ISSN: 2147-3862 Sayı: 411 – MART 2013 MÜSLÜMANLARIN D U R U Ş SORUNLARI Mali’de Neler Oluyor? ABDULLAH PAMUK Zamanla Değişmeyenler HÜSEYİN BÜLBÜL Beşerî Sistemler ve Müslümanlar HİKMET ERTÜRK Tevhid Ertelenir mi? Aylık Dergi 6 TL FATMA CEREN İktibas YIL: 33 SAYI: 411 MART 2013 ISSN: 2147-3862 KURUCUSU Ercümend ÖZKAN SAHİBİ Anlam Basın Yayın San. ve Tic. Ltd. Şti. Adına Zafer ÇAM SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Hüseyin BÜLBÜL YAYIN KURULU Abdullah PAMUK Memduh KARS Hamdi KILÇADIR Köksal AKYILDIZ İSTİŞARE KURULU Murat KİRİŞÇİ Mustafa BOZACIOĞLU Mustafa ATAV İçindekiler Selam İle.......................................................................................... 3 Yorum Mali/ Afrika’da Neler Oluyor? ................................................... 4 Abdullah Pamuk Kavram Davranışların Değer Ölçüsü .................................................... 10 Düşünce Gerçek Umutlar İçin ................................................................. 13 Atasoy Müftüoğlu Zamanla Değişmeyenler .......................................................... 17 Hüseyin Bülbül Müslümanların Duruş Sorunları Bağlamında “Sistem-İçi” Mücadele .................................................................................. 21 A. Burak Bircan Beşeri Sistemler ve Müslümanlar............................................ 28 Hikmet Ertürk Müslümanların Duruşlarındaki Farklılıklar. .......................... 31 Ali Araf Arat SANAT-EDEBİYAT Elif İSMAİLOĞLU Tevhid Ertelenir mi? ................................................................ 35 KAPAK – DİZGİ – TASARIM İktibas Vazgeçmek ................................................................................ 37 BASKI Bizim Repro Ltd. Şti. Büyük San. 1. Cd. No: 99/2 İskitler/ANKARA 0312 341 10 20 YAYIN TÜRÜ Yerel Süreli Yayın YILLIK ABONE 2013 Yılı (409 ila 420. Sayılar) Yıllık: 60 TL, Öğrenci: 40 TL. Yurtdışı: 45 Euro e-Dergi (PDF): 30 TL. HAVALE İÇİN ANLAM Basın Yayın Ltd. Akbank Ankara Mithatpaşa Şubesi IBAN: TR97 0004 6003 5488 8000 0158 08 TL için : 0015808 nolu hesap Euro için : 0041388 nolu hesap Yurt Dışı : Koksal Akyildiz Banka Adı : Sparkasse Essen Konto Nummer: 8157059 BLZ 36050105 IBAN: DE62360501050008157059 POSTA ÇEKİ HESABI Anlam Basın Yayın Ltd. Şti. Posta Çeki: 150179 İLETİŞİM Tuna Cad. 14/3 06420 Yenişehir/ANKARA Tel: (0312) 435 37 60 Fax: 435 37 61 Dergimizde yayınlanan yazılardan yazı sahipleri sorumludur. web: www.iktibasdergisi.com e-mail: iktibas@yahoo.com Fatma Ceren Aykut Akça PKK, Bir Yahudi Kuruluşudur (Rapor).................................... 39 Prof. Dr. Mikâil Bayram Keramet .................................................................................... 43 Saadettin Merdin Bir Kitap - Bir Alıntı Ankara’da Kırkbeş Yıl ............................................................... 47 Süleyman Arslantaş/SÖYLEŞİ: Yeniden Millî Mücadele ve Hizb-ut Tahrir Otuz Yıldır Duruşunu Bozmadı............................................... 50 SÖYLEŞİ: Özgün Duruş Gazetesi Mektuplara Cevaplar Kimin Şerrinden Allah’a Sığınmalıyız ..................................... 53 Hüseyin Bülbül Sanat – Edebiyat Flânör ....................................................................................... 58 Mehmet Mortaş Modern Şehirde Aykırı Düşünceler ......................................... 59 Dr. M. Akif Şahin Pazar Yeri ve İslâmcılık ............................................................ 60 Fatma Ceren Gündem Mali’nin Geleceğini Kafalarına Göre Yeniden Dizayn Ettiler 63 Timetürk Mali’de Gördüklerim ‘Merci Hollande’ .................................... 64 Serhat Orakçı / Dünya Bülteni Abant Platformu Sonuç Bildirgesi Açıklandı .......................... 66 Zaman Gündem Türkiye’den CIA’ya Örtülü Destek İddiası’ .............................. 71 Timetürk Selam İle Merhaba değerli okuyucularımız... Geçmişimizi etkilediği gibi hâlimizi de derinden etkileyen ve geleceğimizi de ipotek altına alma potansiyeline sahip Müslümanların düşünsel/itikadi ve siyasi duruş sorunları müzmin bir hastalık olarak yeniden nüksetmiş durumda. Üstelik günümüz şartlarında çok daha ağır seyreden bu hastalığın tanısı ve tedavisi konusunda kararlı bir tavrın, net bir duruşun gösterildiğini de söyleyebilmek çok güç. Müslümanların (sorunlu) tarihine baktığımızda düşünsel/itikadi sorunların büyük bir kısmının tetikleyicisinin siyasi ihtilaflar olduğu görülecektir. ”KUR’AN merkezli” din anlayışı yerine güç/iktidar merkezli din algısının çekiciliğine kapılan siyasi iktidarların kendi meşruiyetleri için kullanışlı gördükleri bu sorunlu düşünceleri güçlendirip kurumsallaştırmaları ile karşımıza tarihsel/ geleneksel bir din anlayışı çıkmış ve Müslümanların zihinlerine hâkim olmuştur. Tarihsel din algısının güçlü etkisine ve açmazlarına karşı ”öze dönüşçü” çizgide oluşturulan olumlu atmosfere rağmen son dönemlerde yaşanılan konjonktürel gelişmelerin insanımızın kafasını karıştırdığı, düşünsel savrulmaların yanı sıra siyasi duruş olarak kabul edilmesi mümkün olmayan bir pozisyona taşıdığı da bir gerçektir. Modernist, post-modernist felsefenin/değerlerinin, kavramlarının hâkim olduğu günümüz dünyasında Müslümanların duruş sorunlarının çok daha yakıcı ve derin bir etkiye sahip olduğunu tesbit etmemiz gerekmektedir. “İdeolojik savaş”ın tüm boyutlarıyla yaşandığı, Batı medeniyeti karşısında insanlığa tek alternatif çıkışı sunma potansiyeline sahip Müslümanların düşüncelerinin/zihinlerinin kuşatılmaya çalışıldığı ve bunun için her türlü sofistike yöntemlerin kullanıldığı bir dünyada yaşamaktayız. Bu çarpıcı gerçekliğe karşın ciddi düzeyde düşünsel ve siyasi duruş sorunları yaşayan kesimlerin, sorunlu yaklaşımlarıyla konjonktürel bir çıkış arayışı içine girdikleri ve bunun da küresel küfür sistemleri için stratejik öneme sahip bir dururm oluşturması söz konusudur. Dünyadaki değişim sürecinde Müslümanların duruşu stratejik bir öneme sahiptir. Bu nedenledir ki yeni dünya düzeninin ideolojik düzleminde bir taraftan Müslümanlar merkeze doğru yakınlaştırılmaya çalışılırken diğer taraftan da söz konusu düzenin yeni düşman konsepti olarak ”İslam”/ Müslümanlar yer almaktadır. Çelişik gibi görünen bu manzara küresel sistemlere stratejik fırsatlar sunarken ”Müslümanlar”da kafa karışıklığını ciddi düzeyde arttırmaktadır. Aynı zamanda bazıları farkında olmasa da yeni süreç, Müslümanları karşı karşıya getirecek bir gelişmeye işaret etmektedir. yöntemin ortaya çıkardığı, daha doğrusu besleyip güçlendirdiği duruş sorunları sadece yaşanılan zamanda değil orta ve uzun dönemlerde de İslami hareketleri olumsuz etkileyecek niteliğe sahiptir ve buna karşı mutlaka düşünsel ve siyasi olarak net bir duruş sergilenmeli, aktörlerin aldatıcı görünümlerine bakılmadan tavır alınmalıdır. Yeni dönemde ”ulus-devlet”ler arası ilişkilerin, uluslararası aktörler ve kurumlar eliyle artık çok boyutlu olarak işletilmek istenildiği bir yapıya doğru hızla evrildiği görülmektedir. Artık sınır güvenliğinden çok sınırları aşan bir güvenlik kavramından söz edilmekte ve bu doğrultuda yeni projeler, politikalar ve stratejiler gündemi işgal etmektedir. Bu da kaçınılmaz olarak Müslümanların yaşadıkları coğrafyalarda ciddi değişim ve dönüşüm süreçleri olarak somutlaşmaktadır. Güya ”zamanın ruhu”na uygun anlayışlar doğrultusunda yeni yapılar inşa edilmektedir. Temel referansı net olmayan, dolayısıyla ilkesel sabiteleri ve mutabakatları konusunda konjonktürel değişimler yaşayanların düşünsel/itikadi ve siyasi duruşlarında net olmalarını beklememiz beyhudedir. Ne kadar aksini iddia etseler de temel konularda duygusal ve reaksiyoner tavırların ötesini geçemeyenlerde Nebevi bir mücadele veremezler; uzun soluklu bir hareketi taşıyamazlar. Uzun süredir yaşadıkları, maruz kaldıkları baskı ve zulümlerle/”reel şartların aldatıcı cazibesi” ile düşünsel olarak savrulan, ekseni kayan ve demokratik bir perspektife demir atan çevreler için yaşanılan süreç ve eski yapıların yerine ikame edilen yeni yapıların niteliği çok önemli, olumlu olabilir. Lakin İslam anlayışını herhangi bir ideoloji/değerler sistemi ile uyumlulaştırmaya çalışmanın ne anlama geldiğinin bilincinde olan Müslümanlar için, bu durum kabul edilemez temel bir sapmadır. Çeşitli gerekçelerle, maslahatlarla gündeme taşınan bu sapkın Müslümanların yaşadıkları coğrafyada son dönemlerde yoğunlaşan ve hızla güçlenen tüm bu ideolojik saldırılara, ”dine karşı din ” yöntemlerine, hasılı Müslümanların zihinlerini kuşatmaya yönelik tüm faaliyetler karşısında ciddi bir duruş sergilemenin, net bir tavır almanın zamanıdır. Küçük ihtilaflarla, önlenemeyen ayrılıklarla birbirimize karşı tepkili ve tavırlı olmanın ise hiç sırası değil. Daha önce de dikkatlerinize sunduğumuz gibi ”Müslümanlar yönetimde, ama İslam iktidar değil” ifadesi net olmayan bir bakış açısının ürünü. Ancak sorunlu olmasına rağmen üzerinde durulması gereken bu tesbit, Müslümanların sorunlu duruşlarını çok çarpıcı bir şekilde yansıtmaktadır. Bu ve benzeri temel sorunlarımızı düşünerek, tartışarak birbirimizi uyarmamız gerekmektedir. Aksi takdirde içinde bulunduğumuz şartlar Müslümanları istenilmeyen çizgilere sürüklemekte ve böyle devam edilirse vahim sonuçlar doğurması muhtemel gözükmektedir. Nisan-2013 sayısında buluşabilmek temennisiyle hepinizi Allah’a emanet ediyoruz. 3 Yorum MALİ/ AFRİKA’DA NELER OLUYOR? ABDULLAH PAMUK Değişen dünya dengeleri bir taraftan küresel kapitalizmin önündeki engelleri kaldırıp sömürü düzenini yaygınlaştırırken diğer taraftan da küreselleşme bazı boyutlarıyla Batı’yı zorlamaktadır. İdeolojik ekseni ve parametreleri itibariyle Batı kaynaklı olan yeni dünya düzenin düşünsel boyutuyla olmasa da ekonomik boyutuyla Batı’nın yeniden yapılandırılması gereği ortaya çıktığı gibi yeni sosyal ve siyasal gelişmeler de gündemimize girmektedir. Çok kutuplu bir dünya düzenine doğru hızla evrilen küresel sistemdeki bu gelişmeler, aynı zamanda, ciddi güç kaymalarına, çıkar kavgalarına da neden olmaktadır. Bu bağlamda Afrika kıtasında bir hareketlilik, değişim sürecinin tetiklediği dikkate değer gelişmeler yaşanmaktadır. Öyle ki Afrika kıtasının eski sömürgeci güçlerinin yanı sıra dünya ekonomisinin yükselen güçleri de bu kıtaya ilgilerini arttırmış, yer altı ve yerüstü zenginlikleriyle, bakir topraklarıyla ve giderek önem kazanmaya başlayan güneş enerjisi potansiyeliyle Afrika kıtası yeni bir çıkar mücadelesine şahit olmaktadır. Son zamanlarda Mali, ekseninde gündeme gelen çatışma, askerî müdahale vb. gelişmeler de söz konusu çıkar mücadelesinin yansımalarından başka bir şey değildir. En çarpıcı olanı da küresel ve bölgesel güçlerin desteğinin yanı sıra, Mali’nin içinden Fransa’nın bu operasyonuna destek verildiği algısının dünya kamuoyunda oluşturulmaya çalışılmasıdır. 4 Fransa’nın son müdahalesi ile Afrika’da neler olmaktadır? Neden Fransa’ya bu kadar geniş bir kesimden güçlü bir destek verilmektedir? Söz konusu geniş desteğin içinde küresel güçlerin varlığı Ortadoğu ve Afrika’da küresel güçlerle paralel temel politikalara sahip, bu güçlerle karşı karşıya gelmekten kaçınan bölgesel güçlerin sessiz kalmaları nasıl yorumlanmalıdır? Konjonktürün sağladığı avantajlarla Fransa’nın Mali ve çevre ülkelerdeki sömürgeci faaliyetlerini meşrulaştırmaya yönelik manipülasyon ve algı yönetimi çabaları karşısında doğru bilgi akışı ne kadar sağlanmaktadır? Bu ve benzeri sorulara cevap bulmak, Mali’de yaşananların arka planını göz önüne sermek için öncelikle bazı bilgilere sahip olmamız ve bunları sizlerin dikkatine sunmamız gerekmektedir. Mali, yaklaşık 12 milyon nüfusa sahip, resmî dili Fransızca olan, lakin başta Bambara dili olmak üzere birçok dil ve lehçenin konuşulduğu bir Afrika ülkesi. İnsanının yüzde 90’ı Müslüman, yüzde 1’i Hıristiyan, yüzde 9’u da yerel dinlere mensup. Kuzeyinde Cezayir, doğusunda Nijer, batısında Moritanya ve Senegal, güneyinde ise Gine, Burkino Faso bulunmaktadır. Afrika kıtasının neredeyse tamamında olduğu gibi Mali’nin sınırlarını da emperyalist-sömürgeci güçler adeta cetvelle çizmişlerdir. Son günlerde Afrika’da gelişmeleri etkileyen hususların temelleri: Avrupa sömürgecileri ve bu sömürgeci güçlerin hesapları İktibas YORUM gereği ülkenin sosyolojik yapısının şekillendirmeye çalışılması ve bunun doğal sonucu olan düşmanlıklar üretilmesi gibi stratejik çabalarıyla atılmıştır. Çok gerilere gitmeye gerek yok. Sömürgeci güçler. 20. yy’da güya kıtadan çekilirken adetleri olduğu üzere, çıkarlarını ve hâkimiyetlerini devam ettirebilmeleri ve kontrolü sağlayabilecekleri siyasi yapılanmalar oluşturdular. Sosyolojik yapıyı parçalayarak küçük devletçikler oluşturmakta stratejik yararlar umdular. Kabilelerden oluşan toplumsal yapların geleneksel değerleri ve kimlikleri ile suni devletlerin modernleşme projelerinin karşı karşıya gelmesiyle ortaya çıkan çatışmanın sonuçlarını ve kültür emperyalizminin ürünlerini bugün devşirdiklerini söylersek yanlış olmayacaktır. Malum, 19. yy’ın ikinci yarısında Fransa, Batı Afrika’yı işgal etmiş ve “Fransız Batı Afrikası” denilen (1895-1958) bir yapılanmaya gidilmiştir. Bölgedeki sömürge ülkeler bu günkü adları ile ortaya çıkıncaya kadar da “Fransız Batı Afrikası” olarak anılmışlardır. Bu genel ifadenin içinde Fransız Sudan’ı olarak anılan bölgede Mali Cumhuriyetinin kurulması 1960 yılında gerçekleşmiştir. Mali, bir süre sonra (1962’de) Fransız nüfusundan uzaklaşarak Sovyetler Birliğine yakın durmuş, (19621968) döneminde ortaya çıkan ekonomik ve sosyal krizler nedeniyle kabileler merkezi yönetime karşı ayaklanmışlardır. Ülke, 1969’da sosyalist çizgiyi terk ederek İslam Konferansı Teşkilatı (İKT)’na üye olmuş, 1991’de de çok partili sisteme geçmiştir. Çok partili yapıya geçtikten sonra gündeme gelen halk gösterileri ordu tarafından kanlı bir şekilde bastırılarak askerî yönetime geçilmiştir. 1992 yılında yapılan seçim ile iş başına gelen devlet başkanı Musa Traore’ye karşı yaptığı askerî darbe ile yönetime el koyan Amadon Toumani Toure, askerlikten emekli olduktan sonra 2002 seçimi ile iş başına gelmiş, 2012’de de benzer bir akibet ile (askerî darbe ile) görevinden uzaklaştırılmıştır. Hâlen devam eden çatışmalar, bahse konu askerî darbenin ardından ortaya çıkan gelişmelerin bir uzantısı olarak değerlendirilebilir. Gelinen bu safhada Mali’deki gelişmeleri doğru anlayabilmemiz için bu coğrafyadaki direniş hareketlerini ve savaşan güçlerin ne yapmak istediklerini de bilmemiz gerekmektedir. Alınan bilgilere göre, Fransız sömürge yönetiminin ardında bıraktığı ve çeşitli dönemler yaşayan Mali Cumhuriyeti devletinin bu ülkede hâkim olduğu alan, güneyde başkent Bamako’nun da yer aldığı dar bir bölge ile sınırlıdır. Geniş sahrada devlet kontrolünün çok zayıf olduğu bilinmektedir. Fransız işgali sonrası ciddi bir direniş gösteren Tuareglerin etkisinin bu kabilenin altı ülkeye dağıtılmak suretiyle azaltılmış olmasına rağmen durum budur. Fransız sömürgeciliği ve Mali yönetiminin tüm baskılarına karşın Tuaregler sahra yaşamının tüm avantajlarını kullana- 19 . yy’ın ikinci yarısında Fransa, Batı Afrika’yı işgal etmiş ve “Fransız Batı Afrikası” denilen (1895-1958) bir yapılanmaya gidilmiştir. Bölgedeki sömürge ülkeler bu günkü adları ile ortaya çıkıncaya kadar da “Fransız Batı Afrikası” olarak anılmışlardır. Bu genel ifadenin içinde Fransız Sudan’ı olarak anılan bölgede Mali Cumhuriyetinin kurulması 1960 yılında gerçekleşmiştir. rak savaşını çeşitli yapılanmalarla sürdürmektedirler. Askerî darbeden sonra ayaklanan Tuaregler ise kuzeyde Timbuktu gibi bazı önemli bölgeleri kontrol etmektedirler. Mali’deki direnişçi güçler, bağımsızlık mücadelesi için bir araya gelen Azavadlar (Azavad’ın kurtuluşu için Ulusal Hareket-MNLA) ve İslamcı Ensaruddin Hareketinden oluşmaktadır. Mağrip el-Kaidesi ve sayıları az bazı örgütlerinde bu ittifakın içinde olduğu ifade edilse de bunların etkinliği konusunda farklı görüşler söz konusudur. Uzun zamandır, Fransız sömürgeciliği ve işgale karşı direnen İslami unsurların dönüşümü amacıyla açılan medreselerde, 5 İktibas Ü lkenin yer altı ve yer üstü zenginliklerini Batılı şirketlere pazarlayan, insan kaynağının Fransa ve İngiltere tarafından kullanılmasına çanak tutan malum yönetimler, günümüzde de “zamanın ruhu”na uygun benzer projelerin parçası olarak işlevlerini sürdürmektedirler. Değişen dünya ve bölge şartları ve post koloniyel sistemlerin geldiği bugünkü aşamada küresel güçler, onlarla çıkar birliği içinde olan çok uluslu şirketler ve küresel kurumların da desteği yeni dinamiklerin daha çok öne çıkarıldığı, ülkenin koşulları içerisinde “dine karşı din” yöntemlerinin yeni versiyonlarıyla kullanıldığı çok net görülebilmektedir. sömürgecilerin güdümündeki yönetimlerle barışık ve uyumlu insanlar yetiştirilmiş, böylelikle geçmişte güçlü direniş gösteren yapılar zayıflatılarak siyasi taleplerin azalması sağlanmıştır. Bu gelişmelere tepki olarak, son yıllarda, yeni nesil İslamcıların Selefi hareketin etkisine girdikleri ifade edilmektedir. 6 YORUM Afrika sömürge tarihindeki direniş hareketlerinde öne çıkan dinamiğin sufi geleneği olduğu bilinmektedir. Koloniyel sömürgecilik döneminden sonra bağımsızlıkları (?!) verilen ulus devletlerin vesayetçi yapılanmalarıyla sömürgeci güçlerle iş birliği içinde hareket etmeleri yerel Batıcı aydınların da buna destek vermeleri, benzerlerine birçok yerde rastladığımız modernleşme projelerinin bölgedeki versiyonundan başka bir şey değildir ve modernleşmenin önünde engel olarak görülen geleneksel değerler ve kurumlarla bir taraftan güç kullanarak mücadele edilirken diğer taraftan da sisteme entegrasyonlarını sağlamak üzere her yola başvurmuşlardır. Ülkenin yer altı ve yer üstü zenginliklerini Batılı şirketlere pazarlayan, insan kaynağının Fransa ve İngiltere tarafından kullanılmasına çanak tutan malum yönetimler, günümüzde de “zamanın ruhu”na uygun benzer projelerin parçası olarak işlevlerini sürdürmektedirler. Değişen dünya ve bölge şartları ve post koloniyel sistemlerin geldiği bugünkü aşamada küresel güçler, onlarla çıkar birliği içinde olan çok uluslu şirketler ve küresel kurumların da desteği yeni dinamiklerin daha çok öne çıkarıldığı, ülkenin koşulları içerisinde “dine karşı din” yöntemlerinin yeni versiyonlarıyla kullanıldığı çok net görülebilmektedir. Bu çerçevede Müslümanların yaşadıkları bölgelerde Şii, Selefi, Sufi ve liberal çizgide yer alan grup ve örgütler arasındaki ayrılıkları derinleştirmek, çatışmaları için kışkırtıcı faaliyetlerde bulunmak üzere malum güçler her fırsatı değerlendirmektedirler. ZAYIFLAYAN DİRENİŞ VE YENİ SÖMÜRGECİLİK Hafızamızı tazelersek 18841885 yılları arasında sömürgeci Avrupa ülkeleri arasında gerçekleşen Berlin Konferansı, Afrika sömürgeciliğinde bir dönüm noktası olmuştu. Konferansta Britanya, Fransa, Almanya, İtalya, İspanya, Belçika ve Portekiz gibi zamanın sömürgeci devletleri, ortak çıkarlarını korumak üzere bir strateji belirlemiş ve bu çerçevede bir anlaşmaya varmışlardı. Böylelikle daha önceleri sömürgeci güçler arasındaki çekişmelerden faydalanılarak direnişlerini sürdüren örgütler, gruplar güç duruma düşmüşler ve koloniyel tipi sömürgecilik sistemli bir hâl almıştı. Maalesef günümüzde de sömürgeci güçler arasındaki ittifaklar, çıkar birliktelikleri söz konusu ama bunların ötesinde asıl tehdit, direnişçilerin kafalarının karışık olmaları ve onların medet umdukları bölgesel güçlerin de son tahlilde küresel güçlerle paralel politikalar izlemeleri onlarla karşı karşıya gelmemeyi gelecek vizyonları için zorunlu görmeleridir. Fransa’nın Mali’ye müdahalesi ve hava saldırısı sonrası dünya kamuoyunu şekillendiren, manipülasyon ve algı yönetimi araçlarını yeni sömürgeci güçlerin emrine sunan medyada yeni bir politika gündeme İktibas YORUM getirilerek Afrika’da yoğunlaşan Çin nüfusunun önlenmeye çalışıldığı iddiaları gündeme taşındı. Hiç şüphe yok ki Çin’in son yıllarda hızla büyüyen enerji talebi ve sanayisinin ihtiyaç duyduğu hammadde ihtiyacı söz konusudur ve Çin’in bunu Afrika ülkelerinde temin etmek istediği bir gerçektir. Bir başka gerçek de Avrupa ülkelerinin bu kıtadaki doğal kaynakları, silah gücü üstünlüğü ve uluslararası sistemine kendilerine açtığı alanlardan yararlanarak uzun süredir sömürdüğü, sömürgeciliğin çeşitli aşamalardan sonra da yeni dinamikleri kullanarak bunu devam ettirmek için her yolu denediğidir. Batılı ülkelerin ekonomik dar boğazda olduğu bir süreçte Çin’in öne çıkması ve son zamanlarda Afrika’da önemli atılımlar yapması da doğal bir gelişme. Bu çerçevede 2000 yılında temelleri atılan Çin-Afrika iş birliği formu (FOCAC) ile “siyasi eşitlik, karşılıklı güven ve fayda ile kültürel değişim ilkelerine dayanan bir çeşit stratejik ortaklık kurulması” amaçlanmaktadır. Diğer taraftan ABD, bölgede Pan-Sahel Projesini hayata geçirdi. 2005 yılında “trans-sahra anti-terör girişimi” adını alan ve küresel terör ile savaş kapsamında oluşturulduğu iddia edilen bu girişimin asıl amacının Eritre, Sudan, Çat, Nijer, Moritanya, Senegal, ‘Mali’, Cezayir, Libya ve Fas’a kadar uzanan Afrika coğrafyasında İslami örgütlerin tasfiye edilmesi ve/veya sisteme entegre edilmesi olduğu bilinmektedir. Daha öncesi söz konusu olsa da, 2007’de ilan edilen AFRICOM’un ise ABD savunma bakanlığına bağlı olarak çalışan birleşik kumandanlıkların ‘altıncısı’ olduğu ve ABD’nin Afrika’daki çıkarlarını koruma amaçlı olarak bu kıtadaki askerî faaliyetleri için oluşturulduğudur. Son günlerde Fransa’nın, Mali’ye düzenlediği hava saldırısında İngiltere, Almanya, Danimarka ve ABD’n de lojistik destek aldığı bilinmektedir. Aynı zamanda bir süredir ABD’nin NATO savunma harcamalarına müttefiklerinin katkısının arttırılmasını talep ettiği ve NATO’nun Asya-Pasifik ve ‘İslami terör’ (?!) üzerinde odaklanması gerektiğini vurgulayarak NATO’nun uluslararası sistemdeki yeni konumu ve stratejik hedefine işaret ettiğinin de unutulmaması gerekir. Mevcut konjonktürde Fransa’nın Mali’deki müdahalesi konusunda Batı bloğunun çıkar birliği içinde olduğu, ancak bazı temel konulardaki ortak stratejilerinin devam etmesinin yanı sıra çok boyutlu politikaların niteliği gereği zaman zaman farklı taraflarda yer almaları da mümkündür. Değişen dünya ve bölge dengelerinin yeni bir paylaşım savaşı başlattığı coğrafyalarda yükselen güç olarak Çin’in de öne çıkması kaçınılmazdır. Lakin Çin’in bu tablodaki yeri doğru okunmalıdır. Zira daha çok ekonomik boyutuyla öne çıkan Çin’in ideolojik ve siyasi boyutuyla küresel güçlerle rekabet edebilmesi mümkün gözükmemektedir. Ayrıca, Mali’nın Afrika üzerinden Avrupa’ya doğru gerçekleşen insan göçü güzergahında yer almasının Ç in’in son yıllarda hızla büyüyen enerji talebi ve sanayisinin ihtiyaç duyduğu hammadde ihtiyacı söz konusudur ve Çin’in bunu Afrika ülkelerinde temin etmek istediği bir gerçektir. Bir başka gerçek de Avrupa ülkelerinin bu kıtadaki doğal kaynakları, silah gücü üstünlüğü ve uluslararası sistemine kendilerine açtığı alanlardan yararlanarak uzun süredir sömürdüğü, sömürgeciliğin çeşitli aşamalardan sonra da yeni dinamikleri kullanarak bunu devam ettirmek için her yolu denediğidir. Batılı ülkelerin ekonomik dar boğazda olduğu bir süreçte Çin’in öne çıkması ve son zamanlarda Afrika’da önemli atılımlar yapması da doğal bir gelişme. Bu çerçevede 2000 yılında temelleri atılan ÇinAfrika iş birliği formu (FOCAC) ile “siyasi eşitlik, karşılıklı güven ve fayda ile kültürel değişim ilkelerine dayanan bir çeşit stratejik ortaklık kurulması” amaçlanmaktadır. 7 İktibas Y eni Türkiye, eski gücünde olmasa da hâlâ bölgede ve dünyada başat güç olarak değerlendirilen ABD ile stratejik ilişkilerini güçlü bir şekilde sürdürmekte, İsraildeki statükocu yöneticilerin tetiklediği sorunlara rağmen, farklı bir düzlemde de olsa “İsrail’in güvenliği” konusunun ABD’nin vazgeçemeyeceği önemde olduğunun farkında olarak dikkatli adımlar atmakta, İsrail ile ilişkilerin ana eksenini korumaya özen göstermektedir. İkincisi, yeni Türkiye’nin gerek uzak Asya ve gerekse de Afrika politikalarını bu temel gerçeklerden soyutlayarak değerlendirmek, yüzeysel ve konjonktürel yaklaşımlarla konulara yaklaşmak doğru sonuca götürmez. 8 YORUM da bahse konu güçleri rahatsız eden bir etken olduğu ve son gelişmelerde etkileyici bir unsur olarak not edilmelidir. Yeni konumu ve misyonuyla Türkiye’nin de “yumuşak gücü”nü kullanarak Afrika’da etkili olma yolunda ciddi adımlar attığı bilinmektedir. Yeni Türkiye’nin Afrika politikası, bölgeyi dönüştürmede stratejik bir misyona sahip olan bir devlet olması nedeniyle, ideolojik bazı boyutlara sahiptir. Dolayısıyla Türkiye’nin aktif dış politikasını analiz ederken yeni misyonunu göz önünde tutmak ve bazı gerçekleri hatırdan çıkarmamak gerekir. Bu gerçeklerden birincisi, yeni Türkiye’nin oyun kurucu bir küresel güç olmaktan çok değişen dünya şartlarının önüne koyduğu imkânlar ve zorlamalarla hızla merkeze doğru hareketlenen ve bu hareketlenmesinde de başat etkenin “ılımlı İslam” ideolojisi ekseninde kendisine yüklenen misyonu benimseyen ve bölgesel güç olma ve ötesi stratejik hedeflerine ancak bu çizgide ulaşabileceğine inanan bir devlet olduğudur. Bazıları hâlâ hatalı okumalarla farklı değerlendirmeler yapıyor olsalar da Türkiye’yi yönetenler bu yeni ideolojiyi hazmetmişler ve bunun gerektirdiği adımlar atmaktan tereddüt etmemektedirler. Bu bağlamda küresel güçlerle temel politikalarda karşı karşıya gelmemeye özen gösteren yeni derin devlet ve siyasi iktidar, hangi konularda inisiyatif almaları gerektiği, hangi konularda da gereğini yapmak zorunda olduklarının bilinci ile hareket etmektedir- ler. Yeni Türkiye, eski gücünde olmasa da hâlâ bölgede ve dünyada başat güç olarak değerlendirilen ABD ile stratejik ilişkilerini güçlü bir şekilde sürdürmekte, İsraildeki statükocu yöneticilerin tetiklediği sorunlara rağmen, farklı bir düzlemde de olsa “İsrail’in güvenliği” konusunun ABD’nin vazgeçemeyeceği önemde olduğunun farkında olarak dikkatli adımlar atmakta, İsrail ile ilişkilerin ana eksenini korumaya özen göstermektedir. İkincisi, yeni Türkiye’nin gerek uzak Asya ve gerekse de Afrika politikalarını bu temel gerçeklerden soyutlayarak değerlendirmek, yüzeysel ve konjonktürel yaklaşımlarla konulara yaklaşmak doğru sonuca götürmez. Özellikle burada Müslümanları kontrol etmek ve Müslümanların yaşadıkları coğrafyadaki menfaatlerini korumak üzere gündeme gelen ve değişen dünya koşullarının da zorlamasıyla yürürlüğe konan projelerin niteliğine, ideolojik eksenine, Müslümanların içinden seçilen aktörlerin eklektik ideolojilerine dikkat etmek gerekir. “Geçiş dönemi”, “konjonktürel şartlar”, “hareket alanını genişletme” gerekçeleriyle Müslümanlara yönelik bu “ideolojik savaşı” ıskalamanın sonuçları ağır olacaktır. Bu konularda bazı kesimlerin kafa karışıklıklarının son yıllarda ne gibi sonuçlar doğurduğunu da artık görme zamanı geldi de geçmektedir. Nitekim Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda devam eden değişim ve dönüşüm sürecinin bölgedeki örgütlerin ne hâle getirdiği, kafa karışıklıklarının insanımızı nerelere taşıdığı ortadadır. İktibas Stratejik önemi, küresel ve bölgesel güçlerin hesapları vb. nedenlerle uzun ve kanlı bir süreç yaşayan Suriye ile ilgili hatalı okumalara, sürecin ana ekseni ile hepimizin kalbini sızlatan boyutlarını birbirine karıştıran değerlendirme ve yorumlara karşın küresel küfür benzer yöntemleri ihtiyaç duyduğu her yerde devreye sokmaktadır. Dolayısıyla Mali’de de kimileri, batılı analistlerin “iki İslamcılığın hikâyesi”nden hareketle kuzeydeki totaliter olarak nitelediklerine karşı güneydeki demokrat, hoşgörülü ve sistemle uyumlu yaşamaya teşne olanları desteklemekteler. Kimileri ise daha önceki örneklerde yaptığı gibi Mali’deki gelişmeleri de analiz edip anlamaya, anlamlandırmaya çalışan bazı refiklerimizin ‘tabanı olmayan direnişçilerin açmazlarına ve ‘kurucu bir tez önermeyen’ reaksiyoner, duygusal yaklaşımlarının aldatıcılığına dikkat çekmesine içerlerlerken sürecin özünü gündemleştirmekten kaçınmaktadırlar. Evet, temelde diğer bölgelerden farklı olmayan Mali’deki gelişmeleri tartışmalıyız ama son yıllarda sıkça düşülen yanlışlara düşmeden, duygusal ve reaksiyoner yaklaşımların aldatıcılığına kapılmadan, temel referansımızın bize sunduğu ilkeler ve bu ilkelerin yaşanılarak örneklendiği Peygamber pratiklerine göre, basiretle… The Huffington Post YORUM 9 Kavram Davranışların Değer Ölçüsü* ister bilememe sonucu olsun, ister tepkisel olarak doğsun insanın kendisiyle ilgili gerçeği anlamasında da büyük yanlışlara sebep olmuştur. Her dünya görüşü kendine has değer ölçüleri ortaya koymuştur ya da dünya görüşünün niteliğine uygun düşen değer ölçüleri vardır. Her konuda olduğu gibi davranışları değerli kılan ölçüler de o dünya görüşünün temeldeki niteliğine haizdir. İnsanlar belirli değer ölçüleriyle hareket etmekle mutluluk duymayı amaçlamışlardır. Dünya hayatının mutlulukla dolması birey (insan)in olduğu gibi toplumların da amacıdır. Konumuzun bir örnekle anlaşılmasını kolaylaştırmaya çalışalım. Düşününüz ki bir evdesiniz. Şu veya bu şekilde kendinizi bir evde bulmuşunuz ve hayatınız bu evde geçecektir. İster istemez sizin hayatınızın içinde geçeceği evle ilgili bir gerçeğe uygun bilginiz bulunmalıdır. Zira bütünüyle hayatınızı içinde geçireceğiniz bu ev hakkındaki bilginiz ve bu bilginin içinde bulunduğumuz evin gerçeğiyle uygun düşmesi ya da düşmemesi bütün hayatınızı etkileyecek, ona temeldeki kanaatiniz ile ilgili bir biçim verecek davranışları toplamını oluşturacaktır. Bu davranışların temel özelliği de ev ile aranızdaki ilginin özelliklerini taşıyacaktır. Amacının mutlu olmasında birleşen insanlar bu mutluluğu sağlamada tuttukları yol itibariyle birleşmemişler, birleşememişlerdir. Eşyaya bakışın temelindeki farklılıkları, eşyanın tabiatını, insanın fıtratına, kavrayışın esastaki isabetsizlikleri mutlu olma yolunda birleşmeye engel teşkil etmiştir. İnsanlar fıtratları itibarıyla birbirinin eşi olduğu hâlde bu fıtrat uygulanacak çareler konusunda biri diğerinden farklı yol tutmuştur. Çareler bakımından farklı oluşla birlikte bu çarelerin uygulanma metodu bakımından da farklılık hemen hemen beraber bulunmuştur. İnsan gerçeği üzerindeki temel tespitlerinin yanlışlığı, bu gerçeğe uygulanacak çarelerin farklılığına yol açmıştır. İçinde yaşadığı dünyayı yanlış algılama ]NDQ(UF¼PHQGðQDQPDNYH<DğDPDN sy. 369-‐374. 10 Diyelim ki evde misafirsiniz. Yani evdeki konumumuz misafirliktir. Bu takdirde hayatınızın içinde geçeceği evdeki davranışlarınız misafirlik ölçüleri içinde cereyan edecek demektir. Bir kiracı veya ev sahibi gibi davranamayacaksınız. Zira içinde misafir bulunduğunuz evin sahibi ile ilişkilerinizin size huzur verici olması veya doğacak geçimsizlikler ister istemez sizi yakından ilgilendirecektir ve bütün hayatınızı şöyle veya böyle etkileyecektir. Sonuçta tespiti isabetli yapmanıza bağlı olarak ya mutlu olacaksınız veya tespiti yanlış yapmanızın tabii sonucu olarak mutsuz, huzursuz olacaksınız. Keza aynı evde kiracı olarak bulunduğunuzu varsaysanız bu takdirde kiracılığınızı bilerek hareket etmeniz de iyi sonuçlar doğacak iken bilmemeniz ve kiracılığın aksine hareket etmekle yine huzursuz olacaksınız demektir. Bu evin sahibi bulunduğunuzu kabul etmeniz hâlinde ise bir ev sahibi gibi değil de misafir veya kiracı gibi davranırsanız yine huzursuzluğunuz söz konusu olacaktır. İçinde bir hayatı yaşayacağınız evdeki yaşamınız rahattan huzurdan yoksun olacaktır. Evde ev sahibi olarak bulunduğunuzu gerçek kabul edersek elbette ev sahibi gibi davranmalı ve böylece içinde bulunduğunuz gerçeğe uygun hareket etmelisiniz demektir. Bir bütün hayatı içinde geçireceğiniz ev ile aranızdaki bağ nedir? Bu bağı doğru olarak tespit etmeniz ve tespit sonucu ortaya çıkacak gerçeğe uygun hareket etmeniz sayesindedir ki hayatınızın huzuru söz konusu olsun. Aksi hâlde yani esasta yapılacak hatanın sonucu bir daha aynı imkânı elegeçiremeyeceğiniz bir hayatı uygun olarak yaşayamayacaksınız demektir. Normal şartlarda hiçbir insanın kendi aklıyla içinde bulunduğu bu durumu yanlış değerlendirerek bir hayatı bütünüyle esastaki yanlışının üzerine kurması ve bunu uygulamaya koyması düşünülmemelidir. Lakin tarih bilindiğinden bu yana insanların büyük bir çoğunluğu gerek kendileri gerekse hayatlarını yönlendirenlerin yaptıkları yanlış tespitleri toplumlarına kabul ettirmeleri sonucu içinde yaşadıkları dünyayı gerçeğine uygun olarak değerlendirmemişler ve kendi İktibas KAVRAM akıllarıyla kendilerini huzursuzluğa mahkûm etmişlerdir. İçinde bulunduğunuz evde kiracı iken mal sahibi veya misafir gibi davranmak nasıl insanı kısıtlayarak veya yapılması gerekenin üzerinde yetkisini aşarak davranmaya sevk ederse misafir olarak bulunduğumuz evde kiracı veya ev sahibi gibi davranmak da yalnızca (yetki aşılması şeklinde de olsa) rahatsızlık doğuracaktır. Keza sahibi bulunduğunuz bir evdeyseniz ve bu evde hayatınızı bir misafir veya kiracı gibi geçirmenizin doğuracağı sıkıntılarla kendi kendinizi kısıtlıyorsunuz demektir ki, hemen herhâlde insanın içinde bulunduğu konumunu gerçeğine uygun olarak tespit etemmekten doğan sıkıntılar, huzursuzluklar karışımıza çıkmaktadır ve bütün bu hâller içinde bulunduğunuz konumu gerçeğine uygunluk olarak tespit etmemekten, edememekten kaynaklanmaktadır. Bu sebepledir ki esas müşkil (sorun) temeldeki soruyu cevaplamak, bu sorunun olumlu cevabını bulmakta görünmektedir. Gerçekten bulduğunuz evde misafir iken kiracı veya ev sahibi gibi tasarruflarda bulunmaya yeltenseniz müdahale ile karşılaşır ve evin kiracısı veya sahibi ile nizaa düşersiniz ki, huzursuzluk doğurur. Ev sahibi olduğumuz hâlde bütün bir hayatı misafir gibi geçirmenizin de sıkıntıları diğerinden az değildir. Kiracı olduğunuz hâlde zaman zaman ev sahibi gibi veya misafir gibi davranmak yine yetki aşımı veya yetki kısılması olarak size huzursuzluk verecektir. İçinde yaşadığımız dünyadaki konumumuza baktığımızda görüyoruz ki mal sahibinin bir ömrü içinde geçirmemiz için bizim misafir olarak kabul ettiği, içinde bulunan nimetlerden yararlandırdığı, bizden sonra burada misafir edilecekleri de bizden evvel misafir edilmişleri düşünmemiz gerektiği gibi düşünerek, yaşamamızı istediği, ev sahibi olarak içinde yaşadığımız sürece riayet etmemiz gereken birtakım kaideler koyduğu, kullanılmasını yasakladığı eşyaları bulunan mutlaka yerine getirmemiz gereken vazifelerimizin de belirtildiği bir emanet dünyada yaşıyoruz. Bilmeliyiz ki ev bizim değildir, bilmeliyiz ki evin sahibi tekdir. Bilmeliyiz ki evin sahibini razı eden bir misafir gibi davranmalıyız. Bilmeliyiz ki sonuçta koyduğu kaidelere riayet etmeyen misafirlerinden (veya kiracısından) evde nasıl yaşadığı, yaptırılmaması gereken neleri yaptığı sorulacağı gibi, yapılması gerektiği hâlde neleri yapmadığı da sorulacaktır.. Ve bütün bunların başında da, hem kendisini yaratanın hem de içinde yaşadığı dünyayı yaratanın, içindeki bütün nimetleri yaratanın da kendisi olduğunun, bütün bunlar da ortağı bulunmadığının tek olduğunun bilinmesini istemektedir. İçinde bütün bir hayatı yaşadığınız dünyadaki yaşamımızda bizden istenilen şeylerin toplamı bu dünyanın sahibini razı etmektir. Misafirhanedeki ikameti sırasında misafirhanenin sahibini toplam olarak razı eden, içinde temelli kalacakları cennetlere konulacak kullarıdır. Yani misafirliklerinin sonu cennetteki temelli ikametle- ri olacaktır. Misafirliklerini misafirliği süresince uyulması gereken kaidelere riayet etmeden geçirenler ise cehenneme konulacaktır ki orası ne kötü bir ikametgahtır. İnsanların dünya hayatlarında tek düşünecekleri şey, bu hayatın ve her şeyin yaratıcısı olan Allah’ı razı etmektir. Bütün davranışları aynı hedefi gerçekleştirici nitelikte olmalıdır. Allah’ı razı edecek nitelikteki işler Kur’an’la belirtildiği gibi, Allah’ın elçisince de açıklanmıştır. Onu birlemeden yetimin malına el uzatmamaya, yapılmasını yasakladığı şeylerden uzak durmak ve yapılmasını emrettiği her şeyi yerine getirme çabası içinde olmaya kadar... İnsanın ailesiyle arasındaki onun belirlediği hukuka riayetten, men ettiği faizden uzak durmaya kadar bütün işlerde, namaz kılmaktan alış verişte dürüst davranmaya, hayvanlara merhametli olmaktan topluma düzen verecek kaidelerin onun rızasını celbedici bir tavır uyumluluğu içinde bulunmak gerekmektedir. İslam’da davranışların (amellerin) ölçüsü Allah rızasıdır. Herhangi bir amel küçük veya büyük olsun, sıkıntısı bulunsun veya bulunmasın, iktisadi veya siyasi olsun, ailevi veya içtimai olsun, mutlak surette yaratıcıyı razı etme ilkesine uygun olmalıdır. Allah’ı razı etme bir ilkedir. Davranış ilkesi… Bu sebeple her türlü davranış mutlaka Müslümanım diyen için bu ilkeye uygun düşmelidir. Uygun düştüğü takdirde değerlidir. Aksi takdirde hiçbir değeri yoktur. Unutulmamalıdır ki bir hareket, kimin için yapılıyorsa onun nez- 11 İktibas dinde (tabii razı olacağı amaç ve biçimde yapılması hâlinde) değerli olur. Hareketlere (davranışlara) değer kazandıran şey kimin içinliği ve ne yapıldığıdır. Örneğin, bir insan ben Allah için içki içtim diyebilir ve bundan onu razı etmeyi umabilir mi? Katiyyen hayır. Zira bir şeyi yalnızca Allah için yapıyorum demek Allah’ı razı etmeye yetmemektedir. Zira Allah, razı olacağı ve olmayacağı şeyleri belirlemiştir. Aynı örneği ben içki içmiyorum fakat Allah’ı razı etmeyi düşünerek değil, dese yine Allah rızası doğmayacaktır. Zira herhangi bir davranışta bulunmak veya bir davranıştan özel olarak kaçınmak mutlaka birisi için olmalıdır ki, onun nezdinde değer ifade edebilsin. Bu açıklamalardan sonra rahatlıkla söyleyebiliriz ki bu davranış, kimi razı etmek (kimin memnuniyetini kazanmak) için yapılıyorsa ancak onun nezdinde değerli olabilir. Bu da yine davranışın belirli bir şekle uygun düşmesi ile mümkündür. Bir insan bir kadını razı etmek, (onun sevgisini kazanmak için) birtakım mahrumiyetlere katlanıyorsa ve bunu yalnızca kadının belirlediği davranışlar olarak yapıyorsa razı ettirmeyi düşündüğü kadının rızasını (sevgisini) kazanacaktır. Aynı insan Allah’ın belirttiği meşru hudutlar içinde kendisine helal olan karısını, yine Allah’ın koyduğu kaidelere riayetle razı etmeye, fakat öncelikle Allah’ı razı etmek için çalışıyorsa bu takdirde hem Allah’ı razı eder hem de karısı olan kadını razı eder. Uutulmamalıdır ki zaman zaman iç içe görüntüye bürünen bu tür ilişkileri açıklığa kavuş- 12 KAVRAM turmak gerekmektedir. Konunun esası şu hususun iyice bilinmesinde yatmaktadır: Allah’ı razı etmeye yönelik düşünce ve davranış beraberliği eninde sonunda bu davranışın kendisine terettüp ettiği kişiyi razı edecekken (her zaman değilse de Allah bir vade içinde kadının razı olması için sebepler yaratacakken) davranışının kendisine taalluk ettiği kişiyi razı etme düşünce ve davranışı mutlaka o kişiyi davranış sahibinden razı olma sonucu da doğurmayabilir. Lakin davranış ve düşünce Allah için olmadığından mutlaka Allah’ı razı etmeyecektir. İslam’da davranışlar (ameller)ın ölçüsü Allah rızasıdır. Kesinlikle bunun dışında değildir. Faydacılık çıkarcılık menfaatcılık ya da maddenin tekamülünü sağlama gibi İslam dışı davranış, değer ölçülerinin İslam’da yeri ve zamanı yoktur. İslam’da ticaret helaldir. Ticaret sonucu genellikle insan için kazanç (menfaat) vardır. Bu görüntü ve benzeri görüntüler yanılmalara sebebiyet vermektedir. Bir Müslüman için Allah’ın çalışmayı emretmesi, ticaretinde bir çalışma (rızık kazanma) yolu olarak yine onun tarafından belirtilmesi ve riayet edilecek ticari kaidelerin de açıklanması ve bütün bunların bir arada bulunması hâlinde ticaret, Allah’ı razı etme yolu olarak bulunmaktadır. Ticaretin sonucunda doğan kazancın helal olması yukarıda açıkladığımız çerçeve içinde hareket edilmesiyle mümkündür ve bu kaidelere riayetle elde edilecek kazanç, çıkarcılık sonucu doğan kazanç değil, helal kazançtır. Zira çıkarcılık bir başka (İslam’dan başka) hayat telakkisinin, laik-kapitalist dünya görüşünün davranışları değerli kılan amel ölçüsüdür. Zira bu dünya görüşüne göre helalı-haramı (emir, yasak) koyan yaratıcı değil, insanların veya temsilcilerinin çoğunluğunun oylarıdır. Hâlbuki doğruyanlış, helal-haram, iyi-kötü belirlemek elbette ki en büyüğün yetkisi dâhilinde bulunmalıdır. Biz ve herkes biliyor ki en büyük Allah’tır. İşte bu sebeple onun koyduğu değer ölçüsünün insanların davranışlarını değerli (onun nezdinde) kılan ölçüler olduğu, onun büyüklüğü kadar bir gerçek olarak karşımızdadır. Kabul edilmekten kaçınılması mümkün olmayan bir gerçek olarak... Müslüman ister siyasi olsun, ister ticari, ister ahlâki olsun, ister içtimai olsun, ister yalnızca ibadete taalluk etsin, ister devlet yönetimine müteallik bulunsun, bütün davranışlarında mutlaka Allah’ı razı etme davranış ölçüsüne riayet ederek hareket etmelidir ki sonuca (onu razı etmeye) ulaşabilsin. Düşünce veya metot olarak bütün işlerimizde Allah’ı razı etmekle davranışlarımızın bir değer (onun nezdinde) kazanacağını en büyük varlık nezdinde bir değere sahip olacağını bilmeliyiz. Aksi hâlde yaptığınız her şey heder (yok) olup gidecektir. İnsana düşen onu razı etmek nedir, o nasıl razı olur, nasıl düşünmekle, neyi nasıl yapmakla Allah razı edilir, bunu araştırıp öğrenmek ve vasıl olduğu doğrulara göre davranmaktır. Düşünce GERÇEK UMUTLAR İÇİN ATASOY MÜFTÜOĞLU M odern tarih ve tarihçi, Batı dışı dünyanın tarihinden, kültüründen bütünüyle habersizdir. Batı’da, Batı dışı dünya hakkında her zaman çok derin bir cehalet vardır. Modern sosyal bilimler, Batı dışı toplumları/ halkları/kültürleri dikkate alma ihtiyacı duymadan üretilmiştir. Her tür tahakküm ilişkisi, sömürgeci bilgi yoluyla gerçekleştirilmiştir. Kapitalizmin biçimlendirdiği bir dünyada, bütün toplumlar Avrupa siyasal modelinin “vazgeçilemezliğine” ikna edilebilmişlerdir. Kapitalist şekillendirme insan fıtratının bütün iyi ve güzel yanlarını tahrip etmiştir. Oryantalistler, sömürgeciler Müslümanların, ümmet çapında, gerçek/büyük uyanışını engelleyebilmek/durdurabilmek için etnik ayrımları, mezhep ayrımlarını kullanmayı, bu ayrımları bir çatışma noktasına getirmeyi, tasavvufi/batıni hareketlerden yararlanmayı, bu hareketleri güçlendirmeyi temel siyasal ilke ve strateji olarak benimsediler. Sömürgecilik tarihi boyunca ve bugün sömürgeci siyasetler/uygulamalar/müdahaleler hep oryantalist yorumlar/ bilgiler/yaklaşımlar üzerinde temellendirildi. Oryantalizm, her tür sömürgeciliği meşrulaştırmaya yarayan bir dil/söylem/ tarz oluşturdu. Modern tarih ve tarihçi, Batı dışı dünyanın tarihinden, kültüründen bütünüyle habersizdir. Batı’da, Batı dışı dünya hakkında her zaman çok derin bir cehalet vardır. Modern sosyal bilimler, Batı dışı toplumları/ halkları/kültürleri dikkate alma ihtiyacı duymadan üretilmiştir. Her tür tahakküm ilişkisi, sömürgeci bilgi yoluyla gerçekleştirilmiştir. Kapitalizmin biçimlendirdiği bir dünyada, bütün toplumlar Avrupa siyasal modelinin “vazgeçilemezliğine” ikna edilebilmişlerdir. Kapitalist şekillendirme insan fıtratının bütün iyi ve güzel yanlarını tahrip etmiştir. Bizler, Müslümanlar olarak, muhafazakâr/konformist bir gelenekle malûl bulunduğumuz için, modern küresel sistemin oluşturduğu çitin içerisinde yaşıyoruz; her şeye, her yere, her olaya maalesef çitin içerisinde bakıyoruz. Çitin içerisinden görülebilecek yerleri görebiliyoruz. Çiti aşmak, kırmak, dışarı çıkmak, kendimize ait bir dünya/alan/iklim/bağlam oluşturmak gibi bir kaygımız yok. Bizlere dayatılan seküler paradigma içerisinde düşünüyor, bu paradigma doğrultusunda konuşuyor ya da yazıyoruz. Bilincimizi tahrip eden konformizm, bugün büyük bir ahlâksızlığa dönüşmüştür. İdeolojik/ayrımcı/ırkçı seküler düşüncenin İslam’a karşı savaşı yüzyıllardır, aralıksız sürüyor, sürdürülüyor. İçerisinde yaşadığımız dünyayı eleştirel olarak değerlendiremeyen edilgen İslami cemaatler/partiler, sahici tavırlar/değerler oluşturmayı başaramıyor. Etnik çatışmalar, mezhep çatışmaları, Müslümanları birbirlerine yabancılaştırıyor. Bu durum Ümmet bünyesinde telafi edilmesi güç yeni yıkımlara yol açıyor. Put kırıcı düşünceleri hayata geçiremediğimiz için, özgür ufuklardan söz edemiyoruz. İslami modeli; yeniden düşünme, tartışma, hayata geçirme konusu hâline getiremiyoruz. İslami gruplar, cemaatler, kadrolar konjonktürel kaygılar içerisinde eriyip gidiyor. Zamana ve tarihe müdahale etme bilinci ve iradesi oluşturamadığımız için, zaman ve tarih bize müdahale ediyor, İslami cemaatler, partiler, akımlar tarihsel durumla uzlaşmak için birbirleriyle yarış hâlindeler. Tarihsel durumu aşabilecek 13 İktibas G ünümüz dünyasında siyaset, yalnızca çıkarların stratejik bağlamda yönetimi hâlini aldığı için, hiçbir yerde ahlâkiilkesel siyasal bir tavra tanık olamıyoruz. Hangi nedenle olursa olsun, konjonktüre tabi olmak, koşullara boyun eğmek, koşullara göre konum tayin etmek, özgürlükten vazgeçmek demektir. Nerede olursa olsun, mevcut olanı yeterli saymak, mümkün olabilecek şeyler için, mücadeleden vazgeçmek anlamı taşır. İslami bir mücadele için, bağımsızlık mücadelesi için, henüz şartlar yeteri kadar elverişli değil demek, mazeret üretmekten başka bir anlam taşımaz. Tercihlerimizi çoğu kez, bilincimiz ve bilgimiz değil, duygularımız şekillendiriyor. Hiçbir ahlâka, hiçbir ilkeye, hiçbir değer sistemine bağlı olmama hâli olan nihilizm Müslümanları da bir biçimde etkileyebiliyor. 14 DÜŞÜNCE entelektüel/kültürel/düşünsel bir kararlılık oluşturamıyoruz. Tarihsel durumlarla uzlaşanlar “devrim”den söz edemezler. Tarihsel durumlarla uzlaşanlar statükoculardır. İran İslam Devrimi tarihsel duruma müdahale ettiği için, tarihsel durumu aştığı için, bugün her tür tehdide açık hâle gelmiştir. Küresel/ emperyalist/siyonist/evangelist sistem İran’ın tarihe asimile olması için, İran’ı bunaltıyor, baskılıyor, yalnızlaştırıyor, güçsüzleştiriyor, etkisiz hâle getirmeye çalışıyor. Günümüz dünyasında siyaset, yalnızca çıkarların stratejik bağlamda yönetimi hâlini aldığı için, hiçbir yerde ahlâkiilkesel siyasal bir tavra tanık olamıyoruz. Hangi nedenle olursa olsun, konjonktüre tabi olmak, koşullara boyun eğmek, koşullara göre konum tayin etmek, özgürlükten vazgeçmek demektir. Nerede olursa olsun, mevcut olanı yeterli saymak, mümkün olabilecek şeyler için, mücadeleden vazgeçmek anlamı taşır. İslami bir mücadele için, bağımsızlık mücadelesi için, henüz şartlar yeteri kadar elverişli değil demek, mazeret üretmekten başka bir anlam taşımaz. Tercihlerimizi çoğu kez, bilincimiz ve bilgimiz değil, duygularımız şekillendiriyor. Hiçbir ahlâka, hiçbir ilkeye, hiçbir değer sistemine bağlı olmama hâli olan nihilizm Müslümanları da bir biçimde etkileyebiliyor. Derin bir trajedi ile kuşatıldığımız hâlde, bu kuşatmayı maalesef fark etmiyoruz. Umutlarımız ihanete uğruyor. Ortadoğu’da gerçekleştirilen bütün ayaklanmalar, bütün isyanlar, bugün, ne yazık ki geleneksel yapılara dâhil oldular. Farklı yorumlar, eğilimler, yöntemler, içtihadlar, fikirler biz Müslümanlar için hiçbir şekilde çatışma/rekabet/karşıtlık ve nefret konusu olamaz, ayrılık gerekçesi oluşturamaz. Ancak, işbirlikçilik kayıtsız kalınabilecek, mazur görülebilecek, sorgulanmadan geçiştirilebilecek bir konu olamaz. İşbirlikçiliğin, fikir/yorum/içtihad/yöntem farklılığıyla hiçbir biçimde bir ilişkisi yoktur. Bizler, Müslümanlar olarak hiç kimseyi, kendi görüşlerimizi, yorumlarımızı kabule zorlayamayız. Farklı yorum/yöntem sahiplerine üstün gelmek gibi ahlâki olmayan bir yol seçemeyiz. Ancak, işbirlikçilikle, işbirlikçilerle ilgili olarak ciddi bir hesaplaşma içerisinde olmamız gerekir. Hiç kimse bizlerden işbirlikçi akımları/cemaatleri/partileri anlayışla karşılamamızı bekleyemez. Küresel-emperyalist sistemle bütünleşen, uzlaşan, onların önerileri doğrultusunda gündem belirleyen cemaatlere müsamaha edemeyiz. Çitin içerisinde kalan bağımlı bir zihnin yazdıkları, söyledikleri ve yaptıkları İslami bağlamda bir değer taşımaz. Müslümanlar olarak, şimdiye kadar düşünmediklerimizi düşünmeye, tartışmaya, konuş- İktibas DÜŞÜNCE maya başlamalı, sekülerizmin, demokrasinin, neoliberalizmin evrensellik iddialarını reddetmeliyiz. Kendimizi İslami inançlarımızın diliyle, kavramlarıyla, mantığıyla temsil etmeye başlamalıyız. Her durumda yeni bir inşa çabası ve sorumluluğu içerisinde bulunabilmeliyiz. Düşüncesiz, fikirsiz, bilinçsiz, estetikten, nitelikten, incelikten yoksun hayatlar yaşamaya devam edemeyiz. Tek boyutlu bayatlar yaşamaktan vazgeçmeliyiz. Hepimiz, gündelik hayatın sıradan bir parçası hâline geliyoruz. Hiç kimsenin farklı ve özgün talepleri yok. Hizip, cemaat, parti, mezhep mantığı insanın düşünen/akleden yanını yok ediyor. Sömürgeci tarih devam ediyor. Batı dünyasının İslam âlemiyle savaşta olmadığı iddiasının, çok ucuz, çok bayağı, çok kirli bir propaganda yalanı olduğunu anlamalı ve bu yalanları bütün açıklığıyla ifşa etmeliyiz. Bugün, İslam dünyası gerçeği çok iğrenç bir biçimde çarptırılıyor. Her hangi bir İslami oluşum, hareket önce “terörist” olarak damgalanıyor, uluslararası kamuoyuna bu şekilde takdim ediliyor, daha sonra da bu hareketlere yönelik olarak, bu hareketleri etkisiz kılmak üzere, Afrika’da, Mali’de karşılaştığımız gibi, militarist/ faşist/emperyal yayılmacılık harekete geçiyor. Sömürgecilik sürekli biçim değiştirerek bu defa Afrika’yı bir kez daha istila ediyor. Fransızlar, İngilizler, Avrupalılar bir kez daha “uygarlaştırma misyonu”nu harekete geçirerek, Afrikalılar üzerinde hâkimiyet hakları olduğunu iddia ederek yeni bir vaseyat rejimi oluşturuyor. Hiçbir muhalefet, direniş, mücahede bilincine sahip olmayan “ılımlı”, “hoşgörülü” İslami unsurlar küresel siyasal proje adına araçsallaştırılıyor. Toplumlarımızda mezhepçilik tuzağına düşen Müslümanlar, maalesef mezhep merkezli bir gündem, mezhep merkezli bir hareket tarzı oluşturmaya çalışıyor. Zihinsel iktidarsızlıklar, zihinsel ve ahlâki kötürümlükler, etnik/ mezhepçi/hizipçi ufuk dışında kalan ufukları görmemizi engelliyor. Resmî doğrular, ahlâki evrenselliği hiçbir zaman dikkate almıyor. Konformist ve muhafazakâr gelenek, hiçbir şekilde var olan değerlerin niteliğini sorgulayamıyor. Konformist ve muhafazakâr gelenekçilik, her tür yeniden ve yenilikten rahatsız olur. Muhafazakâr ve konformist bir zihin, bir toplum ya da cemaat her şartta edilgendir, edilgenliğe mahkûmdur. Edilgenlikten kurtulabilmek için özne olmak gerekir, özgür olmak gerekir, bilinç sahibi olmak gerekir. Konformist ve muhafazakâr eğilimler özgürlüğe ihtiyaç duymazlar, çünkü özgürlüğü hak etmek için büyük sorumluluklar, büyük riskler almak, büyük bedeller ödemek gerekir. Konformist ve muhafazakâr bir zihin dünyası için değişim imkânı yoktur. Muhafazakârlar ve konformistlerin değer, içerik, eleştiri ürettikleri görülmemiş ve duyulmamıştır. Bu çevreler, yalnızca eski alışkanlıklarını B ugün, İslam dünyası gerçeği çok iğrenç bir biçimde çarptırılıyor. Her hangi bir İslami oluşum, hareket önce “terörist” olarak damgalanıyor, uluslararası kamuoyuna bu şekilde takdim ediliyor, daha sonra da bu hareketlere yönelik olarak, bu hareketleri etkisiz kılmak üzere, Afrika’da, Mali’de karşılaştığımız gibi, militarist/faşist/emperyal yayılmacılık harekete geçiyor. Sömürgecilik sürekli biçim değiştirerek bu defa Afrika’yı bir kez daha istila ediyor. Fransızlar, İngilizler, Avrupalılar bir kez daha “uygarlaştırma misyonu”nu harekete geçirerek, Afrikalılar üzerinde hâkimiyet hakları olduğunu iddia ederek yeni bir vaseyat rejimi oluşturuyor. Hiçbir muhalefet, direniş, mücahede bilincine sahip olmayan “ılımlı”, “hoşgörülü” İslami unsurlar küresel siyasal proje adına araçsallaştırılıyor. 15 İktibas G ünümüzde, Müslümanların politik bilinçleri küresel sistemin beklentileri/ talepleri/çıkarları doğrultusunda yönetiliyor. Müslümanlar, her dönemde imal edilen uyumluluk/ hoşgörü politikaları doğrultusunda konumlandırılabiliyor. Tarihten dışlanan ve tarihsizleştirilen Müslümanların, gerçek bir varoluş sergileyebilmeleri için, yeniden tarih sahnesine çıkmaları gerekiyor. Soğuk Savaş döneminde komünizme karşı Amerika’nın himayesini seçen Müslümanlar, şimdilerde Şiiliğe karşı, Amerika’nın himayesini seçtiler. Eleştirel/ özgün düşünme ve analiz yeteneğine sahip olmayan İslami cemaatler, bugün her tür konformizmle, özellikle de resmî konformizmle bütünleşmiş bulunuyor. DÜŞÜNCE tüketirler. Bu çevreler nihai tercihler yapamazlar, nihai kararlar alamazlar, konjonktürel tavırları seçerler. Konjonktürel seçimler yapanlar bu tercihlerini korkuları sebebiyle yaparlar. Korkular, çıkarlar temelinde tercihte bulunanların vicdani yanları körelmiştir. Bunun içindir ki; konjonktürel-edilgen pasif konumları seçenler, hiçbir şekilde hakikati temsil edemezler, hakikati konuşamazlar. Günümüzde, Müslümanların politik bilinçleri küresel sistemin beklentileri/talepleri/çıkarları doğrultusunda yönetiliyor. Müslümanlar, her dönemde imal edilen uyumluluk/hoşgörü politikaları doğrultusunda konumlandırılabiliyor. Tarihten dışlanan ve tarihsizleştirilen Müslümanların, gerçek bir varoluş sergileyebilmeleri için, yeniden tarih sahnesine çıkmaları gerekiyor. Soğuk Savaş döneminde komünizme karşı Amerika’nın himayesini seçen Müslümanlar, şimdilerde Şiiliğe karşı, Amerika’nın himayesini seçtiler. Eleştirel/özgün düşünme ve analiz yeteneğine sahip olmayan İslami cemaatler, bugün her tür konformizmle, özellikle de resmî konformizmle bütünleşmiş bulunuyor. İslamcılık, her tür konformizmi reddetmekle başlar. Direniş/ muhalefet olmadığı taktirde, tahakküm de devam edecektir. Konformizmle bütünleşen İslami çevreler bugün, İslamcılıktan ayrılarak Natoculuğa, muhayyel bir Suriye tehdidine karşı Patrıotçuluğa doğru sürükleniyor. 16 Geleneksel konformizm, resmî konformizm Müslüman zihinleri bilinçten, eleştiri ve sorgulamalardan, muhalefetten uzaklaştırıyor. Ortadoğu’da, Afrika’da yaşanan tarihsel olayları, müstekbirler/muktedirler nasıl anlıyorsa bizim de bu olayları öyle anlamamız isteniyor. İslami cemaatlerin gündemini ucuz ayrıntılar, yüzeysel klişeler ve hizip çıkarları oluşturuyor. Hiç kimse neosömürgecilikle ya da kolonyalist Nato’nun ideolojik-militarist politikalarıyla ilgilenmiyor. Yakın gelecekte bir gün, Müslüman cemaatlerin, kendi çıkarları için Nato’dan Patrıot talep etmeleri sürpriz sayılmayacaktır. Bilgi/algı/enformasyon kirliliği Müslümanlar arası ilişkileri de kirletiyor. Görüş/yorum farklılıkları ne yazık ki, derin anlaşmazlık konusu hâline gelebiliyor. İçerisinde bulunduğumuz günlerde Mali’den başlayarak bütün bir Afrika’yı içerisine alacak, Mali’nin ve Afrika’nın yeraltı zenginliklerine yönelik emperyalist saldırıları konuşmak ve bu saldırılara karşı bir direniş bilinci oluşturmak yerine daha çok, Mali’li, Afrika’lı direniş gruplarının aşırı bulunan İslami yorumları konuşuluyor ve tartışılıyor. Hiçbir gelişme, Müslüman kamuoyunun, emperyal/küresel propaganda dili karşısında edilgenleştirilmesi kadar umut kırıcı olamaz. Gerçek umutlar için, İslami, bağımsız irademizi harekete geçirmemiz gerekir. İktibas DÜŞÜNCE ZAMANLA DEĞİŞMEYENLER HÜSEYİN BÜLBÜL bulbulhuseyin@mynet.com E y Muhammed!) Az kalsın seni bile, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı iftira edesin diye, fitneye düşüreceklerdi ve o takdirde seni dost edineceklerdi. Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık neredeyse sen onlara birazcık meyledecektin. O takdirde sana, hayatın da ölümün de kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.” Zaman insan için en önemli unsurdur. İnsan bilir ki, hayat zamanla başlar zamanla biter. İşte hayat denilen şey bu iki nokta arasında yaşadığımız, yapıp ettiklerimizden ibarettir. Bu nedenle Rabbimiz: “Asra yemin olsun ki insanlar hüsrandadır. Ancak iman eden ve salih amel işleyenler bir de,- birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.” (Asr 103/1-3) buyurmuştur. İman edip salih amel işleyenler, imanına şirk bulaştırmamak için hayatı bir ölçüye göre yaşayarak zamana teslim olmamış, daima doğrudan ve haktan yana koyduğu tavırlarıyla örnek bir mücadele sergilemişlerdir. Bu şahsiyetlerin en başında sayılabilecek olanlar kuşkusuz Allah’ın elçileridir. Bunların içerisinde “O tek başına bir ümmetti” buyrulan İbrahim (a.s.), Nuh (a.s.) ve Muhammed (a.s.) gibi kıyamete kadar insanlar için örnek olanları takdim buyurmuştur. (Ahzab 33/21) İşte Kur’an yaşanmış olan bu şahitliklerin örneklerini bizlere sunarken asırlar sonra gelecek hayatları aydınlatmak istemiştir. Bu şahitliğin en son örnekliğini sunan Hz. Muhammed (a.s.) ile kavmi arasında geçen çetin mücadelenin belirli safhaları muhtelif yönleriyle ayet ve surelerin beyanıyla ortaya konulmuştur. “(Ey Muhammed!) Az kalsın seni bile, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı iftira edesin diye, fitneye düşüreceklerdi ve o takdirde seni dost edineceklerdi. Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık neredeyse sen onlara birazcık meylede- cektin. O takdirde sana, hayatın da ölümün de kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.” (İsra 17/73-75) O çetin mücadelenin en belirgin örneklerinden birisi de Kâfiruun suresiyle ebedileştirilmiştir. Bu sure, Mekke döneminin en kritik bir dönemini bizlere resmetmektedir. Malum olduğu üzere “kurulu düzenler” kendilerine rağmen tebaalarında meydana gelen bir değişimi kabul etmeleri mümkün olmadığı için aralarında çıkacak bir mücadele kaçınılmaz olacaktır. Bu tür mücadelelerin bu güne kadar izlemiş olduğu yöntem dört safhadan oluşmaktadır. Birinci safha dile getirilen yeni durumu önemseyip değer vermeyerek zamanla unutulup gitmesini sağlamak. Bu yöntem başarılı olmadığı, insanların o düşünceye rağbet ettikleri görülürse şiddete başvurarak yeni olan bu fikri susturmak, bastırıp bitirmek isterler. (Hâlbuki düşünce tabiatı gereği baskılar ile üstesinden gelinmesi mümkün olmayan bir tabiata sahiptir. Bir şey yasaklandıkça güç kazanır. Halkın mağdura karşı merhamet duyguları kabarır ve fikir yükselişe geçer.) Bundan sonraki safhada ise mücadele gevşetilerek daha yumuşak ve uysal bir yönteme başvurulur. Karşılıklı taviz ve uzlaşma teklifleriyle yaklaşılmaya çalışılır. Bu yöntemle de sonuç alınamaz ise hareketi tümüyle imhaya yönelerek toplumdan silinip atılma safhasına geçilir. İşte Kâfiruun suresi, bu mücadelenin üçüncü safhasında Kureyş 17 İktibas D oğrusu herhangi bir şekilde yolun ortalarında buluşma imkânı bulunmayan tam bir ayrılığın özündeki farklılıkları izah edebilmek için bu derece kesin bir ayrılığa gerek vardı. Çünkü ihtilaf inançların özünde, düşüncelerin esasında, nizamın hakikatinde ve yolun mahiyetindeydi. Çünkü tevhit ayrı bir yoldur, şirk ayrı bir yoldur ve ikisi asla birleşemez. Tevhit, insanı varlıklarla birlikte Allah’a yönelten eşi ve benzeri bulunmayan Rabb’e tevcih eden bir yoldur. İnsanın akidesini, değer ölçüsünü, gideceği yolu, edep ve ahlâkını, hayat ve varlık hakkındaki bütün tasavvurlarını, alacağı noktayı kesin olarak belirten bir nizamdır. Müminin her şeyini aldığı bu nokta eşi ve benzeri bulunmayan Allah Teâla’dır. Bunun için de iman hayatı bütünüyle bu esaslara dayanır. 18 DÜŞÜNCE müşriklerinin sahneye koydukları taviz yöntemiyle hedefe ulaşma planlarına verilmiş ilahi bir cevaptır. Kureyş, Ebu Talib hayatta iken birkaç kez cazip teklifler ile Muhammed (a.s.)’e göndermelerine rağmen sonuç alamayınca daha cazip bir teklif ile gelerek Muhammed (a.s.)’i ikna edeceklerine inanmışlardı. Şimdiye kadar esas vurgu, davasından vazgeçmesine yapılırken bu defa kısmen de olsa Muhammed (a.s.)‘i kabul ediyor görünüyorlardı. Şöyle diyorlardı: “ Ey Muhammed, anladık ki seni davandan vazgeçiremeyeceğiz. O zaman seninle uzlaşalım, anlaşalım. Bir yıllık bir sürede on bir ay biz senin ilahına kulluk edelim. Sen de bir ay bizim ilahlarımıza kulluk et. Böylece bizim aleyhimize de olsa aramızdaki husumeti bitirmek için buna razıyız.” Peygamberi ikna edeceklerinden çok ümitli oldukları bu konuda, Allah Teâla hiç beklemedikleri şu cevabı vermiştir: “Deki: Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam. Sizler de benim taptığıma tapmazsınız. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Sizler de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.” İlişkilerin çok kritik bir döneminde böylesine açık, böylesine sert ve böylesine kesin bir ifadeyle reddedişin hikmeti, tevhide sinsice bulaştırılmaya çalışılan şirkin ve küfrün asla kabul edilebilir bir durum olamayacağını tüm açıklığı ile ortaya çıkarmaktı. İslam ile şirk arasında hiçbir ortak noktanın olamayacağı ancak bu kadar net anlatılabilirdi. Hiçbir dönemde duruşunu asla bozmayan, küfrün oyunlarına gelmeyen nebevi duruşa, insanlık her zaman muhtaçtır. Bu surenin tefsirinde Seyyid Kutub, kesinlikle ayrışmanın, tavizsizliğin, değişmeyen kadim duruşun gösterilmesine dair şunları söylemektedir: “Doğrusu herhangi bir şekilde yolun ortalarında buluşma imkânı bulunmayan tam bir ayrılığın özündeki farklılıkları izah edebilmek için bu derece kesin bir ayrılığa gerek vardı. Çünkü ihtilaf inançların özünde, düşüncelerin esasında, nizamın hakikatinde ve yolun mahiyetindeydi. Çünkü tevhit ayrı bir yoldur, şirk ayrı bir yoldur ve ikisi asla birleşemez. Tevhit, insanı varlıklarla birlikte Allah’a yönelten eşi ve benzeri bulunmayan Rabb’e tevcih eden bir yoldur. İnsanın akidesini, değer ölçüsünü, gideceği yolu, edep ve ahlâkını, hayat ve varlık hakkındaki bütün tasavvurlarını, alacağı noktayı kesin olarak belirten bir nizamdır. Müminin her şeyini aldığı bu nokta eşi ve benzeri bulunmayan Allah Teâla’dır. Bunun için de iman hayatı bütünüyle bu esaslara dayanır. Bu kesin ayrılık hem davet edenler için hem de davet olunanlar için zaruri idi. Çünkü özellikle daha önce doğru bir inanca bağlanıpta sonra sapıtmış olan topluluklarda iman düşüncesiyle cahiliyet düşünce- İktibas DÜŞÜNCE si birbirine karışır. Bu tip topluluklar mücerret olarak her türlü sapıklıklardan, karanlıklardan ve dönekliklerden uzak olan iman esasları için daha azılı topluluklardır. Bunlar hiç inanç sahibi olmamış topluluklardan daha azgın olurlar. Çünkü sapıklık ve döneklik içerisinde bocalayıp durur iken kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. İnançlarıyla yaptıkları karmakarışık olduğundan sağlamla çürüğü ayırmak mümkün olmaz. Hatta bazı zaman dava adamları bile onların iyi yönlerini benimsemesini ve bozuk yönlerini düzeltmeye çalışması halinde kendisine geleceklerini düşünebilirler. Hâlbuki bu yanlıştır ve bu yanılma son derece tehlikelidir. Şurası muhakkak ki, cahiliyet cahiliyettir, İslam İslam’dır. Aralarında çok büyük farklar vardır. Gidilecek yol bütünüyle cahiliyetten çıkıp ve yine bütünüyle İslam’a girmektir. Takip edilecek metot bütün şekilleriyle cahiliyetten sıyrılıp çıkmak ve bütün emirleriyle gelip İslam’a sığınmaktır. Yolda atılacak ilk adım dava adamının cahiliyet sisteminden, nizamından ve hareketlerinden tam olarak sıyrılıp ayrılması ve bunun şuuruna ermesidir. Yolun ortasında buluşma imkânı bırakmayacak kadar ayrılmak… Cahiliye ehlinin tamamen cahiliyetlerinden çıkıp bütünüyle İslam’a girmeleri hâlinde yardımlaşabileceklerini kabul ederek bunun dışında bir dayanışma imkânı bırakmayacak kadar ayrılmaktır. Yama yok. Taviz vermek yok. Yolun ortasında buluşuma yok. Cahiliyet ne kadar İslam kılığına bürünürse bürünsün ve Müslüman olduğunu ne kadar iddia ederse etsin anlaşma yok. Bu, dava adamının şuurunda kesin olarak yer etmesi, konulması gereken ilk temel taştır. Dava adamı kendisinin ayrı bir yolda, öbürlerinin ayrı bir yolda olduğunu kabul etmelidir. Onların kendilerine göre dinleri, kendinin de kendine göre dini olduğunu, onların kendilerine göre yolları, kendinin de kendine göre yolu olduğunun şuuruna ererek anlamalıdır. Gittikleri yolda birlikte tek bir adım dahi atamayacaklarını kabul etmelidir. Onun vazifesi kendi yolunda yürümektir. Hiç taviz vermeden veya kendi dininde az veya çok fire vermeden… Tam olarak uzaklaşmak, kesin olarak ayrılmak ve açıkça kestirip atmak… Yapılacak iş…. “Sizin dininiz size benim dinim banadır.” Bugün İslam davasına bağlanan ve bu daveti yürütenler böylesine kesinliğe, böylesine ayrılığa ve böylesine farklılığa ne kadar muhtaçtırlar. Kendilerinin İslam’ı sapık bir cahiliyet ortamında ve daha önce onu tanıdıkları hâlinden uzun süre uzak kalmanın “kalplerini karartıp ve çoğunun da fasıklar olduğu”nu kabul ederek yeniden İslam’ı korumaya çalıştıklarını iyice fark etmeye ve anlamaya ne kadar muhtaçtırlar. C ahiliyet ne kadar İslam kılığına bürünürse bürünsün ve Müslüman olduğunu ne kadar iddia ederse etsin anlaşma yok. Bu, dava adamının şuurunda kesin olarak yer etmesi, konulması gereken ilk temel taştır. Dava adamı kendisinin ayrı bir yolda, öbürlerinin ayrı bir yolda olduğunu kabul etmelidir. Onların kendilerine göre dinleri, kendinin de kendine göre dini olduğunu, onların kendilerine göre yolları, kendinin de kendine göre yolu olduğunun şuuruna ererek anlamalıdır.Gittikleri yolda birlikte tek bir adım dahi atamayacaklarını kabul etmelidir. Onun vazifesi kendi yolunda yürümektir. Hiç taviz vermeden veya kendi dininde az veya çok fire vermeden… Tam olarak uzaklaşmak, kesin olarak ayrılmak ve açıkça kestirip atmak… Yapılacak iş…. “Sizin dininiz size benim dinim banadır.” 19 İktibas S izin dininiz size, benim dinim banadır…” İşte benim dinim… Düşüncesini, değer ölçüsünü, inancını ve şeriatını her şeyini bütünüyle Allah’tan alan… Başkasını ona ortak koşmayan… Hayatın bütün yönlerini ve davranışlarını Allah’a yönelten saf tevhit akidesi… Bu kesin ayrılık olmadan karışıklık devam edecek. Tavizler sürecek, yamalar yamanmaya çalışılacak ve karanlıklar kalkmayacaktır. Böylesine güçsüz, cılız ve karmaşık esaslarla İslam’a davet olmaz. Çünkü ancak ve ancak, açıklıkla sarahatle ve yiğitçe İslam’a davet edilebilir. İşte davete giden ilk yol: “Sizin dininiz size benim dinim banadır.” DÜŞÜNCE Verilecek tavizlerinin bulunmadığını, yolun ortasında buluşmalarının imkânsız olduğunu, ayıpları düzeltmenin yırtıkları yamamanın ve nizamları birbirine iliştirmenin mümkün olmayacağını kabule ne kadar muhtaçtırlar. Yapacakları işin ilk defa İslam ile cahiliyet arasında olduğu gibi, yeniden İslam’a davet etmek olduğunu ve tam olarak cahiliyetten ayrılıp sıyrılmak olduğunu kavramaya ne kadar muhtaçtırlar. “Sizin dininiz size, benim dinim banadır…” İşte benim dinim… Düşüncesini, değer ölçüsünü, inancını ve şeriatını her şeyini bütünüyle Allah’tan alan… Başkasını ona ortak koşmayan… Hayatın bütün yönlerini ve davranışlarını Allah’a yönelten saf tevhit akidesi… Bu kesin ayrılık olmadan karışıklık devam edecek. Tavizler sürecek, yamalar yamanmaya çalışılacak ve karanlıklar kalkmayacaktır. Böylesine güçsüz, cılız ve karmaşık esaslarla İslam’a davet olmaz. Çünkü ancak ve ancak, açıklıkla sarahatle ve yiğitçe İslam’a davet edilebilir. İşte davete giden ilk yol: “Sizin dininiz size benim dinim banadır.” (Seyid Kutub Fizilali’l-Kur’an c. 16 s.409-411) Surenin tamamı, iki ayrı anlayışı kalın çizgilerle ayırmasına rağmen, konuyu farklı boyutlara taşımak için hiçbir sebep yoktur. Olayı doğru bir zemine oturtmak için surenin geldiği ortamı, böyle bir öneriyi getirenlerin neyi hedeflediklerini, ilahi cevabın üslup ve 20 şiddetini doğru okumamız gerekmektedir. Allah sinsice kurulmuş olan bu tuzağı İslam’ın lehine bozarak İslami hareketi asimile olup gitmekten kurtarmıştır. Müşrikler bu teklif ile tevhidi düşünceyi bozarak kendisi ile çelişir hale getirmeyi hedeflemişlerdi. Ancak Allah böyle bir duruma fırsat vermedi. Yolların, inançların ve dinlerin ayrılığını kesin bir dille ortaya koyarak oyunlarını bozuverdi. Surenin cihad ayetlerinin gelmesiyle neshedildiğini söyleyenlerin isabet ettiklerini söylemek mümkün değildir. Çünkü kıyamete kadar Müslümanların küfre karşı göstermesi gereken bir duruşu ortaya koymaktadır. Şimdiler de ise aynı oyunu küresel sistem ve iş birlikçileri kotarmaya çalışıyorlar. Demokrasi ve laiklik adına herkese ve her kesime dağıtılan mavi boncuk sayesinde, tüm kesimler içerilmektedir. Medeniyetlerin çatışması tezinde bu duruma parmak basılarak şöyle ifade edilmektedir: “Demokrasinin kendisinden başka sistemleri başlangıçta anlayışla karşılaması, onları kabul ettiğinden değil, zamanla asimile edeceğine olan inancından dolayıdır.” Bu durumu kendileri için fırsat olarak görenler, kimlere hangi fırsatı verdiklerini anladıkları gün çok geç olduğunu anlayacaklardır ama geriye dönmek mümkün olmayacaktır. İktibas DÜŞÜNCE MÜSLÜMANLARIN DURUŞ SORUNLARI BAĞLAMINDA “SİSTEM-İÇİ” MÜCADELE A. BURAK BİRCAN Biz Müslümanlar her yönüyle korunmuş bir ilahi kitaba, yol göstericiye doğruyu yanlıştan ayırt edici bir ölçüte sahip olmamıza rağmen Kur’an merkezli bir din anlayışı yerine tarihî tortuların, modern sapmaların öne çıktığı bir din algısının hâkim olduğu bir coğrafyada yaşamaktayız. Zihinler, dolayısıyla dilleri-kavramları dönüşmüş, kendilerini İslam ile tavsif etmelerine rağmen referanslarında ciddi sapmalarla malul bir toplumda öze dönüşçü bir çizginin takipçisi olarak net bir duruş sergilemeye çalışmaktayız. Bahse konu toplumda Batılı düşüncenin belirgin özelliği olan seküler çizginin jakobenradikal yorumu ret edilirken ılımlı versiyonu bir çıkış olarak sunulmakta, Müslümanların değerleri ile uyumlulaştırılmaya çalışılarak adeta yeniden tanımlanmaya ve bu hâliyle insanımıza benimsetilmeye çalışılmaktadır. Maalesef insanımızın zihin yapısı da bunu kabule hazır gözükmektedir. Zira kendilerini İslam ile tavsif eden insanlar bir günde bu hâle gelmediler. Bir süreç sonunda ve bu sürecin içeriğinin farkında olarak veya olmayarak ciddi savrulmalar yaşadılar. Kur’an’a bakışları, sünnet anlayışları değişikliğe uğradı. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak siyasi otorite ile ilişkileri, dolayısıyla yöntem algıları farklı bir düzlemde gelişti. Bu çok temel ve stratejik duruş sorunları “sistem-içi” mücadele yöntemini içselleştirmeleri ve/veya yanlış yorumlamaları sonucunu doğurdu. Tarihî süreç içersinde Müslümanlar, iddiaların aksine milletler arası arenada başat aktör konumunda oldukları dönemlerde de sorunlu bir din algısına doğru yol alan bir süreç yaşamaktaydılar. Ancak rakiplerinin içinde bulundukları ciddi açmazlar nedeniyle bu sapma ve savrulmalarının sonuçlarını daha çok kendi içlerinde yaşadılar. Ne zaman karşısındaki güçler kendi ideolojik düzlemlerinde atılımlar yapıp parlak dönemler yaşamaya başladılar işte o zaman yitirdiklerinin nelere mal olduğunu çok net algıladılar. Lakin çıkışın süreç içersinde kaybettikleri temel doğrulara tekrar dönmekle mümkün olduğunu büyük bir çoğunluğu anlayamadı. Bunun farkında olanlar ise yaşanması gereken sürecin gereğini yapamadılar ya da konjoktürel gerekçelerle eksik yaptılar. Tüm bunlara rağmen yaşanılan zilletin arka planının ne olduğunun bilincinde olmayanlar savunmacı yaklaşımlarla düşmanı hep dışarıda aramaya ve konjonktürel, eklektik çözüm arayışlarına devam ettiler. Çağın zorladığı göreceli, ılımlı, seküler bir eksende yürütülen ve küresel odakların desteklediği yeni bir paradigma ile karşı karşıyayız. Bu yeni model felsefesi, değerleri ile yeni olmayan bir niteliğe sahip. İnsanlığa temel doğruları sunamayan Batılı bir paradigmanın içeriden sorgulamasıyla ortaya konan bir model. Bu modelin “çağın ruhu” denilerek insanlığa sunulması ve algı yönetimi teknikleriyle kamuoyuna benimsetilmeye çalışılması manidardır. Aynı zamanda insanlığı batının deli gömleğinden kurtarıp bir çıkış sunabilecek yegane bir din/yaşam biçimi olan İslama rağmen kendilerini İslam ile tavsif eden birilerinin de yeni paradigma çerçevesinde bir yaklaşım sergilemeleri söz konusu. Bu çevreler post modern değerlerle kendi değerlerini uyumlulaştırmaya çalışarak ucube bir ideolojik eksen üreterek Müslümanları çeşitli maslahatlarla bu sapkın anlayışa davet etmeleri de sorunu daha çetrefilli hâle getirmektedir. Dünyada ve bölgedeki değişimlere paralel olarak çevremizde, özellikle de Müslümanların yaşadıkları coğrafyada söz konusu ideolojik rüzgârlar estirilmekte, değişim ve dönüşüm süreçleri yaşanmaktadır. Küresel güç odaklarının oluşturduğu ve belirli bir dönem desteklediği statüko artık miadını doldurmuş durumda. Uzun süredir planlanan değişim ve dönüşüm 21 İktibas L aisizm-Sekülerizm, demokrasi, insan hakları, serbest piyasa gibi Batılı kavramların tarihsel olarak insanlığın ortak üretimi (?!) evrensel kavramlar olarak sunulduğu ve bu yolda her türlü ideolojik savaş tekniklerinin kullanıldığı bir dönemden geçmekteyiz. Değişen dünya dengeleri bir taraftan ‘Müslümanları’ uluslararası sistemin merkezine doğru hareket ettirmeye çalışırken diğer taraftan da Batılı standartlarla uyumlu hareket etmeyen ve bu süreci radikal bir yaklaşımla ret eden Müslümanları, oluşturdukları yapıları niteliklerine ve yöntemlerine bakmadan terör ile özdeşleştirerek marjinalleştirmek istemektedirler. süreci yeni dinamiklerle meydana gelmektedir. Halkın baskı, zulüm, yolsuzluk ve yoksulluklara karşı meşru taleplerini ve tepkilerini de arkasına alan bu süreç, Müslümanlar açısından kritik bir öneme sahiptir. Statükocu, otoriter yönetimlerin yıkılması muhakkak ki dikkate değer bir gelişmedir. Ancak bu değişim sürecinin arka planı ve 22 DÜŞÜNCE eski yapıların yerine ikame edilecek rejimlerin niteliği de en az onun kadar önemlidir. Çünkü bu konudaki anlayış ve duruşun niteliği Müslümanların sadece bugününü değil geleceğini de etkileme gücüne sahiptir. Laisizm-Sekülerizm, demokrasi, insan hakları, serbest piyasa gibi Batılı kavramların tarihsel olarak insanlığın ortak üretimi (?!) evrensel kavramlar olarak sunulduğu ve bu yolda her türlü ideolojik savaş tekniklerinin kullanıldığı bir dönemden geçmekteyiz. Değişen dünya dengeleri bir taraftan ‘Müslümanları’ uluslararası sistemin merkezine doğru hareket ettirmeye çalışırken diğer taraftan da Batılı standartlarla uyumlu hareket etmeyen ve bu süreci radikal bir yaklaşımla ret eden Müslümanları, oluşturdukları yapıları niteliklerine ve yöntemlerine bakmadan terör ile özdeşleştirerek marjinalleştirmek istemektedirler. Bu durumda Müslümanların düşünsel ve siyasal duruşu stratejik bir önem kazanmaktadır. “SİSTEM-İÇİ” MÜCADELEDE TÜRKİYE ÖRNEĞİ VE AÇMAZLARI Cumhuriyet kadrolarını iki temel siyasi çizgi olarak değerlendirmek mümkündür ama unutmamalıyız ki bu iki siyasi çizginin cumhuriyetin temel felsefesi, hedefleri ve ilkeleri konusunda herhangi bir ihtilafları söz konusu değildir. Batılılaşmak, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak konusunda birbirleriyle yarışları, sistem içi güç ve çıkar mücadeleleri hep devam etmektedir. Bunlardan birincisi jakoben, tepeden inmeci, yukarıdan aşağıya bir modernleşmeyle amaca ulaşacağına inanırken ikincisi, evrilmeci, ılımlı, halkı sürece dâhil etmenin ve halkın değerleriyle mümkün olduğunca çatışmamanın gereğine inanan bir yaklaşımı temsil etmektedir. Cumhuriyetin kuruluş döneminin dış şartları birinci anlayışa sahip kadroların hâkim olmaları sonucunu soğurmuşsa da bu iki siyasi çizgi arasındaki sistem-içi mücadele devam etmiştir. Cumhuriyet Halk Fırkası/Partisi-Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve bunların çizgisinde siyaset yapan partilerin mücadeleleri, bugün de bu temel siyasi çizgileri temsil eden partiler, kuruluşlar statükocular -değişimciler- olarak mücadelelerini devam ettirmektedirler. Bilindiği üzere kadim Yunan, eski Roma ve Hıristiyanlık senteziyle ortaya çıkan ve seküler bir temelde yükselen Batı medeniyetinin İslam ile tarihî problemi bulunmaktadır. Yaşadığı aydınlanma süreci sonunda başat bir güç hâline gelen Batı, kendi varlığını, Müslümanların yaşadıkları coğrafyadaki hâkimiyetini sürdürebilmek için İslam ile hesaplaşmanın bir zorunluluk olduğunun farkındadır. Bunun için, ya İslam’ı yok etmek ya da korunmuş yegâne ilahi kaynağa sahip olan Müslümanları ana kaynaktan uzaklaştırarak, Batılı değerlerle uyumlu bir din algısını inşa İktibas DÜŞÜNCE ederek onları kontrol etmek durumundadır. Kendilerini İslam ile tavsif eden geniş bir kitlenin şaşkınlığı ve ne yapacağını bilmezliğinden de yararlanarak buna cüret etmektedirler. Batı ve Batıcıların hayati öneme sahip bu stratejilerinin görülmesi ve bunun arka plandaki Batının genlerine işlemiş, felsefelerine nüfuz etmiş farklı bir tecrübenin sonucu ortaya çıkan “din” algısını göz ardı etmememiz gerekmektedir. Öyle ki bu gerçekliği dikkate almadan Batıyı, Batılı değerleri esas alan sistemleri anlamaya çalışmak, onlarla ilgili çıkarımlarda bulunmak yanlış olacaktır. Zira bugün başat konumda bulunan güçler bilmektedirler ki başta hukuk ve toplum alanları olmak üzere ontolojik, epistemolojik, vd. hayata dair alanlarda insanlığa teklifi olan yegâne din (ideolojik beklentilere de cevap veren) İslam’dır. Bu nedenle İslam, dün olduğu gibi bugün de egemen güçler için potansiyel bir tehlike, alternatif bir medeniyettir. Bu bağlamda Müslümanların yaşadıkları coğrafyadaki Batılılaşma projelerinin kendine özgü şartları vardır. Bu projelerin “ideolojik savaş” boyutu hep vardır. Dolayısıyla egemen güçler buralardaki ideolojik mücadelelere kayıtsız kalmazlar. Aynı zamanda sistem içi güç ve çıkar mücadelesinin seyrini de gelecekleri ve güvenlikleri açısından önemserler, stratejik boyutta müdahale ederler. Bu durum, Türkiye’deki sistem içi mücadelenin ta başından bu yana net bir şekilde görülebilir. Zaten stratejik önemi dolayısıyla Türkiye dünyadaki değişimlere ve dış etkilere çok daha duyarlıdır. Doğal olarak Türkiye’deki siyasal sistemin ideolojik sınırlarını belirleme çabamızda karşımıza üç önemli başlığın çıktığını görebiliriz. Bunlar, verili sistemin tehdit değerlendirmesindeki sıralamaya göre İslam, Sosyalizm ve Milliyetçilik (daha doğrusu Türk Milliyetçiliğinin bilinçli ve/veya bilinçsiz olarak tetikleyip derinleştirdiği Kürt Milliyetçiliği). Dünya görüşü itibariyle Batının düşünsel temellerine yabancı olmayan, reaksiyoner bir çıkışı yansıtan sosyalizm Türkiye Cumhuriyeti için konjonktürel olarak bir tehdit oluşturmuş gibi gösterilse de artık bir tehdit olarak algılanmamaktadır. Ulus devlet projesinin bir gereği olarak Osmanlı kültür zemininden bir “ulus” oluşturma çabaları cumhuriyetin başını çok ağrıtmıştır. Bunda İslam dini ile Batı’nın yaşadığı tecrübedeki din olgusunu birbirlerine karıştırmaları ve geleneksel boyutlarıyla da olsa toplumu küçümsemelerinin rolü büyük olmuştur. Her ne kadar Batılılaşma hedefine kilitlenmiş olan bir sistemin İslam ile karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz olsa da Müslümanlarla çatışmada asıl öne çıkan boyut laik Türkiye Cumhuriyeti’nin seçtiği modernleşme yöntemi olmuştur. Zira kendilerini Müslüman olarak tavsif eden insanımızın büyük çoğunluğunun Batılılaşmanın ne olduğu konusundaki yüzeysel yakla- D oğal olarak Türkiye’deki siyasal sistemin ideolojik sınırlarını belirleme çabamızda karşımıza üç önemli başlığın çıktığını görebiliriz. Bunlar, verili sistemin tehdit değerlendirmesindeki sıralamaya göre İslam, Sosyalizm ve Milliyetçilik (daha doğrusu Türk Milliyetçiliğinin bilinçli ve/veya bilinçsiz olarak tetikleyip derinleştirdiği Kürt Milliyetçiliği). Dünya görüşü itibariyle Batının düşünsel temellerine yabancı olmayan, reaksiyoner bir çıkışı yansıtan sosyalizm Türkiye Cumhuriyeti için konjonktürel olarak bir tehdit oluşturmuş gibi gösterilse de artık bir tehdit olarak algılanmamaktadır. şımları, İslam algıları konusunda onlara hâkim olan tarihsel birikimler, bidat ve hurafeler, en önemlisi de ana kaynaktan uzaklaşma sistemin İslam ile çatışmada zemini kaymış bulunmaktadır. Kuruluş felsefesiyle, ideolojisiyle, ilkeleri ve değerleriyle sistemi topyekûn değerlendirmek ve ona göre bir duruş sergilemek yerine, sistem içi taraflardan biri hasım olarak görülmüş, en az diğeri kadar tehlikeli olan ama kullandığı 23 İktibas C umhuriyet tarihi boyunca sistem-içi mücadelenin taraflarından biri haklı olarak hedefe yerleştirilirken diğeri sanki aynı siyasal sistemin ideolojik özelliklerine sahip değilmiş gibi hep ıskalanmıştır. Oysa sistem içi mücadelenin taraflarını birbirinden ayıran unsur, modernleşmede tercih ettikleri yöntemdir, yaklaşımdır. Jakoben /devrimci, baskıcı, tepeden inmeci, seçkinci bir geleneği temsil edip kaba araçlarla amacına ulaşmayı öngörürken diğeri daha ılımlı bir yaklaşımı, Anglosakson geleneği temsil etmektedir; dolayısıyla ikincisinin kullandığı araçlar da daha sofistike, daha aldatıcı ve çeldirici olmuştur. ılımlı yaklaşım ve sinsi “ideolojik savaş” yöntemi nedeniyle birincisi kadar iyi tanıyamadıkları taraf ile yakın durmuşlardır. Bu henüz İslami bilincin milliyetçimuhafazakâr düzeyi aşamadığı dönemde böyle olduğu gibi, maalesef bugün de konjonktürel fırtınalarla benzer eğilimlere şahit olmaktayız. 24 DÜŞÜNCE Cumhuriyet tarihi boyunca sistem-içi mücadelenin taraflarından biri haklı olarak hedefe yerleştirilirken diğeri sanki aynı siyasal sistemin ideolojik özelliklerine sahip değilmiş gibi hep ıskalanmıştır. Oysa sistem içi mücadelenin taraflarını birbirinden ayıran unsur, modernleşmede tercih ettikleri yöntemdir, yaklaşımdır. Jakoben /devrimci, baskıcı, tepeden inmeci, seçkinci bir geleneği temsil edip kaba araçlarla amacına ulaşmayı öngörürken diğeri daha ılımlı bir yaklaşımı, Anglosakson geleneği temsil etmektedir; dolayısıyla ikincisinin kullandığı araçlar da daha sofistike, daha aldatıcı ve çeldirici olmuştur. Batı düşüncesinin ana ekseninde yer alan seküler mantık, özünde skolastik düşüncenin karşısında yer almasına rağmen, Türkiye’deki jakoben geleneği takip eden Batıcı kadrolar, uzun bir dönem sekülerlik adına kendilerine değişmez doğrular belirlemişler, laikliğin bir yorumunu sistem için tehlike gördükleri İslam’ın karşısına adeta alternatif bir din gibi yerleştirmişlerdir. Buna karşın, Anglosakson geleneği takip eden ılımlı laikler ise buna, batılı değerler, modern referanslarla karşı çıkmışlar, tarihsel modernist okumalarla sözde evrensel değerlerle uyumlu bir din anlayışını temsil etmelerine rağmen, İslam’ı doğru algılayamayan insanlar (halk) nezdinde hep tercih edilmişlerdir. Türkiye’deki siyasal sistem içinde laiklik anlayışının farklı versiyonlarının dini/İslam’ı algılama ve kendi bakış açıları çerçevesinde onu tehdit olmaktan çıkarma mücadelelerinde farklı yöntemler kullandıklarını belirtmiştik. Konunun daha net anlaşılabilmesi için bazı hususların altınını çizmek gerekmektedir. Her iki anlayış da İslam’ı seküler bir zemine oturtmayı, farklı okumalarla yeniden yorumlamayı stratejik önemde görmektedirler. Ancak birincisi (jakoben/devrimci anlayışı benimseyen laikler), seçtiği yöntemin doğal bir sonucu olarak daha ötekileştirici, buyurgan bir dille bunu yapmaya çalışırken ikincisi (Anglosakson geleneği takip edenler, ılımlı laikler), çoğu zaman halkın içinden devşirdikleri aktörlerle daha ılımlı, sistemi tehdit etmediğini düşündükleri boyutlarda daha liberal bir tavır takınmaktadırlar. Kullandıkları bu ılımlı dil ise insanımızı aldatmaktadır. Bu aldatmada, (jakobenlere göre “din istismarı”nda) birinci anlayışın da çok önemli bir etken olduğunu gözden kaçırmamak lazımdır. Asıl gözden kaçırılmaması gereken husus ise her iki laiklik yorumu ve/veya modernleşme tarzında İslam’ı seküler bir yoruma tabi tutma zorunluluğudur. Birincisinde İslam’a/Müslümanlara yönelik “ideolojik savaş” boyutu eğitim kurumlarıyla, kültürel faaliyetlerle, tören ve söylemlerle üstü kapalı yürütülüp onları sindirme, baskı altında tutma görünür durumda iken, ikincisi hem birinci kesimin ötekileştirici, sindirici tavrının avantajlarıyla hem de aldatıcı yaklaşımıyla İktibas DÜŞÜNCE karşımıza çıkmaktadır ve söz konusu avantajların sağladığı imkânlarla “ideolojik savaş”ı çok daha planlı, programlı entelektüel faaliyetlerle sürdürmektedir. Tarihsel, modernist okumalarla Müslümanların değerlerini sözde evrensel değerlerle (demokrasi, insan hakları, serbest piyasa…) telif etme/ uyumlulaştırma, sonuç itibariyle diğerlerinin zorlandıkları seküler temelde yeni bir “din” inşa etme yolunda öne çıkmaktadırlar. Reel şartların aldatıcı cazibesi de bunlara yardımcı olmaktadır. En vahim olanı da İslam ile hiçbir alakası olmayan modernist değerler üzerine inşa edilmeye çalışılan bu din algısını sadece ılımlı laiklerin, sağcıların, liberallerin savunmamalarıdır. Giderek yaygınlaşan bir şekilde devşirilmiş siyasi aktörler, entelektüeller, kanaat önderleri ve cemaat liderleri de bu projenin parçası hâline gelmektedirler. Son dönemde bunlara, İslam’ın yeniden iktidar olmasını muhal gören ya da bunun kendi ömürleri içinde gerçekleşemeyeceği vehmine kapılanlar da dâhil olmuşlardır. Bu kesimler de küresel ölçekli “ılımlı İslam” projesinin değirmenine su taşımaya devam etmekte “ikbal beklentileriyle ideolojik/dini kaygılarını telif” kaygan zemininde sürüklenmektedirler. Peki, durum bu kadar net olmasına rağmen kendilerini İslam ile tavsif eden çevrelerin mevcut pozisyonlarını, sistem içi mücadelede “taraf” olmalarını nasıl değerlendirmek gerekir? Bunların büyük bir kesiminin sahih, net, Kur’an merkezli bir din algısına sahip olmadığını hemen belirtmemiz gerekir. Kur’an algısı, peygamber telakkisi ve İslami mücadelede yöntem konularında belirli bir düzeyde olduğu kabul edilenler de maalesef, içinde yaşadıkları cahili sistemi ya tanımamakta ya da reaksiyoner, telifçi yaklaşımlarla hareket alanlarını genişlettikleri vehmine kapılmaktadırlar. Birileri değişen dünya ve bölge koşullarına paralel olarak yenilenen küresel güçlerin temel politikacılarıyla uyumlu bir ideolojiyle sistemi yenileme sürecinde etkin roller üstlenmektedir. Bu bağlamda liberal demokratlar ve sosyal demokratlarla birlikte yoğun bir entelektüel çaba gösteren neo-nurcular/Gülen cemaati, hızla demokratikleşmeye çalışan sistemin vazgeçemediği sistem-içi odaklardan biri hâline gelmiş bulunmaktadır. Öyle ki Abant Toplantılarında (Abant Konsilinde) Allah’ın dininin yeniden yorumlanması ve sözde evrensel değerlerle uyumlu hâle getirilmesi hususunda ciddi çabalar göstermişlerdir. Bu ve benzeri açık sapmalara karşı tavır alması beklenilen bazı kesimler ise bunlara sessiz kalmakla yetinmeyip zamanla sistem-içi mücadelede birlikte hareket etmekte bir mahsur görmemektedirler. Geçmişte kavramların önemine vurgu yapan ve kavramları iki ana gruba ayırmak gerektiğini, bunlardan ideolojik olanlarının kesinlikle içi boşaltılıp yeniden B irileri değişen dünya ve bölge koşullarına paralel olarak yenilenen küresel güçlerin temel politikacılarıyla uyumlu bir ideolojiyle sistemi yenileme sürecinde etkin roller üstlenmektedir. Bu bağlamda liberal demokratlar ve sosyal demokratlarla birlikte yoğun bir entelektüel çaba gösteren neo-nurcular/ Gülen cemaati, hızla demokratikleşmeye çalışan sistemin vazgeçemediği sistem-içi odaklardan biri hâline gelmiş bulunmaktadır. tanımlanarak farklı değerler sisteminin kullanımına sunulamayacağını, ama teknik kavramlar için bunu söylemenin doğru olmayacağını açık ve net ifadelerle ortaya koyanların bugün geldikleri çizgi sistem-içi mücadelede stratejik yanlışların vahametini göstermesi bakımından önemlidir. Kendi hâlini sorgulamak, mücadele çizgisindeki çelişkileri en azından değer verdiği insanlara izah etmek durumunda olanlar, bunun yerine, Müslüman âlimleri, aydınları sistem-içi mücadeleyi eleştirdikleri için kafa karışıklığıyla suçlayabilmektedirler. Bunu da ciddi bir gerekçeye dayandırmak yerine, onların 25 İktibas T evhidi duruşlarıyla ve mücadelelerindeki etkinlikleriyle önemsenmesi gereken bir başka kesim de, sistem-içi mücadele stratejik yanlışının bir uzantısı olarak belki birçok taraftarını, yol arkadaşını şaşırtmakta onların da ciddi tereddütler yaşamasına neden olmaktadır. Bunlar, “zalimle olan mücadeleyi geleceğe ertelemek” adına cahili sistemin taraftarlarından birine savaş açarken İslam’a ve Müslümanlara karşı “ideolojik savaş” açan diğerleriyle konjonktürel yakınlık içinde bulunmaktadırlar. Zulmün değişik versiyonlarını temsil eden sistemiçi unsurların her ikisine de tavır almak yerine, “demokratik sekülerlik/ dini özgürlükçülük” anlayışındakilerin daha sinsi, donanımlı, toplumu aldatıcı ikiyüzlü yaklaşımlarını “kötünün iyisi” olarak değerlendirebilmektedir. 26 DÜŞÜNCE Özal’a bakışlarındaki şaşılığa(!) dayandırmaları ne kadar manidardır. Özal’ın İslamizasyon politikalarını, Müslümanların değerleriyle sözde evrensel değerleri telif etmedeki önemli yerini ıskalayarak bunu yapabilmektedirler. Tevhidi duruşlarıyla ve mücadelelerindeki etkinlikleriyle önemsenmesi gereken bir başka kesim de, sistem-içi mücadele stratejik yanlışının bir uzantısı olarak belki birçok taraftarını, yol arkadaşını şaşırtmakta onların da ciddi tereddütler yaşamasına neden olmaktadır. Bunlar, “zalimle olan mücadeleyi geleceğe ertelemek” adına cahili sistemin taraftarlarından birine savaş açarken İslam’a ve Müslümanlara karşı “ideolojik savaş” açan diğerleriyle konjonktürel yakınlık içinde bulunmaktadırlar. Zulmün değişik versiyonlarını temsil eden sistem-içi unsurların her ikisine de tavır almak yerine, “demokratik sekülerlik/dini özgürlükçülük” anlayışındakilerin daha sinsi, donanımlı, toplumu aldatıcı ikiyüzlü yaklaşımlarını “kötünün iyisi” olarak değerlendirebilmektedir. Bu yanlış değerlendirmenin doğal bir uzantısı olarak ‘ak’ ile ‘kara’ birbirine karışmaktadır: “…Tümünü değiştirmeyi düşündüğümüz siyasi parti, vakıf, dernek vb. kullanılması imkânlı olan araçlarını bilinçli olarak kullanmaktan kaçınsak bile, aynı sistemin okul, basın, adres, ufak işletme, fabrika, resmî daire ve pazardaki tezgâh gibi diğer araçlarına mahkûm olduğumuzu hatırla- mamız gerekir.” Tırnak içinde verdiğimiz bu ifadeden anlaşılacağı gibi, bu kesimlerde kafa karışıklığı devam etmektedir. Zira başta siyasi parti olmak üzere sistemin temel felsefesini, sabitelerini, ilkelerini ve değerlerini içselleştirmiş, daha doğrusu içselleştirmesi, fonksiyonu gereği zorunlu olan ve cahili küfür sistemini işletmeye talip araçlarla, kullanılması tartışılabilecek veya iradi tercihimiz sonucu olmayan ve ideolojik hareketi ve niteliği farklı olanların aynı çerçevede anılması bir hata değilse başka bir amaca yönelik bir kasta mukarin gözükmektedir. Zaten bu doğrultudaki sıkıntılarını, İslami mücadelede sitem-içi araçları kullanabilmek için bir yeterliliğe sahip olmak gereğiyle kendileri de ifade etmektedirler. Yeterliliğin ise, “fikrî ve metodolojik niteliği, istişari birlikteliği, dayanışmayı, iş bölümü ve fedakarlığı…” gerektirdiğini belirtmek gereği duymaktadırlar. Sistem-içi mücadeleyi meşrulaştırmak isteyenlerin büyük bir kısmının öne çıkardığı Hz. Yusuf kıssasıyla ilgili kısa bir değerlendirme yapmak, sistemiçi kavramının anlaşılmasına katkı sağlayacaktır. Gerçekten Kur’an’daki tüm kıssalarda olduğu gibi Hz. Yusuf’un kıssasında da bizler için önemli dersler, günümüze taşıyabileceğimiz emsalsiz örnekler söz konusudur. Zira Kur’an bütünlüğü içinde, yaşadığı hayatı anlamaya ve Müslümanca yaşamaya çalışan Hz. Yusuf’un, içinde bulunduğu namüsait ortama İktibas DÜŞÜNCE rağmen nasıl İslami kimliğini zedeleyerek herhangi bir söz, fiil ve davranışta bulunmaktan ısrarla kaçındığını, örnek bir duruş sergilediğini görmemek mümkün değildir. O, heva ve hevesine, reel şartların aldatıcı cazibesine karşı bir mücadelenin sabırla nasıl verilebileceğinin ve bunun İslami mücadeledeki stratejik öneminin yaşanmış bir örnekliğidir. Tevhidi, “sistem dışı” duruşuyla, diğer örneklerle aynı yönelişin izleriyle, vahyin denetiminde en zor şartlarda bile nasıl doğru çizgiden sapmamak gerektiği ile en güzel örneklerden olduğunu unutmamalıyız. Hiç unutmamamız gereken bir husus daha var. Tüm peygamberler ve özellikle son Peygamberimizin, kendilerini çepeçevre saran egemen sistem karşısındaki tutumlarının çerçevesini belirleyen vahiydir. Bu örnekler bizler için de stratejik işaret taşları, en güzel örneklerdir. Nitekim peygamberimiz ilk ayetlerle birlikte hitap ettiği toplumu ve cahili sistemi tevhidi ilkelere çağırmış ve cahili sistemi felsefesi, ilkeleri, değerleriyle kökten reddeden bu duruşunu mücadelesi boyunca hep korumuştur. Tevhidi ilkelerin açıkça ve tavizsizce beyanı, egemen güçlerin itikadî eleştirisi ve reddi, Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyenlere itaat edilmeyeceği ilahi emrine tavizsizce uyması bizler için en güzel örnektir. Bu uzlaşmaz net tavır, onların cahili sistemin hâkim olduğu bir yapıda yaşamalarına, egemen sistemin bazı imkân ve geleneksel kurumlarından yararlanmalarına (bir pazarlık, itikadi bir uzlaşma dayatmaları olmaksızın) engel olmamıştır. Çünkü bu imkân ve geleneksel kurumlardan istifade etmede herhangi bir taviz, inancı konusunda herhangi bir pazarlık söz konusu bile olmamış, değişik vesilelerle bu yönde gelen teklifleri vahyin kılavuzluğunda tereddütsüz reddedilmiştir. Egemen sistemin imkân ve kurumlarından yararlanma, bahis konusu toplumun kendi aralarındaki güç ve üstünlük mücadelesinin ortaya çıkardığı bir durumdur. Soy bağı ve akrabalık asabiyetinin o toplumda oluşturduğu koruma ve yardımlaşmalardır. Himaye etme, eman verme müessesesiyle temin edilen imkânlar ve tebliğ maksadıyla panayırların kullanılması bu çerçevede değerlendirilmelidir. Keza “ilaf” denilen, Mekke yöneticileri ile komşu devletlerarasında akdedilmiş ticari anlaşmalardan yararlanan Müslümanlar alışverişlerini sürdürmüşlerdir. Dolayısıyla bu uygulamalar, günümüzdeki hak ile batılı (sözde özgürlük adına, adalet adına, hareket alanını genişletme adına, cuntacı-vesayetçi oligarşik düzenin geriletilmesi adına) birbirine karıştıranların ve/veya bu tür süreçlere taraf olanların, sessiz kalanların arkasına sığınacakları örnekler kesinlikle değildir. Bazı maslahatları gerekçe göstererek sistem-içi duruşlarını meşrulaştırmak isteyenlerin, küfre ve şirke bağlılık sözleri verenlerin ve bunlarla aralarına mesafe koymayı bile çıkar- H iç unutmamamız gereken bir husus daha var. Tüm peygamberler ve özellikle son Peygamberimizin, kendilerini çepeçevre saran egemen sistem karşısındaki tutumlarının çerçevesini belirleyen vahiydir. Bu örnekler bizler için de stratejik işaret taşları, en güzel örneklerdir. larına, stratejilerine uygun görmeyenlerin sarılacakları, tutunacakları örnekler olması düşünülemez. Sonuç olarak yaşanılan yeni dönem Müslümanlar açısından tuzaklar ve açmazların yanında yeni imkânlar ve fırsatları da içinde barındırmaktadır. Ancak Müslümanların bu fırsat ve imkânları kullanabilmeleri için öncelikle konjonktürel ve “sonuç odaklı” yaklaşımlar yerine Müslümana yakışan “süreç odaklı”/ilkeli mücadelelerini ısrarla ve her şeye rağmen devam ettirmeleri gerekmektedir. Bu ise ancak düşünsel ve siyasal olarak net bir duruş ile mümkündür. Unutmayalım ki “duruş”umuzdaki netlik varacağımız yerin niteliğini tayin eden en önemli etkendir. “Sistem dışı”/tevhidi duruşumuzla her hâl ve şartta netliğimizi koruyabiliriz. 27 İktibas BEŞERİ SİSTEMLER VE MÜSLÜMANLAR HİKMET ERTÜRK M üslüman olmak; bir gruba dâhil olmak değil, bir duruşa sahip olmaktır. İslam’ın öngördüğü bir duruşa sahip olunmadan oluşturulan toplulukların herhangi bir toplumsal değişime katkı sağlaması mümkün değildir. 28 DÜŞÜNCE Müslüman olmak; bir gruba dâhil olmak değil, bir duruşa sahip olmaktır. İslam’ın öngördüğü bir duruşa sahip olunmadan oluşturulan toplulukların herhangi bir toplumsal değişime katkı sağlaması mümkün değildir. Şu günlerde kimi İslami çevrelerin cahili sistemlere payanda olarak varlıklarını sürdürmeye çalışmaları çok utanılacak bir durumdur. Allah’ın egemenliğini ölçü almayan tüm sistemler Allah’ın hükümlerini dışlayan sistemlerdir. O yüzden Yüce Allah; “Allah dışında başka dostlar, başka dayanaklar edinenlerin durumu, ağdan örülmüş bir yuva edinen örümceğin durumuna benzer. Hiç kuşkusuz en dayanıksız ev, örümcek yuvasıdır. Onlar keşke bunun bilincine erselerdi.” (Ankebut–41) demektedir. “Ne yazık ki, bu çevreler zaman zaman bu gerçeği unutuyorlar. Bu yüzden, tüm değerlere ilişkin ölçüleri karışmakta, bütün bağlarla ilgili düşünceleri karmaşık hâle gelmekte, ellerindeki tüm kriterler bozulmaktadır. Ne tarafa gideceklerini, neyi alıp neyi bırakacaklarını bilmez hâle gelmektedirler. Bir de geleneği sahiplenen büyük bir topluluk ile aslında her şeyin farkında olan bilenlerimiz var. 1 Bunlar ise “Bu durumda iktidar sahiplerinin ellerindeki caydırıcı güce aldanmaktadırlar. Bu otoriteyi yeryüzünde dilediğini yapabilen tek egemen güç sanırlar. Bu yüzden korku ile ümitle bu güce yönelirler. Ondan korkarlar, endişelenirler. Vereceği zarardan korunmak ya da onun koruyucu (!) kanatları altına girmeyi garantilemek için onu hoşnut etmeye çalışırlar.”2 Ve onlara gereksiz yere yumuşak davranırlar. Biz buna İslami ıstılahta müdahene diyoruz. Bu konu Kalem suresi 8-15. ayetlerde geçmektedir: “Öyleyse yalanlayanlara itaat etme. Onlar istediler ki, sen onlara yumuşak davranasın/müdahene edesin de onlar da sana yumuşak davransınlar. Şunların hiç birine itaat etme: Yemin edip duran aşağılık, herkesi kınayan, söz getirip götüren, hayra engel olan, saldırgan, günahkâr, kaba, sonra da soysuz, alçak, mal ve oğullar sahibi olduğu için, kendine ayetlerimiz okunduğu zaman “eskilerin masalları” dedi. Biz yakında onun burnuna damga vuracağız.” (Kalem, 68/8–15) Ayette geçen “Müdahene” kavramının anlamı: “Yağ çekmek, ovmak, okşamak, müşriklerin taptıklarına, alçak garazlarına, haksızlıklarına ilişmemek, yalancılıklarına göz yummak, lüzumsuz yere yumuşak davranmak”tır. Bu kişilere karşı mücadele etmemiz ve onlardan ayrışmamız emredilmekteyken onlarla aynı havayı soluyabileceğimizi söylemek onların oluşturmuş oldukları sistemlere sahip çıkmak ya da böylesi bir sistem içerisinde İslami yaşantımızı sürdürebileceğimizi düşünmek, Kur’an’ın emirlerini anlayamadığımızı gösterir. Allah’ın “soysuz ve alçak” olarak nitelendirdiği kimselerle ortak noktalarımız olamaz. Eğer böyle bir şeye yelteniyorsak bu onlara kendi adımıza vereceğimiz tavizler sebebiyle oluşabilir. Hâlbuki böylesi devlet ya da sistemleri güçlü görüp buralara sığınmamız gerçekte aldatıcı bir şeydir. Böylesi kimseler Ankebut Suresi 41. ayette geçtiği İktibas DÜŞÜNCE üzere: “Gerek fertlerin, gerek toplumların, gerekse devletlerin ellerindeki bu güçlere sığınmanın tıpkı örümceğin ağdan örülü yuvasına sığınması gibi olduğunu unutmaktadırlar. Hâlbuki bu zayıf, güçsüz ve çaresiz örümceği, gevşek yuva koruyacak değildir. Bu zayıf eve sığınmakla tehlikelerden korunması mümkün değildir. Allah’ın himayesinden başka bir himaye, onun güvenilir korusundan başka bir sığınak, onun sarsılmaz gücünden başka bir destek yoktur. Tek güç, Allah’ın gücüdür. Biricik dostluk Allah’ın dostluğudur. Onun dışındakiler istediği kadar büyüklük taslasın, azgınlaşıp zorbalaşsın, istediği kadar zulüm, baskı ve işkence araçlarına sahip olsun kesinlikle zayıftırlar, güçsüzdürler, önemsizdirler.”3 Aslında kendisini İslam ile aynileştiren kimselerin cahili sistemleri ve bu sistemlerin düşünsel altyapılarını oluşturan kavram ve ideolojileri iyi tahlil edemedikleri görülmektedir. Sistemin idare ve sevki kendilerinden gördükleri birilerine verilince zannediyorlar ki İslam adına yapmak istedikleri şeylerin önü açılacak. Fakat şurası kaçırılmamalı ki böylesi sitemleri yönetenler farklı kimselerdir burada yapılan sadece sınırları belirlenmiş bir şekilde kendi cahili sistemlerine teknik kadro tahsis etmekten ibarettir. Çünkü toplumun çoğunluğunu oluşturan inanç ve değerler cinsinden birilerine sistemlerini emanet etmek daha akıllıca bir yöntemdir. Bu durumda siz nereye giderseniz gidin sonuç değişmeyecektir. Çünkü böylesi sistemlerde her şey bu kişilerin kontrolündedir. Kendilerinden olan farklı simalar durumu değiştirmeyecektir. Bu yanılgı ile söz konusu kesimler daha önceki yıllarda yapılan referandum sürecinde de aynı hataya düşmüşlerdir ve bu şekli ile beşeri bir anayasanın oluşumuna müdahil olmuşlardı. Müslümanların bu durumu Keloğlan ile ilgili bir hikâyede çok güzel resmedilmişti.Dilerseniz hatırlayalım: “Evvel zaman içinde bir fakir keloğlan yaşarmış. Bu Keloğlan’ın babası, bir gün hastalanmış, oğlunu yanına çağırmış: – Oğlum sana nasihatim olsun. Adı Musa, boyu kısa, sakalı köse alan adamla aksata etme. Hatta değirmenin de bile buğday öğütme, demiş. Gel zaman, git zaman bu adam ölmüş. Bir gün Keloğlan’ın anası: – Oğlum, unumuz kalmadı. Değirmende bir yük buğday öğüt de gel, demiş. Keloğlan, değirmenin yolunu tutmuş. Bir değirmene varmış ki kısa boylu bir adam orada oturmakta. Bu adam üstelik köseymiş. Keloğlan’ın aklına hemen babasının öğütleri gelmiş. – Amca senin adın ne? diye sormuş. Adam ‘Benim adım Musa’ deyince bu değirmende buğday öğütmekten vazgeçmiş. Başka bir değirmene gitmiş. Meğer Musa Dayı, işin farkına vardığından, kestirme yoldan değirmene gitmiş. Keloğlan gelmiş, bunu orada görünce geri dönüp gitmek istemiş ama Musa Dayı seslenmiş: – Oğlum beyhude yorulma. Buralarda üç değirmen var, üçü de benim, demiş.” İşte anlatmaya çalıştığımız şey de bu. Tüm değirmenler onların ve her kapı aynı yere çıkıyor. İşte böyle bir çıkmazın içerisindeyiz. Eğer ki sistem kendi içerisinde birtakım değişikliklere gidiyorsa bu asla kendi rejiminden/değerlerinden vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Sadece değirmeninin dönmesi için sizden ekmeklik buğday istiyorlar. O buğdayı eğer o değirmende öğütürseniz o değirmen her daim çalışır durumda kalacak. Peki, siz ısrarla öğütmek istemezseniz ne olur? O zaman yeni tekliflerle karşılaşabilirsiniz? O halde hikâyemize devam edelim: “Demiş ama Keloğlan’ın inadı inat. – Mademki değirmenler senin ben de un öğütmekten vazgeçtim, demiş. Musa Dayı bakmış ki ne yapsa çare yok, Keloğlan buğdayı öğütmeyecek. – Gel, sen gene öğütme. Gel seninle birer okkalı yalan söyleyelim. Ben kazanırsam hayvanı üzerindeki yüküyle beraber alırım. Sen kazanırsan değirmenlerimden birini sana veririm, demiş. Bu fikre Keloğlan sevinmiş. Önce Musa Dayı bir yalan söylemiş. (İşte keloğlan burada hata yapıyor sonuç ne olursa olsun değirmen yine dönecek kazananı belli bir tartışmaya girişiyorlar.) – Keloğlan, benim babam çiftçi idi. Bizim harman yerinde ken- 29 İktibas di kendine bir karpuz göğerdi. Biz buna güzelce baktık. Bu da büyüdükçe büyüdü, dağ gibi bir karpuz oldu. Olduğu zaman babam bir baltacı tuttu. Bunlar kesmeye başladılar. Bunlardan birisinin elinden baltası karpuzun içine düştü. Adam baltasını almak için karpuzun içine girdi. Baltayı ararken içeride bir adamla karşılaştı. Baltacı sordu ki ‘Hemşerim sen bu karpuzun içerisinde balta gördün mü?’ dedi. Adam da ‘Yahu sen ne söylersin? Ben bir bezirgânım. Develerimi ve adamlarımı yitirdim. Bir hafta oldu arayıp bulamadım. Sen baltanı mı bulacaksın?’ dedi. İşte, bizim bu karpuzun suyundan Van Gölü meydana geldi, demiş. Adam sözünü burada kesmiş. Sonra da Keloğlan’a dönüp haydi, bir yalan da sen söyle bakalım, demiş. Keloğlan da başlamış: – Musa Dayı, benim babam arıcı idi. Petekten sabah kaç arı gitti, akşam kaç arı döndü hepsini sayardı. Günlerden bir gün bizim bir topal arı vardı, bu peteğe dönmedi. Babam da bu arı ne oldu, diye sabaha kadar uyumadı. Sabahleyin bizden bir çuvaldız istedi. Çuvaldızı yere dikip yalın ayak üzerine çıktı. Dört tarafa bakarken çift süren bir öküzün üzerine konmuş olan arıyı gördü. Hemen bana seslendi, horozu eğerle getir, diye. Ben de hemen horozu eğerledim. Babam da üzerine binerek gidip bizim topal arıyı kurtardı ama bizim horozun sırtını eğer vurduğu için yara olmuştu. İşte o yaraya ceviz yağı çaldık. Derken oradan bir ceviz çıktı. Bu büyüdü de bü- 30 DÜŞÜNCE yüdü, kocaman bir ceviz oldu. Yapraklarını döktüğü zaman, kocaman bir tarla oldu. Biz bu tarlayı ekip biçmeye başladık. Ekinler olduğu zaman ele tırpanları aldık. Tam biçmeye başladık ki bir tilki çıktı. Babam tırpanı fırlattı. Tırpanın ipi, tilkinin kuyruğuna geçti. Tilki de tarlada bir o tarafa bir bu tarafa gittikçe bizim ekinler biçildi. Toplayıp harman ettik. Harmanı savurduk. Buğdayları ölçmeye başladık. Ölçerken gıratın içinden bir kâğıt çıktı. Alıp okuduk ki ‘Yalanı Keloğlan kazandı, Musa Dayı hapı yuttu.’ yazıyor.” Bu durum önce Kur’an’dan nasihat dinleyen sonra yalan yarışına tutuşan sonra da kendi yalanlarına inanan Müslümanlara (!) çok benzemiş. Yani bu yalan atılacaksa biz bu konuda da onlardan daha iyi yalan söyleyebiliriz değil mi? Keloğlan da böyle yapmış. Aslında Keloğlan’ın babasının bildiği ya da yaşadığı bir şeyler olmalı. Çünkü bu değirmenci Musa Dayı’ya güvenmiyor. Mutlaka aralarında bir şeyler geçmiş olmalı. Maalesef kimse sözü dinlemiyor işte. Güvenmemeleri gereken yerlerde gezinip duruyorlar. Bu yalana ağzı açık kalan Musa Dayı ne yapmıştır sizce? “Bunun üzerine Musa Dayı ‘Keloğlan, baban daha çuvaldızın üzerine çıktığı zaman ben hapı yutmuştum. Ondan sonra nefesini boşa harcadın. Ben de tam senin gibi bir adam arıyordum. Bir değil üç değirmenimi de sana bırakayım, sen çekip çevir gayri’ demiş.” İşte tüm işleyiş tıpkı bu tebessüm ettiren hikâyedeki gibi dönüyor. Baktı ki sistem kendini idare edemiyor halkı inandıramıyorlar, onlar da öyle yapıyorlar. Alın size yönetim bu halkı ancak siz ikna edebilirsiniz. Nasılsa tüm değirmenler de onların ya, değişen bir şey yok. Siz sadece bekçisiniz orada ama değirmen bozulursa da tamir etmek zorundasınız. Bakın Musa Dayı bile öyle herkese değirmenini teslim etmiyor. Önce halkı ikna edebiliyor mu ona bakıyor. Eğer o kabiliyeti görmüşse teslim ediyor. Demek ki bu sistemin sahipleri dindar, tutucu kesimde bu beceriyi görmüş ki sistemlerini yönetme hakkını onlara vermişler. Şimdi de uzun zamandır değirmenlerinde buğday öğütmek istemeyen bir kesim aniden buğdaylarını öğütmeye karar vermiş gibi görünüyor. İnşallah bizler böylesi geçici düşlerin esiri olmayız. Allah katında tek geçerli din İslam’dır ve onun hükmü bütün bir kâinat için geçerlidir. Bizlere de hayatımız pahasına bu değerleri korumak, hâkim kılmak düşer. İnşallah hepimiz böylesi bir yolda hayatlarımızı sonlandırırız. Allah hepimizin yar ve yardımcısı olacaktır. Bunda hiçbir zaman şüphemiz olmasın. Dipnotlar: 1 Fizilalil Kur’an Seyyid Kutub Anke- but Suresi 41. ayet tefsiri 2 Fizilalil Kur’an Seyyid Kutub Anke- but Suresi 41. ayet tefsiri 3 Fizilalil Kur’an Seyyid Kutub Anke- but Suresi 41. ayet tefsiri İktibas DÜŞÜNCE MÜSLÜMANLARIN DURUŞ- LARINDAKİ FARKLILIKLAR ALİ ARAF ARAT M üslümanların siyasi alandaki duruşlarını nebevi mücadele geleneğinin özüne uygun biçimde ortaya koyamamaları, siyasi düşüncelerine vahyin belirlediği nebevi eksenli bir algıyı yansıtamamalarındandır. Bunun nedenini duruşlarını belirleyen düşünce ve davranışlarının dayandığı kaynağın temel ilkelerini ve nebevi mücadele yöntemini gereğine uygun algılayamadıklarında aramak gerekir. Müslümanların siyasi alandaki duruşlarını nebevi mücadele geleneğinin özüne uygun biçimde ortaya koyamamaları, siyasi düşüncelerine vahyin belirlediği nebevi eksenli bir algıyı yansıtamamalarındandır. Bunun nedenini duruşlarını belirleyen düşünce ve davranışlarının dayandığı kaynağın temel ilkelerini ve nebevi mücadele yöntemini gereğine uygun algılayamadıklarında aramak gerekir. İslam, Allah tarafından insanların içinden seçtiği Resulleri aracılığıyla insanlara düşünce ve davranış bütünlüğünü gösteren tevhidi duruş modeli sunmuştur. Peygamberin nebevi mücadelesi bizzat Allah’ın kontrolünde ve vahyin terbiyesi altında canlı ve yaşanan bir hayatın içinde geçmiştir. Hz. Muhammet’in inşa sürecinde yapılan ilahi müdahalelerle, risalet görevini kendisinden istenilen tevhidi çizgide yerine getirebilmesi ve tavizsiz bir duruşu sürdürebilmesi için, beşeri zaaflarından tamamen arındırılmış bir düşünme ve davranış biçimi kazandırılmıştır. Bu çok zorlu ve meşakkatli süreç kimi zaman düşüncelerine, kimi zaman davranışlarına, kimi zaman da toplumsal ilişkilerindeki uygulamalarına yönelik ilahi uyarılarla devam etmiştir. Peygamberin bu inşa süreci tüm zamanlar için Müslümanlara evrensel boyutlu, ilkeli bir model sunmuştur. Ne var ki vahyin kontrolünden uzaklaşarak temel referanslarını başka yerlerde arayan Müslümanlar kendilerini vahyin kılavuzlu- ğundan soyutlamış ve ilahi iradenin koordinatlarını tamamen yitirerek batıla teslim olan bir duruş biçimini gelenek hâline getirmişlerdir. Müslümanlar tarih boyunca düşünce ve davranışlarındaki duruşlarını üç önemli kategoride temsil eder durumda olmuşlardır: 1-Geleneklerin hâkim olduğu tarihsel duruş Bunlardan ilki daha çok gelenek ve göreneklerin hâkim olduğu, anneden babadan geçme, eski kültür unsurlarının kuşaktan kuşağa aktarıldığı daha çok tarihsel birikimin etkisiyle oluşan atavik bir duruştur. Bu kategoride olup Peygamberin vahyin belirlediği ontolojisini kavrayamayan Müslümanlar, onun 14 asır öncesi fiziki özelliklerine dayalı giyiminden kuşamına, yemesinden içmesine ve hatta tuvalete gitmesine kadar peygamberdeki beşeri sıradanlıkları vahyin pratiği sanmışlardır. Kur’an’ın peygamber tasavvuru zamanla ve mekânla sınırlı olmayan örnek bir model olarak tüm insanlığa sunulduğu hâlde peygamber gerçekliğinden uzak, daha çok Arap toplum yapısının kültürel özelliklerini yansıtan ve sınırlayan bir imajını göz önüne almışlardır. Vahyin inşa ettiği Peygamberin ilkeli duruşunu ortaya çıkaran temel kaynağın esprisini algılayamayan bu kategorideki Müslümanlar, siyasi algılarında önlerine konulan imajların cazibesine kapılarak düşünmüşlerdir. Peygamber 31 İktibas M üslümanların siyasi duruşlarında önemli zaafların ortaya çıkmasına neden olan bu durum, Peygamberin hayatındaki siyasi yönünü görmek yerine imajların belirlediği görüntüleriyle oyalanmalarına, basirete dayalı siyasi refleks geliştirememelerine neden olmuştur. Dolayısıyla Müslümanların siyasi boşlukları vahiy tarafından değil Müslüman olmayan düzenlerin yarattığı gerçek olmayan ancak gerçeğin yerini alan basiretini yitirmiş siyasi duruşlar olarak dışarıdan ayarlanır olmuştur. tasavvurunu daha çok onun fiziksel vasıflarından yola çıkarak algılayan Müslümanlar her gördükleri İslami oluşumun başındaki sakallıyı dedem sanmışlar ve peşinden sürüklenir olmuşlardır. Bugün Müslüman yazar ve entelektüellerdeki en önemli düşünce ve duruş bozukluğunun bu durumdan kaynaklandığının altını çizmek gerekir. Müslümanların siyasi duruşlarında önemli zaafların ortaya çıkmasına neden olan bu durum, Peygamberin hayatındaki siyasi yönünü görmek yerine imajların belirlediği görüntüleriyle oyalanmalarına, 32 DÜŞÜNCE basirete dayalı siyasi refleks geliştirememelerine neden olmuştur. Dolayısıyla Müslümanların siyasi boşlukları vahiy tarafından değil Müslüman olmayan düzenlerin yarattığı gerçek olmayan ancak gerçeğin yerini alan basiretini yitirmiş siyasi duruşlar olarak dışarıdan ayarlanır olmuştur. İngilizler ilk defa Birinci Dünya Savaşı yıllarında casusları Lawrens’i Arap kabilelerini Osmanlı’ya karşı kışkırtmak ve örgütleyerek ayaklandırma çıkarmak için Müslüman imajıyla bölgeye göndermişlerdir. Müslümanlar yaşamlarını Kur’an’a dayalı bir anlayışla disipline edemedikleri için bu şekildeki imajların, şekillerin, kostümlerin etkisinde kalarak kandırılmışlardır. İslam dünyasını yönetmesi için, bu dünyanın karşısına hep aynı imajlarla çıkarılan liderler Müslümanların bu zaaflarından yararlanarak asırlardır İslam dünyasını aldatır olmuşlardır. Burak Hüseyin Obama’nın isminin Arap ismi ve babasının Müslüman olmasının avantajları kullanılmış ve ABD’nin yeni dünya düzeninin temel sembolik argümanı olarak ABD politikalarının İslam coğrafyasında meşruluk kazanmasında etkili bir zemin oluşturmuştur. Son dönemde İslami demokrasi söylemi ile öne çıkan Müslüman lider profillerinin aldatıcı cazibesi Müslümanların siyasi duruşlarındaki yansımalarının en önemli açmazıdırlar. Sakalına sarığına, Kur’an’dan bahsediyor oluşuna ya da adının Muhammed, Mustafa, Ali olmasına aldanan Müslü- man yazar ve entelektüeller bu açmazlarını yazılarında duygusallığı ön plana çıkaran siyasi yorumlarında ortaya koymaktadırlar. Yine Müslümanların tarihsel geçmişlerinde oluşmaya başlayan, yabancı kültürlerle karşılaşmaya başladıkları dönemde ortaya çıkan ve günümüz cemaatlerince de hâlâ yaşatılmakta olan mistik anlayışlar Müslümanları İslam’ın özünden uzaklaştırmıştır. İslami anlayışın içine adeta ayrı bir din olarak sonradan eklemlenen tasavvuf düşüncesi Müslümanların Kur’an’ın kavramlarını yanlış yorumlamalarına neden olmuştur. İnzivaya çekilme, nefsi terbiye etme ve dünya nimetlerinden kayıtsız şartsız mahrum kalma seanslarının getirdiği zaaflar, Müslümanların Dünya meselelerinden elini ayağını çekmelerine ve İslam’ın siyasi boyutunun bastırılmasına neden olmuştur. Dünyadaki gelişmelere ilgisiz kalışlarıyla siyasi duruşlarını yitiren Müslümanlar tarihe hiçbir katkısı olmayan nesneler olarak tarihin dışına itilmişlerdir. Bu duruş günümüz Müslümanlarının kafasında uçan, kaçan, olmadık mucizelerle harikalar yaratan peygamber ve evliya tasavvurlarının oluşmasına neden olmuştur. Böyle bir İslam algısıyla kendini tanımlayan Müslüman duruşu elbette ki küfrün projelerine teslimiyet demektir. Geleneksel tasavvuf düşüncesiyle dünyayı algılamaya çalışan Müslümanların duruşu dinler arası diyaloga kapı aralayarak küresel pazar ekonomisinin önünü açmaya göz kırpmak İktibas DÜŞÜNCE olacaktır. Tasavvuf dininin etkisi altında duruş sergileyen Müslümanlar konjonktürün işletilmesinde,konjonktüre uygun bir duruş ve çizgiyi temsil ederek İslam’ın özünü yeterince anlamamış olduklarını somut bir şekilde ortaya koymaktadırlar. 2-Modernizmin hâkim olduğu modern duruş Aydınlanma çağı ile birlikte Batı medeniyetinin öne çıkışı ve İslam dünyasının siyasi bir güç olarak çöküşü sonrası kendi temel referanslarını bir daha keşfedemeyen Müslümanlar, Batının karşısında aşağılık kompleksinin yol açtığı bir hayranlığa kapılmış ve bu hayranlık zihinsel felce neden olmuştur. Bugün siyasi çıkmazda olan İslam dünyasının zihinsel felce uğramış bocalayıp duran görüntüsünün temel nedeni kendi kavramlarını modernizmin kavramlarıyla anlamaya ve yaşamaya çalışmasıdır. Fransız ihtilaliyle ortaya çıkan ulusçuluk düşüncesinin bizdeki aynısı ve tepkisel sürümleri olan Milliyetçilik, Osmanlıcılık, Turancılık, İslamcılık, Türkçülük gibi fikir hareketleri siyasi zihnimizin ne derece felce uğradığını gösterir. Osmanlı Devletinin son dönemlerinde üretilen Batı patentli fikir hareketleri temelleri yeni atılan Türk Devleti’nin siyasi geleceğinde de etkili olmak istemiş ve bir anda kendilerini yeni siyasi organizasyondan pay kapma mücadelesi içinde bulmuşlardır. Bu mücadele sürecinde modernitenin etkisiyle zihinleri felce uğrayan İslamcılar sistem içinde kendilerine yer bulmak isteyen ısrarcı duruşlarıyla dikkat çekmişlerdir. Günümüzdeki İslami demokrasi düşüncesinin temelleri o dönemin İslamcıları eliyle atılmıştır. Uzlaşmacı çizgi üzerindeki duruşlarıyla İslam’ın öngördüğü temel referanslarından daha da uzaklaşan Müslümanlar zaman içinde laik-demokratik zihniyetin emniyet sübabı olmuş, sistem içi siyasetin vazgeçilmezi olarak demokrasi tarihinin nesnesi hâline getirilmişlerdir. Bu sürecin ahlâki yıkımı ise çok daha ağır olmuş, ahiretlerini kaybetme pahasına da olsa elde ettikleri sistem içi pozisyonlarını ve seküler-dünyevi iktidarlarını koruma adına onursuz bir duruşu temsil eder olmuşlardır. Müslümanlar siyasi perspektiflerini ve söylemlerini modernist-seküler çizgideki ısrarcı duruşlarıyla ifade ettikleri için bu duruşlarıyla İslam coğrafyasındaki geleneksel Müslüman kitlelere model olarak sunulmuşlardır. Bu model vahyin ortaya koyduğu modele tamamen zıttır. Müslümanların uzlaşmacı çizgideki ılımlı duruşu bugün Batı emperyalizminin sistemleştirdiği küresel şirk düzenin bu coğrafyada hâkim olmasına davetiye çıkarmaktadır. Küresel şirk düzeni Arap baharı gibi uyduruk devrimlerinin bu coğrafyada aşı tutması için Müslümanların siyasi duruş sorunlarından kaynaklanan her türlü enstrümanı kullanıyor. Modernist felsefenin kıskacından kendini kurtaramayan ve Mezhep eksenli yorumları ve O smanlı Devletinin son dönemlerinde üretilen Batı patentli fikir hareketleri temelleri yeni atılan Türk Devleti’nin siyasi geleceğinde de etkili olmak istemiş ve bir anda kendilerini yeni siyasi organizasyondan pay kapma mücadelesi içinde bulmuşlardır. Bu mücadele sürecinde modernitenin etkisiyle zihinleri felce uğrayan İslamcılar sistem içinde kendilerine yer bulmak isteyen ısrarcı duruşlarıyla dikkat çekmişlerdir. Günümüzdeki İslami demokrasi düşüncesinin temelleri o dönemin İslamcıları eliyle atılmıştır. Uzlaşmacı çizgi üzerindeki duruşlarıyla İslam’ın öngördüğü temel referanslarından daha da uzaklaşan Müslümanlar zaman içinde laik-demokratik zihniyetin emniyet sübabı olmuş, sistem içi siyasetin vazgeçilmezi olarak demokrasi tarihinin nesnesi hâline getirilmişlerdir. buna uygun çatışmacı duruşlarıyla öne çıkan Müslüman entelektüel ve aydınlar küresel küfrün değirmenine su taşıdıklarının farkına bile varamıyorlar. 33 İktibas Mezhepsel farklılıklarını çatışmacı bir üslupla kaşımakta ısrar eden Müslümanlar, bu duruşun asıl kaynağının Batı medeniyetinin insanlık dışı uygulamalarını sistemleştiren ortaçağ kilisesinin hastalıklı duruşu olduğunu göremiyorlar. 3-Vahyin hâkim olduğu Nebevi duruş Yalnızca vahyin belirleyici olduğu bu kategorideki Müslümanlar, kendi nefsi zaaflarından ziyade ilahi iradeyi öne çıkarıcı düşünce ve davranış biçimlerini önemsemiş ve duruşlarındaki ölçüyü tamamen vahiyle donatmış kimselerdir. Bu duruş modelinin sunduğu evrensel izdüşümü incelediğimizde Müslümanların olaylar ve olgular karşısında nasıl durması gerektiği ile ilgili temel ilkelerin yalnızca vahiy tarafından belirlendiğini görürüz. Müslümanlar duruşlarının Allah’ın razı olduğu duruş olması için Kur’an’a bakarak Peygamberimizin Kur’an’la sağlaması yapılmış sahih sünnetini model almışlardır. Bu noktada Peygamberimize de kendinden önceki peygamberlerin siyasi duruşları yer yer model olarak sunulmuştur. Peygamberlerin sistem karşısındaki siyasi duruşunu yukarıda zikretmeye çalıştığım geleneksel ve modernist çizgide okuyanların ve kitleleri yanlış yollara kanalize edenlerin ahirette hesapları çok ağır olacaktır. Sonuç: Yıllar önce Türkiye’nin son sosyalisti (son mohikan) olduğunu söyleyen bir profesöre şu 34 DÜŞÜNCE soruyu sormuştum; “Hocam insan nasıl okur ya da size oku denildiğinde nasıl bir cevap verirsiniz ya da okumanızı neye göre yaparsınız?” Şöyle cevap vermişti Profesör: “Okumam nasıl durduğumla ilgilidir. Duruşumu Sosyalist bir felsefeyle yapıyorsam dünyayı, insanı, toplumu, eşyayı, Tanrı kavramını sosyalizmin kavramlarına göre okurum!” Bir Sosyalist, hayatı kendi duruşuna göre Marksist anlayışla okuyacak ve üretim ilişkilerinden hareketle kendi siyasi duruşunun esaslarını ortaya koyacaktır. Kapitalist kimse, sermaye ilişkileri ve onun sistematik denkleme dönüşen çıkarına dayalı serbest piyasa ilişkileri üzerinden duruşunu belirleyecektir. Elbette ki Müslüman da kendi okumasının esaslarına uygun ilkeli bir duruşla okumasını yapacaktır. Sosyalizmi de okuyacaktır, kapitalizmi de okuyacaktır. Ancak bu okumaları vahyin perspektifine uygun bir duruşla ilkeli bir okuma yapacaktır. İslam’ın kavramlarını sosyalizmin ya da kapitalist ilişkilerin kelime ve kavramlarıyla okuyanlar duruşlarını gözden geçirmelidirler. Duruşlarının bu iki batıl ideolojinin etkilediği duruşlar olup olmadığının sağlamasını yine vahiyle kontrol etmek durumundadırlar. Evet, Allah Muhammed’in (a.s.) nebevi duruşunun temellerini “Oku! Yaradan Rabbinin adıyla oku!” ayetiyle atıyor. Bu okuma Peygamberin ve Müslümanların siyasi duruşlarının ilke esaslı olması gerektiğinin başlangıcı olmuştur. Müslümanlar vahyin Müslüman’dan istediği duruşa uygun tarzda okuma yapma basiretini kazanabilmelidir. Allah tüm okumalarımızı kendi ölçülerine uygun yapmamızı olaylar ve olgular üzerinde vahyin ilkelerine uygun düşünmemizi istemektedir. Başkalarının yanlış okumalarının eseri olan duruşlarından esinlenerek, yanlış duruşlarını kendisine duruş edinenlerin yaptığı okumalar derinliği olmayan, konjonktürün belirlediği daha çok duygusal psikozlarla yapılan sığ okumalardır. Müslümanlar bu şekilde yapılan bir okumayla duruşlarını bozarlarsa peygamberlerin genelinin sünnetiyle de ters düşmüş olacaklardır. Allah Müslümanlardan ilkelerine uygun okuma yapmalarını istiyor. Sonuca ya da başarıya odaklı duruşların yaptığı okumaların sonu hüsran olan okumalar olacaktır. Müslümanlar okumalarını, sünnetullaha uygun, ilkeli duruşlar sergileyerek gerçekleştirebilecekleri basiretli duruşları alışkanlık edinmelidirler. İlkesiz bir okumanın, her durumda reel şartların aldatıcı cazibesine yönelerek istikameti kaybetmek demek olacağını çok iyi algılamalıdırlar. Şunu unutmayalım ki Allah (c.c.) Müslümanlardan sünnetullaha uygun, tevhidi duruşun tabiatı gereği, nebevi mücadelenin koordinatlarını iyi görebilen, basirete dayalı, süreç odaklı bir duruş istiyor. Sonuç odaklı değil. İktibas DÜŞÜNCE TEVHİD ERTELENİR Mİ? FATMA CEREN Ya da şöyle soralım: -Tevhide ulaşmak için tevhid ertelenir mi? Kulağımızı tırmalayan böyle soruları akıllara getiren başka bir soru ortaya atıldı bu ülkede. Ben ona ‘Batıl soruların anası’ diyorum. ‘Batıl’ diyorum, çünkü sorular çıktığı yer itibariyle anlamlanır. ‘Ana’ diyorum, çünkü bu ve benzer sorular yeni soruları doğurur. Hak sorular Hakka yönelttiği gibi, batıl sorular da batıla sürükler. Gelelim soruya, “La ilahe illallah, bir başlangıç mıdır yoksa varılacak bir son mu?” H içbir elçi beşere (insanlara) ait olan gayreti, çabayı, azmi ve mücadeleyi ortaya koymadan Rabbinden bu konuda kendilerine zafer vermesi için ellerini açıp niyazda bulunmamışlardır. Çünkü onlar hakkı ve haddi olmayan bir şeyi kendilerini elçi olarak gönderenden istenmemesi gerektiğini çok iyi biliyorlardı. Müslüman kişinin aklına dahi gelmeyecek bu soru, farklı versiyonlarıyla basın-yayın gündemini epey meşgul etti ve edecek gibi. Bunu sormak demek çoktan dâhil olunan sistem içi mücadele, sisteme entegre olma, bahar rüzgârları, neo nurculuk, devletsiz devletli İslam model arayışları, demokrasiyi İslamlaştırma, siyasal İslam, üretilmiş İslamcılık gibi pozisyonları meşrulaştırmak için kafaları karıştırmak demektir ve benzer sorular, bu yöntemleri benimseyenler tarafından ortaya atılır. Sadece bugün değil geçmiş ve gelecekte, Müslümanları tevhide yaklaştırır gibi görünen, ama uzaklaştıran bu sorulara ve yöntemlere vahiy şiddetle karşı çıkar. “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, asla ondan kabul edilmez. O, ahirette de kayba uğrayanlardandır.” (3/85) Hani belki sorulsa ‘Müslüman için tek vazgeçilmez ve ertelenmez şey nedir?’ diye, ‘tevhid’ ancak bunun cevabıyken daha baştan yamuk soruların cevaplarıyla yamulmak zor olmayacaktır. Toplumlar, karşılarında önce tevhid mesajını getiren bir resul görmüşlerdir. Gücünü yalnız Allah’tan alan kararlı ve istikrarlı elçiler, şirk ve batılla uzlaşsın diye değil, bunlardan uzaklaşsın ve uzaklaştırsınlar diye gönderilmişlerdir. Batıldan uzaklaşmayan Hakk’a yaklaşamaz. Tevhid inancındaki ‘La’nın manası tam da budur. ‘Pislikten uzaklaş, elbiseni temizle!’ emrinden anlaşılan da! Gönlü Hakk’a yaklaşanın, bedeni, aklı ve ameli batılın içinde, arkasında, sağında solunda ve huzurunda durmaz, duramaz! Şirke ve batıla meydan okuyan Müslüman, meydanı onlara bırakmayacağım derken, ‘Oku’ ile başlayan vahyi havada bırakmaz. Eğer ki Müslümanım diyorsa ve eğer ki sözün en güzeline uyuyorsa… Şüphesiz ben Müslümanlardanım diyen kişi için, tevhidin ihmal edilmesi, ertelenmesi, geçici olarak servis dışı bırakılması mümkün değildir. Çünkü resuller tevhidi ertelememişlerdir. Önce şartları sağlayıp, iyileştirip, ehlileştirip sonra tevhidden bahsetmiş değillerdir. Tevhidin manasını merhaleci, parçacıl bir yaklaşımla anlamamış, yaşamamış ve aktarmamışlardır. Sadece kendisi tekliği ve bütünlüğü ifade eden tevhid, manada ve bu manayı yaşantıya geçiren yöntemde nasıl parçalanır ki! 35 İktibas Dokunduğu batılı eritiveren Hakk, geçici süreliğine batılla nasıl kenetlenebilir, birlikte nasıl hareket edebilir ki! Bu gerçeklere iki gözünü yumup yürüyen batıl, kendisiyle yürüyenin tek gözünü kapatan Hakk olduğunu zanneder. Ancak safını Hakk’tan yana tutanlar; şirke, batıla, beşeri hükümlere, bırakın tek gözünü yummayı, gözünü bile kırpmazlar! “Dinde zorlama yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir.”(2/256) Bu bağlamda, çaktırmadan, alıştıra alıştıra, gizleyerek tevhid inancı tasdik edilmez, yaşanmaz, yaşatılmaz. Allah (c.c.)’ın tek kanun koyucu, tek ilah, tek Rabb, olduğunu açık ve net ilan etmedikçe o inanç İslam olmaz, olamaz. İslam olmak demek, önce bu temel inancı ikrarla tasdik etmek, sonra da amelle yaşamak demektir. İlahi hükme taşıyıcı sistem olan tevhid, yıkılmaya mahkûm beşeri sisteme güç takviye eden bir yapı malzemesi değildir. Onları onarmaz, düzeltmez, cilalamaz. Tamamen ortadan kaldırır. Devletin ve toplumun her alanında biriken üretilmiş sorunları çözmek için değil, o sorunları üreten zihniyeti yıkıp baştan inşa etmek için gelir. Tevhid dışındaki hiçbir esas, kökten değişimi temsil etmediği gibi ancak Franz Kafka’nın 36 DÜŞÜNCE ‘Dönüşüm’ündeki karmaşayı, belirsizliği insanlığa okutur ki anlayamazsın böcek misin insan mı? Müşrik misin Müslüman mı? Şirk sularına kapılıp boğuluyorken tevhidden yardım isteyene sormazlar mı? “Ne işin vardı senin orada?” diye! Tevhid, son anda yetişen can simidi olsaydı Firavun’a olurdu, öyle değil mi? Dolayısıyla ilahi emrin ana mesajından akli yorumlarla uzaklaşanlar, tevhid ile şirk arasında bir yerde sıkışıp kalır. Bu belirsiz gidişatı, belirgin ve net olan tevhide değişenlerin inançları ve hayatları da değişir. Batılın argümanlarıyla -mesela demokrasi- İslam’a anlam vermeye çalışanlar, bir süre sonra dibe vururlar. İşin başında geçici süreliğine dâhil oldukları batıl sistemi, zamanla sahiplenmeye, savunmaya başlarlar. Sistem içi mücadele dönüşüverir sistem dibi mücadeleye. Dipten ama hangi yöne gidildiği bilinmeyen bu yolda, aldatıcı iyilikler ve olumlu gelişmeler de olur muhakkak. Fakat bunlar, asıl olan hedefe yani tevhide götürdüğü zannedilen geçici avuntulardır. Batıl bir beşeri sistemi, yanlış projelendirilmiş ve işleyişi bozuk bir kanalizasyon sistemine benzetiyorum. Hemen her yerden arıza ve patlak veren bu sistem için üretilen parçacıl ve anlık çözümler, ancak geçici çözümlerdir. O an işe yarıyormuş gibi görünür. Doğru! Belki işe yarar da. Fakat bir süre sonra ya aynı yerden ya da başka bir yerinden tekrar arıza verir. Çünkü sistem daha en başında hatalı kurulmuştur. Hâlbuki sorunların ortadan kalkması, sistemin sil baştan doğru projelendirmesine ve doğru inşasına bağlıdır. Ancak böyle düzgün işleyiş ve verim beklenebilir ve inşa sürecindeki her adım ve kullanılan malzeme dosdoğru olmalıdır. Aksi takdirde, ileride arızalar, patlaklar ve en sonunda sistemin göçmesi yine kaçınılmaz sondur. Basit bir kanalizasyon sistemini dahi projelendirip kurallara bağlayan insanoğlu aklını, hayatını, toplumu, devleti neye göre ve nasıl inşa edecektir? Önce buna karar verilmelidir. Velhasıl kelam, batıl kökenli bu ve benzeri sorular, müslümanın aklına dahi gelebilecek cinsten değildir. Geliyorsa atılan batıl tohumlar zihinlere tutunmuş ve çimlenmeye hazır demektir. Asla meyve vermeyecek olan bu ağaca uzun süre emek vermek, ancak bir kayıptır. Bırakın o ağaca yaklaşıp meyvesinden tatmayı, bizzat o ağacı yetiştirmeye kimin teşvik ettiğini ise fark etmek gerekir ve böylesi batıl soru, tohum, ağaçları bırakıp kutlu bir vadinin sağında tevhidle köklenmiş ağaçtan gelen sese kulak vermelidir. ”Ey Musa, Âlemlerin Rabbi olan Allah benim.” (28/30) Sonuç olarak, “İnneddîne ındallâhil İslam.”(3/19) “Allah katında din, hiç şüphesiz İslam’dır!” İktibas DÜŞÜNCE VAZGEÇMEK AYKUT AKÇA aykut_akca@hotmail.com İ nsanları daha kolay yönetmek/gütmek için elden geldiğince tek tipleştirmek projesinin ürünüdür aslında bu vazgeçirme programı. Proje gereği küresel manada bir zemin oluşturulacak ve ortak tepkiler geliştirilecekti. Aynı şeylere aynı tavırlar verilip yine aynı şeyler aynı şekilde boş verilip vazgeçilecekti ki yönetmek kolay olsundu. İnsan, yaratılışında kendisine verilen, akledip karar verebilme yetisi sayesinde doğru ya da yanlış birtakım tercihlerde bulunarak hayatını yaşar. Yaptığı tercihlerin doğruluğu oranında da bu dünyada ve ahretteki hâlinin nasıllığına kendi adına katkıda bulunur. Bu katkılar genel olarak yapmayı tercih ettikleri ya da vazgeçtikleri şeylerle alakalıdır. Yapmayı veya vazgeçmeyi tercih ettiğimiz konulardaki referanslarımız sağ- lam ise problem yoktur inşallah ama bu tercihler herhangi bir kritere ya da kurala bağlı olarak yapılmıyorsa işte sorun tam da buradadır. Geçen gün sosyal medya diye tabir edilen sitelerin birinde ‘’mutlu olmak için gereken on beş şey’’ başlığı altında vazgeçilmesi öğütlenen on beş şey vardı. Aslında bu on beş şey, olsun canım vazgeçelim ne olur, denecek cinsten olmayan on beş şeydi. MUTLU OLMAK İÇİN VAZGEÇMENİZ GEREKEN 15 ŞEY 1. Daima haklı olma ihtiyacından vazgeçin 2. Kontrol etme ihtiyacından vazgeçin 3. Başkalarını suçlamaktan vazgeçin 4. Kendinizi suçlamaktan vazgeçin 5. Sizi sınırlayan inançlardan vazgeçin 6. Şikayet etmekten vazgeçin 7. Eleştiri lüksünüzden vazgeçin 8. Başkalarını etkilemek ihtiyacından vazgeçin 9. Değişime direnmekten vazgeçin 10. Etiketlerden vazgeçin 11. Korkularınızdan vazgeçin 12. Mazeretlerinizden vazgeçin 13. Geçmişinizden vazgeçin 14. Bağlılıktan vazgeçin 15. Başkalarının beklentilerine göre yaşamaktan vazgeçin İnsanları daha kolay yönetmek/ gütmek için elden geldiğince tek tipleştirmek projesinin ürünüdür aslında bu vazgeçirme programı. Proje gereği küresel manada bir zemin oluşturulacak ve ortak tepkiler geliştirilecekti. Aynı şeylere aynı tavırlar verilip yine aynı şeyler aynı şekilde boş verilip vazgeçilecekti ki yönetmek kolay olsundu. Sosyal medya adı ile tanımlanan internet siteleri tam da bu işler için icat edilmiştir. Zaten yukarıdaki listeye baktığımızda da anlaşılacağı gibi insanı insan yapan hasletlerin işlevselliğini bitirecek bir proje tavsiye kılıfında sunuluyor günümüz insanına. İnsanlar 37 İktibas ruhsuz, kişiliksiz ve aptallaşmış bir hâle geliyor netice itibarıyla. Aşağıdaki tespitte çok önemli bence. Bir aptala, “Bunu neden yapıyorsun?” diye sorduğunuzda size iki cevap verir: 1- Ben bunu hep yapıyorum. 2- Herkes böyle yapıyor. Çünkü budalalık hem istikrarlı hem de kitleseldir. Sürekli yapageldiğimiz hareketleri bize kim yaptırıyor ya da neden yapıyoruz ve herkesin böyle yapıyor olması yapılan eylemlerin doğru olduğunu gösterir mi ya da herkesin benimseyip yaptığı şeyleri yapmak daha güvenli ve kolay da ondan mı bu sahiplenmemiz? Sorgulamaktan, akletmekten, adaletten vs. vazgeçelim öyle mi? Bu mutluluk on beşi tek dünyalı hayat tasarımı yapanların işidir. Hayat dediğin bir gündür o da bu gündürcü mantık bunu gerektir. Bedelsiz, sorumluluğu olmayan kaçamak bir duruştur bu marifetli mutluluk on beşi. Kur’an da bazı vazgeçme öğütleri yapıyor ancak bunlar ebedi bir mutluluk için. Yukarıdaki listedeki mutluluk için vazgeçme öğütleri ise sanal bir mutluluktan ibaret. İlle de bir şeylerden vazgeçeceksek eğer, anlamı olan vazgeçişler olmalı bu vazgeçişlerimizin. Kitabımız Kur’an da bize vazgeçmekle ilgili tavsiyelerine bir-iki örnek verecek olursak: Alacaklı olduğunuz kişi eğer borcunu önceden belirlediğiniz zaman ödeyememişse süreyi 38 DÜŞÜNCE uzatmayı, yine de ödeyemezse, hakkımızdan vazgeçmenin bizim için daha iyi olacağını söyler. Bir başka yerde ebedi olan ahiret hayatının güzelliği için geçici dünya ’’oyun ve eğlencesinden’’ vazgeçmeyi öğütler. Kitaba aşina kalpler daha nice anlamlı vazgeçişlere şahit olmuştur muhakkak. Bununla birlikte yukarıdaki mutluluk onbeşinin islama göre karşılığı nedir bir gözatalım: Dilsiz şeytan olmamak için, daima haktan yana olup, hakka sahip çıkıp, hakkı tavsiye edelim, Haklının yanında, haksızın-suçlunun karşısında olalım, Vakarı ve tevazuyu dengeleyip mutlaka duruşumuzu, hareketlerimizi, sözlerimizi kontrol edelim, Yanlış yaptığımızda tevbe etmeyi, özür dilemeyi erdem bilip beceremezsek kendimizi kınamayı bilelim, Başıboş hayvanlar gibi yeryüzünde dolaşacağımıza bizi sınırlayan inançlarımız, kutsallarımız olmalı, kitap ile irtibatı kesmeyip sınırlarımızı bilelim, En zor anlarda bile kafamızı yerden kaldırıp, kimliğimizi unutmayıp gerektiğinde isyan edebilelim, şikâyet etmesini bilelim, Allah rızası için, iyi kötüden ayırt edilsin adına, eleştirmiş olmak için değil de hayır umarak, adalet için eleştirmesini bilelim, İnandığımız değerleri, dinimizi, başkalarına anlatmayı onları kendi kurtuluşlarına vesile olsun adına etkilemeye çalışmaktan geri durmayalım, Dinimizi ve kültürel değerlerimizi yozlaştırma çabalarına karşı direnip daha fazla sahiplenelim, Müslüman isminden çekinmeyip en güzel etiketin o olduğunu bilelim, Takvayı önemseyip yanlış yapmaktan sakınarak yanlıştan korunmak için korkmamız gereken meseleleri bilelim, Yaptıklarımız, yapmadıklarımız ile alakalı mutlaka elimizden geleni ortaya koymuş olalım ve olumsuzluk hâlinde haklı mazeretlerimiz olmalı, Geçmişimize ve geleneğimize sahip çıkalım, Çevremize karşı sorumluluklarımızın farkında olup Müslüman’a düşen ne ise o liyakatte beklentilere cevap verelim, Son söz olarak eğer Müslümanlık iddiamız varsa dini sahibinin istediği şekli ile anlayıp yaşamalıyız. Küresel toplum mühendislerinin müdahalelerine karşı uyanık, sorgulayan akıllar olmalıyız. Kur’an da ‘’hiç akletmez misiniz’’ diyen Allah, sorumluluklarının bedeline razı bir mükellefe seslenmiyor mu acep. Yok, eğer Müslümanlık iddiamız yoksa mutluluk (!) sürüsüne katılmamıza engel var mı ki! Koyuver gitsin, vazgeç bitsin. İktibas DÜŞÜNCE PKK, BİR YAHUDİ KURULUŞUDUR (RAPOR) PROF. DR. MİKÂİL BAYRAM M.Ö. 1000’lerde İsrailoğulları büyük bir devlet kurmuşlardı. Tarihte kral peygamberler diye anılan Davud ve onun oğlu Süleyman tarafından kurulan bu devlet en parlak dönemini de bu iki kral peygamber zamanında yaşadı. İbrani Devleti diye bilinen bu devletin doğu hududu Fırat Nehrine, batı hududu Akdeniz ve Nil Nehri vadisine dayanıyordu. Kuzeyi Toros Dağları, Güneyi ise Yemen’e ve Umman Denizine ulaşıyordu. İbrani Devleti’nin yerleştiği bu bölge o günün dünyasında, dünya ticaretinin merkezi konumundaydı. Eski çağlardan beri Uzakdoğu’dan gemilerle, ticaret filolarıyla gelen ticaret malları karalara sokulmuş iki suyolunda karaların derinliklerindeki limanlara ulaşırdı. Bu iki yol Kızıl Deniz ve Basra Körfezi suyollarıdır. Eski çağlarda Basra Körfezi’nin, bugünkü Basra Körfezinden 250–300 km daha fazla Mezopotamya topraklarına sokulduğu unutulmamalıdır. Bu limanlardan kervanlarla Akdeniz limanlarına ulaştırılan ticaret malları oradan gene gemilerle Avrupa limanlarına sevk ediliyordu. O zamanki dünya ticaretinin kaçınılmaz güzergâhı buydu. Dikkat edilirse bu iki ticaret yolu da İbrani Devleti’nin topraklarından geçmekte ve bu iki suyolunun kontrolu İbrani Devleti’nin elinde bulunmaktaydı ve devletin en büyük gelir kaynağı bu ticari aktiviteden sağlanıyordu. Ayrıca Mısır, Yemen gibi zengin nice devletler İbrani Devleti’ne haraç veren devletler konumundaydı. Mısır Firavnu’nun kızı Süleyman Peygamberin karısı idi. Süleyman Peygamberin Mısır ve Yemen üzerinde de hükümranlığı vardı. Yemen Melikesi Belkıs da onun emrine girmiş bulunuyordu. Bu ticaret yollarının İbrani Devleti’nin elinde ve kontrolünde bulunması diğer komşu devletlerle aralarında gerginliklerin ve sıcak temasların vuku bulmasına sebep olmaktaydı. Hz. Süleyman’ın M.Ö. 973 yılında vefatından sonra yerine oğlu Rahbaam geçti. Bundan sonra İbrani Devleti’ni kuran İsrailoğulları (Esbat) arasında iktidar mücadeleleri baş gösterdi. Yahuda ve Bünyaminoğullarının dışındaki bütün İsrailoğulları (Esbat) Rahbaam’ı terk ettiler ve bu mücadeleler bu devletin yıkılışına kadar devam etti M.Ö. 600 yıllarında İbranilerle doğu komşuları olan Kuzey Babilliler arasında Basra Akdeniz arasındaki kara yolu güzergâhı yüzünden siyasi gerginlik yaşanmaktaydı. Babilliler’in başkenti Musul yakınlarındaki Ninova idi. Bu devlet Kürtler’in kurduğu en eski devletlerdendir. “The Kords in The Bible” (Tevrat’ta Kürtler) adlı eserde Kürtler’in Yahudilerle ilişkileri anlatılmaktadır. Netice itibariyle Babil Hükümdarı olan Buhtu-Nassar (Nabu Kadnazar), Kuzey Mezopayamya’dan topladığı ordu ile İbrani ülkesine saldırdı. İbranileri ağır bir yenilgiye uğrattı. Başkent Kudüs’e girdi. Şehri ateşe verdi, Yahudilerin mukaddes kitabı Tevrat’ı bir kuyuya doldurup ateşe verdi ve halkı kılıçtan geçirdi. Dünya tarihinde eşine rastlanmayan bir Yahudi katliamı yaşandı. Buhtu Nassar 30.000 kadar Yahudiyi de esir alarak Mezopotamya’ya götürdü. Bu esirler tarla ve çiftliklerde çalıştırıldılar ve esir pazarlarında satıldılar. Yahudilerin bu esaret hayatı 40 yıl kadar sürdü. Bu esirleden bir kısmı da İran’daki pazarlarda satıldılar. Çok güzel olduğu söylenen Ester adındaki bir Yahudi kız da İran Şahı Kuruş’la evlendi. Bugünkü Tevrat’ta bu Yahudi kız ile ilgili uzunca bir bölüm bulunmaktadır. İran Şahı Kuruş M.Ö. 560 yılında Yahudilere göre Ester’in teşvik ve yönlendirmesi ile Babilliler üzerine saldırdı. Ninova’yı zapt etti. Kuzey Babil Devleti’ni yıktı ve Yahudilere merhametinden dolayı onları esaretten kurtardı ve yurtlarına dönmeleri hususunda onlara yardımcı oldu. Tabii ki, pek çok Yahudi Kuzey Mezopotamya ve Kürdistan’daki köy ve çiftliklerde kala kaldılar. Bunların bakiyeleri yakın zamana kadar mevcut idiler. 2500 sene köylerde benliklerini koruyanlar, İsrail Devleti kurulunca onlar da çeşitli şekillerde Yahudiler’in “Arz-i mevud” dedikleri bugünkü İsrail’e göçtüler. Fazla detaya girmeden kısaca şunu söylemek istiyorum: Babilliler’in İbrani Devleti’ni yıkıp, İsrailoğullarını katliama ve sürgüne tabi tutmasından sonra Yahudiler bir daha devlet kuramadılar ve arz-ı mev’ud dedikleri toprakta tutunamadılar. Romalılar zamanında da gene büyük bir katliama uğradılar ve dünyaya dağıldılar. Yahudilerin arz-ı mev’ud hasretini 2500 sene yüreklerinde yaşattılar. Onlara bu felâketi yaşatan Kuzey 39 İktibas 40 DÜŞÜNCE Mezopatamya’da kurulan ve bir Kürt Devleti olan Babilliler ve bu devletin lideri Buhtu Nassar oldu. Onun için Yahudiler, Kürtleri en baş düşmanları olarak görürler. Kürtlere karşı 2500 sene gönüllerinde sakladıkları intikam duygusu ile hınca hınç doludurlar. Bu gizli düşmanlık onların yüreğinde daima tazeliğini korumaktadır. Günümüzde de ABD bu desteği sürdürmektedir. Siyonistler Kürt halkına karşı bu intikam duygusu ile doludurlar. Bu amaçla bir “Kürt imha projesi” geliştirmiş bulunuyorlar. Bu proje çok sinsi bir şekilde yürütülmektedir. Bu proje anlaşılmadan Ortadoğu’da cereyan eden siyasi olayları doğru olarak okumak ve teşhis etmek imkânı yoktur. Geçtiğimiz asrın başlarından itibaren Yahudiler, arz-ı mev’ud’a göçüp oraya yerleşmenin yollarını aradılar. O zamanlar arz-ı mev’ud Osmanlı toprağı olduğu için Sultan Abdulhamid nezdinde girişimlerde bulundular. Osmanlı sultanından Filistin’de yerleşecekleri bir toprak talep ediyorlardı. Sultan Abdulhamid’den kesin bir red cevabı alınca Osmanlı Devleti’ne ve Sultan Abdulhamid’e karşı yoğun bir siyasi mücadele başlattılar. 1915 yılında Osmanlı Devleti’ne karşı başlatılan Çanakkale Savaşı’nın organize edilmesinde Siyonistler önemli bir rol oynadılar. Bu savaşın, Yahudilerin arz-ı mev’ud’a dönmelerine imkân sağlayacağı heyecanını yaşıyorlardı. Hatta H. Patterson komutasında Siyonist bir askerî birlikle Gelibolu’ya ekser de çıkarmışlardı fakat bu gerçekleşmedi. Ancak 1917 yılında İngilizler’in Filistin’i işgal etmelerinden sonra “Hubbu’lvatan mine’l-imân” dusturuyla 2500 sene yaşattıkları vatan hasretiyle “arz-ı mev’ud” dedikleri Filistin topraklarına dalga dalga dönmeye ve yerleşmeye başlarken Kürtlere karşı yeni bir hınç ve intikam politikası tezgâhlamaya koyuldular. İngiliz hükümeti de bu konuda Yahudilere destek vermekteydi ve bu destek hâlen devam etmektedir. Birinci Cihan Savaşı sonrasında Batılı devletler İslam dünyasında millî ve mahalli devletler kurdurmak suretiyle İslam dünyasını ve İslam birliğini parçalamaya çalıştıkları ve tek millet olan Arapları 17 devlete böldükleri hâlde, Kürtlere devlet kurma imkânı vermediler. Bu uygulama tamamen Yahudilerin hamisi olan İngilizler’in Siyonistlere verdikleri desteğin ve Yahudi kökenli diplomatların başarısının sonucudur. Kendilerinin Kürt düşmanlığını Batılıların Salahaddini Eyyubî düşmanlığı ve Haçlı zihniyeti ile tevhid ederek kamufle etmeye çalışmışlardır. Emperyal güçleri kendi siyasi amaçları doğrultusunda yönlendirmeyi başarmışlardır. Netice itibariyle bu güçler, Kürtleri dört ayrı devlet içinde (Türkiye, Irak, İran ve Suriye) azınlık duruma getirmişlerlerdir. Yahudi entelijanı bu dört devlette de sistemli bir biçimde Kürt düşmanlığı yaratmaya çalıştılar. Katliam programları uygulayarak ve asimile politikasını canlı tutarak Kürt imha projesini yürütmekteler. Bu proje İttihat ve Terakki Partisi zihniyetli Türkiye’deki Türkçülerin, Turancıların işine geldiği gibi Irak’ta da Ba’sçıların işine gelmekteydi. Bu duygu ve düşüncenin Türkiye ve Irak’ta daha hoyrat ve acımasız biçimde uygulandığı görülür. Cumhuri- yetin bidayetinde genel bir Kürt katliamı özlemi içinde bulunan yöneticiler vardı. Bu özlemi Sebataistlerin ateşli bir şekilde körüklediklerini görmemek mümkün değil. Şeyh Said İsyanı Olayı, Dersim Olayı, Ağrı İsyanı, Zilan Hadisesi bu özlemin uygulanması teşebbüsleridir. Onbinlerce doğulu bir anda katledildiler ve yüzlerce köy yakıldı, yıkıldı. Doğu Anadolu’dan binlerce Kürt aile asimle edilmek amacı ile batıya tehcire tabi tutuldular. Son yıllarda da 17.000 faili mechul cinayet işlenmiş bulunuyor. Son zamanlarda muhbirlerin yer göstermeleriyle Van, Hakkâri, Bitlis Batman gibi illerde dozerlerle yapılan kazılarda 140 tane içi ceset dolu kuyu tesbit edilmiştır. Devletin resmî belgeleri bu rakamı tevsik etmektedir. Kendilerine Ergenekoncu ve Jitemci denilen bu cinayetleri işleyenler öldürdükleri Kürt halkını toplu mezarlara gömmüşlerdir. Şimdilerde bu faili mechul olaylarda öldürülenlerin gömüldükleri onlarca toplu mezarlar açılmaktadır. Yakın tarihte Halepçe Olayı da bunun Irak’taki bir sonucudur. Bütün bu olaylar sırasında batılı devletler hiçbir ciddi tepki göstermemişlerdir. Bu da gene Yahudi diplomasisinin ve Siyonistlerin zaferidir. Bu hadiseler Yahudilerin bir “Kürt imha projesi” bulunduğunun da delilidir. Türkiye’de İkinci Cihan Savaşı ortamı bu iş için çok uygun bir ortam olarak görünüyordu. Fakat o malum çevreler İsmet İnönü’yü bir türlü harekete geçiremediler. Fırsat fevt edildi diye hayıflanıyorlardı. Onun için o günlerin yazarlarından biri İsmet İnönü için “Avını kaçıran kartal” demişti. 1943 yılında Van’ın Saray ilçesinde 33 kişiyi kurşuna dizen Gn. Mus- İktibas DÜŞÜNCE tafa Muğlalı, İsmet İnünü’yü harekete geçirmek amacıyla bu cinayeti işlemişti. İsmet İnönü 1945 yılında doğu illerine bir geziye çıkmıştı. Bu gezide Gn. Mustafa Muğlalı’yı da beraberinde müşavir olarak götürmüştü. Tabii eğer İkinci Dünya Savaşında Hitler galip gelseydi bunun uygulamasına geçilecekti, ama olmadı. İsmet İnönü Hitlervari badem bıyıklarını kesti, kulaklarının üstüne kadar kısalan zülüflerini uzatarak Hitler taklitçiliğinden ve böyle bir maceraya bulaşmaktan sarfı nazar eyledi. Türkiye, İran ve Irak’ın içinde bulunduğu Bağdat Paktı da “Kürt İmha Projesi”nin yan kuruluşu olarak teşkil edilmiştir. Bu pakta göre bu üç devlet ülkelerinde bulunan Kürt halkı asimlasyona tabi tutmak için ortak bir strateji uygulayacaklardı. Fakat hem Türkiye hem de İran, Bağdad Paktı’na sıcak bakmadı. Bir süre sonra bu pakt dağıldı. Bundan dolayı İran’da Şah’a karşı, Türkiye’de Adnan Menderes’e karşı şiddetli bir muhalefet yaratılmaya çalışıldı. Üstüne üstlük Adnan Menderes, yörelerinin problemlerini Meclis’e getirsinler diye Kürt Ağa ve Şeyhleri milletvekili seçtirerek Meclis’e soktu. Bunların sayısı 30’dan fazlaydı. İşte Menderes’in bu düşünce ve uygulaması sebebiyle önce uçağı düşürüldü, fakat Menderes sağ kurtuldu. Çok geçmeden 1960 darbesi sonrasında hadsiz kin ve hınç ile işkenceye maruz kaldı ve sonunda arkadaşları ile birlikte idam edildi. İnfazdan hemen önce Menderesle yapılan röportajda A. Menderes de Kürtler hakkında uyguladığı politikasından dolayı idam kükmüne maruz kaldığını anlattıydı. Herkes gayet iyi biliyor ki, kendisine ciddi sayılabilecek bir suç izafe edemediler. İşte Menderes’in gizli tutulan, açıklanmayan gerçek suçu bu uygulamasıydı. İran’da da Şah’a karşı böyle bir komplo vardı. Dr. Musaddık olayını kasd ediyorum. Fakat petrol şahı kurtardı. Bu çok uzun bir hikâyedir. Son 40 yılda Yahudiler, Kürt İmha Projesinin bir parçası olarak PKK denilen örgütü aktif olarak devreye sokmuş durumdalar. Demek istiyorum ki, PKK bir Yahudi kuruluşudur. Abdullah Öcalan’ın Yahudi ajanlar tarafından paketlenerek Türkiye’ye teslim edilmesi bunu açıkça göstermektedir. Abdullah Öcalan Kürtçe dahi bilmeyen bir aileye mensup iken onu Kürt Siyasi Hareketi’nin lideri olarak lanse etmekteler. A. Öcalan daha talebe iken Mossat ajanları onunla temasa geçmiş, onu kullanmaya başlamışlar ve bu macera hâlen devam etmektedir. A. Öcalan, Suriye’de iken Türkiye’den bir deste tanınmış kişi onun yanına gidip geliyorlardı ve onunla işbirliği hâlindeydiler. Çünkü Öcalan, çoğu Suriyeli Kürt kökenli militanlarıyla Doğu Anadolu’daki köylere baskınlar düzenliyor ve çoluk çocuk demeden köylüleri öldürüyordu. Bu vuruşmalarda ölen de Kürt, öldüren de Kürt. İsrail ile kanlı bıçaklı oldukları hâlde Suriye Hükümeti yıllarca Abdullah Öcalan’ı ülkesinde barındırdı. Öcalan’ın bu cinayetleri Suriyeli Ba’sçıların pek hoşuna gidiyordu. Bu da Siyonistlerin ve gizli ellerinin Suriye’de ne kadar etkili olduklarını göstermektedir. Türkiye’de de Siyonistlerin ve Sebataistlerin güdümünde olan bu uygulamaların, onların hizmetinde olan kimlikleri kısmen malum yerlilerin pek hoşuna gidiyor ve etekleri zil çalıyordu. Onların bu ruh ile yetiştirilen kişiler oldukları gayet açıktır. O kişilerden birçoğu hâlen Ergenekon Muhakemesinde tutuklu veya sanık durumunda bulunuyorlar. İşte bu çevreler Abdullah Öcalan ile siyasi ilişkiler içindeydiler. Bunların kimler oldukları zaman zaman medyada dillendirildi. Bu konuda pek çok detay bilgiler vardır. Mossad’ın hizmetkârları olarak nice ünlü yazarlar ve profesörler bu konularla ilgili bilgi kirliliği yaratma hizmetlerini yürütmekteydiler. Bu Kürt İmha Projesini deşifre etme teşebbüsleri veya bu mekanizmanın işleyişine engel olma teşebbüslerinden dolayı Türkiye’de pek çok suikastlar ve cinayetler işlendi. Uğur Mumcu cinayeti, Eşref Bitlis suikastı bunlardan birkaçıdır. Buradan bakıldığı zaman 17.000 faili mechul cinayetlerin hangi maksatla ve kimler tarafından işlendiği görülebilir. Bir zamanlar Türk ordusunda birilerinin Mesut Barzani aracılığıyla PKK’ya 12.000 silah vermeğe çalıştığı, Org. Eşref Bitlis’in de buna engel olma teşebbüsünden dolayı, ona suikast düzenlendiği herkesçe bilinmektedir. Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okan’a güpe-gündüz çarşı ortasında suikast düzenleyenler, Musa Anter’i öldürenlerin kimler oldukları gayet açıktır. Yani A. Menderes’in uçağını kimler düşürdüyse Eşref Bitlis’in uçağını da onlar düşürmüş olmalı. Yakın tarihte İsrail’den satın alınan pilotsuz uçan Heron uçaklarının, Kandil’deki PKK üzerine gönderildiğinde Kandil’den Heron’larım üssüne gelen mesajların PKK’nın nasıl bir kuruluş olduğunu ve kimler tarafından yönetildiğini açıkca ortaya koymaktadır. 41 İktibas Bir hadise var ki, Türkiye’de cereyan eden siyasi yapılanmalar hakkında çok aydınlatıcı olmaktadır. Turgut Özal’ın Başbakanı Yıldırım Akbulut kendisiyle yapılan bir röportaj esnasında ağzından kaçırarak bu sırrı açığa vurdu. Onun anlattığına göre: Batıda Türk diplomatlarına suikastlar düzenlendiği günlerde 11 Yahudi diplomat Ankara’ya geldiler. Cumhurbaşkanı ile bir görüşme talebinde bulunmuşlar ve Çankaya’ya alınmışlar ve bu görüşme gerçekleşmiştir. Bu diplomatlar, kendilerini Türkiye Cumhuriyeti ve ilke ve inkilaplarının samimi destekçileri olarak takdim etmişler ve Turgut Özal’a batıda Türk diplomatlara yönelik saldırıların önlenmesi hususunda çalışacakları vaadinde bulunmuşlar. Türk devlet yapısı için ciddi bir tehdit konumunda bulunan PKK ile mücadelede Yahudiler olarak Türkiye’nin yanında olduklarını ifade etmişlerdir. Doğu ve güneydoğudaki köylerde, köylülerin PKK saldırılarına karşı kendi köylerini korumaları için birimler oluşturulması için bir yapılanmaya gidilmesini önermişler ve bu yapılanmanın başarılı olacağını anlatmışlar. İşte bu görüşmenin ardından Turgut Özal, Köy Koruculuğunu ihdas etti. Evet, Yıldırım Akbulut’un açıklaması böyle idi. Bu tedbir Turgut Özal’a da cazip görünmüş olmalı ki, bu yönde bir yapılanmaya gitti. Nitekim bu olaydan sonra batıda Türk diplomatlara düzenlenen suikastlar son bulmuştur. Bu Turgut Özal’ın başarı hanesine kaydedilmiştir. Burada dikkat çeken gerçek şu olmalıdır. Hiç şüphesiz bu Yahudi diplomatlar, bu tedbiri önermek suretiyle Kürt’ü Kürt’e öldürtme siyasetini devreye sokmayı planladıkları 42 DÜŞÜNCE görülmektedir. Gene Yıldırım Akbulut’un ifadesine göre bu 11 Yahudi diplomat özel bir uçak ile Türkiye’den Ermenistan’a gittiler. Ermenistan’daki temasları hakkında tahminde bulunmak zor olmasa gerektir. Bu yapılanmaların ve örgütlenmelerin Türkiye’de bunca yıldır başarıyla ve gizlilik içinde yürütülmesinde Sabataist çevrelerin önemli rolü bulunmaktadır. Hatta bu olaylarda rol alan bazı kişilerin Sabataist oldukları da görülmektedir. Van Saray’da 33 köylüyü kurşuna dizen Tansu Çiller’in akrabası olan Gn. Mustafa Muğlalı bu familyadandır. Zilan Hadisesi’nin kahramanı olan Albay Derviş gene bu familyadandır. Bedrettin Dalan onlardandır vs. Velhasıl bu gizli yumaklar bilinmeden ve çözülmeden PKK ile mücadelenin başarı şansı olamaz. Çevrede bir duman var. Dumandan herkes rahatsız olmakta. Devlet (Hükümetler), 30–40 seneden beridir bu dumanı dağıtmak için mücadele vermektedir. Oysa bir yerde ateş yanıyor, o ateşi yakan birileri var. Bu duman o ateşten kaynaklanmaktadır. O ateş sönmeden, söndürülmeden ve bu ateşi yakanlar bertaraf edilmeden bu mücadelenin başarıya ulaşma şansı yoktur. 27 Mayıs 1960 darbesini yapanlar şöyle bir soruyu gündeme getirmişlerdi: Cumhuriyet kurulalı bunca zaman oldu. Anadolu insanı, cumhuriyetimizin üzerine inşa edildiği ilke ve inkilapları benimsemiş ve kabullenmiş değildir. Bunun sebebi nedir? Bu soru Meclis’te İsmet İnönü’ye de soruldu. İnönü kendince B.M. Meclis’inde bu soruya cevap verdi fakat darbeciler bu konuda şöyle bir neticeye varmışlardı: Cumhuriyeti ve onun dayandığı ilke ve inkilapları tehdit eden ve tabanda kabul görmesine engel olan iki güç var: Biri şeriatçı İslam Fraksiyonlar, diğeri Kürtlerdir. Gn F. Güventürk’ün ifadesiyle “Bunlar görüldükleri yerde kafaları ezilmelidir.” Bu yazıda mücmel olarak anlatılanlar katiyen afaki değildir. Antisemitik bir hevesle de kaleme alınmış değildir. Bu siyasi bir mekanizmanın işleyişi hakkında hülasa bir rapordur. Bu mekanizma bilinmeden Türkiye’de cereyan eden hadiseleri anlamak ve teşhis etmek imkânsızdır. Ezer Vaizman (İsrail Cumhurbaşkanı) Turgut Özal zamanında Türkiye’ye geldi. Katıldığı basın toplantısında şöyle bir cümle sarfetti: “Biz Ortadoğu’da iki devlet kurduk. Biri Türkiye Cumhuriyeti, diğeri İsrail’dir. İsrail’in kurulması için Türkiye’nin kurulması gerekiyordu.” Yani Osmanlı Devleti’nin tasfiye edilmesi gerekiyordu. Bundan sonra Ezer Vaizman, Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl bir siyasi yapılanma içinde bulunması hakkında ve Atatürkçülükle ilgili tavsiyelerde bulundu. Eminim ki, o gün ne Turgut Özal ve ne basın mensupları, Ezer Vaizman’ın bu sözünden hiçbir şey anlamadılar. Çünkü bu raporda belirlenen siyasi yapı hakkında bir vukufları ve derinlikleri yoktu. Onun için Ezer Vaizman’ın o sözlerini gazetelerine manşet yaptılar. Akillere bir işaret yeterlidir. Akillere bir işaret olsun diye bu yazı kaleme alındı. İktibas DÜŞÜNCE KERAMET SAADETTİN MERDİN Keramet’in “evliyanın kerameti haktır” şeklinde ehli sünnetin itikadına dâhil edilmesi H.3. asırdan sonrasına rastlar.[1] Ayetlerden ziyade rivayetlere öncelik veren Eş’arî kelamı topluma hâkim olduktan ve evliya menkıbeleri iyice çığırından çıktıktan sonra keramete iman itikad mevzusu yapılır. Kur’an ve hadisi yorumlamada aklı ve mantığı öne çıkaran Mutezile mucize ve kerameti çok sınırlı olarak kabul eder. Biz Müslümanlar peygamberlerin mucizelerine inanırız. Lakin keramete iman zarurâtı diniyeden değildir. İbn-i Hazm gibi bir müstakil mezhep imamı da kerameti peygamberler dönemi ile sınırlı tutması bunu göstermektedir. Mucize ve kerametin her ikisi de olağanüstü, harikulade şeylerdir. Tek farkı, birinin evliyaya izafe edilmesidir. Yani ikisi de aynı şey. Mahiyetleri, sıfatları bir, lakin isimlendirilmesi farklı! Ne garip bir durum değil mi? Zaten Abdülmecid es-Sivasi; ‘Harikulade olan işin sahibi eğer nübüvvet ve risalet davasında bulunursa onun elinde zuhur eden şeye mucize denir’ der.[2] Eğer bu kişi nübüvvet iddiasında bulunmaz ise onda görülen harikulade hâl, keramettir(!) Zaten, Eşari’nin eserlerinde olduğu gibi ilk dönem İslami eserlerde, şimdilerde keramet diye adlandırdığımız olaylara “ayet/ mucize” adı verilmektedir. Ayet denilen harikalara keramet denilmesi sonraki dönemlere ait bir isimlendirmedir. Batılılar da bizim keramet dediğiz şeye mucize demektedirler. Pisagor’un mucizesi, Pavlus’un mucizesi, Kapadokyalı Apollonius’un mucizesi vs. gibi. Mesela, bu Pagan Apollonius’un yüzlerce mucizesinden bahsedilir. Evrende “sünnetullah” ve “adetullah” denilen, sebep-sonuç nedenselliği ile işleyen bir düzen vardır. Ezelden ebede doğru giden bu ilahi nizam –eğer delinirse- sadece peygamberler için delinir. Bu da halkın peygamberlerin Tanrı’nın elçisi olduğunu tasdik edip getirdiği emirlere uyma maksadına yöneliktir. Yani tabiat kanunlarının mucizelerle delinmesinde birtakım hikmet, maslahat veya ihtiyaç vardır. Velinin veliliğini kabul ve tasdik edip kendisine tabi olmaya hiçbir Müslüman mecbur olmadığından, ondan zuhur eden keramet için böyle bir hikmet ve maslahat yoktur. Öyleyse herhangi bir hikmeti ve faydası bulunmayan kerametin bir veliden zuhuru abes olur. “Mucize, peygamberlik davasıyla birlikte ortaya konulan ve halkın mislini getirmekten aciz kaldığı bir harika.” diye tanım- lanır. Velinin kerameti de aynı mahiyette olunca peygamber olmayan bir veli mucizenin benzerini getirebiliyor demektir. Bu da mucizeleri anlamsız bırakır. Serrâc; “Peygamberlerden başkasının keramet/harikulâde hâl sahibi olması caiz değildir. Ayet, mucize ve keramet bir ve aynı şeylerdir. Veliden kerametin zuhurunu kabul etmek veli ile nebiyi aynı seviyede ve eşit görmek anlamına gelir. Bu durumda nebi ile veli arasında fark kalmaz.” demektedir. Binlerce velinin ve her birinin – eğer var ise- binler kerameti gök kubbeyi dolduracaktır. Bu takdirde de bu harikulade hâllerin kerameti (kıymeti) kalmayacak, sıradan olaylar hâline gelecektir bu da beraberinde mucizenin kıymetini düşürecek, keramet enflasyonu içinde herkes tarafından gösterilen basit bir olay olacaktır. Bu takdirde de ne peygamberlerin bir üstünlüğü ne de peygamber olduklarının kanıtı olan mucizelerinin bir kıymeti kalacaktır. Bahsedilen sebeplerden dolayı peygamberle veli, mucize ile keramet birbirine karıştırılır ve ayırt edilmeleri mümkün olmaz, ayrıca veli peygamber düzeyine çıkarılabilir. Bu da bazı kimselerin peygamberlik iddiasında bulunmalarına yol açabilir.[3] Aslında bu keramet kültürü tamamen Hıristiyan azizlerinden ve Budist rahiplerinden bizlere geçmiştir. Sahabe ve Tabiûn’dan tek bir tane keramet menkıbesi nakledilmezken sonrakiler ke- 43 İktibas ramet denizinde yüzmektedirler. Bu işte bir tuhaflık yok mu? Rec’î vakasında, Bir’î Meûne faciasında Peygamberimizin üzerine titrediği Ashab-ı Suffe’den yetmiş küsur gencecik talebesi en vahşi şekilde katledilirken Peygamberimizin haberi olmamıştır. Taif’te taş sağanağı altında kaldığında, ayaklarından akan kanlar ayakkabısına ulaştığında bile şeyhlerden her zaman sadır olan böyle harikulade hâller olmamıştı. Hz. Peygamber, Mekke’den Medine’ye bin bir zahmete ve meşakkat içinde, günlerce süren bir yolculuktan sonra varabilmişken evliyanın çok daha uzak yerlerden, çok kısa bir sürede Kâbe’ye uçuvermesi, orada namaz kılması, tavaf yapması nasıl mümkün olabilir? Eğer bu masallar doğruysa velilerin Peygamberimizden daha üstün olduğunu kabullenmeliyiz. Sahabe yeryüzünün en güzide toplumu olmasına rağmen hiçbirisi gaybı bildiğini, hiçbiri gezdiği yerlere bereket götürdüğünü, hoşlanmadıklarının ölümünü isteyip öldürdüklerini, taş yaptığını, denizin üzerinde yürüdüğünü, kuru ağacı yeşerttiğini söylememiştir. Hatta o kadar ki Hz. Hamza, üç beş metre gerisinden kendisini öldürmeye geleni, Hz. Ömer, iki saf arkasındaki katilini fark etmedi! Hz. Ali, namaz kıldırdığı mescitte, mescidin bir köşesinde kendisini öldürmek için plan yapan, aylarca orada gizlenen İbn-i Mülcem’i ne gördü, ne bildi! 44 DÜŞÜNCE Medine’de İbn-i Sayyad diye bir medyum vardır. Güya insanların içinden geçeni bilir. Peygamberimiz içinden ‘duhan’ kelimesini tutarak, ‘Bil bakalım benim içimden ne geçti?’ diye sorar. O da‘duh..’ der demez, Peygamberimiz müdahale eder, ‘haddini aşıyorsun’ diye tersler. Bu çocuk daha sonra büyüyüp Müslüman olmasına rağmen, sahabe bu kimseye daima mesafeli davranmıştır. Ondan hoşlanmamışlardır. Peygamberin ve sahabenin olağan dışılığa bakışı böyledir.[4] Zaten, ilk sufiler de kerameti ilahi bir ikram ve lütuf olarak görmekle beraber öneminin abartılmasına ısrarla karşı çıkmışlar, keramet gösterilerine ve keramet satanlara ağır eleştiriler yöneltmişlerdir. Onlar kerametlere hayz’urricâl (erkeklerin hayız görmesi) nazarıyla bakmışlardır.[5] minist dünya anlayışından sıkılmakta maddi olmayan, ruhani şeylere fizik âlemin ötesine ilgi duymaktadır. Bunlardan bir kısmı astrolojiye, müneccimliğe, falcılığa, medyumlara, ufologlara, reikiye, cinciliğe, medyumlara, ruh çağırmaya, parapsikolojiye ve benzeri hususlara ilgi duymaktadır. Cinleri hep cin gibi insanların, uzaylıları hep uzay filmleri seyredenlerin görmesi gibi birtakım kimseler böyle hayali, mesnetsiz şeylere inanmaya oldukça yatkındırlar. “Bir şeyin şüyuu, vukundan beterdir.” derler. Birinin adı keramet sahibi veli diye anılmaya görsün! Hakkında neler uydurulmaz! Köprüye girerken yalan uyduranın, çıkarken kendisinin de inanması gibi, bu haberleri uyduranlar bir müddet sonra kendileri de inanmaya başlayıverir. Fazlur Rahman keramet kültürünün tamamıyla dışarıdan ithal olduğu ve Sünniliğin itikadına sonradan dâhil olduğunu belirtir: “Sufilik birtakım görüntüler ve kendi kendini hipnotize etmeler yüzünden ruhani bir hokkabazlık şekline bürünürken nazari açıdan da yarı çılgın bir tasavvufi irfaniliğe /gnostizme dönüştü. H. 5. yüzyıla doğru velilerin kerametine olan inanç iyice yaygın bir durum almıştı. Sünnilik de çekingen bir şekilde de olsa kerameti en sonunda kabul etti.”[6] Şeyh efendiler ‘tayyımekân’ (aynı anda birçok yerde olmak), ‘tayyızaman’ (tarihin ilerisine veya gerisine ışınlanmak) gibi tamamen sünnetullaha, akla ve İslam’a aykırı binlerce keramet yumağı hâlinde takdim edilirler. Ortaçağdaki uçan halılar gibi, süpürge sapının üstünde uçan cadılar gibi evliyalar havada uçar, diledikleri an diledikleri yere giderlermiş (!) Lakin son yıllarda hava trafiğindeki yoğunluktan dolayı pek uçamaz olmuşlar. Keramet, velilere Allah’ın bir ikramı değildir! Özellikle günümüzün modern insan her şeyin maddeye indirgendiği, mekanik ve deter- Pek tabii ki, şeyh uçmaz, ahmak müritler tarafından uçurulur. Benim peygamberim haftalarca Mekke-Medine arasında defalarca kızgın güneşin altında yürümek zorunda kalmış, hatta İktibas DÜŞÜNCE mağarada saklanmak zorunda kalmış, bu evliya denen yarı ilahların mertebesine erişememişti. Yine bu masal kahramanları su üzerinde kurbağa gibi yürürlermiş, lakin Musa peygamber her nasılsa yürüyememişti. Yunus peygamber gemiden denize atılmış, bu keratalar gibi su üstünde yürümeyi becerememişti, denizde bir balık tarafından yutulmuştu! Ayrıca canlı mucize/keramete tanık olmak isteyen o kadar saftirik vardır ki! Onlar en sıradan işleri bile keramet olarak algılamaya zaten şartlanmışlardır. Yağmur mu yağdı, Gavs dua buyurmuştu. Kaza mı oldu, efendi hazretleri buna işaret buyurmuştu. Hoşlanmadıkları birinin başına bir bela mı geldi, şeyhimiz onu çarptı.[7] Sahabe ve tabiûn tüm evliyalardan binlerce kez üstün olmalarına rağmen onlardan nakledilen kerametler birkaçı geçmezken ve bunlar da zayıf rivayetlere dayanırken[8] tarikat şeyhleri hakkında nakledilenler ansiklopedilere sığmaz.[9] Bugün İslam toplumunda herhangi bir mesleği olmayan, çalışmadan krallar gibi yaşayan bazı kimselere ‘keramet sahibi büyük evliya’ muamelesi yapılmaktadır. Geçimlerini uydurulan bu kerametlerden kazanırlar. Havada uçmalar, suda yürümeler, ateşte yanmamalar vs. Daha neler neler! Leş yiyen karga da havada uçar, lanetli şeytan da bir gecede dünya kadar yer gezer, yılan da suda yürür. Bir sünnetsiz Budist, Hindu bile eksi 20 derecede çıplak olarak dışarıda günlerce kalabilmekte. İş mi yani? Batı’daki bazı usta illizyonistler bunlardan daha büyüğünü göstermekte! Feridüddin Attar şöyle bir olay anlatır; Ebu’l-Hasan Harakânî bir gece sohbet ederken dedi ki: “Şu anda falan sahrada eşkıya vurgun yaptı ve şu kadar kişi de yaralandı.” Ertesi gün soruşturdular, şeyhin dediği doğru çıkar. Tuhaftır, aynı gece şeyhin oğlunun başı kesilmiş, evinin eşiğine konmuş ve şeyhin bundan hiç haberi olmamıştı. Kocasının kerametlerini inkâr etmekle tanınan şeyhin karısı: “Kilometrelerce uzaktaki bir olaydan haber verdiği hâlde, oğlunun kesik başından haberi olmayan bir kişiye ne demeli?” diye söylenmekten kendini alamaz.[10] Keramet sahibi olmak demek olağan dışı olmamak, yani kerameti olmamak, normal olmaktır. Zaten her insan kerim/ değerli, mükerrem kılınmıştır. [İsra/70] Her insan keramet sahibi, saygın bir varlıktır. Gerçek keramet, tevhid ve istikamet üzere olmaktır. Kâinat kitabını okuyup ondaki ayetleri/mucizeleri okumaktır. Esas keramet suda yürümek değil, suyun üstünden insanları geçirmektir. Köprü yapmaktır. En modern deniz taşıtlarını yapacak bilgi ve donanıma sahip olmaktır. Keramet gökyüzünde uçmak değil, insanları fezada uçurmaktır. Uçaklar, uzay gemileri yapmaktır. İnsanlara hizmet ederek, hakkın rızasını kazanmaktır. Keramet olağan, tabii, fıtrî olmakta, olağan dışılıkta değil![11] İslam’a göre keramet Allah’ı razı etmektir, su üzerinde yürüme değil! İslam’da keramet Allah’tan korkmak, onun emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçınmaktır, havada uçmak değil! İslam’a göre keramet ehli takva olmak, yani insani sorumluluğu kuşanmaktır. Yoksa gaipten haber vermek, bereket yağdırmak, kalplerden geçeni bilmek değildir! Ayrıca hiçbir Müslüman asla bir başkasının kâinatta tasarrufta bulunmasından hoşlanmaz. Bunu Rabbine meydan okumak, ilahlık taslamak olarak görür. Hem keramet olsa bile, bu dünya ‘dar’ul hikmet ve hizmettir’, yoksa ‘dâr’ul ücret ve mükâfat’ değil. Buradaki imanımızın ve salih amellerimizin karşılığını ahirette alacağız. Uhrevi amellerimizin ücretlerini dünyada istemek doğru değildir. Keşf ve keramet ile onları burada tüketmek, iman ve amellerimizin bâki meyvelerini fâni ve muvakkat bir surete çevirmek, akıl kârı olamaz! Kerameti görülen velilerin diğer müminlerden üstün olması da zorunlu değildir. Asıl olan keramet değil, istikamettir. İbni Haldun, kâfir ve fasık sihirbazların halvete çekilip birtakım riyazetlerle olağanüstü şeyler gösterebileceklerini söyler.[12] Ya da sünnetsiz Hint fakirlerinin de böyle olağan dışı işler yaptıkları -eğer doğru isenakledilir. Bu takdirde keramet kişinin dinine değil, şahsına bağlı demektir. Diğer taraftan 45 İktibas bazı insanların diğerlerinde olmayan becerileri ya da bilimin bugün henüz izah edemediği birtakım yetenekleri olabilir. Ayrıca Hallaç, Beyazıdı Bistamî ve Sühreverdî gibi bazı kimselerin simyacı olduğu da göz ardı edilmemelidir. Keramet adı altında birtakım manipülâsyon, göz boyama, sahtekârlık, şarlatanlık, zekâ ve el oyunları her zaman, her yerde görülmektedir. Çoğu kere de müneccimlik, sihirbazlık, hokkabazlık, gözbağcılığı ve falcılık gibi şeyler keramet ile karıştırılmaktadır. Diğer yandan bazı cahil müritlerin, şeyhlerinin çok sıradan olan beşeri hâllerini, alelade tesadüfleri bile keramet olarak görmeye dünden hazırdırlar. 46 DÜŞÜNCE diriyi öldürmek, ölüyü diriltmek, kabir hâline ve ölülerin durumuna vakıf olmak ve aynı zamanda ölülerle konuşmak, su üzerinde yürümek ve havada uçmak, gaybı bilmek, insanların kalbinden geçenleri bilmek, melekût âlemine nüfuz edip tasarruf etmek, rüzgâr estirip esen rüzgârı dindirmek, ateşte yanmamak ve zehirden etkilenmemek vs. gibi hikâyeler dinen, aklen ve tıbben mümkün değildir. Her insanda görülen ve “tulûat, hiss-i kable’l-vuku’ (bir şeyin vukuunu olmadan önce hissetme), telepati, içine doğma, feraset nuru ile bakıp görme, basireti veya kalp gözü açık olma…” gibi deyimlerle dile getirilen manevi ve ruhi hâller de aslında bilimle izah edemediğimiz olağan dışı hususlardır. Eğer böyle bir hâl evliyada zuhur ederse keramet, sıradan bir müminde zuhur ederse maûnet, bir fasıkta zuhur ederse istidrac, din düşmanlarından zuhur ederse ihanet adının verilmesinin hiçbir mantığı yoktur. Buna “kazâ-yıhâcât, çok sıkışan birinin ihtiyaçların giderilmesi” adını verenler de vardır. Bu açıdan bakıldığında harika ve keramet diye göklere çıkarılan hadiselerin dinde fazla bir önemi olmadığı ortaya çıkar. Aslında tarikatlar bu keramet menkıbeleriyle sapık yollarına cahilleri çekmek için başvururlar. Evliyaları takdis etmek ve evliyaların peygamberlerin devamı olduğu ve Allah’ın yeryüzündeki vekilleri olduğu yalanına destek bulmaktır. Gerçekten bu tasavvuf dininin halk arasında hüsnü kabul görmesinin en büyük sebebi bu kimselerin binlerce kerameti olduğuna inanmalarıdır. Bundan dolayı, keramet tarikatların olmazsa olmazıdır. Zira bunların felsefesinde bütün varlıklar Allah’ın bir tezahürü, değişik mertebelerdeki görünümleridir. Eğer insan seyri süluk ile Allah’ta fani olursa, ona vasıl olursa artık Allah’ın gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olur. O artık Allah’ta fani olmuş, ilahi bir nitelik kazanmıştır. O artık her kudreti izhar edecek bir makama yükselmiş olur. İşte bu dereceye yükselmek evliyalık, her olağanüstü harika şeyleri göstermek ise keramet olur (!) Onların çarpık zihniyeti meseleye böyle bakar. Evliyaların hak olduğuna delil getirilen keramet hikâyeleri: Şârânî, şeyhi Ahmed Bedevî’nin kabrinden elini çıkarıp elini tut- tuğu, hatta helva pişirip ölüleri ve dirileri çağırıp yedirdiğini utanmadan söyleyebilmiştir. Müslümanların itikadını, böyle hurafelere inanan Şarâni’nin yazdığı ‘Kabir Hayatı’ gibi kitapların oluşturduğunu düşünebiliyor musunuz? Bu mezarcıların böyle pek çok garip masalları vardır. Mesela Ahmed er-Rifâi, Peygamberimizin merkadı önüne geldiğinde, ‘es-Selamü aleyke, Yâ ceddî (Sana selam olsun Ey Dedeciğim) deyince, orada olanların hepsi ‘Aleyke’sselam, Ey veledî (Sana da selam olsun! Ey çocuğum) cevabını işitmiş. Sonra, ‘Uzat ellerini, dudaklarımla öpeyim’ deyince, Peygamberimizin mezarından dışarı bir el çıkmış ve bu zat da o eli öpmüştür (!)[13] DİPNOTLAR 1 2 3 4 5 7 8 9 10 11 12 13 Y.Şevki Yavuz, Keramet md, DİA, C.25, s.269 Cengiz Gündoğdu, Abdülmecid Sivasî, s.389 Süleyman Uludağ, Keramet-II, Tasavvuf:İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 6 [2005], sayı: 15, s. 7-35. Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, s.32-3 Süleyman Uludağ, Keramet-II, Tasavvuf:İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 6 [2005], sayı: 15, s. 7-35. Fazlur Rahman, İslam, s. 213 Ferid Aydın, a.g.e, s.244 Süleyman Uludağ, Keramet md, DİA, C.25, s.266 Hz. Ömer’e nisbet edilen, ordu komutanı Sâriye’ye Medine’den ‘dağa çık’ diye bağırmış, o da bunu işitip, dağa çekilmiştir. Bu hikâyeyi Vâkıdî nakletmişolup, pek güvenilir bir tarihçi değildir. İşin aslı Hz. Ömer, camide ordunun muzaffer olması için dua etmiş ve bu isteğinin Suriye’de olan Sariye’ye iletilmesini insanlardan istemiştir. [İ.Sarmış, a.g.e, s.333] Süleyman Uludağ, Keramet-II, Tasavvuf:İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 6 [2005], sayı: 15, s. 7-35 Hasan Elik, Dini Özünden Okumak, s. 103 İbni Haldun, a.g.e, s.672 Mustafa Tahralı, DİA, A.er-Rifâi md. C:2, s.127 Bir Kitap, Bir Alıntı ANKARA’DA KIRKBEŞ YIL Süleyman Arslantaş Nehir Söyleşi Beyan Yayınları s. 106-114 Yeniden Millî Mücadele ve Hizb-ut Tahrir … A.Burak Bircan: Artık Yeniden Millî Mücadeleye geçebiliriz. Çünkü o Hizb-ut Tahrir’in karşısında bir konumlanış olan yeniden Millî Mücadeleye. Sıhhiye Zabıta Lokali’nde yeniden Millî Mücadele Birliği’nin etkinliğiyle başlasak ne dersiniz? Süleyman Arslantaş: Hizbut Tahrir’in ortaya çıkmasıyla beraber ona alternatif birtakım akımları da türetmek gerekiyordu. Türkiye kendisini legal planda ortaya çıkan gelişmelere göre tanzim etmişti ama bir de illegal boyutlu 1964’ten beri Türkiye’nin gündemine Hizb-ut Tahrir hareketi girdi. Bu Hizbut Tahrir hareketinin girmesiyle beraber onu dengeleyebilecek bir yapılanmayı, kontrollü bir yapılanmayı bizzat kendileri ortaya koymaya çalıştılar. Millî Türk Talebe Birliği’ne ki, daha çok Necip Fazıl Kısakürek’in kontrolü altında faaliyetlerini ortaya koyan bir hareketti, o da her ne kadar legal bir şekilde ortaya çıkıyorsa da Millî Türk Talebe Birliği’nde ciddi, geleceğin Türkiye’sine yön verecek, yönlendirebilecek gençlik de yetişiyordu. Mesela Metin Önal Mengüşoğlu orada yetişen, hatta oranın gençliğine kısmen yön veren, yönlendiren bir kafa yapısına sahip çok önemli, saygıdeğer bir gençti Millî Türk Talebe Birliği’nde. A.B.B: Şair, edebiyatçı, düşünce adamı. S.A: Tabi her yönüyle, üstelik mükemmel bir akideye sahip bir insan. Bunlar tabi gözden kaçmıyordu. Her ne kadar bu Millî Türk Talebe Birliği’ndeki gelişmeleri, Hizb-ut Tahrir’in ortaya koyduğu bütüncül siyasi İslam anlayışını sabote etmek bağlamında birtakım sabah namazları seremonileri gibi hareketler, bazı yayınevleri vasıtasıyla birtakım şeyler ortaya koyuyor olsa da sistem yine de bundan endişelendi, daha kontrollü, daha kendisinin kontrolü altında üst düzey yoğunluğu olan İslami söylemleri ortaya koyabilecek yapılanmalara önem vermeye başladı ve işte bunlardan bir tanesi Yeniden Millî Mücadele Birliği’dir. Yeniden Millî Mücadele Birliği biliyorsunuz Aykut Edibali, Allah rahmet etsin, vefat eden Necmettin Erişen ve benzerleri eliyle kuruldu. Fakat Yeniden Millî Mücadele Birliği’nin yayınlarına baktığınız zaman veya Yeniden Millî Mücadele Birliği Dergisi’ne baktığınız zaman İlmi sağ, ilmi sol, inkılab ilmi hemen hemen Hizb-u Tahrir benzeri her alanda. A.B.B: Bir dergisi vardı sanıyorum. S.A: Yeniden Millî Mücadele Birliği Dergisi. Bayrak Gazetesi vardı. Yeni Ortam Gazetesi’ni satın aldılar 1974’te, onu Bayrak Gazetesi hâline getirdiler. İşte Yeniden Millî Mücadele Birliği’nin söylemlerine baktığımız zaman yani Takiyuddin Nebhani’nin Türkiye’de illegal olarak dağıtılan, okunan kitapları İslam Nizamı, Tefkir ve benzeri kitaplarının hemen hemen Yeniden Millî Mücadele Birliği’yle beraber legalize edildiğini görüyoruz. A.B.B: Legalize edilip millileştirildi. S.A: Millileştirildiğini görüyoruz. Dedim ya üst düzey söylemlerle bir şekilde illegalitenin önüne geçmeyi amaçlıyorsunuz. A.B.B: Kökü dışarıda söylemleri de yoğunlaştı değil mi o dönemlerde? S.A: Tabi. Dolayısıyla ben Yeniden Millî Mücadele Birliği Hareketini görebildiğim, o zamanlar tespit edebildiğim kadarıyla legalleştirilmiş Hizb-ut Tahrir, devlet kontrolünde bir Hizb-ut Tahrir hareketi gibi algıladım, gördüm. Çünkü Takiyüddin Nebhani’nin görüşleriyle Aykut Edibali’nin ortaya koyduğu görüşler arasında İslami anlamda bir farklılık söz konusu değildi. Bu gayri İslamidir anlamında söylemiyorum, yanlış anlaşılmasın. Takiyüddin Nebhani’nin ortaya koydukları da İslamiydi, Yeniden Millî Mücadele Birliğinin, millî vasfını bir tarafa bıraktığınız zaman ortaya koydukları da kahir ekseriyetle İslami. 47 İktibas A.B.B: Bir yandan da aşıydı yani değil mi? Sistemin kendini koruması anlamında. S.A: Ama yine o dönemde sistem, sistematik olarak Yeniden Millî Mücadele Birliği’yle MTTB’yi karşı karşıya getirme programları da yapıyordu, rejim yapıyordu. Mesela Vatan Caddesi’ndeydi yanılmıyorsam, Vatan Caddesi veya Millet Caddesi, şu anda tam hatırlayamıyorum, 1970’te bir yürüyüş yapacak Millî Türk Talebe Birliği. Allah rahmet eylesin Burhan Kayhan Valilikten yürüyüş için izin alıyor Cumartesi günü saat 14’te Millî Türk Talebe Birliği yürüyüş yapacak. Fakat aynı saatte Yeniden Millî Mücadele Birliği’ne de yürüyüş için izin veriyorlar aynı saatte, aynı tarihte. Bu iki grubu karşı karşıya getirme hadisesiydi başka bir şey değildi. A.B.B: Amaç neydi burada? S.A: Burada amaç, bunun ikisini birbirine kırdırarak MTTB ile Yeniden Millî Mücadele Birliği arasında bir kavga zemini oluşturarak bir şekilde ikisinden de sistemin kendisini kurtarmasıydı ve bu şekilde enerjilerini birbirlerinin üzerine boşaltmış olacaklardı. A.B.B: Yeniden Millî Mücadele, Hizb-ut Tahrir’le mücadeledeki işlevini tamamlamış mıydı? S.A: Zaten bir taraftan düşünsel olarak onunla mücadele ediyor, belki de ki, belki değil yani bunu muhakkak anlamında söylüyorum. Tabanın, Yeniden Millî Mücadele Birliğinin tabanının tamamı samimi insan- 48 BİR KİTAP, BİR ALINTI lardan oluşuyor, tamamı, hiç istisnası yok bunların. Bugün bile işte malumunuz, hepimizin de arkadaşları var, bunların hiçbirisinde bir art niyet, bir samimiyetsizlik görmeniz mümkün değildir. Mesela ben bir ara Adana’da birisiyle tanıştım Yeniden Millî Mücadele Birliği’nden, bu arkadaşımızın o zamanlar babası ölmüş miras düşmüş o günün parasıyla 130 bin lira gibi çok büyük bir rakam. Yıl 1971. A.B.B: Yani kaç, Ankara’da mesela mütevazı bir semtte kaç tane evin karşılığı? S.A: En az, diyelim ki Kurtuluş’ta en az iki tane kaliteli ev alırsın o zaman. Bu arkadaşımız onu olduğu gibi Yeniden Millî Mücadele Birliği’ne bağışladı. Bunların Samanpazarı’nda bir yerleri vardı, zaman zaman bizim de gidip geldiğimiz bir yer... Mesela işte gider pardesüsünü asar. Efendim, bir başkası gelir dışarıya çıkacak onu giyer gider, böyle imkânlarını müştereken kullanma imkânlarını tam bir kardeşlik, bir uhuvvet havası içinde, bir dostluk havası içerisinde paylaşımları vardır, mükemmel bir boyuttur. Yani onlar samimiyetten kopuk, samimiyetten yoksun bir birlik değildiler, ama sistem, onun tabanına daha farklı şeyler yüklüyordu. Mesela bu alanda iki önemli hatıra var. A.B.B: Kurucuların amacıyla, tabanın amacı farklıydı tabii. S.A: Zaten taban bu farklılığı fark ettiği zaman da parçalan- dı. Taban samimiydi. Şimdi tavanda Nurcuların, Süleyman Demirel’e pazarlandığını taban nereden bilsin, Risaleyi Nur tabanı. Hepsi samimi, Allah yolunda, dinine hizmet eden, dinini yaşamaya çalışan insanlardı onlar. Hangi Nurcu’yu biz -İslami manada düşünce boyutunu tartışmak ayrı- samimiyetsizlikle suçlayabiliriz? Hâşâ, böyle bir şeyimiz yok. A.B.B: Yeniden Millî Mücadele’nin Zabıta Lokali’ndeki... S.A: Şimdiki Abdi İpekçi Parkı’nın bulunduğu yerde bir Zabıta Lokali vardı. Bunlar, orada zaman zaman milliyetçi mukaddesatçı söylemleri dile getiren birtakım programlar yaparlardı. Yine bir pazar günü orada bir program yaptılar ki, Kıbrıs Harekâtı’nın veya Kıbrıs olaylarının biraz ısındığı bir zaman dilimindeydi. İşte toplandık oraya, çok kalabalık. Orada çeşitli sloganlar atılıyor, çeşitli konuşmalar yapılıyor. Mesela o günden hatırladığım sloganlardan bir tanesi: “Kan kan kan, Kıbrıs, Kudüs, Türkistan. Geliyoruz, intikam alacağız.” Böyle İslam coğrafyasını, Türk coğrafyasını kuşatan söylemlerin ön plana çıktığı bir programdı. Hafızam beni yanıltmıyorsa Bayrak şiirinin yazarı Arif Nihat Asya kürsüde konuşmasını yaptı. Yine böyle “Kan kan kan Kıbrıs, Kudüs, Türkistan” gibi ant içme seremonisi yapacaklar. Programın finalinde Mücadele Birliğinin önde gelenlerinden bir arkadaşımız, genç bir arkadaşımız Arif Nihat Asya’nın bir elini o havaya kaldırmak İktibas BİR KİTAP, BİR ALINTI istiyor, diğer elini de bir başkası havaya kaldırmak istiyor. Bu arada Arif Nihat Asya da ısrarla elini kaldırmıyor ve tabi kaotik bir ortam meydana geliyor. Gençler ısrarcı, vazgeçmiyorlar, o da kaldırmamakta ısrarcı. En sonunda Arif Nihat Asya dedi ki: “Gençler biz eski toprağız, bizim kalkan yumruğumuz hedefini bulmalıdır. Biz hedefini bulmayacak yumruğu kaldıramayız bu yaştan sonra ama sizler gençlersiniz, sizin antrenmana ihtiyacınız var, siz yumruklarınızı kaldırın kaldırın indirin.” dedi. Evet, benim hafızamda önemli bir yer tutmuştur bu ilginç olay. Mesela ilerleyen zaman dilimleri içerisinde isim vermeyeceğim, 12 Mart Muhtırası verildikten sonra, Kızıldere olayları söz konusu olduğu zaman dilimi içerisinde bunlardan bir tanesi beni ziyarete geldi, o Arif Nihat Asya’nın yumruğunu kaldırmak isteyen arkadaşlardan bir tanesi. Mümtaz Soysal’ın Anayasaya Giriş kitabını istiyor ısrarla. Dedim, bende yok, ben nereden bulayım. Netice itibariyle bir alt sokakta bir arkadaşımız o zaman siyasalda öğrenci, belki onda bulunur, dedik, gittik aldık geldik o kitabı. Şimdi kitabı okuyor ve altını çiziyor arkadaşımız. Okuyor ve altını çiziyor. Dedim, ne yapacaksın bunu? Dedi, Mümtaz Soysal burada komünizm propagandası yapıyor. Ee yapsın, dedim, ne olmuş? Ben Mümtaz Soysal’ı tutuklayacağım, dedi. Hadi oradan, sen kimsin? dedim. Görürsün, dedi. Nasıl göreceğim, dedim? Dedi, İstanbul 1. Ordu Komutanlığı emriyle tutuklattı- racağız. Yani Faik Türün Paşa’yı kast ediyor. Ya sen kim, Faik Türün Paşa kim? Faik Türün Paşa bizim adamımız demez mi? Ben büsbütün tabi işi hafife aldım. O zaman yarın, dedi, 13 Ajansını dinle. Hakikaten ertesi günü 13 Ajansını dinlediğimde Mümtaz Soysal Anayasaya Giriş kitabında komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle İstanbul 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı emriyle tutuklanmıştır, diye ajansta haberler geçti ve ben o zaman bu grubun, bu arkadaşların tepesinin nerede gezdiğini, ne yaptığı, ne yapmak istediğini biraz daha rahat bir şekilde anlamış oldum. Bu sanıyorum önemli bir anekdot olsa gerek. A.B.B: Çok önemli bir anekdot. Şimdi bu konuyu bitirmeden evvel, Yeniden Millî Mücadele Birliğinin, Müslümanların mücadelesine etkileri, olumlu ve olumsuz etkileri ve kapatılması, sanıyorum Gölbaşı Sineması’nda lağvedilmesi, o Mücadele Birliğinin diğer partiler içerisinde temsili hususu var. S.A: O konuda fazla muttali değilim. Yani o kapatılması sürecine fazla muttali değilim. Zira ben, bu Mümtaz Soysal olayından sonra bayağı bir mesafe koydum, o tarihten sonra. Ancak bir hakkı teslim etmek bakımından bir şey söylemem gerekiyor. Gerek Hizb-ut Tahrir hareketi gerekse Yeniden Millî Mücadele Birliği Hareketi, -çünkü kültürel kaynaklar itibariyle birbirlerine çok benzer iki kültürel kaynağa sahipler ikisi de. Biri diğerinin legal şekli, biri diğerinin illegal şekli kültürel anlamda söylüyorum- bunun ikisi de Türkiye’deki Müslümanların beyin rahminin gelişmesine katkıda bulunmuştur; bu hakkı teslim etmem gerekiyor. A.B.B: Peki Hizb-ut Tahrir Hareketini bir anlamda bloke etmek, önlemek için kurulmuş olan Yeniden Millî Mücadelenin, tabi ki Hizb-ut Tahrir’den birtakım çizgiler taşıması dolayısıyla Müslümanların hayatında etkili olabilir ama Müslümanların sisteme entegrasyonunda da bir işlem gördüğünü söyleyebilir miyiz? S.A: Sisteme entegrasyon noktasında elbette ki işlev görmüştür ama bir taraftan da onların içerisinden çok ciddi anlamda İslam’ı, Allahu Teâla’nın vahiy ettiği şekliyle düşünebilen insanlar çıkmıştır. Bunda onların eğitim programlarının çok ciddi katkıları olmuştur. Tavan neyi düşünürse düşünsün, ama tabanın samimi algılaması sonucunda mükemmel bir İslam anlayışı. A.B.B: İki kesimden bahsedebiliriz orada, birincisi hakikaten onların içerisinde çok daha fikri seviyeleri ileri, oradaki verilenlerle yetinmeyip başka okumalar yaparak çizgilerini daha ileri noktaya taşıyanlar, İran devriminin de etkisiyle bu çizgi daha sonra belirgin hâle gelmiştir. Ayrıca onların yeniden millî mücadelenin dağıtılmasından sonra Adalet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, MSP ve daha sonra ANAP içerisinde de temsilcileri hep başrol oynamıştır, önemli etkileri görmüştür. Yani iki ayrı çizgiden bahsediyoruz o dönemle ilgili sanıyorum, değil mi? 49 İktibas S.A: Yani iki ayrı çizgi olmuştur. Birisi, bir şekilde kendi o görev, yani devletle olan organik bağları nedeniyle kendi tabanından kopan bir kesim olmuştur, oluşmuştur. Bir başkası da, devletle bağlantılar tespit edildikten sonra daha bağımsız, daha müstakil ve Türkiye’nin gerçeklikleri dikkate alınarak birtakım yapılanmalarda yer alan ve düşünsel olarak birtakım üretimler, fikirler ortaya koyabilen kesimler söz konusu olmuştur. Bence ikinci kesim hâlen varlığını gerek siyaset, gerek ekonomi, gerekse kültürel bağlamda devam ettiriyor ve şu anda da Türkiye’de bu anlamda ciddi bir boşluğu doldurmuş oluyorlar. A.B.B: Bir anekdot… Rahmetli Ercümend Bey, Millî Mücadele ekibi için sizin söylediğinizin tersi bir şey söyler. Siz, beyin rahimlerinin gelişmesine yol açmıştır dediniz, o da hep derdi ki: “Hayızdan, nifasdan kesip bırakıyorlar insanları… Çok zeki insanları kullandılar, çok zeki insanlar bu işe girdi, çok güzel çalışmalar yaptılar. Ama sonuç olarak onlara verilen hedef, gösterilen hedef ulaşılması güç bir hedefti. Fakat ona ulaşamadıklarını gördükleri zaman ümitsizlik içinde geriye dönüş oldu ve o zeki, o kapasiteli insanlar bunu taşıyamazlardı. Sonra sisteme entegre oldular hepsi. Çok samimi olan insanlar bile.” Yani onun dışında kalmış, kendini yetiştiren insan sayısı çok az. Şu an devam eden Pınar ekibi, Umran ekibi ve Haksöz ekibi… S.A: Aslında Ercümend Bey’in yaklaşımında o siyaseten, çünkü Ercüment Bey’i ele alırken 50 BİR KİTAP, BİR ALINTI şöyle almak gerekir: Ercümend Bey’e göre, kesinlikle namaz neye göre kılınıyorsa siyaset de ona göre yapılmalıdır. Ercümend Bey’in anlattığı İslam anlayışı budur. Bu anlamda tabi ki Ercümend Bey’de bir çelişki yok ve benim söylediğim ile Ercümend Bey’in söyledikleri arasında bir çelişki yok. Çünkü Ercüment Bey’in söylediğinde onların gerçekten siyasi bağlamda savrulduklarını ve orada edinmiş oldukları fikrin, kültürün, İslami anlayışın pratiğini dışarıda göremedikleri, yansıtamadıkları için ve bir bakıma sahipsiz, başsız kaldıkları için gidip bir yerlere entegre oldular diyor ki buna benim bir itirazım yok. Ancak bu kopan arkadaşlar, vaziyeti anlayıp da kopan arkadaşlarla -ben Haksöz’ü bundan tamamıyla istisna tutuyorum- yine oradan almış oldukları, o güzelim İslam anlayışı doğrultusunda önemli ölçüde kendi bildikleri kadarıyla hizmet etmekten geri kalmadılar, mesela Pınar, Umran ekibi bu anlamda böyle faaliyetlerini devam ettiriyorlar. Onlar gibi bir şeyin altını çizdiniz, akıllı insanları topladılar, dediniz. Zaten iki yapılanmanın da temel mantığında da bu vardır. Allah Resulü (a.s.), ilk kadrolaşma aşamasında insanları seçerken malumunuz iki şeye dikkat ediyordu. Bir, muhatabının akıllı olması; ikincisi, ihanet kabiliyetinin bulunmaması, yani hain olmamasına dikkat gösteriliyordu. Hizb-ut Tahrir de bu anlamda bir tercihte bulunuyordu, aynı şekilde Yeniden Millî Mücadele de aynı tercihte bulunuyordu. (İktibas Dergisi) OTUZ YILDIR DURUŞUNU BOZMADI Özgün Duruş Gazetesi Kasım 2010 Özgün Duruş Gazetesinin Kasım 2010’da İktibas Dergisi Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Hüseyin Bülbül ile Yapmış Olduğu Söyleşi: İktibas Dergisi hakkında bilgi verir misiniz? (Ne zaman kuruldu, kimlerin öncülüğünde kuruldu, kuruluş amacı nedir vb.) İktibas Dergisinin doğum tarihi 1 Ocak 1981’dir. Kurucusu olan Ercümend Özkan’ın ifadesiyle “seksen ihtilalinin estirdiği zemheri soğuğunda” yayın hayatına başlamıştır. Özkan, 1960’lı yıllardan beri süre gelen İslam hakkındaki araştırmalarını, Türkiye ve dünyada cereyan eden hadiseler hakkındaki görüş ve düşüncelerini, birlikte olduğu bir grup arkadaşı ile istişare ederek topluma sunmada bir araç olarak İktibas Dergisini yayınlamaya karar verdiler. Bununla, Türkiye’de sahasının ilki olan ve Ercümend Özkan’ın kurmuş olduğu Basın Haber Ajansı’nın sağladığı imkânlardan da istifade ederek gerek yurt içi gerekse yurt dışı kaynaklı dört yüzden fazla yayını tarayarak “mutlaka başkalarının da okuması gerek” cinsinden görülen önemli yorum, haber, röportaj, makale, fotoğraf ve karikatürleri bir insicam içinde okuyucuya sunarak sınırlı imkânlarla bun- İktibas GÜNDEM lara ulaşamayan insanımızın bu eksikliğini gidermeyi, silahsız, kavgasız birbirleriyle diyalogunu temin ederek doğrular üzerinde birleşmelerini sağlamaktı. Zaman olarak, yıllardır anarşinin estirdiği terörün insanlar üzerindeki tedirginliği gitmiş, heyecanı dinmiş, insanların sağlıklı düşünmeye ihtiyaçları vardı. Özkan bu düşüncesini, İktibas’ın ilk sayısının “Selamlayarak” başlıklı yazısında şöyle ifade ediyordu: “Bu dergiyi insanımızı düşünerek yayınlamaya başladık. Evet, insanımızın Türkiye’de ve dünyada neler olup bittiğinden, nasıl olup bittiğinden haberi olsun istedik. Dünyayı yönetenlerin, onlara fikir verenlerin neleri nasıl düşündüklerini sizlere iletmek istedik ve istedik ki gazete ve dergi okuyamamanın kaçınılmaz eksikliğini gidermekte yardımcı olabilelim. Bu suretle okuyucu ufkunun genişlemesine, daha üst düzeyde ve kapsamlı düşünebilmesi için gerekli bilgiler edinmesine katkıda bulunabilelim. Dünya hızlı bir değişme ve gelişme sürecinde iken özellikle ülkemiz insanının zamanın gerisinde kalmaması için üzerimize düşeni yapabilmeyi diledik.” Özkan bunları söylerken, İstanbul’da kırk bir, Ankara’da da yirmi yıldan beri devam eden Basın Haber Ajansının sağladığı imkânları ve on yaşından beri yapmış olduğu İslami okuma ve araştırmalarının engin birikimini insanlığın hizmetine sunarak doğruları doğru bir yöntemle düşünmenin ve sağlıklı kararlar alarak doğru bir yaşamın hayata geçirilmesini istiyordu. Bu isteği son nefesine kadar da devam etti. İktibas Dergisinin temel misyonu nedir? Okuyucuya ne vermek istiyor? İnsanın iki şeyi çok iyi bilinmesinin hayati bir öneme sahip olduğuna inanıyoruz. Birincisi, içinde yaşadığı dünya; ikincisi ise nihai olarak tüm insanlığın sorumlu tutulacağı İslam. İşte İktibas ilk günden itibaren okuyucusunu bu iki konuda en doğru şekilde bilgilendirmeyi kendisine ilke edinmiştir. Bu konuda hiçbir fedakârlıktan kaçınmamış, hiçbir kınayıcının kınamasına bakmamıştır. Sahih İslam anlayışının bilinmesi noktasında üzerine düşen görevi 30 yıldan beri sürdürmüş, Allah’ın yardımıyla sürdürmeye de devam edecektir. Statükonun estirdiği suni fırtınaların anaforuna kapılmadan yerini ve duruşunu korumuş, nihai olarak Rabbi’ne hesap vereceği düşüncesini muhafaza etmiştir. Hayatın cazip imkânlarına sahip olmayı değil, Hakka teslimiyetin mağduriyetini tercih etmiştir. Özkan dergiyi çıkarmaya başladığı günden 14 yıl geçmiş, her türlü olumsuzluğa göğüs gererek ulaştığı bu günleri ve geleceğe yönelik dergiyle ilgili düşüncesini Hakkın rahmetine kavuşmadan önce yazmış olduğu son “selam ile” de (sanki son sözleri olacağını sezmiş gibi) şöyle dile getirmişti; geride bıraktığı yılları özetleyerek: “Bu geriye dönüp bakmadan sonra gözlerimizi ileriye döndürelim ve bundan böyle de İktibas’ı yayınlamaya devam edeceğimizi, doğru düşünmeye başlayanların sayısının artmasına çalışacağımızı, bunu hayatımızın sonuna kadar kendimiz, sonra da bu fikirlerle dolan kardeşleri- mizin sürdüreceğine inancımızı belirtmek istiyoruz. İktibas Türkiye’de insanımızı Kur’an’a yönlendiren, Kur’an’ın anlaşılabileceğini sürekli vurgulayan, düşündükçe ve anladıkça hayata geçirmeyi kaçınılmaz gören bir anlayışla Kur’an’ı sürekli okumayı, üzerinde düşünmeyi öğütleyen bir dergi olarak herkesin zihinlerindeki yerini almıştır. Mert, net, dosdoğru, açık, insanların veya sistemin levminden çekinmeden, çekinilecek şey olarak yalnız Allah’ı gören bir anlayışla yayınını sürdüren İktibas’ı artık tanıyorsunuz, biliyorsunuz. Mesajına artık vakıf oldunuz. Bundan böyle iş artık sizlere düşüyor…” diyerek bayrağı kimlere teslim ettiğine işaret ediyordu. O yaşadığı sürece bu mücadelesini, başta devlet olmak üzere geleneksel anlayışlara, tasavvuf ve tarikatlara, ateist ve sosyalistlere, Kur’an dışı hurafe anlayışlara karşı bedeli büyük olsa da ödünsüz ve tavizsiz olarak devam ettirdi. Bizlere izlemek için asla kaybolmayacak derin izler bıraktı. İktibas Dergisinin içeriğinden bahseder misiniz? Dergimizin bugünkü içeriği, şu bölümlerden oluşmaktadır: Selam ile, yorum, kavram, düşünce yazıları, bir dergi / kitap alıntı, röportaj, değerlendirme, Kitap tanıtımı, dosya, tercüme yazılar, sanat edebiyat, İktibas’a/ İktibas’tan mektuplar ve gündem yazılarından oluşmaktadır. Selam ile yorum, kavram ve mektuplara cevaplar İktibas imzasıyla yayınlanıp dergimizi bağlayıcı iken diğer yazılar sadece yazarını bağlamaktadır. 51 İktibas İlk dönem dergilerimizde sadece selamlarken/selam ile ve yorum kısmı dergiye ait ve gerisi tamamen alıntılardan oluşmakta iken ilerleyen zamanla birlikte okuyucu mektupları, kavramlar, sanat edebiyat gibi bölümler de ilave edilerek bugünkü hâline ulaştı. Her geçen gün fikir yazılarının artmasıyla alıntı kısmı daraltılıp telif yazılar kısmı genişletildi. Hedefimiz, Rabbimizin yardımıyla alıntı yazıları en aza indirerek telif yazıları daha da artırmaktır. Her geçen gün iletişimin ulaştığı seviye itibariyle alıntılara ihtiyaç azalmaktadır. Bir de internet imkânlarının bugünkü ulaşmış olduğu seviyeyi düşünürsek alıntı kısmının sınırlandırılması anlaşılacaktır. Dergide ağırlıklı olarak kimler yazıyor? Selam ile yorum ve mektuplara cevapları, sürekli olarak üstlenen yayın kurulu üyesi kardeşlerimizin gayretleriyle devam ederken kavramları aramızda paylaşarak götürüyoruz. Fikir yazılarında ise yazan kardeşlerimizin isimleri zikredilmektedir. Atasoy Müftüoğlu, Metin Önal Mengüşoğlu, Hüseyin Bülbül, Mukaddes Özkan, A. Burak Bircan. Erhan Aktaş, Mehmet Durmuş, Tarık Özkan, Yüksel İsmail Oğlu, Mehmet Mortaş, Mehmet Akif Şahin, Mustafa Atav, Mustafa Bozacıoğlu, Hikmet Ertürk, Aykut Akça, Murat Kirişçi, Elif İsmailoğlu, Ali Şalcı, Hamdi Kılçadır, Hamdi Akan, Osman Coşkun, Durdu Demir, Celal Ceren, Erdal Bayraktar… İktibas’ı, rahmetli Ercümend Özkan öncesi ve sonrası diye ayırdığımızda neler söylemek istersiniz? 52 GÜNDEM Öncelikle şunu teslim edelim ki, Ercümend Ağabeyimiz, yeri kolay doldurulabilecek bir kimse değildir. O, tek başına hem hayatın hem de derginin maddi ve manevi yükünü taşıyan bir kimseydi. İlk zamanlar 15 günde bir 32 sayfa, sonraları sayfa sayısını ikiye katlayarak ayda bir olmak üzere 14 yılda (hastalığı sebebiyle iki yıl ara verildi) 12 cilt 192 sayı çıkarmaya muvaffak oldu. Derginin yazılarını yazmadan, pulunu yapıştırmaya varana kadar bizzat meşgul olmaktan kendi ifadesiyle “şasem eğildi” diyordu. Buna rağmen bir gün olsun bırakmayı düşünmedi. Onun bu azmini hiçbir şey kıramadı. O bir yandan maddi ve fiziki sıkıntıları göğüslerken diğer yandan da devletin tutuklamalarına, halkın sözlü ve yazılı hakaretlerine karşı göğüs geriyordu. Söylenmedik söz, yapılmadık hakaret kalmamıştı. Fakat o bir ”buz kıran” gibi yoluna devam ediyor asla hız kesmiyordu. Allah’ın rızasını düşündükçe bütün olumsuzluklar onun şevkini ve azmini artırıyordu. Son kalp krizini de atlatıp biraz kendine geldiğinde şöyle dua ediyordu Rabbine: “Ya Rabbi! Bunca öğrendiğim bilgiler mezarda börtü böceğin işine yaramaz, ben bunları toprağa gömmek istemiyorum. İnsanlara ulaştırmak için bana fırsat ver.” diyordu. Rabbi ona o fırsatı veriyor ve ender görülen bir iş gerçekleşerek beş damarı tıkalı olan kalbi kendi kendini baypas ediyordu. Ömrünün kalan kısmını o şehirden bu şehre, bir konferanstan diğerine dolaşırken Rabbi onu bu minval üzere Adana seyahatinde teslim alıyordu. Onun bu azmi, bizlerin sağlığında kendisine veremediğimiz des- teği ve gösteremediğimiz gayreti el birliği ile ortaya koymamıza vesile oldu. Rabbimizin yardım ve inayetiyle vefatını takiben görevi devralarak kesintisiz 15 yıldır taşımaya çalışıyoruz. O hayatta olsaydı elbette bu yıllar daha farklı olacaktı. Onun yerini doldurmak yokluğunu hissettirmemek mümkün değildir. Ancak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, onun açtığı çığırdan ayrılmadan, ortaya koyduğu anlayıştan taviz vermeden, aynı duyarlılık ve dikkatle bu damarı, sahih İslam anlayışı damarını devam ettirmeye gereken ihtimamı gösteriyoruz. Dergimizin eski ve yeni sayılarına bakanlar, bunun doğruluğuna vakıf olacaklardır. Bu uzun soluklu maratonda bizlere maddi ve manevi yardımlarını esirgemeyen tüm kardeşlerimize ve vefakâr okuyucularımıza yürekten minnettarız. Canımız sağ oldukça Rabbimizin de yardımıyla bu hizmeti sürdürmeye kararlıyız. Dergide yer alan “kavramları” kitaplaştırmayı düşünüyor musunuz? Elbette düşüncemiz budur. Birbirleriyle yakınlığı olan kavramları bir kitapta toplamak suretiyle kitaplaştırmayı, elimize geçen ilk fırsatta gerçekleştirmek istiyoruz. İnşallah Rabbimiz yakın zamanda bu imkânı verir de bu güzel çalışmayı okuyucularımıza ulaştırmaya muvaffak oluruz. Bu çalışmaya duymuş olduğunuz ilgiye ve göstermiş olduğunuz derin alakaya teşekkür ediyoruz. Biz de teşekkür ediyoruz, çalışmalarınızda başarılar diliyoruz. Mektuplara Cevaplar KİMİN ŞERRİNDEN ALLAH’A SIĞINMALIYIZ? HÜSEYİN BÜLBÜL bulbulhuseyin@mynet.com E y örtüsüne bürünen, gecenin yarısında kalk. Yahut yarısından biraz eksilt. Yahut biraz artır ve Kur’an’ı yavaş yavaş oku. Muhakkak ki biz, sana ağır bir söz vah edeceğiz. Muhakkak ki gece kalkışı, daha tesirli ve o zaman okumak daha elverişlidir. Çünkü gündüz, seni uzun uzun meşgul edecek işler vardır. Rabbinin adını zikret, her şeyi bırakıp yalnız ona yönel. O, doğunun ve Batının Rabbidir. Ondan başka ilah yoktur. Öyleyse sadece onu vekil edin. (Ona dayanıp güven)” GÜLŞEN TAŞ / ELAZIĞ SORU 1: Teheccüd, gece kalkıp namaz kılmak mıdır, yoksa Kur’an okumak mı? Teheccüd, gece kalkıp namaz kılmak mıdır, yoksa Kur’an okumak mı? CEVAP: Teheccüd kelimesinin kökü “ce.he.de” dir. Cihad da bu kökten türetilmiştir. Teheccüd kelimesi cehede fiilinin tefe’ul kalıbıyla ifade edilmiş hâlidir. Anlamı, bütün gücünle mücadele etmektir. Aynı kökten olan cihadın anlamı da bir Müslümanın eliyle, diliyle, malıyla ve canıyla Allah yolunda tüm gayretini ortaya koyması olarak tanımlanmaktadır. Bu ifadenin geçmiş olduğu İsra suresi 79. ayetin bağlamına baktığımız zaman bir önceki ayette şöyle buyrulmaktadır: “Güneşin batıya yönelmesinden gecenin kararmasına kadar namaz kıl ve fecrin Kur’an’ını da (kıl, oku, yerine getir.) Zira fecrin Kur’an’ı şahitlidir.” Bunun devamında ise “vav” harfiyle atıf yapılarak: “Gecenin bir kısmında senin için fazladan olarak onunla teheccüd et (buradaki “onunla teheccüd et” ibaresi, “uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl.” şeklinde anlaşılmıştır.) (Böylece) Rabbi’nin seni övülen bir makama ulaştıracağı umulur.”(İsra 17/79 Bu ayette geçen teheccüd Kur’an okumak ile namaz kılmayı birleştirerek gece okuyuşu, geceleri nefsinle cihad, nefsini gündüzün zor işlerine hazırlamak için yapılan bir çalışma olarak okunabilir. Bu anlayışımız, Müzzemmil Suresinin ilk ayetleri tarafın- dan da desteklenmektedir: “Ey örtüsüne bürünen, gecenin yarısında kalk. Yahut yarısından biraz eksilt. Yahut biraz artır ve Kur’an’ı yavaş yavaş oku. Muhakkak ki biz, sana ağır bir söz vah edeceğiz. Muhakkak ki gece kalkışı, daha tesirli ve o zaman okumak daha elverişlidir. Çünkü gündüz, seni uzun uzun meşgul edecek işler vardır. Rabbinin adını zikret, her şeyi bırakıp yalnız ona yönel. O, doğunun ve Batının Rabbidir. Ondan başka ilah yoktur. Öyleyse sadece onu vekil edin. (Ona dayanıp güven)” (Müzzemmil 73/1-9) Görüldüğü gibi her iki ayet gurubunun da gece kalkışı ve gece okuyuşunu öne çıkardığını görüyoruz. Namazı ve okuyuşu birlikte düşünmeliyiz. Ancak her ikisi içinde göz ardı edilemeyecek olan okumak ister namazda olsun, isterse namaz dışında, mutlaka ne okuduğumuzu ve niçin okuduğumuzun bilincinde olarak okumaktır. Anlamadan okumak, okumak değil sadece avunmaktır. Peygamber (a.s.) okuduğunu anlıyor anladığı için neyi nerede okuyacağını ve ondan nasıl istifade edeceğini biliyordu. Bizler de işin bu kısmını feda etmeden okumalıyız ki, okuduğumuzdan gereken öğüdü almış olalım. Bu okumanın namaz olarak anlaşılması, işin tabiatına daha uygundur. Dil ile yapılan kıraat davranışlar ile kayıtlanmaktadır. Bu açıdan daha etkili bir sonuç doğurmaktadır. Onun içindir ki Peygamberimiz: “Namaz benim gözümün nurudur. Ben namazla görürüm.” buyurmuştur. Zira ihsanı tanımlarken de 53 İktibas ihsan, Allah’ı görür gibi ibadet etmektir. Sen onu göremesen de onun seni gördüğünden emin olmaktır. Bu haleti ruhiye içerisinde dilinle söylediğini uzuvlarınla onaylayarak kıyam, rükû ve secdeye varmaktır. İnsan için etkili olan okuma işte böyle bir okuma biçimidir. SORU 2: “Kadınların şerrinden Allah’a sığınırım.” şeklindeki bir dua, kadınları rencide etmiyor mu? Bu husus Tevbe Suresinin 71. ayetine aykırı değil mi? CEVAP 2: Kadınlar sözünü niteleyici bir kelime ilave etmeden mutlak anlamda almak elbette doğru değildir. Allah’a sığınma Kur’an’ın son iki suresinde bir bütün olarak dile getirilmektedir. Burada tüm yaratılmışlar kastedildiği zaman, insan için zarar verecek duruma gelenlerin kastedilmiş olduğunu anlamak gerekir. Çünkü eşyada aslolan mübahlıktır. Ancak insana yerine göre hayat veren su, insanı boğarak ölümüne de sebep olmaktadır. Onu donmaktan koruyan ateş, yerine göre onu yakıp yok edebilmektedir. Bunun için “Zararlı olacağı zaman mahlukatın şerrinden Allaha sığınırım demektir.” surenin devamında “haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden ve düğümlere üfüren büyücülerin şerrinden, insanlara vesvese veren insan ve cinlerden oluşan hannasın şerrinden” Allah’a sığınmamız istenmektedir. Bahsetmiş olduğunuz ayette ise, zikredilen kadın ve erkekler birbirlerinin dostu, velisi olarak takdim edilmektedir: 54 MEKTUPLARA CEVAPLAR “Mümin erkekler ve mümin kadınlar, birbirlerinin velileridirler. Marufu emreder, münkerden nehyederler. Namaz kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Resulüne itaat ederler. İşte Allah, bunlara rahmet edecektir. Muhakkak ki Allah; Aziz’dir, Hâkim’dir.” (Tevbe 9/71) Bizler dostlarımızdan sadece hayır bekleriz. Ancak tüm kadınlar tüm erkekler dostumuz değildir. Elleriyle, dilleriyle ve cinselliklerini kullanarak diğer insanlara zarar verecek olan tüm erkek ve kadınların şerrinden hem erkekler hem de kadınlar Allah’a sığınılabilir, böyle dua edebilirler. Çünkü kendisine sığınılacak olan sadece Allah Teâla’dır. Yaşanılan hayatta bu tiplerin sayısız örneklerini de görüyoruz. Nice cinayetlerin işlenmesine, nice yuvaların yıkılıp gitmesine sebep olmaktadırlar. Bu nedenle, “İnsan için şer odağı olan tüm yaratılmışların şerrinden Allah’a sığınıyoruz.” demek yanlış bir dua değildir. Bu işin cinsiyeti yoktur. Kadın erkek için şer olabileceği gibi, erkek de kadın için şer olabilmektedir. Bizler tüm şerlilerin şerrinden Allah’a sığınmalıyız. Kısaca Rabbimizle aramıza giren her fitnenin şerrinden Allah’a sığınmamız gerekir. SORU 3: Gece yatarken Felak, Naas, İhlâs, Fatiha ve Ayetel Kürsü’yü okumanın İslam’da yeri var mıdır? CEVAP 3: Bu surelerin ve ayetlerin yatarken okunacağına dair bir ayet yoktur. Ancak bu sure ve ayetlerin bizlere vermiş olduğu bir mesaj vardır. Bu mesaj biraz da bir önceki sorunuza verdiğimiz cevapla ilgilidir. Bu surelerde anlatılan şey özetle inanmış olduğumuz Allah’ın sıfatları, gücü, nelere kadir olduğu, onun herkesin imdadına yetişecek kadar yüce ve büyük olduğu, her şeyi bildiği ve gördüğü, onun için imkânsız diye bir şeyin olmadığı, uyku ve uyuklama tutmayıp her an yaratıklarını görüp gözettiği, sadece ona kulluk edip sadece ondan yardım istenmesi gerektiği, sadece ona sığınılacağı gibi bilgileri bize sunmaktadır. Bu ayetleri okuyan ve mesajını anlayan kimse şu kanata varacaktır: “Karada ve denizde yerde ve gökte, dünyada ve ahirette, dostumun ve düşmanımın yanında, gecede ve gündüzde, kalabalıkların içinde veya ıssız çöllerde, uykumda ve uyanıklık hâlimde ben ne hâlde olursam olayım benim Rabbim beni görüyor ve ne hâlde olduğumu biliyor. Bana bir kötülük yapmak isteyenden koruması için öncelikle ona sığınıp ondan yardım istemem gerekiyor. O beni korumasına alırsa kimse bana zarar veremez. O zarar vermek isterse bu defada beni kimse koruyamaz. Kanaatine varacak ve ona göre uykusunda ve uyanıklığında sadece ona yönelecek ve ondan yardım isteyecektir. İşte bu ayetlerin ve diğer Kur’an ayetlerinin bize vermeye çalıştığı mesaj budur. Bunu böyle algılamayan ve anlamayan için, okuyup üflemenin bir anlamı olmayacaktır. Kişi her hâlukârda kendisini emniyette hissetmeyecektir. Çünkü Allah her zaman herkes için her şeye İktibas MEKTUPLARA CEVAPLAR kadirdir. Ancak biz onun kadirliğini bilmedikten sonra bu sureleri anlamadan salt okuyuş, insana bu emniyeti vermeyecektir. Fakat Müslümanlar hâlâ Kur’an’ın kâğıdını ve lafzını muska olarak görmeye ve onun fiziki varlığının kendisini koruyacağına inanmaktadır. Bu anlayışın sonucu olarak bu vasfı Kur’an’dan başka Risale ve Cevşen diye anılan kitaplara da verdiklerini ve aynı koruyuculuğu onlardan da beklediklerini görüyoruz. Bunları boynuna asanları, evinde bulunduranları koruyacağına inanıyorlar. İnsanoğlu böylece Allah’tan gayriye ilahlık vasfı vererek yanlış bir yola yöneliyorlar. Hâlbuki Rabbimiz Tevbe suresinin son ayetlerinde elçisine şöyle buyuruyor: “…Eğer yüz çevirirlerse de ki: Allah, bana yeter. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. Ben ona tevekkül ettim ve o yüce arşın Rabbidir.” (Tevbe 9/129) Elbette Allah ile güven bulmayanların güvendikleri dağlara kar yağacak, elleri boşa çıkacaktır. SORU 4: Mevlana dinlerin, aşkın birliğini savunmuş mudur? CEVAP 4: Mevlana bunun ötesinde Halik’la Mahlûk’un birliğini savunmaktadır. Tasavvuf felsefesinin bel kemiğini oluşturan “Vahdeti Vücut ve Vahdeti Şuhut “ anlayışı: İnsanın Allah’ta yok olması anlamına gelen, nefsin yedi mertebesinin sonuncusu olan “Fena Fillah” anlayışı ve Allah’ın insan suretinde görünmesi gibi bu felsefenin tüm değerlerini savunmaktadır. Deveye “boynun eğri” diyene, “nerem doğru ki” demesi gibi Mevlana ve benzeri kişilerin üzerinde bulundukları felsefenin, Kur’an ile bağdaşması mümkün değildir. Bizler bu insanlara atfedilen yaldızlı sözlerin gizemine değil Hakk’a uygunluğuna bakmak durumundayız. Ancak dinden kastedilen Allah indindeki din olunca Allah Teâla bunu, “Allah indinde din İslam’dır. Kim İslam’dan başka bir din ararsa o ondan kabul edilmez.”(Âl-i İmran 3/ 84-85) buyurarak bu gerçeği ifade etmiştir. Bu ikazdan da anlaşılacağı üzere Allah katında İslam’dan başka bir din yoktur. Tüm peygamberler ile insanlığa göndermiş olduğu dinin adı İslam, kabul edenlerin adı da Müslim’dir, Müslüman’dır. Fakat tasavvuf felsefesine göre Allah’ı sevmekle taşı sevmek, Allah’a tapmakla şeytana tapmak arasında fark yoktur. İbni Arabi bu konuyu bütün açıklığı ile ifade etmektedir: “Tüm kâinatta ne varsa hepsi Allah’ın görüntüsünden ibarettir. Bunun için her neye tapsanız yine Allah’a tapmış olursunuz. Çünkü “la mevcuda illa hu” ondan başka var olan hiçbir şey yoktur. Şeytan da Allah’ın öyle bir görüntüsüdür. Ona tapan da yine Allah’a tapmış olur.” diyebilmektedir. Aklıselim sahibi olan bir insan şöyle düşünmesi gerekmeyecek mi?: “Allah, Peygamberleri boşuna mı göndermiş?, Yıllarca kâfir ve müşrikler ile boşuna mı savaştırmış?, Gönderdiği kitapları da anlamsız yere mi göndermiş?, Nasıl olsa Allah’tan başkasına tapınmak mümkün değilmiş!... T üm kâinatta ne varsa hepsi Allah’ın görüntüsünden ibarettir. Bunun için her neye tapsanız yine Allah’a tapmış olursunuz. Çünkü “la mevcuda illa hu” ondan başka var olan hiçbir şey yoktur. Şeytan da Allah’ın öyle bir görüntüsüdür. Ona tapan da yine Allah’a tapmış olur.” diyebilmektedir. Aklıselim sahibi olan bir insan şöyle düşünmesi gerekmeyecek mi?: “Allah, Peygamberleri boşuna mı göndermiş?, Yıllarca kâfir ve müşrikler ile boşuna mı savaştırmış?, Gönderdiği kitapları da anlamsız yere mi göndermiş?, Nasıl olsa Allah’tan başkasına tapınmak mümkün değilmiş!... O zaman bunca eziyet ve bunca kavga ne diye yaşatılmış acaba demesi gerekmez mi?” Böyle bir anlayış Allah’ı ve peygamberi yalanlamak, tüm peygamberlerin tevhit mücadelesini tekzip etmek ve anlamsızlaştırmak, Nebevi gayretlerin tümünü hiçe saymak ve Kur’an’ın ortaya koyduğu Allah, peygamber ve din algısını görmezlikten gelmektir. 55 İktibas E y iman edenler; Allah’tan nasıl korkulması gerekiyorsa öylece korkun. Müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” (Ali İmran 3/102) O zaman bunca eziyet ve bunca kavga ne diye yaşatılmış acaba demesi gerekmez mi?” Böyle bir anlayış Allah’ı ve peygamberi yalanlamak, tüm peygamberlerin tevhit mücadelesini tekzip etmek ve anlamsızlaştırmak, Nebevi gayretlerin tümünü hiçe saymak ve Kur’an’ın ortaya koyduğu Allah, peygamber ve din algısını görmezlikten gelmektir. Bunca yalanı ortaya koyan bir insanı ve ekolü İslamdan görmekte ayrı bir garabet ve ayrı bir hezeyandır. Allah bu insanlara akıl ve izan versin diyoruz. SORU 5: Vefat eden bir Müslüman için, taziyeden öncesi ve sonrası İslam’la bağdaştığına inanmadığım bazı uygulamalar var. Bu konuda İslam’a göre yapmamız gereken işlemler nasıl olmalıdır? CEVAP 5: Bir Müslüman’ın hayatta iken din kardeşini görüp gözetmesi üzerine bir borç olduğu gibi vefatı ile de onu teşyi etmek, namazını kılıp defin işlemlerini gerçekleştirmek tüm Müslümanlara bir görevdir. Ancak bunu bir kısım Müslümanlar yerine getirdiği 56 MEKTUPLARA CEVAPLAR zaman diğerlerinin üzerinden bu sorumluluk kalkar. Bunun için bu sorumluluk farzı kifaye olarak isimlendirilmiştir. Defin işlemlerinden sonra da geride kalan yakınlarına baş sağlığı ve taziyede bulunmak üzere gidilip gönül alıcı sözlerle, konuyla ilgili ayetlerin okunup açıklanmasıyla teselli edici bir yöntem izlenir. Ev halkına ve gelen misafirlere yakınları tarafından ikramlarda bulunularak acıları paylaşılır. Mezarın başında yapılan o görkemli merasimlerin, ölen kimseye kopya vermek için yapılan telkinlerin, “canına değsin” düşüncesiyle yemekler tatlılar ikram etmelerin halkın kendilerini rahatlatmak için yapmış olduğu teamüllerinden başka bir anlamı yoktur. Halkımız şunu bilmeli ki Kur’an’ı okumaya ve bilip yaşamaya ölünün değil dirilerin ihtiyacı vardır. Bunun da her insan için yaşarken hayatta iken yapılması gerekir. İslam, insanların dünya ve ahiret hayatlarını düzenlenmek için gönderilmiştir. Dünyayı da ahireti de hayatta iken kazanmamız gerekmektedir. Bu nedenle “ölmeden önce ölünüz” emrini doğru anlayarak ölmeden önce Kur’ani bir hayat yaşamaya çalışmalıyız. Bizler hayatta iken okuyup öğrenerek hayatımıza koymadığımız Kur’an’ı mezarımızın başında okutmakla hangi hatamızı düzelteceğiz, hangi günahımızdan vazgeçeceğiz? Hangi nasihatından öğüt alacağız. Ölmüşüz nasıl duyacağız? Allah buyurmuyor mu ki : “Ey Muhammed sen ölülere duyuramazsın, arkasını dönüp gidenlere de bir şey anlatamazsın.” Onun duyuramadığı ölülere biz nasıl duyuracağız? O hâlde hayatın gerçeklerine hayattayken gerektiği gibi riayet edelim ki, ölünce pişman olmayalım. Müslümanların düşüncelerinin resmini Allahu Teâla, Bakara suresinin ilk ayetlerinde şöyle açıklamaktadır: “Onlar gayba iman eder. Namazı kılar, zekâtı verir, kendilerine verilen rızıktan da infak ederler. Sana indirilene ve senden önce indirilenlere de iman ederler. Ahirete de inanırlar. İşte hidayet üzere olanlar ve kurtuluşa erenler onlardır.” Sonuç olarak yapılması gerekenler konusunu şöyle özetlemektedir: “Ey iman edenler; Allah’tan nasıl korkulması gerekiyorsa öylece korkun. Müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” (Ali İmran 3/102) Aksi hâlde sizi kimse kurtaramaz demektir. SORU 6: Surelerin faziletleri ile ilgili rivayetleri nasıl buluyorsunuz? CEVAP 6: Bu konuda Resulüllah’ın diliyle surelerin faziletini anlatanlardan sizlere bir örnek vermek istiyorum: Asr suresinin faziletine dair: (Peygamberin Dilinden Surelerin Fazileti bölümünden alınmıştır.) Bu sure, şifa için yazılır, yazı suda silinip 70 defa okunur ve hastaya içirilirse hasta şifa bulur. Bu sure; misk, safran ve gül suyu ile dört ayrı kâğıda yazılıp mal veya eşya olan yerin dört köşesine konulursa oradaki mal veya eşya muhafaza olur. İktibas MEKTUPLARA CEVAPLAR Bir düşmandan intikam almak için o niyetle siyah bir levha üzerine cumartesi günü zuhal saatinde Vel Asrı yazıp istediğin maksat üzerine o kişinin hanesine koy o kişinin hanesinden bereket kalkar ve harap olur.” Şimdi elinizi vicdanınıza koyup düşünün, insanlığın hidayeti için gönderilmiş bir kitap ve bu kitabın Asr suresi ki, içinde insanların kurtuluş reçetesini sunuyor. İman etmeyi, salih amel işlemeyi ve Müslümanların birbirlerine hakkı ve sabrı tesviye etmeyi öğütleyen ayetlerine nasıl bir görev yüklediklerine bakar mısınız? “Mürekkebini suda eriterek yetmiş defa okunup hastaya içirilecek hasta şifa bulacak. Dört ayrı kâğıda misk, safran ve gül suyu ile karıştırılıp yazılacak ve dört ayrı yere konularak eşyalar korunmuş olacak. Düşmanından intikam için siyah levhaya yazıp evinin bir yerine konulacak. Bundan sonra o evden bereket kalkacak ve ev harap olacak.” El insaf!.. Peygamberimiz ümmetine büyü yapmayı öğretmek için mi gönderilmişti yoksa insanlara faydalı olmak için mi gelmişti ya da onların hanesini harap edecek şeyleri öğretmek için mi gelmişti? Düşünmemiz gerekmiyor mu? Bu sadece bu sure için söylenenler. Daha nice uydurulmuş afakî şeyler söylendiğini hurafe kusan kitaplarda göreceksiniz. Hiçbirisine itibar edilmez. Kur’an insanları hidayete götürmek için gönderilmiş bir kitap- tır onun sureleri de ayetleri de ne haptır ne de muska. Onun şifa oluşu, insanların kafasını bulandıran küfür, şirk ve münafıklık hastalıklarınadır. İman hapını yutanların gönüllerindeki düşünsel bütün hastalıklarını tedavi eder. Ancak küfür ve şirkinden vazgeçmeyenlere herhangi bir etkisi olmaz. “Biz, Kur’an’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müminler için şifa ve rahmettir, zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır.” (İsra 17/82) Eğer o tıbbi bir ilaç olsaydı kâfirler için de şifa olurdu. Onlar için de sonuç hüsran olmazdı. O ancak gönüllerdeki düşünsel hastalıklara şifa verir. Bu özelliğini icra etmesi için de ona yürekten inanmak gerekir. İnanmayanların ondan öğüt alması mümkün değildir. “Sen ancak zikre (Kur’an’a) uyan ve görmeden Rahmân’dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte böylesini, bir mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele.” (Yasin 36/11) Surelerin faziletine dair söylenen sözler bu minval üzere devam etmektedir. Bunların gerçekle alakası yoktur. Allah’ın vahyini okuyanların bu hurafelere kulak vermesi mümkün değildir. Kur’an’ı anladığınız dilden okuduğunuz zaman sizi gerçeklerle yüzleştirecek ve doğru olanı öğretecektir. “Şüphesiz ki bu Kur’an, insanları en doğru ve en sağlam yola iletir ve salih amel işleyen müminlere de büyük bir ecir olduğunu müjdeler.” (İsra 17/9) B iz, Kur’an’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müminler için şifa ve rahmettir, zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır.” (İsra 17/82) S en ancak zikre (Kur’an’a) uyan ve görmeden Rahmân’dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte böylesini, bir mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele.” (Yasin 36/11) Ş üphesiz ki bu Kur’an, insanları en doğru ve en sağlam yola iletir ve salih amel işleyen müminlere de büyük bir ecir olduğunu müjdeler.” (İsra 17/9) 57 Sanat, Edebiyat FLÂNÖR MEHMET MORTAŞ Aklım sancılı zamanlarında Şehri anlatıyor bana Gözlük takan insanları Kelimelerin karartıldığı sokakları Bu nedenle gece olunca Şehrin betonlarıyla birleştiğim yere Mezarımı eşeliyorum mehmet mortaş Yürüdüm yürüdüm sevimsiz bir boşluk peyda oldu içimde. Tarif edemediğim anlatmak istediklerine anlam veremediğim huysuz başıboş anlamsız boşluk. Kentin sosyolojik tapınaklarından gelen, içimde büyüyen tuhaf rahatsız edici kupkuru boşluk. Kendi benliğime dönmeyi, kendi içimde ruhumun sükûnetli taraflarında düşünmemi engelleyen zamanı kemiren haylaz boşluk. Kenti bir boydan bir boya yürüyelim kentin varoşlarında plastik yaşamlar yaşayan sessiz gölgeler durur bu boşlukta. Ne kadar iyi oynarsak, rol alırsak figüranlıkta o kadar mutsuz ve hüzünlüyüz, sanal öyküler biriktirip hayata karşı kararsız yaşam süren yığınlar soyuta boyanmış bir boşluğa yuvarlanıp gidiyor. Kalpleri büyümeyen fakat mideleri hiç durmadan çalışan yelkovanın üstünde hayat süren zamansız insanlar. Bilin 58 ki içimdeki anlaşılmaz boşlukta kentin ışıkları kayboldu öyle ağırım ki kaldıramıyor bedenimi bu hayat. Sessiz gölgelerin içinde yapayalnız gezdim durdum kentin nasır bağlamış sokaklarında. Aylak aylak dolaşan gölgem yanımda kendimle savaştım. Yaşanmamış ne çok hikâye vardı betondan evlerin ıssız odalarında. Yargısız yalanların, içi boş anlamsız ham kelimelerin öyküsüyle okundu gökyüzüne doğru uzanan betondan mabetlerde. Kaç bahar hüzünle geçti, kaç kış ayaz dolu yüzünü gösterdi cinnet geçirerek ama yine de kentin ışıkları gökyüzünün altında hengâmeli aldanışlardaydı. Yürümek betondan fildişi kuleler gibi yükselen gökdelenlerin altından, vitrinlerin zulüm kusan ruhumuzu tahrik eden ala bulalı dünyevileşmenin önünden, saatlerce keşmekeşliğin içinden düşünmeden suskun hüzünler altında yürümek ki mumun etrafında pervane gibi dönen korkularımız boş ve korumasız sözcükler gibi bilinç kayıplarıdır hayat ile ters yüz saatlerde. Korkarak kendi içimize doğru yürümek kentin içine doğru yürümek gibi değildir. Bir kere iç âlemimize yolculuğa başladığımızda türlü envai çeşit engeldir yaşadıklarımız, kentin alacakaranlığını yırtan ışıkların altında varlık sancısının darasını boş vermektir. Daha doğrusu kendi içimize doğru yürümek düşüncesi dahi vurur bizi can evimizden. Vurur ve yol yordam bilmeden iç dünyamızdaki deruni seslerden kaçarız tanımamak adına, kendi şuuru- muza varmamak adına. Kentin yaşamlarında hayatlar kurmak, uçuk anlamlara sahip olmak bir ömür rüyalarda yaşamak, kendimize dönememenin en hazin sonudur. İnsan olmamak dertli olmamak, düşünmemek yalnız ve biçare caddeleri arşınlamaktır geldiğimiz nokta. Kısa dar caddelerde uzun yola hüküm giymiş gibi mevsimsiz yağmur damlaları yüzümüze vurur, gölgemizi tabutun içinde, utangaç dağları göremeden, gökyüzüne selam veremeden, cinnet mevsiminin hüküm sürdüğü kentin sokaklarında yürürüz sevimsiz ve mesnetsiz. Sırtını dağlara dayanan değil ruhsuz betondan yapılara yüzükoyun yatarak feryat eden, sonu görünmeyen önceliklerimizi put hanelere servis eden hayatlar birbirine düşman, bencilliğin en önde sancaklaştırıldığı huysuz kişilikler figüran. Kentin caddelerini sokaklarını bir boydan boya arşınlamak, hisler dünyasında her geçtiğimiz yerleri ateşe vermek fakat ateşin ne olduğunu bilmemek ne hazin. Nice öyküler birikti kentin varoşlarında bir öykü diğerine sağır. Sanal putların önünde hayat devşiren gölgeden oyuncakları ile bir ömür tüketen sahipsizler, bir sonraki hayat için ahkâm kesen ululanmış, guruplaşmış ağabeyler ablalar, duyguları, akletmeleri ellerinden alınmış kentin teknolojik nimetlerine şükreden binlerce metruk hayat yaşayanlar. Belki bir yağmur damlası bütün kenti ıslatır, kırlangıçlar rüyalarından uyanır kelimelerin dilinden yeniden doğarız. MODERN ŞEHİRDE AYKIRI DÜŞÜNCELER MEHMET AKİF ŞAHİN Gökyüzü gergin zamanın tılsımını yeryüzünün en kuytu mekânlarına saklıyor. Öfkenin sonbaharında karanlığa söylenmiş sözlerimiz gökyüzüne gerilmiş. Şehirler sırlarımızı dudaklarında tutuyor. Bebeklerin çığlıkları evreni kuşatan merhametin dizlerinde ağlıyor. Susuz çöller dillenmiş ağıtlarını sahralara döküyor. Irmakların kollarında biriken umut çaresiz kuytuluklara gizlenmiş. İnsan sessiz iklimlerin şelalesinde çağlıyor. Zenginlikle fakirliğin eşitlendiği musalla taşı herkesin önünde bekliyor. Issız insanlık çölünde şehirler kurulmuş, caddeler sessizce uzanmış. İnsanlığa umut veren hisarlar gibi duvarları birbirine dayanmış evler inşa edilmiş. Bizim dediğimiz büyüdüğümüz mekânlar, nispet edildiğimiz mahalleler yüreğimizin sığınağı gibi duruyor. Ruhların derinliklerinde biriken acıların saklandığı sokaklar, sırların paylaşıldığı suskun parkları tutuklamış. Yapraksız ağaçların gölgesine hüzün birikiyor, bulutsuz yağmurlardan düşen damlalar denizleri boşaltıyor. Ruhumuza değen dalgaların dokunduğu göl, neden şehre ve sakinlerine küskün, bu bilinmiyor? Zamanın miladı bitmemiş. Mekânın gizeminde gizlenmiş tarihin saklı diliminde fısıldayan insanlık susuyor. Sessizlik şelalesinde biriken feryatları duymuşuz. Şehirlerin kaosa koştuğu tarihin karanlık sayfaları dilleniyor. Karanlık bütün cevapları gizlemiş, sorulan sorulara verilmeyen cevaplar en yakınımızda gizleniyor. Rüyalarımızı gazete başlıkları bilmiyor. Hayallerimiz sakin akşamların en ucuz ışığıyla aydınlanan bir çıranın ışığında umutlanıyor. Karanlığın gölgesine sığınmış korkuluklar şehrin kaderine göz kırpıyor. Bilinmedik bir öykü kaderimize ekleniyor. Güç karanlığın ellerinde ganimet diye paylaşılmış. Telsiz anonslarıyla tahkikat kapsamına alınan militan kişilikler varoşların pencerelerine sızan ıslıklara karışıyor. Devlet kıskanç bir ürküntüyle milletin ruhuna berkitilmiş acıları hatırlıyor. Kamu kurumlarına yönetici olarak atanmış yapay bilgelikler türetilmiş. Plastik bir bedene ruh ekleyen kapital alkışlanıyor. Modern zamanların toplumsal değişimine katkılarıyla zenginleşen şehir, burjuva özlemini karaborsada satın alıyor. Eski dervişler mistik cübbenin önünde kravat bağlayıp sonsuz vuslata kavuşmayı umuyor. Dünyayı ve şehri parsellemek için komprador anlayışları yeni yetme tombul orta yaşlılar, kutsal emaneti gömleklerinin sağ cebine huşu içinde saklıyor- lar. Yerliler bedevi kimliklerini ruhlarına gizleyerek içinde eskimiş kölelik inançlarını bir tavus kuşuna emanet etmişler. Yonga şeklinde umutlarını sakallarının aklaşan renklerinde barındıranlar, kravatlarıyla düşüncelerini daha derinlere ulaştırıp bu tılsımı aşkıyla birleştirip saklamayı başarmışlar. Bütün bu kararsızlıkların arasında modern sancıları dünyanın ve şehirlerin varoşlarına birikmiş. Bu değişimi kentlerin ruhuna sindirememenin sıkıntıları yaşayan toplumunlar modern kaosa sürükleniyor. İnsanlık hüzün ve sevinç arasında bir sarkaç gibi savruluyor. Güç sahipleri yeni bir yol bulmanın aşkıyla, köhnemiş bu sistemi bir adım ileriye taşınmanın vakarıyla bütünleşmek için varlığını koruyorlar. Bu ülkede basit ya da komplike bir ruhu taşımak bir tutkuyu koynuna almak gibidir. Basit insan olmak kendi komşusu gibi düşünmeye kendini mecbur hisseden kişiliklerde oluşur. Aykırı bir düşünceyi okumak ya da düşünmek asaletin en önemli ipucudur. Yerlilerin birçoğu bunu bilmiyor. Korkak insan yığınları umutlarını katlanmış kâğıtların arasına saklamışlar Günümüzde ülke gerçekleri, birbirinde farklı olduğunu sadece ifadeyle değil düşünce ve yaşam biçimiyle ortaya koyan kişilerin varlığıyla ilahi standartlara ulaşacaktır. Günümüzde sırlarımız şehirlerin dudaklarında saklı kalsa da anlayışlarımız ülkenin ruhuna erişmeye devam etmelidir. 59 İktibas Modern kölelikten kurtulmanın yolu ilahi değerlere sahip çıkmakla mümkündür. Tek başına kalmakta korkmamak, sorumluluk almaktan korkmamak bir erdemdir. İnsanlığın kurtuluşu için tutsaklık psikolojisinden kurtulmak gereklidir. Şehirler sırlarımızı arşivlerinde saklıyor. Köhnemiş kölelik sistemlerine başkaldırmak asil bir erdemdir. Miadı dolmuş modern şehirlerin karanlığına karşı direniş zamanıdır. Kimin ne amacı varsa bu gün gerçekleştirme zamanıdır. Tarih geç kalanı affetmez. PAZAR YERİ VE İSLÂMCILIK FATMA CERENNe ilgisi mi var? Ben de bilemiyorum üXDQ6DW×UODUGL]LOGLNoH J|UHFHùL]LQüDDOODK Semt pazarlarını pek çoğunuz gibi ben de severim. Hele mevsim kışsa! Acele alışverişler, zorlanan pazarlıklar… Rezzak olan Allah’ın tayin ettiği rızkın, bağırmalar çağırmalar eşliğindeki inanılmaz devinimi. “Gel vatandaş! Gel!” nidalarıyla; ovuşturulan üşüyen eller, kızaran burunlar. Akşama doğru bastıran telaşın, az sonra çökecek karanlığa giydirdiği sevinç. Bir de görünmeyenler var tabi. Kafaları yoran hesaplar, kitaplar, kaygılar, tasalar, gamlar, heyecanlar, planlar… Cebindeki parası, alacaklarının tümüne yetmese de aldığıyla yetinerek 60 SANAT, EDEBİYAT pazarın çıkışına ilerleyen, geneli memnun insanlar. Ev sahibi edasıyla, maniler eşliğinde “Yine bekleriz!” diyen, geneli memnun satıcılar… Ben pazarda ne mi yapıyorum? Düşünüyorum… Yaşlı bir teyzenin az önce aldığı yaklaşık doksan santimetrelik dört adet pırasayı kaç saatte doğrayacağını… Biraz ileride, fiyatı diğerleriyle aynı olmasına rağmen en kötü yeşilliği alan amcanın eve döndüğünde hanımından işiteceği azarı… O en iyisini aldığını iddia edecek! Az önce sağımdaki tezgâhtan beş tanesini üç liraya aldıkları mısırın, yedi tanesinin üç liraya olanından daha iyi olduğunu savunan karı kocanın konuşmalarını. “Neymiş o öyle? Küçük küçük…!” Beş dakika sonra solumdaki tezgâhtan yedi tanesini üç liraya almışlığın memnuniyetiyle, teyzenin kızına öğretisini. “İyi! Kazıklanmadık deminkine. Dedim ben sana acele etmiyecen diye! Beş yerine yedi tane aldık bak!” Anlayacağınız herkes memnun bu pazarda! Tıpkı biraz önce yanımdan geçen iki sevimli teyze gibi “Hatçe! Dediydim sana bak, geçen buldum ben bu adamı. Bizim Ayşe’nin köylüsüymüş! En tazesini getiriyo. Korktuydum bugün bulamayecez diye, ama Allah buldurdu bak!” sözlerinin ardından, diğer teyzenin bu tezi şefkatli başıyla onaylaması. Onların ağır adımlarının ardından bakarken yapacakları turşunun kokusunun burnuma gelivermesi… Hülasa, bu kargaşanın ardından genelde herkesin evlerine yorgun ama memnun dönme- si… Hani diyorlar ya, “Alan da memnun, satan da.” Belki bu resmin tek cümlelik ifadesi… Her ne hikmetse bu manzarayı toplumumuzun küçük bir maketine benzetiverdim. Yüzde doksan dokuzunun müslüman(!) olduğu toplumu 90 derecede yıkamışsınız, çekmiş, bu pazar olmuş. Arz ve talep şeklinde iki kısımda inceleyeceğimiz bu süreci, sosyokültürel açıdan inanç odaklı ele alışımızda bir ayet geliveriyor aklımıza.“Onlar kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça parça olmuşlardır ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır.” (30/32) Geneli dindar olarak tanımlanan Türk toplumu, aynı vahiyden beslendiğini iddia eden ama ciddi farklılıklar gösteren gruplardan oluşuyor. Birey, kendine doğru diye sunulanlardan birini seçiyor. Seçtiğinin en iyisi olduğuna ya da yapabileceğinin en iyisini yaptığına inanıyor. Bu seçimde en güçlü faktör ise, ‘çoğunluğa uyma eğilimi’dir. Modernitenin belirlediği ‘güç’ anlayışı, yaşantısında neye tekabul ediyorsa seçimini ona göre yapıyor. Seçtiğini zannediyor, aslında kendisine sunulanlardan birini seçmek zorunda bırakılıyor. Kötü de olsa yanlış da olsa aralarından en iyisinde karar kılma cambazlığını üstlenirken, uyutuluyor ve oyuna geliyor. Arz-talep ilişkisini bilirsiniz. İkisi de birbirini, artan ve azalan yönde etkileyen faktörler ve bazı faktörlere göre değişim gösteren kavramlardır. Dünya hayatının geçmişine, Kur’an-ı İktibas SANAT, EDEBİYAT Kerim’den baktığımızda görüyoruz ki, insanoğlunun Allah’ın yasalarına karşıt yaşam biçimlerini yani dinlerini üretmek ve sunmak, o toplumunun ileri gelenlerinin mucitliğine kalmıştır. Birileri önde, birileri takipte sözün kısası. Atalar, çocukları ve torunları! “Onların görünüşleri ve sözleri hoşunuza gider.” ve “Onlar ‘Biz yalnızca ıslah edicileriz.” diye tanınan bu şahıslar, akıllarınca yeryüzüne çeki düzen verme hadsizliğinde bulunurlar. ‘Daha’ zarfının ardından gelen sıfatları, toplulukların yaşam kodları olarak sunarlar. (daha iyi/daha konforlu/ daha rahat/daha kolay/daha güzel/daha mükemmel/daha yaşanılabilir…) Bu sıfatları akıl, heva/heves ve zan üçgeninden seçerler ve kendilerini yaratan ve yöneten Allah’a eşler koşarlar. Allah’ın belirlediği hudutlarda rötuş yaparlar. Keskin diye tanımladıkları köşeleri yuvarlarlar ve can alıcı parlak renkleri matlaştırırlar. Böylece ortaya ‘iyi’, ‘rahat’, ‘sorunsuz’, ‘ılımlı’, ‘uyumlu’, ‘modern’, ‘yaşanılabilir’, ‘laik’, ‘liberal’, ‘demokrat’ dinler çıkar. Herkese ve her keseye hitap eden ürün yelpazesindeki seçmece dinlerin çekirdeksiz versiyonları! Maalesef hepsi de tek bir isim altında prezente edilmekte. İslam! Aslında pazara sunulan bu dinler, kendi içinde çelişkilerle doludur. Fakat doğru vahiy ve peygamber algısıyla ilişiği kesilmiş bir toplumu ikna etmek ve bu sürece adapte etmek zor olmayacaktır. Çünkü ne istediğini bilmeyen bir toplum, sürüklenmeye mahkûmdur. Bu vahim durum, şeytan önderliğindeki fırsatçıların en güçlü sermayesidir ki her bir dini piyasaya sürdüğünde, sermaye yükselişe geçer. Yani cehalet, arz-talep grafiğini yükselten bir katalizör vazifesi görür. Bu en önemli sermayeyi olumsuz etkileyecek, ‘bilgi’, ‘bilinç’, ‘düşünme’, ‘sorgulama’ gibi etkenleri, toplumdan uzak tutmak için bütün imkânları seferber eder. Bu süreçte, zihinler önce nezaretlere alınacak, sonra kendi tercihlerine müebbet hapis edilecektir. Bu böyledir. Tek bir otoriteye bağlanmayan ve tek doğrudan beslenmeyen insanlık, tarihsel faktörlerin etkisiyle, devamlı yeni dinler üretme potansiyeline sahiptir. Dünyanın bir yerinde olan bir olaya, bir siyasinin sözüne, hammaddeye, sermaye dengelerindeki ve piyasalardaki değişmelere göre, dinlerin sürekli güncellenmesi ve ince ayarı gerekecektir. Ürünün son kullanma tarihi geçtiğinde ise dönüşüm esaslı, yeniden inşa sürecine girilecek ve ‘Dinler Piyasası’ kıyamete kadar hareketli bir pazar alanı olacaktır. İtina ile üretilmiş dinler/yaşam biçimleri, ‘İslam’ kelimesinin önüne, arkasına, içine dışına, üstüne, altına birtakım kavramlar getirilerek adlandırılır. İslam’ın aslının değiştirilmediğini ve fakat günümüze uyarlandığını, modernize edildiğini, güncellediğini, yaşanılabilir kılındığını iddia eden bu hareket, vahye beşeri bir müdahaledir. Bireylere demokrasi, özgürlük gibi söylemlerle tercihlerinde güya serbest olduğu hissini ve- rirler, fakat sundukları yeni dini ‘Tek çözüm’, ‘Tek çıkış yolu’ ve ‘Mecburiyet’ olarak dayatırlar. İslam’ı yaşanabilir(!) kılan bu uygulama, her nedense küfür milletinden övgü ve alkış alır. Önce kendi ürettiği yaşantı biçiminin/dinin içini doldurur, sonra bunu İslam’dan ödünç aldığı kavramlarla paketler. Elbette ki cahil bir topluma bunları satmak işin en kolay kısmıdır. Kimsenin ruhu duymaz. ‘Tevhidi müslüman’ der, ‘Ilımlı müslümana’ zemin hazırlamak için, ‘Geleneksel İslam’ der, ‘Modern İslam’ı meşrulaştırmak için ya da ürettiği ikincil kavramlardan sonra, birincilleri kullandırtır. Çünkü birini ortaya atınca, diğeri hemen devreye sokulmalıdır ki amaç hâsıl olsun. Böylece, hem ürünü piyasaya sürdü hem de vahyin kavramlarını istediği istikamette değiştiriverdi. ‘Müslüman’ oldu ‘Tevhidi Müslüman’ , yine aynı ‘Müslüman’, oldu ‘Ilımlı Müslüman’. Kur’an’da önüne bu minvalde sıfat almayan “Müslim/Mümin” kavramı, zaten tek başına tevhidi ikrar, tasdik ve teslimiyeti ifade eder. Önüne getirilen bu gibi sıfatlarla aslında mana tahrif edilir. En vahim durum ise, kullanımı yaygınlaştırılarak normalleştirilmesidir. Öyle ki, tevhid ehli topluluklar bile bu kavramları bu şekilleriyle kullanır oldular. Bilinçli işleyen bu sürecin bilinçsiz kurbanları, kendilerini haklı çıkaracak herhangi bir mazerete sahip değildirler. Zihinlerine ‘hazırcılık’ ve ‘kolaycılık’ formatı atılan toplum, kendilerine sunulanlara şöyle 61 İktibas bir bakıp akıllarına, mantıklarına, doğrularına, zanlarına en uygun olan ürünü seçeceklerdir. Aslında yaşantılarını fazlaca etkilemeyecek ve sarsmayacak modele taliptirler. Pazar alanını ve ürün yelpazesini devamlı genişleten memnun üretici de tüketicisinden daha uyanık olduğu için her zaman gelişmeleri takip edecek, yeni fırsatları kollamaya devam edecektir. Post modernizm, kapitalizm, pragmatizm ve demokrasileşme rüzgârlarıyla oradan oraya savrulan tüketiciden talep geldikçe arz eğrisindeki fırtınalı yükseliş devam edecektir. Hoşgörü, memnuniyet, dinler arası diyalog üçgeni bu pazarda, ‘Alan da razı satan da’… Saygıdeğer sorun istemez tüketici, haklı ve huzurlu dünyasına başkalarını da teşvik edecek ancak bu hileli ürünlere yaklaşmayanlara bir türlü anlam veremeyecektir. Onlara bazen acıyacak, bazen alay bile edecektir. Yaptıkları alışverişin ne denli yanlış olduğunu ve kendilerine hayır hasenat getirmeyeceğini, hem dünyasını hem ahretini heba ettiklerini söyleyen marjinal topluluğa, gizli bir düşmanlık besleyecek ve hatta onlarla sohbetlerinde, dini konulara girmeyeceklerdir. Eee bizim de onlara ‘fatma’ca bir sözümüz var elbet! – Pazara gidelim, bir (?) alalım, pazara gidip bir (?) alıp naapalım? -Happuru huppuru yiyelim/yemiyelim! diyen çocuklar bile pazardan ne alacağını, aldığını, bunları yiyip yemeyeceğini sorgularken sizler ne diye aldığınızı hemen yolda 62 SANAT, EDEBİYAT yemeye başlıyorsunuz? Sorgulayın biraz! Dönelim Pazar yerine. Mümkün müdür hepinizin, aynı anda en iyiyi alması, farklı tezgâhlardan olduğu hâlde? Üstelik sizin aldığınızı kötüleyeni siz de kötülerken. Size sunulan dinleri ne kadar incelediniz ki? Şöyle bir bakıvermeyle, mümkün mü iyice anlamanız en iyisi hangisi diye? Hem bu sorgulamayı yaptığınız bir kaynak, tek bir standart/ölçü de olmadan! Acaba bu durum, herkesin kendi doğrularıyla hareket etmesinden dolayı olabilir mi? Olur tabi. Herkes kendi doğrusuyla/ kafasıyla/ aklıyla/mantığıyla yaklaşırsa tezgâha; Ayşe Hanımın aldığını Zeynep Hanım beğenmez, Ali Amcanın almadığını Ahmet Amca beğenir ve alır ve herkes kendi elindekiyle yetinir övünür durur! O zaman şu ortaya çıkıyor. Tek bir sabite, tek bir otorite, tek standart olursa ancak iyi/kötü ve doğru/ yanlış değerlendirmesi yapılabilir. Doğru ve yanlışlar, Hakk ve batıllar; doğruyu yanlıştan ayıran, Furkan olan Kur’an-ı Kerim’de bildirilmiştir. Bütün bu karmaşa ancak ‘vahiy’e göre ayırt edilecektir. Diğer durumda, onlarca doğru, onlarca gerçek, onlarca hak, onlarca iyi… Var mıdır sonu ve mümkün müdür içinden çıkılması? Allah (c.c.) yegâne otoritedir. Tek ilahtır. Tek Rabbdir. Tek kanun koyucudur. Hayatın her alanında tek ölçü belirleyici odur. Hz. Muhammed (s.a.s.) vahye itaatle yaşamış örneğimizdir. Müslümanım diyen kişi en başta bunu kabul etmelidir ki, tevhid sözünü yerine getir- sin. Sözünde dursun! Sözü tutsun! Söz dinlesin! İlahi uyarıyı dikkate alarak “Allah ile beraber başka bir ilah edinme”sin. Yani, Allah ile beraber başka ilahların olduğu hazır din/ yaşam tarzı paketi kendisine sunulduğunda, kabul etmesin. Ya da Allah’tan başka ilah yoktur derken, “Peygamberler kendine göre tarihe şartlara göre şöyle şöyle uygulamalarda bulunmuş, o hâlde aklımızı kullanalım, zamana uyalım, biz de şöyle şöyle yapalım.” diyen akli yöntemleri savunmasın! Tevhidi de yolu da şaşırmasın! Bu ticaretten kimin kârlı çıkacağını, kimlerin nemalanacağını düşünsün. Yusuf (a.s.)’ın inancını gizleyerek ilerleyip Mısır yönetimine hooop diye tepeden düştüğüne kendisini inandırmasın. Kuyulardan, zindanlardan, sıkıntılardan geçmeden böyle bir kısmi tasarrufu bile kendisine hak olarak görüp talip olmasın. Talip olacağı şeyleri, Kur’an’daki “en kârlı ticaret” açıklamasından öğreniversin! Kendi ticaretleri neticesinde kazandıkları dünyalıklara da bir bakıversin ve yapacaksa bir mukayese, buna göre yapsın! Kendisine ‘Allah Birdir!’ ambalajıyla sunulan din paketinin içinden ne çıktığını biraz sorgulasın! En azından bunun kaygısını taşısın, sancısını çeksin! Yani demem odur ki; pazardan aldım bir tane, eve geldim bin tane durumlarına düşülmesin! Vesselam. Gündem timeturk / 02.02.2013 Afrika Birliği, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve Batı Afrika Ülkeleri’nden oluşan uluslararası bir grup Brüksel’de düzenlenen toplantıyla Mali’de izlenecek bir yol haritası üzerinde anlaşmaya vardı. Avrupa Birliği’nin ev sahipliğini yaptığı toplantının ardından düzenlenen ortak basın toplan- tısında açıklamalarda bulunan AB Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton, Malili yetkililer tarafından sunulacak, ülkede seçimlerin düzenlenmesi ve ülkenin kuzeyinin yeniden ele geçirilmesini de içeren bir yol haritasının benimsenmesini desteklediğini ifade etti. Fransa başta olmak üzere, AB üyesi ülkelerin, Afrika Birliği’nin ve ECOWAS’ın Mali’ye destek vermeyi sürdürdüklerini dile getiren Ashton, uluslararası kamuoyunun da Mali’deki halkı korumak için kendi sorumluluklarının farkına varması ve çabucak hareket etmesi gerektiğini belirtti. Ashton, AB’nin Mali’ye destek konusunda kendi üzerine düşeni yaptığını vurguladı. Basın toplantısında konuşma yapan bir diğer isim de Mali Dışişleri Bakanı Tieman Coulibaly oldu. Coulibaly, Mali hükümeti tarafından sunulan yol haritasının destek grubu tarafından kabul gördüğünü söyleyerek Mali’nin de bu karara saygı duymak adına, yol haritasını geciktirmeden faaliyete geçireceğini ifade etti. Sunulan yol haritasının geçici hükümet tarafından elde edilen en büyük başarı olduğunu kaydeden Coulibaly, “Bu bizim, kalkınma yardımı ve bütçe desteği gibi alanlarda ilerlememize olanak sağlayacak ve MISMA için daha fazla kaynak kullanabilmemize imkân tanıyacaktır.” dedi. (Ajanslar) www.toonsonline.net Mali’nin Geleceğini Kafalarına Göre Yeniden Dizayn Ettiler 63 Mali’de Gördüklerim: ‘Merci Hollande’ Serhat ORAKÇI Dünya Bülteni / 05.02.2013 Mali halkı Fransız askerlerini silah zoruyla kovan dedelerine ihanet mi ediyordu? Peki, halkın yarısı sevinirken diğer yarısı neden kaçıyor? Bu soruya cevap vermek o kolay değil ancak görünen o ki Afrika kökenli halk sevinen taraf; ten rengi daha açık olan Tuareg ve Arap kökenli halk ise ağlayan taraf. Fransa’nın Mali’de başlattığı askerî harekât tüm hızıyla devam ederken Fransa ülkenin kuzeyindeki üç önemli şehrin kontrolünü sağladı. Fransa Cumhurbaşkanı Hollande hafta sonu Timbuktu’yu ziyaret ederek operasyondaki Fransız askerlerine moral verdi. Bölge istikrar kazanana kadar kalacaklarını belirten Hollande operasyonun başarıya ulaştığını da ilan etti. Hollande için düzenlenen karşılama töreni Erdoğan’ın Nijer ziyaretinden farksızdı. Coşkulu bir halk ve “Merci Papa Hollande» şarkıları... Mali halkı Fransız askerlerini silah zoruyla kovan dedelerine ihanet mi ediyordu? Bir tarafta bu gelişme yaşanırken diğer tarafta Moritanya sınırına göç eden kafileler vardı. Araplara ve Tuareg ırkına karşı 64 soykırım yapıldığını iddia eden göçmenler pılı pırtıyı toplayıp soluğu Mberra mülteci kampında alıyordu. Bu sözden ziyade bölge gerçeğini gösteren bir trajediydi. Fransa operasyonu eğer istikrar getirdiyse Nijer, Burkina Faso ve Moritanya’ya sığınan yüz binlerce mültecinin koşa koşa evlerine geri dönmeleri gerekirdi. Ancak tam tersi oldu daha fazla insan göç yollarına koyuldu. Peki, halkın yarısı sevinirken diğer yarısı neden kaçıyor? Bu soruya cevap vermek o kolay değil ancak görünen o ki Afrika kökenli halk sevinen taraf; ten rengi daha açık olan Tuareg ve Arap kökenli halk ise ağlayan taraf. Bu manzarada elbette Fransa’nın medya üzerinden yürüttüğü özgürlük propagandası da önemli rol oynuyor. Ha bir de Afrikalıların dışarıdan gelen misafire duyduğu merak ve misafirperverliği de eklemek gerek... Mali halkının hatırı sayılır bir kısmı hâlâ Fransa’nın kendileri için geldiğini sanıyor. Fransa’nın uzun zamandır yürüttüğü medya kampanyasının etkisinde kalan bu kesim “Yeter ki bizi el-kaide’den kurtarsın. Fransa ülkedeki uranyumu, petrolü, altını alacaksa da alsın zaten çıkartacak durumda değiliz.» diyorlar. İslami hassasiyetleri ağır basan kesim ise «zaruret hâlidir her şey caiz» diyerek kendilerini teskin ediyor. Mali resmî söylemini benimseyen dini liderler halkı rahatlatmak da önemli rol oynuyor. Mali’nin güneyinde tam bir teslimiyet havası hâkim... Başkent Bamako’da yabancı- ların özellikle de Fransızların yaşadığı zengin semtler Fransız bayraklarıyla süslü. Bu semtleri Fransa’nın bir semti sanabilirsiniz kolaylıkla. Ancak bu hava kırsal kesimlerde kayboluyor. Sıradan halkın neler olup bittiğinden pek haberi yok. Fransa’nın kontrolü sağladığı şehirlere giren Mali ordusu kontrolden çıkmış durumda. İnsan hakları izleme örgütleri günlerdir konuya dikkat çekiyorlar. İslamcı gruplara destek verdiği gerekçesiyle tutuklanan ve yargısız infaz yapılan onlarca insan var. İnfaz kuyularının resimleri çoktan medyada yer aldı. Kıyafetleri ve sakalları ile İslamcılara benzemek dezavantaj oluşturuyor. İnsanlar sakallarını kısaltmak, kıyafet şekillerini değiştirmek zorunda hissediyorlar. Mali’de başlayan askerî sürecin paralelinde yeni bir siyasi süreç de gündeme artık. Kuzey Mali’deki Gao, Timbuktu ve Kidal’ın kontrolünü ele alan Fransa MNLA (Azavad Ulusal Kurtuluş Hareketi) ile Mali Geçici Hükümetinin masaya oturup anlaşmasını arzuladığını belirtti. Ancak bu talep Mali’nin güney kesimlerinde tam bir soğuk duş etkisi yaptı. MNLA’nın İslamcılar ile işbirliği yaptığını ve dahası ülkeyi bölmek gibi bir gündemleri olduğunu belirten Güneyli kesim İslamcı gruplar ile yapılan mücadelenin MNLA’yı kapsamasını ve örgütün de tasfiye edilmesini istiyor. Güneyli kesime göre MNLA diğer İslamcı gruplardan daha tehlikeli... Fransa ise kendine has manevralarla siyasi GÜNDEM İktibas arenayı şekillendirmeye devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde Mali’nin günlük gazetelerindeki manşetler Hollande ve Fransa’nın niyetlerini sorgular mahiyetteydi. Belki ilk kez medya Fransa’nın niyetini bu kadar açıktan sorguluyordu. Akıllara gelen soru MNLA öncülüğünde özerk-federal veya bağımsız bir Tuareg devleti mi kurulacak? Mali’deki günlük gazetelerin internet sayfaları olmadığı için içerdeki sesleri duymak kolay değil. Ancak bölgeye gittiğinizde bu sesi duyabiliyorsunuz. www.toonsonline.net İsimleri sık sık gündeme gelen diğer İslamcı gruplar ise göğüs göğse çarpışmak yerine ülkenin kuzey bölgelerindeki daha küçük kasabalara çekildiler. Bu bölge şimdilik Fransa’nın hava bombardımanına maruz kalıyor. Ancak bu durum Cezayir ve Nijer’i yakından ilgilendiriyor. İslamcı grupların Cezayir veya Nijer sınırından içeri sızması hâlinde ise Amerika da askerî operasyona fiilen dâhil olabilecek. Bu grupların gerilla taktiğine döndüğü ve bundan sonra hedef gözeterek saldıralar yapması bekleniyor. www.toonsonline.net Fransa’nın baskısı altındaki Mali Geçici Hükümeti bu görüşmeye sıcak baktığını duyurdu ancak MNLA’nın şartı infazlarıyla gündeme gelen Mali ordusunun bölgeye girmemesi. Bu şart kısmen Kidal’da kabul edildi. Şehrin kontrolü Çad askerî birliklerine bırakıldı ve Mali ordusu şehre giremedi. Mali Geçici Hükümeti de İslamcı grupların görüşmelerde yer alamayacağını duyurdu. The Huffington Post 65 İktibas GÜNDEM Fransa tek kurşun atmadan üç şehrin kontrolünü ele geçirdi. Şehirleri kontrol eden gruplar taktiksel olarak çekilerek meydanı Fransa ve Mali askerlerine bıraktılar. Şu anki tabloya dikkatle bakıldığında aslında İslamcı grupların sadece yer değiştirdiği mevcut güçlerini hâlen korudukları görülecektir. Fransa-Mali ortak operasyonunda İslamcı gruplar iki neferini kaybederken sivil kayıpları ise çok daha fazla oldu. Fransa bölgeyi ele geçirmekte zorlanmadı ancak elinde tutmakta zorlanacağa benziyor. Zira Mali ordusuna ve Afrikalı askerlere güvenmeyen Fransa’nın asıl niyeti Birleşmiş Milletleri bölgeye çekmek. Bu yöndeki çağrıya BM’de sıcak bakıyor. Pakistan, Türkiye vs. gibi ülkelerden oluşan bir barış gücü yakın zamanda bölgeye nakledilirse şaşırmamak gerekir. Ne de olsa Mali’de çatışan taraflar Müslüman... Link: http://www.dunyabulteni.net/?aType =haber&ArticleID=245972 Abant Platformu Sonuç Bildirgesi Açıklandı Zaman Gündem Abant Platformu toplantılarının 28’incisi ‘Türkiye Üzerine Farklı Bakışlar’ konusuyla tamamlandı. Toplantı sonunda bir sonuç bildirgesi açıklandı. Vatandaşlık konusunda, sadece ‘Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı’ kavramı üzerine odaklanılması istendi. 28. Abant Platformu’nun sonuç bildirgesinde hükümetin Kürt sorununun barışçıl çözümü yönündeki son girişiminin desteklenmesi, girişimin yeni anayasada eşit yurttaşlık garantisini de içermesi gerektiği belirtildi. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nca Abant’taki bir otelde düzenlenen 28. Abant Plat- formu, “Katılımcı Demokrasi” başlıklı oturumla sona erdi. Kamuoyu ile paylaşılan sonuç bildirgesinde oturumlarda ele alınan “Kimlikler, Talepler ve Yeni Yurttaşlık”, “Türkiye’nin Bölgesel Aktörlüğü ve Dış Politika”, “AB Müzakere Süreci-Gelinen Noktalar”, “Yeni Anayasada Sorunlar-Zorunluklar” ve “Katılımcı Demokrasi” konularına vurgu yapıldı. Bildirgenin “Kimlikler Talepler ve Yeni Yurttaşlık” konulu bölümünde devletin inançlara ve inançsızlığa eşit mesafede olması, hiçbir resmî belgede Türk vatandaşlığının sosyolojik tanımının bulunmaması, bunun yerine Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı kavramı üzerine odaklanılması gerektiği bildirildi. Devletin herhangi bir üst kimlik tasarlama girişiminde bulunmaması gerektiği ifade edilen bildirgede, şunlar kaydedildi: “Türkiye’nin farklı mezhep, din ve etnisiteleri içeren fakat bunlarla sınırlı olmayan çok kültürlü yapısı devlet ve toplum tarafından tanınmalıdır. Devlet, tüm inançlara ve inançsızlığa eşit mesafede olmalıdır. Yerel nüfusun talebi hâlinde yer isimleri orijinal hâline iade edilmelidir ve olumsuz tarihî çağrışımları olan birtakım yer isimleri değiştirilmelidir. Eğitim müfredatı yukarıda sözü edilen hususları yansıtmalıdır.” “Türkiye’nin Bölgesel Aktörlüğü ve Dış Politika” www.toonsonline.net 66 Arap isyanının Türkiye’nin dış politikasının en büyük mese- İktibas GÜNDEM lesini oluşturduğu belirtilen bildirgede, “Türkiye-Irak-Suriye üçgenindeki bölgesel dinamik, Türkiye’deki Kürt sorununun çözümünü acil kılmaktadır. Türkiye, reel politik gerçekler ve idealist taahhütleri arasında bir ahenk kurmalıdır. Türkiye’nin Suriyeli sığınmacılara gösterdiği hassasiyet her türlü takdire şayandır. Türkiye, Suriye’de barışçıl bir çözüm için uluslararası toplumla işbirliğini sürdürmelidir.” ifadelerine yer verildi. Türkiye’nin Avrasya’daki önemli bölgelerin kesişim noktasında olduğu, hızlı bir değişim ve jeopolitik yapılanma döneminde bulunduğu, ortaya çıkmakta olan çok kutuplu dünyada önemli bir rol oynadığına işaret edilen bildirgede, tutarlı bir dış politika güden istikrarlı Türkiye’nin Avrupa’nın güvenliği için hayati önem taşıdığı ve İslam Dünyası ile Batı’nın barış içinde birlikte var olması için vazgeçilmez olduğu vurgulandı. “AB Müzakere SüreciGelinen Noktalar” AB’ye tam üyelik sürecinin her iki taraftaki ciddi güven kaybından dolayı sekteye uğradığına işaret eden bildirge, şöyle devam etti: “Her iki tarafta da yönetimsel eksiklikler söz konusudur ve yeni anayasa vatandaşların genel beklentileri kadar, Türkiye’nin demokratikleşmesi, insan hakları, eşit yurttaşlık, hukukun üstünlüğü, devletin hesap verebilirliği, ordunun sivil denetimi ve merkeziyetçiliğin azaltılması gibi konularda imzaladığı uluslararası anlaşmaların gereklerini de yansıtmalıdır. En son genel seçimlerden önce tüm siyasi partilerin söz verdiği şekilde, mevcut anayasa bir dahaki genel seçimlerden önce yeni bir anayasa ile değiştirilmelidir. Hükümetin Kürt sorununun barışçıl çözümü yönündeki son girişimi desteklenmelidir, bu, yeni anayasada eşit yurttaşlık garantisini de içermelidir. Başkanlık sistemi tartışmaları yeni bir anayasa için gerekli olan siyasi mutabakatı tehlikeye atmamalı ve geciktirmemelidir.” ‘Yeni Anayasada Sorunlar-Zorunluklar” Devletin tüm din ve mezheplere eşit mesafede olması gerektiği, bu nedenle Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılması veya statüsünün tarafsızlık ilkesi ışığında yeniden tanımlanması gerektiği belirtilen bildirgede, siyasetçilerin AB üyeliğinin getirileri hakkında kamuoyunu bilgilendirmede ve kamuoyu oluşturmada başarılı olamadığı iddia edildi. Avrupa’daki birtakım önyargılar, yükselen İslamofobi ve bazı Avrupalı liderlerin hasmane tavırlarının Türkiye’de ciddi öfkeye neden olduğu kaydedilen bildirgede, şunlar bildirildi: “Mevcut ayrımcı vize politikalarını sona erdirmeye yönelik olan yol haritası, yeniden güven inşası ve tam üyelik sürecini canladırmak için önemli bir fırsattır. AB ortak değerler ve demokratik standartlar üzerine kurulu bir barış projesidir. Bu nedenle Türkiye’nin geleceği için sahip olduğu önemi korumaktadır. Türkiye’nin farklı uluslararası işbirliği seçenekleri araması normal olmakla birlikte, AB süreçteki tüm sorunlara rağmen Türkiye için hâlâ vazgeçilmezdir. Haziran 2010’dan bu yana hiçbir müzakere başlığı açılmamıştır ve mevcut durum bu hâliyle sürdürülemez. Bazı başlıkların açılması sürece hız kazandıracaktır. Türkiye hükümeti müzakere başlıklarının açılması ve üyelik sürecinin hızlanması için Kopenhag Kriterleri’ni sağlama yönünde çaba göstermelidir. “Katılımcı Demokrasi” Kadınların kamusal hayata ve siyasete katılımının teşvik edilmesi, güçlü ve bağımsız sivil toplum, muhalefet hakkı, örgütlenme ve ifade hürriyeti, basın özgürlüğü, kapsayıcı katılım, akademik özgürlük ve devleti eleştirme hakkı gibi konularla bağlantılı olması dolayısıyla demokratikleşmenin kurumsal reformlarla sınırlı olmaması gerektiği vurgulanan bildirge, şöyle sona erdi: “Mevcut siyasi partiler ve seçim yasaları yerel siyaseti güçlendirme istikametinde demokratikleştirilmelidir. Yüzde 10 seçim barajı demokrasinin kapsayıcı karakterini yansıtacak şekilde belirgin olarak düşürülmelidir. Türkiye’de daha fazla sosyal adaletin temini ve demokrasinin güçlendirilmesi için çalışanların hakları güçlendirilmelidir. Adil olmayan gelir dağılımının demokrasi için önemli bir tehdit olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. 67 İktibas Eğitim müfredatı yukarıda belirtilen hususları yansıtmalı ve yurttaşları eleştirel düşünce yoluyla sivil topluma aktif olarak katılmaya hazırlamalıdır.” Muhalif Lider, Esad’la Görüşmekten Yana Dünya Bülteni / Haber Merkezi Suriye muhalefeti lideri Esad rejimiyle görüşmekten yana olduğunu açıkladı. Suriye muhalefetinin lideri Muaz el Hatib, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’la tutukluların serbest bırakılması şartıyla görüşmeye hazır olduklarını söyledi. radaki Suriyeli muhaliflerin pasaportlarının yenilenmesi. Devrim sürecenin devam ettiğini söyleyen Hatip, ülkedeki akan kanın durması ve geçiş döneminin tartışılması için görüşmeye hazır olduğunu söyledi. Birleşmiş Milletler raporuna göre, Suriye’de yaklaşık iki yıldır devam eden çatışmalarda 60 bine yakın insan hayatını kaybetti. Suriye, Türkiye ile Katar Diyalog Anlaşmazlığına mı Düştü? timeturk / 06.02.12013 AFP`nin haberine göre, el Hatip facebook sayfasından yaptığı açıklamada, “Suriye rejimiyle Kahire, Tunus veya İstanbul’da doğrudan görüşmeye hazırım.” ifadelerini kullandı. Londra’da yayınlanan Arapça gazete İlaf, Suriyeli muhaliflerin Devlet Başkanı Beşar Esad’a ‹diyalog’ çağrısı konusunda Türkiye ve Katar’ın anlaşmazlığa düştüğü iddiasına yer veriyor. El Cezire muhabiri Rula Amin’e açıklama yapan el Hatip, açıklamalarının kendi görüşünü yansıttığını belirtti. Gazete, Suriye muhalefetinden “kaynaklara” dayanırdığı haberinde, Katar hükümetinin Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri Ulusal Koalisyonu’na, Suriye rejimiyle görüşmelere başlaması için “talimat” verdiğini yazıyor. İKİ ŞART Muaz el Hatib, Suriye yönetimiyle görüşmek için iki önemli şart öne sürdü, son iki yılda tutuklanan ve yaklaşık 160 bin olduğu söylenen isyancıların serbest bırakılması ve diaspo- 68 GÜNDEM Habere göre, müzakere planı üzerinde Rusya Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov, Arap Birliği Genel Sekreteri Nebil el Arabi, ABD’nin Suriye elçisi Robert Ford ve Ulusal Koalisyon Başkan Yardımcısı Riad Seif mutabakata vardı. Muhalefet kaynakları, koalisyonun diyalog sağlanabilmesi için kurulduğunu belirterek, ABD elçisi Ford’un “teklifin Ulusal Koalisyon Başkanı Moas el Katip’ten gelmesi hâlinde Suriye sokağında kabul göreceğine” inandığını belirtiyor. Haberde, muhaliflerin ağzından şu ifadeler aktarılıyor: “ABD yönetiminin uyumsuzluklarıyla uğraşıyor. Kim kime bağlı? Savunma Bakanlığı, CIA, AIPAC (Amerikan-İsrail Kamu İşleri Komitesi)? Ford ABD’nin tümünü temsil etmiyor. Katar’ın daha yaygın ve geniş ilişkileri var ve kendi işlerini bu uyumsuzluklar arasında görürken Türk tarafıyla ilgili bir kaygı duymuyor.” ABD Başkanı Barack Obama’nın ikinci dönemine girilirken tüm tarafların “kartlarını” yeniden oynadığı belirtilen haberde; ABD, Rusya ve İran’ın “müzakereyle çözüm” üzerinde anlayış birliğine vardığına dikkat çekiliyor. ‘Siyasi mutfak’ şefi Katar “Suriye devriminin amacı tutukluların serbest bırakılması ve pasaportların yenilenmesi olsaydı hiç ortaya çıkmasına gerek duyulmazdı, çünkü bu kadar çok sayıda tutuklu yoktu ve pasaportların yenilenmesi konusunda kayda değer bir güçlük yaşanmıyordu.» İktibas GÜNDEM Ulusal Değişim Akımı adlı muhalif grubun üyesi Ömer el Şevvaf ise Katar ve Türkiye arasında bir anlaşmazlık bulunmadığını koalisyonun «siyasi mutfağının» belirgin biçimde Katar tarafında düzenlendiğini belirterek gazeteye demecinde şöyle diyor: «Herkes, daha kısa zaman öncesine kadar kabul edilemez olan diyaloğun gerekliliğine sokağı ikna ederek, devrimi desteklemekteki başarısızlıklarının üstünü örtmeye çalışıyor. Suriye devriminin amacı tutukluların serbest bırakılması ve pasaportların yenilenmesi olsaydı hiç ortaya çıkmasına gerek duyulmazdı, çünkü bu kadar çok sayıda tutuklu yoktu ve pasaportların yenilenmesi konusunda kayda değer bir güçlük yaşanmıyordu.» Ulusal Koalisyon danışmanlarından Semir el Şişakli ise Türkiye’nin «stratejik değişiklik» olurken danışılmak istediğini vurguluyor. Şişakli’nin internet sitesinde şöyle yazdığı aktarılıyor: «Başka müttefiklerle de benzer anlaşmazlık sinyalleri geliyor, mesela Fransa’yla. Tabi ki bizim kararlarımızı veren müttefiklerimiz değil ama onların müttefiğimiz kalmalarını istiyorsak onlara saygı gösterip danışmalıyız.» Davutoğlu, «60 bin kişi öldükten sonra Esad’ın görüşmelere hazır olduğunu belirtmesinin, yönetimin ne kadar irrasyonel bir yönetim olduğunun göstergesi olduğunu» savunarak, bu rejimle «diyalog kurulmasını isteyenlerin yanıldığını» vurgulamıştı. Suriye’de 2012 yılında seçimler yapıldığını hatırlatan Davutoğlu, “Seçim olması tabii ki iyi. Ancak Suriye’de sözde bir seçim oldu ve yeni parlamento kuruldu, yeni başbakan atandı, iki ay sonra kaçtı. Kim muhalefet liderlerine seçime girme hakkı tanınmasını garanti edebiliyor.” diye konuşmuştu. Bakan Davutoğlu, dün Kahire’de yaptığı açıklamada da benzer ifadeler kullandı: “Suriye’deki acımasız diktatörlük mümkün olduğu en hızlı şekilde gitmeli ve yerini demokratik geçişe bırakmalıdır. Bu süregelen şiddetin önlenmesi ve bölgeye istikrar ve güven gelmesinin tek yoludur.”(BBC) En Nahda’da Reform Tartışmaları Davutoğlu ne demişti? Abdullah AYDOĞAN KALABALIK Dünya Bülteni / Kahire / 16.02.2013 Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Pazar günü Münih Güvenlik Konferansı’nda katıldığı panelde, Suriye rejimiyle diyalog arayışlarını eleştirmişti. En Nahda’da gelenekçi kanat teknokrat hükümetine şiddetle karşı çıkarken reformcu kanat daha farklı düşünüyor Tunus İslami Hareketi En Nahda içinde reform ve hâliyle bölünme süreci başladı. Tunus Yurtseverler Birliği Hareketi lideri Şükrü Belayid suikastı ile başlayan kriz, Troyka hükümetinin yanı sıra En Nahda Hareketi’ni de etkiledi. Raşid el Gannuşi liderliğindeki hareket, ülkede yaşanan hükümet krizinin ardından etkili ve önemli kararların alınmasını gerektiren riskli bir dönemece girmiş bulunuyor. Geçici hükümetin Başbakanı Hammadi el Cibali daha önce ilan ettiği gibi teknokrat hükümet kurulması konusunda ısrarlı davranıyor. Ülkedeki farklı siyasi partiler ve değişim hareketlerinden oluşan Tunus akil adamları (Hukema Tunus) da teknokrat hükümetten yana görüş beyan ediyor. Gelenekçi kanadı temsil eden Raşid el Gannuşi ve etrafındaki ekip ise halkın oyları ve demokratik seçimlerle elde edilen parlamento aritmetiği çerçevesinde bir koaliyon hükümetinin kurulmasını istiyor. En Nahda önümüzdeki Cumartesi günü teknokrat hükümete karşı ‹meşruiyet’ sloganı altında bir miting düzenlemeyi planlıyor. Mitingin nerede yapılacağı henüz açıklanmadı. En Nahda’nın gelenekçi kanadı, İslami hareketin hükümette var olmasından yana ısrarlı davranıyor ve teknokrat hükümetini, laiklerin yönetimi kendilerinden alması şeklinde yorumluyor. En Nahda Şura Meclisi’ndeki reformcu üyeler ise teknokratlardan oluşacak 69 İktibas bir uzlaşma hükümetini daha farklı değerlendiriyor. veya direktif verme girişimleri başarısız olmuştur. Tunus Cumhuriyet Partisi, El Cibali’yi ve küçültülmüş teknokrat hükümeti kurulmasını desteklendiklerini ve bunun tarihi bir fırsat olduğunu açıkladı. Bin Ali taraftarı olarak bilinen Nida Tunus Partisi ise Tunus Kurucu Meclisini seçim kanunu ve anayasa yapma gibi görevlerini bir an önce tamamlamaya çağırdı. Mısır’da, Müslüman Kardeşler İrşad Bürosu ve Hayrat Şatır, Tunus’ta ise En Nahda Şura Meclisi ve Raşid el Gannuşi kozlarını açık oynamalıdır. Tunus’ta Gannuşi Cumhurbaşkanlığına, Mısır’da ise Hayrat Şatır başbakanlığa aday olabilir. Tunus muhalefeti son dönemde En Nahda’yı devletin içine sızmakla suçlamaya başlamıştı. Muhalefet ayrıca, halk arasında bölünme ve kutuplaşmaya neden olduğu için En Nahda milisleri ve Rabıta’nın lağvedilmesini de istiyor. Raşid el Gannuşi «Devrimin Vicdanı» olarak isimlendirdiği Rabıta’nın lağvedilmesini reddediyor. Mısır’da olduğu gibi Tunus’ta da liberal, laik ve solcu muhalefet, İslami hareketi «devleti ele geçirmek ve halkı kutuplaştırmak» gibi söylemlerle suçluyor. Uzmanlar bunun İslami yönetimlerin günahı olmadığını, devrimle gelen özgürlük ortamının ardından kutuplaşmaların başlamasının normal olduğunu, insanların dikta rejimlerin yönetimi altındayken kendi hayat tarzlarını gizlediğini söylüyor. Son gelişmeler göz önüne alındığnda, hem Tunus hem de Mısır’daki İslami hareketlerin bir reforma veya kabuk değiştirme sürecine girmelerinin zorunlu olduğu görülüyor. Perde arkasından hükümeti yönetme 70 GÜNDEM Yetki sahibi, ancak sorumluluk kabul etmeyen gölge yönetimlerin ısrarında faturayı halk öder, ödemeye de başlamıştır. Fas’ta Devrim Uyarısı timeturk / 05.02.12013 Fas’ın en büyük muhalif hareketlerinden olan Adalet ve İhsan Hareketi’nden reformların hayata geçirilmemesi hâlinde devrim olabileceği uyarısı geldi. Fas’taki Adalet ve İhsan Cemaati’nin liderlerinden Fethullah Arselane ülkede belli reformların yapılmaması hâlinde karışıklığın çıkmasının muhtemel olduğunu söyledi. Fas’ın başkenti Rabat’ta AP’ye konuşan Arselane, yönetimin Arap Baharı’nın taleplerini yerine getirmemesi ve demokratik dönüşümü gerçekleştirmemesi hâlinde Fas’ın bir devrimle karşı karşıya kalabileceğini söyledi. Arap Devrimi sırasında Libya ve Tunus’un aksine devrimle karşılaşmayan Fas’ta 2011 protestoları sonrasında kralın yet- kilerini az da olsa sınırlandıran anayasa değişiklikleri yapılmıştı. Öte yandan, Fas’ın ekonomik kriz içinde olmasına rağmen, kitle gösterilerinin önüne geçmek için bütçede sosyal harcamaların payı artırılmıştı. “Halkın Hayatı Değişmedi” Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yolsuzluğa karşı önemli adımlar attığını söyleyen Arselane, bunun birçok Faslının hayatını değiştirmediğini söyledi. Adalet ve Kalkınma Partisi liderliğindeki Fas hükümeti çalışmalarının koalisyon üyeleri tarafından sekteye uğratıldığını söyleyen Arselane, iktidar partisi genel sekreteri Benkirane’nin anlamlı reformları hayata geçirmemesi hâlinde devrimle karşı karşıya kalacağını söyledi. Rejimin Arap Baharı’nın mesajını doğru alması gerektiğini söyleyen lider, sosyal ve ekonomik değişimin zorunlu olduğunu ifade etti. Hareketin siyasi parti biçimini alabilmesi firkrinin reddedildiğini söyleyen Arselane, gerçek bir muhalefet oldukları için rejimin kendilerine savaş açtığını söyledi. Liderin Ölümü İşaret miydi? Adalet ve İhsan cemaati lideri Abdüsselam Yasin geçtiğimiz Aralık ayında 84 yaşında ev hapsindeyken vefat etmişti. Liderin vefatı sonrasında çok sayıda kalabalık sokaklara inmişti. İktibas GÜNDEM Abdüsselam Yasin’in belirgin bir halefinin olmadığı ve hareketin yasal siyasete atılmak konusunda hararetli tartışmalara sahne olabileceği belirtiliyor. Adalet ve İhsan hareketinin gücü hakkında kesin bilgiler olmasa da ülkede krallığa karşı kitle muhalefeti yürütebilecek tek hareket olduğu biliniyor. Rüşvete Hayır Kampanyası Fas’taki Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Sekreteri Abdülilah Benkirane liderliğindeki Fas hükümeti geçtiğimiz ay ülke genelinde “rüşvete hayır” kampanyası başlatmıştı. Fas hükümeti, rüşveti önlemek amacıyla, Yolsuzluğu Önleme Komisyonu çatısı altında bir internet sitesi ve özel bir telefon hattı oluşturmuştu. Türkiye’den CIA’ya Örtülü Destek İddiası timeturk / 05.02.12013 11 Eylül saldırıları sonrası ‘El Kaide’ şüphelilerini ‘gizli hapishaneler’ de sorgulayan CIA’ya 54 ülkenin örtülü destek verdiği iddia edildi. Örtülü destek veren ülkeler arasında Türkiye’nin adı 49’uncu sırada yer aldı... Uluslararası insan hakları örgütü Açık Toplum Adalet Girişimi, Amerikan Merkezi Haberalma Örgütü CIA’ın çeşitli ülkelerdeki “gizli hapishaneleri” hakkında 213 sayfalık bir rapor hazırladı. CIA, 11 Eylül saldırıları sonrası terör örgütü El Kaide ile bağlantılı olduğundan şüphelendikleri kişileri çeşitli ülkelerde kurduğu “gizli hapishaneler”de sorgudan geçirdi. Açık Toplum Adalet Girişimi’nin hazırladığı rapora göre, CIA’ın “gizli hapishaneleri”ne 54 ülke örtülü destek verdi. CIA birçok Doğu Avrupa ülkesini “gizli hapishane” olarak kullanırken, Türkiye gibi bazı ülkeler ise, terör şüphelisi bazı kişileri teslim etti ve hava sahasını CIA uçaklarının geçişine sağladı. ‘Örtülü Destek”’ Olmadan İşkence Zor Raporda, söz konusu ülkelerin yardımı olmadan CIA’ın terör şüphelilerini yasadışı yollardan sorgulaması ve işkence yapmasının zor olduğu belirtildi. “Gizli hapishaneler”in kurulduğu ülkelerin başında Pakistan, Afganistan, Mısır, Ürdün ve Doğu Avrupa (Polonya, Romanya) ülkeleri geliyor. İrlanda, İzlanda ve Kıbrıs Rum kesimi gibi ülkeler ise, CIA’ın gizli operasyonuna havaalanlarını ve hava sahalarını açtı. Türkiye 49. Sırada Açık Toplum Adalet Girişimi’nin 213 sayfalık raporunda Türkiye’nin ismi ise 49’uncu sırada yer alıyor. Raporda Türkiye’nin CIA’ın operasyonlarına havalimanları ve hava sahasını açarak “örtülü destek” verdiği belirtiliyor. Türkiye’nin ayrıca 2006 yılında Irak vatandaşı Abdül Hadi el İraki’yi terör örgütü El Kaide üyesi olduğu gerekçesiyle CIA’ya teslim ettiği ileri sürüldü. El Kaide’nin Afganistan’daki saldırılarının en üst planlayıcısı olarak CIA’ya teslim edilen el Iraki, söz konusu «gizli hapishaneler»de sorgudan geçirildikten sonra 2007 yılında Küba’daki Guantanamo üssüne nakledildi. Raporda, CIA’ın 17-23 Temmuz 2002’de «N85VM» uçuş koduyla Türk hava sahasını kullandığı ve Adana’daki askerî üste kaldığı ileri sürüldü. 2006’ya Kadar İzin Raporda ayrıca ABD eski Ankara Büyükelçisi Ross Wilson’un 8 Haziran 2006 yılına ait gizli bir yazışmasına da yer verildi. ABD elçisi Wilson tarafından kaleme alınan gizli belgede, Türkiye’nin 2002 yılından beri Adana’daki İncirlik hava üssünü CIA’ın söz konusu operasyonlarına açtığı vurgulandı. Ancak söz konusu iznin 2006 Şubat ayından itibaren Türk yetkililer tarafından iptal edildiği de belirtildi. Bosna’dan İncirlik’e Açık Toplum Adalet Girişimi’nin raporunda El Kaide ile bağlantıllı olduklarından şüphelenilen 6 zanlının İncirlik üssünden Guantanamo’ya gönderildiği ileri sürüldü. Raporda, Mustafa Ait Idır, Belkacem Bensayah, Lakh- 71 İktibas dar Boumediene, Boudella el Hadj, Nechla Muhammed ve Saber Lahmar Mahfoud’un 2002 yılında Bosna Hersek’te yakalandıktan sonra NATO’nun bu ülkedeki Tuzla askerî üssüne götürüldüğü buradan da İncirlik üssüne transfer edildiği belirtildi. Bu kişilerin İncirlik’ten de Guantanamo’ya gönderildikleri vurgulandı. Axel Springer şirketiyle ilgili bazı temel bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum. Medyadaki İsrail Muhipleri 10 binin üzerinde çalışana sahiptir. timeturk / 07.02.12013 Axel Springer AG, 30’un üzerindeki ülkede 150’den fazla gazete ve dergiye sahip olan Avrupa’daki en büyük basım şirketlerinden biridir. Axel Springer, Almanya’da günlük gazete pazarının % 23.6’sını elinde bulunduran bir şirkettir. 10 binin üzerinde çalışana sahiptir. Yıllık kârı 1 milyar Avro olarak açıklanmıştır. Öncelikle bir hatırlatma yapmak istiyorum. Sedat Simavi’nin çıkardığı Hürriyet gazetesinin kuruluş yılı 1948’dir. İsrail’in kurulduğu tarih de 1948’dir. Avrupa’nın yayıncılık devi Axel Springer şirketi bu tarihten hemen önce 1946 yılında kurulmuştur. *** 72 GÜNDEM Axel Springer AG, 30’un üzerindeki ülkede 150’den fazla gazete ve dergiye sahip olan Avrupa’daki en büyük basım şirketlerinden biridir. Axel Springer, Almanya’da günlük gazete pazarının % 23.6’sını elinde bulunduran bir şirkettir. Yıllık karı 1 milyar Avro olarak açıklanmıştır. *** Axel Springer, (1912-1985) İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Almanya’da büyük bir gazetenin sahibiydi. Naziler bu gazeteyi savaş boyunca kapattı. Springer Almanya’dan ayrılmadı, kamplara da gönderilmedi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yayın dünyasına geri döndü. Axel Springer AG’yi kurdu. İsrail’in en büyük destekçilerinden birisi hâline geldi. Bugün de öyledir. Axel Springer şirketi Türkiye’de de Doğan Yayın Holding’in yüzde 25’ini elinde bulundurmaktadır. Şirketin yayınladığı Bild Gazetesi Almanya’nın en çok satan gazetesidir. Dünyada da en çok satan ilk 10 gazete arasında yer alır. Bild, Hürriyet’le kardeş yayın organı gibidir. Her ikisi de ABD ve İsrail politikaları doğrultusunda yayın yaparlar. Hürriyet’in eski Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, Bild’in Genel Yayın Yönetmeni Kai Diekmann’la kankadır. Diekmann, aynı zamanda Hürriyet Gazetesinin Yönetim Kurulu Üyesidir. Özkök, 11 Eylül’ün 10. yıldönümü münasebetiyle ikiz kulelerin kalıntısının bulunduğu Sıfır Noktası’na (Ground Zero) Bild ekibi ile birlikte gitmiştir. Başbakan Erdoğan’ın 2009 yılı başında Davos’ta İsrail’e rest çekmesine (One Minute Olayı) Avrupa basınında en sert tepkiyi Alman Bild Gazetesi vermişti. O dönemde Fatih Altaylı, Bild’i çıkaran Axel Springer şirketinin yayın ilkelerindeki üçüncü maddeye dikkat çekmişti. (5 Şubat 2009) Üçüncü maddede “İsrail’in çıkarlarını dünya üzerinde korumak” cümlesinin yer aldığını yazmıştı. Doğan Grubu’nun en büyük yabancı ortağı olan şirketin İsrail’le bağlantısı aynen böyledir. Hürriyet’in One Minute Olayından Mavi Marmara Baskınına kadar birçok olayda Türkiye’nin değil de İsrail’in tezlerine yakın duran bir konumda bulunduğunu görmek hiç de zor değildir. *** İktibas GÜNDEM Birkaç yıl önce, Axel Springer’a hisse satışında usulsüzlük yaptığı saptanan ve yaklaşık 1 milyar TL’lik ceza kesilen holding hangisiydi? Ayrıca, Almanya iç istihbarat birimleriyle işbirliği yaptığı iddia edilen Türkiye’deki hangi yayın grubuydu? Doğan’ın çok samimi bir fotoğrafını hatırlıyoruz. Angela Merkel’in kısa bir süre sonra Türkiye’yi ziyaret etmesi bekleniyor. Bu ziyareti Doğan Medyası’nın nasıl değerlendireceğine daha bir dikkatli bakınız derim. 9 Haziran 2009 tarihli Vakit gazetesinde yer alan haberde şöyle denilmektedir: Aydın Doğan Almanya’dan Altın Victoria Ödülü almıştı. (17 Kasım 2008) “Alman Sol Parti (Die Linke) milletvekillerinin Aydın Doğan’a verilen vergi cezasına tepki gösterdiği soru önergesinden tam bir hafta sonra Alman iç istihbaratından sorumlu Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın (o dönemdeki) Başkanı Heinz Fromm imzasıyla İçişleri Bakanlığı’na gönderilen 03.04.2009 tarihli resmî yazıda, ‘Doğan Grubu’yla yapılan işbirliğinin önemine’ değiniliyor.” Almanlar bu tür ödülleri herkese vermiyorlar. *** Doğan Grubu’nun Almanya hükümeti ve Alman makamlarıyla çok iyi ilişkiler içinde bulunması daima dikkatimi çekmiştir. Türkiye’den Hürriyet, Almanya’da ‘en fazla müsaadeye mazhar’ konumdadır. Özellikle Almanya Başbakanı Angela Merkel’in özel ilgi gösterdiği gazete Hürriyet’tir. Merkel, Almanya Uyum Vakfı’nın 2012’deki yeni yıl resepsiyonunda Doğan Grubu’na özel olarak teşekkür etmişti. 20 Ocak 2012 tarihli Hürriyet’in ilk sayfasında ise Angela Merkel’le Aydın Örneğin, Henry Kissinger da 23 Kasım 2011’de Altın Victoria Ödülü’nü almıştı. Leoparın Benekleri Değişir mi? Aydın Doğan, vergi cezalarıyla başı dertte olduğu dönemde “Erdoğan benim sicil amirim değil.” diyordu veya “Ona biat etmem” şeklinde konuşuyordu. Sonradan Başbakan’la ilişkileri hızla yumuşadı. Başbakan’ı Aydın Doğan’ın bazı yatırımlarına ait açılışlarda görür olduk. Hürriyet, açıktan muhalefet etmiyor ama inceden yine bildiğini okuyor. Burada asıl önemli olan, Doğan Grubu gazetelerinin ABD ile İsrail’in tezleri ve politikası istikametindeki konumunu koruyor olmasıdır. Bu açıdan bir geri çekilme var mı? Yok. Şimdiye kadar tesis ettikleri “AK Parti hükümetinin mağdur ettiği yayın grubu” algısını, etiketini de tepe tepe kullanmaktadırlar! Aydın Doğan olayını “Leoparın benekleri değişmez” atasözüyle birlikte düşünmenizde fayda var. Sözcü ve İsrail Geçenlerde internette (ntvmsnbc) bir medya haberi özellikle dikkatimi çekti. Haberin başlığı “Alman basını Sözcü’yü konuşuyor” şeklinde idi. Bu arada, Doğan Grubu gazetelerinin hükümete yönelik eleştirilerini eskisine oranla hayli sınırlı tuttuğu da çokça dile getirildi. Haberde, “Sözcü Gazetesinin bağlı olduğu Estetik Yayıncılık’ın Almanya’nın köklü gazetelerinden Frankfurter Rundschau’yu satın almak için görüşmeler yaptığı iddia edildi.” deniliyordu. Doğan Grubu’ndaki bu değişimin gerçek bir değişim olmadığını Alman Der Spiegel dergisinin internet sitesinde yer alan haber kaynak gösterilmişti. bu tavrın konjonktürel bir ‘geri çekilme’ ya da taktiksel bir adım olduğunu söylemeliyim. Ülkenin en köklü gazetelerinden olan ve kapısına kilit vurma riskiyle karşı karşıya 73 İktibas olan Frankfurter Rundschau’ya Sözcü’nün talip olduğundan söz ediliyordu. Bu iddia doğruysa, “Sözcü, Almanya temaslarını Doğan Grubu üzerinden sağlamış olabilir mi?” sorusu ister istemez aklıma düşüyor. Şu anda böyle olup olmadığını bilemiyoruz. Bu olay bir yana… Bendeniz Hürriyet’le Sözcü arasında dışarıdan görünmeyen bir bağlantının olduğu kanaatini taşıyorum. Yaşlı kurtlar medyası tam da böyle bir şeydir. *** İmzasını koymasa da Sözcü’nün başyazısını ‘Tokmak’ başlığı ile Rahmi Turan’ın yazdığını biliyoruz. Rahmi Turan Hürriyet’te ismiyle yazarken medyanın Amiral Gemisi ile yolları ayrılmıştı. (2 Nisan 2012) 1989-90’da kısa bir süre Hürriyet Genel Yayın Yönetmenliği de yapmış bir isimdir, Rahmi Turan… Sözcü, 27 Haziran 2007’de yayın hayatına atıldı. Bu demektir ki, Rahmi Turan Hürriyet’te köşe yazarken de Sözcü de imzasız olarak başyazı yazıyordu. 74 GÜNDEM *** Sözcü ile ilgili asıl söyleyeceğim nedir biliyor musunuz? Gazetenin “ulusalcı” bir çizgide yayın yapıp AK Parti hükümetine karşı hayli sert bir muhalefet sürdürürken İsrail’e toz kondurmamasıdır. Sözcü, manşetinden Erdoğan’a “İsrail’i bırak PKK’ya bak” diye seslenmişti. Mavi Marmara Baskını ile aynı gün gerçekleştirilen İskenderun saldırısında PKK ile İsrail’in bağlantısı, yakın işbirliği medyaya ayrıntılarıyla yansımış olduğu hâlde Sözcü’den tık yoktu. Daha da ötesinde bakın ne olmuştu? Mavi Marmara katliamından ötürü Türkiye-İsrail ilişkilerinin en gergin olduğu bir dönemde İsrail’in Ankara Büyükelçisi Gaby Levy’nin Sözcü Gazetesine gizli bir ziyarette bulunduğu açığa çıktı. Türkiye İsrail ile diplomatik ilişkilerini en alt düzeye çektiği için Ankara’dan ayrılmak zorunda kalan büyükelçi Gaby Levy 10 Kasım 2010 tarihinde Sözcü’nün İstanbul’daki merkezine gitmiş ‘sır ziyaret’ iki saat sürmüştü. Sözcü grubunun aylardır ikinci bir gazete hazırlığı içinde olduğu biliniyor. Sözcü ile İsrail makamları arasında nasıl bir münasebet var doğrusu o günden beri çok merak ediyorum. Bu gazete projesini de Rahmi Turan yürütüyor. (Tevfik Diker-http://www.eurovizyon.co.uk) Gilad Atzmon: İsrail’de Sağ ve Sol Yok timeturk / gilad atzmon / 06.02.12013 Ünlü Yahudi müzisyen son seçimleri değerlendirerek İsrail siyasetindeki yegane şeyin “kavmiyetçilik ve ulusalcılığın ılımlı bir tartışması” olduğunu söyledi. İsrail siyasetiyle ilgili yorum yapanların çoğu, Sol ve Sağ kavramlarının İsrail siyasetinin anlaşılmasındaki ilgisizliğini görmeyi başaramamaktadır. İsrail kendisini Yahudi Devleti olarak tanıyor ve yıllar geçtikçe İsrail gerçekten daha fazla Yahudileşiyor. Mevcut seçimin bir müddet yükselen yıldızı görünen Naftali Bennett de bu gayet iyi fark etti. Gerçek Yahudi kaderini yerine getirmek için İsrailli arzuyu yücelten siyasi parti Yahudi vatanını yeniden icat etti. Takipçilerine etik ya da ahlâki endişelere aldırmaksızın sadece Yahudilere özgü devletlerinde seçilmişler olarak yaşayabilecekleri sözünü verdi. İsrail politika oyunundaki eğer hepsi değilse bile çoğu Yahudi katılımcı, “Yahudi Devleti” hayaline sadıktırlar. Elbette bazı küçük pratik ve pragmatik meselelerde farklıkları vardır fakat temelde aynı fikirdedirler. Eski bir İsrail fıkrasında: “Bir İsrailli yerleşimci solcu arkadaşına ‘Önümüzdeki yaz tüm Arapları otobüsleri koyacağız ve İktibas GÜNDEM toprağımızda onlardan kurtulacağız.” der. Solcu, “Tamam fakat otobüslerin klimalı olduğundan emin olun”. İsrail’de şahinler ya da güvercinler yoktur. Bunun yerine elimizdeki yegâne şey Yahudi kavmiyetçiliğin, ulusalcılığının ve yüceliğinin birkaç yorumu arasındaki ılımlı bir tartışmadır. Bazı Yahudiler yükselen getto duvarlarıyla çevrilmek isterken –bazıları seviyor, rahat ve güvende hissettiriyor– bazıları IDF’in caydırıcılık gücüne güvenmeyi tercih ediyor. Bazıları Beyaz Fosfor’un bolca kullanılmasını desteklerken bazıları İran’ın silindiğini görmek istiyor. İsrail’de siyasi bir bölünme olduğuna dair varsayım Yahudi olmayanların neşeyle kabul ettikleri bir efsanedir zira siyasi değişim ve hatta ruhsal bir dönüşüm olasılığı izlenimi vermektedir. Fakat acı gerçek iş asli temellere geldiğinde İsrailler aşağı yukarı birliktir. İşçi Lideri Shelly Yachimovich ve savaş suçlusu Tzip Livni’nin her ikisi de Netanyahu’nun Bulut Sütunu Operasyonu’na destek için koşturmuştu. Merkez sol olarak nitelenen ikinci büyük İsrail partisinin lideri Yair Lapid, Benjamin Netanyahu’nın önereceği bir bakanlığı reddetmeyecektir. Siyonist bir parti olmasına rağmen Meretz, bir nebze ahlâki, evrensel düşünce ve eşitlik değerlerine sahip İsrail’deki tek Yahudi partisidir. 110 vekilli Yahudi Meclisi Knesset’te sadece 6 sandalyeye sahiptir. O hâlde İsrail siyasetini anlamak istiyorsak 19’ncu yüzyılın modası geçmiş Sol ve Sağ terminolojilerini çöpe atmalı ve Yahudi devletini yöneten gerçek kültür ile ideolojiye bakmalıyız. Siyasi gündemi içerisinde Filistinlilere yönelik empatiyi barındıran tek bir Yahudi partisinin bulunmadığı İsrail, evrensel eşitlik kavramına karşı gelmektedir. İsrail tamamen seçilmiş insanların çıkarlarıyla ilgilenmektedir ve İsrail seçimlerinin sonucu bunu doğrulamaktadır. Politik ve sosyal sorunlar, Yahudi kimliği ve kültürü hakkında yazılar yazan ünlü Yahudi caz sanatçısı ve entelektüeldir. Son kitabı “The Wandering Who”dur. Bu makale Oğuz Eser tarafından Timeturk.Com için tercüme edilmiştir. ‘Asker Açılımı’, ‘Kürt Açılımı’na Tepkileri Dengelemek İçin timeturk / 11.02.12013 Sancar, Başbakan’ın Balyoz hükümlüsü emekli Orgeneral Saygun ziyaretinin, askerlerin tutuklu yargılanmasını eleştirmesinin, Kürt sorununun çözümü için atılacak olası adımlara tepkiyi dengelemek amacıyla olduğu görüşünde. Ankara Üniversitesi’nden Prof. Dr. Mithat Sancar’la Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Ergenekon davasının savcısıyım” noktasından Balyoz davasından hükümlü emekli Orgeneral Ergin Saygun’u hastanede ziyaretine, askerlerin tutuklu yargılanmalarına karşı çıkmasına, KCK tutuklularının serbest kalmasının da önünü açacağı söylenen 4. Yargı Paketi’ne ve Kürt sorununun çözümü için atılan adımları konuştuk. Prof. Dr. Sancar, değişim sürecini demokratikleşme programının bir parçası olarak düşünmenin çok kapsamlı bir değerlendirme olacağı görüşünde. Gelinen noktada Kürt sorununun çözümü için ortaya konabilecek hukuki adımların toplumun tepkisine neden olabileceğine dikkat çeken Sancar, bu süreçte oluşabilecek tepkileri en aza indirebilmek için Ergenekon ve Balyoz cenahında da hesap yapıldığı görüşünde. “TEPKİLERİ DENGELEMEYE ÇALIŞACAKLARDIR” Başbakan Erdoğan’ın “Ergenekon’un savcısı” noktasından askerlerin tutuklu yargılanmasına karşı çıkan, hükümlü bir generali hastanede ziyaret eder noktaya gelmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Demokratikleşme programının bir parçası mı yoksa yeni anayasa ve başkanlık sistemi için siyasi manevra mı? Demokratikleşme programının bir parçası demek çok kapsamlı bir değerlendirme olur. Başkanlık sistemi için bir manevra olduğu da düşünülebilir ama bana daha güçlü görünen ihtimal, eğer İmralı süreci çözüme doğru 75 İktibas derinleşerek ilerleyecek olursa adı af olsun olmasın, buna benzer bir tedbir de gündeme gelecektir. Eğer af ya da ona benzer bir uygulama gündeme gelecek olursa hukuki ve siyasi açıdan tek taraflı ya da dar kapsamlı tutulamaz. Eğer siyasi motifli af gündeme gelirse -ki gündeme gelmesi bir aşamada kaçınılmaz olacaktır- eğer süreç çözüme doğru ilerlerse dar bir çerçevede tutmak çözüm getirmez. Mesela sadece KCK’lilere yönelik bir hukuki düzenleme Anayasa Mahkemesi’nden dönebilir. Siyasi açıdan da sadece KCK’lilere yönelik bir af ya da benzeri bir düzenleme hükümet açısından sıkıntılara neden olabilir. Bunu uzlaşma aracı hâline getirmek için Ergenekon ve Balyoz’u da kapsayacak şekilde düzenlemeyi hesaplıyor olabilirler. Dolayısıyla bu ihtimali iyi düşünmek lazım. Erdoğan’ın KCK, Balyoz, Ergenekon gibi toplumun farklı kesimlerinde sıkıntı yaratan davaları rafa kaldırarak toplumsal mutabakat yaratmaya çalıştığını söyleyebilir miyiz? Mutabakattan ziyade Kürt sorununun çözümü söz konusu olursa orada yapılacak af ya da benzeri bir düzenlemeye karşı gelebilecek tepkileri dengelemeye çalışıyor olabilir. Bunun doğru olup olmadığını veya nasıl yapılabileceğini tartışmak lazım. Doğrudan bir af mı, yoksa Güney Afrika modeline benzer şekilde, hakikat karşılığında af mı? Bir komisyon kurup insanların karıştıkları suçları aydınlatacak şekilde 76 GÜNDEM açıklama yapanlara af tanımak şeklinde mi yapılacak, bunu değerlendirmek gerekir. Sizce? Ben Güney Afrika modelinden yana olduğumu hep söylüyorum. Bu ihtimal gündeme gelecek. Şüphesiz Güney Afrika modeli Türkiye’ye birebir uygulanamaz. Çünkü orada bir sorunun bütünü söz konusuydu. Affedilenler ister rejim mensupları ister Afrika Ulusal Kongresi mensupları olsun, aynı sorunun parçalarıydı. Burada darbe ya da Ergenekon sürecinin sadece Kürt sorunuyla ilişkili olduğunu söylemek de zor. Buna rağmen uygun bir model düşünülebilir. Yani Kürt sorununda çözüm gerçekten olacaksa af, Türkiye’nin gündeminde olacaktır. Böyle bir durumda Ergenekon’da, Balyoz’da yargılananları da kapsayacak bir modelden kaçınmak zor görülüyor. Fakat bu modelin nasıl yapılacağını iyi tartışmak gerekiyor. O zaman Başbakan’ın bu adımları sadece yeni anayasa ve başkanlık sistemi için attığını söyleyemeyiz... Esas motivasyonun demin söylediklerim olduğunu düşünüyorum ama bunun Başbakan için başkanlık sistemine bir desteğe dönüştürülmesi de mümkün olacaktır. Kürt sorununda çözüm için ortaya konabilecek hukuki düzenlemelere karşı en az tepki gelmesi için uğraşılıyor. Ancak böyle bir hesap aynı zamanda başkanlık sistemine geçilmesine de katkı sağlayacaktır. “KAMUOYU SADECE SEYRETMEMELİ, TALEPLERİ ORTAYA KOYMALI” İnsanın aklına AK Parti’nin Kürt sorununda, AB sürecinde veya temel insan hakları konusunda olsun «çıraklık döneminde» attığı adımlar geliyor. Ancak sonraki süreçte ve özellikle 12 Eylül referandumundan sonra demokratikleşme, insan hakları ve AB yolundaki adımlar açısından olumlu bir gidişatta olunmadığını herkes ifade ediyor. Benzer bir sürecin tekrarlanabileceğini düşünüyor musunuz? Her siyasi aktör kendi çıkarlarını gözetecek en iyi çözümleri tercih eder. Kendisine avantaj sağlayacak adımları öncelikli olarak atar. Burada önemli olan, kamuoyu bunların sadece belli dar bir siyasi hesaba endekslenmesini mi seyredecek yoksa böyle bir sürecin Türkiye’de hem Kürt sorununun çözümüne hem darbe şartlarının ortadan kaldırılmasına hem de genel olarak demokratikleşmeye katkı sunacak yapıya kavuşulmasını mı talep edecek? Başbakan elbette siyasi fayda elde edeceği adımlar atmak ister ama demokratik kamuoyu sadece bunu seyretmekle yetinirse daha önce yaşadığımız sorunlar tekrarlanır. Kürt sorununun çözümünü sadece bir başkanlık hesabının parçası olarak kullanmasını engelleyecek talepleri sürekli gündeme getirmeliyiz. Kürt sorununun çözümü için gerek PKK lideri Öcalan’la yapılan görüşmeler olsun, gerek İktibas GÜNDEM diğer açıklamalar ve gelişmeleri yeterli buluyor musunuz? Şu anda ciddi adımlar atıldığını düşünmüyorum. Esas sürecin daha önemli boyutları henüz kamuoyunun önünde değil. Ne gibi çözümlerin, Anayasa’da ne gibi pazarlıkların, ne gibi uzlaşma arayışlarının olacağını henüz bilmiyoruz. Bir uzlaşma arayışının olabileceğini, BDP ile ya da Kürt hareketinin geneliyle bir anayasa yapım süreci yürütmenin mümkün olduğunu biliyoruz. Fakat bu arayışın hangi noktalara dayanacağını bilmiyoruz. Çünkü iki taraftan da net çözüm önerileri gündeme gelmiş değil. AKP’nin başkanlık sistemine uygun bir anayasa istediğini biliyoruz. Ancak Kürt hareketinin buna hangi noktalarda, nasıl evet diyeceğini bilmiyoruz. Ancak bunlar da ortaya çıkınca süreç pazarlık, müzakere süreci olarak gelişebilecektir. (Bianet / Ekin Karaca) ‘Birlik’te Yaşamaya Kürtler Daha İstekli Dünya Bülteni / Haber Merkezi TBMM Terör Alt Komisyonu’nun raporuna göre, Türklerin yüzde 15,8’i, Kürtlerin ise yüzde 1,8’i birlikte yaşamak istemediklerini ifade etti TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’nun bünyesinde kurulan Terör Alt Komisyonu’nun taslak raporunda ‘Türk sorunu’ ile ilgili önemli tespitlerde bulunuldu. Rapora göre iki milletin ortak geleceğine inanan Kürtlerin oranı yüzde 90,3 iken, Türklerde bu oran 70,7’ye düşüyor. Kürtlerin yüzde 66,7’si, Türklerin de 13,3’ü birbirleriyle evlenerek akraba olmak istiyor. Radikal gazetesinden Tarık Işık’ın haberine göre, Meclis’in raporunda BİLGESAM tarafından yapılan “Terörle Mücadelede Toplumsal Algılar” adlı araştırmaya yer verildi. Araştırmada yer alan çarpıcı sonuçlardan bazıları şöyle: KÜRTLER AKRABA OLMAYI DAHA ÇOK İSTİYOR “Türklerle Kürtlerin Türkiye toprakları üzerinde ortak bir geleceği var mıdır?” sorusuna Türklerin yüzde 70,7’si, Kürtlerin ise yüzde 90,3’ü ‘Evet’ cevabını verdi. Kürtlerin yüzde 66,7’si Türklerle evlilik yoluyla akraba olmayı isterken, bu oran Türklerde 13,3. BİRLİKTE YAŞAMA İSTEĞİ KÜRTLERDE DAHA YÜKSEK Türklerin yüzde 51,7’si, Kürtlerin ise yüzde 19,9’u birbirleriyle beraber yaşama konusunda önyargısının ve istekliliğinin olmadığını belirtti. Türklerin yüzde 15,8’i, Kürtlerin ise yüzde 1,8’i birlikte yaşamak istemediklerini ifade etti. “Aynı apartmanda komşu olmayı isterim” diyen Kürtlerin oranı yüzde 11.1, Türklerin ise yüzde 10.7. “Aynı mahallede semtte oturmayı istemiyorum” diyen Türklerin oranı yüzde 8.6. Bu rakam Kürtlerde sadece yüzde 0.6. BAYRAK VE İSTİKLAL MARŞI ORTAK DEĞER Aynı araştırmaya göre Türklerin yüzde 97,7’si, Kürtlerin ise yüzde 94,8’i “Türk bayrağı benim bayrağımdır” derken, Türklerin yüzde 97,6’sı, Kürtlerin ise yüzde 91,1’i “İstiklal Marşı benim marşımdır” diyor. Meclis’in raporunda PKK militanlarıyla ilgili emniyetin hazırladığı istatistik verileri de bulunuyor. Raporda yer alan veriler şöyle: “Örgüt üyelerinin yüzde 54’ü 14-25, yüzde 34’ü 26-34, yüzde 12’si ise 35-38 yaş grubunda. Yüzde 39’u ilkokul, yüzde 16’sı lise, yüzde 13’ü ortaokul mezunu. Yüzde 12’si okur-yazar, yüzde 11’i üniversite mezunu, yüzde 9’u ise okuma yazma bilmiyor. Yüzde 88’i erkek, yüzde 12’si ise kadın.” ÖRGÜTÜN YÜZDE 40’I ÇOCUK, YÜZDE 78’İ İŞSİZLERDEN OLUŞUYOR Zaman’dan Habib Güler’in haberine göre rapor, 30 yıllık süreçte çarpışan tarafların ‘eğitimsiz’ olduğunu da ortaya koyuyor. PKK’nın yüzde 72’si, terörle mücadele için devlet tarafından kullanılan korucuların da yüzde 83’ü ilkokul mezunu. PKK’ya katılanların yüzde 78’i işsizlerden, yüzde 40’ı ise 77 İktibas 18 yaş altındaki çocuklardan oluşuyor. AK Parti Amasya Milletvekili Naci Bostancı başkanlığında çalışmalarını yürüten komisyon tarafından hazırlanan raporda, terör örgütlerine en çok 14-25 yaş arası gençlerin ilgi gösterdiğine işaret edildi. Buna göre, PKK’nın yaklaşık 20 bin üyesi var, bunlardan 6 bin civarındaki üye dağda ‘militan’ olarak görev yapıyor. Örgütün yüzde 73’ü Türkiyeli, yüzde 12’si Suriyeli, yüzde 10’u İranlı, yüzde 3’ü ise Iraklı. Bu militanların yüzde 57’si örgüte Türkiye’de katılırken yüzde 9’u Avrupa ülkelerinde yaşayan Türk vatandaşlarından oluşuyor. Dağdaki militanların doğdukları illerin başında yüzde 16’lık oranla Diyarbakır birinci. Mardin’de doğan teröristlerin oranı yüzde 13, Van’da doğanların ise yüzde 8. Buna karşılık örgüte katılanların yaşadıkları il sıralamasında yüzde 16 ile İstanbul ikinci sırada. Teröristlerin öldürüldükleri iller sıralamasında ise yüzde 18’lik oranla Şırnak ilk sırada. Bu ili yüzde 13 ile Tunceli, yüzde 10 ile Siirt takip ediyor. Örgütteki en kıdemli militan 28 yıldır hayatını kaybetmeden yaşamayı başarırken, militanların ortalama yaşam süresi 26 yıl olarak tespit edildi. Militanların dağda ortalama hayatta kalma süresi ise 7 yıl. Örgüt üyelerinin yüzde 77’si erkeklerden, yüzde 23’ü kadınlardan oluşuyor. Her aileden 1 kişiyi örgüte alan ve böylece devlete yönelik tepki cephesini büyütme stratejisi izleyen örgüt, militanlarını daha çok kalabalık ailelerden seçiyor. 78 GÜNDEM BÖLGE GENELİNDE 1, TUNCELİ’DE 4 AYRI ÖRGÜT VAR Komisyonun ilginç tespitlerinden biri Doğu ve Güneydoğu’da sadece PKK faaliyette bulunurken Tunceli sınırları içerisinde 4 ayrı PKK’nın faaliyette olması. 47 aşiretin bulunduğu, nüfusunun tamamına yakınının Türkçe bildiği, Zazaca ve Kürtçe dillerinin de konuşulduğu, Alevi inanışına bağlı nüfusun çoğunlukta olduğuna işaret edilen raporda, “İlin genel terör profiline bakıldığında bölücü ve sol örgütlerin kırsal yapılanmasının olması, coğrafi yapının uygunluğu, şehrin kırsal ile iç içe olması, Karadeniz’e açılan bir kapı özelliğinin bulunması gibi özelliklerin bir araya gelmesiyle terör yaklaşık otuz yıldır ilde önemli olmuştur. Bölgede PKK/Kongra-Gel, MKP (Maoist Komünist Partisi), TKP/ML (Komünist Partisi/Marksist Leninist), Konferans TİKKO örgütleri bulunmaktadır.” denildi. KÜRTLERİN YÜZDE 75’İ TERÖRÜN ARKASINDA İSRAİL OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYOR Rapora göre, yapılan araştırmalarda Kürtlerin yüzde 78,7’si ve Türklerin yüzde 81,6’sı İsrail’in teröre destek verdiği görüşünde. Kürtlerin yüzde 75,4’ü ve Türklerin yüzde 81,5’i ABD’nin, Kürtlerin yüzde 65,2’si ve Türklerin yüzde 69,8’i Esad yönetiminin, Kürtlerin yüzde 58’i ve Türklerin yüzde 64,3’ü Avrupalı devletlerin, Kürtlerin yüzde 48,8’i ve Türklerin yüzde 52’si Rusya’nın, Kürtlerin yüzde 44’ü ve Türklerin yüzde 50,8’i ise İran’ın PKK teröründe etkisi olduğunu düşünüyor. Buna karşılık, Kürtlerin sadece yüzde 5,8’i ve Türklerin sadece yüzde 2,1’i ise hiçbir devletin terörde etkisi olmadığı kanaatini taşıyor ‘TERÖRİSTLER DÜŞMAN DEĞİL, SUÇLU’ Raporun ‘öneriler’ bölümünde, terör sorununun çözümü için 29 başlık altında öneriler sıralandı. Çözüm için öncelikle meselenin kapsamlı ve soğukkanlı bir şekilde ele alınması gerektiği belirtilirken, “Terörle mücadelede şiddeti yöntem olarak seçmiş bulunanları ‘düşman’ değil ‘suçlu’ olarak görmek, bunlarla hukuk devleti çerçevesinde ve hukuk içinde mücadele etmek, ‘imha ediciyok edici’ yaklaşımdan ziyade ‘hayatta tutan’, suçun rehabilitasyonu ile kazanmaya çalışan bir anlayışı hâkim kılmak esas olmalıdır. Terörün ve terör örgütlerinin hem ölerek hem de öldürerek kazanmaya çalıştığı unutulmamalıdır.” denildi. Terör sorununu çözmenin ilk evresinin ‘terörü daha ortaya çıkmadan çözebilme yönünde pro-aktif bir bakış açısı’ olduğu kaydedilen raporda, bu çerçevede ekonomik tedbirlerin geliştirilmesi, yatırımların artırılması, bölge ve havza bazında yatırım teşviklerinin düzenlenmesi, işsizliğin önlenmesi, istihdama ve işgücüne katılımın artırılması konusunda raporda yer alan tespitlerin göz önüne alınması gerektiği ifade edildi. İktibas GÜNDEM ‘TERÖRDEN MAĞDUR OLANLARA SAHİP ÇIKILMALI’ Terörden canı yanan, yakınını kaybeden şehit yakınlarının husumet içinde bulunmamalarının çözüm çalışmalarında önemli bir toplumsal psikoloji olarak destekleyici mahiyet taşıdığı belirtilen raporda, “Diğer taraftan güçlü bir şekilde var olan birlikte yaşama isteği, ülkemizin her köşesine yayılan sosyal ve kültürel bütünleşmişlik, çeşitli araştırmalara da yansıyan ‘Bayrak benim bayrağımdır’, ‘İstiklâl Marşı benim marşımdır’ ifade birlikteliği bu alanda önemli bir iradeyi yansıtmaktadır.” denildi. 2012’de Güneydoğu Asya Müslümanları Mehmet Özay / Dünya Bülteni – Malezya 05.01.2013 Güneydoğu Asya Müslümanları, antropolojik ve sosyolojik bağlamıyla ele alındığında Malay toplumu sınıflamasına dahil edilmektedir. Bununla birlikte, ‘Malay’ kelimesinin modern Malezya devleti ile şu veya bu şekilde ilişkilendirilmesi veya bu ilişkilendirmenin söz konusu devlete ‘artı(lar)’ kazandırabileceği düşüncesiyle çevre ülkelerin siyasi elitlerince kullanılırlığının gündeme getirilmediği görülür. Bunun yerine, ülkelerin modern ulus adlarıyla anılan ‘Müslüman topluluklar’ imgesinin suni de olsa varlığı gündeme gelir. Bir başka açıdan bakıldığında, “Acaba Güneydoğu Asya’da bir ‘pan-Malay’ olgusundan bahsedilebilir mi?” sorusunu ortaya atabiliriz. Bu minvalde Müslüman Malay dünyasının kullanımının ‘akademik’ çalışmalarla sınırlandığı gözlemleniyor. Siyasilerin, her türünden sivil toplum oluşumlarının akademik çalışmalara ne denli önem verdikleri ve dikkate aldıkları düşünüldüğünde ortaya konan bu çalışmaların ‘marjinal’ kaldığı konusunda ortak bir kanaatten bahsetmek de mümkün. Peki böylesi bir Malay İslam Birliği’nden söz edilemeyeceğine göre, karşımıza nasıl bir Müslüman toplum şeması çıkıyor? Yüzyıllık tabirle ifade edersek modernist (kaum muda) ve gelenekselci (kaum tua) İslam anlayışlarının görüldüğü iki eksenden bahsedebiliriz. Bu paragrafı yazmamızın nedeni, 2012 yılı içerisinde Güneydoğu Asya Müslüman toplumlarının ahvaline dair birşeyler söyleyebilmenin bu coğrafyada Müslümanların hangi tarihsel kökene tekabül ettiğiyle yakından ilişkisi olmasından kaynaklanıyor. Bu kısa girişin ardından kaçınılmaz olarak mevcut ulus-devlet yapıları içerisinde yer alan ve şu veya bu şekilde ‘kendi arketipi’ içerisinde varlık sürmeye çalışan Müslüman toplumlardan bazılarının ahvaline bakabiliriz. Singapur’dan başlayabiliriz örneğin... Bölgede progresif devlet anlayışının temsilcisi konumundaki Singapur’da Müslüman unsurlar nüfusun %15’ini teşkil eden Malaylardan oluşmakla birlikte, göçmen işçi statüsündeki çok az bir kitleye de ev sahipliği yapıyor. Müslüman Malaylar, dini-toplumsal hayatlarını çekip çevirme işinde ‘bağımsız’ değiller. Bu Ada devletinde Din İşlerine bağlı olarak ve bu kurumun yasaları çerçevesinde ya da buna sınırlamaları da diyebiliriz, dini hayatı tanımlamaya ve pratiğe dökme çabası sergiliyorlar. Müslüman toplumun gündelik yaşamını çekip çeviren onu bu dünya ile kutsal bağını kurmada yapıcı rolü olan camiler, türbeler, mezarlıklar ve diğer dini kurumlar gökdelenlerin arasına sıkışıp kalmış ve bu anlamda alabildiğine materyalize olmuş genel sosyal hayat içerisinde sanki hiç yokmuş mesabesindeler. Camilerin ezanlarına kadar müdahale eden siyasi irade karşısında Singapur İslam Birliği’nin yapabileceği pek bir şey yok... Örneğin, bu türden siyasi ve sosyal baskının boyutları Kurban Bayramı öncesinde daha yoğun olarak gündeme geldi. Singapurlu Müslümanlar tek tek veya aile kurumu içinde kurban kesemiyorlar. Bunun yerine, bağlı oldukları muhitteki cami veya mescide kayıt yaptırarak toplu kesimlere iştirak ediyorlar. 2012 Kurban’ı öncesinde yaşanan sorun neydi? Toplam 4000 baş kurban talebiyle resmi kuruma başvuru yapılmasına rağmen, nihayetinde 2000 baş kurban kesimine izin verilmesi Müslümanların bu önemli ibadetine vurulan bir ‘zincir’ mesabesinde. Mazeret mi? Elbette hazır... Singapur makamlarının kurbanlık hayvanları Avustralya’dan ithal ettiğini, Avustralya’nın da ‘hayvan hakları’ vb. bahanelerle hayvan ihracına kısıtlama getirdiği türünden bahaneler ortalıkta dolaşıyordu. Gelen kurbanların sayısı kadar, maliyetinin de yüksekliği hali vakti yerinde 79 İktibas ortalama bir Müslümanın dahi bu ibadetten ‘men edilmesine’ yol açan ‘post-modern’ siyasi ve kültürel rejimin ürünü olarak kayıtlara geçti. Kamboçya’ya geçelim... Kamboçya bu coğrafyanın tam da ‘bağrına’ kurulmuş bir ülke. Müslümanlıkları eskilere dayanan Çampa kökenliler ülkenin azınlık konunumunda bulunuyor. Malay ırkı içerisinde değerlendirilen Çampalılar, genel anlamda Kamboçya’nın “sosyo-ekonomik” geri kalmışlığından payını almaları ile dikkat çekiyorlar. Eğitim alt yapısı, insan kaynakları noktasında sıkıntıları olan Çampa Müslümanlarına çeşitli vesilelerle özellikle Malezya’dan kimi kuruluşların yardıma gittiğini biliyoruz. Malaycanın bir versiyonu kabul edilen dilleri neredeyse yok olmuş.... Yaşadıkları bölgelerdeki kasaba ve kent adlarının Kampong ile başlaması da bu aidiyetin bir göstergesi niteliğinde. Bugün bu dille öğretim yapan bir eğitim kurumu dahi yok. Çampa Müslümanlarının yakın dönemde uğradıkları baskı ve zulümlerin kaynağının Khmer yönetimi yıllarında ortaya çıktığı bir gerçek. O dönemin izlerini hala üzerinde taşıyan ülkenin bu Müslüman grubunun da kendi ayakları üzerinde durmasını sağlayacak dinamiklere ihtiyacı olduğu gözlemleniyor. Malezya’da Müslümanların gündelik yaşamlarını çerçeveleyen husus, sivil alanı yok saymamakla birlikte, genel itibarıyla bir resmi İslam söyleminin ve uygulamalarının varlığına dayanıyor. Ülkenin çok ırklı ve dinli yapısı içerisinde daha çok ‘kültürel aidiyet’ kapsamı içerisinde değerlendirilebilecek bu olgu hükümet için vazgeçilmez 80 GÜNDEM bir öneme sahiptir. Yönetim çeşitli kurumlar vasıtasıyla toplumsal yapıda Müslüman unsurları koruma kadar, İslami unsurları bizzat öne çıkartma ‘sorumluluğunu da’ üzerinde taşıyor. Örneğin üniversiteler başta olmak üzere, resmi dairelerdeki giyim-kuşam kodları, devlet güdümündeki medyadaki İslami tona hakim yapımların varlığı dikkat çekiyor. Bunun karşılığında sokaktaki Malay vatandaşın ailevi yetişme şartlarının bu resmi söylemle örtüşen yönleri olduğu gibi, üniversiteleşme, küresel açılımlar, diğer toplum kesimleriyle şu veya bu şekildeki etkileşimlerden kaynaklanan değişimler Müslüman toplum yapısında her daim gözlemlenebilmektedir. Yukarıda zikredilen resmi İslam anlayışından neşet eden yaklaşımın ‘bünye dışı’ değişim zorlamalarına karşı bir tür ‘reaksiyoner karşılık’ olduğu varsayılabilir. Resmi söylemin uzandığı önemli kurumlardan üniversite kampüslerinde resmi/zorunlu kıyafet çizelgesi bağlayıcılığının yanı sıra, dolaylı karakter eğitimi olarak da işlev görmüyor değil. Endonezya Müslümanları dediğimizde, aslında büyük bir coğrafya üzerinde önemli bir nüfusu barındıran bu devasa ülkede tek yekün bir sosyal gruptan bahsedilemez elbette. Ülke Müslümanlarının istatistiklere göre önemli bir bölümünün üyesi göründüğü Alimler Birliği (Nahdat’ul Ulama) ve Muhammediyye gibi iki büyük oluşumdan bahsedilmesine ve Müslüman kitlenin sosyal hayatını çevreleyen eğitim, sağlık vb. alanlardaki çalışmalarına rağmen, her bir farklı bölgede yaşayan Müslüman toplumun benzer olmakla birlikte farklı boyutlarda sorunlarla yüzleştikleri söylenebilir. Bu iki önemli oluşumun, özellikle Batı medyasının sürekli gündemde tutmaya çalıştığı sözde ‘terör’ eksenli haberlere karşın savunmacı pozisyonunda kaldıkları gibi, ülke medyasında soluklarının arzu edilir bir şekilde çıktığı da söylenemez. Ülkenin kimi bölgelerinde Hıristiyan azınlık gruplarla ilişkiler kadar, Şia ve Ahmediyye gibi ana akımın dışındaki fırkaların varlığının tehdit olarak algılanması kimi toplumsal huzursuzluklara kapı araladı. Yüzyıllar boyunca çoğul etnik ve dini yapıların içiçe yaşadığı bu coğrafyada nüfus ve nüfuz olarak sınırlı kabul edilebilecek farklı oluşumlarla ilişkilerin sağlıklı bir zemine oturmadığı bir gerçek. Filipinlerin güneyinde tarihi Sulu Sultanlığı’nın bakiyesi olarak varlık süren ve günümüzde Bangsamoro Müslümanları olarak anılan toplumun tanık olduğu en önemli değişme şüphe yok ki, merkezi hükümetle yapılan Barış Anlaşması oldu. Kalıcı barışın ‘ön aşaması’ kabul edilen bu süreçte yerlerinden edilen Bangsamoro’luların ‘kalıcı yaşam koşullarına’ kavuşmaları önceliği teşkil ediyor. Bu süreç, aynı zamanda varlığı akamete uğramış her türünden sosyal kurumların yeniden inşası ve hayata geçirilişini zorunlu kılıyor. Savaş sürecinde varlığını ‘mücadeleye’ adamış grupların yanında, ayakta kalma mücadelesi veren geniş halk kitlelerinin bugünkü sorunu yeni sürece adaptasyon olduğuna kuşku yok. Bu anlamda kurumsal alt yapı eksikliğine insan kaynaklarındaki zaafiyetin eklemlenmesi dikkate alındığında Bangsamoroluları kolay olmayan bir süreç beklediğini düşünebiliriz. Zamanına Tanıklık Edenler Seyyid Kutub (1906-1967) Küfür sistemleri karşısında Müslümanca bir duruş sergilemesi, cahili toplumdan Kur’an toplumunu inşa etmek için nebevi örnekliğin önemine dikkat çekmesiyle öne çıkan bir dava adamı, bir mücahid, bir mütefekkirdir Seyyid Kutub. Seyyid Kutub’un mensubu bulunduğu İhvan-ı Müslümin Teşkilatı’nın ilerisinde bir düşünsel netliğe ve siyasal bilince/duruşa ulaşma süreci üç dönemde ele alınmaktadır. Bunlardan birincisi 1939’a kadarki dönemi… İkincisi, İslami düşünce ve kimliğinin netleşmeye başladığı 1949’a kadar olan dönemi. Üçüncüsü ise 1949 sonrası… Ki bu dönemde Seyyid Kutub’un İslam anlayışı ve siyasi duruşu derinleşip netleşmiştir. 1965 yılı, “Yoldaki İşaretler” kitabının yayınlandığı, bu nedenle ikinci kez tutuklandığı ve şehadetine doğru ilerleyen gelişmelerin hızlandığı önemli bir tarihtir. Fizilal-il Kuran (Kur’an’ın Gölgesinde) adlı tefsir kitabında klasik tefsirlerden farklı olarak İslam dini ile insanlığa bahşedilen bütüncül ve yaradılış gayesine uygun hayat nizamını ortaya koymaya çalışmıştır Seyyid Kutub. Kur’an’ı anlama ve ulaştığı temel doğruları yaşama geçirmek cehdi ile ömrünün son dönemlerini tamamlayan Seyyid Kutub, düşünsel ve siyasal duruşuyla öne çıkan bir dava adamı olarak kimi çevrelerce yanlış anlaşılmış, hatalı okumalara maruz kalmıştır. Düşünsel ve siyasal duruştaki netlik ile tekfirciliği bir birine karıştıran bu kişi ve guruplar ne yazık ki Seyyid Kutub’u hatalı okumalarıyla bayraklaştırmışlardır. Yaratılış gayesine uygun olarak hayati boyunca doğru arayışını ısrarla sürdüren, bu çabasının sonuçlarıyla geniş bir kesimi etkileyen Seyyid Kutub da her insan gibi doğruları ve yanlışlarıyla bir kuldur. Dolayısıyla ana çizgisi, yaşadığı ve tanıklık ettiği zamanın şartları unutulmadan onun da eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutulması Müslümana yakışandır. ANLAM BASIN YAYIN Tuna Cad. 14/3 06420 Yenişehir–ANKARA 5FM t'BLT