Prof. Dr. Nükhet YILMAZ TURGUT Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Öğretim Üyesi Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar Hakkındaki Tartışmanın Boyutları I.GİRİŞ Modern biyoteknolojinin gelişmesiyle birlikte dünya gündemine yerleşen tartışmalı sorunların en önemlilerinden birisi genetik yapısı değiştirilmiş organizmalardır (GDO). Konunun küresel düzeyde önem kazanması tüm insanların sağlığını ve yaşamını doğrudan ilgilendirmesi yüzündendir. Buna bağlı olarak sosyo-ekonomik, politik ve etik boyutların da belirginlik kazanmasıyla birlikte, konu, küresel ölçekte çeşitli çekişmelerin yaşandığı bir sorun haline gelmiştir. Burada amaç konunun belli bir boyutunu ayrıntılı şekilde açıklamak değil, bütününe ilişkin çerçeveyi önemli tüm yönlerini vurgulamak suretiyle ortaya koymaktır. II. KAVRAMSAL BELİRLEME GDO konuya ilişkin en kapsamlı sözcük olup tarım alanı söz konusu olduğunda genetik yapısı değiştirilmiş (GD) bitkiler, ürünler, gıdalar ya da transgenik ürünler gibi terimler kullanılmaktadır ki bu makalede bu alan (kısaca GDÜ) üzerinde durulacaktır.. Biyoteknoloji, eskiden beri uygulanan, geleneksel-klasik- yöntemleri de kapsayan geniş anlamlı bir kavram olup önceleri kullanıldığı alanlar tıp, tarım ve hayvancılık olmuş, sonraki gelişmelerle, bunlara çevre ve endüstri de eklenmiştir1. Dolayısıyla bilimsel çalışmalarda ve çeşitli belgelerde çok sayıda tanıma rastlamak bizi şaşırtmamalıdır2. Esasen, ilk bakışta birbirinden farklı gibi gözüken, bu tanımlar incelendiğinde, “biyolojik sistemlerin kullanılması”nın hepsinde odak noktasını oluşturduğu görülebilir. Açıkçası biyoteknoloji canlı organizmaların ve bunların bileşenlerinin istenilen özelliklerde (verimlilik, dayanıklılık gibi) mal ve hizmet üretebilmek amacına yönelik teknikleri içeren bir kavramdır. İşte bu tekniklerin geliştirilmesindeki en son aşama modern biyoteknoloji kavramının kökeni olan “gen mühendisliğinin” devreye girmesi ve “genetik yapıyı değiştirme” tekniğinin klasik yöntemler yerine kullanılmak üzere geliştirilmesidir. Gen mühendisliği, yeni, kalıcı ve istenebilir bir organizmanın ortaya çıkarılması için, genlerin, doğal sınırları gözardı eden yapay yollarla aktarılmasını esas almakta; aktarım, bitki ve hayvanların dahil olduğu çeşitli organizma türleri arasında ve değişik yollarla yapılmaktadır. Gen değişikliği başka bir bitki, hayvan, virüs ya da bakteriden alınan yabancı bir genin bir başka canlının hücre yapısına doğrudan ya da dolayısıyla sokulması şeklinde gerçekleşmekte, böylece elde edilen yeni organizmalara da GDO denilmektedir3. Nitekim, aşağıda değinilecek olan, Biyogüvenlik Protokolü, GDO yerine kullandığı, “değiştirilmiş canlı organizmalar” sözcüğünü “modern biyoteknoloji kullanılarak elde edilmiş genetik materyalin karışımını içeren herhangi bir canlı organizma” şeklinde tanımlamıştır. III. KÜRESEL ÖLÇEKTEKİ GELİŞME VE ÇEKİŞMELER Uygulamada çok uluslu modern biyoteknoloji şirketleri (BŞ) ve GDÜ üreticisi ve ihracatçısı ülkeler bu ürünlerin sadece yararlarını ön plana çıkaran politikalar geliştirmiş; bu yaklaşımlarında bazı bilim insanlarını da yanlarına almışlardır. Bu firma ve ülkelerin 1980lerden başlayarak geliştirdikleri GDÜ’in bir kısmı ticari kullanım için 1990larda piyasaya sunulmuş; bir kısmı geliştirilmiş, fakat henüz piyasaya sunulmamış; diğer bir kısmı ise henüz geliştirilme aşamasındadır. Üretici ülkeler, bu pazardaki paylarının büyüklük sırasına göre, Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Kanada, Arjantin, Brezilya ve Çin’dir. Ürünlerin ilk kuşak örnekleri ise, ekin alanı büyüklüğü sırasına göre, soya fasulyesi, mısır, pamuk, kolza ve patatestir. Tatlı küçük biber, ayçiçeği ve fıstık ikinci kuşak ürün örnekleridir. Üretici ülkelerle BŞ’nin ana hedefi bu ürünlerin dünya ölçeğinde olabildiğince geniş bir alana ihracıdır. Bu bağlamda adı geçen kesimlerin 1990ların ikinci yarısında Avrupa pazarına girme istemleri dirençle karşılaşmıştır. Avrupa Birliği (AB) düzeyinde, çevrecilerin tepkisi ve geniş halk yığınlarının duyarlılığı karşısında, GDÜin üretilmesi ve ithalinin onaylanması konusunda de facto moratoryum uygulaması başlatılmış; bu ürünlerin 1998 sonlarından 2003’e kadar AB pazarına girmesi mümkün olamamıştır. Ayrıca AB üyesi 6 ülke (Avusturya, Belçika, Fransa, Almanya, İtalya ve Lüxemburg), bu moratoryumdan önce onaylanmış bazı GDÜ hakkında bile açık yasak koymuştur. İşte bu tablo üzerine ABD, Arjantin ve Kanada bu uygulamaları Mayıs 2003’de Dünya Ticaret Örgütüne (DTÖ) şikayet etmiştir. Dayanılan temel sav, moratoryumun ürünlere izin verilmesini nedensiz şekilde geciktirdiği ve ulusal düzeydeki yasakların bilimsel açıdan haklı olmadığı ve böylelikle GDÜ’i geliştirmelerinin geciktirilerek dünyanın açlık sorununu çözmelerinin engellendiğidir. ABnin savunması ise bu ürün ve gıdalar hakkında “bilimsel belirsizlik” olması nedeniyle “ihtiyatlı bir yaklaşımı” esas aldığı şeklindedir. Tartışmadaki en son gelişme DTÖ’nün ilgili kararının dayanağı olan raporu 7 Şubatta taraflara göndermesidir ki bu karar, aşağıda, sorunun boyutlarının açıklanmasından sonra belirtilecektir. IV. SORUNUN BOYUTLARI A. GDÜden beklenen olası –potansiyel- yarar ve riskler 1. Olası yararlar Genelde GDOın potansiyel yararı konusunda temel hareket noktası geleneksel biyoteknolojinin özelliklerinin ve yöntemlerinin, gereksinim duyulan verimli sonuçları elde etmek için uygun olmadığı, ayrıca çok zaman aldığıdır. Buna karşın genlerin değiştirilmesiyle tarım, tıp, hayvancılık, ormancılık ve kirliliğin temizlenmesi gibi çok değişik alanlarda olumlu sonuçlar elde edileceği öngörülmüştür. GDÜin üretimi ve kullanılması konusunda hakim varsayım, dünya nüfusunun giderek artması gerçeği karşısında, küresel düzeyde bazı adımlar atılmazsa insanlar için gerekli gıdayı sağlamanın yakın gelecekte mümkün olamayacağıdır. Bu temel varsayım bazı alt savlar ile desteklenmiştir. Bunlardan birisi GDÜ sayesinde, beklenmedik iklim koşullarıyla bitki zararlıları ve hastalıkların üretimde yol açtıkları olumsuzlukların önleneceğidir. Tarımda çevre açısından olumsuz etkiler yapan kimyasalları kullanmak durumunda olunmaması da aynı paralelde varsayılan diğer bir yarardır4. Bu yararlar, zararlılara, hastalıklara ve iklim koşullarına karşı direnci sağlayacak ya da elde edilecek ürünün besin-vitamin- değerini veya sağlığa yarar derecesini arttıracak özellikteki genlerin üretilmek istenen ürünlerin genlerine aktarılmasıyla sağlanmaktadır. 2. Olası riskler (olumsuz etkiler) a. Genel belirleme GDO şirketlerinin ürünlerini üretme ve pazarlama sürecine koşut olarak konunun çeşitli yönlerine ilişkin tartışmalar da yoğunluk kazanmıştır. Sosyo ekonomik etkilenmeler kadar siyasi hukuki, etik ve felsefi boyutların da işin içine girmesi sorunun yoğunluğunu ve önemini artırmıştır. Tartışmalar hem öne sürülen yararların gerçekte sağlanıp sağlanmadığı hem de bunların çevre ve insan sağlığı üzerindeki olası olumsuz etkiler üzerinde yoğunlaşmıştır. İddia edilen yararları ortaya koyan bir gelişmenin, on yılı aşkın deneyime karşın, henüz görülmediği fikrinin yanı sıra, olası etkiler hakkında “yeterli araştırma yapılmadan üretime geçildiği” savı da tartışmalarda işlenmiştir. Bütün bu riskler hem bağımsız bilim kuruluşları, hükümetler düzeyindeki komisyon ya da kuruluşlar ve sivil toplum örgütleri tarafından yapılan çalışmalar hem de kimi uluslararası görüşmeler çerçevesinde ortaya konulmuştur. b.Sağlık üzerindeki riskler GDÜin canlıların sağlığı üzerindeki etkileri hem, bu ürünlerin tüketilmesi çerçevesinde, doğrudan hem de aşağıda vurgulanacak olan çevre üzerindeki olası olumsuz etkiler aracılığıyla gözlenebilmektedir. Laboratuar ve alan düzeyinde yapılan bilimsel incelemelerde genetik ürünlerin sağlık yönünden olası olumsuz etkileri olduğu vurgulanmıştır. Alerji, ürünlerin bünyesine dahil edilen yeni proteinlerin zehirli olabilmesi, kullanılan direnç-dayanıklılık- genlerinin, örneğin antibiyotiğe direnç genlerinin “besin ağı” ilişkisi içinde bakterilere ve bunlar yoluyla insan ve hayvanlara geçmesi durumunda, hastalıklarda eskiden beri kullanılmakta olan, antibiyotiklerin artık tedaviye yanıt verememesi öne sürülen başlıca risklerdir5. Bunlardan bazılarının kabul görmesine koşut olarak, örneğin soya fasulyesinin alerjiye yol açması, etkileri önlemeye yönelik girişimler de başlatılmıştır. Ancak asıl sorun henüz kanıtlanmamış olan olası olumsuz etkiler yönündendir. Çünkü burada bilimsel belirsizlik denilen olgu geçerlidir. Bunun anlamı bilim insanları arasında bu organizmaların olumsuz sonuçlar yarattığı konusunda bir fikir uzlaşmasının olmayışı, neden-sonuç bağlantılarının kesin olarak gösterilemeyişidir. Böyle durumlarda, aşağıda da vurgulanacağı gibi, GDÜ hakkındaki kararlarda teknik bilimlerin ötesindeki alanlar belirleyici olmakta, yöneticiler-üreticiler ve halk karşı karşıya gelmektedir. c. Çevre üzerindeki riskler Bilimsel çalışmalarda çevre üzerinde, doğrudan ve dolaylı nitelikte değişik potansiyel risklerin varlığına, biyolojik çeşitlilik konusuna ayrıca vurgulama yapılmak suretiyle, dikkat çekildiği görülür6. Tarımda, herbisit ve pestisit kullanımı gibi uygulamaların değişmesi dolaylı etkiler arasında vurgulanırken doğrudan etkiler olarak şu tehdit alanları üzerinde durulmaktadır. 1. Yukarıda da belirtildiği gibi, zararlı maddelere ve iklim koşullarına direnç sağlamak için geliştirilen geni taşıyan ürünlerin yetiştirilme sürecinde bu dayanıklılık sağlayan maddelerin besin zinciri yoluyla ekosistemdeki yararlı organizmalara zarar verme olasılığı. 2. Toprak yapısının ve nitrojen dönüşümünün değişmesi ve sonuçta ekosistemlerin doğal yapılarının bozulması. 3. Geliştirilen yeni –yabancı- genlerin doğada varolan yabanıl bitkilerle ya da klasik veya organik tarım yöntemiyle yetiştirilen ürünlere, “çapraz tozlaşma” yoluyla karışması ki bu durum “genetik kirlilik” olarak adlandırılmaktadır. Çünkü, belli bir ekosisteme bağlı olarak yaşam sürdürmeye alışık bir organizmaya yabancı yapılardaki organizmalardan genler karıştırılması bu alıcı organizmalar yönünden kirlenme olarak görülmektedir. Bu kirlenmeyle gelen bir başka risk de doğadaki organizmalar yönünden “genetik uyumluluk” olasılığının ortaya çıkması ve bunun artmasına koşut olarak biyolojik çeşitliliğin azalmasıdır. Böylece, biyolojik çeşitlilik bir yandan modern biyoteknolojinin ana malzemesini sağlamakla esasen tehdit altına girmekte öte yandan genetik kirlenme yoluyla bozulma riskine maruz kalmaktadır. 4. Bütün bu olası olımsuz etkilerin yol açabileceği bir başka risk de organik tarım uygulamalarındaki olumsuz etkilenmeler. Kuşkusuz bu riskler açısından odak noktası olası olumsuz etkilerin gerçekleşmesi durumunda bunların çoğunu gidermenin mümkün olamayışıdır. B. Toplumsal yapılardaki sorun ve çatışmalar 1.Ekonomik boyuttaki çatışmalar GDÜ yukarıda değinilen risklerle bağlantılı olarak toplumsal yapılarda çeşitli boyutlarda menfaat çatışmalarına neden olmuştur. Bu bağlamda gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkelerin7, geleneksel çiftçiler ile GDÜ üreticilerinin, tüketiciler ya da geniş halk kitleleri ile BŞnin menfaatleri karşı karşıya gelmiştir. Bu açıdan en önemli sorun genetik tohum endüstrisine hakim olan birkaç çok uluslu şirketin bütün bu menfaat çatışmalarını kendi politikaları doğrultusunda yönlendirme çabalarıdır. Geleneksel tarım yapan kesimlerin işlerini kaybetmeleri, dünya ölçeğinde çiftçilerin, transgenik tohum üreticisi BŞne bağımlı hale gelmesi ve sonuçta gıda açısından öz yeterliliğin yitirilmesi önemli sosyo-ekonomik risklerdir8. Ayrıca, bu üretimlerin yapıldığı gelişmiş ülkelerin de etkisiyle, BŞ’nin bu alandaki fikri haklarını korumak için geliştirilen önlemler de değişik riskler yaratmaktadır9. Gelişmekte olan ülkelerdeki fakir çiftçilerin bu tohumları satın alamayarak sonuçta borç-faiz kıskacına girmeleri ve geleneksel tarım yapanların mevcut haklarının bu fikri haklar sistemi karşısında tehlikeye düşmesi bu riskler arasındadır. Transgenik ürünlerdeki özel mülkiyet eğiliminin giderek artmasının gelişmiş ülkelerin gıda stokunu tehdit etmesi de diğer bir risktir. 2. Sosyal, siyasal ve etik boyutlardaki çatışmalar Bu boyuttaki başlıca tartışmalar, GDÜe ilişkin maliyet, risk ve menfaatlerin dağıtımındaki sosyal adalet; tüketicilerin ve daha genelde birey ve yurttaşların kendi yaşamlarını her yönüyle etkileyecek bir konuda seçim yapabilme hakları; insanoğlunun doğal sistemlere genetik değişiklik yoluyla doğrudan müdahale etmesi konusundaki doğru ve yanlış ya da iyi ve kötüye ilişkin yargılamalar üzerinde yoğunlaşmıştır10. Bu bağlamdaki tartışmaların, insanoğlunun tinsel alana karışarak “tanrı ile oynamak” şeklinde bir hakkı olup olmadığı yolundaki sorgulamaları içeren dinsel algılamalardan11 da uzak olmadığını vurgulamak gerekir. 3.Hukuki Boyut a.Hukukun tartışmanın çözümündeki yeri ve önemi Yukarıda vurgulanan risklerin önlenebilmesi ve menfaat çatışmalarının herkes için en uygun şekilde çözümlenebilmesi elverişli bir hukuki çerçevenin oluşturulmasına bağlıdır. Ancak bunun gerçekleştirilmesi kolay değildir. Bir kere, konunun çevre sorunsalına bağlı özgün nitelikleri, elverişli bir çözüm için, alışılagelmiş hukuk kurallarının ötesine gidilerek çevre hukukuna özgü yeni kavram ve ilkelerin kabul edilip uygulanmasını gerektirmektedir. Oysa ki bu yepyeni esaslar insanoğlunun yıllardır alışılagelmiş faaliyetlerini kökten değiştirme potansiyelini taşımakta bu durumda da bunların benimsenip uygulanmaları güçleşmektedir. Öte yandan sorunun bilimsel boyutundaki, yukarıda değinilen, “belirsizlik” de konuyla ilgili çeşitli disiplinler arasında politikanın ön plana çıkmasına, böylece karar vericilerin ve yasa yapıcıların “belirleyici” konum kazanmalarına yol açmaktadır. Bu durumda, bu kesimlerin kendilerini güçlü BŞin baskısından ne ölçüde kurtaracakları ve geniş halk yığınlarının durumunu ne kadar dikkate alacakları çözümdeki odak noktasını oluşturmaktadır. Bu yüzdendir ki soruna, ekonomik açıdan baskın kesimlerin lehine değil de, menfaatler dengesi çerçevesinde çözüm bulunması için çevreci hareketin ve her türlü baskıdan uzak ve tarafsız bilim insanlarının varlığı çok önemlidir. Dolayısıyla tartışmalar hukuki boyut düzeyinde de hem mevzuat yapılması hem uygulamada gözükmüş; BŞ ile çiftçilerin birbirlerine karşı açtıkları ve çevrecilerin de dahil olduğu dava örnekleri ile çekişmeler mahkemelerin önüne de getirilmiştir. b. Yaklaşım farklılıkları Öncelikle bir genelleme yapılırsa günümüzde hem çeşitli ülkelerdeki hem de küresel düzeydeki uygulamalarda iki ana yaklaşımın karşı karşıya olduğu söylenebilir. İlkinde ihtiyatlı bir politikadan yana ikincisinde ise GDÜin ticaretinden yana ağırlıklı tavır takınılması esastır. Bu yaklaşımlar GDÜ ile ilgili en önemli konular olan “alan denemeleri”, çevreye bırakılma, etiketlenme, hukuki sorumluluk ve ithal ve ihraç açısından söz konusudur. Yukarıda vurgulanan AB ile ABD arasındaki çekişmenin kökeninde de bu yaklaşım farklılığı yatmaktadır. AB’de ihtiyatlı olma yaklaşımı ABD’de ise bilimsel temelli risk politikası hakimdir. Bu fark, bir raporda işaret edildiği üzere12, AB yaklaşımı “masum olduğu kanıtlanana kadar suçlu” söylemiyle, ABD yaklaşımı ise “suçlu olduğu kanıtlanana dek masum” söylemiyle örtüşmektedir. Farklılığın gerisindeki nedenler arasında, Avrupa’da çevrecilerin ve kamuoyunun konu hakkında çok hassas olması yanısıra, “Avrupalıların, genelde, tarım ve çevreyle içiçe geçmiş bir bütün olarak algılamaları ve kırsal alanın çeşitliliğinin korunmasından yana olmaları”na işaret edilmiştir13 Ancak AB düzeyindeki bu hassasiyetin bütün üye ülkeler yönünden aynı olduğu söylenemez. Bu bağlamda en esnek politika uygulayan ülkelerin başında İngiltere gelirken Avusturya, İtalya ve en sıkı yaklaşımı benimseyen ülkelerin örneklerindendir. Öte yandan ABD’indeki esnek politikanın benimsenmesinde güçlü BŞ’nin baskısının da etkili olduğunu unutmamak gerekir. Bunların ve başta ABD olmak üzere üretici ve ihracatçı ülkelerin gelişmekte olan ülkeler üzerindeki baskısı bazı ülkelerde de esnek yaklaşıma dayanan mevzuatın benimsenmesini hatta getirilen bazı yasaklamaların kaldırılmasını sağlamıştır. c. AB’de ve küresel düzeydeki mevzuat ve başlıca önlemler AB düzeyinde “olası riskleri dikkate alma eğilimi” konuya ilişkin ilk hukuki düzenlemeler 1990da çıkarılan “GDOın çevreye bırakılması” ile “GMOın kapalı alanda kullanımı” konularındaki iki yönergede somut yansımasını bulmuştur. Bunlardan ilki 2001de çıkarılan bir yönergeyle olumlu yönde yenilenmiş, ayrıca her ikisinde de çeşitli tarihlerde değişiklikler yapılmıştır14. “GD gıdalar ve gıda içerikleri” konusu ile “GMOın etiketlenmesi ve izlenebilirliği” konuları ise çok daha sonraları (2003) yayımlanan iki ayrı tüzükle15 düzenlenmiştir. GDOın diğer önemli bir konusu olan “hukuki sorumluluk” hakkında ise henüz doğrudan bir düzenleme olmayıp buna ilişkin hükümler çevresel sorumluluk hakkındaki yönergedeki bazı maddelerle sınırlıdır. Bu mevzuatta getirilen başlıca önlemler şunlardır. Transgenik gıda ve yemlerin piyasaya sürülmesi için izin alınması şart olup bunun için de başvuru sahibi bunların insan, hayvan ve çevre sağlığı üzerinde olumsuz bir etki yapmayacağını göstermekle yükümlü kılınmıştır. Tüketicinin yanıltılmaması esas alınmış ve bu bağlamda bütün GDOın ve GDO kökenli gıdaların üretimlerinden tüketimine uzanan süreçte (çiftlikten mutfağa kadar) etiketlenmesi ve izlenebilirliğinin sağlanması koşulu getirilmiştir. Üye Devletlerin GMOın geleneksel ya da organik ürünlere karışmasını önlemek için gerekli tüm önlemleri alabilmeleri benimsenmiştir. Yetkilendirme sürecinde risk değerlendirmesinin yapılması esas alınmış; bunun için doğrudan ve dolaylı, ani ve gecikmeli ve uzun vadeli kümülatif olumsuz etkilerin incelenmesi kabul edilmiştir. Ayrıca halkın GMOa ilişkin etkinlikler hakkında bilgilendirilip görüşlerinin alınması için yükümlülükler de getirilmiştir. Küresel ölçekteki olası riskleri dikkate alma çerçevesinde hazırlanan temel metin ise, 1992 Rio- Çevre ve Kalkınma Konferansında kabul edilen Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi ve özellikle buna ek olarak hazırlanan Cartagena Biyogüvenlik Protokolüdür (Protokol). Buradaki önlemler de esas olarak AB mevzuatındakilere paralellik gösterir. GDOların sınıraşan taşınımının kontrolü için önceden bildirilmiş onay usulü benimsenmiş olup, ihracatçı, karşı tarafın “açık yazılı onayını” almadıkça ürününü ihraç edemeyecektir. Bu onayın alınabilmesi için risk değerlendirmesinin yapılması söz konusudur. Ancak bu koşul, gıda ya da yem olarak doğrudan kullanımlar için değil, sadece GDOın çevreye bırakılması bakımından geçerlidir. Yukarıda değinilen mevzuat konusunda genel bir saptama yapılırsa, ihtiyatlı olma yaklaşımının ya da ilkesinin16 açıkça esas alındığı; hatta bunun uygulanmasındaki sıkı yöntemlerden birisi olan “olumsuz etkiler olmadığını ispatlama yükünün üreticilere bırakılması”nın benimsendiği görülür. Ancak, hem bu yükümlülüğün mutlak bir şekilde yorumlanmayarak “kabul edilemez risklerin varolup olmadığını göstermenin yeterli olacağı” şeklindeki algılamaların uygulamada ağır basması hem de adı geçen metinlerdeki bazı eksiklik, istisna ve gevşek ölçütlerin ihtiyat ilkesinin, konunun önemine uygun şekilde, uygulanmasını engellediği söylenebilir. d. Türkiye’deki mevzuat Konu hakkında doğrudan bir kanun ya da yönetmelik olmayıp AB’nin ilgili yönergeleri de henüz hukukumuza yansıtılmamıştır. 2006/1 Tohumluk İthalatı Uygulama Genelgesiyle “transgenik bitki çeşitlerine ait tohumlukların ürün yetiştirmede kullanım amacıyla ithali” yasaklanmış; ancak bunların araştırma ve deneme amacıyla ithaline izin verilmiştir. İthal edilen ya da yurt içinde geliştirilen transgenik bitkilerin kontrollü şartlar altında denenmesi ise Transgenik Kültür Bitkilerinin Alan Denemeleri Hakkındaki Talimat kapsamında yapılmaktadır. Talimatta risk değerlendirmesi kavramı altında açık bir hüküm yoktur. Ancak, başvuru sahibinden, denenecek transgenik bitkinin insan, hayvan, bitki ve çevre sağlığı yönünden riskler taşımadığına ilişkin bilimsel rapor ve veriler” istendiği gibi başvuruların değerlendirilmesinde “transgenik bitkilerin Türkiye flora ve faunası için potansiyel bir tehlike oluşturup oluşturmadığı” nın ilgili komite tarafından dikkate alınması da kabul edilmiştir. Bu durumda, ilgili değerlendirmelerin pratikte gereken hassasiyetle yapılıp yapılmadığı ve hukuki dayanağı gösterilmemiş bir talimattaki koşullara uyulmaması halinde nasıl bir yaptırım uygulanacağı hususları ön plana çıkmaktadır. Organik tarımla ilgili mevzuatta17 “GDOlu çoğaltım meteryallerinin” organik tarımda kullanılması yasaklandığı gibi yine bu organizmaların “organik hayvansal üretimde” ve “organik su ürünleri yetiştiriciliğinde” “girdi olarak kullanılamayacağı” da belirtilmiştir. Türkiye Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesine ve Protokole taraf olduğu için bu metinlerdeki düzenlemeler de iç hukukumuza dahil olmuştur. Ayrıca biyogüvenlik konusunda bir kanun taslağı vardır. Bu taslakta yukarıda belirtilen metinlerdeki esaslar genelde benimsenmiş ayrıca hukuki sorumluluk konusunda da hükümler getirilmiştir. Taslak GDO ithalatını yasaklamamış, ithalat dahil piyasaya sürmeyi, kapalı kullanımı ve transiti izne tabi tutmuştur. İzin için de risk değerlendirmesini esas almıştır. Taslağın, ithalat yasağı getirmemenin ne ölçüde ülke menfaati yararına olduğunun tartışması bir yana, ilk değerlendirmede göze çarpan eksikliği katılım ve risk değerlendirmesiyle ilgili hükümlerinin AB düzenlemelerine göre zayıf kalması ve bunlarla da ilgili olan kimi önemli konuların düzenlenmesini doğrudan yönetmeliklere bırakması, ayrıca Protokolde yer alan bilimsel belirsizlik kavramını vurgulamamasıdır. V. DTÖ’nün KARARI KARŞISINDA SON DURUM DTÖ’nün taraflara gönderdiği ön rapor henüz gizli olmakla birlikte bazı kaynaklarca çevrecilere sızdırılmış olup ilgili web sitelerinde18 erişilebilmektedir. Raporda varılan sonuç, ulusal düzeylerdeki yasaklamaların uygun risk değerlendirmesine dayanmadığı ve DTÖ kurallarına göre bilimsel bir onaylamanın olmadığı, ABnin moratoryumunun da, ürünlerin onaylanma sürecinde haksız gecikmelere yol açarak serbest ticaret için engel oluşturduğu şeklindedir. Tarafların karar karşısındaki tepkileri farklı olduğu gibi çeşitli kesimlerde de şimdiden farklı yorumlar yapılmıştır. Kuşkusuz bunların ne ölçüde sağlıklı olduğu 1000 sayfalık raporun resmen açıklanmasını takiben tüm metnin değerlendirilmesinden sonra anlaşılabilecektir. Ancak kamuoyunun yönlendirilmesindeki etkisi nedeniyle bu farklı yansımaları vurgulamak önemlidir. Öncelikle şikayetçi ülkelerin ve BŞnin, zafer ilan etme şeklindeki, durumu abartıcı söylemleriyle19 aslında açılmayı istedikleri Asya ve Afrika pazarını ve diğer gelişmekte olan ülkeleri muhatap aldıkları söylenebilir. Çünkü öncelikle, şikayet edilen bazı ülkelerin yetkilileri Kararın GDÜ hakkındaki politika ve hukuki düzenlemelerini etkilemeyeceği yönünde açıklamalar20 yapmıştır. Ayrıca AB düzeyindeki kamuoyu yoklamaları Avrupa halkının çoğunluğunun GDÜe karşı olduğunu ortaya koyduğu gibi çevreci örgütler de güçlü bir mücadele vermektedir21. Buna bağlı bir olgu da gıda şirketlerinin de bu hassasiyete kulak vererek GDÜi pazarladıkları ürünlerden çıkarma konusundaki eğilimleridir. GDÜ üreticisi ülke ve firmaların Kararı, AB dışındaki ülkelerde, amaçları yönünde ne ölçüde kullanabilecekleri, dolayısıyla gelecekteki gelişmelerin seyri ise çeşitli faktörlere bağlıdır. Bunlardan birisi halkın GDÜ hakkındaki kuşkulu ve temkinli yaklaşımının Avrupa dışındaki kıtalarda da büyümesi yolundaki eğilimin ölçüsüdür22. Bunun derecesinde bu ülkelerdeki çevreci örgütler kadar uluslararası düzlemde etkinlik yapan Batı kökenli örgütlerin bu düzlemdeki çalışmalarının da etkisi olacaktır. Çevrecilerin Kararı muhalefetle karşılarken öne sürdükleri görüşlerin doğruluk derecesi de önemli bir göstergedir. Bu bağlamda DTÖ gizli hareket etmek, demokratik olmak ve iş çevrelerinin menfaatini korumakla suçlanmış ve halkın ne ekip ne yiyeceği konusunda söz hakkı olamayacağı vurgulanmıştır. Ayrıca kendisinin bu tür uyuşmazlıkları çözmek için hukuken ve fiilen uygun kuruluş olmadığı görüşü de savunulmuştur23. Bu son söylemin çevre sorunsalına ve DTÖ’nün bu düzlemdeki konumuna ilişkin fiili ve hukuki gerçekler esas alındığında doğru olduğu kuşkusuzdur. Öte yandan, Kararda sadece şikayet konusu somut durumun esas alınması gerçeği karşısında, şikayetçi tarafın göstermek istediği gibi kararın anlamının genişletilerek “AB’nin ve ülkelerin GMO alanında istedikleri düzenlemeyi yapamayacakları” şeklinde ulaşılacak bir sonucun doğruluğu da kuşku götürür. Nitekim Kararda çok sayıdaki şikayet içinden yalnızca belirtilen iki konu kabul görerek değerlendirilmiş bu yapılırken de AB’nin GMO hakkındaki piyasaya sunum öncesi izin ve risk değerlendirme sürecine ilişkin yetkisi tartışılmamıştır. Ayrıca GDÜin güvenli ve geleneksel karşıtlarına benzer olup olmadıkları da değerlendirmeye dahil edilmemiştir. VI. SONUÇ Her yeni teknolojinin bir risk taşıdığı savından hareketle yeniliklere karşı çıkmak ne ölçüde sorgulanırsa, olası riskleri gözardı ederek gerekli önlemleri almaktan kaçınmak da aynı ölçüde sorgulanabilir. Günümüzde GDÜin olası olumsuz etkilerini önlemek için ihtiyatlı olma doğrultusunda önlemler almak gerektiğinin kuramsal çerçevede kabul görmesi sevindiricidir. Ancak önemli olan bu fikrin ilgili mevzuata ve uygulamaya da gereken şekilde aktarılmasıdır. Küresel ölçekte çatışan değişik menfaatlerin uzun vadeli olarak en uygun ve adil şekilde dengelenmesi ancak bu sayede mümkün olabilir. Ne var ki bu bağlamdaki somut göstergeler pek iç açıcı değildir. Bu göstergeler üretici şirketlerin kazanç sağlamayı ön planda tutan yaklaşımının karar alım sürecinde baskın olduğu ve tüketicilerin ve gelişmekte olan ülkelerin tercihlerinin bu doğrultuda yönlendirildiğine ilişkindir. Dünya Ticaret Örgütünün GMO konusunda AB ile ABD arasındaki uyuşmazlıkta devreye girmesi de esasında bu tür bir göstergedir. Geleneksel anlamıyla ticareti korumayı esas alan bir örgütün, çevre sorunsalı gibi geleneksel anlayışları sorgulayan bir alandaki, yukarıda vurgulanan, çatışmalı menfaatler arasında gerekli hassas dengeyi kurmasını beklemek iyimserlik olur. Dolayısıyla bu örgütün kararını da bu bağlamda irdelemek ve Kararı konuya ilişkin tartışmaları üretici firma ve ülkeler, dolayısıyla ticaret yararına bitiren kesin bir sonuç ve zafer olarak görmemek gereklidir. Nitekim Kararda şikayetçi ülkelerin kimi istemlerinin kabul edilmemesi ve yukarıda değinilen bazı hassas konulara girmekten kaçınılması bu bağlamda bir göstergedir. Dolayısıyla, giderilmesi mümkün olmayacak olumsuz sonuçlarla karşılaşmamak için, çabaların ihtiyat ilkesinin daha sıkı yöntemlerinin, şeffaf bir karar alım süreci içinde, benimsenip uygulanmasında yoğunlaştırılması gerekliliği küresel düzeydeki önemini korumaktadır. Bu nedenle Avrupa’daki çevreci örgütlerin ve kamuoyunun geneldeki hassasiyetini paylaşmak gerekir.