçmişte kavramların önemine
vurgu yapan ve kavramları iki
ana gruba ayırmak gerektiğini,
bunlardan ideolojik olanlarının
kesinlikle içi boşaltılıp yeniden
B
irileri değişen dünya
ve bölge koşullarına
paralel olarak yenilenen
küresel güçlerin temel
politikacılarıyla uyumlu
bir ideolojiyle sistemi
yenileme sürecinde etkin
roller üstlenmektedir. Bu
bağlamda liberal demokratlar ve sosyal demokratlarla birlikte yoğun
bir entelektüel çaba
gösteren neo-nurcular/
Gülen cemaati, hızla demokratikleşmeye çalışan
sistemin vazgeçemediği
sistem-içi odaklardan biri
hâline gelmiş bulunmaktadır.
tanımlanarak farklı değerler
sisteminin kullanımına sunulamayacağını, ama teknik
kavramlar için bunu söylemenin doğru olmayacağını açık ve
net ifadelerle ortaya koyanların
bugün geldikleri çizgi sistem-içi
mücadelede stratejik yanlışların
vahametini göstermesi bakımından önemlidir. Kendi hâlini
sorgulamak, mücadele çizgisindeki çelişkileri en azından değer
verdiği insanlara izah etmek
durumunda olanlar, bunun
yerine, Müslüman âlimleri,
aydınları sistem-içi mücadeleyi
eleştirdikleri için kafa karışıklığıyla suçlayabilmektedirler.
Bunu da ciddi bir gerekçeye
dayandırmak yerine, onların
25
İktibas
T
evhidi duruşlarıyla
ve mücadelelerindeki etkinlikleriyle önemsenmesi gereken bir başka kesim de, sistem-içi
mücadele stratejik yanlışının bir uzantısı olarak
belki birçok taraftarını,
yol arkadaşını şaşırtmakta onların da ciddi tereddütler yaşamasına neden
olmaktadır. Bunlar, “zalimle olan mücadeleyi
geleceğe ertelemek” adına cahili sistemin taraftarlarından birine savaş
açarken İslam’a ve Müslümanlara karşı “ideolojik
savaş” açan diğerleriyle
konjonktürel yakınlık
içinde bulunmaktadırlar.
Zulmün değişik versiyonlarını temsil eden sistemiçi unsurların her ikisine
de tavır almak yerine,
“demokratik sekülerlik/
dini özgürlükçülük” anlayışındakilerin daha sinsi,
donanımlı, toplumu
aldatıcı ikiyüzlü yaklaşımlarını “kötünün iyisi”
olarak değerlendirebilmektedir.
26
DÜŞÜNCE
Özal’a bakışlarındaki şaşılığa(!)
dayandırmaları ne kadar manidardır. Özal’ın İslamizasyon
politikalarını, Müslümanların
değerleriyle sözde evrensel
değerleri telif etmedeki önemli
yerini ıskalayarak bunu yapabilmektedirler.
Tevhidi duruşlarıyla ve mücadelelerindeki etkinlikleriyle
önemsenmesi gereken bir başka
kesim de, sistem-içi mücadele
stratejik yanlışının bir uzantısı
olarak belki birçok taraftarını,
yol arkadaşını şaşırtmakta
onların da ciddi tereddütler
yaşamasına neden olmaktadır.
Bunlar, “zalimle olan mücadeleyi geleceğe ertelemek” adına
cahili sistemin taraftarlarından
birine savaş açarken İslam’a
ve Müslümanlara karşı “ideolojik savaş” açan diğerleriyle
konjonktürel yakınlık içinde
bulunmaktadırlar. Zulmün
değişik versiyonlarını temsil
eden sistem-içi unsurların her
ikisine de tavır almak yerine,
“demokratik sekülerlik/dini özgürlükçülük” anlayışındakilerin
daha sinsi, donanımlı, toplumu
aldatıcı ikiyüzlü yaklaşımlarını
“kötünün iyisi” olarak değerlendirebilmektedir. Bu yanlış
değerlendirmenin doğal bir
uzantısı olarak ‘ak’ ile ‘kara’ birbirine karışmaktadır: “…Tümünü değiştirmeyi düşündüğümüz
siyasi parti, vakıf, dernek vb.
kullanılması imkânlı olan araçlarını bilinçli olarak kullanmaktan kaçınsak bile, aynı sistemin
okul, basın, adres, ufak işletme,
fabrika, resmî daire ve pazardaki tezgâh gibi diğer araçlarına
mahkûm olduğumuzu hatırla-
mamız gerekir.” Tırnak içinde
verdiğimiz bu ifadeden anlaşılacağı gibi, bu kesimlerde kafa karışıklığı devam etmektedir. Zira
başta siyasi parti olmak üzere
sistemin temel felsefesini, sabitelerini, ilkelerini ve değerlerini
içselleştirmiş, daha doğrusu
içselleştirmesi, fonksiyonu
gereği zorunlu olan ve cahili
küfür sistemini işletmeye talip
araçlarla, kullanılması tartışılabilecek veya iradi tercihimiz
sonucu olmayan ve ideolojik hareketi ve niteliği farklı olanların
aynı çerçevede anılması bir hata
değilse başka bir amaca yönelik
bir kasta mukarin gözükmektedir. Zaten bu doğrultudaki
sıkıntılarını, İslami mücadelede
sitem-içi araçları kullanabilmek
için bir yeterliliğe sahip olmak
gereğiyle kendileri de ifade
etmektedirler. Yeterliliğin ise,
“fikrî ve metodolojik niteliği,
istişari birlikteliği, dayanışmayı, iş bölümü ve fedakarlığı…”
gerektirdiğini belirtmek gereği
duymaktadırlar.
Sistem-içi mücadeleyi meşrulaştırmak isteyenlerin büyük
bir kısmının öne çıkardığı Hz.
Yusuf kıssasıyla ilgili kısa bir
değerlendirme yapmak, sistemiçi kavramının anlaşılmasına
katkı sağlayacaktır. Gerçekten
Kur’an’daki tüm kıssalarda
olduğu gibi Hz. Yusuf’un
kıssasında da bizler için önemli
dersler, günümüze taşıyabileceğimiz emsalsiz örnekler söz konusudur. Zira Kur’an bütünlüğü
içinde, yaşadığı hayatı anlamaya ve Müslümanca yaşamaya
çalışan Hz. Yusuf’un, içinde
bulunduğu namüsait ortama
İktibas
DÜŞÜNCE
rağmen nasıl İslami kimliğini
zedeleyerek herhangi bir söz,
fiil ve davranışta bulunmaktan
ısrarla kaçındığını, örnek bir
duruş sergilediğini görmemek
mümkün değildir. O, heva ve
hevesine, reel şartların aldatıcı
cazibesine karşı bir mücadelenin sabırla nasıl verilebileceğinin ve bunun İslami mücadeledeki stratejik öneminin
yaşanmış bir örnekliğidir. Tevhidi, “sistem dışı” duruşuyla,
diğer örneklerle aynı yönelişin
izleriyle, vahyin denetiminde
en zor şartlarda bile nasıl doğru
çizgiden sapmamak gerektiği ile
en güzel örneklerden olduğunu
unutmamalıyız.
Hiç unutmamamız gereken bir
husus daha var. Tüm peygamberler ve özellikle son Peygamberimizin, kendilerini çepeçevre
saran egemen sistem karşısındaki tutumlarının çerçevesini
belirleyen vahiydir. Bu örnekler
bizler için de stratejik işaret taşları, en güzel örneklerdir. Nitekim peygamberimiz ilk ayetlerle
birlikte hitap ettiği toplumu
ve cahili sistemi tevhidi ilkelere çağırmış ve cahili sistemi
felsefesi, ilkeleri, değerleriyle
kökten reddeden bu duruşunu
mücadelesi boyunca hep korumuştur. Tevhidi ilkelerin açıkça
ve tavizsizce beyanı, egemen
güçlerin itikadî eleştirisi ve
reddi, Allah’ın hükümleriyle
hükmetmeyenlere itaat edilmeyeceği ilahi emrine tavizsizce
uyması bizler için en güzel
örnektir. Bu uzlaşmaz net tavır,
onların cahili sistemin hâkim
olduğu bir yapıda yaşamalarına,
egemen sistemin bazı imkân
ve geleneksel kurumlarından
yararlanmalarına (bir pazarlık,
itikadi bir uzlaşma dayatmaları
olmaksızın) engel olmamıştır.
Çünkü bu imkân ve geleneksel
kurumlardan istifade etmede
herhangi bir taviz, inancı konusunda herhangi bir pazarlık söz
konusu bile olmamış, değişik
vesilelerle bu yönde gelen
teklifleri vahyin kılavuzluğunda tereddütsüz reddedilmiştir.
Egemen sistemin imkân ve
kurumlarından yararlanma,
bahis konusu toplumun kendi
aralarındaki güç ve üstünlük
mücadelesinin ortaya çıkardığı
bir durumdur. Soy bağı ve akrabalık asabiyetinin o toplumda
oluşturduğu koruma ve yardımlaşmalardır. Himaye etme,
eman verme müessesesiyle
temin edilen imkânlar ve tebliğ
maksadıyla panayırların kullanılması bu çerçevede değerlendirilmelidir. Keza “ilaf” denilen,
Mekke yöneticileri ile komşu
devletlerarasında akdedilmiş
ticari anlaşmalardan yararlanan
Müslümanlar alışverişlerini
sürdürmüşlerdir. Dolayısıyla
bu uygulamalar, günümüzdeki
hak ile batılı (sözde özgürlük
adına, adalet adına, hareket
alanını genişletme adına, cuntacı-vesayetçi oligarşik düzenin
geriletilmesi adına) birbirine
karıştıranların ve/veya bu tür
süreçlere taraf olanların, sessiz
kalanların arkasına sığınacakları örnekler kesinlikle değildir.
Bazı maslahatları gerekçe göstererek sistem-içi duruşlarını
meşrulaştırmak isteyenlerin,
küfre ve şirke bağlılık sözleri
verenlerin ve bunlarla aralarına
mesafe koymayı bile çıkar-
H
iç unutmamamız
gereken bir husus
daha var. Tüm peygamberler ve özellikle son
Peygamberimizin, kendilerini çepeçevre saran
egemen sistem karşısındaki tutumlarının çerçevesini belirleyen vahiydir.
Bu örnekler bizler için de
stratejik işaret taşları, en
güzel örneklerdir.
larına, stratejilerine uygun
görmeyenlerin sarılacakları,
tutunacakları örnekler olması
düşünülemez.
Sonuç olarak yaşanılan yeni
dönem Müslümanlar açısından
tuzaklar ve açmazların yanında yeni imkânlar ve fırsatları
da içinde barındırmaktadır.
Ancak Müslümanların bu fırsat
ve imkânları kullanabilmeleri
için öncelikle konjonktürel
ve “sonuç odaklı” yaklaşımlar
yerine Müslümana yakışan
“süreç odaklı”/ilkeli mücadelelerini ısrarla ve her şeye rağmen
devam ettirmeleri gerekmektedir. Bu ise ancak düşünsel ve
siyasal olarak net bir duruş ile
mümkündür. Unutmayalım ki
“duruş”umuzdaki netlik varacağımız yerin niteliğini tayin eden
en önemli etkendir. “Sistem
dışı”/tevhidi duruşumuzla her
hâl ve şartta netliğimizi koruyabiliriz.
„
27
İktibas
BEŞERİ
SİSTEMLER VE
MÜSLÜMANLAR
HİKMET ERTÜRK
M
üslüman olmak;
bir gruba dâhil
olmak değil, bir duruşa
sahip olmaktır. İslam’ın
öngördüğü bir duruşa
sahip olunmadan oluşturulan toplulukların
herhangi bir toplumsal
değişime katkı sağlaması
mümkün değildir.
28
DÜŞÜNCE
Müslüman olmak; bir gruba
dâhil olmak değil, bir duruşa
sahip olmaktır. İslam’ın öngördüğü bir duruşa sahip olunmadan oluşturulan toplulukların
herhangi bir toplumsal değişime katkı sağlaması mümkün
değildir.
Şu günlerde kimi İslami çevrelerin cahili sistemlere payanda
olarak varlıklarını sürdürmeye
çalışmaları çok utanılacak bir
durumdur. Allah’ın egemenliğini ölçü almayan tüm sistemler
Allah’ın hükümlerini dışlayan
sistemlerdir. O yüzden Yüce
Allah; “Allah dışında başka dostlar, başka dayanaklar edinenlerin
durumu, ağdan örülmüş bir yuva
edinen örümceğin durumuna
benzer. Hiç kuşkusuz en dayanıksız ev, örümcek yuvasıdır. Onlar
keşke bunun bilincine erselerdi.”
(Ankebut–41) demektedir. “Ne
yazık ki, bu çevreler zaman zaman bu gerçeği unutuyorlar. Bu
yüzden, tüm değerlere ilişkin
ölçüleri karışmakta, bütün bağlarla ilgili düşünceleri karmaşık
hâle gelmekte, ellerindeki tüm
kriterler bozulmaktadır. Ne
tarafa gideceklerini, neyi alıp
neyi bırakacaklarını bilmez hâle
gelmektedirler. Bir de geleneği
sahiplenen büyük bir topluluk
ile aslında her şeyin farkında
olan bilenlerimiz var. 1 Bunlar
ise “Bu durumda iktidar sahiplerinin ellerindeki caydırıcı güce
aldanmaktadırlar. Bu otoriteyi
yeryüzünde dilediğini yapabilen tek egemen güç sanırlar.
Bu yüzden korku ile ümitle bu
güce yönelirler. Ondan korkarlar, endişelenirler. Vereceği
zarardan korunmak ya da onun
koruyucu (!) kanatları altına
girmeyi garantilemek için onu
hoşnut etmeye çalışırlar.”2 Ve
onlara gereksiz yere yumuşak
davranırlar. Biz buna İslami
ıstılahta müdahene diyoruz.
Bu konu Kalem suresi 8-15.
ayetlerde geçmektedir: “Öyleyse yalanlayanlara itaat etme.
Onlar istediler ki, sen onlara
yumuşak davranasın/müdahene
edesin de onlar da sana yumuşak
davransınlar. Şunların hiç birine
itaat etme: Yemin edip duran
aşağılık, herkesi kınayan, söz
getirip götüren, hayra engel olan,
saldırgan, günahkâr, kaba, sonra
da soysuz, alçak, mal ve oğullar
sahibi olduğu için, kendine ayetlerimiz okunduğu zaman “eskilerin
masalları” dedi. Biz yakında onun
burnuna damga vuracağız.” (Kalem, 68/8–15)
Ayette geçen “Müdahene” kavramının anlamı: “Yağ çekmek,
ovmak, okşamak, müşriklerin
taptıklarına, alçak garazlarına, haksızlıklarına ilişmemek,
yalancılıklarına göz yummak,
lüzumsuz yere yumuşak
davranmak”tır. Bu kişilere karşı
mücadele etmemiz ve onlardan
ayrışmamız emredilmekteyken
onlarla aynı havayı soluyabileceğimizi söylemek onların
oluşturmuş oldukları sistemlere
sahip çıkmak ya da böylesi bir
sistem içerisinde İslami yaşantımızı sürdürebileceğimizi
düşünmek, Kur’an’ın emirlerini
anlayamadığımızı gösterir.
Allah’ın “soysuz ve alçak” olarak
nitelendirdiği kimselerle ortak
noktalarımız olamaz. Eğer
böyle bir şeye yelteniyorsak bu
onlara kendi adımıza vereceğimiz tavizler sebebiyle oluşabilir.
Hâlbuki böylesi devlet ya da
sistemleri güçlü görüp buralara
sığınmamız gerçekte aldatıcı bir
şeydir. Böylesi kimseler Ankebut Suresi 41. ayette geçtiği
İktibas
DÜŞÜNCE
üzere: “Gerek fertlerin, gerek
toplumların, gerekse devletlerin ellerindeki bu güçlere
sığınmanın tıpkı örümceğin
ağdan örülü yuvasına sığınması
gibi olduğunu unutmaktadırlar.
Hâlbuki bu zayıf, güçsüz ve
çaresiz örümceği, gevşek yuva
koruyacak değildir. Bu zayıf
eve sığınmakla tehlikelerden
korunması mümkün değildir.
Allah’ın himayesinden başka
bir himaye, onun güvenilir
korusundan başka bir sığınak,
onun sarsılmaz gücünden başka
bir destek yoktur. Tek güç,
Allah’ın gücüdür. Biricik dostluk Allah’ın dostluğudur. Onun
dışındakiler istediği kadar
büyüklük taslasın, azgınlaşıp
zorbalaşsın, istediği kadar zulüm, baskı ve işkence araçlarına
sahip olsun kesinlikle zayıftırlar, güçsüzdürler, önemsizdirler.”3 Aslında kendisini İslam
ile aynileştiren kimselerin cahili
sistemleri ve bu sistemlerin
düşünsel altyapılarını oluşturan
kavram ve ideolojileri iyi tahlil
edemedikleri görülmektedir.
Sistemin idare ve sevki kendilerinden gördükleri birilerine
verilince zannediyorlar ki
İslam adına yapmak istedikleri
şeylerin önü açılacak. Fakat
şurası kaçırılmamalı ki böylesi
sitemleri yönetenler farklı kimselerdir burada yapılan sadece
sınırları belirlenmiş bir şekilde
kendi cahili sistemlerine teknik
kadro tahsis etmekten ibarettir.
Çünkü toplumun çoğunluğunu
oluşturan inanç ve değerler
cinsinden birilerine sistemlerini emanet etmek daha akıllıca
bir yöntemdir. Bu durumda siz
nereye giderseniz gidin sonuç
değişmeyecektir. Çünkü böylesi
sistemlerde her şey bu kişilerin
kontrolündedir. Kendilerinden
olan farklı simalar durumu
değiştirmeyecektir. Bu yanılgı
ile söz konusu kesimler daha
önceki yıllarda yapılan referandum sürecinde de aynı hataya
düşmüşlerdir ve bu şekli ile
beşeri bir anayasanın oluşumuna müdahil olmuşlardı. Müslümanların bu durumu Keloğlan
ile ilgili bir hikâyede çok güzel
resmedilmişti.Dilerseniz hatırlayalım: “Evvel zaman içinde
bir fakir keloğlan yaşarmış.
Bu Keloğlan’ın babası, bir gün
hastalanmış, oğlunu yanına
çağırmış:
– Oğlum sana nasihatim olsun.
Adı Musa, boyu kısa, sakalı
köse alan adamla aksata etme.
Hatta değirmenin de bile buğday öğütme, demiş.
Gel zaman, git zaman bu adam
ölmüş. Bir gün Keloğlan’ın
anası:
– Oğlum, unumuz kalmadı. Değirmende bir yük buğday öğüt
de gel, demiş.
Keloğlan, değirmenin yolunu
tutmuş. Bir değirmene varmış
ki kısa boylu bir adam orada
oturmakta. Bu adam üstelik
köseymiş. Keloğlan’ın aklına
hemen babasının öğütleri
gelmiş.
– Amca senin adın ne? diye
sormuş.
Adam ‘Benim adım Musa’
deyince bu değirmende buğday
öğütmekten vazgeçmiş. Başka
bir değirmene gitmiş. Meğer
Musa Dayı, işin farkına vardığından, kestirme yoldan değirmene gitmiş. Keloğlan gelmiş,
bunu orada görünce geri dönüp
gitmek istemiş ama Musa Dayı
seslenmiş:
– Oğlum beyhude yorulma.
Buralarda üç değirmen var, üçü
de benim, demiş.”
İşte anlatmaya çalıştığımız şey
de bu. Tüm değirmenler onların
ve her kapı aynı yere çıkıyor.
İşte böyle bir çıkmazın içerisindeyiz. Eğer ki sistem kendi içerisinde birtakım değişikliklere
gidiyorsa bu asla kendi rejiminden/değerlerinden vazgeçtiği
anlamına gelmiyor. Sadece
değirmeninin dönmesi için sizden ekmeklik buğday istiyorlar.
O buğdayı eğer o değirmende
öğütürseniz o değirmen her
daim çalışır durumda kalacak. Peki, siz ısrarla öğütmek
istemezseniz ne olur? O zaman
yeni tekliflerle karşılaşabilirsiniz? O halde hikâyemize devam
edelim:
“Demiş ama Keloğlan’ın inadı
inat.
– Mademki değirmenler senin
ben de un öğütmekten vazgeçtim, demiş.
Musa Dayı bakmış ki ne yapsa
çare yok, Keloğlan buğdayı
öğütmeyecek.
– Gel, sen gene öğütme. Gel
seninle birer okkalı yalan
söyleyelim. Ben kazanırsam
hayvanı üzerindeki yüküyle
beraber alırım. Sen kazanırsan
değirmenlerimden birini sana
veririm, demiş.
Bu fikre Keloğlan sevinmiş.
Önce Musa Dayı bir yalan söylemiş.
(İşte keloğlan burada hata yapıyor sonuç ne olursa olsun değirmen yine dönecek kazananı
belli bir tartışmaya girişiyorlar.)
– Keloğlan, benim babam çiftçi
idi. Bizim harman yerinde ken-
29
İktibas
di kendine bir karpuz göğerdi.
Biz buna güzelce baktık. Bu da
büyüdükçe büyüdü, dağ gibi
bir karpuz oldu. Olduğu zaman
babam bir baltacı tuttu. Bunlar
kesmeye başladılar. Bunlardan
birisinin elinden baltası karpuzun içine düştü. Adam baltasını almak için karpuzun içine
girdi. Baltayı ararken içeride bir
adamla karşılaştı. Baltacı sordu
ki ‘Hemşerim sen bu karpuzun
içerisinde balta gördün mü?’
dedi. Adam da ‘Yahu sen ne
söylersin? Ben bir bezirgânım.
Develerimi ve adamlarımı
yitirdim. Bir hafta oldu arayıp
bulamadım. Sen baltanı mı
bulacaksın?’ dedi. İşte, bizim
bu karpuzun suyundan Van
Gölü meydana geldi, demiş.
Adam sözünü burada kesmiş.
Sonra da Keloğlan’a dönüp
haydi, bir yalan da sen söyle
bakalım, demiş.
Keloğlan da başlamış:
– Musa Dayı, benim babam
arıcı idi. Petekten sabah kaç
arı gitti, akşam kaç arı döndü
hepsini sayardı. Günlerden bir
gün bizim bir topal arı vardı, bu
peteğe dönmedi. Babam da bu
arı ne oldu, diye sabaha kadar
uyumadı. Sabahleyin bizden bir
çuvaldız istedi. Çuvaldızı yere
dikip yalın ayak üzerine çıktı.
Dört tarafa bakarken çift süren
bir öküzün üzerine konmuş
olan arıyı gördü. Hemen bana
seslendi, horozu eğerle getir,
diye. Ben de hemen horozu
eğerledim. Babam da üzerine
binerek gidip bizim topal arıyı
kurtardı ama bizim horozun
sırtını eğer vurduğu için yara
olmuştu. İşte o yaraya ceviz
yağı çaldık. Derken oradan bir
ceviz çıktı. Bu büyüdü de bü-
30
DÜŞÜNCE
yüdü, kocaman bir ceviz oldu.
Yapraklarını döktüğü zaman,
kocaman bir tarla oldu. Biz
bu tarlayı ekip biçmeye başladık. Ekinler olduğu zaman ele
tırpanları aldık. Tam biçmeye
başladık ki bir tilki çıktı. Babam
tırpanı fırlattı. Tırpanın ipi,
tilkinin kuyruğuna geçti. Tilki
de tarlada bir o tarafa bir bu
tarafa gittikçe bizim ekinler
biçildi. Toplayıp harman ettik.
Harmanı savurduk. Buğdayları
ölçmeye başladık. Ölçerken
gıratın içinden bir kâğıt çıktı.
Alıp okuduk ki ‘Yalanı Keloğlan
kazandı, Musa Dayı hapı yuttu.’
yazıyor.”
Bu durum önce Kur’an’dan
nasihat dinleyen sonra yalan
yarışına tutuşan sonra da kendi
yalanlarına inanan Müslümanlara (!) çok benzemiş. Yani bu
yalan atılacaksa biz bu konuda
da onlardan daha iyi yalan
söyleyebiliriz değil mi? Keloğlan da böyle yapmış. Aslında
Keloğlan’ın babasının bildiği
ya da yaşadığı bir şeyler olmalı.
Çünkü bu değirmenci Musa
Dayı’ya güvenmiyor. Mutlaka
aralarında bir şeyler geçmiş
olmalı. Maalesef kimse sözü
dinlemiyor işte. Güvenmemeleri gereken yerlerde gezinip
duruyorlar.
Bu yalana ağzı açık kalan Musa
Dayı ne yapmıştır sizce?
“Bunun üzerine Musa Dayı ‘Keloğlan, baban daha çuvaldızın
üzerine çıktığı zaman ben hapı
yutmuştum. Ondan sonra nefesini boşa harcadın. Ben de tam
senin gibi bir adam arıyordum.
Bir değil üç değirmenimi de
sana bırakayım, sen çekip çevir
gayri’ demiş.”
İşte tüm işleyiş tıpkı bu tebessüm ettiren hikâyedeki
gibi dönüyor. Baktı ki sistem
kendini idare edemiyor halkı
inandıramıyorlar, onlar da öyle
yapıyorlar. Alın size yönetim bu
halkı ancak siz ikna edebilirsiniz. Nasılsa tüm değirmenler de
onların ya, değişen bir şey yok.
Siz sadece bekçisiniz orada ama
değirmen bozulursa da tamir
etmek zorundasınız. Bakın
Musa Dayı bile öyle herkese
değirmenini teslim etmiyor.
Önce halkı ikna edebiliyor mu
ona bakıyor. Eğer o kabiliyeti
görmüşse teslim ediyor. Demek
ki bu sistemin sahipleri dindar,
tutucu kesimde bu beceriyi
görmüş ki sistemlerini yönetme
hakkını onlara vermişler. Şimdi
de uzun zamandır değirmenlerinde buğday öğütmek istemeyen bir kesim aniden buğdaylarını öğütmeye karar vermiş gibi
görünüyor.
İnşallah bizler böylesi geçici
düşlerin esiri olmayız. Allah
katında tek geçerli din İslam’dır
ve onun hükmü bütün bir
kâinat için geçerlidir. Bizlere de
hayatımız pahasına bu değerleri
korumak, hâkim kılmak düşer.
İnşallah hepimiz böylesi bir yolda hayatlarımızı sonlandırırız.
Allah hepimizin yar ve yardımcısı olacaktır. Bunda hiçbir
zaman şüphemiz olmasın.
Dipnotlar:
1 Fizilalil Kur’an Seyyid Kutub Anke-
but Suresi 41. ayet tefsiri
2 Fizilalil Kur’an Seyyid Kutub Anke-
but Suresi 41. ayet tefsiri
3 Fizilalil Kur’an Seyyid Kutub Anke-
but Suresi 41. ayet tefsiri
İktibas
DÜŞÜNCE
MÜSLÜMANLARIN
DURUŞ-
LARINDAKİ
FARKLILIKLAR
ALİ ARAF ARAT
M
üslümanların
siyasi alandaki
duruşlarını nebevi mücadele geleneğinin özüne
uygun biçimde ortaya
koyamamaları, siyasi
düşüncelerine vahyin
belirlediği nebevi eksenli
bir algıyı yansıtamamalarındandır. Bunun nedenini duruşlarını belirleyen
düşünce ve davranışlarının dayandığı kaynağın
temel ilkelerini ve nebevi
mücadele yöntemini
gereğine uygun algılayamadıklarında aramak
gerekir.
Müslümanların siyasi alandaki
duruşlarını nebevi mücadele geleneğinin özüne uygun
biçimde ortaya koyamamaları,
siyasi düşüncelerine vahyin
belirlediği nebevi eksenli bir
algıyı yansıtamamalarındandır.
Bunun nedenini duruşlarını
belirleyen düşünce ve davranışlarının dayandığı kaynağın
temel ilkelerini ve nebevi mücadele yöntemini gereğine uygun
algılayamadıklarında aramak
gerekir.
İslam, Allah tarafından insanların içinden seçtiği Resulleri
aracılığıyla insanlara düşünce ve davranış bütünlüğünü
gösteren tevhidi duruş modeli
sunmuştur. Peygamberin nebevi mücadelesi bizzat Allah’ın
kontrolünde ve vahyin terbiyesi
altında canlı ve yaşanan bir
hayatın içinde geçmiştir. Hz.
Muhammet’in inşa sürecinde
yapılan ilahi müdahalelerle,
risalet görevini kendisinden
istenilen tevhidi çizgide yerine
getirebilmesi ve tavizsiz bir duruşu sürdürebilmesi için, beşeri
zaaflarından tamamen arındırılmış bir düşünme ve davranış
biçimi kazandırılmıştır. Bu çok
zorlu ve meşakkatli süreç kimi
zaman düşüncelerine, kimi
zaman davranışlarına, kimi
zaman da toplumsal ilişkilerindeki uygulamalarına yönelik
ilahi uyarılarla devam etmiştir.
Peygamberin bu inşa süreci
tüm zamanlar için Müslümanlara evrensel boyutlu, ilkeli bir
model sunmuştur. Ne var ki
vahyin kontrolünden uzaklaşarak temel referanslarını başka
yerlerde arayan Müslümanlar
kendilerini vahyin kılavuzlu-
ğundan soyutlamış ve ilahi iradenin koordinatlarını tamamen
yitirerek batıla teslim olan bir
duruş biçimini gelenek hâline
getirmişlerdir.
Müslümanlar tarih boyunca
düşünce ve davranışlarındaki
duruşlarını üç önemli kategoride temsil eder durumda
olmuşlardır:
1-Geleneklerin hâkim
olduğu tarihsel duruş
Bunlardan ilki daha çok gelenek
ve göreneklerin hâkim olduğu,
anneden babadan geçme, eski
kültür unsurlarının kuşaktan
kuşağa aktarıldığı daha çok
tarihsel birikimin etkisiyle
oluşan atavik bir duruştur. Bu
kategoride olup Peygamberin
vahyin belirlediği ontolojisini
kavrayamayan Müslümanlar, onun 14 asır öncesi fiziki
özelliklerine dayalı giyiminden
kuşamına, yemesinden içmesine ve hatta tuvalete gitmesine
kadar peygamberdeki beşeri
sıradanlıkları vahyin pratiği
sanmışlardır. Kur’an’ın peygamber tasavvuru zamanla ve
mekânla sınırlı olmayan örnek
bir model olarak tüm insanlığa
sunulduğu hâlde peygamber
gerçekliğinden uzak, daha çok
Arap toplum yapısının kültürel özelliklerini yansıtan ve
sınırlayan bir imajını göz önüne
almışlardır. Vahyin inşa ettiği
Peygamberin ilkeli duruşunu
ortaya çıkaran temel kaynağın
esprisini algılayamayan bu kategorideki Müslümanlar, siyasi
algılarında önlerine konulan
imajların cazibesine kapılarak
düşünmüşlerdir. Peygamber
31
İktibas
M
üslümanların siyasi duruşlarında
önemli zaafların ortaya
çıkmasına neden olan bu
durum, Peygamberin hayatındaki siyasi yönünü
görmek yerine imajların
belirlediği görüntüleriyle
oyalanmalarına, basirete dayalı siyasi refleks
geliştirememelerine
neden olmuştur. Dolayısıyla Müslümanların
siyasi boşlukları vahiy
tarafından değil Müslüman olmayan düzenlerin
yarattığı gerçek olmayan
ancak gerçeğin yerini
alan basiretini yitirmiş siyasi duruşlar olarak dışarıdan ayarlanır olmuştur.
tasavvurunu daha çok onun
fiziksel vasıflarından yola
çıkarak algılayan Müslümanlar
her gördükleri İslami oluşumun
başındaki sakallıyı dedem sanmışlar ve peşinden sürüklenir
olmuşlardır. Bugün Müslüman
yazar ve entelektüellerdeki
en önemli düşünce ve duruş
bozukluğunun bu durumdan
kaynaklandığının altını çizmek
gerekir. Müslümanların siyasi
duruşlarında önemli zaafların
ortaya çıkmasına neden olan bu
durum, Peygamberin hayatındaki siyasi yönünü görmek
yerine imajların belirlediği
görüntüleriyle oyalanmalarına,
32
DÜŞÜNCE
basirete dayalı siyasi refleks
geliştirememelerine neden
olmuştur. Dolayısıyla Müslümanların siyasi boşlukları vahiy
tarafından değil Müslüman
olmayan düzenlerin yarattığı
gerçek olmayan ancak gerçeğin
yerini alan basiretini yitirmiş
siyasi duruşlar olarak dışarıdan
ayarlanır olmuştur. İngilizler
ilk defa Birinci Dünya Savaşı
yıllarında casusları Lawrens’i
Arap kabilelerini Osmanlı’ya
karşı kışkırtmak ve örgütleyerek ayaklandırma çıkarmak
için Müslüman imajıyla bölgeye
göndermişlerdir. Müslümanlar
yaşamlarını Kur’an’a dayalı bir
anlayışla disipline edemedikleri için bu şekildeki imajların,
şekillerin, kostümlerin etkisinde kalarak kandırılmışlardır.
İslam dünyasını yönetmesi
için, bu dünyanın karşısına hep
aynı imajlarla çıkarılan liderler
Müslümanların bu zaaflarından
yararlanarak asırlardır İslam
dünyasını aldatır olmuşlardır.
Burak Hüseyin Obama’nın
isminin Arap ismi ve babasının
Müslüman olmasının avantajları kullanılmış ve ABD’nin
yeni dünya düzeninin temel
sembolik argümanı olarak ABD
politikalarının İslam coğrafyasında meşruluk kazanmasında
etkili bir zemin oluşturmuştur.
Son dönemde İslami demokrasi
söylemi ile öne çıkan Müslüman lider profillerinin aldatıcı
cazibesi Müslümanların siyasi
duruşlarındaki yansımalarının en önemli açmazıdırlar.
Sakalına sarığına, Kur’an’dan
bahsediyor oluşuna ya da
adının Muhammed, Mustafa,
Ali olmasına aldanan Müslü-
man yazar ve entelektüeller bu
açmazlarını yazılarında duygusallığı ön plana çıkaran siyasi
yorumlarında ortaya koymaktadırlar. Yine Müslümanların
tarihsel geçmişlerinde oluşmaya
başlayan, yabancı kültürlerle
karşılaşmaya başladıkları dönemde ortaya çıkan ve günümüz cemaatlerince de hâlâ yaşatılmakta olan mistik anlayışlar
Müslümanları İslam’ın özünden
uzaklaştırmıştır. İslami anlayışın içine adeta ayrı bir din
olarak sonradan eklemlenen
tasavvuf düşüncesi Müslümanların Kur’an’ın kavramlarını
yanlış yorumlamalarına neden
olmuştur. İnzivaya çekilme,
nefsi terbiye etme ve dünya
nimetlerinden kayıtsız şartsız
mahrum kalma seanslarının
getirdiği zaaflar, Müslümanların Dünya meselelerinden elini
ayağını çekmelerine ve İslam’ın
siyasi boyutunun bastırılmasına neden olmuştur. Dünyadaki
gelişmelere ilgisiz kalışlarıyla
siyasi duruşlarını yitiren Müslümanlar tarihe hiçbir katkısı
olmayan nesneler olarak tarihin
dışına itilmişlerdir. Bu duruş
günümüz Müslümanlarının
kafasında uçan, kaçan, olmadık
mucizelerle harikalar yaratan
peygamber ve evliya tasavvurlarının oluşmasına neden olmuştur. Böyle bir İslam algısıyla
kendini tanımlayan Müslüman
duruşu elbette ki küfrün projelerine teslimiyet demektir.
Geleneksel tasavvuf düşüncesiyle dünyayı algılamaya çalışan
Müslümanların duruşu dinler
arası diyaloga kapı aralayarak
küresel pazar ekonomisinin
önünü açmaya göz kırpmak
İktibas
DÜŞÜNCE
olacaktır. Tasavvuf dininin
etkisi altında duruş sergileyen
Müslümanlar konjonktürün
işletilmesinde,konjonktüre uygun bir duruş ve çizgiyi temsil
ederek İslam’ın özünü yeterince
anlamamış olduklarını somut
bir şekilde ortaya koymaktadırlar.
2-Modernizmin hâkim
olduğu modern duruş
Aydınlanma çağı ile birlikte
Batı medeniyetinin öne çıkışı
ve İslam dünyasının siyasi bir
güç olarak çöküşü sonrası kendi
temel referanslarını bir daha
keşfedemeyen Müslümanlar,
Batının karşısında aşağılık
kompleksinin yol açtığı bir hayranlığa kapılmış ve bu hayranlık
zihinsel felce neden olmuştur.
Bugün siyasi çıkmazda olan
İslam dünyasının zihinsel
felce uğramış bocalayıp duran
görüntüsünün temel nedeni
kendi kavramlarını modernizmin kavramlarıyla anlamaya ve
yaşamaya çalışmasıdır. Fransız
ihtilaliyle ortaya çıkan ulusçuluk düşüncesinin bizdeki
aynısı ve tepkisel sürümleri
olan Milliyetçilik, Osmanlıcılık, Turancılık, İslamcılık,
Türkçülük gibi fikir hareketleri
siyasi zihnimizin ne derece felce
uğradığını gösterir. Osmanlı
Devletinin son dönemlerinde üretilen Batı patentli fikir
hareketleri temelleri yeni atılan
Türk Devleti’nin siyasi geleceğinde de etkili olmak istemiş ve
bir anda kendilerini yeni siyasi
organizasyondan pay kapma
mücadelesi içinde bulmuşlardır.
Bu mücadele sürecinde modernitenin etkisiyle zihinleri
felce uğrayan İslamcılar sistem
içinde kendilerine yer bulmak
isteyen ısrarcı duruşlarıyla dikkat çekmişlerdir. Günümüzdeki
İslami demokrasi düşüncesinin
temelleri o dönemin İslamcıları
eliyle atılmıştır. Uzlaşmacı çizgi
üzerindeki duruşlarıyla İslam’ın
öngördüğü temel referanslarından daha da uzaklaşan
Müslümanlar zaman içinde
laik-demokratik zihniyetin
emniyet sübabı olmuş, sistem
içi siyasetin vazgeçilmezi olarak
demokrasi tarihinin nesnesi hâline getirilmişlerdir. Bu
sürecin ahlâki yıkımı ise çok
daha ağır olmuş, ahiretlerini
kaybetme pahasına da olsa elde
ettikleri sistem içi pozisyonlarını ve seküler-dünyevi iktidarlarını koruma adına onursuz bir
duruşu temsil eder olmuşlardır.
Müslümanlar siyasi perspektiflerini ve söylemlerini modernist-seküler çizgideki ısrarcı
duruşlarıyla ifade ettikleri için
bu duruşlarıyla İslam coğrafyasındaki geleneksel Müslüman
kitlelere model olarak sunulmuşlardır. Bu model vahyin ortaya koyduğu modele tamamen
zıttır. Müslümanların uzlaşmacı çizgideki ılımlı duruşu bugün
Batı emperyalizminin sistemleştirdiği küresel şirk düzenin
bu coğrafyada hâkim olmasına
davetiye çıkarmaktadır. Küresel şirk düzeni Arap baharı
gibi uyduruk devrimlerinin
bu coğrafyada aşı tutması için
Müslümanların siyasi duruş
sorunlarından kaynaklanan her
türlü enstrümanı kullanıyor.
Modernist felsefenin kıskacından kendini kurtaramayan ve
Mezhep eksenli yorumları ve
O
smanlı Devletinin
son dönemlerinde
üretilen Batı patentli fikir
hareketleri temelleri yeni
atılan Türk Devleti’nin siyasi geleceğinde de etkili
olmak istemiş ve bir anda
kendilerini yeni siyasi
organizasyondan pay
kapma mücadelesi içinde
bulmuşlardır. Bu mücadele sürecinde modernitenin etkisiyle zihinleri
felce uğrayan İslamcılar
sistem içinde kendilerine yer bulmak isteyen
ısrarcı duruşlarıyla dikkat
çekmişlerdir. Günümüzdeki İslami demokrasi
düşüncesinin temelleri
o dönemin İslamcıları
eliyle atılmıştır. Uzlaşmacı
çizgi üzerindeki duruşlarıyla İslam’ın öngördüğü
temel referanslarından
daha da uzaklaşan Müslümanlar zaman içinde
laik-demokratik zihniyetin emniyet sübabı olmuş, sistem içi siyasetin
vazgeçilmezi olarak demokrasi tarihinin nesnesi
hâline getirilmişlerdir.
buna uygun çatışmacı duruşlarıyla öne çıkan Müslüman
entelektüel ve aydınlar küresel
küfrün değirmenine su taşıdıklarının farkına bile varamıyorlar.
33
İktibas
Mezhepsel farklılıklarını çatışmacı bir üslupla kaşımakta ısrar
eden Müslümanlar, bu duruşun
asıl kaynağının Batı medeniyetinin insanlık dışı uygulamalarını sistemleştiren ortaçağ
kilisesinin hastalıklı duruşu
olduğunu göremiyorlar.
3-Vahyin hâkim olduğu
Nebevi duruş
Yalnızca vahyin belirleyici olduğu bu kategorideki Müslümanlar, kendi nefsi zaaflarından
ziyade ilahi iradeyi öne çıkarıcı
düşünce ve davranış biçimlerini
önemsemiş ve duruşlarındaki ölçüyü tamamen vahiyle
donatmış kimselerdir. Bu duruş
modelinin sunduğu evrensel izdüşümü incelediğimizde Müslümanların olaylar ve olgular karşısında nasıl durması gerektiği
ile ilgili temel ilkelerin yalnızca
vahiy tarafından belirlendiğini
görürüz. Müslümanlar duruşlarının Allah’ın razı olduğu duruş
olması için Kur’an’a bakarak
Peygamberimizin Kur’an’la sağlaması yapılmış sahih sünnetini
model almışlardır. Bu noktada
Peygamberimize de kendinden
önceki peygamberlerin siyasi
duruşları yer yer model olarak
sunulmuştur. Peygamberlerin sistem karşısındaki siyasi
duruşunu yukarıda zikretmeye
çalıştığım geleneksel ve modernist çizgide okuyanların ve
kitleleri yanlış yollara kanalize
edenlerin ahirette hesapları çok
ağır olacaktır.
Sonuç:
Yıllar önce Türkiye’nin son
sosyalisti (son mohikan) olduğunu söyleyen bir profesöre şu
34
DÜŞÜNCE
soruyu sormuştum; “Hocam
insan nasıl okur ya da size oku
denildiğinde nasıl bir cevap
verirsiniz ya da okumanızı neye
göre yaparsınız?” Şöyle cevap
vermişti Profesör: “Okumam
nasıl durduğumla ilgilidir. Duruşumu Sosyalist bir felsefeyle
yapıyorsam dünyayı, insanı,
toplumu, eşyayı, Tanrı kavramını sosyalizmin kavramlarına
göre okurum!”
Bir Sosyalist, hayatı kendi duruşuna göre Marksist anlayışla
okuyacak ve üretim ilişkilerinden hareketle kendi siyasi
duruşunun esaslarını ortaya
koyacaktır. Kapitalist kimse,
sermaye ilişkileri ve onun
sistematik denkleme dönüşen
çıkarına dayalı serbest piyasa
ilişkileri üzerinden duruşunu belirleyecektir. Elbette ki
Müslüman da kendi okumasının esaslarına uygun ilkeli bir
duruşla okumasını yapacaktır.
Sosyalizmi de okuyacaktır, kapitalizmi de okuyacaktır. Ancak
bu okumaları vahyin perspektifine uygun bir duruşla ilkeli
bir okuma yapacaktır. İslam’ın
kavramlarını sosyalizmin ya
da kapitalist ilişkilerin kelime
ve kavramlarıyla okuyanlar
duruşlarını gözden geçirmelidirler. Duruşlarının bu iki batıl
ideolojinin etkilediği duruşlar
olup olmadığının sağlamasını
yine vahiyle kontrol etmek
durumundadırlar.
Evet, Allah Muhammed’in (a.s.)
nebevi duruşunun temellerini
“Oku! Yaradan Rabbinin adıyla
oku!” ayetiyle atıyor. Bu okuma
Peygamberin ve Müslümanların
siyasi duruşlarının ilke esaslı
olması gerektiğinin başlangıcı
olmuştur. Müslümanlar vahyin
Müslüman’dan istediği duruşa
uygun tarzda okuma yapma
basiretini kazanabilmelidir.
Allah tüm okumalarımızı kendi
ölçülerine uygun yapmamızı
olaylar ve olgular üzerinde vahyin ilkelerine uygun düşünmemizi istemektedir. Başkalarının
yanlış okumalarının eseri olan
duruşlarından esinlenerek, yanlış duruşlarını kendisine duruş
edinenlerin yaptığı okumalar
derinliği olmayan, konjonktürün belirlediği daha çok duygusal psikozlarla yapılan sığ
okumalardır. Müslümanlar bu
şekilde yapılan bir okumayla
duruşlarını bozarlarsa peygamberlerin genelinin sünnetiyle de
ters düşmüş olacaklardır. Allah
Müslümanlardan ilkelerine uygun okuma yapmalarını istiyor.
Sonuca ya da başarıya odaklı
duruşların yaptığı okumaların
sonu hüsran olan okumalar
olacaktır. Müslümanlar okumalarını, sünnetullaha uygun,
ilkeli duruşlar sergileyerek
gerçekleştirebilecekleri basiretli
duruşları alışkanlık edinmelidirler. İlkesiz bir okumanın, her
durumda reel şartların aldatıcı
cazibesine yönelerek istikameti
kaybetmek demek olacağını çok
iyi algılamalıdırlar.
Şunu unutmayalım ki Allah (c.c.)
Müslümanlardan sünnetullaha
uygun, tevhidi duruşun tabiatı
gereği, nebevi mücadelenin
koordinatlarını iyi görebilen,
basirete dayalı, süreç odaklı bir
duruş istiyor. Sonuç odaklı değil.
„
İktibas
DÜŞÜNCE
TEVHİD
ERTELENİR
Mİ?
FATMA CEREN
Ya da şöyle soralım:
-Tevhide ulaşmak için tevhid
ertelenir mi?
Kulağımızı tırmalayan böyle
soruları akıllara getiren başka
bir soru ortaya atıldı bu ülkede.
Ben ona ‘Batıl soruların anası’
diyorum. ‘Batıl’ diyorum, çünkü
sorular çıktığı yer itibariyle anlamlanır. ‘Ana’ diyorum, çünkü
bu ve benzer sorular yeni soruları doğurur. Hak sorular Hakka
yönelttiği gibi, batıl sorular da
batıla sürükler.
Gelelim soruya,
“La ilahe illallah, bir başlangıç mıdır yoksa varılacak bir
son mu?”
H
içbir elçi beşere
(insanlara) ait
olan gayreti, çabayı,
azmi ve mücadeleyi
ortaya koymadan
Rabbinden bu konuda
kendilerine zafer vermesi için ellerini açıp
niyazda bulunmamışlardır. Çünkü onlar hakkı ve haddi olmayan
bir şeyi kendilerini elçi
olarak gönderenden
istenmemesi gerektiğini çok iyi biliyorlardı.
Müslüman kişinin aklına dahi
gelmeyecek bu soru, farklı
versiyonlarıyla basın-yayın
gündemini epey meşgul etti ve
edecek gibi. Bunu sormak demek çoktan dâhil olunan sistem
içi mücadele, sisteme entegre
olma, bahar rüzgârları, neo nurculuk, devletsiz devletli İslam
model arayışları, demokrasiyi
İslamlaştırma, siyasal İslam,
üretilmiş İslamcılık gibi pozisyonları meşrulaştırmak için
kafaları karıştırmak demektir
ve benzer sorular, bu yöntemleri benimseyenler tarafından
ortaya atılır. Sadece bugün değil
geçmiş ve gelecekte, Müslümanları tevhide yaklaştırır gibi
görünen, ama uzaklaştıran bu
sorulara ve yöntemlere vahiy şiddetle karşı çıkar. “Kim
İslâm’dan başka bir din ararsa, asla ondan kabul edilmez.
O, ahirette de kayba uğrayanlardandır.” (3/85)
Hani belki sorulsa ‘Müslüman
için tek vazgeçilmez ve ertelenmez şey nedir?’ diye, ‘tevhid’
ancak bunun cevabıyken daha
baştan yamuk soruların cevaplarıyla yamulmak zor olmayacaktır. Toplumlar, karşılarında
önce tevhid mesajını getiren
bir resul görmüşlerdir. Gücünü
yalnız Allah’tan alan kararlı ve
istikrarlı elçiler, şirk ve batılla
uzlaşsın diye değil, bunlardan
uzaklaşsın ve uzaklaştırsınlar
diye gönderilmişlerdir. Batıldan
uzaklaşmayan Hakk’a yaklaşamaz. Tevhid inancındaki ‘La’nın
manası tam da budur. ‘Pislikten uzaklaş, elbiseni temizle!’
emrinden anlaşılan da! Gönlü
Hakk’a yaklaşanın, bedeni, aklı
ve ameli batılın içinde, arkasında, sağında solunda ve huzurunda durmaz, duramaz!
Şirke ve batıla meydan okuyan
Müslüman, meydanı onlara
bırakmayacağım derken, ‘Oku’
ile başlayan vahyi havada
bırakmaz. Eğer ki Müslümanım
diyorsa ve eğer ki sözün en
güzeline uyuyorsa… Şüphesiz
ben Müslümanlardanım diyen
kişi için, tevhidin ihmal edilmesi, ertelenmesi, geçici olarak
servis dışı bırakılması mümkün
değildir. Çünkü resuller tevhidi
ertelememişlerdir. Önce şartları
sağlayıp, iyileştirip, ehlileştirip
sonra tevhidden bahsetmiş
değillerdir. Tevhidin manasını
merhaleci, parçacıl bir yaklaşımla anlamamış, yaşamamış
ve aktarmamışlardır. Sadece
kendisi tekliği ve bütünlüğü
ifade eden tevhid, manada ve
bu manayı yaşantıya geçiren
yöntemde nasıl parçalanır ki!
35
İktibas
Dokunduğu batılı eritiveren
Hakk, geçici süreliğine batılla
nasıl kenetlenebilir, birlikte
nasıl hareket edebilir ki! Bu
gerçeklere iki gözünü yumup
yürüyen batıl, kendisiyle yürüyenin tek gözünü kapatan Hakk
olduğunu zanneder. Ancak
safını Hakk’tan yana tutanlar;
şirke, batıla, beşeri hükümlere,
bırakın tek gözünü yummayı,
gözünü bile kırpmazlar!
“Dinde zorlama yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan
apaçık ayrılmıştır. Artık kim
tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa o, sapasağlam bir kulpa
yapışmıştır; bunun kopması
yoktur. Allah, işitendir, bilendir.”(2/256) Bu bağlamda,
çaktırmadan, alıştıra alıştıra,
gizleyerek tevhid inancı tasdik
edilmez, yaşanmaz, yaşatılmaz.
Allah (c.c.)’ın tek kanun koyucu,
tek ilah, tek Rabb, olduğunu
açık ve net ilan etmedikçe o
inanç İslam olmaz, olamaz.
İslam olmak demek, önce bu
temel inancı ikrarla tasdik etmek, sonra da amelle yaşamak
demektir.
İlahi hükme taşıyıcı sistem
olan tevhid, yıkılmaya mahkûm
beşeri sisteme güç takviye eden
bir yapı malzemesi değildir.
Onları onarmaz, düzeltmez,
cilalamaz. Tamamen ortadan
kaldırır. Devletin ve toplumun
her alanında biriken üretilmiş
sorunları çözmek için değil, o
sorunları üreten zihniyeti yıkıp
baştan inşa etmek için gelir.
Tevhid dışındaki hiçbir esas,
kökten değişimi temsil etmediği gibi ancak Franz Kafka’nın
36
DÜŞÜNCE
‘Dönüşüm’ündeki karmaşayı,
belirsizliği insanlığa okutur
ki anlayamazsın böcek misin
insan mı? Müşrik misin Müslüman mı?
Şirk sularına kapılıp boğuluyorken tevhidden yardım isteyene
sormazlar mı? “Ne işin vardı
senin orada?” diye! Tevhid, son
anda yetişen can simidi olsaydı
Firavun’a olurdu, öyle değil
mi? Dolayısıyla ilahi emrin ana
mesajından akli yorumlarla
uzaklaşanlar, tevhid ile şirk
arasında bir yerde sıkışıp kalır.
Bu belirsiz gidişatı, belirgin ve
net olan tevhide değişenlerin
inançları ve hayatları da değişir.
Batılın argümanlarıyla -mesela
demokrasi- İslam’a anlam vermeye çalışanlar, bir süre sonra
dibe vururlar. İşin başında
geçici süreliğine dâhil oldukları
batıl sistemi, zamanla sahiplenmeye, savunmaya başlarlar.
Sistem içi mücadele dönüşüverir sistem dibi mücadeleye.
Dipten ama hangi yöne gidildiği
bilinmeyen bu yolda, aldatıcı
iyilikler ve olumlu gelişmeler de
olur muhakkak. Fakat bunlar,
asıl olan hedefe yani tevhide
götürdüğü zannedilen geçici
avuntulardır.
Batıl bir beşeri sistemi, yanlış projelendirilmiş ve işleyişi
bozuk bir kanalizasyon sistemine benzetiyorum. Hemen
her yerden arıza ve patlak
veren bu sistem için üretilen
parçacıl ve anlık çözümler,
ancak geçici çözümlerdir. O an
işe yarıyormuş gibi görünür.
Doğru! Belki işe yarar da. Fakat
bir süre sonra ya aynı yerden
ya da başka bir yerinden tekrar
arıza verir. Çünkü sistem daha
en başında hatalı kurulmuştur.
Hâlbuki sorunların ortadan
kalkması, sistemin sil baştan
doğru projelendirmesine ve
doğru inşasına bağlıdır. Ancak
böyle düzgün işleyiş ve verim
beklenebilir ve inşa sürecindeki
her adım ve kullanılan malzeme
dosdoğru olmalıdır. Aksi takdirde, ileride arızalar, patlaklar ve
en sonunda sistemin göçmesi
yine kaçınılmaz sondur. Basit
bir kanalizasyon sistemini dahi
projelendirip kurallara bağlayan insanoğlu aklını, hayatını,
toplumu, devleti neye göre ve
nasıl inşa edecektir? Önce buna
karar verilmelidir.
Velhasıl kelam, batıl kökenli bu
ve benzeri sorular, müslümanın
aklına dahi gelebilecek cinsten
değildir. Geliyorsa atılan batıl
tohumlar zihinlere tutunmuş
ve çimlenmeye hazır demektir.
Asla meyve vermeyecek olan bu
ağaca uzun süre emek vermek,
ancak bir kayıptır. Bırakın o
ağaca yaklaşıp meyvesinden
tatmayı, bizzat o ağacı yetiştirmeye kimin teşvik ettiğini ise
fark etmek gerekir ve böylesi
batıl soru, tohum, ağaçları bırakıp kutlu bir vadinin sağında
tevhidle köklenmiş ağaçtan
gelen sese kulak vermelidir.
”Ey Musa, Âlemlerin Rabbi
olan Allah benim.” (28/30)
Sonuç olarak,
“İnneddîne ındallâhil İslam.”(3/19)
“Allah katında din, hiç şüphesiz
İslam’dır!” „
İktibas
DÜŞÜNCE
VAZGEÇMEK
AYKUT AKÇA
aykut_akca@hotmail.com
İ
nsanları daha kolay
yönetmek/gütmek
için elden geldiğince tek
tipleştirmek projesinin
ürünüdür aslında bu vazgeçirme programı. Proje
gereği küresel manada
bir zemin oluşturulacak
ve ortak tepkiler geliştirilecekti. Aynı şeylere aynı
tavırlar verilip yine aynı
şeyler aynı şekilde boş
verilip vazgeçilecekti ki
yönetmek kolay olsundu.
İnsan, yaratılışında kendisine
verilen, akledip karar verebilme
yetisi sayesinde doğru ya da
yanlış birtakım tercihlerde bulunarak hayatını yaşar. Yaptığı
tercihlerin doğruluğu oranında
da bu dünyada ve ahretteki
hâlinin nasıllığına kendi adına
katkıda bulunur. Bu katkılar
genel olarak yapmayı tercih
ettikleri ya da vazgeçtikleri şeylerle alakalıdır. Yapmayı veya
vazgeçmeyi tercih ettiğimiz konulardaki referanslarımız sağ-
lam ise problem yoktur inşallah
ama bu tercihler herhangi bir
kritere ya da kurala bağlı olarak
yapılmıyorsa işte sorun tam da
buradadır.
Geçen gün sosyal medya diye
tabir edilen sitelerin birinde
‘’mutlu olmak için gereken on
beş şey’’ başlığı altında vazgeçilmesi öğütlenen on beş şey
vardı. Aslında bu on beş şey,
olsun canım vazgeçelim ne olur,
denecek cinsten olmayan on
beş şeydi.
MUTLU OLMAK İÇİN VAZGEÇMENİZ GEREKEN 15 ŞEY
1. Daima haklı olma ihtiyacından vazgeçin
2. Kontrol etme ihtiyacından vazgeçin
3. Başkalarını suçlamaktan vazgeçin
4. Kendinizi suçlamaktan vazgeçin
5. Sizi sınırlayan inançlardan vazgeçin
6. Şikayet etmekten vazgeçin
7. Eleştiri lüksünüzden vazgeçin
8. Başkalarını etkilemek ihtiyacından vazgeçin
9. Değişime direnmekten vazgeçin
10. Etiketlerden vazgeçin
11. Korkularınızdan vazgeçin
12. Mazeretlerinizden vazgeçin
13. Geçmişinizden vazgeçin
14. Bağlılıktan vazgeçin
15. Başkalarının beklentilerine göre yaşamaktan vazgeçin
İnsanları daha kolay yönetmek/
gütmek için elden geldiğince
tek tipleştirmek projesinin
ürünüdür aslında bu vazgeçirme programı. Proje gereği
küresel manada bir zemin
oluşturulacak ve ortak tepkiler
geliştirilecekti. Aynı şeylere
aynı tavırlar verilip yine aynı
şeyler aynı şekilde boş verilip
vazgeçilecekti ki yönetmek kolay olsundu. Sosyal medya adı
ile tanımlanan internet siteleri
tam da bu işler için icat edilmiştir. Zaten yukarıdaki listeye
baktığımızda da anlaşılacağı
gibi insanı insan yapan hasletlerin işlevselliğini bitirecek bir
proje tavsiye kılıfında sunuluyor günümüz insanına. İnsanlar
37
İktibas
ruhsuz, kişiliksiz ve aptallaşmış
bir hâle geliyor netice itibarıyla.
Aşağıdaki tespitte çok önemli
bence. Bir aptala, “Bunu neden
yapıyorsun?” diye sorduğunuzda size iki cevap verir:
1- Ben bunu hep yapıyorum.
2- Herkes böyle yapıyor.
Çünkü budalalık hem istikrarlı
hem de kitleseldir.
Sürekli yapageldiğimiz hareketleri bize kim yaptırıyor ya da
neden yapıyoruz ve herkesin
böyle yapıyor olması yapılan
eylemlerin doğru olduğunu gösterir mi ya da herkesin benimseyip yaptığı şeyleri yapmak
daha güvenli ve kolay da ondan
mı bu sahiplenmemiz?
Sorgulamaktan, akletmekten,
adaletten vs. vazgeçelim öyle
mi?
Bu mutluluk on beşi tek dünyalı
hayat tasarımı yapanların işidir.
Hayat dediğin bir gündür o
da bu gündürcü mantık bunu
gerektir. Bedelsiz, sorumluluğu
olmayan kaçamak bir duruştur
bu marifetli mutluluk on beşi.
Kur’an da bazı vazgeçme öğütleri yapıyor ancak bunlar ebedi
bir mutluluk için. Yukarıdaki
listedeki mutluluk için vazgeçme
öğütleri ise sanal bir mutluluktan ibaret. İlle de bir şeylerden
vazgeçeceksek eğer, anlamı olan
vazgeçişler olmalı bu vazgeçişlerimizin.
Kitabımız Kur’an da bize
vazgeçmekle ilgili tavsiyelerine
bir-iki örnek verecek olursak:
Alacaklı olduğunuz kişi eğer
borcunu önceden belirlediğiniz
zaman ödeyememişse süreyi
38
DÜŞÜNCE
uzatmayı, yine de ödeyemezse,
hakkımızdan vazgeçmenin
bizim için daha iyi olacağını
söyler. Bir başka yerde ebedi
olan ahiret hayatının güzelliği için geçici dünya ’’oyun ve
eğlencesinden’’ vazgeçmeyi
öğütler. Kitaba aşina kalpler
daha nice anlamlı vazgeçişlere
şahit olmuştur muhakkak.
Bununla birlikte yukarıdaki
mutluluk onbeşinin islama göre
karşılığı nedir bir gözatalım:
Dilsiz şeytan olmamak için,
daima haktan yana olup, hakka
sahip çıkıp, hakkı tavsiye edelim,
Haklının yanında, haksızın-suçlunun karşısında olalım,
Vakarı ve tevazuyu dengeleyip
mutlaka duruşumuzu, hareketlerimizi, sözlerimizi kontrol
edelim,
Yanlış yaptığımızda tevbe
etmeyi, özür dilemeyi erdem
bilip beceremezsek kendimizi
kınamayı bilelim,
Başıboş hayvanlar gibi yeryüzünde dolaşacağımıza bizi
sınırlayan inançlarımız, kutsallarımız olmalı, kitap ile irtibatı
kesmeyip sınırlarımızı bilelim,
En zor anlarda bile kafamızı
yerden kaldırıp, kimliğimizi
unutmayıp gerektiğinde isyan
edebilelim, şikâyet etmesini
bilelim,
Allah rızası için, iyi kötüden
ayırt edilsin adına, eleştirmiş
olmak için değil de hayır umarak, adalet için eleştirmesini
bilelim,
İnandığımız değerleri, dinimizi,
başkalarına anlatmayı onları
kendi kurtuluşlarına vesile
olsun adına etkilemeye
çalışmaktan geri durmayalım,
Dinimizi ve kültürel değerlerimizi yozlaştırma çabalarına
karşı direnip daha fazla sahiplenelim,
Müslüman isminden çekinmeyip en güzel etiketin o olduğunu bilelim,
Takvayı önemseyip yanlış
yapmaktan sakınarak yanlıştan korunmak için korkmamız
gereken meseleleri bilelim,
Yaptıklarımız, yapmadıklarımız
ile alakalı mutlaka elimizden
geleni ortaya koymuş olalım ve
olumsuzluk hâlinde haklı mazeretlerimiz olmalı,
Geçmişimize ve geleneğimize
sahip çıkalım,
Çevremize karşı
sorumluluklarımızın farkında
olup Müslüman’a düşen ne ise
o liyakatte beklentilere cevap
verelim,
Son söz olarak eğer Müslümanlık iddiamız varsa dini sahibinin istediği şekli ile anlayıp
yaşamalıyız. Küresel toplum
mühendislerinin müdahalelerine karşı uyanık, sorgulayan
akıllar olmalıyız. Kur’an da ‘’hiç
akletmez misiniz’’ diyen Allah,
sorumluluklarının bedeline razı
bir mükellefe seslenmiyor mu
acep. Yok, eğer Müslümanlık
iddiamız yoksa mutluluk (!)
sürüsüne katılmamıza engel var
mı ki! Koyuver gitsin, vazgeç
bitsin.
„
İktibas
DÜŞÜNCE
PKK,
BİR YAHUDİ
KURULUŞUDUR
(RAPOR)
PROF. DR. MİKÂİL BAYRAM
M.Ö. 1000’lerde İsrailoğulları
büyük bir devlet kurmuşlardı.
Tarihte kral peygamberler diye
anılan Davud ve onun oğlu
Süleyman tarafından kurulan
bu devlet en parlak dönemini de
bu iki kral peygamber zamanında yaşadı. İbrani Devleti diye
bilinen bu devletin doğu hududu
Fırat Nehrine, batı hududu
Akdeniz ve Nil Nehri vadisine
dayanıyordu. Kuzeyi Toros
Dağları, Güneyi ise Yemen’e ve
Umman Denizine ulaşıyordu.
İbrani Devleti’nin yerleştiği
bu bölge o günün dünyasında, dünya ticaretinin merkezi
konumundaydı. Eski çağlardan
beri Uzakdoğu’dan gemilerle,
ticaret filolarıyla gelen ticaret
malları karalara sokulmuş iki
suyolunda karaların derinliklerindeki limanlara ulaşırdı. Bu iki
yol Kızıl Deniz ve Basra Körfezi
suyollarıdır. Eski çağlarda Basra
Körfezi’nin, bugünkü Basra
Körfezinden 250–300 km daha
fazla Mezopotamya topraklarına
sokulduğu unutulmamalıdır. Bu
limanlardan kervanlarla Akdeniz
limanlarına ulaştırılan ticaret
malları oradan gene gemilerle Avrupa limanlarına sevk
ediliyordu. O zamanki dünya
ticaretinin kaçınılmaz güzergâhı
buydu. Dikkat edilirse bu iki
ticaret yolu da İbrani Devleti’nin
topraklarından geçmekte ve bu
iki suyolunun kontrolu İbrani
Devleti’nin elinde bulunmaktaydı ve devletin en büyük gelir
kaynağı bu ticari aktiviteden
sağlanıyordu. Ayrıca Mısır,
Yemen gibi zengin nice devletler
İbrani Devleti’ne haraç veren
devletler konumundaydı. Mısır
Firavnu’nun kızı Süleyman Peygamberin karısı idi. Süleyman
Peygamberin Mısır ve Yemen
üzerinde de hükümranlığı vardı.
Yemen Melikesi Belkıs da onun
emrine girmiş bulunuyordu.
Bu ticaret yollarının İbrani
Devleti’nin elinde ve kontrolünde bulunması diğer komşu
devletlerle aralarında gerginliklerin ve sıcak temasların vuku
bulmasına sebep olmaktaydı.
Hz. Süleyman’ın M.Ö. 973
yılında vefatından sonra yerine
oğlu Rahbaam geçti. Bundan
sonra İbrani Devleti’ni kuran
İsrailoğulları (Esbat) arasında iktidar mücadeleleri baş gösterdi.
Yahuda ve Bünyaminoğullarının
dışındaki bütün İsrailoğulları
(Esbat) Rahbaam’ı terk ettiler
ve bu mücadeleler bu devletin
yıkılışına kadar devam etti
M.Ö. 600 yıllarında İbranilerle
doğu komşuları olan Kuzey
Babilliler arasında Basra Akdeniz
arasındaki kara yolu güzergâhı
yüzünden siyasi gerginlik yaşanmaktaydı. Babilliler’in başkenti
Musul yakınlarındaki Ninova idi.
Bu devlet Kürtler’in kurduğu en
eski devletlerdendir. “The Kords
in The Bible” (Tevrat’ta Kürtler)
adlı eserde Kürtler’in Yahudilerle
ilişkileri anlatılmaktadır. Netice
itibariyle Babil Hükümdarı olan
Buhtu-Nassar (Nabu Kadnazar), Kuzey Mezopayamya’dan
topladığı ordu ile İbrani ülkesine
saldırdı. İbranileri ağır bir yenilgiye uğrattı. Başkent Kudüs’e
girdi. Şehri ateşe verdi, Yahudilerin mukaddes kitabı Tevrat’ı
bir kuyuya doldurup ateşe verdi
ve halkı kılıçtan geçirdi. Dünya
tarihinde eşine rastlanmayan bir
Yahudi katliamı yaşandı. Buhtu
Nassar 30.000 kadar Yahudiyi
de esir alarak Mezopotamya’ya
götürdü. Bu esirler tarla ve
çiftliklerde çalıştırıldılar ve esir
pazarlarında satıldılar. Yahudilerin bu esaret hayatı 40 yıl kadar
sürdü. Bu esirleden bir kısmı da
İran’daki pazarlarda satıldılar.
Çok güzel olduğu söylenen Ester
adındaki bir Yahudi kız da İran
Şahı Kuruş’la evlendi. Bugünkü
Tevrat’ta bu Yahudi kız ile ilgili
uzunca bir bölüm bulunmaktadır. İran Şahı Kuruş M.Ö. 560
yılında Yahudilere göre Ester’in
teşvik ve yönlendirmesi ile Babilliler üzerine saldırdı. Ninova’yı
zapt etti. Kuzey Babil Devleti’ni
yıktı ve Yahudilere merhametinden dolayı onları esaretten
kurtardı ve yurtlarına dönmeleri
hususunda onlara yardımcı oldu.
Tabii ki, pek çok Yahudi Kuzey
Mezopotamya ve Kürdistan’daki
köy ve çiftliklerde kala kaldılar. Bunların bakiyeleri yakın
zamana kadar mevcut idiler.
2500 sene köylerde benliklerini
koruyanlar, İsrail Devleti kurulunca onlar da çeşitli şekillerde
Yahudiler’in “Arz-i mevud” dedikleri bugünkü İsrail’e göçtüler.
Fazla detaya girmeden kısaca şunu söylemek istiyorum:
Babilliler’in İbrani Devleti’ni
yıkıp, İsrailoğullarını katliama
ve sürgüne tabi tutmasından
sonra Yahudiler bir daha devlet
kuramadılar ve arz-ı mev’ud dedikleri toprakta tutunamadılar.
Romalılar zamanında da gene
büyük bir katliama uğradılar ve
dünyaya dağıldılar. Yahudilerin
arz-ı mev’ud hasretini 2500
sene yüreklerinde yaşattılar.
Onlara bu felâketi yaşatan Kuzey
39
İktibas
40
DÜŞÜNCE
Mezopatamya’da kurulan ve bir
Kürt Devleti olan Babilliler ve
bu devletin lideri Buhtu Nassar
oldu. Onun için Yahudiler, Kürtleri en baş düşmanları olarak
görürler. Kürtlere karşı 2500
sene gönüllerinde sakladıkları
intikam duygusu ile hınca hınç
doludurlar. Bu gizli düşmanlık
onların yüreğinde daima tazeliğini korumaktadır.
Günümüzde de ABD bu desteği
sürdürmektedir. Siyonistler
Kürt halkına karşı bu intikam
duygusu ile doludurlar. Bu
amaçla bir “Kürt imha projesi”
geliştirmiş bulunuyorlar. Bu proje çok sinsi bir şekilde yürütülmektedir. Bu proje anlaşılmadan
Ortadoğu’da cereyan eden siyasi
olayları doğru olarak okumak ve
teşhis etmek imkânı yoktur.
Geçtiğimiz asrın başlarından itibaren Yahudiler, arz-ı mev’ud’a
göçüp oraya yerleşmenin
yollarını aradılar. O zamanlar
arz-ı mev’ud Osmanlı toprağı
olduğu için Sultan Abdulhamid
nezdinde girişimlerde bulundular. Osmanlı sultanından
Filistin’de yerleşecekleri bir
toprak talep ediyorlardı. Sultan
Abdulhamid’den kesin bir red
cevabı alınca Osmanlı Devleti’ne
ve Sultan Abdulhamid’e karşı yoğun bir siyasi mücadele
başlattılar. 1915 yılında Osmanlı Devleti’ne karşı başlatılan
Çanakkale Savaşı’nın organize
edilmesinde Siyonistler önemli
bir rol oynadılar. Bu savaşın,
Yahudilerin arz-ı mev’ud’a
dönmelerine imkân sağlayacağı
heyecanını yaşıyorlardı. Hatta H.
Patterson komutasında Siyonist
bir askerî birlikle Gelibolu’ya
ekser de çıkarmışlardı fakat
bu gerçekleşmedi. Ancak 1917
yılında İngilizler’in Filistin’i işgal
etmelerinden sonra “Hubbu’lvatan mine’l-imân” dusturuyla
2500 sene yaşattıkları vatan
hasretiyle “arz-ı mev’ud” dedikleri Filistin topraklarına dalga
dalga dönmeye ve yerleşmeye
başlarken Kürtlere karşı yeni
bir hınç ve intikam politikası
tezgâhlamaya koyuldular. İngiliz
hükümeti de bu konuda Yahudilere destek vermekteydi ve bu
destek hâlen devam etmektedir.
Birinci Cihan Savaşı sonrasında
Batılı devletler İslam dünyasında
millî ve mahalli devletler kurdurmak suretiyle İslam dünyasını
ve İslam birliğini parçalamaya
çalıştıkları ve tek millet olan
Arapları 17 devlete böldükleri
hâlde, Kürtlere devlet kurma
imkânı vermediler. Bu uygulama
tamamen Yahudilerin hamisi
olan İngilizler’in Siyonistlere
verdikleri desteğin ve Yahudi kökenli diplomatların başarısının
sonucudur. Kendilerinin Kürt
düşmanlığını Batılıların Salahaddini Eyyubî düşmanlığı ve
Haçlı zihniyeti ile tevhid ederek
kamufle etmeye çalışmışlardır.
Emperyal güçleri kendi siyasi
amaçları doğrultusunda yönlendirmeyi başarmışlardır. Netice
itibariyle bu güçler, Kürtleri dört
ayrı devlet içinde (Türkiye, Irak,
İran ve Suriye) azınlık duruma
getirmişlerlerdir. Yahudi entelijanı bu dört devlette de sistemli
bir biçimde Kürt düşmanlığı
yaratmaya çalıştılar. Katliam
programları uygulayarak ve
asimile politikasını canlı tutarak
Kürt imha projesini yürütmekteler. Bu proje İttihat ve Terakki
Partisi zihniyetli Türkiye’deki
Türkçülerin, Turancıların işine
geldiği gibi Irak’ta da Ba’sçıların
işine gelmekteydi. Bu duygu ve
düşüncenin Türkiye ve Irak’ta
daha hoyrat ve acımasız biçimde
uygulandığı görülür. Cumhuri-
yetin bidayetinde genel bir Kürt
katliamı özlemi içinde bulunan
yöneticiler vardı. Bu özlemi Sebataistlerin ateşli bir şekilde körüklediklerini görmemek mümkün değil. Şeyh Said İsyanı Olayı,
Dersim Olayı, Ağrı İsyanı, Zilan
Hadisesi bu özlemin uygulanması teşebbüsleridir. Onbinlerce
doğulu bir anda katledildiler
ve yüzlerce köy yakıldı, yıkıldı.
Doğu Anadolu’dan binlerce Kürt
aile asimle edilmek amacı ile batıya tehcire tabi tutuldular. Son
yıllarda da 17.000 faili mechul
cinayet işlenmiş bulunuyor. Son
zamanlarda muhbirlerin yer göstermeleriyle Van, Hakkâri, Bitlis
Batman gibi illerde dozerlerle
yapılan kazılarda 140 tane içi
ceset dolu kuyu tesbit edilmiştır. Devletin resmî belgeleri
bu rakamı tevsik etmektedir.
Kendilerine Ergenekoncu ve
Jitemci denilen bu cinayetleri
işleyenler öldürdükleri Kürt
halkını toplu mezarlara gömmüşlerdir. Şimdilerde bu faili
mechul olaylarda öldürülenlerin
gömüldükleri onlarca toplu mezarlar açılmaktadır. Yakın tarihte
Halepçe Olayı da bunun Irak’taki
bir sonucudur. Bütün bu olaylar
sırasında batılı devletler hiçbir
ciddi tepki göstermemişlerdir.
Bu da gene Yahudi diplomasisinin ve Siyonistlerin zaferidir.
Bu hadiseler Yahudilerin bir
“Kürt imha projesi” bulunduğunun da delilidir. Türkiye’de
İkinci Cihan Savaşı ortamı bu iş
için çok uygun bir ortam olarak
görünüyordu. Fakat o malum
çevreler İsmet İnönü’yü bir türlü
harekete geçiremediler. Fırsat
fevt edildi diye hayıflanıyorlardı.
Onun için o günlerin yazarlarından biri İsmet İnönü için “Avını
kaçıran kartal” demişti. 1943
yılında Van’ın Saray ilçesinde 33
kişiyi kurşuna dizen Gn. Mus-
İktibas
DÜŞÜNCE
tafa Muğlalı, İsmet İnünü’yü
harekete geçirmek amacıyla bu
cinayeti işlemişti. İsmet İnönü
1945 yılında doğu illerine bir
geziye çıkmıştı. Bu gezide Gn.
Mustafa Muğlalı’yı da beraberinde müşavir olarak götürmüştü.
Tabii eğer İkinci Dünya Savaşında Hitler galip gelseydi bunun
uygulamasına geçilecekti, ama
olmadı. İsmet İnönü Hitlervari
badem bıyıklarını kesti, kulaklarının üstüne kadar kısalan
zülüflerini uzatarak Hitler taklitçiliğinden ve böyle bir maceraya
bulaşmaktan sarfı nazar eyledi.
Türkiye, İran ve Irak’ın içinde
bulunduğu Bağdat Paktı da
“Kürt İmha Projesi”nin yan
kuruluşu olarak teşkil edilmiştir. Bu pakta göre bu üç devlet
ülkelerinde bulunan Kürt halkı
asimlasyona tabi tutmak için ortak bir strateji uygulayacaklardı.
Fakat hem Türkiye hem de İran,
Bağdad Paktı’na sıcak bakmadı.
Bir süre sonra bu pakt dağıldı.
Bundan dolayı İran’da Şah’a karşı, Türkiye’de Adnan Menderes’e
karşı şiddetli bir muhalefet yaratılmaya çalışıldı. Üstüne üstlük
Adnan Menderes, yörelerinin
problemlerini Meclis’e getirsinler
diye Kürt Ağa ve Şeyhleri milletvekili seçtirerek Meclis’e soktu.
Bunların sayısı 30’dan fazlaydı.
İşte Menderes’in bu düşünce ve
uygulaması sebebiyle önce uçağı
düşürüldü, fakat Menderes sağ
kurtuldu. Çok geçmeden 1960
darbesi sonrasında hadsiz kin ve
hınç ile işkenceye maruz kaldı ve
sonunda arkadaşları ile birlikte
idam edildi. İnfazdan hemen
önce Menderesle yapılan röportajda A. Menderes de Kürtler
hakkında uyguladığı politikasından dolayı idam kükmüne maruz
kaldığını anlattıydı. Herkes gayet
iyi biliyor ki, kendisine ciddi
sayılabilecek bir suç izafe edemediler. İşte Menderes’in gizli
tutulan, açıklanmayan gerçek
suçu bu uygulamasıydı. İran’da
da Şah’a karşı böyle bir komplo
vardı. Dr. Musaddık olayını kasd
ediyorum. Fakat petrol şahı kurtardı. Bu çok uzun bir hikâyedir.
Son 40 yılda Yahudiler, Kürt
İmha Projesinin bir parçası
olarak PKK denilen örgütü aktif
olarak devreye sokmuş durumdalar. Demek istiyorum ki, PKK
bir Yahudi kuruluşudur. Abdullah Öcalan’ın Yahudi ajanlar tarafından paketlenerek Türkiye’ye
teslim edilmesi bunu açıkça
göstermektedir. Abdullah Öcalan
Kürtçe dahi bilmeyen bir aileye
mensup iken onu Kürt Siyasi
Hareketi’nin lideri olarak lanse
etmekteler. A. Öcalan daha talebe iken Mossat ajanları onunla
temasa geçmiş, onu kullanmaya
başlamışlar ve bu macera hâlen
devam etmektedir. A. Öcalan,
Suriye’de iken Türkiye’den bir
deste tanınmış kişi onun yanına
gidip geliyorlardı ve onunla işbirliği hâlindeydiler. Çünkü Öcalan,
çoğu Suriyeli Kürt kökenli militanlarıyla Doğu Anadolu’daki
köylere baskınlar düzenliyor ve
çoluk çocuk demeden köylüleri
öldürüyordu. Bu vuruşmalarda
ölen de Kürt, öldüren de Kürt.
İsrail ile kanlı bıçaklı oldukları
hâlde Suriye Hükümeti yıllarca
Abdullah Öcalan’ı ülkesinde barındırdı. Öcalan’ın bu cinayetleri
Suriyeli Ba’sçıların pek hoşuna
gidiyordu. Bu da Siyonistlerin ve
gizli ellerinin Suriye’de ne kadar
etkili olduklarını göstermektedir. Türkiye’de de Siyonistlerin
ve Sebataistlerin güdümünde
olan bu uygulamaların, onların hizmetinde olan kimlikleri
kısmen malum yerlilerin pek
hoşuna gidiyor ve etekleri zil
çalıyordu. Onların bu ruh ile
yetiştirilen kişiler oldukları gayet açıktır. O kişilerden birçoğu
hâlen Ergenekon Muhakemesinde tutuklu veya sanık durumunda bulunuyorlar. İşte bu çevreler
Abdullah Öcalan ile siyasi ilişkiler içindeydiler. Bunların kimler
oldukları zaman zaman medyada
dillendirildi. Bu konuda pek çok
detay bilgiler vardır. Mossad’ın
hizmetkârları olarak nice ünlü
yazarlar ve profesörler bu konularla ilgili bilgi kirliliği yaratma
hizmetlerini yürütmekteydiler.
Bu Kürt İmha Projesini deşifre etme teşebbüsleri veya bu
mekanizmanın işleyişine engel
olma teşebbüslerinden dolayı
Türkiye’de pek çok suikastlar ve cinayetler işlendi. Uğur
Mumcu cinayeti, Eşref Bitlis
suikastı bunlardan birkaçıdır.
Buradan bakıldığı zaman 17.000
faili mechul cinayetlerin hangi
maksatla ve kimler tarafından işlendiği görülebilir. Bir zamanlar
Türk ordusunda birilerinin Mesut Barzani aracılığıyla PKK’ya
12.000 silah vermeğe çalıştığı,
Org. Eşref Bitlis’in de buna engel
olma teşebbüsünden dolayı, ona
suikast düzenlendiği herkesçe bilinmektedir. Diyarbakır
Emniyet Müdürü Gaffar Okan’a
güpe-gündüz çarşı ortasında suikast düzenleyenler, Musa Anter’i
öldürenlerin kimler oldukları gayet açıktır. Yani A. Menderes’in
uçağını kimler düşürdüyse
Eşref Bitlis’in uçağını da onlar
düşürmüş olmalı. Yakın tarihte
İsrail’den satın alınan pilotsuz
uçan Heron uçaklarının, Kandil’deki PKK üzerine gönderildiğinde Kandil’den Heron’larım
üssüne gelen mesajların PKK’nın
nasıl bir kuruluş olduğunu ve
kimler tarafından yönetildiğini
açıkca ortaya koymaktadır.
41
İktibas
Bir hadise var ki, Türkiye’de
cereyan eden siyasi yapılanmalar
hakkında çok aydınlatıcı olmaktadır. Turgut Özal’ın Başbakanı
Yıldırım Akbulut kendisiyle
yapılan bir röportaj esnasında
ağzından kaçırarak bu sırrı açığa
vurdu. Onun anlattığına göre:
Batıda Türk diplomatlarına
suikastlar düzenlendiği günlerde
11 Yahudi diplomat Ankara’ya
geldiler. Cumhurbaşkanı ile bir
görüşme talebinde bulunmuşlar
ve Çankaya’ya alınmışlar ve bu
görüşme gerçekleşmiştir. Bu
diplomatlar, kendilerini Türkiye
Cumhuriyeti ve ilke ve inkilaplarının samimi destekçileri olarak
takdim etmişler ve Turgut Özal’a
batıda Türk diplomatlara yönelik
saldırıların önlenmesi hususunda çalışacakları vaadinde
bulunmuşlar. Türk devlet yapısı
için ciddi bir tehdit konumunda
bulunan PKK ile mücadelede Yahudiler olarak Türkiye’nin yanında olduklarını ifade etmişlerdir.
Doğu ve güneydoğudaki köylerde, köylülerin PKK saldırılarına
karşı kendi köylerini korumaları
için birimler oluşturulması için
bir yapılanmaya gidilmesini
önermişler ve bu yapılanmanın
başarılı olacağını anlatmışlar.
İşte bu görüşmenin ardından
Turgut Özal, Köy Koruculuğunu ihdas etti. Evet, Yıldırım
Akbulut’un açıklaması böyle
idi. Bu tedbir Turgut Özal’a da
cazip görünmüş olmalı ki, bu
yönde bir yapılanmaya gitti.
Nitekim bu olaydan sonra batıda
Türk diplomatlara düzenlenen
suikastlar son bulmuştur. Bu
Turgut Özal’ın başarı hanesine
kaydedilmiştir. Burada dikkat
çeken gerçek şu olmalıdır. Hiç
şüphesiz bu Yahudi diplomatlar,
bu tedbiri önermek suretiyle
Kürt’ü Kürt’e öldürtme siyasetini devreye sokmayı planladıkları
42
DÜŞÜNCE
görülmektedir. Gene Yıldırım
Akbulut’un ifadesine göre bu 11
Yahudi diplomat özel bir uçak ile
Türkiye’den Ermenistan’a gittiler. Ermenistan’daki temasları
hakkında tahminde bulunmak
zor olmasa gerektir. Bu yapılanmaların ve örgütlenmelerin
Türkiye’de bunca yıldır başarıyla
ve gizlilik içinde yürütülmesinde
Sabataist çevrelerin önemli rolü
bulunmaktadır. Hatta bu olaylarda rol alan bazı kişilerin Sabataist oldukları da görülmektedir.
Van Saray’da 33 köylüyü kurşuna dizen Tansu Çiller’in akrabası
olan Gn. Mustafa Muğlalı bu familyadandır. Zilan Hadisesi’nin
kahramanı olan Albay Derviş
gene bu familyadandır. Bedrettin
Dalan onlardandır vs. Velhasıl
bu gizli yumaklar bilinmeden ve
çözülmeden PKK ile mücadelenin başarı şansı olamaz. Çevrede bir duman var. Dumandan
herkes rahatsız olmakta. Devlet
(Hükümetler), 30–40 seneden
beridir bu dumanı dağıtmak için
mücadele vermektedir. Oysa bir
yerde ateş yanıyor, o ateşi yakan
birileri var. Bu duman o ateşten kaynaklanmaktadır. O ateş
sönmeden, söndürülmeden ve
bu ateşi yakanlar bertaraf edilmeden bu mücadelenin başarıya
ulaşma şansı yoktur.
27 Mayıs 1960 darbesini yapanlar şöyle bir soruyu gündeme
getirmişlerdi: Cumhuriyet kurulalı bunca zaman oldu. Anadolu
insanı, cumhuriyetimizin üzerine inşa edildiği ilke ve inkilapları
benimsemiş ve kabullenmiş
değildir. Bunun sebebi nedir? Bu
soru Meclis’te İsmet İnönü’ye de
soruldu. İnönü kendince B.M.
Meclis’inde bu soruya cevap
verdi fakat darbeciler bu konuda
şöyle bir neticeye varmışlardı:
Cumhuriyeti ve onun dayandığı
ilke ve inkilapları tehdit eden ve
tabanda kabul görmesine engel
olan iki güç var: Biri şeriatçı İslam Fraksiyonlar, diğeri
Kürtlerdir. Gn F. Güventürk’ün
ifadesiyle “Bunlar görüldükleri
yerde kafaları ezilmelidir.”
Bu yazıda mücmel olarak anlatılanlar katiyen afaki değildir.
Antisemitik bir hevesle de kaleme alınmış değildir. Bu siyasi bir
mekanizmanın işleyişi hakkında
hülasa bir rapordur. Bu mekanizma bilinmeden Türkiye’de
cereyan eden hadiseleri anlamak
ve teşhis etmek imkânsızdır.
Ezer Vaizman (İsrail Cumhurbaşkanı) Turgut Özal zamanında
Türkiye’ye geldi. Katıldığı basın
toplantısında şöyle bir cümle
sarfetti: “Biz Ortadoğu’da iki
devlet kurduk. Biri Türkiye Cumhuriyeti, diğeri İsrail’dir. İsrail’in
kurulması için Türkiye’nin
kurulması gerekiyordu.” Yani
Osmanlı Devleti’nin tasfiye
edilmesi gerekiyordu. Bundan
sonra Ezer Vaizman, Türkiye
Cumhuriyeti’nin nasıl bir siyasi
yapılanma içinde bulunması
hakkında ve Atatürkçülükle ilgili
tavsiyelerde bulundu. Eminim ki,
o gün ne Turgut Özal ve ne basın
mensupları, Ezer Vaizman’ın bu
sözünden hiçbir şey anlamadılar.
Çünkü bu raporda belirlenen
siyasi yapı hakkında bir vukufları ve derinlikleri yoktu. Onun
için Ezer Vaizman’ın o sözlerini
gazetelerine manşet yaptılar.
Akillere bir işaret yeterlidir.
Akillere bir işaret olsun diye bu
yazı kaleme alındı.
„
İktibas
DÜŞÜNCE
KERAMET
SAADETTİN MERDİN
Keramet’in “evliyanın kerameti
haktır” şeklinde ehli sünnetin
itikadına dâhil edilmesi H.3.
asırdan sonrasına rastlar.[1]
Ayetlerden ziyade rivayetlere
öncelik veren Eş’arî kelamı topluma hâkim olduktan ve evliya
menkıbeleri iyice çığırından
çıktıktan sonra keramete iman
itikad mevzusu yapılır. Kur’an
ve hadisi yorumlamada aklı ve
mantığı öne çıkaran Mutezile
mucize ve kerameti çok sınırlı
olarak kabul eder.
Biz Müslümanlar peygamberlerin mucizelerine inanırız. Lakin
keramete iman zarurâtı diniyeden değildir. İbn-i Hazm gibi
bir müstakil mezhep imamı da
kerameti peygamberler dönemi
ile sınırlı tutması bunu göstermektedir.
Mucize ve kerametin her ikisi
de olağanüstü, harikulade şeylerdir. Tek farkı, birinin evliyaya
izafe edilmesidir. Yani ikisi de
aynı şey. Mahiyetleri, sıfatları
bir, lakin isimlendirilmesi farklı! Ne garip bir durum değil mi?
Zaten Abdülmecid es-Sivasi;
‘Harikulade olan işin sahibi eğer
nübüvvet ve risalet davasında
bulunursa onun elinde zuhur
eden şeye mucize denir’ der.[2]
Eğer bu kişi nübüvvet iddiasında bulunmaz ise onda görülen
harikulade hâl, keramettir(!)
Zaten, Eşari’nin eserlerinde olduğu gibi ilk dönem İslami eserlerde, şimdilerde keramet diye
adlandırdığımız olaylara “ayet/
mucize” adı verilmektedir. Ayet
denilen harikalara keramet denilmesi sonraki dönemlere ait
bir isimlendirmedir. Batılılar da
bizim keramet dediğiz şeye mucize demektedirler. Pisagor’un
mucizesi, Pavlus’un mucizesi,
Kapadokyalı Apollonius’un
mucizesi vs. gibi. Mesela, bu
Pagan Apollonius’un yüzlerce
mucizesinden bahsedilir.
Evrende “sünnetullah” ve
“adetullah” denilen, sebep-sonuç nedenselliği ile işleyen bir
düzen vardır. Ezelden ebede
doğru giden bu ilahi nizam
–eğer delinirse- sadece peygamberler için delinir. Bu da halkın
peygamberlerin Tanrı’nın elçisi
olduğunu tasdik edip getirdiği emirlere uyma maksadına
yöneliktir. Yani tabiat kanunlarının mucizelerle delinmesinde
birtakım hikmet, maslahat veya
ihtiyaç vardır.
Velinin veliliğini kabul ve tasdik
edip kendisine tabi olmaya
hiçbir Müslüman mecbur olmadığından, ondan zuhur eden
keramet için böyle bir hikmet
ve maslahat yoktur. Öyleyse
herhangi bir hikmeti ve faydası bulunmayan kerametin bir
veliden zuhuru abes olur.
“Mucize, peygamberlik davasıyla birlikte ortaya konulan ve
halkın mislini getirmekten aciz
kaldığı bir harika.” diye tanım-
lanır. Velinin kerameti de aynı
mahiyette olunca peygamber
olmayan bir veli mucizenin benzerini getirebiliyor demektir. Bu
da mucizeleri anlamsız bırakır.
Serrâc; “Peygamberlerden
başkasının keramet/harikulâde
hâl sahibi olması caiz değildir.
Ayet, mucize ve keramet bir ve
aynı şeylerdir. Veliden kerametin zuhurunu kabul etmek
veli ile nebiyi aynı seviyede ve
eşit görmek anlamına gelir. Bu
durumda nebi ile veli arasında
fark kalmaz.” demektedir.
Binlerce velinin ve her birinin –
eğer var ise- binler kerameti gök
kubbeyi dolduracaktır. Bu takdirde de bu harikulade hâllerin
kerameti (kıymeti) kalmayacak,
sıradan olaylar hâline gelecektir
bu da beraberinde mucizenin
kıymetini düşürecek, keramet enflasyonu içinde herkes
tarafından gösterilen basit bir
olay olacaktır. Bu takdirde de ne
peygamberlerin bir üstünlüğü
ne de peygamber olduklarının
kanıtı olan mucizelerinin bir
kıymeti kalacaktır.
Bahsedilen sebeplerden dolayı
peygamberle veli, mucize ile
keramet birbirine karıştırılır
ve ayırt edilmeleri mümkün
olmaz, ayrıca veli peygamber
düzeyine çıkarılabilir. Bu da
bazı kimselerin peygamberlik
iddiasında bulunmalarına yol
açabilir.[3]
Aslında bu keramet kültürü tamamen Hıristiyan azizlerinden
ve Budist rahiplerinden bizlere
geçmiştir. Sahabe ve Tabiûn’dan
tek bir tane keramet menkıbesi
nakledilmezken sonrakiler ke-
43
İktibas
ramet denizinde yüzmektedirler. Bu işte bir tuhaflık yok mu?
Rec’î vakasında, Bir’î Meûne faciasında Peygamberimizin üzerine titrediği Ashab-ı Suffe’den
yetmiş küsur gencecik talebesi
en vahşi şekilde katledilirken Peygamberimizin haberi
olmamıştır. Taif’te taş sağanağı
altında kaldığında, ayaklarından akan kanlar ayakkabısına
ulaştığında bile şeyhlerden
her zaman sadır olan böyle
harikulade hâller olmamıştı.
Hz. Peygamber, Mekke’den
Medine’ye bin bir zahmete ve
meşakkat içinde, günlerce süren
bir yolculuktan sonra varabilmişken evliyanın çok daha uzak
yerlerden, çok kısa bir sürede
Kâbe’ye uçuvermesi, orada
namaz kılması, tavaf yapması
nasıl mümkün olabilir? Eğer
bu masallar doğruysa velilerin
Peygamberimizden daha üstün
olduğunu kabullenmeliyiz.
Sahabe yeryüzünün en güzide
toplumu olmasına rağmen
hiçbirisi gaybı bildiğini, hiçbiri
gezdiği yerlere bereket götürdüğünü, hoşlanmadıklarının
ölümünü isteyip öldürdüklerini,
taş yaptığını, denizin üzerinde yürüdüğünü, kuru ağacı
yeşerttiğini söylememiştir.
Hatta o kadar ki Hz. Hamza, üç
beş metre gerisinden kendisini
öldürmeye geleni, Hz. Ömer, iki
saf arkasındaki katilini fark etmedi! Hz. Ali, namaz kıldırdığı
mescitte, mescidin bir köşesinde kendisini öldürmek için plan
yapan, aylarca orada gizlenen
İbn-i Mülcem’i ne gördü, ne
bildi!
44
DÜŞÜNCE
Medine’de İbn-i Sayyad diye bir
medyum vardır. Güya insanların içinden geçeni bilir. Peygamberimiz içinden ‘duhan’ kelimesini tutarak, ‘Bil bakalım benim
içimden ne geçti?’ diye sorar. O
da‘duh..’ der demez, Peygamberimiz müdahale eder, ‘haddini
aşıyorsun’ diye tersler. Bu çocuk
daha sonra büyüyüp Müslüman olmasına rağmen, sahabe
bu kimseye daima mesafeli
davranmıştır. Ondan hoşlanmamışlardır. Peygamberin ve
sahabenin olağan dışılığa bakışı
böyledir.[4] Zaten, ilk sufiler
de kerameti ilahi bir ikram ve
lütuf olarak görmekle beraber
öneminin abartılmasına ısrarla
karşı çıkmışlar, keramet gösterilerine ve keramet satanlara
ağır eleştiriler yöneltmişlerdir.
Onlar kerametlere hayz’urricâl (erkeklerin hayız görmesi)
nazarıyla bakmışlardır.[5]
minist dünya anlayışından sıkılmakta maddi olmayan, ruhani
şeylere fizik âlemin ötesine ilgi
duymaktadır. Bunlardan bir kısmı astrolojiye, müneccimliğe,
falcılığa, medyumlara, ufologlara, reikiye, cinciliğe, medyumlara, ruh çağırmaya, parapsikolojiye ve benzeri hususlara
ilgi duymaktadır. Cinleri hep
cin gibi insanların, uzaylıları
hep uzay filmleri seyredenlerin
görmesi gibi birtakım kimseler
böyle hayali, mesnetsiz şeylere
inanmaya oldukça yatkındırlar.
“Bir şeyin şüyuu, vukundan
beterdir.” derler. Birinin adı keramet sahibi veli diye anılmaya
görsün! Hakkında neler uydurulmaz! Köprüye girerken yalan
uyduranın, çıkarken kendisinin
de inanması gibi, bu haberleri
uyduranlar bir müddet sonra
kendileri de inanmaya başlayıverir.
Fazlur Rahman keramet
kültürünün tamamıyla dışarıdan ithal olduğu ve Sünniliğin
itikadına sonradan dâhil olduğunu belirtir: “Sufilik birtakım
görüntüler ve kendi kendini
hipnotize etmeler yüzünden
ruhani bir hokkabazlık şekline
bürünürken nazari açıdan da
yarı çılgın bir tasavvufi irfaniliğe /gnostizme dönüştü. H. 5.
yüzyıla doğru velilerin kerametine olan inanç iyice yaygın
bir durum almıştı. Sünnilik de
çekingen bir şekilde de olsa kerameti en sonunda kabul etti.”[6]
Şeyh efendiler ‘tayyımekân’
(aynı anda birçok yerde olmak),
‘tayyızaman’ (tarihin ilerisine
veya gerisine ışınlanmak) gibi
tamamen sünnetullaha, akla ve
İslam’a aykırı binlerce keramet
yumağı hâlinde takdim edilirler.
Ortaçağdaki uçan halılar gibi,
süpürge sapının üstünde uçan
cadılar gibi evliyalar havada
uçar, diledikleri an diledikleri yere giderlermiş (!) Lakin
son yıllarda hava trafiğindeki
yoğunluktan dolayı pek uçamaz
olmuşlar.
Keramet, velilere Allah’ın bir
ikramı değildir!
Özellikle günümüzün modern
insan her şeyin maddeye indirgendiği, mekanik ve deter-
Pek tabii ki, şeyh uçmaz, ahmak
müritler tarafından uçurulur.
Benim peygamberim haftalarca Mekke-Medine arasında
defalarca kızgın güneşin altında
yürümek zorunda kalmış, hatta
İktibas
DÜŞÜNCE
mağarada saklanmak zorunda
kalmış, bu evliya denen yarı
ilahların mertebesine erişememişti. Yine bu masal kahramanları su üzerinde kurbağa
gibi yürürlermiş, lakin Musa
peygamber her nasılsa yürüyememişti. Yunus peygamber
gemiden denize atılmış, bu keratalar gibi su üstünde yürümeyi becerememişti, denizde bir
balık tarafından yutulmuştu!
Ayrıca canlı mucize/keramete
tanık olmak isteyen o kadar
saftirik vardır ki! Onlar en sıradan işleri bile keramet olarak
algılamaya zaten şartlanmışlardır. Yağmur mu yağdı, Gavs
dua buyurmuştu. Kaza mı oldu,
efendi hazretleri buna işaret
buyurmuştu. Hoşlanmadıkları
birinin başına bir bela mı geldi,
şeyhimiz onu çarptı.[7]
Sahabe ve tabiûn tüm evliyalardan binlerce kez üstün
olmalarına rağmen onlardan
nakledilen kerametler birkaçı
geçmezken ve bunlar da zayıf
rivayetlere dayanırken[8] tarikat
şeyhleri hakkında nakledilenler
ansiklopedilere sığmaz.[9]
Bugün İslam toplumunda
herhangi bir mesleği olmayan,
çalışmadan krallar gibi yaşayan
bazı kimselere ‘keramet sahibi
büyük evliya’ muamelesi yapılmaktadır. Geçimlerini uydurulan bu kerametlerden kazanırlar. Havada uçmalar, suda
yürümeler, ateşte yanmamalar
vs. Daha neler neler! Leş yiyen
karga da havada uçar, lanetli
şeytan da bir gecede dünya
kadar yer gezer, yılan da suda
yürür. Bir sünnetsiz Budist,
Hindu bile eksi 20 derecede
çıplak olarak dışarıda günlerce kalabilmekte. İş mi yani?
Batı’daki bazı usta illizyonistler
bunlardan daha büyüğünü
göstermekte!
Feridüddin Attar şöyle bir olay
anlatır; Ebu’l-Hasan Harakânî
bir gece sohbet ederken dedi ki:
“Şu anda falan sahrada eşkıya
vurgun yaptı ve şu kadar kişi de
yaralandı.” Ertesi gün soruşturdular, şeyhin dediği doğru
çıkar. Tuhaftır, aynı gece şeyhin
oğlunun başı kesilmiş, evinin
eşiğine konmuş ve şeyhin
bundan hiç haberi olmamıştı.
Kocasının kerametlerini inkâr
etmekle tanınan şeyhin karısı:
“Kilometrelerce uzaktaki bir
olaydan haber verdiği hâlde,
oğlunun kesik başından haberi
olmayan bir kişiye ne demeli?”
diye söylenmekten kendini
alamaz.[10]
Keramet sahibi olmak demek
olağan dışı olmamak, yani
kerameti olmamak, normal olmaktır. Zaten her insan kerim/
değerli, mükerrem kılınmıştır.
[İsra/70] Her insan keramet sahibi, saygın bir varlıktır. Gerçek
keramet, tevhid ve istikamet
üzere olmaktır. Kâinat kitabını
okuyup ondaki ayetleri/mucizeleri okumaktır.
Esas keramet suda yürümek
değil, suyun üstünden insanları
geçirmektir. Köprü yapmaktır.
En modern deniz taşıtlarını yapacak bilgi ve donanıma sahip
olmaktır. Keramet gökyüzünde
uçmak değil, insanları fezada uçurmaktır. Uçaklar, uzay
gemileri yapmaktır. İnsanlara
hizmet ederek, hakkın rızasını
kazanmaktır. Keramet olağan,
tabii, fıtrî olmakta, olağan dışılıkta değil![11]
İslam’a göre keramet Allah’ı
razı etmektir, su üzerinde
yürüme değil! İslam’da keramet
Allah’tan korkmak, onun emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçınmaktır, havada uçmak değil! İslam’a göre keramet
ehli takva olmak, yani insani
sorumluluğu kuşanmaktır.
Yoksa gaipten haber vermek,
bereket yağdırmak, kalplerden
geçeni bilmek değildir!
Ayrıca hiçbir Müslüman asla bir
başkasının kâinatta tasarrufta
bulunmasından hoşlanmaz.
Bunu Rabbine meydan okumak,
ilahlık taslamak olarak görür.
Hem keramet olsa bile, bu dünya ‘dar’ul hikmet ve hizmettir’,
yoksa ‘dâr’ul ücret ve mükâfat’
değil. Buradaki imanımızın ve
salih amellerimizin karşılığını
ahirette alacağız. Uhrevi amellerimizin ücretlerini dünyada
istemek doğru değildir. Keşf
ve keramet ile onları burada
tüketmek, iman ve amellerimizin bâki meyvelerini fâni ve
muvakkat bir surete çevirmek,
akıl kârı olamaz!
Kerameti görülen velilerin diğer
müminlerden üstün olması da
zorunlu değildir. Asıl olan keramet değil, istikamettir.
İbni Haldun, kâfir ve fasık
sihirbazların halvete çekilip
birtakım riyazetlerle olağanüstü şeyler gösterebileceklerini
söyler.[12] Ya da sünnetsiz Hint
fakirlerinin de böyle olağan dışı
işler yaptıkları -eğer doğru isenakledilir. Bu takdirde keramet
kişinin dinine değil, şahsına
bağlı demektir. Diğer taraftan
45
İktibas
bazı insanların diğerlerinde
olmayan becerileri ya da bilimin
bugün henüz izah edemediği
birtakım yetenekleri olabilir.
Ayrıca Hallaç, Beyazıdı Bistamî
ve Sühreverdî gibi bazı kimselerin simyacı olduğu da göz
ardı edilmemelidir. Keramet adı
altında birtakım manipülâsyon,
göz boyama, sahtekârlık, şarlatanlık, zekâ ve el oyunları her
zaman, her yerde görülmektedir. Çoğu kere de müneccimlik,
sihirbazlık, hokkabazlık, gözbağcılığı ve falcılık gibi şeyler
keramet ile karıştırılmaktadır.
Diğer yandan bazı cahil müritlerin, şeyhlerinin çok sıradan
olan beşeri hâllerini, alelade
tesadüfleri bile keramet olarak
görmeye dünden hazırdırlar.
46
DÜŞÜNCE
diriyi öldürmek, ölüyü diriltmek, kabir hâline ve ölülerin
durumuna vakıf olmak ve aynı
zamanda ölülerle konuşmak,
su üzerinde yürümek ve havada
uçmak, gaybı bilmek, insanların
kalbinden geçenleri bilmek,
melekût âlemine nüfuz edip
tasarruf etmek, rüzgâr estirip
esen rüzgârı dindirmek, ateşte
yanmamak ve zehirden etkilenmemek vs. gibi hikâyeler
dinen, aklen ve tıbben mümkün
değildir.
Her insanda görülen ve “tulûat,
hiss-i kable’l-vuku’ (bir şeyin
vukuunu olmadan önce hissetme), telepati, içine doğma,
feraset nuru ile bakıp görme,
basireti veya kalp gözü açık
olma…” gibi deyimlerle dile
getirilen manevi ve ruhi hâller
de aslında bilimle izah edemediğimiz olağan dışı hususlardır.
Eğer böyle bir hâl evliyada
zuhur ederse keramet, sıradan
bir müminde zuhur ederse
maûnet, bir fasıkta zuhur ederse istidrac, din düşmanlarından
zuhur ederse ihanet adının
verilmesinin hiçbir mantığı
yoktur. Buna “kazâ-yıhâcât,
çok sıkışan birinin ihtiyaçların
giderilmesi” adını verenler de
vardır. Bu açıdan bakıldığında
harika ve keramet diye göklere
çıkarılan hadiselerin dinde fazla
bir önemi olmadığı ortaya çıkar.
Aslında tarikatlar bu keramet
menkıbeleriyle sapık yollarına
cahilleri çekmek için başvururlar. Evliyaları takdis etmek
ve evliyaların peygamberlerin
devamı olduğu ve Allah’ın
yeryüzündeki vekilleri olduğu
yalanına destek bulmaktır.
Gerçekten bu tasavvuf dininin
halk arasında hüsnü kabul
görmesinin en büyük sebebi bu
kimselerin binlerce kerameti
olduğuna inanmalarıdır. Bundan dolayı, keramet tarikatların
olmazsa olmazıdır. Zira bunların felsefesinde bütün varlıklar
Allah’ın bir tezahürü, değişik
mertebelerdeki görünümleridir. Eğer insan seyri süluk ile
Allah’ta fani olursa, ona vasıl
olursa artık Allah’ın gören gözü,
tutan eli, yürüyen ayağı olur. O
artık Allah’ta fani olmuş, ilahi
bir nitelik kazanmıştır. O artık
her kudreti izhar edecek bir
makama yükselmiş olur. İşte bu
dereceye yükselmek evliyalık,
her olağanüstü harika şeyleri
göstermek ise keramet olur (!)
Onların çarpık zihniyeti meseleye böyle bakar.
Evliyaların hak olduğuna delil
getirilen keramet hikâyeleri:
Şârânî, şeyhi Ahmed Bedevî’nin
kabrinden elini çıkarıp elini tut-
tuğu, hatta helva pişirip ölüleri
ve dirileri çağırıp yedirdiğini
utanmadan söyleyebilmiştir.
Müslümanların itikadını, böyle
hurafelere inanan Şarâni’nin
yazdığı ‘Kabir Hayatı’ gibi kitapların oluşturduğunu düşünebiliyor musunuz? Bu mezarcıların
böyle pek çok garip masalları
vardır. Mesela Ahmed er-Rifâi,
Peygamberimizin merkadı
önüne geldiğinde, ‘es-Selamü
aleyke, Yâ ceddî (Sana selam
olsun Ey Dedeciğim) deyince,
orada olanların hepsi ‘Aleyke’sselam, Ey veledî (Sana da selam
olsun! Ey çocuğum) cevabını
işitmiş. Sonra, ‘Uzat ellerini,
dudaklarımla öpeyim’ deyince,
Peygamberimizin mezarından
dışarı bir el çıkmış ve bu zat da
o eli öpmüştür (!)[13]
DİPNOTLAR
1
2
3
4
5
7
8
9
10
11
12
13
Y.Şevki Yavuz, Keramet md, DİA, C.25,
s.269
Cengiz Gündoğdu, Abdülmecid Sivasî,
s.389
Süleyman Uludağ, Keramet-II,
Tasavvuf:İlmî ve Akademik Araştırma
Dergisi, yıl: 6 [2005], sayı: 15, s. 7-35.
Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, s.32-3
Süleyman Uludağ, Keramet-II,
Tasavvuf:İlmî ve Akademik Araştırma
Dergisi, yıl: 6 [2005], sayı: 15, s. 7-35.
Fazlur Rahman, İslam, s. 213
Ferid Aydın, a.g.e, s.244
Süleyman Uludağ, Keramet md, DİA, C.25,
s.266
Hz. Ömer’e nisbet edilen, ordu komutanı
Sâriye’ye Medine’den ‘dağa çık’ diye bağırmış, o da bunu işitip, dağa çekilmiştir.
Bu hikâyeyi Vâkıdî nakletmişolup, pek
güvenilir bir tarihçi değildir. İşin aslı Hz.
Ömer, camide ordunun muzaffer olması
için dua etmiş ve bu isteğinin Suriye’de
olan Sariye’ye iletilmesini insanlardan
istemiştir. [İ.Sarmış, a.g.e, s.333]
Süleyman Uludağ, Keramet-II,
Tasavvuf:İlmî ve Akademik Araştırma
Dergisi, yıl: 6 [2005], sayı: 15, s. 7-35
Hasan Elik, Dini Özünden Okumak, s. 103
İbni Haldun, a.g.e, s.672
Mustafa Tahralı, DİA, A.er-Rifâi md. C:2,
s.127
Bir Kitap, Bir Alıntı
ANKARA’DA
KIRKBEŞ YIL
Süleyman Arslantaş
Nehir Söyleşi
Beyan Yayınları
s. 106-114
Yeniden Millî
Mücadele ve
Hizb-ut Tahrir
…
A.Burak Bircan: Artık Yeniden
Millî Mücadeleye geçebiliriz. Çünkü o Hizb-ut Tahrir’in karşısında
bir konumlanış olan yeniden
Millî Mücadeleye. Sıhhiye Zabıta
Lokali’nde yeniden Millî Mücadele
Birliği’nin etkinliğiyle başlasak ne
dersiniz?
Süleyman Arslantaş: Hizbut Tahrir’in ortaya çıkmasıyla
beraber ona alternatif birtakım
akımları da türetmek gerekiyordu. Türkiye kendisini legal
planda ortaya çıkan gelişmelere
göre tanzim etmişti ama bir de
illegal boyutlu 1964’ten beri
Türkiye’nin gündemine Hizb-ut
Tahrir hareketi girdi. Bu Hizbut Tahrir hareketinin girmesiyle beraber onu dengeleyebilecek
bir yapılanmayı, kontrollü bir
yapılanmayı
bizzat kendileri ortaya koymaya çalıştılar. Millî Türk Talebe
Birliği’ne ki, daha çok Necip Fazıl Kısakürek’in kontrolü altında faaliyetlerini ortaya koyan
bir hareketti, o da her ne kadar
legal bir şekilde ortaya çıkıyorsa
da Millî Türk Talebe Birliği’nde
ciddi, geleceğin Türkiye’sine
yön verecek, yönlendirebilecek
gençlik de yetişiyordu. Mesela
Metin Önal Mengüşoğlu orada
yetişen, hatta oranın gençliğine
kısmen yön veren, yönlendiren bir kafa yapısına sahip çok
önemli, saygıdeğer bir gençti
Millî Türk Talebe Birliği’nde.
A.B.B: Şair, edebiyatçı, düşünce
adamı.
S.A: Tabi her yönüyle, üstelik
mükemmel bir akideye sahip
bir insan. Bunlar tabi gözden
kaçmıyordu. Her ne kadar bu
Millî Türk Talebe Birliği’ndeki
gelişmeleri, Hizb-ut Tahrir’in
ortaya koyduğu bütüncül siyasi
İslam anlayışını sabote etmek
bağlamında birtakım sabah
namazları seremonileri gibi
hareketler, bazı yayınevleri vasıtasıyla birtakım şeyler ortaya
koyuyor olsa da sistem yine de
bundan endişelendi, daha kontrollü, daha kendisinin kontrolü
altında üst düzey yoğunluğu
olan İslami söylemleri ortaya
koyabilecek yapılanmalara
önem vermeye başladı ve işte
bunlardan bir tanesi Yeniden
Millî Mücadele Birliği’dir.
Yeniden Millî Mücadele Birliği
biliyorsunuz Aykut Edibali,
Allah rahmet etsin, vefat eden
Necmettin Erişen ve benzerleri
eliyle kuruldu. Fakat Yeniden
Millî Mücadele Birliği’nin yayınlarına baktığınız zaman veya
Yeniden Millî Mücadele Birliği
Dergisi’ne baktığınız zaman
İlmi sağ, ilmi sol, inkılab ilmi
hemen hemen Hizb-u Tahrir
benzeri her alanda.
A.B.B: Bir dergisi vardı sanıyorum.
S.A: Yeniden Millî Mücadele
Birliği Dergisi. Bayrak Gazetesi
vardı. Yeni Ortam Gazetesi’ni
satın aldılar 1974’te, onu Bayrak Gazetesi hâline getirdiler.
İşte Yeniden Millî Mücadele
Birliği’nin söylemlerine baktığımız zaman yani Takiyuddin
Nebhani’nin Türkiye’de illegal
olarak dağıtılan, okunan kitapları İslam Nizamı, Tefkir
ve benzeri kitaplarının hemen
hemen Yeniden Millî Mücadele
Birliği’yle beraber legalize edildiğini görüyoruz.
A.B.B: Legalize edilip millileştirildi.
S.A: Millileştirildiğini görüyoruz. Dedim ya üst düzey söylemlerle bir şekilde illegalitenin
önüne geçmeyi amaçlıyorsunuz.
A.B.B: Kökü dışarıda söylemleri
de yoğunlaştı değil mi o dönemlerde?
S.A: Tabi. Dolayısıyla ben Yeniden Millî Mücadele Birliği Hareketini görebildiğim, o zamanlar
tespit edebildiğim kadarıyla
legalleştirilmiş Hizb-ut Tahrir,
devlet kontrolünde bir Hizb-ut
Tahrir hareketi gibi algıladım,
gördüm. Çünkü Takiyüddin
Nebhani’nin görüşleriyle Aykut
Edibali’nin ortaya koyduğu görüşler arasında İslami anlamda
bir farklılık söz konusu değildi.
Bu gayri İslamidir anlamında
söylemiyorum, yanlış anlaşılmasın. Takiyüddin Nebhani’nin
ortaya koydukları da İslamiydi,
Yeniden Millî Mücadele Birliğinin, millî vasfını bir tarafa
bıraktığınız zaman ortaya
koydukları da kahir ekseriyetle
İslami.
47
İktibas
A.B.B: Bir yandan da aşıydı yani
değil mi? Sistemin kendini koruması anlamında.
S.A: Ama yine o dönemde
sistem, sistematik olarak Yeniden Millî Mücadele Birliği’yle
MTTB’yi karşı karşıya getirme
programları da yapıyordu, rejim yapıyordu. Mesela Vatan
Caddesi’ndeydi yanılmıyorsam,
Vatan Caddesi veya Millet
Caddesi, şu anda tam hatırlayamıyorum, 1970’te bir yürüyüş
yapacak Millî Türk Talebe Birliği. Allah rahmet eylesin Burhan
Kayhan Valilikten yürüyüş için
izin alıyor Cumartesi günü saat
14’te Millî Türk Talebe Birliği
yürüyüş yapacak. Fakat aynı
saatte Yeniden Millî Mücadele
Birliği’ne de yürüyüş için izin
veriyorlar aynı saatte, aynı tarihte. Bu iki grubu karşı karşıya
getirme hadisesiydi başka bir
şey değildi.
A.B.B: Amaç neydi burada?
S.A: Burada amaç, bunun ikisini birbirine kırdırarak MTTB ile
Yeniden Millî Mücadele Birliği
arasında bir kavga zemini oluşturarak bir şekilde ikisinden de
sistemin kendisini kurtarmasıydı ve bu şekilde enerjilerini
birbirlerinin üzerine boşaltmış
olacaklardı.
A.B.B: Yeniden Millî Mücadele,
Hizb-ut Tahrir’le mücadeledeki
işlevini tamamlamış mıydı?
S.A: Zaten bir taraftan düşünsel olarak onunla mücadele ediyor, belki de ki, belki değil yani
bunu muhakkak anlamında
söylüyorum. Tabanın, Yeniden
Millî Mücadele Birliğinin tabanının tamamı samimi insan-
48
BİR KİTAP, BİR ALINTI
lardan oluşuyor, tamamı, hiç
istisnası yok bunların. Bugün
bile işte malumunuz, hepimizin
de arkadaşları var, bunların
hiçbirisinde bir art niyet, bir
samimiyetsizlik görmeniz
mümkün değildir. Mesela ben
bir ara Adana’da birisiyle tanıştım Yeniden Millî Mücadele
Birliği’nden, bu arkadaşımızın
o zamanlar babası ölmüş miras
düşmüş o günün parasıyla 130
bin lira gibi çok büyük bir rakam. Yıl 1971.
A.B.B: Yani kaç, Ankara’da mesela mütevazı bir semtte kaç tane
evin karşılığı?
S.A: En az, diyelim ki
Kurtuluş’ta en az iki tane
kaliteli ev alırsın o zaman.
Bu arkadaşımız onu olduğu
gibi Yeniden Millî Mücadele
Birliği’ne bağışladı. Bunların
Samanpazarı’nda bir yerleri
vardı, zaman zaman bizim
de gidip geldiğimiz bir yer...
Mesela işte gider pardesüsünü
asar. Efendim, bir başkası gelir
dışarıya çıkacak onu giyer gider,
böyle imkânlarını müştereken
kullanma imkânlarını tam bir
kardeşlik, bir uhuvvet havası
içinde, bir dostluk havası içerisinde paylaşımları vardır,
mükemmel bir boyuttur. Yani
onlar samimiyetten kopuk,
samimiyetten yoksun bir birlik
değildiler, ama sistem, onun
tabanına daha farklı şeyler yüklüyordu. Mesela bu alanda iki
önemli hatıra var.
A.B.B: Kurucuların amacıyla,
tabanın amacı farklıydı tabii.
S.A: Zaten taban bu farklılığı
fark ettiği zaman da parçalan-
dı. Taban samimiydi. Şimdi
tavanda Nurcuların, Süleyman
Demirel’e pazarlandığını taban
nereden bilsin, Risaleyi Nur
tabanı. Hepsi samimi, Allah
yolunda, dinine hizmet eden,
dinini yaşamaya çalışan insanlardı onlar. Hangi Nurcu’yu biz
-İslami manada düşünce boyutunu tartışmak ayrı- samimiyetsizlikle suçlayabiliriz? Hâşâ,
böyle bir şeyimiz yok.
A.B.B: Yeniden Millî
Mücadele’nin Zabıta Lokali’ndeki...
S.A: Şimdiki Abdi İpekçi
Parkı’nın bulunduğu yerde bir
Zabıta Lokali vardı. Bunlar,
orada zaman zaman milliyetçi
mukaddesatçı söylemleri dile
getiren birtakım programlar
yaparlardı. Yine bir pazar günü
orada bir program yaptılar ki,
Kıbrıs Harekâtı’nın veya Kıbrıs
olaylarının biraz ısındığı bir zaman dilimindeydi. İşte toplandık oraya, çok kalabalık. Orada
çeşitli sloganlar atılıyor, çeşitli
konuşmalar yapılıyor. Mesela o
günden hatırladığım sloganlardan bir tanesi: “Kan kan kan,
Kıbrıs, Kudüs, Türkistan. Geliyoruz, intikam alacağız.” Böyle
İslam coğrafyasını, Türk coğrafyasını kuşatan söylemlerin
ön plana çıktığı bir programdı.
Hafızam beni yanıltmıyorsa
Bayrak şiirinin yazarı Arif Nihat Asya kürsüde konuşmasını
yaptı. Yine böyle “Kan kan kan
Kıbrıs, Kudüs, Türkistan” gibi
ant içme seremonisi yapacaklar.
Programın finalinde Mücadele
Birliğinin önde gelenlerinden
bir arkadaşımız, genç bir arkadaşımız Arif Nihat Asya’nın
bir elini o havaya kaldırmak
İktibas
BİR KİTAP, BİR ALINTI
istiyor, diğer elini de bir başkası
havaya kaldırmak istiyor. Bu
arada Arif Nihat Asya da ısrarla
elini kaldırmıyor ve tabi kaotik
bir ortam meydana geliyor.
Gençler ısrarcı, vazgeçmiyorlar,
o da kaldırmamakta ısrarcı. En
sonunda Arif Nihat Asya dedi
ki: “Gençler biz eski toprağız,
bizim kalkan yumruğumuz
hedefini bulmalıdır. Biz hedefini bulmayacak yumruğu
kaldıramayız bu yaştan sonra
ama sizler gençlersiniz, sizin
antrenmana ihtiyacınız var,
siz yumruklarınızı kaldırın
kaldırın indirin.” dedi. Evet,
benim hafızamda önemli bir yer
tutmuştur bu ilginç olay. Mesela ilerleyen zaman dilimleri
içerisinde isim vermeyeceğim,
12 Mart Muhtırası verildikten
sonra, Kızıldere olayları söz
konusu olduğu zaman dilimi
içerisinde bunlardan bir tanesi
beni ziyarete geldi, o Arif Nihat
Asya’nın yumruğunu kaldırmak
isteyen arkadaşlardan bir tanesi. Mümtaz Soysal’ın Anayasaya
Giriş kitabını istiyor ısrarla.
Dedim, bende yok, ben nereden
bulayım. Netice itibariyle bir
alt sokakta bir arkadaşımız o
zaman siyasalda öğrenci, belki
onda bulunur, dedik, gittik
aldık geldik o kitabı. Şimdi
kitabı okuyor ve altını çiziyor
arkadaşımız. Okuyor ve altını
çiziyor. Dedim, ne yapacaksın
bunu? Dedi, Mümtaz Soysal
burada komünizm propagandası yapıyor. Ee yapsın, dedim,
ne olmuş? Ben Mümtaz Soysal’ı
tutuklayacağım, dedi. Hadi oradan, sen kimsin? dedim. Görürsün, dedi. Nasıl göreceğim,
dedim? Dedi, İstanbul 1. Ordu
Komutanlığı emriyle tutuklattı-
racağız. Yani Faik Türün Paşa’yı
kast ediyor. Ya sen kim, Faik
Türün Paşa kim? Faik Türün
Paşa bizim adamımız demez
mi? Ben büsbütün tabi işi hafife
aldım. O zaman yarın, dedi, 13
Ajansını dinle. Hakikaten ertesi
günü 13 Ajansını dinlediğimde
Mümtaz Soysal Anayasaya Giriş
kitabında komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle
İstanbul 1. Ordu ve Sıkıyönetim
Komutanlığı emriyle tutuklanmıştır, diye ajansta haberler
geçti ve ben o zaman bu grubun, bu arkadaşların tepesinin
nerede gezdiğini, ne yaptığı, ne
yapmak istediğini biraz daha rahat bir şekilde anlamış oldum.
Bu sanıyorum önemli bir anekdot olsa gerek.
A.B.B: Çok önemli bir anekdot.
Şimdi bu konuyu bitirmeden evvel, Yeniden Millî Mücadele Birliğinin, Müslümanların mücadelesine etkileri, olumlu ve olumsuz
etkileri ve kapatılması, sanıyorum
Gölbaşı Sineması’nda lağvedilmesi, o Mücadele Birliğinin diğer
partiler içerisinde temsili hususu
var.
S.A: O konuda fazla muttali
değilim. Yani o kapatılması
sürecine fazla muttali değilim.
Zira ben, bu Mümtaz Soysal
olayından sonra bayağı bir mesafe koydum, o tarihten sonra.
Ancak bir hakkı teslim etmek
bakımından bir şey söylemem
gerekiyor. Gerek Hizb-ut Tahrir hareketi gerekse Yeniden
Millî Mücadele Birliği Hareketi,
-çünkü kültürel kaynaklar itibariyle birbirlerine çok benzer iki
kültürel kaynağa sahipler ikisi
de. Biri diğerinin legal şekli, biri
diğerinin illegal şekli kültürel
anlamda söylüyorum- bunun
ikisi de Türkiye’deki Müslümanların beyin rahminin gelişmesine katkıda bulunmuştur; bu
hakkı teslim etmem gerekiyor.
A.B.B: Peki Hizb-ut Tahrir Hareketini bir anlamda bloke etmek,
önlemek için kurulmuş olan Yeniden Millî Mücadelenin, tabi ki
Hizb-ut Tahrir’den birtakım çizgiler taşıması dolayısıyla Müslümanların hayatında etkili olabilir
ama Müslümanların sisteme
entegrasyonunda da bir işlem
gördüğünü söyleyebilir miyiz?
S.A: Sisteme entegrasyon noktasında elbette ki işlev görmüştür ama bir taraftan da onların
içerisinden çok ciddi anlamda
İslam’ı, Allahu Teâla’nın vahiy
ettiği şekliyle düşünebilen insanlar çıkmıştır. Bunda onların
eğitim programlarının çok
ciddi katkıları olmuştur. Tavan
neyi düşünürse düşünsün, ama
tabanın samimi algılaması sonucunda mükemmel bir İslam
anlayışı.
A.B.B: İki kesimden bahsedebiliriz orada, birincisi hakikaten onların içerisinde çok daha fikri seviyeleri ileri, oradaki verilenlerle
yetinmeyip başka okumalar yaparak çizgilerini daha ileri noktaya
taşıyanlar, İran devriminin de
etkisiyle bu çizgi daha sonra belirgin hâle gelmiştir. Ayrıca onların
yeniden millî mücadelenin dağıtılmasından sonra Adalet Partisi,
Milliyetçi Hareket Partisi, MSP
ve daha sonra ANAP içerisinde de
temsilcileri hep başrol oynamıştır,
önemli etkileri görmüştür. Yani iki
ayrı çizgiden bahsediyoruz o dönemle ilgili sanıyorum, değil mi?
49
İktibas
S.A: Yani iki ayrı çizgi olmuştur. Birisi, bir şekilde kendi o
görev, yani devletle olan organik bağları nedeniyle kendi tabanından kopan bir kesim olmuştur, oluşmuştur. Bir başkası
da, devletle bağlantılar tespit
edildikten sonra daha bağımsız,
daha müstakil ve Türkiye’nin
gerçeklikleri dikkate alınarak
birtakım yapılanmalarda yer
alan ve düşünsel olarak birtakım üretimler, fikirler ortaya
koyabilen kesimler söz konusu
olmuştur. Bence ikinci kesim
hâlen varlığını gerek siyaset,
gerek ekonomi, gerekse kültürel
bağlamda devam ettiriyor ve şu
anda da Türkiye’de bu anlamda
ciddi bir boşluğu doldurmuş
oluyorlar.
A.B.B: Bir anekdot… Rahmetli
Ercümend Bey, Millî Mücadele
ekibi için sizin söylediğinizin tersi
bir şey söyler. Siz, beyin rahimlerinin gelişmesine yol açmıştır
dediniz, o da hep derdi ki: “Hayızdan, nifasdan kesip bırakıyorlar
insanları… Çok zeki insanları
kullandılar, çok zeki insanlar bu
işe girdi, çok güzel çalışmalar
yaptılar. Ama sonuç olarak onlara
verilen hedef, gösterilen hedef
ulaşılması güç bir hedefti. Fakat
ona ulaşamadıklarını gördükleri
zaman ümitsizlik içinde geriye
dönüş oldu ve o zeki, o kapasiteli
insanlar bunu taşıyamazlardı.
Sonra sisteme entegre oldular
hepsi. Çok samimi olan insanlar
bile.” Yani onun dışında kalmış,
kendini yetiştiren insan sayısı çok
az. Şu an devam eden Pınar ekibi,
Umran ekibi ve Haksöz ekibi…
S.A: Aslında Ercümend Bey’in
yaklaşımında o siyaseten, çünkü Ercüment Bey’i ele alırken
50
BİR KİTAP, BİR ALINTI
şöyle almak gerekir: Ercümend
Bey’e göre, kesinlikle namaz
neye göre kılınıyorsa siyaset
de ona göre yapılmalıdır. Ercümend Bey’in anlattığı İslam
anlayışı budur. Bu anlamda tabi
ki Ercümend Bey’de bir çelişki
yok ve benim söylediğim ile
Ercümend Bey’in söyledikleri
arasında bir çelişki yok. Çünkü
Ercüment Bey’in söylediğinde onların gerçekten siyasi
bağlamda savrulduklarını ve
orada edinmiş oldukları fikrin,
kültürün, İslami anlayışın pratiğini dışarıda göremedikleri,
yansıtamadıkları için ve bir
bakıma sahipsiz, başsız kaldıkları için gidip bir yerlere entegre
oldular diyor ki buna benim bir
itirazım yok. Ancak bu kopan
arkadaşlar, vaziyeti anlayıp
da kopan arkadaşlarla -ben
Haksöz’ü bundan tamamıyla
istisna tutuyorum- yine oradan
almış oldukları, o güzelim İslam
anlayışı doğrultusunda önemli
ölçüde kendi bildikleri kadarıyla
hizmet etmekten geri kalmadılar, mesela Pınar, Umran ekibi
bu anlamda böyle faaliyetlerini
devam ettiriyorlar. Onlar gibi
bir şeyin altını çizdiniz, akıllı
insanları topladılar, dediniz.
Zaten iki yapılanmanın da temel mantığında da bu vardır.
Allah Resulü (a.s.), ilk kadrolaşma aşamasında insanları
seçerken malumunuz iki şeye
dikkat ediyordu. Bir, muhatabının akıllı olması; ikincisi, ihanet
kabiliyetinin bulunmaması,
yani hain olmamasına dikkat
gösteriliyordu. Hizb-ut Tahrir
de bu anlamda bir tercihte bulunuyordu, aynı şekilde Yeniden
Millî Mücadele de aynı tercihte
bulunuyordu.
(İktibas Dergisi)
OTUZ YILDIR
DURUŞUNU
BOZMADI
Özgün Duruş Gazetesi
Kasım 2010
Özgün Duruş Gazetesinin Kasım
2010’da İktibas Dergisi Sorumlu
Yazı İşleri Müdürü Hüseyin Bülbül ile Yapmış Olduğu Söyleşi:
İktibas Dergisi hakkında bilgi verir misiniz? (Ne zaman kuruldu,
kimlerin öncülüğünde kuruldu,
kuruluş amacı nedir vb.)
İktibas Dergisinin doğum tarihi
1 Ocak 1981’dir. Kurucusu olan
Ercümend Özkan’ın ifadesiyle
“seksen ihtilalinin estirdiği zemheri soğuğunda” yayın hayatına
başlamıştır. Özkan, 1960’lı
yıllardan beri süre gelen İslam
hakkındaki araştırmalarını, Türkiye ve dünyada cereyan eden
hadiseler hakkındaki görüş ve
düşüncelerini, birlikte olduğu bir
grup arkadaşı ile istişare ederek
topluma sunmada bir araç olarak
İktibas Dergisini yayınlamaya
karar verdiler.
Bununla, Türkiye’de sahasının
ilki olan ve Ercümend Özkan’ın
kurmuş olduğu Basın Haber
Ajansı’nın sağladığı imkânlardan
da istifade ederek gerek yurt içi
gerekse yurt dışı kaynaklı dört
yüzden fazla yayını tarayarak
“mutlaka başkalarının da okuması gerek” cinsinden görülen
önemli yorum, haber, röportaj,
makale, fotoğraf ve karikatürleri
bir insicam içinde okuyucuya
sunarak sınırlı imkânlarla bun-
İktibas
GÜNDEM
lara ulaşamayan insanımızın bu
eksikliğini gidermeyi, silahsız,
kavgasız birbirleriyle diyalogunu
temin ederek doğrular üzerinde
birleşmelerini sağlamaktı.
Zaman olarak, yıllardır anarşinin
estirdiği terörün insanlar üzerindeki tedirginliği gitmiş, heyecanı
dinmiş, insanların sağlıklı düşünmeye ihtiyaçları vardı. Özkan
bu düşüncesini, İktibas’ın ilk
sayısının “Selamlayarak” başlıklı
yazısında şöyle ifade ediyordu:
“Bu dergiyi insanımızı düşünerek
yayınlamaya başladık. Evet, insanımızın Türkiye’de ve dünyada
neler olup bittiğinden, nasıl olup
bittiğinden haberi olsun istedik.
Dünyayı yönetenlerin, onlara fikir verenlerin neleri nasıl düşündüklerini sizlere iletmek istedik
ve istedik ki gazete ve dergi okuyamamanın kaçınılmaz eksikliğini gidermekte yardımcı olabilelim. Bu suretle okuyucu ufkunun
genişlemesine, daha üst düzeyde
ve kapsamlı düşünebilmesi için
gerekli bilgiler edinmesine katkıda bulunabilelim. Dünya hızlı
bir değişme ve gelişme sürecinde
iken özellikle ülkemiz insanının
zamanın gerisinde kalmaması
için üzerimize düşeni yapabilmeyi diledik.”
Özkan bunları söylerken,
İstanbul’da kırk bir, Ankara’da
da yirmi yıldan beri devam eden
Basın Haber Ajansının sağladığı
imkânları ve on yaşından beri
yapmış olduğu İslami okuma ve
araştırmalarının engin birikimini
insanlığın hizmetine sunarak
doğruları doğru bir yöntemle
düşünmenin ve sağlıklı kararlar
alarak doğru bir yaşamın hayata
geçirilmesini istiyordu. Bu isteği
son nefesine kadar da devam etti.
İktibas Dergisinin temel misyonu nedir? Okuyucuya ne vermek istiyor?
İnsanın iki şeyi çok iyi bilinmesinin hayati bir öneme sahip
olduğuna inanıyoruz. Birincisi,
içinde yaşadığı dünya; ikincisi
ise nihai olarak tüm insanlığın
sorumlu tutulacağı İslam. İşte
İktibas ilk günden itibaren okuyucusunu bu iki konuda en doğru
şekilde bilgilendirmeyi kendisine
ilke edinmiştir. Bu konuda hiçbir
fedakârlıktan kaçınmamış, hiçbir
kınayıcının kınamasına bakmamıştır. Sahih İslam anlayışının
bilinmesi noktasında üzerine
düşen görevi 30 yıldan beri sürdürmüş, Allah’ın yardımıyla sürdürmeye de devam edecektir.
Statükonun estirdiği suni fırtınaların anaforuna kapılmadan yerini ve duruşunu korumuş, nihai
olarak Rabbi’ne hesap vereceği
düşüncesini muhafaza etmiştir.
Hayatın cazip imkânlarına sahip
olmayı değil, Hakka teslimiyetin
mağduriyetini tercih etmiştir.
Özkan dergiyi çıkarmaya başladığı günden 14 yıl geçmiş, her
türlü olumsuzluğa göğüs gererek
ulaştığı bu günleri ve geleceğe
yönelik dergiyle ilgili düşüncesini Hakkın rahmetine kavuşmadan önce yazmış olduğu son
“selam ile” de (sanki son sözleri
olacağını sezmiş gibi) şöyle dile
getirmişti; geride bıraktığı yılları
özetleyerek: “Bu geriye dönüp
bakmadan sonra gözlerimizi ileriye döndürelim ve bundan böyle
de İktibas’ı yayınlamaya devam
edeceğimizi, doğru düşünmeye
başlayanların sayısının artmasına
çalışacağımızı, bunu hayatımızın
sonuna kadar kendimiz, sonra
da bu fikirlerle dolan kardeşleri-
mizin sürdüreceğine inancımızı
belirtmek istiyoruz.
İktibas Türkiye’de insanımızı
Kur’an’a yönlendiren, Kur’an’ın
anlaşılabileceğini sürekli vurgulayan, düşündükçe ve anladıkça
hayata geçirmeyi kaçınılmaz
gören bir anlayışla Kur’an’ı sürekli okumayı, üzerinde düşünmeyi öğütleyen bir dergi olarak
herkesin zihinlerindeki yerini
almıştır. Mert, net, dosdoğru,
açık, insanların veya sistemin
levminden çekinmeden, çekinilecek şey olarak yalnız Allah’ı gören
bir anlayışla yayınını sürdüren
İktibas’ı artık tanıyorsunuz, biliyorsunuz. Mesajına artık vakıf
oldunuz. Bundan böyle iş artık
sizlere düşüyor…” diyerek bayrağı kimlere teslim ettiğine işaret
ediyordu. O yaşadığı sürece bu
mücadelesini, başta devlet olmak
üzere geleneksel anlayışlara,
tasavvuf ve tarikatlara, ateist ve
sosyalistlere, Kur’an dışı hurafe
anlayışlara karşı bedeli büyük
olsa da ödünsüz ve tavizsiz olarak devam ettirdi. Bizlere izlemek
için asla kaybolmayacak derin
izler bıraktı.
İktibas Dergisinin içeriğinden
bahseder misiniz?
Dergimizin bugünkü içeriği,
şu bölümlerden oluşmaktadır:
Selam ile, yorum, kavram, düşünce yazıları, bir dergi / kitap
alıntı, röportaj, değerlendirme,
Kitap tanıtımı, dosya, tercüme
yazılar, sanat edebiyat, İktibas’a/
İktibas’tan mektuplar ve gündem
yazılarından oluşmaktadır.
Selam ile yorum, kavram ve mektuplara cevaplar İktibas imzasıyla
yayınlanıp dergimizi bağlayıcı
iken diğer yazılar sadece yazarını
bağlamaktadır.
51
İktibas
İlk dönem dergilerimizde sadece
selamlarken/selam ile ve yorum
kısmı dergiye ait ve gerisi tamamen alıntılardan oluşmakta iken
ilerleyen zamanla birlikte okuyucu mektupları, kavramlar, sanat
edebiyat gibi bölümler de ilave
edilerek bugünkü hâline ulaştı.
Her geçen gün fikir yazılarının
artmasıyla alıntı kısmı daraltılıp
telif yazılar kısmı genişletildi.
Hedefimiz, Rabbimizin yardımıyla alıntı yazıları en aza indirerek
telif yazıları daha da artırmaktır.
Her geçen gün iletişimin ulaştığı
seviye itibariyle alıntılara ihtiyaç
azalmaktadır. Bir de internet
imkânlarının bugünkü ulaşmış
olduğu seviyeyi düşünürsek alıntı
kısmının sınırlandırılması anlaşılacaktır.
Dergide ağırlıklı olarak kimler
yazıyor?
Selam ile yorum ve mektuplara
cevapları, sürekli olarak üstlenen
yayın kurulu üyesi kardeşlerimizin gayretleriyle devam ederken
kavramları aramızda paylaşarak
götürüyoruz. Fikir yazılarında ise
yazan kardeşlerimizin isimleri
zikredilmektedir. Atasoy Müftüoğlu, Metin Önal Mengüşoğlu, Hüseyin Bülbül, Mukaddes
Özkan, A. Burak Bircan. Erhan
Aktaş, Mehmet Durmuş, Tarık
Özkan, Yüksel İsmail Oğlu, Mehmet Mortaş, Mehmet Akif Şahin,
Mustafa Atav, Mustafa Bozacıoğlu, Hikmet Ertürk, Aykut Akça,
Murat Kirişçi, Elif İsmailoğlu,
Ali Şalcı, Hamdi Kılçadır, Hamdi
Akan, Osman Coşkun, Durdu
Demir, Celal Ceren, Erdal Bayraktar…
İktibas’ı, rahmetli Ercümend
Özkan öncesi ve sonrası diye
ayırdığımızda neler söylemek
istersiniz?
52
GÜNDEM
Öncelikle şunu teslim edelim
ki, Ercümend Ağabeyimiz, yeri
kolay doldurulabilecek bir kimse
değildir. O, tek başına hem hayatın hem de derginin maddi ve
manevi yükünü taşıyan bir kimseydi. İlk zamanlar 15 günde bir
32 sayfa, sonraları sayfa sayısını
ikiye katlayarak ayda bir olmak
üzere 14 yılda (hastalığı sebebiyle
iki yıl ara verildi) 12 cilt 192 sayı
çıkarmaya muvaffak oldu. Derginin yazılarını yazmadan, pulunu
yapıştırmaya varana kadar bizzat
meşgul olmaktan kendi ifadesiyle “şasem eğildi” diyordu. Buna
rağmen bir gün olsun bırakmayı
düşünmedi. Onun bu azmini
hiçbir şey kıramadı.
O bir yandan maddi ve fiziki
sıkıntıları göğüslerken diğer yandan da devletin tutuklamalarına,
halkın sözlü ve yazılı hakaretlerine karşı göğüs geriyordu. Söylenmedik söz, yapılmadık hakaret
kalmamıştı. Fakat o bir ”buz
kıran” gibi yoluna devam ediyor
asla hız kesmiyordu. Allah’ın
rızasını düşündükçe bütün olumsuzluklar onun şevkini ve azmini
artırıyordu. Son kalp krizini de
atlatıp biraz kendine geldiğinde
şöyle dua ediyordu Rabbine:
“Ya Rabbi! Bunca öğrendiğim
bilgiler mezarda börtü böceğin işine yaramaz, ben bunları
toprağa gömmek istemiyorum.
İnsanlara ulaştırmak için bana
fırsat ver.” diyordu. Rabbi ona o
fırsatı veriyor ve ender görülen
bir iş gerçekleşerek beş damarı
tıkalı olan kalbi kendi kendini
baypas ediyordu. Ömrünün kalan
kısmını o şehirden bu şehre, bir
konferanstan diğerine dolaşırken
Rabbi onu bu minval üzere Adana seyahatinde teslim alıyordu.
Onun bu azmi, bizlerin sağlığında kendisine veremediğimiz des-
teği ve gösteremediğimiz gayreti
el birliği ile ortaya koymamıza
vesile oldu. Rabbimizin yardım
ve inayetiyle vefatını takiben
görevi devralarak kesintisiz 15
yıldır taşımaya çalışıyoruz. O
hayatta olsaydı elbette bu yıllar
daha farklı olacaktı. Onun yerini
doldurmak yokluğunu hissettirmemek mümkün değildir. Ancak
şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki,
onun açtığı çığırdan ayrılmadan,
ortaya koyduğu anlayıştan taviz
vermeden, aynı duyarlılık ve dikkatle bu damarı, sahih İslam anlayışı damarını devam ettirmeye
gereken ihtimamı gösteriyoruz.
Dergimizin eski ve yeni sayılarına
bakanlar, bunun doğruluğuna
vakıf olacaklardır.
Bu uzun soluklu maratonda bizlere maddi ve manevi yardımlarını esirgemeyen tüm kardeşlerimize ve vefakâr okuyucularımıza
yürekten minnettarız. Canımız
sağ oldukça Rabbimizin de yardımıyla bu hizmeti sürdürmeye
kararlıyız.
Dergide yer alan “kavramları”
kitaplaştırmayı düşünüyor
musunuz?
Elbette düşüncemiz budur. Birbirleriyle yakınlığı olan kavramları bir kitapta toplamak suretiyle
kitaplaştırmayı, elimize geçen
ilk fırsatta gerçekleştirmek istiyoruz. İnşallah Rabbimiz yakın
zamanda bu imkânı verir de bu
güzel çalışmayı okuyucularımıza
ulaştırmaya muvaffak oluruz.
Bu çalışmaya duymuş olduğunuz
ilgiye ve göstermiş olduğunuz
derin alakaya teşekkür ediyoruz.
Biz de teşekkür ediyoruz, çalışmalarınızda başarılar diliyoruz.
Mektuplara Cevaplar
KİMİN
ŞERRİNDEN
ALLAH’A
SIĞINMALIYIZ?
HÜSEYİN BÜLBÜL
bulbulhuseyin@mynet.com
E
y örtüsüne bürünen,
gecenin yarısında
kalk. Yahut yarısından
biraz eksilt. Yahut biraz
artır ve Kur’an’ı yavaş yavaş oku. Muhakkak ki biz,
sana ağır bir söz vah edeceğiz. Muhakkak ki gece
kalkışı, daha tesirli ve o
zaman okumak daha elverişlidir. Çünkü gündüz,
seni uzun uzun meşgul
edecek işler vardır. Rabbinin adını zikret, her
şeyi bırakıp yalnız ona
yönel. O, doğunun ve
Batının Rabbidir. Ondan
başka ilah yoktur. Öyleyse sadece onu vekil edin.
(Ona dayanıp güven)”
GÜLŞEN TAŞ / ELAZIĞ
SORU 1: Teheccüd, gece kalkıp
namaz kılmak mıdır, yoksa Kur’an
okumak mı? Teheccüd, gece kalkıp
namaz kılmak mıdır, yoksa Kur’an
okumak mı?
CEVAP: Teheccüd kelimesinin
kökü “ce.he.de” dir. Cihad da bu
kökten türetilmiştir. Teheccüd
kelimesi cehede fiilinin tefe’ul
kalıbıyla ifade edilmiş hâlidir.
Anlamı, bütün gücünle mücadele etmektir. Aynı kökten olan
cihadın anlamı da bir Müslümanın eliyle, diliyle, malıyla
ve canıyla Allah yolunda tüm
gayretini ortaya koyması olarak
tanımlanmaktadır. Bu ifadenin
geçmiş olduğu İsra suresi 79.
ayetin bağlamına baktığımız
zaman bir önceki ayette şöyle
buyrulmaktadır: “Güneşin
batıya yönelmesinden gecenin
kararmasına kadar namaz kıl
ve fecrin Kur’an’ını da (kıl,
oku, yerine getir.) Zira fecrin
Kur’an’ı şahitlidir.” Bunun
devamında ise “vav” harfiyle
atıf yapılarak: “Gecenin bir
kısmında senin için fazladan
olarak onunla teheccüd et
(buradaki “onunla teheccüd
et” ibaresi, “uyanarak, sana
mahsus bir nafile olmak üzere
namaz kıl.” şeklinde anlaşılmıştır.) (Böylece) Rabbi’nin seni
övülen bir makama ulaştıracağı
umulur.”(İsra 17/79 Bu ayette
geçen teheccüd Kur’an okumak
ile namaz kılmayı birleştirerek
gece okuyuşu, geceleri nefsinle
cihad, nefsini gündüzün zor
işlerine hazırlamak için yapılan
bir çalışma olarak okunabilir.
Bu anlayışımız, Müzzemmil
Suresinin ilk ayetleri tarafın-
dan da desteklenmektedir:
“Ey örtüsüne bürünen, gecenin
yarısında kalk. Yahut yarısından
biraz eksilt. Yahut biraz artır ve
Kur’an’ı yavaş yavaş oku. Muhakkak ki biz, sana ağır bir söz
vah edeceğiz. Muhakkak ki gece
kalkışı, daha tesirli ve o zaman
okumak daha elverişlidir. Çünkü
gündüz, seni uzun uzun meşgul
edecek işler vardır. Rabbinin adını
zikret, her şeyi bırakıp yalnız ona
yönel. O, doğunun ve Batının
Rabbidir. Ondan başka ilah yoktur. Öyleyse sadece onu vekil edin.
(Ona dayanıp güven)” (Müzzemmil 73/1-9)
Görüldüğü gibi her iki ayet
gurubunun da gece kalkışı ve
gece okuyuşunu öne çıkardığını
görüyoruz. Namazı ve okuyuşu
birlikte düşünmeliyiz. Ancak
her ikisi içinde göz ardı edilemeyecek olan okumak ister
namazda olsun, isterse namaz
dışında, mutlaka ne okuduğumuzu ve niçin okuduğumuzun
bilincinde olarak okumaktır.
Anlamadan okumak, okumak değil sadece avunmaktır.
Peygamber (a.s.) okuduğunu
anlıyor anladığı için neyi nerede
okuyacağını ve ondan nasıl istifade edeceğini biliyordu. Bizler
de işin bu kısmını feda etmeden
okumalıyız ki, okuduğumuzdan
gereken öğüdü almış olalım.
Bu okumanın namaz olarak
anlaşılması, işin tabiatına daha
uygundur. Dil ile yapılan kıraat
davranışlar ile kayıtlanmaktadır. Bu açıdan daha etkili bir sonuç doğurmaktadır. Onun içindir ki Peygamberimiz: “Namaz
benim gözümün nurudur. Ben
namazla görürüm.” buyurmuştur. Zira ihsanı tanımlarken de
53
İktibas
ihsan, Allah’ı görür gibi ibadet
etmektir. Sen onu göremesen
de onun seni gördüğünden
emin olmaktır. Bu haleti ruhiye
içerisinde dilinle söylediğini
uzuvlarınla onaylayarak kıyam,
rükû ve secdeye varmaktır.
İnsan için etkili olan okuma işte
böyle bir okuma biçimidir.
SORU 2: “Kadınların şerrinden
Allah’a sığınırım.” şeklindeki bir
dua, kadınları rencide etmiyor
mu? Bu husus Tevbe Suresinin 71.
ayetine aykırı değil mi?
CEVAP 2: Kadınlar sözünü
niteleyici bir kelime ilave etmeden mutlak anlamda almak
elbette doğru değildir. Allah’a
sığınma Kur’an’ın son iki
suresinde bir bütün olarak dile
getirilmektedir. Burada tüm yaratılmışlar kastedildiği zaman,
insan için zarar verecek duruma
gelenlerin kastedilmiş olduğunu anlamak gerekir. Çünkü eşyada aslolan mübahlıktır. Ancak
insana yerine göre hayat veren
su, insanı boğarak ölümüne de
sebep olmaktadır. Onu donmaktan koruyan ateş, yerine
göre onu yakıp yok edebilmektedir. Bunun için “Zararlı olacağı zaman mahlukatın şerrinden
Allaha sığınırım demektir.”
surenin devamında “haset ettiği
zaman hasetçinin şerrinden ve
düğümlere üfüren büyücülerin
şerrinden, insanlara vesvese
veren insan ve cinlerden oluşan
hannasın şerrinden” Allah’a
sığınmamız istenmektedir.
Bahsetmiş olduğunuz ayette
ise, zikredilen kadın ve erkekler
birbirlerinin dostu, velisi olarak
takdim edilmektedir:
54
MEKTUPLARA CEVAPLAR
“Mümin erkekler ve mümin kadınlar, birbirlerinin velileridirler.
Marufu emreder, münkerden nehyederler. Namaz kılarlar, zekâtı
verirler, Allah’a ve Resulüne itaat
ederler. İşte Allah, bunlara rahmet edecektir. Muhakkak ki Allah;
Aziz’dir, Hâkim’dir.” (Tevbe 9/71)
Bizler dostlarımızdan sadece
hayır bekleriz. Ancak tüm kadınlar tüm erkekler dostumuz
değildir. Elleriyle, dilleriyle ve
cinselliklerini kullanarak diğer
insanlara zarar verecek olan
tüm erkek ve kadınların şerrinden hem erkekler hem de kadınlar Allah’a sığınılabilir, böyle
dua edebilirler. Çünkü kendisine sığınılacak olan sadece Allah
Teâla’dır. Yaşanılan hayatta bu
tiplerin sayısız örneklerini de
görüyoruz. Nice cinayetlerin
işlenmesine, nice yuvaların yıkılıp gitmesine sebep olmaktadırlar. Bu nedenle, “İnsan için şer
odağı olan tüm yaratılmışların
şerrinden Allah’a sığınıyoruz.”
demek yanlış bir dua değildir.
Bu işin cinsiyeti yoktur. Kadın
erkek için şer olabileceği gibi,
erkek de kadın için şer olabilmektedir. Bizler tüm şerlilerin
şerrinden Allah’a sığınmalıyız.
Kısaca Rabbimizle aramıza
giren her fitnenin şerrinden
Allah’a sığınmamız gerekir.
SORU 3: Gece yatarken Felak,
Naas, İhlâs, Fatiha ve Ayetel
Kürsü’yü okumanın İslam’da yeri
var mıdır?
CEVAP 3: Bu surelerin ve
ayetlerin yatarken okunacağına
dair bir ayet yoktur. Ancak bu
sure ve ayetlerin bizlere vermiş
olduğu bir mesaj vardır. Bu mesaj biraz da bir önceki sorunuza
verdiğimiz cevapla ilgilidir. Bu
surelerde anlatılan şey özetle
inanmış olduğumuz Allah’ın
sıfatları, gücü, nelere kadir
olduğu, onun herkesin imdadına yetişecek kadar yüce ve
büyük olduğu, her şeyi bildiği
ve gördüğü, onun için imkânsız
diye bir şeyin olmadığı, uyku
ve uyuklama tutmayıp her an
yaratıklarını görüp gözettiği,
sadece ona kulluk edip sadece
ondan yardım istenmesi gerektiği, sadece ona sığınılacağı
gibi bilgileri bize sunmaktadır.
Bu ayetleri okuyan ve mesajını anlayan kimse şu kanata
varacaktır: “Karada ve denizde
yerde ve gökte, dünyada ve
ahirette, dostumun ve düşmanımın yanında, gecede ve
gündüzde, kalabalıkların içinde
veya ıssız çöllerde, uykumda ve
uyanıklık hâlimde ben ne hâlde
olursam olayım benim Rabbim
beni görüyor ve ne hâlde olduğumu biliyor. Bana bir kötülük
yapmak isteyenden koruması
için öncelikle ona sığınıp ondan
yardım istemem gerekiyor. O
beni korumasına alırsa kimse
bana zarar veremez. O zarar
vermek isterse bu defada beni
kimse koruyamaz. Kanaatine
varacak ve ona göre uykusunda
ve uyanıklığında sadece ona
yönelecek ve ondan yardım
isteyecektir.
İşte bu ayetlerin ve diğer
Kur’an ayetlerinin bize vermeye çalıştığı mesaj budur. Bunu
böyle algılamayan ve anlamayan için, okuyup üflemenin bir
anlamı olmayacaktır. Kişi her
hâlukârda kendisini emniyette
hissetmeyecektir. Çünkü Allah
her zaman herkes için her şeye
İktibas
MEKTUPLARA CEVAPLAR
kadirdir. Ancak biz onun kadirliğini bilmedikten sonra bu
sureleri anlamadan salt okuyuş,
insana bu emniyeti vermeyecektir. Fakat Müslümanlar hâlâ
Kur’an’ın kâğıdını ve lafzını
muska olarak görmeye ve
onun fiziki varlığının kendisini
koruyacağına inanmaktadır.
Bu anlayışın sonucu olarak bu
vasfı Kur’an’dan başka Risale ve
Cevşen diye anılan kitaplara da
verdiklerini ve aynı koruyuculuğu onlardan da beklediklerini
görüyoruz. Bunları boynuna
asanları, evinde bulunduranları
koruyacağına inanıyorlar. İnsanoğlu böylece Allah’tan gayriye
ilahlık vasfı vererek yanlış
bir yola yöneliyorlar. Hâlbuki
Rabbimiz Tevbe suresinin son
ayetlerinde elçisine şöyle buyuruyor: “…Eğer yüz çevirirlerse
de ki: Allah, bana yeter. Ondan
başka hiçbir ilah yoktur. Ben ona
tevekkül ettim ve o yüce arşın
Rabbidir.” (Tevbe 9/129)
Elbette Allah ile güven bulmayanların güvendikleri dağlara
kar yağacak, elleri boşa çıkacaktır.
SORU 4: Mevlana dinlerin, aşkın
birliğini savunmuş mudur?
CEVAP 4: Mevlana bunun
ötesinde Halik’la Mahlûk’un
birliğini savunmaktadır. Tasavvuf felsefesinin bel kemiğini oluşturan “Vahdeti Vücut
ve Vahdeti Şuhut “ anlayışı:
İnsanın Allah’ta yok olması
anlamına gelen, nefsin yedi
mertebesinin sonuncusu olan
“Fena Fillah” anlayışı ve Allah’ın
insan suretinde görünmesi
gibi bu felsefenin tüm değerlerini savunmaktadır. Deveye
“boynun eğri” diyene, “nerem
doğru ki” demesi gibi Mevlana
ve benzeri kişilerin üzerinde
bulundukları felsefenin, Kur’an
ile bağdaşması mümkün değildir. Bizler bu insanlara atfedilen
yaldızlı sözlerin gizemine değil
Hakk’a uygunluğuna bakmak
durumundayız. Ancak dinden
kastedilen Allah indindeki
din olunca Allah Teâla bunu,
“Allah indinde din İslam’dır. Kim
İslam’dan başka bir din ararsa o
ondan kabul edilmez.”(Âl-i İmran
3/ 84-85) buyurarak bu gerçeği
ifade etmiştir. Bu ikazdan da
anlaşılacağı üzere Allah katında
İslam’dan başka bir din yoktur.
Tüm peygamberler ile insanlığa göndermiş olduğu dinin
adı İslam, kabul edenlerin adı
da Müslim’dir, Müslüman’dır.
Fakat tasavvuf felsefesine göre
Allah’ı sevmekle taşı sevmek,
Allah’a tapmakla şeytana tapmak arasında fark yoktur. İbni
Arabi bu konuyu bütün açıklığı
ile ifade etmektedir:
“Tüm kâinatta ne varsa hepsi
Allah’ın görüntüsünden ibarettir. Bunun için her neye tapsanız yine Allah’a tapmış olursunuz. Çünkü “la mevcuda illa hu”
ondan başka var olan hiçbir şey
yoktur. Şeytan da Allah’ın öyle
bir görüntüsüdür. Ona tapan
da yine Allah’a tapmış olur.” diyebilmektedir. Aklıselim sahibi
olan bir insan şöyle düşünmesi
gerekmeyecek mi?: “Allah,
Peygamberleri boşuna mı göndermiş?, Yıllarca kâfir ve müşrikler ile boşuna mı savaştırmış?, Gönderdiği kitapları da
anlamsız yere mi göndermiş?,
Nasıl olsa Allah’tan başkasına
tapınmak mümkün değilmiş!...
T
üm kâinatta ne
varsa hepsi Allah’ın
görüntüsünden ibarettir.
Bunun için her neye tapsanız yine Allah’a tapmış
olursunuz. Çünkü “la
mevcuda illa hu” ondan
başka var olan hiçbir
şey yoktur. Şeytan da
Allah’ın öyle bir görüntüsüdür. Ona tapan da yine
Allah’a tapmış olur.” diyebilmektedir. Aklıselim sahibi olan bir insan şöyle
düşünmesi gerekmeyecek mi?: “Allah, Peygamberleri boşuna mı göndermiş?, Yıllarca kâfir ve
müşrikler ile boşuna mı
savaştırmış?, Gönderdiği
kitapları da anlamsız yere
mi göndermiş?, Nasıl
olsa Allah’tan başkasına
tapınmak mümkün değilmiş!... O zaman bunca
eziyet ve bunca kavga ne
diye yaşatılmış acaba demesi gerekmez mi?” Böyle bir anlayış Allah’ı ve
peygamberi yalanlamak,
tüm peygamberlerin tevhit mücadelesini tekzip
etmek ve anlamsızlaştırmak, Nebevi gayretlerin
tümünü hiçe saymak ve
Kur’an’ın ortaya koyduğu
Allah, peygamber ve din
algısını görmezlikten gelmektir.
55
İktibas
E
y iman edenler;
Allah’tan nasıl korkulması gerekiyorsa
öylece korkun. Müslüman olmaktan başka bir
sıfatla can vermeyin.” (Ali
İmran 3/102)
O zaman bunca eziyet ve bunca
kavga ne diye yaşatılmış acaba
demesi gerekmez mi?” Böyle bir
anlayış Allah’ı ve peygamberi
yalanlamak, tüm peygamberlerin tevhit mücadelesini tekzip
etmek ve anlamsızlaştırmak,
Nebevi gayretlerin tümünü
hiçe saymak ve Kur’an’ın ortaya
koyduğu Allah, peygamber
ve din algısını görmezlikten
gelmektir. Bunca yalanı ortaya
koyan bir insanı ve ekolü İslamdan görmekte ayrı bir garabet
ve ayrı bir hezeyandır. Allah
bu insanlara akıl ve izan versin
diyoruz.
SORU 5: Vefat eden bir Müslüman için, taziyeden öncesi ve
sonrası İslam’la bağdaştığına
inanmadığım bazı uygulamalar var. Bu konuda İslam’a göre
yapmamız gereken işlemler nasıl
olmalıdır?
CEVAP 5: Bir Müslüman’ın
hayatta iken din kardeşini
görüp gözetmesi üzerine bir
borç olduğu gibi vefatı ile de
onu teşyi etmek, namazını kılıp
defin işlemlerini gerçekleştirmek tüm Müslümanlara bir
görevdir. Ancak bunu bir kısım
Müslümanlar yerine getirdiği
56
MEKTUPLARA CEVAPLAR
zaman diğerlerinin üzerinden
bu sorumluluk kalkar. Bunun
için bu sorumluluk farzı kifaye
olarak isimlendirilmiştir. Defin
işlemlerinden sonra da geride
kalan yakınlarına baş sağlığı ve
taziyede bulunmak üzere gidilip
gönül alıcı sözlerle, konuyla
ilgili ayetlerin okunup açıklanmasıyla teselli edici bir yöntem
izlenir. Ev halkına ve gelen
misafirlere yakınları tarafından
ikramlarda bulunularak acıları
paylaşılır.
Mezarın başında yapılan o görkemli merasimlerin, ölen kimseye kopya vermek için yapılan
telkinlerin, “canına değsin”
düşüncesiyle yemekler tatlılar
ikram etmelerin halkın kendilerini rahatlatmak için yapmış olduğu teamüllerinden başka bir
anlamı yoktur. Halkımız şunu
bilmeli ki Kur’an’ı okumaya ve
bilip yaşamaya ölünün değil dirilerin ihtiyacı vardır. Bunun da
her insan için yaşarken hayatta
iken yapılması gerekir. İslam,
insanların dünya ve ahiret
hayatlarını düzenlenmek için
gönderilmiştir. Dünyayı da ahireti de hayatta iken kazanmamız gerekmektedir. Bu nedenle
“ölmeden önce ölünüz” emrini
doğru anlayarak ölmeden önce
Kur’ani bir hayat yaşamaya
çalışmalıyız. Bizler hayatta iken
okuyup öğrenerek hayatımıza
koymadığımız Kur’an’ı mezarımızın başında okutmakla hangi
hatamızı düzelteceğiz, hangi
günahımızdan vazgeçeceğiz?
Hangi nasihatından öğüt alacağız. Ölmüşüz nasıl duyacağız?
Allah buyurmuyor mu ki : “Ey
Muhammed sen ölülere duyuramazsın, arkasını dönüp gidenlere
de bir şey anlatamazsın.” Onun
duyuramadığı ölülere biz nasıl
duyuracağız? O hâlde hayatın
gerçeklerine hayattayken gerektiği gibi riayet edelim ki, ölünce
pişman olmayalım.
Müslümanların düşüncelerinin
resmini Allahu Teâla, Bakara
suresinin ilk ayetlerinde şöyle
açıklamaktadır: “Onlar gayba iman eder. Namazı kılar,
zekâtı verir, kendilerine verilen
rızıktan da infak ederler. Sana
indirilene ve senden önce
indirilenlere de iman ederler.
Ahirete de inanırlar. İşte hidayet üzere olanlar ve kurtuluşa
erenler onlardır.” Sonuç olarak
yapılması gerekenler konusunu
şöyle özetlemektedir: “Ey iman
edenler; Allah’tan nasıl korkulması gerekiyorsa öylece korkun.
Müslüman olmaktan başka bir
sıfatla can vermeyin.” (Ali İmran
3/102) Aksi hâlde sizi kimse
kurtaramaz demektir.
SORU 6: Surelerin faziletleri ile
ilgili rivayetleri nasıl buluyorsunuz?
CEVAP 6: Bu konuda
Resulüllah’ın diliyle surelerin
faziletini anlatanlardan sizlere
bir örnek vermek istiyorum:
Asr suresinin faziletine dair:
(Peygamberin Dilinden Surelerin
Fazileti bölümünden alınmıştır.)
Bu sure, şifa için yazılır, yazı
suda silinip 70 defa okunur
ve hastaya içirilirse hasta şifa
bulur.
Bu sure; misk, safran ve gül
suyu ile dört ayrı kâğıda yazılıp
mal veya eşya olan yerin dört
köşesine konulursa oradaki mal
veya eşya muhafaza olur.
İktibas
MEKTUPLARA CEVAPLAR
Bir düşmandan intikam almak
için o niyetle siyah bir levha
üzerine cumartesi günü zuhal
saatinde Vel Asrı yazıp istediğin
maksat üzerine o kişinin hanesine koy o kişinin hanesinden
bereket kalkar ve harap olur.”
Şimdi elinizi vicdanınıza koyup
düşünün, insanlığın hidayeti
için gönderilmiş bir kitap ve
bu kitabın Asr suresi ki, içinde
insanların kurtuluş reçetesini
sunuyor.
İman etmeyi, salih amel işlemeyi ve Müslümanların birbirlerine hakkı ve sabrı tesviye etmeyi
öğütleyen ayetlerine nasıl bir
görev yüklediklerine bakar
mısınız?
“Mürekkebini suda eriterek yetmiş defa okunup hastaya içirilecek hasta şifa bulacak. Dört ayrı
kâğıda misk, safran ve gül suyu
ile karıştırılıp yazılacak ve dört
ayrı yere konularak eşyalar korunmuş olacak. Düşmanından
intikam için siyah levhaya yazıp
evinin bir yerine konulacak.
Bundan sonra o evden bereket
kalkacak ve ev harap olacak.” El
insaf!.. Peygamberimiz ümmetine büyü yapmayı öğretmek
için mi gönderilmişti yoksa
insanlara faydalı olmak için mi
gelmişti ya da onların hanesini
harap edecek şeyleri öğretmek
için mi gelmişti? Düşünmemiz
gerekmiyor mu?
Bu sadece bu sure için söylenenler. Daha nice uydurulmuş
afakî şeyler söylendiğini hurafe
kusan kitaplarda göreceksiniz.
Hiçbirisine itibar edilmez.
Kur’an insanları hidayete götürmek için gönderilmiş bir kitap-
tır onun sureleri de ayetleri de
ne haptır ne de muska. Onun
şifa oluşu, insanların kafasını
bulandıran küfür, şirk ve münafıklık hastalıklarınadır. İman
hapını yutanların gönüllerindeki düşünsel bütün hastalıklarını tedavi eder. Ancak küfür
ve şirkinden vazgeçmeyenlere
herhangi bir etkisi olmaz.
“Biz, Kur’an’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müminler için şifa ve
rahmettir, zalimlerin ise yalnızca
ziyanını artırır.” (İsra 17/82)
Eğer o tıbbi bir ilaç olsaydı
kâfirler için de şifa olurdu.
Onlar için de sonuç hüsran
olmazdı. O ancak gönüllerdeki
düşünsel hastalıklara şifa verir.
Bu özelliğini icra etmesi için de
ona yürekten inanmak gerekir.
İnanmayanların ondan öğüt
alması mümkün değildir.
“Sen ancak zikre (Kur’an’a)
uyan ve görmeden Rahmân’dan
korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte
böylesini, bir mağfiret ve güzel
bir mükâfatla müjdele.” (Yasin
36/11)
Surelerin faziletine dair söylenen sözler bu minval üzere
devam etmektedir. Bunların
gerçekle alakası yoktur. Allah’ın
vahyini okuyanların bu hurafelere kulak vermesi mümkün
değildir. Kur’an’ı anladığınız
dilden okuduğunuz zaman sizi
gerçeklerle yüzleştirecek ve
doğru olanı öğretecektir.
“Şüphesiz ki bu Kur’an, insanları
en doğru ve en sağlam yola iletir
ve salih amel işleyen müminlere
de büyük bir ecir olduğunu müjdeler.” (İsra 17/9) „
B
iz, Kur’an’dan öyle
bir şey indiriyoruz
ki o, müminler için şifa ve
rahmettir, zalimlerin ise
yalnızca ziyanını artırır.”
(İsra 17/82)
S
en ancak zikre
(Kur’an’a) uyan ve
görmeden Rahmân’dan
korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte böylesini,
bir mağfiret ve güzel bir
mükâfatla müjdele.” (Yasin 36/11)
Ş
üphesiz ki bu Kur’an,
insanları en doğru
ve en sağlam yola iletir
ve salih amel işleyen müminlere de büyük bir ecir
olduğunu müjdeler.” (İsra
17/9)
57
Sanat, Edebiyat
FLÂNÖR
MEHMET MORTAŞ
Aklım sancılı zamanlarında
Şehri anlatıyor bana
Gözlük takan insanları
Kelimelerin karartıldığı sokakları
Bu nedenle gece olunca
Şehrin betonlarıyla birleştiğim yere
Mezarımı eşeliyorum
mehmet mortaş
Yürüdüm yürüdüm sevimsiz
bir boşluk peyda oldu içimde.
Tarif edemediğim anlatmak
istediklerine anlam veremediğim huysuz başıboş anlamsız
boşluk. Kentin sosyolojik
tapınaklarından gelen, içimde
büyüyen tuhaf rahatsız edici
kupkuru boşluk. Kendi benliğime dönmeyi, kendi içimde
ruhumun sükûnetli taraflarında düşünmemi engelleyen
zamanı kemiren haylaz boşluk. Kenti bir boydan bir boya
yürüyelim kentin varoşlarında
plastik yaşamlar yaşayan sessiz
gölgeler durur bu boşlukta. Ne
kadar iyi oynarsak, rol alırsak
figüranlıkta o kadar mutsuz
ve hüzünlüyüz, sanal öyküler
biriktirip hayata karşı kararsız
yaşam süren yığınlar soyuta boyanmış bir boşluğa yuvarlanıp
gidiyor. Kalpleri büyümeyen
fakat mideleri hiç durmadan çalışan yelkovanın üstünde hayat
süren zamansız insanlar. Bilin
58
ki içimdeki anlaşılmaz boşlukta
kentin ışıkları kayboldu öyle
ağırım ki kaldıramıyor bedenimi bu hayat.
Sessiz gölgelerin içinde yapayalnız gezdim durdum kentin
nasır bağlamış sokaklarında.
Aylak aylak dolaşan gölgem
yanımda kendimle savaştım.
Yaşanmamış ne çok hikâye
vardı betondan evlerin ıssız
odalarında. Yargısız yalanların,
içi boş anlamsız ham kelimelerin öyküsüyle okundu gökyüzüne doğru uzanan betondan
mabetlerde. Kaç bahar hüzünle
geçti, kaç kış ayaz dolu yüzünü
gösterdi cinnet geçirerek ama
yine de kentin ışıkları gökyüzünün altında hengâmeli aldanışlardaydı. Yürümek betondan
fildişi kuleler gibi yükselen gökdelenlerin altından, vitrinlerin
zulüm kusan ruhumuzu tahrik
eden ala bulalı dünyevileşmenin
önünden, saatlerce keşmekeşliğin içinden düşünmeden suskun hüzünler altında yürümek
ki mumun etrafında pervane
gibi dönen korkularımız boş ve
korumasız sözcükler gibi bilinç
kayıplarıdır hayat ile ters yüz
saatlerde. Korkarak kendi içimize doğru yürümek kentin içine
doğru yürümek gibi değildir.
Bir kere iç âlemimize yolculuğa
başladığımızda türlü envai çeşit
engeldir yaşadıklarımız, kentin
alacakaranlığını yırtan ışıkların altında varlık sancısının
darasını boş vermektir. Daha
doğrusu kendi içimize doğru
yürümek düşüncesi dahi vurur
bizi can evimizden. Vurur ve yol
yordam bilmeden iç dünyamızdaki deruni seslerden kaçarız
tanımamak adına, kendi şuuru-
muza varmamak adına. Kentin
yaşamlarında hayatlar kurmak,
uçuk anlamlara sahip olmak bir
ömür rüyalarda yaşamak, kendimize dönememenin en hazin
sonudur. İnsan olmamak dertli
olmamak, düşünmemek yalnız
ve biçare caddeleri arşınlamaktır geldiğimiz nokta. Kısa dar
caddelerde uzun yola hüküm
giymiş gibi mevsimsiz yağmur
damlaları yüzümüze vurur, gölgemizi tabutun içinde, utangaç
dağları göremeden, gökyüzüne
selam veremeden, cinnet mevsiminin hüküm sürdüğü kentin
sokaklarında yürürüz sevimsiz
ve mesnetsiz. Sırtını dağlara
dayanan değil ruhsuz betondan
yapılara yüzükoyun yatarak
feryat eden, sonu görünmeyen
önceliklerimizi put hanelere
servis eden hayatlar birbirine
düşman, bencilliğin en önde
sancaklaştırıldığı huysuz kişilikler figüran. Kentin caddelerini sokaklarını bir boydan boya
arşınlamak, hisler dünyasında
her geçtiğimiz yerleri ateşe
vermek fakat ateşin ne olduğunu bilmemek ne hazin. Nice
öyküler birikti kentin varoşlarında bir öykü diğerine sağır.
Sanal putların önünde hayat
devşiren gölgeden oyuncakları
ile bir ömür tüketen sahipsizler,
bir sonraki hayat için ahkâm
kesen ululanmış, guruplaşmış
ağabeyler ablalar, duyguları,
akletmeleri ellerinden alınmış
kentin teknolojik nimetlerine
şükreden binlerce metruk hayat
yaşayanlar. Belki bir yağmur
damlası bütün kenti ıslatır,
kırlangıçlar rüyalarından uyanır
kelimelerin dilinden yeniden
doğarız.
MODERN
ŞEHİRDE
AYKIRI
DÜŞÜNCELER
MEHMET AKİF ŞAHİN
Gökyüzü gergin zamanın
tılsımını yeryüzünün en kuytu
mekânlarına saklıyor. Öfkenin
sonbaharında karanlığa söylenmiş sözlerimiz gökyüzüne
gerilmiş. Şehirler sırlarımızı
dudaklarında tutuyor. Bebeklerin çığlıkları evreni kuşatan
merhametin dizlerinde ağlıyor.
Susuz çöller dillenmiş ağıtlarını
sahralara döküyor. Irmakların
kollarında biriken umut çaresiz
kuytuluklara gizlenmiş. İnsan
sessiz iklimlerin şelalesinde
çağlıyor.
Zenginlikle fakirliğin eşitlendiği musalla taşı herkesin önünde
bekliyor. Issız insanlık çölünde
şehirler kurulmuş, caddeler sessizce uzanmış. İnsanlığa umut
veren hisarlar gibi duvarları
birbirine dayanmış evler inşa
edilmiş. Bizim dediğimiz büyüdüğümüz mekânlar, nispet edildiğimiz mahalleler yüreğimizin
sığınağı gibi duruyor. Ruhların
derinliklerinde biriken acıların
saklandığı sokaklar, sırların
paylaşıldığı suskun parkları
tutuklamış. Yapraksız ağaçların gölgesine hüzün birikiyor,
bulutsuz yağmurlardan düşen
damlalar denizleri boşaltıyor.
Ruhumuza değen dalgaların
dokunduğu göl, neden şehre ve
sakinlerine küskün, bu bilinmiyor?
Zamanın miladı bitmemiş.
Mekânın gizeminde gizlenmiş
tarihin saklı diliminde fısıldayan insanlık susuyor. Sessizlik
şelalesinde biriken feryatları
duymuşuz. Şehirlerin kaosa
koştuğu tarihin karanlık sayfaları dilleniyor. Karanlık bütün
cevapları gizlemiş, sorulan
sorulara verilmeyen cevaplar
en yakınımızda gizleniyor.
Rüyalarımızı gazete başlıkları
bilmiyor. Hayallerimiz sakin
akşamların en ucuz ışığıyla
aydınlanan bir çıranın ışığında umutlanıyor. Karanlığın
gölgesine sığınmış korkuluklar
şehrin kaderine göz kırpıyor.
Bilinmedik bir öykü kaderimize
ekleniyor. Güç karanlığın ellerinde ganimet diye paylaşılmış.
Telsiz anonslarıyla tahkikat
kapsamına alınan militan kişilikler varoşların pencerelerine
sızan ıslıklara karışıyor. Devlet
kıskanç bir ürküntüyle milletin ruhuna berkitilmiş acıları
hatırlıyor. Kamu kurumlarına
yönetici olarak atanmış yapay
bilgelikler türetilmiş. Plastik
bir bedene ruh ekleyen kapital
alkışlanıyor.
Modern zamanların toplumsal
değişimine katkılarıyla zenginleşen şehir, burjuva özlemini
karaborsada satın alıyor. Eski
dervişler mistik cübbenin
önünde kravat bağlayıp sonsuz
vuslata kavuşmayı umuyor.
Dünyayı ve şehri parsellemek
için komprador anlayışları yeni
yetme tombul orta yaşlılar,
kutsal emaneti gömleklerinin
sağ cebine huşu içinde saklıyor-
lar. Yerliler bedevi kimliklerini
ruhlarına gizleyerek içinde eskimiş kölelik inançlarını bir tavus
kuşuna emanet etmişler. Yonga
şeklinde umutlarını sakallarının aklaşan renklerinde barındıranlar, kravatlarıyla düşüncelerini daha derinlere ulaştırıp
bu tılsımı aşkıyla birleştirip
saklamayı başarmışlar. Bütün
bu kararsızlıkların arasında
modern sancıları dünyanın ve
şehirlerin varoşlarına birikmiş.
Bu değişimi kentlerin ruhuna
sindirememenin sıkıntıları
yaşayan toplumunlar modern
kaosa sürükleniyor. İnsanlık
hüzün ve sevinç arasında bir
sarkaç gibi savruluyor. Güç
sahipleri yeni bir yol bulmanın
aşkıyla, köhnemiş bu sistemi
bir adım ileriye taşınmanın
vakarıyla bütünleşmek için
varlığını koruyorlar.
Bu ülkede basit ya da komplike
bir ruhu taşımak bir tutkuyu
koynuna almak gibidir. Basit
insan olmak kendi komşusu
gibi düşünmeye kendini mecbur hisseden kişiliklerde oluşur.
Aykırı bir düşünceyi okumak ya
da düşünmek asaletin en önemli ipucudur. Yerlilerin birçoğu
bunu bilmiyor. Korkak insan
yığınları umutlarını katlanmış
kâğıtların arasına saklamışlar
Günümüzde ülke gerçekleri,
birbirinde farklı olduğunu
sadece ifadeyle değil düşünce ve yaşam biçimiyle ortaya
koyan kişilerin varlığıyla ilahi
standartlara ulaşacaktır. Günümüzde sırlarımız şehirlerin
dudaklarında saklı kalsa da
anlayışlarımız ülkenin ruhuna
erişmeye devam etmelidir.
59
İktibas
Modern kölelikten kurtulmanın
yolu ilahi değerlere sahip çıkmakla mümkündür. Tek başına
kalmakta korkmamak, sorumluluk almaktan korkmamak bir
erdemdir. İnsanlığın kurtuluşu
için tutsaklık psikolojisinden
kurtulmak gereklidir. Şehirler
sırlarımızı arşivlerinde saklıyor.
Köhnemiş kölelik sistemlerine
başkaldırmak asil bir erdemdir.
Miadı dolmuş modern şehirlerin karanlığına karşı direniş zamanıdır. Kimin ne amacı varsa
bu gün gerçekleştirme zamanıdır. Tarih geç kalanı affetmez.
PAZAR
YERİ VE
İSLÂMCILIK
FATMA CERENNe
ilgisi mi
var? Ben de bilemiyorum
üXDQ6DW×UODUGL]LOGLNoH
J|UHFHùL]LQüDDOODK
Semt pazarlarını pek çoğunuz gibi ben de severim. Hele
mevsim kışsa! Acele alışverişler,
zorlanan pazarlıklar… Rezzak
olan Allah’ın tayin ettiği rızkın,
bağırmalar çağırmalar eşliğindeki inanılmaz devinimi. “Gel
vatandaş! Gel!” nidalarıyla;
ovuşturulan üşüyen eller, kızaran burunlar. Akşama doğru
bastıran telaşın, az sonra çökecek karanlığa giydirdiği sevinç.
Bir de görünmeyenler var tabi.
Kafaları yoran hesaplar, kitaplar, kaygılar, tasalar, gamlar,
heyecanlar, planlar… Cebindeki
parası, alacaklarının tümüne
yetmese de aldığıyla yetinerek
60
SANAT, EDEBİYAT
pazarın çıkışına ilerleyen, geneli
memnun insanlar. Ev sahibi
edasıyla, maniler eşliğinde
“Yine bekleriz!” diyen, geneli
memnun satıcılar…
Ben pazarda ne mi yapıyorum?
Düşünüyorum…
Yaşlı bir teyzenin az önce aldığı
yaklaşık doksan santimetrelik
dört adet pırasayı kaç saatte
doğrayacağını… Biraz ileride,
fiyatı diğerleriyle aynı olmasına rağmen en kötü yeşilliği
alan amcanın eve döndüğünde
hanımından işiteceği azarı… O
en iyisini aldığını iddia edecek!
Az önce sağımdaki tezgâhtan
beş tanesini üç liraya aldıkları
mısırın, yedi tanesinin üç liraya
olanından daha iyi olduğunu
savunan karı kocanın konuşmalarını. “Neymiş o öyle? Küçük
küçük…!” Beş dakika sonra
solumdaki tezgâhtan yedi tanesini üç liraya almışlığın memnuniyetiyle, teyzenin kızına
öğretisini. “İyi! Kazıklanmadık
deminkine. Dedim ben sana acele
etmiyecen diye! Beş yerine yedi
tane aldık bak!” Anlayacağınız
herkes memnun bu pazarda!
Tıpkı biraz önce yanımdan geçen iki sevimli teyze gibi “Hatçe!
Dediydim sana bak, geçen buldum
ben bu adamı. Bizim Ayşe’nin
köylüsüymüş! En tazesini getiriyo.
Korktuydum bugün bulamayecez
diye, ama Allah buldurdu bak!”
sözlerinin ardından, diğer
teyzenin bu tezi şefkatli başıyla onaylaması. Onların ağır
adımlarının ardından bakarken
yapacakları turşunun kokusunun burnuma gelivermesi…
Hülasa, bu kargaşanın ardından genelde herkesin evlerine
yorgun ama memnun dönme-
si… Hani diyorlar ya, “Alan da
memnun, satan da.” Belki bu
resmin tek cümlelik ifadesi…
Her ne hikmetse bu manzarayı toplumumuzun küçük bir
maketine benzetiverdim. Yüzde
doksan dokuzunun müslüman(!) olduğu toplumu 90
derecede yıkamışsınız, çekmiş,
bu pazar olmuş. Arz ve talep
şeklinde iki kısımda inceleyeceğimiz bu süreci, sosyokültürel açıdan inanç odaklı ele
alışımızda bir ayet geliveriyor
aklımıza.“Onlar kendi dinlerini
fırkalara ayırmış ve kendileri de
parça parça olmuşlardır ki her
grup kendi elindekiyle övünüp
sevinç duymaktadır.” (30/32)
Geneli dindar olarak tanımlanan Türk toplumu, aynı
vahiyden beslendiğini iddia
eden ama ciddi farklılıklar
gösteren gruplardan oluşuyor. Birey, kendine doğru diye
sunulanlardan birini seçiyor.
Seçtiğinin en iyisi olduğuna ya
da yapabileceğinin en iyisini
yaptığına inanıyor. Bu seçimde
en güçlü faktör ise, ‘çoğunluğa
uyma eğilimi’dir. Modernitenin belirlediği ‘güç’ anlayışı,
yaşantısında neye tekabul ediyorsa seçimini ona göre yapıyor.
Seçtiğini zannediyor, aslında
kendisine sunulanlardan birini
seçmek zorunda bırakılıyor.
Kötü de olsa yanlış da olsa
aralarından en iyisinde karar
kılma cambazlığını üstlenirken,
uyutuluyor ve oyuna geliyor.
Arz-talep ilişkisini bilirsiniz.
İkisi de birbirini, artan ve azalan yönde etkileyen faktörler
ve bazı faktörlere göre değişim
gösteren kavramlardır. Dünya
hayatının geçmişine, Kur’an-ı
İktibas
SANAT, EDEBİYAT
Kerim’den baktığımızda görüyoruz ki, insanoğlunun Allah’ın
yasalarına karşıt yaşam biçimlerini yani dinlerini üretmek
ve sunmak, o toplumunun
ileri gelenlerinin mucitliğine
kalmıştır. Birileri önde, birileri
takipte sözün kısası. Atalar,
çocukları ve torunları! “Onların görünüşleri ve sözleri
hoşunuza gider.” ve “Onlar
‘Biz yalnızca ıslah edicileriz.”
diye tanınan bu şahıslar, akıllarınca yeryüzüne çeki düzen
verme hadsizliğinde bulunurlar. ‘Daha’ zarfının ardından
gelen sıfatları, toplulukların
yaşam kodları olarak sunarlar.
(daha iyi/daha konforlu/
daha rahat/daha kolay/daha
güzel/daha mükemmel/daha
yaşanılabilir…) Bu sıfatları
akıl, heva/heves ve zan üçgeninden seçerler ve kendilerini
yaratan ve yöneten Allah’a eşler
koşarlar. Allah’ın belirlediği
hudutlarda rötuş yaparlar. Keskin diye tanımladıkları köşeleri
yuvarlarlar ve can alıcı parlak
renkleri matlaştırırlar. Böylece
ortaya ‘iyi’, ‘rahat’, ‘sorunsuz’,
‘ılımlı’, ‘uyumlu’, ‘modern’,
‘yaşanılabilir’, ‘laik’, ‘liberal’,
‘demokrat’ dinler çıkar. Herkese
ve her keseye hitap eden ürün
yelpazesindeki seçmece dinlerin çekirdeksiz versiyonları!
Maalesef hepsi de tek bir isim
altında prezente edilmekte.
İslam! Aslında pazara sunulan
bu dinler, kendi içinde çelişkilerle doludur. Fakat doğru vahiy
ve peygamber algısıyla ilişiği
kesilmiş bir toplumu ikna etmek ve bu sürece adapte etmek
zor olmayacaktır. Çünkü ne
istediğini bilmeyen bir toplum,
sürüklenmeye mahkûmdur. Bu
vahim durum, şeytan önderliğindeki fırsatçıların en güçlü
sermayesidir ki her bir dini
piyasaya sürdüğünde, sermaye
yükselişe geçer. Yani cehalet,
arz-talep grafiğini yükselten bir
katalizör vazifesi görür. Bu en
önemli sermayeyi olumsuz etkileyecek, ‘bilgi’, ‘bilinç’, ‘düşünme’, ‘sorgulama’ gibi etkenleri,
toplumdan uzak tutmak için
bütün imkânları seferber eder.
Bu süreçte, zihinler önce nezaretlere alınacak, sonra kendi
tercihlerine müebbet hapis
edilecektir. Bu böyledir. Tek bir
otoriteye bağlanmayan ve tek
doğrudan beslenmeyen insanlık, tarihsel faktörlerin etkisiyle, devamlı yeni dinler üretme
potansiyeline sahiptir. Dünyanın bir yerinde olan bir olaya,
bir siyasinin sözüne, hammaddeye, sermaye dengelerindeki
ve piyasalardaki değişmelere
göre, dinlerin sürekli güncellenmesi ve ince ayarı gerekecektir.
Ürünün son kullanma tarihi
geçtiğinde ise dönüşüm esaslı,
yeniden inşa sürecine girilecek
ve ‘Dinler Piyasası’ kıyamete
kadar hareketli bir pazar alanı
olacaktır.
İtina ile üretilmiş dinler/yaşam
biçimleri, ‘İslam’ kelimesinin
önüne, arkasına, içine dışına,
üstüne, altına birtakım kavramlar getirilerek adlandırılır.
İslam’ın aslının değiştirilmediğini ve fakat günümüze uyarlandığını, modernize edildiğini,
güncellediğini, yaşanılabilir kılındığını iddia eden bu hareket,
vahye beşeri bir müdahaledir.
Bireylere demokrasi, özgürlük
gibi söylemlerle tercihlerinde
güya serbest olduğu hissini ve-
rirler, fakat sundukları yeni dini
‘Tek çözüm’, ‘Tek çıkış yolu’ ve
‘Mecburiyet’ olarak dayatırlar.
İslam’ı yaşanabilir(!) kılan bu
uygulama, her nedense küfür
milletinden övgü ve alkış alır.
Önce kendi ürettiği yaşantı
biçiminin/dinin içini doldurur,
sonra bunu İslam’dan ödünç
aldığı kavramlarla paketler.
Elbette ki cahil bir topluma
bunları satmak işin en kolay
kısmıdır. Kimsenin ruhu duymaz. ‘Tevhidi müslüman’ der,
‘Ilımlı müslümana’ zemin hazırlamak için, ‘Geleneksel İslam’
der, ‘Modern İslam’ı meşrulaştırmak için ya da ürettiği ikincil
kavramlardan sonra, birincilleri kullandırtır. Çünkü birini
ortaya atınca, diğeri hemen
devreye sokulmalıdır ki amaç
hâsıl olsun. Böylece, hem ürünü
piyasaya sürdü hem de vahyin
kavramlarını istediği istikamette değiştiriverdi. ‘Müslüman’
oldu ‘Tevhidi Müslüman’ , yine
aynı ‘Müslüman’, oldu ‘Ilımlı
Müslüman’. Kur’an’da önüne bu
minvalde sıfat almayan “Müslim/Mümin” kavramı, zaten tek
başına tevhidi ikrar, tasdik ve
teslimiyeti ifade eder. Önüne
getirilen bu gibi sıfatlarla aslında mana tahrif edilir. En vahim
durum ise, kullanımı yaygınlaştırılarak normalleştirilmesidir.
Öyle ki, tevhid ehli topluluklar
bile bu kavramları bu şekilleriyle kullanır oldular.
Bilinçli işleyen bu sürecin
bilinçsiz kurbanları, kendilerini haklı çıkaracak herhangi
bir mazerete sahip değildirler.
Zihinlerine ‘hazırcılık’ ve ‘kolaycılık’ formatı atılan toplum,
kendilerine sunulanlara şöyle
61
İktibas
bir bakıp akıllarına, mantıklarına, doğrularına, zanlarına en
uygun olan ürünü seçeceklerdir.
Aslında yaşantılarını fazlaca
etkilemeyecek ve sarsmayacak
modele taliptirler. Pazar alanını
ve ürün yelpazesini devamlı
genişleten memnun üretici de
tüketicisinden daha uyanık
olduğu için her zaman gelişmeleri takip edecek, yeni fırsatları
kollamaya devam edecektir.
Post modernizm, kapitalizm,
pragmatizm ve demokrasileşme
rüzgârlarıyla oradan oraya savrulan tüketiciden talep geldikçe
arz eğrisindeki fırtınalı yükseliş
devam edecektir. Hoşgörü,
memnuniyet, dinler arası diyalog üçgeni bu pazarda, ‘Alan da
razı satan da’…
Saygıdeğer sorun istemez
tüketici, haklı ve huzurlu
dünyasına başkalarını da teşvik
edecek ancak bu hileli ürünlere yaklaşmayanlara bir türlü
anlam veremeyecektir. Onlara
bazen acıyacak, bazen alay bile
edecektir. Yaptıkları alışverişin ne denli yanlış olduğunu
ve kendilerine hayır hasenat
getirmeyeceğini, hem dünyasını
hem ahretini heba ettiklerini
söyleyen marjinal topluluğa,
gizli bir düşmanlık besleyecek
ve hatta onlarla sohbetlerinde,
dini konulara girmeyeceklerdir.
Eee bizim de onlara ‘fatma’ca
bir sözümüz var elbet!
– Pazara gidelim, bir (?)
alalım, pazara gidip bir (?)
alıp naapalım? -Happuru
huppuru yiyelim/yemiyelim!
diyen çocuklar bile pazardan ne
alacağını, aldığını, bunları yiyip
yemeyeceğini sorgularken sizler
ne diye aldığınızı hemen yolda
62
SANAT, EDEBİYAT
yemeye başlıyorsunuz? Sorgulayın biraz! Dönelim Pazar yerine.
Mümkün müdür hepinizin,
aynı anda en iyiyi alması, farklı
tezgâhlardan olduğu hâlde? Üstelik sizin aldığınızı kötüleyeni
siz de kötülerken. Size sunulan
dinleri ne kadar incelediniz ki?
Şöyle bir bakıvermeyle, mümkün mü iyice anlamanız en iyisi
hangisi diye? Hem bu sorgulamayı yaptığınız bir kaynak, tek
bir standart/ölçü de olmadan!
Acaba bu durum, herkesin kendi doğrularıyla hareket etmesinden dolayı olabilir mi? Olur
tabi. Herkes kendi doğrusuyla/
kafasıyla/ aklıyla/mantığıyla
yaklaşırsa tezgâha; Ayşe Hanımın aldığını Zeynep Hanım
beğenmez, Ali Amcanın almadığını Ahmet Amca beğenir ve
alır ve herkes kendi elindekiyle
yetinir övünür durur! O zaman
şu ortaya çıkıyor. Tek bir sabite,
tek bir otorite, tek standart
olursa ancak iyi/kötü ve doğru/
yanlış değerlendirmesi yapılabilir. Doğru ve yanlışlar, Hakk
ve batıllar; doğruyu yanlıştan
ayıran, Furkan olan Kur’an-ı
Kerim’de bildirilmiştir. Bütün
bu karmaşa ancak ‘vahiy’e göre
ayırt edilecektir. Diğer durumda, onlarca doğru, onlarca gerçek, onlarca hak, onlarca iyi…
Var mıdır sonu ve mümkün
müdür içinden çıkılması?
Allah (c.c.) yegâne otoritedir.
Tek ilahtır. Tek Rabbdir. Tek
kanun koyucudur. Hayatın her
alanında tek ölçü belirleyici
odur. Hz. Muhammed (s.a.s.)
vahye itaatle yaşamış örneğimizdir. Müslümanım diyen kişi
en başta bunu kabul etmelidir
ki, tevhid sözünü yerine getir-
sin. Sözünde dursun! Sözü tutsun! Söz dinlesin! İlahi uyarıyı
dikkate alarak “Allah ile beraber başka bir ilah edinme”sin.
Yani, Allah ile beraber başka
ilahların olduğu hazır din/
yaşam tarzı paketi kendisine
sunulduğunda, kabul etmesin. Ya da Allah’tan başka ilah
yoktur derken, “Peygamberler
kendine göre tarihe şartlara göre
şöyle şöyle uygulamalarda bulunmuş, o hâlde aklımızı kullanalım,
zamana uyalım, biz de şöyle şöyle
yapalım.” diyen akli yöntemleri
savunmasın! Tevhidi de yolu da
şaşırmasın! Bu ticaretten kimin
kârlı çıkacağını, kimlerin nemalanacağını düşünsün. Yusuf
(a.s.)’ın inancını gizleyerek ilerleyip Mısır yönetimine hooop
diye tepeden düştüğüne kendisini inandırmasın. Kuyulardan,
zindanlardan, sıkıntılardan
geçmeden böyle bir kısmi tasarrufu bile kendisine hak olarak
görüp talip olmasın. Talip
olacağı şeyleri, Kur’an’daki “en
kârlı ticaret” açıklamasından
öğreniversin! Kendi ticaretleri
neticesinde kazandıkları dünyalıklara da bir bakıversin ve
yapacaksa bir mukayese, buna
göre yapsın! Kendisine ‘Allah
Birdir!’ ambalajıyla sunulan din
paketinin içinden ne çıktığını
biraz sorgulasın! En azından
bunun kaygısını taşısın, sancısını çeksin!
Yani demem odur ki; pazardan
aldım bir tane, eve geldim bin
tane durumlarına düşülmesin!
Vesselam.
„
Gündem
timeturk / 02.02.2013
Afrika Birliği, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve Batı Afrika
Ülkeleri’nden oluşan uluslararası
bir grup Brüksel’de düzenlenen
toplantıyla Mali’de izlenecek bir
yol haritası üzerinde anlaşmaya
vardı.
Avrupa Birliği’nin ev sahipliğini
yaptığı toplantının ardından
düzenlenen ortak basın toplan-
tısında açıklamalarda bulunan
AB Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton, Malili yetkililer
tarafından sunulacak, ülkede
seçimlerin düzenlenmesi ve
ülkenin kuzeyinin yeniden ele
geçirilmesini de içeren bir yol
haritasının benimsenmesini
desteklediğini ifade etti.
Fransa başta olmak üzere,
AB üyesi ülkelerin, Afrika
Birliği’nin ve ECOWAS’ın
Mali’ye destek vermeyi sürdürdüklerini dile getiren Ashton,
uluslararası kamuoyunun da
Mali’deki halkı korumak için
kendi sorumluluklarının farkına varması ve çabucak hareket
etmesi gerektiğini belirtti.
Ashton, AB’nin Mali’ye destek
konusunda kendi üzerine düşeni yaptığını vurguladı.
Basın toplantısında konuşma
yapan bir diğer isim de Mali Dışişleri Bakanı Tieman Coulibaly
oldu. Coulibaly, Mali hükümeti
tarafından sunulan yol haritasının destek grubu tarafından
kabul gördüğünü söyleyerek
Mali’nin de bu karara saygı
duymak adına, yol haritasını
geciktirmeden faaliyete geçireceğini ifade etti.
Sunulan yol haritasının geçici
hükümet tarafından elde edilen
en büyük başarı olduğunu
kaydeden Coulibaly, “Bu bizim,
kalkınma yardımı ve bütçe desteği gibi alanlarda ilerlememize
olanak sağlayacak ve MISMA
için daha fazla kaynak kullanabilmemize imkân tanıyacaktır.”
dedi. (Ajanslar)
www.toonsonline.net
Mali’nin
Geleceğini
Kafalarına
Göre Yeniden
Dizayn Ettiler
63
Mali’de
Gördüklerim:
‘Merci
Hollande’
Serhat ORAKÇI
Dünya Bülteni / 05.02.2013
Mali halkı Fransız askerlerini
silah zoruyla kovan dedelerine ihanet mi ediyordu? Peki,
halkın yarısı sevinirken diğer
yarısı neden kaçıyor? Bu soruya
cevap vermek o kolay değil ancak görünen o ki Afrika kökenli
halk sevinen taraf; ten rengi
daha açık olan Tuareg ve Arap
kökenli halk ise ağlayan taraf.
Fransa’nın Mali’de başlattığı
askerî harekât tüm hızıyla
devam ederken Fransa ülkenin kuzeyindeki üç önemli
şehrin kontrolünü sağladı.
Fransa Cumhurbaşkanı Hollande hafta sonu Timbuktu’yu
ziyaret ederek operasyondaki
Fransız askerlerine moral verdi.
Bölge istikrar kazanana kadar
kalacaklarını belirten Hollande
operasyonun başarıya ulaştığını da ilan etti. Hollande için
düzenlenen karşılama töreni
Erdoğan’ın Nijer ziyaretinden
farksızdı. Coşkulu bir halk ve
“Merci Papa Hollande» şarkıları... Mali halkı Fransız askerlerini silah zoruyla kovan dedelerine ihanet mi ediyordu?
Bir tarafta bu gelişme yaşanırken diğer tarafta Moritanya
sınırına göç eden kafileler vardı.
Araplara ve Tuareg ırkına karşı
64
soykırım yapıldığını iddia eden
göçmenler pılı pırtıyı toplayıp
soluğu Mberra mülteci kampında alıyordu. Bu sözden ziyade
bölge gerçeğini gösteren bir
trajediydi. Fransa operasyonu
eğer istikrar getirdiyse Nijer,
Burkina Faso ve Moritanya’ya
sığınan yüz binlerce mültecinin
koşa koşa evlerine geri dönmeleri gerekirdi. Ancak tam
tersi oldu daha fazla insan göç
yollarına koyuldu. Peki, halkın
yarısı sevinirken diğer yarısı
neden kaçıyor? Bu soruya cevap
vermek o kolay değil ancak görünen o ki Afrika kökenli halk
sevinen taraf; ten rengi daha
açık olan Tuareg ve Arap kökenli halk ise ağlayan taraf. Bu
manzarada elbette Fransa’nın
medya üzerinden yürüttüğü özgürlük propagandası da önemli
rol oynuyor. Ha bir de Afrikalıların dışarıdan gelen misafire
duyduğu merak ve misafirperverliği de eklemek gerek...
Mali halkının hatırı sayılır bir
kısmı hâlâ Fransa’nın kendileri için geldiğini sanıyor.
Fransa’nın uzun zamandır yürüttüğü medya kampanyasının
etkisinde kalan bu kesim “Yeter
ki bizi el-kaide’den kurtarsın.
Fransa ülkedeki uranyumu,
petrolü, altını alacaksa da
alsın zaten çıkartacak durumda değiliz.» diyorlar. İslami
hassasiyetleri ağır basan kesim
ise «zaruret hâlidir her şey
caiz» diyerek kendilerini teskin
ediyor. Mali resmî söylemini
benimseyen dini liderler halkı
rahatlatmak da önemli rol oynuyor. Mali’nin güneyinde tam
bir teslimiyet havası hâkim...
Başkent Bamako’da yabancı-
ların özellikle de Fransızların
yaşadığı zengin semtler Fransız
bayraklarıyla süslü. Bu semtleri
Fransa’nın bir semti sanabilirsiniz kolaylıkla. Ancak bu hava
kırsal kesimlerde kayboluyor.
Sıradan halkın neler olup bittiğinden pek haberi yok.
Fransa’nın kontrolü sağladığı
şehirlere giren Mali ordusu
kontrolden çıkmış durumda.
İnsan hakları izleme örgütleri
günlerdir konuya dikkat çekiyorlar. İslamcı gruplara destek
verdiği gerekçesiyle tutuklanan
ve yargısız infaz yapılan onlarca
insan var. İnfaz kuyularının
resimleri çoktan medyada yer
aldı. Kıyafetleri ve sakalları ile
İslamcılara benzemek dezavantaj oluşturuyor. İnsanlar
sakallarını kısaltmak, kıyafet
şekillerini değiştirmek zorunda
hissediyorlar.
Mali’de başlayan askerî sürecin paralelinde yeni bir siyasi
süreç de gündeme artık. Kuzey
Mali’deki Gao, Timbuktu ve
Kidal’ın kontrolünü ele alan
Fransa MNLA (Azavad Ulusal
Kurtuluş Hareketi) ile Mali
Geçici Hükümetinin masaya
oturup anlaşmasını arzuladığını
belirtti. Ancak bu talep Mali’nin
güney kesimlerinde tam bir
soğuk duş etkisi yaptı.
MNLA’nın İslamcılar ile işbirliği yaptığını ve dahası ülkeyi
bölmek gibi bir gündemleri olduğunu belirten Güneyli kesim
İslamcı gruplar ile yapılan mücadelenin MNLA’yı kapsamasını
ve örgütün de tasfiye edilmesini
istiyor. Güneyli kesime göre
MNLA diğer İslamcı gruplardan daha tehlikeli... Fransa ise
kendine has manevralarla siyasi
GÜNDEM
İktibas
arenayı şekillendirmeye devam
ediyor.
Geçtiğimiz günlerde Mali’nin
günlük gazetelerindeki manşetler Hollande ve Fransa’nın
niyetlerini sorgular mahiyetteydi. Belki ilk kez medya
Fransa’nın niyetini bu kadar
açıktan sorguluyordu. Akıllara
gelen soru MNLA öncülüğünde
özerk-federal veya bağımsız bir
Tuareg devleti mi kurulacak?
Mali’deki günlük gazetelerin
internet sayfaları olmadığı için
içerdeki sesleri duymak kolay
değil. Ancak bölgeye gittiğinizde bu sesi duyabiliyorsunuz.
www.toonsonline.net
İsimleri sık sık gündeme gelen
diğer İslamcı gruplar ise göğüs
göğse çarpışmak yerine ülkenin kuzey bölgelerindeki daha
küçük kasabalara çekildiler. Bu
bölge şimdilik Fransa’nın hava
bombardımanına maruz kalıyor. Ancak bu durum Cezayir ve
Nijer’i yakından ilgilendiriyor.
İslamcı grupların Cezayir veya
Nijer sınırından içeri sızması
hâlinde ise Amerika da askerî
operasyona fiilen dâhil olabilecek. Bu grupların gerilla
taktiğine döndüğü ve bundan
sonra hedef gözeterek saldıralar
yapması bekleniyor.
www.toonsonline.net
Fransa’nın baskısı altındaki Mali Geçici Hükümeti bu
görüşmeye sıcak baktığını
duyurdu ancak MNLA’nın şartı
infazlarıyla gündeme gelen Mali
ordusunun bölgeye girmemesi.
Bu şart kısmen Kidal’da kabul
edildi. Şehrin kontrolü Çad
askerî birliklerine bırakıldı ve
Mali ordusu şehre giremedi.
Mali Geçici Hükümeti de İslamcı grupların görüşmelerde yer
alamayacağını duyurdu.
The Huffington Post
65
İktibas
GÜNDEM
Fransa tek kurşun atmadan üç
şehrin kontrolünü ele geçirdi.
Şehirleri kontrol eden gruplar
taktiksel olarak çekilerek meydanı Fransa ve Mali askerlerine bıraktılar. Şu anki tabloya
dikkatle bakıldığında aslında
İslamcı grupların sadece yer
değiştirdiği mevcut güçlerini
hâlen korudukları görülecektir.
Fransa-Mali ortak operasyonunda İslamcı gruplar iki neferini kaybederken sivil kayıpları
ise çok daha fazla oldu.
Fransa bölgeyi ele geçirmekte zorlanmadı ancak elinde
tutmakta zorlanacağa benziyor. Zira Mali ordusuna ve
Afrikalı askerlere güvenmeyen
Fransa’nın asıl niyeti Birleşmiş
Milletleri bölgeye çekmek. Bu
yöndeki çağrıya BM’de sıcak bakıyor. Pakistan, Türkiye vs. gibi
ülkelerden oluşan bir barış gücü
yakın zamanda bölgeye nakledilirse şaşırmamak gerekir. Ne
de olsa Mali’de çatışan taraflar
Müslüman...
Link: http://www.dunyabulteni.net/?aType
=haber&ArticleID=245972
Abant
Platformu
Sonuç
Bildirgesi
Açıklandı
Zaman Gündem
Abant Platformu toplantılarının 28’incisi ‘Türkiye Üzerine
Farklı Bakışlar’ konusuyla
tamamlandı. Toplantı sonunda
bir sonuç bildirgesi açıklandı.
Vatandaşlık konusunda, sadece
‘Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı’ kavramı üzerine odaklanılması istendi.
28. Abant Platformu’nun sonuç
bildirgesinde hükümetin Kürt
sorununun barışçıl çözümü yönündeki son girişiminin desteklenmesi, girişimin yeni anayasada eşit yurttaşlık garantisini de
içermesi gerektiği belirtildi.
Gazeteciler ve Yazarlar
Vakfı’nca Abant’taki bir otelde
düzenlenen 28. Abant Plat-
formu, “Katılımcı Demokrasi”
başlıklı oturumla sona erdi.
Kamuoyu ile paylaşılan sonuç
bildirgesinde oturumlarda ele
alınan “Kimlikler, Talepler ve
Yeni Yurttaşlık”, “Türkiye’nin
Bölgesel Aktörlüğü ve Dış Politika”, “AB Müzakere Süreci-Gelinen Noktalar”, “Yeni Anayasada Sorunlar-Zorunluklar” ve
“Katılımcı Demokrasi” konularına vurgu yapıldı.
Bildirgenin “Kimlikler Talepler ve Yeni Yurttaşlık” konulu
bölümünde devletin inançlara
ve inançsızlığa eşit mesafede
olması, hiçbir resmî belgede
Türk vatandaşlığının sosyolojik
tanımının bulunmaması, bunun
yerine Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşlığı kavramı üzerine
odaklanılması gerektiği bildirildi.
Devletin herhangi bir üst kimlik tasarlama girişiminde bulunmaması gerektiği ifade edilen
bildirgede, şunlar kaydedildi:
“Türkiye’nin farklı mezhep,
din ve etnisiteleri içeren fakat
bunlarla sınırlı olmayan çok
kültürlü yapısı devlet ve toplum
tarafından tanınmalıdır. Devlet,
tüm inançlara ve inançsızlığa
eşit mesafede olmalıdır. Yerel
nüfusun talebi hâlinde yer
isimleri orijinal hâline iade
edilmelidir ve olumsuz tarihî
çağrışımları olan birtakım
yer isimleri değiştirilmelidir.
Eğitim müfredatı yukarıda sözü
edilen hususları yansıtmalıdır.”
“Türkiye’nin Bölgesel
Aktörlüğü ve Dış Politika”
www.toonsonline.net
66
Arap isyanının Türkiye’nin dış
politikasının en büyük mese-
İktibas
GÜNDEM
lesini oluşturduğu belirtilen
bildirgede, “Türkiye-Irak-Suriye
üçgenindeki bölgesel dinamik,
Türkiye’deki Kürt sorununun
çözümünü acil kılmaktadır.
Türkiye, reel politik gerçekler ve
idealist taahhütleri arasında bir
ahenk kurmalıdır. Türkiye’nin
Suriyeli sığınmacılara gösterdiği hassasiyet her türlü takdire
şayandır. Türkiye, Suriye’de barışçıl bir çözüm için uluslararası
toplumla işbirliğini sürdürmelidir.” ifadelerine yer verildi.
Türkiye’nin Avrasya’daki
önemli bölgelerin kesişim
noktasında olduğu, hızlı bir
değişim ve jeopolitik yapılanma
döneminde bulunduğu, ortaya
çıkmakta olan çok kutuplu dünyada önemli bir rol oynadığına
işaret edilen bildirgede, tutarlı
bir dış politika güden istikrarlı
Türkiye’nin Avrupa’nın güvenliği için hayati önem taşıdığı ve
İslam Dünyası ile Batı’nın barış
içinde birlikte var olması için
vazgeçilmez olduğu vurgulandı.
“AB Müzakere SüreciGelinen Noktalar”
AB’ye tam üyelik sürecinin her
iki taraftaki ciddi güven kaybından dolayı sekteye uğradığına işaret eden bildirge, şöyle
devam etti:
“Her iki tarafta da yönetimsel eksiklikler söz konusudur
ve yeni anayasa vatandaşların genel beklentileri kadar,
Türkiye’nin demokratikleşmesi,
insan hakları, eşit yurttaşlık,
hukukun üstünlüğü, devletin
hesap verebilirliği, ordunun
sivil denetimi ve merkeziyetçiliğin azaltılması gibi konularda
imzaladığı uluslararası anlaşmaların gereklerini de yansıtmalıdır.
En son genel seçimlerden önce
tüm siyasi partilerin söz verdiği
şekilde, mevcut anayasa bir
dahaki genel seçimlerden önce
yeni bir anayasa ile değiştirilmelidir. Hükümetin Kürt
sorununun barışçıl çözümü
yönündeki son girişimi desteklenmelidir, bu, yeni anayasada
eşit yurttaşlık garantisini de
içermelidir. Başkanlık sistemi
tartışmaları yeni bir anayasa
için gerekli olan siyasi mutabakatı tehlikeye atmamalı ve
geciktirmemelidir.”
‘Yeni Anayasada
Sorunlar-Zorunluklar”
Devletin tüm din ve mezheplere
eşit mesafede olması gerektiği, bu nedenle Diyanet İşleri
Başkanlığının kaldırılması veya
statüsünün tarafsızlık ilkesi
ışığında yeniden tanımlanması
gerektiği belirtilen bildirgede,
siyasetçilerin AB üyeliğinin
getirileri hakkında kamuoyunu
bilgilendirmede ve kamuoyu
oluşturmada başarılı olamadığı
iddia edildi.
Avrupa’daki birtakım önyargılar, yükselen İslamofobi ve bazı
Avrupalı liderlerin hasmane
tavırlarının Türkiye’de ciddi öfkeye neden olduğu kaydedilen
bildirgede, şunlar bildirildi:
“Mevcut ayrımcı vize politikalarını sona erdirmeye yönelik
olan yol haritası, yeniden güven
inşası ve tam üyelik sürecini
canladırmak için önemli bir
fırsattır. AB ortak değerler ve
demokratik standartlar üzerine
kurulu bir barış projesidir. Bu
nedenle Türkiye’nin geleceği
için sahip olduğu önemi korumaktadır. Türkiye’nin farklı
uluslararası işbirliği seçenekleri
araması normal olmakla birlikte, AB süreçteki tüm sorunlara
rağmen Türkiye için hâlâ vazgeçilmezdir.
Haziran 2010’dan bu yana hiçbir müzakere başlığı açılmamıştır ve mevcut durum bu hâliyle
sürdürülemez. Bazı başlıkların
açılması sürece hız kazandıracaktır. Türkiye hükümeti müzakere başlıklarının açılması ve
üyelik sürecinin hızlanması için
Kopenhag Kriterleri’ni sağlama
yönünde çaba göstermelidir.
“Katılımcı Demokrasi”
Kadınların kamusal hayata
ve siyasete katılımının teşvik
edilmesi, güçlü ve bağımsız
sivil toplum, muhalefet hakkı,
örgütlenme ve ifade hürriyeti, basın özgürlüğü, kapsayıcı
katılım, akademik özgürlük
ve devleti eleştirme hakkı gibi
konularla bağlantılı olması
dolayısıyla demokratikleşmenin
kurumsal reformlarla sınırlı
olmaması gerektiği vurgulanan
bildirge, şöyle sona erdi:
“Mevcut siyasi partiler ve seçim
yasaları yerel siyaseti güçlendirme istikametinde demokratikleştirilmelidir. Yüzde 10 seçim
barajı demokrasinin kapsayıcı
karakterini yansıtacak şekilde
belirgin olarak düşürülmelidir.
Türkiye’de daha fazla sosyal
adaletin temini ve demokrasinin güçlendirilmesi için çalışanların hakları güçlendirilmelidir.
Adil olmayan gelir dağılımının
demokrasi için önemli bir
tehdit olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.
67
İktibas
Eğitim müfredatı yukarıda
belirtilen hususları yansıtmalı
ve yurttaşları eleştirel düşünce
yoluyla sivil topluma aktif olarak katılmaya hazırlamalıdır.”
Muhalif
Lider, Esad’la
Görüşmekten
Yana
Dünya Bülteni / Haber Merkezi
Suriye muhalefeti lideri Esad
rejimiyle görüşmekten yana olduğunu açıkladı.
Suriye muhalefetinin lideri
Muaz el Hatib, Suriye Devlet
Başkanı Beşar Esad’la tutukluların serbest bırakılması şartıyla görüşmeye hazır olduklarını
söyledi.
radaki Suriyeli muhaliflerin
pasaportlarının yenilenmesi.
Devrim sürecenin devam
ettiğini söyleyen Hatip, ülkedeki akan kanın durması ve
geçiş döneminin tartışılması
için görüşmeye hazır olduğunu
söyledi.
Birleşmiş Milletler raporuna
göre, Suriye’de yaklaşık iki
yıldır devam eden çatışmalarda
60 bine yakın insan hayatını
kaybetti.
Suriye,
Türkiye ile
Katar Diyalog
Anlaşmazlığına
mı Düştü?
timeturk / 06.02.12013
AFP`nin haberine göre, el Hatip
facebook sayfasından yaptığı
açıklamada, “Suriye rejimiyle
Kahire, Tunus veya İstanbul’da
doğrudan görüşmeye hazırım.”
ifadelerini kullandı.
Londra’da yayınlanan Arapça
gazete İlaf, Suriyeli muhaliflerin
Devlet Başkanı Beşar Esad’a ‹diyalog’ çağrısı konusunda Türkiye
ve Katar’ın anlaşmazlığa düştüğü
iddiasına yer veriyor.
El Cezire muhabiri Rula Amin’e
açıklama yapan el Hatip, açıklamalarının kendi görüşünü
yansıttığını belirtti.
Gazete, Suriye muhalefetinden “kaynaklara” dayanırdığı
haberinde, Katar hükümetinin
Suriye Devrimi ve Muhalefet
Güçleri Ulusal Koalisyonu’na,
Suriye rejimiyle görüşmelere
başlaması için “talimat” verdiğini yazıyor.
İKİ ŞART
Muaz el Hatib, Suriye yönetimiyle görüşmek için iki önemli
şart öne sürdü, son iki yılda
tutuklanan ve yaklaşık 160 bin
olduğu söylenen isyancıların
serbest bırakılması ve diaspo-
68
GÜNDEM
Habere göre, müzakere planı üzerinde Rusya Dışişleri
Bakanı Sergei Lavrov, Arap
Birliği Genel Sekreteri Nebil
el Arabi, ABD’nin Suriye elçisi
Robert Ford ve Ulusal Koalisyon Başkan Yardımcısı Riad Seif
mutabakata vardı.
Muhalefet kaynakları, koalisyonun diyalog sağlanabilmesi için
kurulduğunu belirterek, ABD
elçisi Ford’un “teklifin Ulusal
Koalisyon Başkanı Moas el
Katip’ten gelmesi hâlinde Suriye sokağında kabul göreceğine”
inandığını belirtiyor.
Haberde, muhaliflerin ağzından
şu ifadeler aktarılıyor: “ABD
yönetiminin uyumsuzluklarıyla uğraşıyor. Kim kime bağlı?
Savunma Bakanlığı, CIA, AIPAC
(Amerikan-İsrail Kamu İşleri
Komitesi)? Ford ABD’nin tümünü temsil etmiyor. Katar’ın
daha yaygın ve geniş ilişkileri
var ve kendi işlerini bu uyumsuzluklar arasında görürken
Türk tarafıyla ilgili bir kaygı
duymuyor.”
ABD Başkanı Barack Obama’nın
ikinci dönemine girilirken tüm
tarafların “kartlarını” yeniden
oynadığı belirtilen haberde;
ABD, Rusya ve İran’ın “müzakereyle çözüm” üzerinde anlayış
birliğine vardığına dikkat
çekiliyor.
‘Siyasi mutfak’ şefi Katar
“Suriye devriminin amacı
tutukluların serbest bırakılması
ve pasaportların yenilenmesi
olsaydı hiç ortaya çıkmasına
gerek duyulmazdı, çünkü bu
kadar çok sayıda tutuklu yoktu
ve pasaportların yenilenmesi
konusunda kayda değer bir
güçlük yaşanmıyordu.»
İktibas
GÜNDEM
Ulusal Değişim Akımı adlı
muhalif grubun üyesi Ömer
el Şevvaf ise Katar ve Türkiye
arasında bir anlaşmazlık bulunmadığını koalisyonun «siyasi
mutfağının» belirgin biçimde
Katar tarafında düzenlendiğini
belirterek gazeteye demecinde
şöyle diyor: «Herkes, daha kısa
zaman öncesine kadar kabul
edilemez olan diyaloğun gerekliliğine sokağı ikna ederek,
devrimi desteklemekteki başarısızlıklarının üstünü örtmeye
çalışıyor. Suriye devriminin
amacı tutukluların serbest
bırakılması ve pasaportların
yenilenmesi olsaydı hiç ortaya
çıkmasına gerek duyulmazdı,
çünkü bu kadar çok sayıda
tutuklu yoktu ve pasaportların
yenilenmesi konusunda kayda
değer bir güçlük yaşanmıyordu.»
Ulusal Koalisyon danışmanlarından Semir el Şişakli ise
Türkiye’nin «stratejik değişiklik» olurken danışılmak istediğini vurguluyor. Şişakli’nin
internet sitesinde şöyle yazdığı
aktarılıyor: «Başka müttefiklerle de benzer anlaşmazlık sinyalleri geliyor, mesela Fransa’yla.
Tabi ki bizim kararlarımızı
veren müttefiklerimiz değil
ama onların müttefiğimiz kalmalarını istiyorsak onlara saygı
gösterip danışmalıyız.»
Davutoğlu, «60 bin kişi öldükten sonra Esad’ın görüşmelere
hazır olduğunu belirtmesinin,
yönetimin ne kadar irrasyonel
bir yönetim olduğunun göstergesi olduğunu» savunarak, bu
rejimle «diyalog kurulmasını
isteyenlerin yanıldığını» vurgulamıştı.
Suriye’de 2012 yılında seçimler
yapıldığını hatırlatan Davutoğlu, “Seçim olması tabii ki iyi.
Ancak Suriye’de sözde bir seçim
oldu ve yeni parlamento kuruldu, yeni başbakan atandı, iki
ay sonra kaçtı. Kim muhalefet
liderlerine seçime girme hakkı
tanınmasını garanti edebiliyor.”
diye konuşmuştu.
Bakan Davutoğlu, dün
Kahire’de yaptığı açıklamada da
benzer ifadeler kullandı: “Suriye’deki acımasız diktatörlük
mümkün olduğu en hızlı şekilde
gitmeli ve yerini demokratik geçişe bırakmalıdır. Bu süregelen
şiddetin önlenmesi ve bölgeye
istikrar ve güven gelmesinin tek
yoludur.”(BBC)
En Nahda’da
Reform
Tartışmaları
Davutoğlu ne demişti?
Abdullah
AYDOĞAN KALABALIK
Dünya Bülteni / Kahire /
16.02.2013
Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu, Pazar günü Münih
Güvenlik Konferansı’nda katıldığı panelde, Suriye rejimiyle
diyalog arayışlarını eleştirmişti.
En Nahda’da gelenekçi kanat
teknokrat hükümetine şiddetle
karşı çıkarken reformcu kanat
daha farklı düşünüyor
Tunus İslami Hareketi En
Nahda içinde reform ve hâliyle
bölünme süreci başladı. Tunus
Yurtseverler Birliği Hareketi
lideri Şükrü Belayid suikastı ile
başlayan kriz, Troyka hükümetinin yanı sıra En Nahda
Hareketi’ni de etkiledi.
Raşid el Gannuşi liderliğindeki
hareket, ülkede yaşanan hükümet krizinin ardından etkili ve
önemli kararların alınmasını
gerektiren riskli bir dönemece
girmiş bulunuyor. Geçici hükümetin Başbakanı Hammadi el
Cibali daha önce ilan ettiği gibi
teknokrat hükümet kurulması
konusunda ısrarlı davranıyor.
Ülkedeki farklı siyasi partiler
ve değişim hareketlerinden
oluşan Tunus akil adamları
(Hukema Tunus) da teknokrat
hükümetten yana görüş beyan
ediyor.
Gelenekçi kanadı temsil eden
Raşid el Gannuşi ve etrafındaki
ekip ise halkın oyları ve demokratik seçimlerle elde edilen
parlamento aritmetiği çerçevesinde bir koaliyon hükümetinin
kurulmasını istiyor. En Nahda
önümüzdeki Cumartesi günü
teknokrat hükümete karşı
‹meşruiyet’ sloganı altında bir
miting düzenlemeyi planlıyor.
Mitingin nerede yapılacağı
henüz açıklanmadı.
En Nahda’nın gelenekçi kanadı, İslami hareketin hükümette var olmasından yana
ısrarlı davranıyor ve teknokrat
hükümetini, laiklerin yönetimi
kendilerinden alması şeklinde
yorumluyor. En Nahda Şura
Meclisi’ndeki reformcu üyeler
ise teknokratlardan oluşacak
69
İktibas
bir uzlaşma hükümetini daha
farklı değerlendiriyor.
veya direktif verme girişimleri
başarısız olmuştur.
Tunus Cumhuriyet Partisi, El
Cibali’yi ve küçültülmüş teknokrat hükümeti kurulmasını
desteklendiklerini ve bunun tarihi bir fırsat olduğunu açıkladı.
Bin Ali taraftarı olarak bilinen
Nida Tunus Partisi ise Tunus
Kurucu Meclisini seçim kanunu
ve anayasa yapma gibi görevlerini bir an önce tamamlamaya
çağırdı.
Mısır’da, Müslüman Kardeşler
İrşad Bürosu ve Hayrat Şatır,
Tunus’ta ise En Nahda Şura
Meclisi ve Raşid el Gannuşi
kozlarını açık oynamalıdır.
Tunus’ta Gannuşi Cumhurbaşkanlığına, Mısır’da ise Hayrat
Şatır başbakanlığa aday olabilir.
Tunus muhalefeti son dönemde En Nahda’yı devletin içine
sızmakla suçlamaya başlamıştı.
Muhalefet ayrıca, halk arasında bölünme ve kutuplaşmaya
neden olduğu için En Nahda
milisleri ve Rabıta’nın lağvedilmesini de istiyor. Raşid el
Gannuşi «Devrimin Vicdanı»
olarak isimlendirdiği Rabıta’nın
lağvedilmesini reddediyor.
Mısır’da olduğu gibi Tunus’ta
da liberal, laik ve solcu muhalefet, İslami hareketi «devleti ele
geçirmek ve halkı kutuplaştırmak» gibi söylemlerle suçluyor. Uzmanlar bunun İslami
yönetimlerin günahı olmadığını, devrimle gelen özgürlük
ortamının ardından kutuplaşmaların başlamasının normal
olduğunu, insanların dikta
rejimlerin yönetimi altındayken
kendi hayat tarzlarını gizlediğini söylüyor.
Son gelişmeler göz önüne
alındığnda, hem Tunus hem de
Mısır’daki İslami hareketlerin
bir reforma veya kabuk değiştirme sürecine girmelerinin zorunlu olduğu görülüyor. Perde
arkasından hükümeti yönetme
70
GÜNDEM
Yetki sahibi, ancak sorumluluk
kabul etmeyen gölge yönetimlerin ısrarında faturayı halk öder,
ödemeye de başlamıştır.
Fas’ta Devrim
Uyarısı
timeturk / 05.02.12013
Fas’ın en büyük muhalif hareketlerinden olan Adalet ve İhsan
Hareketi’nden reformların hayata
geçirilmemesi hâlinde devrim
olabileceği uyarısı geldi.
Fas’taki Adalet ve İhsan
Cemaati’nin liderlerinden
Fethullah Arselane ülkede
belli reformların yapılmaması
hâlinde karışıklığın çıkmasının
muhtemel olduğunu söyledi.
Fas’ın başkenti Rabat’ta AP’ye
konuşan Arselane, yönetimin
Arap Baharı’nın taleplerini yerine getirmemesi ve demokratik
dönüşümü gerçekleştirmemesi
hâlinde Fas’ın bir devrimle karşı karşıya kalabileceğini söyledi.
Arap Devrimi sırasında Libya
ve Tunus’un aksine devrimle
karşılaşmayan Fas’ta 2011 protestoları sonrasında kralın yet-
kilerini az da olsa sınırlandıran
anayasa değişiklikleri yapılmıştı. Öte yandan, Fas’ın ekonomik
kriz içinde olmasına rağmen,
kitle gösterilerinin önüne geçmek için bütçede sosyal harcamaların payı artırılmıştı.
“Halkın Hayatı
Değişmedi”
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin
yolsuzluğa karşı önemli adımlar attığını söyleyen Arselane,
bunun birçok Faslının hayatını
değiştirmediğini söyledi.
Adalet ve Kalkınma Partisi
liderliğindeki Fas hükümeti
çalışmalarının koalisyon üyeleri
tarafından sekteye uğratıldığını
söyleyen Arselane, iktidar partisi genel sekreteri Benkirane’nin
anlamlı reformları hayata geçirmemesi hâlinde devrimle karşı
karşıya kalacağını söyledi.
Rejimin Arap Baharı’nın mesajını doğru alması gerektiğini söyleyen lider, sosyal ve ekonomik
değişimin zorunlu olduğunu
ifade etti.
Hareketin siyasi parti biçimini
alabilmesi firkrinin reddedildiğini söyleyen Arselane, gerçek
bir muhalefet oldukları için rejimin kendilerine savaş açtığını
söyledi.
Liderin Ölümü
İşaret miydi?
Adalet ve İhsan cemaati lideri
Abdüsselam Yasin geçtiğimiz
Aralık ayında 84 yaşında ev
hapsindeyken vefat etmişti.
Liderin vefatı sonrasında çok
sayıda kalabalık sokaklara
inmişti.
İktibas
GÜNDEM
Abdüsselam Yasin’in belirgin bir halefinin olmadığı ve
hareketin yasal siyasete atılmak
konusunda hararetli tartışmalara sahne olabileceği belirtiliyor.
Adalet ve İhsan hareketinin
gücü hakkında kesin bilgiler
olmasa da ülkede krallığa karşı
kitle muhalefeti yürütebilecek
tek hareket olduğu biliniyor.
Rüşvete Hayır
Kampanyası
Fas’taki Adalet ve Kalkınma
Partisi Genel Sekreteri Abdülilah Benkirane liderliğindeki
Fas hükümeti geçtiğimiz ay
ülke genelinde “rüşvete hayır”
kampanyası başlatmıştı.
Fas hükümeti, rüşveti önlemek
amacıyla, Yolsuzluğu Önleme
Komisyonu çatısı altında bir internet sitesi ve özel bir telefon
hattı oluşturmuştu.
Türkiye’den
CIA’ya Örtülü
Destek İddiası
timeturk / 05.02.12013
11 Eylül saldırıları sonrası ‘El
Kaide’ şüphelilerini ‘gizli hapishaneler’ de sorgulayan CIA’ya 54
ülkenin örtülü destek verdiği iddia
edildi. Örtülü destek veren ülkeler
arasında Türkiye’nin adı 49’uncu
sırada yer aldı...
Uluslararası insan hakları
örgütü Açık Toplum Adalet
Girişimi, Amerikan Merkezi
Haberalma Örgütü CIA’ın çeşitli
ülkelerdeki “gizli hapishaneleri”
hakkında 213 sayfalık bir rapor
hazırladı.
CIA, 11 Eylül saldırıları sonrası
terör örgütü El Kaide ile bağlantılı olduğundan şüphelendikleri
kişileri çeşitli ülkelerde kurduğu
“gizli hapishaneler”de sorgudan
geçirdi.
Açık Toplum Adalet
Girişimi’nin hazırladığı
rapora göre, CIA’ın “gizli
hapishaneleri”ne 54 ülke örtülü
destek verdi. CIA birçok Doğu
Avrupa ülkesini “gizli hapishane” olarak kullanırken, Türkiye
gibi bazı ülkeler ise, terör şüphelisi bazı kişileri teslim etti ve
hava sahasını CIA uçaklarının
geçişine sağladı.
‘Örtülü Destek”’ Olmadan
İşkence Zor
Raporda, söz konusu ülkelerin
yardımı olmadan CIA’ın terör
şüphelilerini yasadışı yollardan
sorgulaması ve işkence yapmasının zor olduğu belirtildi.
“Gizli hapishaneler”in kurulduğu ülkelerin başında Pakistan,
Afganistan, Mısır, Ürdün ve
Doğu Avrupa (Polonya, Romanya) ülkeleri geliyor. İrlanda,
İzlanda ve Kıbrıs Rum kesimi
gibi ülkeler ise, CIA’ın gizli
operasyonuna havaalanlarını ve
hava sahalarını açtı.
Türkiye 49. Sırada
Açık Toplum Adalet
Girişimi’nin 213 sayfalık
raporunda Türkiye’nin ismi
ise 49’uncu sırada yer alıyor.
Raporda Türkiye’nin CIA’ın
operasyonlarına havalimanları
ve hava sahasını açarak “örtülü
destek” verdiği belirtiliyor.
Türkiye’nin ayrıca 2006 yılında
Irak vatandaşı Abdül Hadi el
İraki’yi terör örgütü El Kaide
üyesi olduğu gerekçesiyle CIA’ya
teslim ettiği ileri sürüldü. El
Kaide’nin Afganistan’daki
saldırılarının en üst planlayıcısı olarak CIA’ya teslim
edilen el Iraki, söz konusu «gizli
hapishaneler»de sorgudan
geçirildikten sonra 2007 yılında
Küba’daki Guantanamo üssüne
nakledildi.
Raporda, CIA’ın 17-23 Temmuz
2002’de «N85VM» uçuş koduyla
Türk hava sahasını kullandığı
ve Adana’daki askerî üste kaldığı ileri sürüldü.
2006’ya Kadar İzin
Raporda ayrıca ABD eski Ankara Büyükelçisi Ross Wilson’un 8
Haziran 2006 yılına ait gizli bir
yazışmasına da yer verildi. ABD
elçisi Wilson tarafından kaleme
alınan gizli belgede, Türkiye’nin
2002 yılından beri Adana’daki
İncirlik hava üssünü CIA’ın söz
konusu operasyonlarına açtığı
vurgulandı. Ancak söz konusu
iznin 2006 Şubat ayından itibaren Türk yetkililer tarafından
iptal edildiği de belirtildi.
Bosna’dan İncirlik’e
Açık Toplum Adalet
Girişimi’nin raporunda El Kaide
ile bağlantıllı olduklarından
şüphelenilen 6 zanlının İncirlik üssünden Guantanamo’ya
gönderildiği ileri sürüldü.
Raporda, Mustafa Ait Idır,
Belkacem Bensayah, Lakh-
71
İktibas
dar Boumediene, Boudella el
Hadj, Nechla Muhammed ve
Saber Lahmar Mahfoud’un
2002 yılında Bosna Hersek’te
yakalandıktan sonra NATO’nun
bu ülkedeki Tuzla askerî üssüne
götürüldüğü buradan da İncirlik
üssüne transfer edildiği belirtildi. Bu kişilerin İncirlik’ten de
Guantanamo’ya gönderildikleri
vurgulandı.
Axel Springer şirketiyle ilgili
bazı temel bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum.
Medyadaki
İsrail Muhipleri
10 binin üzerinde çalışana
sahiptir.
timeturk / 07.02.12013
Axel Springer AG, 30’un üzerindeki ülkede 150’den fazla gazete
ve dergiye sahip olan Avrupa’daki
en büyük basım şirketlerinden
biridir. Axel Springer, Almanya’da
günlük gazete pazarının %
23.6’sını elinde bulunduran bir
şirkettir. 10 binin üzerinde çalışana sahiptir. Yıllık kârı 1 milyar
Avro olarak açıklanmıştır.
Öncelikle bir hatırlatma yapmak istiyorum.
Sedat Simavi’nin çıkardığı
Hürriyet gazetesinin kuruluş
yılı 1948’dir.
İsrail’in kurulduğu tarih de
1948’dir.
Avrupa’nın yayıncılık devi Axel
Springer şirketi bu tarihten
hemen önce 1946 yılında kurulmuştur.
***
72
GÜNDEM
Axel Springer AG, 30’un üzerindeki ülkede 150’den fazla
gazete ve dergiye sahip olan
Avrupa’daki en büyük basım
şirketlerinden biridir.
Axel Springer, Almanya’da günlük gazete pazarının % 23.6’sını
elinde bulunduran bir şirkettir.
Yıllık karı 1 milyar Avro olarak
açıklanmıştır.
***
Axel Springer, (1912-1985)
İkinci Dünya Savaşı’ndan önce
Almanya’da büyük bir gazetenin
sahibiydi.
Naziler bu gazeteyi savaş boyunca kapattı.
Springer Almanya’dan ayrılmadı, kamplara da gönderilmedi.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra
yayın dünyasına geri döndü.
Axel Springer AG’yi kurdu.
İsrail’in en büyük destekçilerinden birisi hâline geldi.
Bugün de öyledir.
Axel Springer şirketi Türkiye’de
de Doğan Yayın Holding’in
yüzde 25’ini elinde bulundurmaktadır.
Şirketin yayınladığı Bild Gazetesi Almanya’nın en çok satan
gazetesidir.
Dünyada da en çok satan ilk 10
gazete arasında yer alır.
Bild, Hürriyet’le kardeş yayın
organı gibidir.
Her ikisi de ABD ve İsrail politikaları doğrultusunda yayın
yaparlar.
Hürriyet’in eski Genel Yayın
Yönetmeni Ertuğrul Özkök,
Bild’in Genel Yayın Yönetmeni
Kai Diekmann’la kankadır.
Diekmann, aynı zamanda
Hürriyet Gazetesinin Yönetim
Kurulu Üyesidir.
Özkök, 11 Eylül’ün 10. yıldönümü münasebetiyle ikiz kulelerin kalıntısının bulunduğu Sıfır
Noktası’na (Ground Zero) Bild
ekibi ile birlikte gitmiştir.
Başbakan Erdoğan’ın 2009 yılı
başında Davos’ta İsrail’e rest
çekmesine (One Minute Olayı)
Avrupa basınında en sert tepkiyi Alman Bild Gazetesi vermişti.
O dönemde Fatih Altaylı, Bild’i
çıkaran Axel Springer şirketinin yayın ilkelerindeki üçüncü
maddeye dikkat çekmişti. (5
Şubat 2009)
Üçüncü maddede “İsrail’in
çıkarlarını dünya üzerinde korumak” cümlesinin yer aldığını
yazmıştı.
Doğan Grubu’nun en büyük
yabancı ortağı olan şirketin
İsrail’le bağlantısı aynen böyledir.
Hürriyet’in One Minute Olayından Mavi Marmara Baskınına
kadar birçok olayda Türkiye’nin
değil de İsrail’in tezlerine yakın
duran bir konumda bulunduğunu görmek hiç de zor değildir.
***
İktibas
GÜNDEM
Birkaç yıl önce, Axel Springer’a
hisse satışında usulsüzlük
yaptığı saptanan ve yaklaşık 1
milyar TL’lik ceza kesilen holding hangisiydi?
Ayrıca, Almanya iç istihbarat birimleriyle işbirliği yaptığı iddia
edilen Türkiye’deki hangi yayın
grubuydu?
Doğan’ın çok samimi bir fotoğrafını hatırlıyoruz.
Angela Merkel’in kısa bir süre
sonra Türkiye’yi ziyaret etmesi
bekleniyor.
Bu ziyareti Doğan Medyası’nın
nasıl değerlendireceğine daha
bir dikkatli bakınız derim.
9 Haziran 2009 tarihli Vakit
gazetesinde yer alan haberde
şöyle denilmektedir:
Aydın Doğan Almanya’dan Altın
Victoria Ödülü almıştı. (17
Kasım 2008)
“Alman Sol Parti (Die Linke) milletvekillerinin Aydın
Doğan’a verilen vergi cezasına
tepki gösterdiği soru önergesinden tam bir hafta sonra Alman
iç istihbaratından sorumlu
Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın
(o dönemdeki) Başkanı Heinz Fromm imzasıyla İçişleri Bakanlığı’na gönderilen
03.04.2009 tarihli resmî yazıda,
‘Doğan Grubu’yla yapılan işbirliğinin önemine’ değiniliyor.”
Almanlar bu tür ödülleri herkese vermiyorlar.
***
Doğan Grubu’nun Almanya hükümeti ve Alman makamlarıyla
çok iyi ilişkiler içinde bulunması daima dikkatimi çekmiştir.
Türkiye’den Hürriyet,
Almanya’da ‘en fazla müsaadeye
mazhar’ konumdadır.
Özellikle Almanya Başbakanı
Angela Merkel’in özel ilgi gösterdiği gazete Hürriyet’tir.
Merkel, Almanya Uyum
Vakfı’nın 2012’deki yeni yıl resepsiyonunda Doğan Grubu’na
özel olarak teşekkür etmişti.
20 Ocak 2012 tarihli
Hürriyet’in ilk sayfasında
ise Angela Merkel’le Aydın
Örneğin, Henry Kissinger da 23
Kasım 2011’de Altın Victoria
Ödülü’nü almıştı.
Leoparın Benekleri
Değişir mi?
Aydın Doğan, vergi cezalarıyla
başı dertte olduğu dönemde
“Erdoğan benim sicil amirim
değil.” diyordu veya “Ona biat
etmem” şeklinde konuşuyordu.
Sonradan Başbakan’la ilişkileri
hızla yumuşadı.
Başbakan’ı Aydın Doğan’ın bazı
yatırımlarına ait açılışlarda
görür olduk.
Hürriyet, açıktan muhalefet
etmiyor ama inceden yine bildiğini okuyor.
Burada asıl önemli olan, Doğan
Grubu gazetelerinin ABD ile
İsrail’in tezleri ve politikası
istikametindeki konumunu
koruyor olmasıdır.
Bu açıdan bir geri çekilme var
mı?
Yok.
Şimdiye kadar tesis ettikleri
“AK Parti hükümetinin mağdur
ettiği yayın grubu” algısını,
etiketini de tepe tepe kullanmaktadırlar!
Aydın Doğan olayını “Leoparın
benekleri değişmez” atasözüyle
birlikte düşünmenizde fayda
var.
Sözcü ve İsrail
Geçenlerde internette
(ntvmsnbc) bir medya haberi
özellikle dikkatimi çekti.
Haberin başlığı “Alman basını
Sözcü’yü konuşuyor” şeklinde
idi.
Bu arada, Doğan Grubu gazetelerinin hükümete yönelik
eleştirilerini eskisine oranla
hayli sınırlı tuttuğu da çokça
dile getirildi.
Haberde, “Sözcü Gazetesinin bağlı olduğu Estetik
Yayıncılık’ın Almanya’nın köklü
gazetelerinden Frankfurter
Rundschau’yu satın almak için
görüşmeler yaptığı iddia edildi.”
deniliyordu.
Doğan Grubu’ndaki bu değişimin gerçek bir değişim olmadığını
Alman Der Spiegel dergisinin
internet sitesinde yer alan haber kaynak gösterilmişti.
bu tavrın konjonktürel bir ‘geri
çekilme’ ya da taktiksel bir
adım olduğunu söylemeliyim.
Ülkenin en köklü gazetelerinden olan ve kapısına kilit
vurma riskiyle karşı karşıya
73
İktibas
olan Frankfurter Rundschau’ya
Sözcü’nün talip olduğundan söz
ediliyordu.
Bu iddia doğruysa, “Sözcü,
Almanya temaslarını Doğan
Grubu üzerinden sağlamış olabilir mi?” sorusu ister istemez
aklıma düşüyor.
Şu anda böyle olup olmadığını
bilemiyoruz.
Bu olay bir yana…
Bendeniz Hürriyet’le Sözcü
arasında dışarıdan görünmeyen
bir bağlantının olduğu kanaatini taşıyorum.
Yaşlı kurtlar medyası tam da
böyle bir şeydir.
***
İmzasını koymasa da Sözcü’nün
başyazısını ‘Tokmak’ başlığı
ile Rahmi Turan’ın yazdığını
biliyoruz.
Rahmi Turan Hürriyet’te ismiyle yazarken medyanın Amiral
Gemisi ile yolları ayrılmıştı. (2
Nisan 2012)
1989-90’da kısa bir süre Hürriyet Genel Yayın Yönetmenliği
de yapmış bir isimdir, Rahmi
Turan…
Sözcü, 27 Haziran 2007’de
yayın hayatına atıldı.
Bu demektir ki, Rahmi Turan
Hürriyet’te köşe yazarken de
Sözcü de imzasız olarak başyazı
yazıyordu.
74
GÜNDEM
***
Sözcü ile ilgili asıl söyleyeceğim
nedir biliyor musunuz?
Gazetenin “ulusalcı” bir çizgide
yayın yapıp AK Parti hükümetine karşı hayli sert bir muhalefet
sürdürürken İsrail’e toz kondurmamasıdır.
Sözcü, manşetinden Erdoğan’a
“İsrail’i bırak PKK’ya bak” diye
seslenmişti.
Mavi Marmara Baskını ile aynı
gün gerçekleştirilen İskenderun
saldırısında PKK ile İsrail’in
bağlantısı, yakın işbirliği
medyaya ayrıntılarıyla yansımış olduğu hâlde Sözcü’den tık
yoktu.
Daha da ötesinde bakın ne
olmuştu?
Mavi Marmara katliamından
ötürü Türkiye-İsrail ilişkilerinin
en gergin olduğu bir dönemde
İsrail’in Ankara Büyükelçisi
Gaby Levy’nin Sözcü Gazetesine gizli bir ziyarette bulunduğu
açığa çıktı.
Türkiye İsrail ile diplomatik
ilişkilerini en alt düzeye çektiği için Ankara’dan ayrılmak
zorunda kalan büyükelçi Gaby
Levy 10 Kasım 2010 tarihinde
Sözcü’nün İstanbul’daki merkezine gitmiş ‘sır ziyaret’ iki saat
sürmüştü.
Sözcü grubunun aylardır ikinci
bir gazete hazırlığı içinde olduğu biliniyor.
Sözcü ile İsrail makamları
arasında nasıl bir münasebet
var doğrusu o günden beri çok
merak ediyorum.
Bu gazete projesini de Rahmi
Turan yürütüyor.
(Tevfik Diker-http://www.eurovizyon.co.uk)
Gilad Atzmon:
İsrail’de Sağ ve
Sol Yok
timeturk / gilad atzmon /
06.02.12013
Ünlü Yahudi müzisyen son seçimleri değerlendirerek İsrail siyasetindeki yegane şeyin “kavmiyetçilik ve ulusalcılığın ılımlı bir
tartışması” olduğunu söyledi.
İsrail siyasetiyle ilgili yorum
yapanların çoğu, Sol ve Sağ
kavramlarının İsrail siyasetinin
anlaşılmasındaki ilgisizliğini
görmeyi başaramamaktadır.
İsrail kendisini Yahudi Devleti
olarak tanıyor ve yıllar geçtikçe İsrail gerçekten daha fazla
Yahudileşiyor. Mevcut seçimin
bir müddet yükselen yıldızı
görünen Naftali Bennett de bu
gayet iyi fark etti. Gerçek Yahudi kaderini yerine getirmek için
İsrailli arzuyu yücelten siyasi
parti Yahudi vatanını yeniden
icat etti. Takipçilerine etik ya
da ahlâki endişelere aldırmaksızın sadece Yahudilere özgü
devletlerinde seçilmişler olarak
yaşayabilecekleri sözünü verdi.
İsrail politika oyunundaki eğer
hepsi değilse bile çoğu Yahudi
katılımcı, “Yahudi Devleti”
hayaline sadıktırlar. Elbette
bazı küçük pratik ve pragmatik
meselelerde farklıkları vardır
fakat temelde aynı fikirdedirler.
Eski bir İsrail fıkrasında: “Bir
İsrailli yerleşimci solcu arkadaşına ‘Önümüzdeki yaz tüm
Arapları otobüsleri koyacağız ve
İktibas
GÜNDEM
toprağımızda onlardan kurtulacağız.” der. Solcu, “Tamam fakat
otobüslerin klimalı olduğundan
emin olun”.
İsrail’de şahinler ya da güvercinler yoktur. Bunun yerine
elimizdeki yegâne şey Yahudi
kavmiyetçiliğin, ulusalcılığının
ve yüceliğinin birkaç yorumu
arasındaki ılımlı bir tartışmadır. Bazı Yahudiler yükselen
getto duvarlarıyla çevrilmek
isterken –bazıları seviyor, rahat
ve güvende hissettiriyor– bazıları IDF’in caydırıcılık gücüne güvenmeyi tercih ediyor.
Bazıları Beyaz Fosfor’un bolca
kullanılmasını desteklerken bazıları İran’ın silindiğini görmek
istiyor.
İsrail’de siyasi bir bölünme
olduğuna dair varsayım Yahudi
olmayanların neşeyle kabul
ettikleri bir efsanedir zira
siyasi değişim ve hatta ruhsal
bir dönüşüm olasılığı izlenimi
vermektedir. Fakat acı gerçek
iş asli temellere geldiğinde İsrailler aşağı yukarı birliktir. İşçi
Lideri Shelly Yachimovich ve
savaş suçlusu Tzip Livni’nin her
ikisi de Netanyahu’nun Bulut
Sütunu Operasyonu’na destek
için koşturmuştu. Merkez sol
olarak nitelenen ikinci büyük
İsrail partisinin lideri Yair
Lapid, Benjamin Netanyahu’nın
önereceği bir bakanlığı reddetmeyecektir. Siyonist bir parti
olmasına rağmen Meretz, bir
nebze ahlâki, evrensel düşünce ve eşitlik değerlerine sahip
İsrail’deki tek Yahudi partisidir. 110 vekilli Yahudi Meclisi
Knesset’te sadece 6 sandalyeye
sahiptir.
O hâlde İsrail siyasetini anlamak istiyorsak 19’ncu yüzyılın modası geçmiş Sol ve Sağ
terminolojilerini çöpe atmalı ve
Yahudi devletini yöneten gerçek
kültür ile ideolojiye bakmalıyız.
Siyasi gündemi içerisinde Filistinlilere yönelik empatiyi barındıran tek bir Yahudi partisinin
bulunmadığı İsrail, evrensel
eşitlik kavramına karşı gelmektedir. İsrail tamamen seçilmiş
insanların çıkarlarıyla ilgilenmektedir ve İsrail seçimlerinin
sonucu bunu doğrulamaktadır.
Politik ve sosyal sorunlar, Yahudi kimliği ve kültürü hakkında
yazılar yazan ünlü Yahudi caz
sanatçısı ve entelektüeldir.
Son kitabı “The Wandering
Who”dur.
Bu makale Oğuz Eser tarafından Timeturk.Com için tercüme
edilmiştir.
‘Asker Açılımı’,
‘Kürt Açılımı’na
Tepkileri
Dengelemek İçin
timeturk / 11.02.12013
Sancar, Başbakan’ın Balyoz
hükümlüsü emekli Orgeneral
Saygun ziyaretinin, askerlerin
tutuklu yargılanmasını eleştirmesinin, Kürt sorununun çözümü
için atılacak olası adımlara tepkiyi
dengelemek amacıyla olduğu
görüşünde.
Ankara Üniversitesi’nden Prof.
Dr. Mithat Sancar’la Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan’ın “Ergenekon davasının savcısıyım”
noktasından Balyoz davasından
hükümlü emekli Orgeneral
Ergin Saygun’u hastanede
ziyaretine, askerlerin tutuklu
yargılanmalarına karşı çıkmasına, KCK tutuklularının serbest
kalmasının da önünü açacağı
söylenen 4. Yargı Paketi’ne ve
Kürt sorununun çözümü için
atılan adımları konuştuk.
Prof. Dr. Sancar, değişim
sürecini demokratikleşme
programının bir parçası olarak
düşünmenin çok kapsamlı bir
değerlendirme olacağı görüşünde. Gelinen noktada Kürt
sorununun çözümü için ortaya
konabilecek hukuki adımların
toplumun tepkisine neden olabileceğine dikkat çeken Sancar,
bu süreçte oluşabilecek tepkileri
en aza indirebilmek için Ergenekon ve Balyoz cenahında da
hesap yapıldığı görüşünde.
“TEPKİLERİ
DENGELEMEYE
ÇALIŞACAKLARDIR”
Başbakan Erdoğan’ın
“Ergenekon’un savcısı” noktasından askerlerin tutuklu
yargılanmasına karşı çıkan,
hükümlü bir generali hastanede
ziyaret eder noktaya gelmesini
nasıl değerlendiriyorsunuz? Demokratikleşme programının bir
parçası mı yoksa yeni anayasa
ve başkanlık sistemi için siyasi
manevra mı?
Demokratikleşme programının
bir parçası demek çok kapsamlı
bir değerlendirme olur. Başkanlık sistemi için bir manevra olduğu da düşünülebilir ama bana
daha güçlü görünen ihtimal,
eğer İmralı süreci çözüme doğru
75
İktibas
derinleşerek ilerleyecek olursa adı af olsun olmasın, buna
benzer bir tedbir de gündeme
gelecektir.
Eğer af ya da ona benzer bir
uygulama gündeme gelecek
olursa hukuki ve siyasi açıdan
tek taraflı ya da dar kapsamlı
tutulamaz. Eğer siyasi motifli
af gündeme gelirse -ki gündeme
gelmesi bir aşamada kaçınılmaz
olacaktır- eğer süreç çözüme
doğru ilerlerse dar bir çerçevede
tutmak çözüm getirmez. Mesela sadece KCK’lilere yönelik
bir hukuki düzenleme Anayasa
Mahkemesi’nden dönebilir.
Siyasi açıdan da sadece
KCK’lilere yönelik bir af ya da
benzeri bir düzenleme hükümet
açısından sıkıntılara neden olabilir. Bunu uzlaşma aracı hâline
getirmek için Ergenekon ve
Balyoz’u da kapsayacak şekilde
düzenlemeyi hesaplıyor olabilirler. Dolayısıyla bu ihtimali iyi
düşünmek lazım.
Erdoğan’ın KCK, Balyoz, Ergenekon gibi toplumun farklı
kesimlerinde sıkıntı yaratan davaları rafa kaldırarak toplumsal
mutabakat yaratmaya çalıştığını söyleyebilir miyiz?
Mutabakattan ziyade Kürt
sorununun çözümü söz konusu
olursa orada yapılacak af ya da
benzeri bir düzenlemeye karşı
gelebilecek tepkileri dengelemeye çalışıyor olabilir.
Bunun doğru olup olmadığını veya nasıl yapılabileceğini
tartışmak lazım. Doğrudan bir
af mı, yoksa Güney Afrika modeline benzer şekilde, hakikat
karşılığında af mı? Bir komisyon kurup insanların karıştıkları suçları aydınlatacak şekilde
76
GÜNDEM
açıklama yapanlara af tanımak
şeklinde mi yapılacak, bunu
değerlendirmek gerekir.
Sizce?
Ben Güney Afrika modelinden
yana olduğumu hep söylüyorum. Bu ihtimal gündeme
gelecek. Şüphesiz Güney Afrika
modeli Türkiye’ye birebir uygulanamaz. Çünkü orada bir sorunun bütünü söz konusuydu.
Affedilenler ister rejim mensupları ister Afrika Ulusal Kongresi
mensupları olsun, aynı sorunun
parçalarıydı.
Burada darbe ya da Ergenekon
sürecinin sadece Kürt sorunuyla ilişkili olduğunu söylemek
de zor. Buna rağmen uygun bir
model düşünülebilir. Yani Kürt
sorununda çözüm gerçekten
olacaksa af, Türkiye’nin gündeminde olacaktır. Böyle bir durumda Ergenekon’da, Balyoz’da
yargılananları da kapsayacak
bir modelden kaçınmak zor
görülüyor. Fakat bu modelin
nasıl yapılacağını iyi tartışmak
gerekiyor.
O zaman Başbakan’ın bu
adımları sadece yeni anayasa ve
başkanlık sistemi için attığını
söyleyemeyiz...
Esas motivasyonun demin söylediklerim olduğunu düşünüyorum ama bunun Başbakan için
başkanlık sistemine bir desteğe
dönüştürülmesi de mümkün
olacaktır. Kürt sorununda
çözüm için ortaya konabilecek
hukuki düzenlemelere karşı en
az tepki gelmesi için uğraşılıyor. Ancak böyle bir hesap aynı
zamanda başkanlık sistemine
geçilmesine de katkı sağlayacaktır.
“KAMUOYU SADECE
SEYRETMEMELİ,
TALEPLERİ ORTAYA
KOYMALI”
İnsanın aklına AK Parti’nin
Kürt sorununda, AB sürecinde
veya temel insan hakları konusunda olsun «çıraklık döneminde» attığı adımlar geliyor.
Ancak sonraki süreçte ve özellikle 12 Eylül referandumundan sonra demokratikleşme,
insan hakları ve AB yolundaki
adımlar açısından olumlu bir
gidişatta olunmadığını herkes
ifade ediyor. Benzer bir sürecin
tekrarlanabileceğini düşünüyor
musunuz?
Her siyasi aktör kendi çıkarlarını gözetecek en iyi çözümleri
tercih eder. Kendisine avantaj
sağlayacak adımları öncelikli
olarak atar. Burada önemli olan,
kamuoyu bunların sadece belli
dar bir siyasi hesaba endekslenmesini mi seyredecek yoksa
böyle bir sürecin Türkiye’de
hem Kürt sorununun çözümüne hem darbe şartlarının
ortadan kaldırılmasına hem de
genel olarak demokratikleşmeye katkı sunacak yapıya kavuşulmasını mı talep edecek?
Başbakan elbette siyasi fayda
elde edeceği adımlar atmak
ister ama demokratik kamuoyu sadece bunu seyretmekle
yetinirse daha önce yaşadığımız
sorunlar tekrarlanır.
Kürt sorununun çözümünü
sadece bir başkanlık hesabının
parçası olarak kullanmasını
engelleyecek talepleri sürekli
gündeme getirmeliyiz.
Kürt sorununun çözümü için
gerek PKK lideri Öcalan’la
yapılan görüşmeler olsun, gerek
İktibas
GÜNDEM
diğer açıklamalar ve gelişmeleri
yeterli buluyor musunuz?
Şu anda ciddi adımlar atıldığını
düşünmüyorum. Esas sürecin
daha önemli boyutları henüz
kamuoyunun önünde değil. Ne
gibi çözümlerin, Anayasa’da
ne gibi pazarlıkların, ne gibi
uzlaşma arayışlarının olacağını
henüz bilmiyoruz.
Bir uzlaşma arayışının olabileceğini, BDP ile ya da Kürt
hareketinin geneliyle bir anayasa yapım süreci yürütmenin
mümkün olduğunu biliyoruz.
Fakat bu arayışın hangi noktalara dayanacağını bilmiyoruz.
Çünkü iki taraftan da net çözüm önerileri gündeme gelmiş
değil.
AKP’nin başkanlık sistemine
uygun bir anayasa istediğini biliyoruz. Ancak Kürt hareketinin
buna hangi noktalarda, nasıl
evet diyeceğini bilmiyoruz.
Ancak bunlar da ortaya çıkınca
süreç pazarlık, müzakere süreci
olarak gelişebilecektir. (Bianet /
Ekin Karaca)
‘Birlik’te
Yaşamaya
Kürtler Daha
İstekli
Dünya Bülteni / Haber Merkezi
TBMM Terör Alt Komisyonu’nun
raporuna göre, Türklerin yüzde
15,8’i, Kürtlerin ise yüzde 1,8’i
birlikte yaşamak istemediklerini
ifade etti
TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’nun bünyesinde kurulan Terör Alt
Komisyonu’nun taslak raporunda ‘Türk sorunu’ ile ilgili önemli
tespitlerde bulunuldu. Rapora
göre iki milletin ortak geleceğine inanan Kürtlerin oranı
yüzde 90,3 iken, Türklerde bu
oran 70,7’ye düşüyor. Kürtlerin yüzde 66,7’si, Türklerin de
13,3’ü birbirleriyle evlenerek
akraba olmak istiyor.
Radikal gazetesinden Tarık
Işık’ın haberine göre, Meclis’in
raporunda BİLGESAM tarafından yapılan “Terörle Mücadelede Toplumsal Algılar” adlı
araştırmaya yer verildi.
Araştırmada yer alan çarpıcı
sonuçlardan bazıları şöyle:
KÜRTLER AKRABA
OLMAYI DAHA ÇOK
İSTİYOR
“Türklerle Kürtlerin Türkiye
toprakları üzerinde ortak bir
geleceği var mıdır?” sorusuna
Türklerin yüzde 70,7’si, Kürtlerin ise yüzde 90,3’ü ‘Evet’
cevabını verdi. Kürtlerin yüzde
66,7’si Türklerle evlilik yoluyla
akraba olmayı isterken, bu oran
Türklerde 13,3.
BİRLİKTE YAŞAMA
İSTEĞİ KÜRTLERDE
DAHA YÜKSEK
Türklerin yüzde 51,7’si, Kürtlerin ise yüzde 19,9’u birbirleriyle
beraber yaşama konusunda
önyargısının ve istekliliğinin
olmadığını belirtti. Türklerin
yüzde 15,8’i, Kürtlerin ise
yüzde 1,8’i birlikte yaşamak
istemediklerini ifade etti.
“Aynı apartmanda komşu
olmayı isterim” diyen Kürtlerin
oranı yüzde 11.1, Türklerin ise
yüzde 10.7. “Aynı mahallede semtte oturmayı istemiyorum”
diyen Türklerin oranı yüzde
8.6. Bu rakam Kürtlerde sadece
yüzde 0.6.
BAYRAK VE İSTİKLAL
MARŞI ORTAK DEĞER
Aynı araştırmaya göre Türklerin
yüzde 97,7’si, Kürtlerin ise yüzde 94,8’i “Türk bayrağı benim
bayrağımdır” derken, Türklerin
yüzde 97,6’sı, Kürtlerin ise yüzde 91,1’i “İstiklal Marşı benim
marşımdır” diyor.
Meclis’in raporunda PKK
militanlarıyla ilgili emniyetin
hazırladığı istatistik verileri de
bulunuyor. Raporda yer alan
veriler şöyle: “Örgüt üyelerinin
yüzde 54’ü 14-25, yüzde 34’ü
26-34, yüzde 12’si ise 35-38 yaş
grubunda. Yüzde 39’u ilkokul,
yüzde 16’sı lise, yüzde 13’ü
ortaokul mezunu. Yüzde 12’si
okur-yazar, yüzde 11’i üniversite mezunu, yüzde 9’u ise okuma
yazma bilmiyor. Yüzde 88’i
erkek, yüzde 12’si ise kadın.”
ÖRGÜTÜN YÜZDE 40’I
ÇOCUK, YÜZDE 78’İ
İŞSİZLERDEN OLUŞUYOR
Zaman’dan Habib Güler’in
haberine göre rapor, 30 yıllık
süreçte çarpışan tarafların
‘eğitimsiz’ olduğunu da ortaya
koyuyor. PKK’nın yüzde 72’si,
terörle mücadele için devlet tarafından kullanılan korucuların
da yüzde 83’ü ilkokul mezunu.
PKK’ya katılanların yüzde
78’i işsizlerden, yüzde 40’ı ise
77
İktibas
18 yaş altındaki çocuklardan
oluşuyor.
AK Parti Amasya Milletvekili
Naci Bostancı başkanlığında
çalışmalarını yürüten komisyon
tarafından hazırlanan raporda,
terör örgütlerine en çok 14-25
yaş arası gençlerin ilgi gösterdiğine işaret edildi. Buna göre,
PKK’nın yaklaşık 20 bin üyesi
var, bunlardan 6 bin civarındaki
üye dağda ‘militan’ olarak görev
yapıyor. Örgütün yüzde 73’ü
Türkiyeli, yüzde 12’si Suriyeli,
yüzde 10’u İranlı, yüzde 3’ü ise
Iraklı. Bu militanların yüzde
57’si örgüte Türkiye’de katılırken yüzde 9’u Avrupa ülkelerinde yaşayan Türk vatandaşlarından oluşuyor.
Dağdaki militanların doğdukları illerin başında yüzde
16’lık oranla Diyarbakır birinci.
Mardin’de doğan teröristlerin
oranı yüzde 13, Van’da doğanların ise yüzde 8. Buna karşılık
örgüte katılanların yaşadıkları
il sıralamasında yüzde 16 ile
İstanbul ikinci sırada. Teröristlerin öldürüldükleri iller
sıralamasında ise yüzde 18’lik
oranla Şırnak ilk sırada. Bu ili
yüzde 13 ile Tunceli, yüzde 10
ile Siirt takip ediyor. Örgütteki
en kıdemli militan 28 yıldır
hayatını kaybetmeden yaşamayı başarırken, militanların
ortalama yaşam süresi 26 yıl
olarak tespit edildi. Militanların
dağda ortalama hayatta kalma
süresi ise 7 yıl. Örgüt üyelerinin
yüzde 77’si erkeklerden, yüzde
23’ü kadınlardan oluşuyor. Her
aileden 1 kişiyi örgüte alan ve
böylece devlete yönelik tepki
cephesini büyütme stratejisi izleyen örgüt, militanlarını daha
çok kalabalık ailelerden seçiyor.
78
GÜNDEM
BÖLGE GENELİNDE 1,
TUNCELİ’DE 4 AYRI
ÖRGÜT VAR
Komisyonun ilginç tespitlerinden biri Doğu ve Güneydoğu’da
sadece PKK faaliyette bulunurken Tunceli sınırları içerisinde 4 ayrı PKK’nın faaliyette
olması. 47 aşiretin bulunduğu,
nüfusunun tamamına yakınının
Türkçe bildiği, Zazaca ve Kürtçe
dillerinin de konuşulduğu,
Alevi inanışına bağlı nüfusun
çoğunlukta olduğuna işaret
edilen raporda, “İlin genel terör
profiline bakıldığında bölücü
ve sol örgütlerin kırsal yapılanmasının olması, coğrafi yapının
uygunluğu, şehrin kırsal ile iç
içe olması, Karadeniz’e açılan
bir kapı özelliğinin bulunması
gibi özelliklerin bir araya gelmesiyle terör yaklaşık otuz yıldır
ilde önemli olmuştur. Bölgede
PKK/Kongra-Gel, MKP (Maoist
Komünist Partisi), TKP/ML
(Komünist Partisi/Marksist
Leninist), Konferans TİKKO örgütleri bulunmaktadır.” denildi.
KÜRTLERİN YÜZDE 75’İ
TERÖRÜN ARKASINDA
İSRAİL OLDUĞUNU
DÜŞÜNÜYOR
Rapora göre, yapılan araştırmalarda Kürtlerin yüzde 78,7’si ve
Türklerin yüzde 81,6’sı İsrail’in
teröre destek verdiği görüşünde. Kürtlerin yüzde 75,4’ü ve
Türklerin yüzde 81,5’i ABD’nin,
Kürtlerin yüzde 65,2’si ve
Türklerin yüzde 69,8’i Esad
yönetiminin, Kürtlerin yüzde
58’i ve Türklerin yüzde 64,3’ü
Avrupalı devletlerin, Kürtlerin
yüzde 48,8’i ve Türklerin yüzde
52’si Rusya’nın, Kürtlerin yüzde
44’ü ve Türklerin yüzde 50,8’i
ise İran’ın PKK teröründe etkisi
olduğunu düşünüyor. Buna
karşılık, Kürtlerin sadece yüzde
5,8’i ve Türklerin sadece yüzde
2,1’i ise hiçbir devletin terörde etkisi olmadığı kanaatini
taşıyor
‘TERÖRİSTLER DÜŞMAN
DEĞİL, SUÇLU’
Raporun ‘öneriler’ bölümünde, terör sorununun çözümü
için 29 başlık altında öneriler
sıralandı. Çözüm için öncelikle
meselenin kapsamlı ve soğukkanlı bir şekilde ele alınması
gerektiği belirtilirken, “Terörle
mücadelede şiddeti yöntem
olarak seçmiş bulunanları
‘düşman’ değil ‘suçlu’ olarak
görmek, bunlarla hukuk devleti
çerçevesinde ve hukuk içinde
mücadele etmek, ‘imha ediciyok edici’ yaklaşımdan ziyade
‘hayatta tutan’, suçun rehabilitasyonu ile kazanmaya çalışan
bir anlayışı hâkim kılmak esas
olmalıdır. Terörün ve terör
örgütlerinin hem ölerek hem de
öldürerek kazanmaya çalıştığı
unutulmamalıdır.” denildi.
Terör sorununu çözmenin ilk
evresinin ‘terörü daha ortaya
çıkmadan çözebilme yönünde
pro-aktif bir bakış açısı’ olduğu
kaydedilen raporda, bu çerçevede ekonomik tedbirlerin geliştirilmesi, yatırımların artırılması,
bölge ve havza bazında yatırım
teşviklerinin düzenlenmesi,
işsizliğin önlenmesi, istihdama
ve işgücüne katılımın artırılması konusunda raporda yer alan
tespitlerin göz önüne alınması
gerektiği ifade edildi.
İktibas
GÜNDEM
‘TERÖRDEN MAĞDUR
OLANLARA SAHİP
ÇIKILMALI’
Terörden canı yanan, yakınını
kaybeden şehit yakınlarının
husumet içinde bulunmamalarının çözüm çalışmalarında
önemli bir toplumsal psikoloji
olarak destekleyici mahiyet
taşıdığı belirtilen raporda,
“Diğer taraftan güçlü bir şekilde
var olan birlikte yaşama isteği,
ülkemizin her köşesine yayılan
sosyal ve kültürel bütünleşmişlik, çeşitli araştırmalara da
yansıyan ‘Bayrak benim bayrağımdır’, ‘İstiklâl Marşı benim
marşımdır’ ifade birlikteliği
bu alanda önemli bir iradeyi
yansıtmaktadır.” denildi.
2012’de
Güneydoğu
Asya
Müslümanları
Mehmet Özay / Dünya Bülteni –
Malezya 05.01.2013
Güneydoğu Asya Müslümanları, antropolojik ve sosyolojik
bağlamıyla ele alındığında
Malay toplumu sınıflamasına
dahil edilmektedir. Bununla
birlikte, ‘Malay’ kelimesinin
modern Malezya devleti ile şu
veya bu şekilde ilişkilendirilmesi veya bu ilişkilendirmenin söz
konusu devlete ‘artı(lar)’ kazandırabileceği düşüncesiyle çevre
ülkelerin siyasi elitlerince kullanılırlığının gündeme getirilmediği görülür. Bunun yerine,
ülkelerin modern ulus adlarıyla
anılan ‘Müslüman topluluklar’
imgesinin suni de olsa varlığı
gündeme gelir. Bir başka açıdan
bakıldığında, “Acaba Güneydoğu Asya’da bir ‘pan-Malay’
olgusundan bahsedilebilir mi?”
sorusunu ortaya atabiliriz. Bu
minvalde Müslüman Malay
dünyasının kullanımının ‘akademik’ çalışmalarla sınırlandığı
gözlemleniyor. Siyasilerin, her
türünden sivil toplum oluşumlarının akademik çalışmalara
ne denli önem verdikleri ve dikkate aldıkları düşünüldüğünde
ortaya konan bu çalışmaların
‘marjinal’ kaldığı konusunda
ortak bir kanaatten bahsetmek
de mümkün. Peki böylesi bir
Malay İslam Birliği’nden söz
edilemeyeceğine göre, karşımıza nasıl
bir Müslüman toplum şeması çıkıyor? Yüzyıllık tabirle
ifade edersek modernist (kaum
muda) ve gelenekselci (kaum
tua) İslam anlayışlarının görüldüğü iki eksenden bahsedebiliriz. Bu paragrafı yazmamızın
nedeni, 2012 yılı içerisinde
Güneydoğu Asya Müslüman
toplumlarının ahvaline dair
birşeyler söyleyebilmenin bu
coğrafyada Müslümanların
hangi tarihsel kökene tekabül
ettiğiyle yakından ilişkisi olmasından kaynaklanıyor.
Bu kısa girişin ardından kaçınılmaz olarak mevcut ulus-devlet
yapıları içerisinde yer alan ve şu
veya bu şekilde ‘kendi arketipi’
içerisinde varlık sürmeye çalışan Müslüman toplumlardan
bazılarının ahvaline bakabiliriz.
Singapur’dan başlayabiliriz
örneğin... Bölgede progresif
devlet anlayışının temsilcisi
konumundaki Singapur’da
Müslüman unsurlar nüfusun
%15’ini teşkil eden Malaylardan
oluşmakla birlikte, göçmen işçi
statüsündeki çok az bir kitleye
de ev sahipliği yapıyor. Müslüman Malaylar, dini-toplumsal
hayatlarını çekip çevirme işinde
‘bağımsız’ değiller. Bu Ada
devletinde Din İşlerine bağlı
olarak ve bu kurumun yasaları
çerçevesinde ya da buna sınırlamaları da diyebiliriz, dini hayatı
tanımlamaya ve pratiğe dökme
çabası sergiliyorlar. Müslüman
toplumun gündelik yaşamını
çekip çeviren onu bu dünya ile
kutsal bağını kurmada yapıcı
rolü olan camiler, türbeler, mezarlıklar ve diğer dini kurumlar
gökdelenlerin arasına sıkışıp
kalmış ve bu anlamda alabildiğine materyalize olmuş genel
sosyal hayat içerisinde sanki hiç
yokmuş mesabesindeler. Camilerin ezanlarına kadar müdahale eden siyasi irade karşısında
Singapur İslam Birliği’nin yapabileceği pek bir şey yok... Örneğin, bu türden siyasi ve sosyal
baskının boyutları Kurban
Bayramı öncesinde daha yoğun
olarak gündeme geldi. Singapurlu Müslümanlar tek tek
veya aile kurumu içinde kurban
kesemiyorlar. Bunun yerine,
bağlı oldukları muhitteki cami
veya mescide kayıt yaptırarak
toplu kesimlere iştirak ediyorlar. 2012 Kurban’ı öncesinde
yaşanan sorun neydi? Toplam
4000 baş kurban talebiyle resmi
kuruma başvuru yapılmasına
rağmen, nihayetinde 2000 baş
kurban kesimine izin verilmesi Müslümanların bu önemli
ibadetine vurulan bir ‘zincir’
mesabesinde. Mazeret mi? Elbette hazır... Singapur makamlarının kurbanlık hayvanları
Avustralya’dan ithal ettiğini,
Avustralya’nın da ‘hayvan
hakları’ vb. bahanelerle hayvan
ihracına kısıtlama getirdiği
türünden bahaneler ortalıkta
dolaşıyordu. Gelen kurbanların
sayısı kadar, maliyetinin de
yüksekliği hali vakti yerinde
79
İktibas
ortalama bir Müslümanın dahi
bu ibadetten ‘men edilmesine’
yol açan ‘post-modern’ siyasi ve
kültürel rejimin ürünü olarak
kayıtlara geçti.
Kamboçya’ya geçelim... Kamboçya bu coğrafyanın tam da
‘bağrına’ kurulmuş bir ülke.
Müslümanlıkları eskilere
dayanan Çampa kökenliler
ülkenin azınlık konunumunda
bulunuyor. Malay ırkı içerisinde değerlendirilen Çampalılar,
genel anlamda Kamboçya’nın
“sosyo-ekonomik” geri kalmışlığından payını almaları ile
dikkat çekiyorlar. Eğitim alt
yapısı, insan kaynakları noktasında sıkıntıları olan Çampa
Müslümanlarına çeşitli vesilelerle özellikle Malezya’dan
kimi kuruluşların yardıma
gittiğini biliyoruz. Malaycanın bir versiyonu kabul edilen
dilleri neredeyse yok olmuş....
Yaşadıkları bölgelerdeki kasaba
ve kent adlarının Kampong ile
başlaması da bu aidiyetin bir
göstergesi niteliğinde. Bugün
bu dille öğretim yapan bir eğitim kurumu dahi yok. Çampa
Müslümanlarının yakın dönemde uğradıkları baskı ve zulümlerin kaynağının Khmer yönetimi
yıllarında ortaya çıktığı bir
gerçek. O dönemin izlerini hala
üzerinde taşıyan ülkenin bu
Müslüman grubunun da kendi
ayakları üzerinde durmasını
sağlayacak dinamiklere ihtiyacı
olduğu gözlemleniyor.
Malezya’da Müslümanların
gündelik yaşamlarını çerçeveleyen husus, sivil alanı yok saymamakla birlikte, genel itibarıyla bir resmi İslam söyleminin
ve uygulamalarının varlığına
dayanıyor. Ülkenin çok ırklı ve
dinli yapısı içerisinde daha çok
‘kültürel aidiyet’ kapsamı içerisinde değerlendirilebilecek bu
olgu hükümet için vazgeçilmez
80
GÜNDEM
bir öneme sahiptir. Yönetim
çeşitli kurumlar vasıtasıyla
toplumsal yapıda Müslüman
unsurları koruma kadar, İslami
unsurları bizzat öne çıkartma
‘sorumluluğunu da’ üzerinde
taşıyor. Örneğin üniversiteler
başta olmak üzere, resmi dairelerdeki giyim-kuşam kodları,
devlet güdümündeki medyadaki İslami tona hakim yapımların varlığı dikkat çekiyor.
Bunun karşılığında sokaktaki
Malay vatandaşın ailevi yetişme
şartlarının bu resmi söylemle
örtüşen yönleri olduğu gibi,
üniversiteleşme, küresel açılımlar, diğer toplum kesimleriyle
şu veya bu şekildeki etkileşimlerden kaynaklanan değişimler
Müslüman toplum yapısında
her daim gözlemlenebilmektedir. Yukarıda zikredilen resmi
İslam anlayışından neşet eden
yaklaşımın ‘bünye dışı’ değişim zorlamalarına karşı bir tür
‘reaksiyoner karşılık’ olduğu
varsayılabilir. Resmi söylemin
uzandığı önemli kurumlardan üniversite kampüslerinde
resmi/zorunlu kıyafet çizelgesi
bağlayıcılığının yanı sıra, dolaylı
karakter eğitimi olarak da işlev
görmüyor değil.
Endonezya Müslümanları
dediğimizde, aslında büyük bir
coğrafya üzerinde önemli bir
nüfusu barındıran bu devasa
ülkede tek yekün bir sosyal
gruptan bahsedilemez elbette.
Ülke Müslümanlarının istatistiklere göre önemli bir bölümünün üyesi göründüğü Alimler
Birliği (Nahdat’ul Ulama) ve
Muhammediyye gibi iki büyük
oluşumdan bahsedilmesine ve
Müslüman kitlenin sosyal hayatını çevreleyen eğitim, sağlık
vb. alanlardaki çalışmalarına
rağmen, her bir farklı bölgede
yaşayan Müslüman toplumun
benzer olmakla birlikte farklı
boyutlarda sorunlarla yüzleştikleri söylenebilir. Bu iki önemli
oluşumun, özellikle Batı medyasının sürekli gündemde tutmaya çalıştığı sözde ‘terör’ eksenli
haberlere karşın savunmacı
pozisyonunda kaldıkları gibi,
ülke medyasında soluklarının
arzu edilir bir şekilde çıktığı
da söylenemez. Ülkenin kimi
bölgelerinde Hıristiyan azınlık
gruplarla ilişkiler kadar, Şia
ve Ahmediyye gibi ana akımın
dışındaki fırkaların varlığının
tehdit olarak algılanması kimi
toplumsal huzursuzluklara kapı
araladı. Yüzyıllar boyunca çoğul
etnik ve dini yapıların içiçe
yaşadığı bu coğrafyada nüfus
ve nüfuz olarak sınırlı kabul
edilebilecek farklı oluşumlarla
ilişkilerin sağlıklı bir zemine
oturmadığı bir gerçek.
Filipinlerin güneyinde tarihi
Sulu Sultanlığı’nın bakiyesi olarak varlık süren ve günümüzde
Bangsamoro Müslümanları
olarak anılan toplumun tanık
olduğu en önemli değişme şüphe yok ki, merkezi hükümetle
yapılan Barış Anlaşması oldu.
Kalıcı barışın ‘ön aşaması’ kabul
edilen bu süreçte yerlerinden
edilen Bangsamoro’luların
‘kalıcı yaşam koşullarına’ kavuşmaları önceliği teşkil ediyor.
Bu süreç, aynı zamanda varlığı
akamete uğramış her türünden
sosyal kurumların yeniden
inşası ve hayata geçirilişini
zorunlu kılıyor. Savaş sürecinde
varlığını ‘mücadeleye’ adamış
grupların yanında, ayakta kalma mücadelesi veren geniş halk
kitlelerinin bugünkü sorunu
yeni sürece adaptasyon olduğuna kuşku yok. Bu anlamda
kurumsal alt yapı eksikliğine insan kaynaklarındaki zaafiyetin
eklemlenmesi dikkate alındığında Bangsamoroluları kolay
olmayan bir süreç beklediğini
düşünebiliriz.
Zamanına Tanıklık Edenler
Seyyid Kutub (1906-1967)
Küfür sistemleri karşısında Müslümanca bir duruş sergilemesi, cahili toplumdan
Kur’an toplumunu inşa etmek için nebevi örnekliğin önemine dikkat çekmesiyle öne
çıkan bir dava adamı, bir mücahid, bir mütefekkirdir Seyyid Kutub.
Seyyid Kutub’un mensubu bulunduğu İhvan-ı Müslümin Teşkilatı’nın ilerisinde
bir düşünsel netliğe ve siyasal bilince/duruşa ulaşma süreci üç dönemde ele
alınmaktadır. Bunlardan birincisi 1939’a kadarki dönemi… İkincisi, İslami düşünce
ve kimliğinin netleşmeye başladığı 1949’a kadar olan dönemi. Üçüncüsü ise 1949
sonrası… Ki bu dönemde Seyyid Kutub’un İslam anlayışı ve siyasi duruşu derinleşip
netleşmiştir.
1965 yılı, “Yoldaki İşaretler” kitabının yayınlandığı, bu nedenle ikinci kez
tutuklandığı ve şehadetine doğru ilerleyen gelişmelerin hızlandığı önemli bir tarihtir.
Fizilal-il Kuran (Kur’an’ın Gölgesinde) adlı tefsir kitabında klasik tefsirlerden farklı
olarak İslam dini ile insanlığa bahşedilen bütüncül ve yaradılış gayesine uygun hayat
nizamını ortaya koymaya çalışmıştır Seyyid Kutub.
Kur’an’ı anlama ve ulaştığı temel doğruları yaşama geçirmek cehdi ile ömrünün
son dönemlerini tamamlayan Seyyid Kutub, düşünsel ve siyasal duruşuyla öne çıkan
bir dava adamı olarak kimi çevrelerce yanlış anlaşılmış, hatalı okumalara maruz
kalmıştır. Düşünsel ve siyasal duruştaki netlik ile tekfirciliği bir birine karıştıran bu
kişi ve guruplar ne yazık ki Seyyid Kutub’u hatalı okumalarıyla bayraklaştırmışlardır.
Yaratılış gayesine uygun olarak hayati boyunca doğru arayışını ısrarla sürdüren,
bu çabasının sonuçlarıyla geniş bir kesimi etkileyen Seyyid Kutub da her insan gibi
doğruları ve yanlışlarıyla bir kuldur. Dolayısıyla ana çizgisi, yaşadığı ve tanıklık ettiği
zamanın şartları unutulmadan onun da eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutulması
Müslümana yakışandır.
ANLAM BASIN YAYIN
Tuna Cad. 14/3 06420 Yenişehir–ANKARA
5FM
t'BLT
Download