Başkan’dan SDE ve Kahire Üniversitesi’nin ortak girişimiyle, ilk Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi (ATCOSS) Ankara’da toplandığında Arap Baharı mevsimine henüz girilmemişti. Ancak ilk işaretlerini Kongre ortamından ve sonuç bildirisinden çıkarmak mümkündü. Akademik bir sinerji oluşturan ATCOSS 2010’da, “Arap ve Türk dünyasının birbirlerini özellikle bilimsel düzeyde anlamaları için araya yabancı kaynakları sokmadan, doğrudan konuşarak iletişim kurmaları ve bu iletişimin sonucunda ortak bir anlayış geliştirmeleri önemsenmelidir” şeklinde mutabakata varılmıştı. Ayrıca, Kongrenin sivil toplum buluşmalarına ve bu buluşmaların da yeni işbirliklerine bir platform oluşturması beklentisi dile getirilmişti. ATCOSS ikinci kez, 15 ay sonra Kahire’de toplandığında, Kuzey Afrika’daki diktatörlükleri yerlerinden eden Arap Baharı ayaklanmalarının en büyüğü Mısır’da henüz gerçekleşmiş ve sıcaklı hissedilebiliyordu. Demokrasi rüzgarları Tahrir’de esmeye devam ederken, hemen yanıbaşında Kahire Üniversitesi’nde biraraya gelen Türk ve Arap katılımcılar, “büyük oranda aynı coğrafyada, komşu devletlerin sınırları içinde yaşayan Arap ve Türklerin ortak tarih ve geleneklerine rağmen istenilen düzeyde birliktelik kuramadığına” dikkat çektiler. “Devlet-dışı Aktörler ve Ortadoğu’nun Sosyal, Ekonomik ve Siyasi Dönüşümü” konusunun tartışıldığı ATCOSS 2012’nin Kongre bildirisinde; “Hükümet-dışı kuruluşlar”a, “mevcut kurumları da devreye sokacak açılımlar getirme ve toplumlarımızı ve bölgeyi reforme etmeye çalışma” sorumluluğu da yüklenmiştir. Bu kapsamda, ATCOSS sosyal bilimlerde Avrupa merkezci perspektifin dışına çıkılabileceğinin önemli bir göstergesi kabul edilmiş ve “oryantalist bakış açısıyla şekillenmiş olan İslam dünyasının 21. Yüzyıl’da artık kendi toplumsal perspektifini kavrama ve kavramsallaştırma imkânını yine kendi iradesiyle yapabilmesinin” önemine vurgu yapılmıştır. Dergide röportajını yayınladığımız Mısırlı tecrübeli Türkolog Safsafy Al-Katory, Arap ve Türk toplumlarının, “Birbirini Yeniden Keşfettiğine” dikkat çekiyor. Bu yeniden tanışma sürecinde, Ortadoğu’nun kendisi hakkındaki bilgiyi bizzat kendisinin üretmesi acil bir ihtiyaç haline gelmiştir. Ayrıca, devrimleri gerçekleştiren iradenin oluşumunda sosyal bilimcilere önemli bir rol düşmektedir. Nisan dergimizde, Tahrir Devrimi’nin merkezinde, Kahire’de düzenlenen ATCOSS 2012 ile ilgili haber, yorum ve analizlere ağırlık verdik. Birol AKGÜN, “Tahrir Ruhu Kalıcı Olabilecek mi?” ve Talip Özdeş, ATCOSS’un İslam dünyası için “Ne İfade Ediyor? Sorularının cevabını verirken Kudret BÜLBÜL, “Açık Toplum Karşıtları ve Ortadoğu’daki Dönüşümler!” konusunu ele aldı. SDE uzmanları ve yazarlarımız ATCOSS’u ve Tahrir devrimini birlikte değerlendiren analizler kaleme aldı. “Değişimin aktörleri” olan sivil toplumun şimdiye kadar küçümsenen iradesinin “asıl belirleyiciye” nasıl dönüşebildiğini hep birlikte gördük. Bu değişimin tamamlanabilmesi için de ATCOSSvâri girişimlerin devamlılığı gerekiyor. Birlikteliklerin meyvelerini almaya başladık. Umuyoruz ki, Nisan yağmurları çöl ateşleriyle kuruyan coğrafyamızı yeniden yeşertecektir. Prof. Dr. Yasin Aktay SDE Başkanı NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 1 STRATEJİK DÜŞÜNCE Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı İktisadi İşletmesi Adına Sahibi Dr. Nurol Canbolat Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Yasin Aktay Yayın Kurulu Prof. Dr. Yasin Aktay Prof. Dr. Birol Akgün Prof. Dr. Aytekin Geleri Prof. Dr. Muhsin Kar Doç. Dr. Murat Çemrek Doç. Dr. Levent Korkut Doç. Dr. Yusuf Tekin Doç. Dr. Bekir Berat Özipek Dr. Murat Yılmaz Aydın Bolat Ahmet Ünal Danışma Kurulu Prof. Dr. Tayyar Arı Prof. Dr. Mustafa Aydın Prof. Dr. İbrahim S. Canbolat Prof. Dr. Şaban H. Çalış Prof. Dr. Beril Dedeoğlu Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu Prof. Dr. Cihat Göktepe Prof. Dr. Talip Özdeş Prof. Dr. Ali Şafak Prof. Dr. Mehmet Şişman Prof. Dr. Ertan Beşe Doç. Dr. Yaşar Akgün Doç. Dr. Caner Arabacı Dr. Zafer Aydın Ecemiş Mehmet Akif Ak Bayram Girayhan Veli Şirin Yazı İşleri Müdürü Ahmet Ünal Yayın Asistanları Feyzan Ece Çapa, Yasemin Küçer, Bedir SALA Reklam Sorumlusu Özlem Pınar ORAN Grafik ve Sayfa Tasarımı OMEDYA - www.omedya.com Uzayçağı Cad. Uzayçağı Tic. Mrk. 29/47 Ostim ANKARA T: 0312 385 58 20-21 F: 0312 385 18 37 Fotoğraflar AA, Cihan, ShutterStock Baskı Yeri Özyurt Matbaacılık Büyük Sanayi 1. Cadde Süzgün Sok.No:7 İskitler Ank. Tel : 0.312 384 15 36 - Fax : 0.312 384 15 37 Stratejik Düşünce Entitüsü Çetin Emeç Bulvarı A. Öveçler Mah. 4. Cad.1330 Sok. No: 12 Çankaya / ANKARA / Türkiye T: 0312 473 80 45 - F: 0312 473 80 46 www.sde.org.tr Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü DÜŞÜNCE temsil etmemektedir. | NİSAN 2012 2 STRATEJİK 51 Aydın BOLAT Arap Devriminin Başkenti: Kahire Küresel ekonomik kriz, Eylül 2008’de Lehman Brothers’ın ardından büyük borç yükü bırakarak batışının ardından domino etkisi ile Avrupa Birliği krize yakalandı. ABD ile büyük bir finansal bütünleşme yaşayan Avrupa Birliği ülkeleri ABD bankalarındaki batık kredilere yüklüce yatırım yapmışlardı. 15 Yasin AKTAY Tahrir’den Siyaset Notları Birinci kongrenin sonunda ikincisinin konusunu “Ortadoğu’da değişimin hükümet-dışı aktörleri” olarak belirlemiştik. ATCOSS 2010’dan sadece bir ay sonra Arap dünyasında bir devrimler dizisinin arka arkaya geleceğini hiç kimse tahmin edemiyordu. Tam da sözkonusu etmek istediğimiz o aktörlerin aradan geçen kısa bir süre içinde tarihe bu kadar çabuk ve bu kadar belirleyici bir müdahalede bulunacaklarını hiç hesaba katmamıştık. 32 Talip ÖZDEŞ ATCOSS Ne İfade Ediyor? 2010’da gerçekleştirilen ATCOSS’da gerek Türkiye ve gerekse Arap ve İslam dünyası ile ilgili ele alınan konuların sosyal değişim, İslam-siyaset ilişkisi, İslam-laiklik ilişkisi, Türk dış politikası, Türk-Arap ilişkileri ve Türkiye’nin Arap ülkeleri ve İslam dünyasındaki etkileri, Filistin meselesi, İslami referansa dayalı demokratik rejim, kültürel kimlik, çoğulculuk ve vatandaşlık gibi konular üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir. 41 Ergün YILDIRIM Yeni Ortadoğu, Yeni Sosyal Bilim Geleneğiyle Anlaşılabilir Kahire’de düzenlenen ATCOSS-2010, yüzyılın içinde inşa edilen “bilimsel yalanları” sorgulayan, buna meydan okuyan ve bu bilimsel yalanların inşa ettiği ön yargı duvarlarını yumruklayan bir ruhla yapıldı. Sosyal bilimcilerin değişik meslek grupları, artık bu yüzyıllık yalanın dışına çıkarak bakmaya başlamışlardı. Hegemonyanın varlığını Arap ve Türk ötekileştirmelerini aşarak yapıyorlardı. İÇİNDEKİLER 44 05 ATCOSS 2012, Kahire: Devlet Dışı Aktörler ATCOSS’un ve Tahrir’in Ülkesi: Mısır İspanya’da 1939’da bir iç savaş sonucunda başlayan baskıcı Franco dönemi, bu dönemin kudretli lideri General Franco’nun 20 Kasım 1975’te ölmesiyle birlikte sona erdi. Bu otokratik dönemin sona ermesiyle birlikte İspanya’nın demokratikleşme süreci de başladı. 56 SD Haber Ahmet ÜNAL 15 Tahrir’den Siyaset Notları Yasin AKTAY 21 Tahrir Ruhu Kalıcı Olabilecek mi? Birol AKGÜN 25 Oryantalist Perspektif ve ATCOSS Girişimi Ahmet UYSAL 28 Açık Toplum Karşıtları ve Ortadoğu’daki Dönüşümler! Kudret BÜLBÜL 32 ATCOSS Ne İfade Ediyor? Talip ÖZDEŞ Ahmet ŞAHBAZ 37 Mısırlı Duayen Türkolog Al-Katory: “Birbirimizi Yeniden Keşfediyoruz” Röportaj ‘TL’ Saygınlığın Simgesidir 41 Yeni Ortadoğu, Yeni Sosyal Bilim Geleneğiyle Anlaşılabilir Ergün YILDIRIM TL’nin yeni simgesi oldukça yeni, lakin yerli yersiz her türlü tartışmaların odağına oturdu. Neye benzediği ve çağrışım yaptığı şeyler muhakkak önemli, fakat daha önemli olan husus TL’nin günümüz ekonomik konjonktüründe eski imajından sıyrılmaya çalışmasıdır. Simgesi önemli çünkü değişen Türkiye’nin vizyonuna hitap eden, bir şekil olması gerekir. 44 ATCOSS’un ve Tahrir’in Ülkesi: Mısır 64 60 İspanya Ekonomisi Krizin Eşiğinde mi? 51 Arap Devriminin Başkenti: Kahire Aydın BOLAT 56 ‘TL’ Saygınlığın Simgesidir Ahmet ŞAHBAZ Dilek YİĞİT Röportaj Lewis: Türkiye IMF’nin Önemli Bir Üyesi “Türkiye’nin görüşlerinden bölgesel ve küresel ekonomik konularda ve IMF ile küresel ekonomik ve para sistemine ilişkin konularda daha fazla yararlanacağız” diyen IMF Türkiye Daimi Temsilcisi Mark Lewis, küresel krizin yapısını, kriz ve Avro bölgesini, Türkiye-IMF ilişkilerini ve IMF’in üstlenmesi gereken yükümlülükleri SDE’ye değerlendirdi. 88 Ahmet ÜNAL 64 Lewis: Türkiye IMF’nin Önemli Bir Üyesi Röportaj 67 Devrimin Devirdikleri: Tunus’ta Ekonomik Durum Saliha ERGÜN 71 Güney Koridorunda Rekabet Nermin MAMMADOVA 75 Yazılımda, Türkiye Bir Başarı Hikayesi Olamaz mı? Gülara TIRPANÇEKER 81 Emek ve Sermayeyi -Yeniden- Düşünmek Murad TİRYAKİOĞLU 86 Kaosla Kozmos Arasında Türkiye, Bölge ve Dünya Cemil YÜCEL Eğitim Sistemi Tartışmaları ve Çeşitliliğe Saygı Modeli Ülkemizde tek tip kademelendirme mantığının bir gereği yoktur. Hangi sınıfların hangi kademelerde olması gerektiğinden ziyade tartışılan konu kademelerin kesintisiz olup olmayacağıdır. İsteyenin kesintili modele isteyenin kesintisiz modele çocuklarını göndermesine izin verecek bir model oluşturulması ise hiçte zor değildir. Murat YILMAZ 88 Eğitim Sistemi Tartışmaları ve Çeşitliliğe Saygı Modeli Cemil YÜCEL 98 SDE Heyeti Uzlaşma Komisyonuna Yeni Anayasa Önerisini Sundu SD Haber 100 Alevi Çalıştaylarının Sonuçları SDE’de Değerlendirildi SD Haber 103 Türkiye, Çin, Rusya ve İran’ın Suriye Perspektifleri SD Haber 106 Suriye’nin Dostları Toplantısı ve Çin’in Tutumu Erkin EKREM ATCOSS 4 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 SD Haber ATCOSS 2012, Kahire: Devlet Dışı Aktörler Arap – Türk Sosyal Bilimler Kongresi’nin ikincisi (ATCOSS 2012) 17-19 Mart 2012 tarihleri arasında Mısır’ın Başkenti Kahire’de toplandı. Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) ve Kahire Üniversitesi işbirliğiyle düzenlenen Kongre’ye bu yıl Kahire Üniversitesi evsahipliği yaptı. Bu yıl ATCOSS ‘Devlet Dışı Aktörler ve Ortadoğu’nun Sosyal, Ekonomik ve Siyasi Dönüşümü’ sloganıyla ön plana çıktı. K oordinatörlüğünü Doç. Dr. Ahmet Uysal ve Kahire Türk Çalışmaları Merkezi (KATAM) Direktörü Dr. Tarek Abdel-Galil’in yaptığı Kongre’nin Danışma Kurulu’nda; Türkiye’den Prof. Dr. Birol Akgün, Prof. Dr. Hacı Duran, Prof. Dr. Mehmet Şişman, Prof. Dr. Mahfuz Söylemez ve Prof. Dr. Şinasi Gündüz, Mısır’dan Prof. Dr. Qasem Abdu Qasem, Prof. Dr. Heba Raof, Prof. Dr. Mohamed Elsayed Saleem ve Prof. Dr. Ahmed Zayed’in yanısıra Prof. Dr. Gamal Amr Sabet (Finlandiya) Prof. Dr. Fadel Bayat (Irak), Prof. Dr. Mazen Mutabbagany (Saudi Arabia) ve Prof. Dr. Juan Cole (USA) bulunuyor. Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Beşir Atalay’ın açılış konuşması yaptığı Kongre’ye başta Türkiye ve Arap dünyasından olmak üzere ABD ve Avrupa’dan da konuyla ilgili yetkili ve uzmanlar katıldı. Arap Baharı’nın Türk ve Arap dünyasındaki etkileri ve sonuçları ATCOSS 2012’de tartışıldı. Birincisi 2010 yılında toplanan ATCOSS yerli ve yabancı kamuoyunun yanısıra akademik çevrelerde ilgiyle izlenmiş, yaklaşan Arap Baharı’nın ilk izleri olarak yorumlanmıştı. “Türk ve Arap Akademisyenler Arasında Doğrudan Diyalogun İlk Adımı!” sloganıyla 2010 yılında ilki düzenlenen ATCOSS; Türk ve dünya kamuoyunda geniş yankı uyandırmıştı. Kongreye katılmak üzere 500 kadar müracaat yapılmış, bu müracaatlar arasından 200 tebliğ kabul edilmişti. Ankara Vilayetler Evi’nde başlayan ve TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi’nin 5 ayrı toplantı salonunda devam eden Kongre’yi yurt içinden ve 30 farklı ülkeden 3 bin’in üzerinde akademisyen, gazeteci ve öğrenci izlemişti. NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 5 Kongre Sonuç Bildirisinde, “Arap dünyasında Türkler hakkındaki; Türkler arasında Araplar hakkındaki popüler algıların artan ilişkileri olumlu yönde etkilemeye yüz tuttuğu, ama bu ilişkilerin daha esaslı ve popüler düzeyin de ötesinde bir akademik derinliğe kavuşturulması gerektiği” ifade edilmişti. Açılış Konuşmaları Kahire Üniversitesi College of Economic and Political Sciences binasında Festivals Hall’da, saat 09.00’da başlayan programda açılış konuşmaları; ATCOSS-2012 Eşbaşkanları SDE Başkanı Prof. Dr. Yasin Aktay ve Kahire Üniversitesi Medeniyet Çalışmaları Merkezi (Center for Civilization Studies and Cultures Dialogue) Koordinatörü Dr. Pakinam El Sharkawy ile SDE Uzmanı ve ESOGU Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ahmet Uysal’ın sunumlarının ardından, Kahire Üniversitesi Rektör Yardımcısı (Vice President of Cairo University) Prof. Dr.Heba Nassar, Mısır’ın Bilimden Sorumlu Bakanı Prof. Dr. Nadia Zakhary, Filistin Gençlik, Spor ve Kültür Bakanı Dr. Mohammed Elmadhoun ve T.C. Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Beşir Atalay tarafından gerçekleştirildi. ATCOSS Koordinatörü Doç. Dr. Ahmet Uysal, konuşmasında Türkiye 6 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 ile diğer Arap ülkeleri arasında kültürel ve ekonomik ilişkilerin büyük olduğuna değinerek ATCOSS’un büyük bir fikir alış verişi olduğunun ve aynı zamanda Arap ve Türk dünyaları arasında bir köprü görevi gördüğünün altını çizdi. Uysal aynı zamanda Ortadoğu’da STK’ların etkin bir şekilde çalışıyor olduğunu belirtti ve STK faaliyetlerinin artması gerektiğine dikkat çekti. ATCOSS Eşbaşkanı Prof. Dr. Pakinam El Sharkawy; “Sosyal bilimciler, toplumu aktive etmek için çalışıyorlar. Başbakan Yardımcısı Sayın Beşir Atalay’ın ATCOSS’a katılması ve desteklemesi bizim için çok önemli. Sosyal bilimciler olarak bir birlik içinde olmamız yadırganmamalı. İlki Ankara’da düzenlenen ATCOSS ile bugün başladığımız toplantı arasında geçen zaman içinde birçok devrim yaşandı. Bu ATCOSS’ta ise STK’ların rolünü tartışacağız. Akademisyenler ve düşünürler derin bilimsel konular üzerinde fikir alışverişi yapacaklardır. ATCOSS’a akademisyenlerin katkı sağlaması çok önemli. Yasin Aktay’a ve Türkiye’deki partnerlerimize teşekkür ediyoruz” diyerek sözü ATCOSS Eşbaşkanı Prof. Dr. Aktay’a bıraktı. Prof. Dr. Aktay’ın konuşmasının ardından sözü alan Kahire Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Heba Nassar; “Değişik her alanda özellikle siyasi yaşamda vatandaş olarak bizleri ilgilendiriyor. Türk ve Arap halklarının ortak bir tarihi vardır ve bu tarih içinde pek çok siyasi ve ticari ilişkileri geliştirecek çabalar olmuştur. Artık halk daha iyi yaşam şartları istemektedir” dedi. Nassar, Kahire Üniversitesi’nin tarihsel olarak desteklediği ayaklanmalara da değindi ve üniversite öğrencilerinin ve hocalarının özgürlük ve demokrasi için atılan tüm adımlara destek verdiğini kaydetti. Bilimden Sorumlu Devlet Bakanı Prof. Dr. Nadia Zakhary; “Bu Kongrede Mısırlılar, Türkler ve yabancılar arasında bulunmaktan memnuniyet duyuyorum. Bu, önceki kongrenin ne kadar başarılı olduğunun bir alametidir. Türkler, Mısır’da yaşadıkları uzun süre içerisinde de Mısır’ın kalkınmasına katkı sağladılar. Ümit ediyorum ki bu kongre karşılıklı çıkarlarımızı arttıracak tavsiyelerde de bulunur” şeklinde konuştu. Filistin Gençlik, Spor ve Kültür Bakanı Dr. Mohammed Elmadhoun; “Hep beraber bu güzel ortamda bulunmaktan gurur duyuyoruz ve bir yandan da mekanın şerefini yaşıyoruz. İçinde bulunduğumuz salonda pek çok tarihi gelişmeler yaşanmıştır. Özgürlük, eşitlik, adalet ve kalkınma temelli düşüncele- Prof. Dr. Yasin Aktay’ın Konuşma Metni; “T.C Başbakan Yardımcısı, Mısır Bilimden Sorumlu Bakanı, Türkiye, Mısır ve dünyanın birçok yerinden kongreye katılan çok değerli akademisyenler, hanımefendiler, beyefendiler. Bugün ikincisini gerçekleştirmek üzere toplandığımız, Arap Türk Sosyal Bilimler Kongresine hoş geldiniz. Şeref verdiniz.” “Geçtiğimiz yıl Ankara’da birinci ATCOSS için toplanmamızdan sadece bir ay sonra Arap dünyasında devrimler dizisinin arka arkaya geleceğini hiç kimse tahmin edemiyordu. Mısır, Tunus ve Libya’dan katılımcıların hepsi kendi ülkelerindeki demokrasi açığını fazlasıyla vurguluyorlardı. Hepsinde açık bir arayışın izleri görünüyordu.” “Yönetimlerin devredilebilirliği, hesap verebilirliği, hukukun üstünlüğü, demokrasinin önemi, yönetimde ve toplumsal ilişkilerde yozlaşmanın tehlikeli boyutları üzerine bir dizi tebliğ dinledik o zaman. Bütün bu tebliğler aslında her biri kendi ülkelerinde bir değişimi özlerken aynı zamanda bu değişimi, bu arayışı haber de veriyordu.” “Belki bundan dolayı o zaman her yıl toplamayı düşündüğümüz ATCOS’ın ikincisini Kahire’de “Ortadoğu’daki değişimin yeni ve hükümet dışı aktörleri” olarak belirlerken bu yeni aktörlerin sadece bir ay sonra büyük bir dönüşümü başlatacağını kimse hesaplayamıyordu. Ancak bir değişim talebi, arzusu, iştiyakı kendini o zaman bile hissettiriyordu.” “ATCOSS düşüncesi belki bu açıdan toplandığı ilk seferden itibaren işlevini yerine getirmeye başlamış oldu. Değişimin izlenebileceği, adının konulabileceği ve belki de yönünün tahmin edilebileceği tabloyu görünür hale getirdi.” “Değerli misafirler, birinci ATCOSS’da da dedik ki, İslam dünyası şimdiye kadar sosyal bilimin sa- dece nesnesi oldu. Hakkında bilim yapılan, hakkında yapılan bilim üzerinden tanımlanan ve tanımlandığı ölçüde de üzerinde söylemsel de olsa bir iktidar kurulabilen bir dünya oldu. Sosyal bilimlerde ve giderek bütün literatürde adına Ortadoğu dendi. Bu isim bizzat Müslüman toplumlar tarafından da benimsendi. Oysa kimin doğusuydu, kimin Ortadoğusuydu Müslüman coğrafya? Aynı toplumlara “gelişmekte olan ülkeler” denildi. “Geri kalmış ülkeler” denildi. “Tarihsiz toplumlar” denildi. “Tarihe geç kalmış toplumlar” denildi. “Sivil toplumu olmayan, devrimler yaşayamayan, kaderci ve kaderine razı toplumlar” denildi.” “Tam da bu noktadan itibaren, İslam ile şiddet arasındaki tuhaf ilişkiler yeni sosyal bilim araştırmalarının konusu olmaya başladı. Bir kez daha İslam tanımlanmaya, Müslümanlar bir kalıba sığdırılmaya çalışılmaya başlandı. İslam toplumları üzerine şimdi yapılmakta olan yığınla çalışma çok iyi niyetle yapılıyor da olsa gelip İslam ve şiddet arasındaki ilişki üzerinde duruyor. İslam ve demokrasi, İslam ve insan hakları arasındaki ilişkiler üzerinde duruyor. Gerçi bir bakıma İslam dünyasının epey zamandır bir şiddet sarmalına yakalanmış olduğu doğru, ama bu sarmalın nereden kaynaklandığı da doğrusu bir sır değil.” “Bütün bu tanımlar ve tasvirler bir yandan İslam toplumlarını, Türk toplumunu, Arap toplumlarını basitçe tasvir etmiyordu, inşa da ediyordu, tanımlarken kurguluyordu. Yani olanı olduğu gibi resmetmiyordu biraz da olmasını istediği şeyi ifade ediyordu.” “Kolonyalizmin İslam dünyasındaki varlığı son iki yüzyıldır hiç eksik olmadı. Kolonyalizmin başlangıç zamanlarında İslam toplumları hakkında üretilen bilginin nasıl bir oryantalist literatür oluşturduğunu artık hepimiz daha iyi biliyoruz. Post kolonyal dönemde ise İslam toplumlarının kendi bilgi paradigmalarını geliştirmekte yeterince atak davranmış olduğunu söylemek mümkün değil.” “Aslında biraz da bu halleriyle, yani kaderci ve kaderine razı halleriyle daha sempatik geliyordu, çünkü hem yönetilmeye daha uygun oluyorlardı, hem de bu halleriyle biraz “egzotik” görünüyorlardı. Ancak Müslüman toplumlar itirazlarını yükseltip daha onurlu, daha bağımsız hareket etme iradesi gösterdikçe sevimsizleşmeye başladılar.” “Bu boşlukta Batılı bilim dünyasının doğu ve İslam hakkındaki bilgi üretimi devam etmiştir, çünkü bu topraklardaki güç hegemonyaları hiç yok olmadı. Yine “bilgi” ve “iktidar” arasındaki denklem işlemeye NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 7 devam etti ve “Ortadoğu’nun Ortadoğululaşma” süreci hız kesmeden devam etti. Bugün Ortadoğu’nun kendisi hakkındaki bilgiyi üretme konusundaki gereklilik daha acil bir hale gelmiştir. Sonuçları akademik dünyadan nispeten daha hızlı alınan medya dünyasındaki değişimin bugün Ortadoğu toplumlarında nasıl bir bilinç dönüşümüne ve toplumsal değişime yol açıyor olduğunu hep birlikte gözlemliyoruz.” “Değerli misafirler, hiç kuşkusuz medya bugün Ortadoğu’da yaşanmakta olan dönüşümün en önemli aktörlerindendir. Bir aktör olarak medya ise kendi içinde de giderek daha fazla değişmekte ve çeşitlenmektedir. Doksanlı yılların başlarına kadar en iyi ihtimalle devlet güdümündeki televizyonlara ve yine devlet gözetiminde çıkmakta olan gazetelerin oynadığı medya rolü başkaydı.” “Bugün ise uydu anten sistemi ile internet medyasının açtığı yeni ufuklar, medyayı sosyal değişimin en önemli aktörleri arasına koydu. Üstelik bu medya düzenine girmek alabildiğine kolay. Yeni medya düzeni dolayısıyla eskiden son derece dar olan bir televizyon eliti bugün alabildiğine büyümüş ve bu sektörde çalışan insanların sayısı bir hayli önemli bir rakama ulaşmıştır. Bugün Türkiye’de hemen her ilin en az bir tv kanalı ve birçok radyosu var. Bu ortamlarda istihdam edilen insanların toplamı önemli bir tabaka oluşturuyor. Bu tabakadaki insanların önemli bir kısmı her gün ülkede cereyan eden olaylarla ilgili kendi görüşlerini ifade etme ve kamuoyunu etkileme imkanına sahip.” “İnternet ise basit bir erişimi olan herkesin girebildiği bir alan artık. Bu alan kamuoyunun şekillenmesinde ve giderek politikaların belirlenmesinde hiç hesapta olmayan birilerinin sahneye destursuz bir biçimde girebilmesine imkan vermektedir. İnternet ortamı, sosyal medya or- 8 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 tamları sadece yeni sosyalizasyon kanallarının açılmasına yol açmıyor, aynı zamanda toplumsal değişimde bir aktör olma şansını herkesin önüne bir imkan olarak açıyor. Bir matbaanın icadı Avrupa’dan başlayarak okuryazarlığın kitlelere ulaşmasını, oradan da eskiye nazaran çok daha kalabalık kesimlerin tartışmaya dahil olmalarını sağladıysa, bugün çok daha büyük çaplı devrim internetin yaygınlaşması sayesinde mümkün olabilmektedir. İnternet böylece önemli bir kamusal alan işlevini yerine getirmektedir.” “Ancak sözün burasında, internetin nasıl bir kamusal alan olduğunu ve değişim sürecinde nasıl bir rol oynadığını doğru anlamalıyız. Arap baharı sürecinde sıkça duyduğumuz bir değerlendirme devrimlerin internet tarafından yapıldığıdır. Açıkçası, internetin devrimdeki rolünü gereğinden fazla vurgulamak devrimin ardındaki sosyolojiyi ihmal etmeye yol açmaktadır. Ayrıca internet teknolojinin bir simgesi olarak kullanıldığından, bu tür açıklamalar devrimin ardında Batılı güçler var demenin başka bir ifadesi oluyor. Bu da doğuluların kendi başlarına devrim yapamayacaklarını ve bir devrim varsa bunun mutlaka batıdan geldiğini söyleyen batı-merkezli bir varsayımı tekrarlamış oluyor. Oysa internet bir medyadır, devrim ise bir iradedir. Bu iradeyi sergileyecek bir halk olmasa hiç bir teknoloji fayda etmez.” “Doğrusu yine devrimin başından itibaren duyduğumuz daha basit bir açıklamanın biraz daha karmaşık bir biçimidir bu. Devrimin ardında sürekli başka güçler, bilhassa Batılı güçler aramak, insanların kendi başlarına bir şey yapamayacaklarına ve ne olup bitiyorsa her şeyin ardında bir üstün Batılı olduğu yönünde batıl bir itikada dayanıyor. Esasen sosyal bilimlerde her şeyi önceden tedbir ve idare eden bu kadar büyük bir güç vehmetmek eşyanın tabiatına aykırıdır. (Ayrıca İslam itikadına da aykırıdır) Zira bu kadar büyük bir güç vehmetmek bir tür kadercilik de üretiyor ve insanın sosyal hadiselerde bir aktör, bir fail olma gücünü de tüketiyor.” “Nasıl olsa her şey bir “büyük güç” tarafından yapılıyor olduğuna göre bizim hiç bir şey yapmamıza gerek yok. Nasıl olsa ne yaparsak yapalım o büyük gücün büyük hesabına alet olmaktan başka bir şey yapmış olamayız. Oysa değişim için gerekli olan en önemli şey iradedir ve irade insanı insan yapan en önemli özelliktir. Ve insan iradesinin değiştirmeyeceği hiç bir şey yoktur. Yüce Allah’ın buyurduğu gibi “bir kavim kendi nefsinde olanı değiştirmedikçe Allah onu değiştirecek değildir”. “Bu kongrenin alt konusunu o yüzden “değişimin aktörleri” koymayı tercih ettik. Bununla aslında hem sosyal bilimlerde var olan ve toplumların iradesini küçümseyen yaklaşımları sorgulamayı tercih ettik. Bu konuyu belirlediğimizde daha devrim olmamıştı. Devrim çok şükür bu düşüncemize çok erken bir biçimde olumlu bir karşılık vermiş oldu.” “Gerçekten kendini değiştirmeye azmeden o küçük aktörlerin nasıl asıl belirleyici aktörlere dönüşebildiğini gösterdi. Böylece kendinde olanı değiştiren bir kavmi Allah’ın nasıl değiştirdiğine de yakından şahit olduk. Üç gün devam edecek kongrede sunulacak yüzün üstünde tebliğde bu sürecin detaylarına vakıf olacağız.” “Kongrenin Arap-Türk akademisyenler arasında yeni iletişim köprüleri tesis etmesini ve nihayetinde halklar arasında da bir bütünleşmeye hizmet etmesini Cenab-ı Allah’tan diliyorum.” “Kongreyi şereflendirdiğiniz için hepinize çok teşekkür ediyor, hürmet ve muhabbetlerimi sunuyorum.” yerler Tahrir’i izlemeye, onu model almaya başladı. Dünya medeniyet yarışında her zaman bayrağı ön saflarda tutmuş olan Mısır halkı bir bakıma yavaş girdiği 21. yüzyılın ikinci sonundan itibaren adeta tarihe böylesine muhteşem bir hareketle yeniden geri dönmüş oldu. Mısır’ın nezdinde dünyada özgürlük mücadelesi gösteren bütün Arap kardeşlerimi bütün kalbi duygularımla tebrik ediyorum ve kutluyorum.” Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Beşir Atalay’ın Konuşma Metni: “Değerli bakan arkadaşlarım, Kahire Üniversitesi’nin değerli üyeleri, akademisyenler, hanımefendiler, beyefendiler, öncelikle sizi en samimi duygularla selamlıyorum, sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Mısır’da bu kadim medeniyetlere ev sahipliği yapmış bir ülkede sizlerle birlikte olmaktan büyük bir mutluluk duyduğumu ifade etmek istiyorum.” “Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi’nin ikincisini yapmak üzere toplandığımız bu özel gün gerek içinde bulunduğumuz şartlar açısından gerek Türk-Arap ilişkilerinin aldığı konum bakımından büyük önem taşıdığı kuşkusuzdur. Birincisi 2010 yılının başlarında Ankara’da düzenlenmişti. Ben de yine toplantının açılışına katılmıştım. Bir anlamda biraz da ev sahipliği yapmıştım. Kongre çok verimli ve başarılı geçmişti. Şimdi bunun ikincisini Mısır’ın ev sahipliğinde yapıyoruz. Dönüp şöyle bir arkamıza baktığımızda, iki toplantı arasında çok zaman geçmedi aslında. Sonuçta sadece 15 ay geçmiş ama bakın bu esnada bu coğrafyada ne kadar büyük değişimler gerçekleşmiş onu görüyoruz. Doğrusu bu açıdan baktığımızda bu sosyal bilim kongresinin tarihe tanıklık etme şansı yakalamış olmasından dolayı ne kadar mükemmel bir tabana denk düştüğünü görüyoruz.” “Bu iki kongre arasında gelişen olaylar aslında bu iki kongrenin de konusunu oluşturmaktadır. Tarihin bu kadar yakınına yaklaşmak, tarihsel değişimin tam ortasında olaylara tanık olmak her sosyal bilim kongresine ve her sosyal bilimciye nasip olmaz. Bu sosyal bilimler kongresine katılan arkadaşlarımız gerçekten çok büyük bir tarihe kendi şahısları açısından da şahitlik ediyorlar.” “Tabi bu iki kongre arasında Arap dünyası çok büyük bir dönüşüm sürecinden geçmiş bulunuyor. Ara- dan sadece 15 ay geçmiş olmasına rağmen bugün Arap dünyasında yaşananların sosyolojisini yapmak bile başlı başına önemli bir iş. Yani çok iyi analizlerin yapılması gerekiyor. 15 ay önce bu kongrede sunulan tebliğlerin konuları ile bugün burada sunulacak olan tebliğlerin konuları arasındaki bir karşılaştırma bile yeterince ilginç olacaktır. Ve bunu yapın.” “Biz uygulamalı sosyal bilimlerde, sosyolojide önemli toplumsal hareket dönemlerini bir fırsat olarak görüyoruz. Bu sosyoloji tarihinde de böyle görülmüştür. Dikkat edilirse en önemli sosyolojik görüşler toplumların önemli anlarını, değişim anlarını yakalayabildikleri zamanlarda ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu coğrafyaların sosyal bilimcileri için de çok zengin bir malzeme bulunuyor şu anda. Yeter ki bunları çalışacak, bunlar üzerinde yoğunlaşacak bilim adamları oluşsun. Ben öncelikle bu değişimin hayırlı olmasını diliyorum. Böyle bir değişimi gerçekleştirme iradesi sergileyen Arap ülkelerinin halklarına en derin hayranlığımı, şükranlarımı ve tebriklerimi bu vesile ile bir defa daha ifade etmek istiyorum.” “Bugün Tahrir ismi batıda da yaşanan özgürlük arayışlarının markası haline geldi. O yüzden Avrupa’da, Amerika’da ve başka yerlerde demokratik taleplerin reddedildiği “Türkiye baştan itibaren Mısır’ın Tahrir’ini gururla izlemiştir. Burada yaşananları gelişmeleri inceledik. Özgürlük meşalesinin bütün ihtişamıyla alev almasından büyük bir sevinç duyuyoruz. Tahrir’de yanan meşalenin halkın iradesi olduğunu çok yakından gördük ve tanıdık. Türkiye’de yaşayan insanların kalbi, o yüzden Tahrir’deki kardeşleri ile beraber atmaktadır. Bu duruş Arap-Türk kardeşliğinin daha da pekişmesi için çok önemli bir vesile olmuştur. Ben özellikle değerli konuklar, Mısır’lı kardeşlerime şu cümlelerle burada bu tarihi Kahire Üniversitesi’nin salonunda seslenmek istiyorum; Tahrir’de başlayan devrim sürecinin Mısır’da insan hak ve hürriyetlerine saygılı demokratik bir nizamın kurulmasıyla sonuçlanması sadece Mısırlı kardeşlerimizin değil, tüm ülkenin geleceğine hizmet edecektir.” “Türkiye olarak din ve dinin hayat verdiği bereketli topraklarda insanlığın kültüre, ilmi, felsefi ve sanatsal dünyasına önemli katkıda bulunan Mısır halkının bu hassas süreci başarıyla tamamlayacağına ve demokratik Mısır’ın daha güçlü daha müreffeh bir ülke haline geleceğine yürekten inanıyoruz.” “Mısır halkının demokrasiye geçiş sürecinden bugüne kadar kaydettiği önemli mesafe bu inancımızı kuvvetlendirmektedir. Bu çerçevede halk ve şura meclisi seçimlerinin başarıyla tamamlanması ve parlamentonun yasama faaliyetlerine başlamasını büyük bir memnuniyetle karşılıyoruz. Yeni anayasa NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 9 yapım çalışmalarında ve cumhurbaşkanlığı seçiminin en kısa sürede gerçekleştirilerek sivil yönetime geçiş sürecinin başarıyla tamamlanmasını temenni ediyoruz. Ve bu sürecin çok uzamaması gerektiğine inanıyoruz. Geçiş sürecinin uzun sürmesi daima özellikle ekonomide sorunları arttırır. Biran önce seçilmiş parlamentonun içinden çıkan yeni hükümetin işbaşı yapması çok büyük önem taşımaktadır.” “Değerli konuklar, Akdeniz Arap ve İslam kültürlerinin buluşma noktası olan Mısır’ın köklü medeniyet mirası, devlet geleneği, çok yönlü ve çok kültürlü yapısı önemli roller üstlenmeye muktedirdir. Bu nedenle Türk ve Mısır dostluğunun önümüzde ki dönemde daha da derinleşmesi ve güçlenmesini arzu ediyoruz.” “G e ç t i ği m i z yıl Sayın Cumhurbaşk anımızın ve Sayın Başbakanımızın Kahire’ye gerçekleştirdikleri başarılı ziyaretler bu arzumuzun Mısırlı kardeşlerimiz tarafından da paylaşıldığını ortaya koymuştur. Türkiye ile Mısır’ın İslam coğrafyasının ve bu bölgenin iki büyük gücü ve devleti bu ikisi arasındaki dostluk ve işbirliği sadece kendi halkımızın değil, Ortadoğu ve Afrika’daki diğer ülkelerin refah, huzur ve istikrarına da katkıda bulunacaktır. Bu bakımdan önümüzdeki dönemde hedeflerimizi yükselterek çalışmalarımızı sürdürmemiz gerekmektedir.” “Sayın Cumhurbaşkanımızın Eylül ayındaki ziyareti sırasında faaliyete geçirdiğimiz Ortak İşbirliği Konseyi bu doğrultuda yeni bir işlev 10 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 görecektir. Türkiye bu güne kadar olduğu gibi gelecekte de Mısır’ın yanında yer almaya, kardeş Mısır halkıyla dayanışma içinde hareket etmeye devam edecektir. Hatta biz şuna inanıyoruz; bundan sonra kardeş Mısır ile aramızdaki ilişkiler daha da gelişecektir. Son 50 yılda maalesef ilişkilerimizde istediğimiz kadar gelişme olmamıştır. Bundan sonra daha yakın bir işbirliği içinde olacağımıza inanıyoruz. Aramızda kardeşlik ve bu süreç içinde, yardımlaşmamızda inşallah artacaktır.” “Değerli kardeşlerim esasen bir şeyi daha burada ifade etmek istiyorum. Türkiye’nin Ak Parti iktidarında geçen son on yıllık dönemi Türk-Arap ilişkilerinin her yönüyle büyük bir ivme kazandığı ve neredeyse yüzyıllık karşılıklı ihmalin yarattığı uzaklaşmaların kapanmaya başladığı bir dönem olmuştur. Ak Parti olarak biz bu ilişkilerin geliştirilmesinin bölgesel değişim, gelişme ve bütünleşmenin sağlanmasında önemli bir rol oynayacağını bildik ve bu ilişkileri geliştirmek için azami gayret sarf ettik. İçinde bulunduğumuz süreçte aynı tarih, medeniyet ve toplumsal kökenlerden gelen Türk ve Arap toplumları olarak hem devletler düzeyindeki ilişkilerin hem de halklar düzeyindeki ilişkilerin çok yönlü gelişmesi bağlamında büyük atılımlar attık.” “Tabi dış müdahaleler, karşılıklı ön yargılar ve en genel deyimiyle söylendiğinde farklı tercihler, yönelimler dolayısıyla oluşan derin kopuş yerini yavaş yavaş tarihsel ve kültürel bütünlüğün yeniden hissedildiği bir buluşma ve kaynaşmaya bırakmaktadır. İşte bu birliktelikler de buna vesile olmaktadır. Bu bakımdan Arap – Türk Sosyal Bilimler Kongresi’nin “Ortadoğu’da değişimin aktörleri olarak sivil toplum teşekkülleri” başlığıyla düzenlenen bu programda söz konusu buluşma ve kaynaşmanın daha kalıcı hale gelmesine yönelik isabetli bir arayış olarak görülmelidir. Tabi ki kongre aynı zamanda her iki toplumun arasındaki birlikteliği sağlamaya dönük çabaları da içermeli ve bu birlikteliğin sağlam temeller üzerine inşa edilmesi için gerekli olan muhtevayı da üretmeye çalışmalıdır.” “Biliyoruz ki dünyadaki değişimde devletler, hükümetler artık tek belirleyici aktörler değildir. Aksine daha az belirleyici aktörlerdir. Ülkeler arasında ilişkilerin geliştirilmesinde hükümetler arasındaki ilişkiler önemli olsa da bunun, halkların kaynaşmasıyla pekiştirilmesi zarureti vardır. Kuşkusuz bu noktadaki en büyük sorumluluk sivil toplum kuruluşlarına bilhassa toplumlar arasında iletişim köprüleri kurmak bakımından sosyal bilimcilere düşmektedir. Ben birinci kongrede de söyledim sosyal bilimlerin, sosyal bilimcilerin gücüne çok inanıyorum. Ve dünyanın değişim tarihine bakarsanız da bunun böyle olduğunu görürsünüz. Bir coğrafyada, bir ülkede yaşayan sosyal bilimcilerin bu manada bir defa daha düşünmeleri ve biraz daha gerçekten aktif duruma gelmeleri gerekmektedir.” “Gerek Arap baharı beklentilerinin yarattığı yeni konjonktür gerekse küresel ölçekte yaşanan değişim süreci karşımıza birçok fırsat alanı çıkarmıştır. Bu süreci bunun için çok dikkatli incelememiz gerekmektedir. Bu yeni risk ve fırsat alanlarını Türk- Arap ülkeleri ve toplumları arasında oluşturabileceği muhtemel avantaj ve dezavantajları da o teknik ve bilimsel yöntemler içinde daha araştırılması, ortaya çıkarılması çok büyük bir ihtiyaçtır. Ve artık bizler aynı medeniyetin mensupları ve tarihin en başat inşa edici özneleri olarak –Türkiye ve Mısır’ı özellikle kastediyorum- pasif bir izleyicilikle yetinemeyiz. Artık sürece doğrudan müdahale yapacak şekilde kendi söylemsel gücümüz açığa çıkartmak zorundayız. Burada tabi sosyal bilimci arkadaşlara şunu ifade etmek istiyorum; hepimizin kaygıları aslında geçen süreç içinde daha çok batılı düşünce kalıpları ve yöntemleriyle kendi sorunlarımıza yaklaştık. Biraz önce burada konuşan Yasin Bey kardeşimin de ifade ettiği gibi kendi coğrafyamıza, kendi şartlarımıza özgü kendi çalışmalarımızla yeni paradigmalar, yeni bakışlar üretmek zorundayız. Sosyal bilimlerin belki geleneksel kuramsal tanımlar içinden biraz çıkarak kendi gerçeklerimizi ön plana getiren ama alanı çok önemseyen yeni çalışmalara ihtiyacımız var. Belki benim kendi gördüğüm İslam ülkelerinde, Ortadoğu ülkelerinde, kendi ülkelerimizde sosyal bilimcilerin çok özgün olamayışında temel bir faktör olarak bunu görebiliriz. Yani verilen hazır kalıpları, teorik kalıpları daima veri olarak alıyoruz. Onun dışına fazla çıkamıyoruz. Hâlbuki daha özgün bir veri üretme çabası içinde olmalıyız.” “Sonuç olarak şunu ifade etmek istiyorum. Bugün bu kongre vesilesiyle büyük bir memnuniyetle şunu görüyorum ki aynı medeniyet havzası içinde yer alıp, aynı dine inanan ve ortak bir geçmişe sahip olan dost ve kardeş ülkeler arasındaki ilişkilerin mümkün olabildiğince ideal bir şekilde gelişmesini sorun edinen coşkulu bir sivil toplumla karşı karşıyayız. Zaten bu bölgede devletlerden ve resmi taleplerden çok halkın talebi vardır. Şimdi siz bu sosyal bilimciler olarak halkın taleplerine tercüman oluyorsunuz. Burada şunu da ifade etmek istiyorum. Birincisinde Arap dünyasından çok katılım vardı. İkincisinde Türkiye’den daha çok katılımın olduğunu görüyorum. Bu çalışmalar sabırla yürütülürse, kurumsallaşırsa sonunda birliktelikleri görürüz ama bunu istikrarla sürdürmek gerekiyor. Ülkeler arasında, bilim adamlarının arasında bağlar gelişiyor. Dolayısıyla her sene istikrarla bu toplantıyı yapmak gerekiyor. Biz inşallah bu toplantının sürekli yapılmasına daima destek olacağız.” “Bu vesileyle ben şunu da ifade edeyim. Bu çalışmalar siyasetçilere yön verecek. Yani siyasetçileri bilgilendirecek. Yani sivil toplum hareketliliği ne kadar fazla olursa bu resmi kuruluşları daha da fazla zorlayacaktır. Ben yine bu vesileyle bu kongreyi düzenleyen Stratejik Düşünce Enstitüsü ile Kahire Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi’ne çok teşekkür ediyorum. Çok hayırlı bir çalışma yürütüyorlar. Beni de her iki toplantıda hem bir siyasetçi olarak hem de bir sosyal bilimci olarak dâhil ettikleri için burada bulunmaktan büyük memnuniyet duyduğumu ifade etmek istiyorum. Ama konuşmamı bitirmeden Türkiye pratiğine de kısaca değinmek istiyorum. Bunu burada sizinle, sosyal bilimcilerle paylaşmaktan büyük bir memnuniyet duyuyorum. Biz Türkiye’de siyaset pratiğini sosyal bilimlerle yürüten bir partiyiz. Mensubu olduğum Ak Parti hükümetlerinde güçlü bir sosyal bilim zeminin olması önemlidir. Biz parti olarak çok araştırma yapıyoruz. Çok sosyolojik analizler yapıyoruz. Toplumsal zeminle partimizin irtibatlarını daima iyi araştırmalarla dizayn ediyoruz. Bunun gibi ciddi ve güçlü bir stratejiyle ancak uzun vadede sonuçlar alıyoruz.” “Bizim partimizin en önemli özelliği hiçbir şeyi tesadüfe bırakmamasıdır. Çok iyi çalışarak, kısa, orta ve uzun vadeli planlar yaparız. Yani mutfağımız iyi çalışır. Ben o mutfağı çok seviyorum. O mutfakta partinin kuruluşundan beri bulundum. Biz şimdi bile her ay Türkiye geneli çok ciddi sosyolojik araştırmalar yapıyoruz. Yaptığımız işlerin hepsini bu vesileyle halkın denetimine tabi tutuyoruz. Ve her şekilde toplumun daha fazla desteğini alıyoruz. Yani bu belki bizim partimizin hem Türkiye’de hem diğer ülkelerde diğerlerinden ayıran en önemli farklardan birisidir. Biz toplumsal nabzı çok iyi tutmaya çalışıyoruz. Sadece toplumsal nabzı değil aynı zamanda kendi medeniyet değerlerimizi, kültür değerlerimizi, kendi geleneklerimizi bölge ülkeleri ile olan ilişkilerimizi çok daha derin analizlerle yürütmeye çalışıyoruz. Hiçbir şeye yüzeysel bakmadık ve bakmıyoruz. Elimizdeki araştırmaların hepsini değerlendiriyoruz. Son olarak bütün içtenliğimle şunu ifade etmek istiyorum değerli kardeşlerim bu coğrafyanın Arap ülkelerindeki Arap baharının getirdiği İslam bölgesindeki sorunların, Filistin, Gazze’deki sorunların ve her yerdeki sorunlarımızın çözülmesinde bu toplantıların ortaya çıkaracağı görüşler, raporlar, analizler yardımcı olacaktır. Ben bir daha size teşekkür ediyorum ve bu toplantının verimli geçmesini diliyorum. Hepinizi en derin saygı ve sevgilerimle selamlıyorum.” NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 11 re ön ayak olan pek çok kimse bu binadan çıkmıştır. Şu anda Türk ve Arap tüm sosyal bilimciler bir araya gelmiş bulunmaktayız. Bölgede ve coğrafyada siyasi değişim ve dönüşümü görüyoruz ve tanıklık ediyoruz. Bu kongreye büyük ümitler bağlanmıştır. Bu kongre daha güzel sonuçların alınmasına katkı sağlayacaktır.” “Kongreye Gazze’den gelip katlıyoruz. Gazze, son 4 günde 29 şehit vermiştir. Biz çok zor durumdayız. Ülkemize uygulanan ambargo devam ediyor. Şu an hayati tüm ihtiyaçlarımız ambargo altındadır. Hepimiz biliyoruz ki Filistin önemli bir derinlik ve anlam taşımaktadır.” 12 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 “Halk Filistin’i özgürleştirmek için sloganlar atıyor. Çalışmalar sayesinde halk sadece devletler düzeyinde değil, STK’lar düzeyinde de çalışıyor.” Dağı; “Hükümet-dışı Kuruluşlar ve Yumuşak Güç”, Prof. Dr. Doğu Ergil; “Demokratikleşme ve Sivil Toplum Kuruluşları” başlıklı sunumlarını yaptılar. “Arap dünyası bilimsel araştırmalar konusunda geri kalmış durumda. Bu geri kalmışlığın üzerinde durulması gerekmektedir. Bilimsel araştırmalar nasıl yatırıma dönüşür bunu konuşmamız gerekmektedir.” Bu yılki kongrede genel olarak, Türk ve Arap dünyasının birbirine bakışı, karşılıklı kamuoyu algısı, sivil toplum hareketleri, medya, vakıflar ve üniversitelerin bu algıda ve ilişkilerdeki rolü tartışıldı. Açılış programında son konuşmayı Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Beşir Atalay yaptı. ATCOSS 2012’ye 20 ülkeden yaklaşık 150 uzman, akademisyen ve gazeteci katılarak sunum yaptı ve dinleyicilerin sorularını cevaplandırdı. Açılış konuşmalarının ardından yapılan açılış panelinde Prof. Dr. Saif El Din Abdulfatah; “Sosyal Bilimlerde Geçiş Dönemleri”, Prof. Dr. İhsan Kongrede üç gün boyunca iki ayrı salonda düzenlenen panellerde şu konular tartışıldı: • Türkiye ve Arap Dünyasında Vakıf ve Eğitim, • Vakıf ve Kalkınma: Tarihsel Perspektifler, • İslami Hareketler ve Reform, • İslami Hareketler: Müslüman Kardeşler ve Selefiler, • Türk Sivil Toplum Kuruluşları ve Siyasi Kalkınma, • Arap Sivil Toplum Örgütleri: Yeni Karmaşık Yönler, • Türkiye’de STK’ların Sosyo-Politik Yönleri, • Sivil Toplum, Kimlik ve Kültür, • İslamcılık ve Laiklik Arasında Si- yasi Hareketler, ATCOSS Resepsiyonu • Mukavemet Grupları: Yeni Bir Anlayış, • Uluslararası İlişkilerde STK’ların Rolü, • Arap ve Türk STK’ları ve Tarihsel İlişkiler, • Mısır Devrimi: Türk Perspektifleri, • Siyasi Aktör Olarak Medya, • Ortadoğu’da Yeni Medya ve Sanal Gerçekliğin Rolü, • Sivil Toplum Kuruluşları ve Yumuşak Güç, • Mısır’da Sosyo-Politik Hareketler ve Devrim, • Gençlik, Kadın ve Değişim, • Üniversiteler, Sosyal Bilimler ve Yeni Roller. 16 Mart 2012 tarihinde Türkiye’nin Kahire Büyükelçiliği’nde Türkiye Cumhuriyeti Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay onuruna bir resepsiyon verildi. Mısır Vakıflar Bakanı Muhammed Abdul Fadil El Kusi’nin de katıldığı resepsiyonda çok sayıda akademisyen ve Mısır’daki Türk işadamları da hazır bulundular. Başbakan Yardımcısı Atalay’ın konuklarla kısa bir sohbet gerçekleştirmesinin akabinde konsolosluk bahçesinde hazırlanan kürsüden Türkiye’nin Kahire Büyükelçisi Hüseyin Avni Bostanlı, Mısır Vakıflar Bakanı Muhammed Abdül Fadil El Kusi ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay tarafından basına ve konuklara çeşitli açıklamalar yapıldı. NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 13 ATCOSS 2012 Kongre Bildirisi telik kuramadığına temas etmiştir. II. Arap Türk Sosyal Bilimler Kongresi (ATCOSS 2012) Kahire Üniversitesi’nde, 17-19 Mart 2012 tarihleri arasında toplanmıştır. “Devlet-dışı Aktörler ve Ortadoğu’nun Sosyal, Ekonomik ve Siyasi Dönüşümü” konusunun tartışıldığı Kongre’ye başta Türkiye ve Mısır’dan olmak üzere 20 ülkeden yaklaşık 150 uzman, akademisyen ve gazeteci katılmıştır. Katılımcılar genel olarak aşağıdaki hususlarda anlaşmıştır: SDE ve Kahire Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi tarafından organize edilen ATCOSS 2012’nin katılımcıları, genel olarak ATCOSS’un kapsamının genişletilerek önümüzdeki yıllarda da toplanmasının önemine ısrarla vurgu yapmıştır. Katılımcılar bugüne kadar Arap ve Türk halklarının birbirleriyle doğrudan ilişki kuramadığını, dolayısıyla bir diğerini yabancı diller üzerinden yapılan yayınlarla tanıdığına dikkat çekmiştir. Katılımcılar, büyük oranda aynı coğrafyada, komşu devletlerin sınırları içinde yaşayan Arap ve Türklerin ortak tarih ve geleneklerine rağmen istenilen düzeyde birlik- 14 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 ATCOSS 2012, son zamanlarda özellikle Arap ülkelerinde yaşanan ve Arap Baharı olarak tanımlanan toplumsal hareketlerin bir devrim olarak önplana çıkan boyutunu, farklı disiplin ve perspektiflerden hareketle değerlendirme imkânı oluşturmuştur. Ayrıca Türkiye’de yaşanan sosyo-politik gelişme ve değişimler de kongrede ele alınmıştır. Hükümet-dışı kuruluşlar değişime yol açtı. Ancak ortaya çıkan değişim büyük açmazlar (tahaddiyat) yarattı. Hükümet-dışı kuruluşlar var olan kurumları da devreye sokacak açılımlar getirmeli ve toplumlarımızı ve bölgeyi reforme etmeye çalışmalıdır. Kongrede Türk ve Arap toplumları arasında bu çerçevede çok çeşitli karşılaştırmalar yapılmıştır. Arap ülkelerinde yaşanan gelişmeler, yine söz konusu ülkelerin akademisyenleri tarafından bu ülkelerin tarihsel- kültürel ve sosyolojik dinamiklerinden hareketle değerlendirilmiştir. Bu anlamda, ATCOSS sosyal bilimlerde Avrupa merkezci perspektifin dışına çıkılabileceğinin önemli bir göstergesidir. Bölgemizde ve bölgeyi daha iyi anlamak için farklı perspektifler, yöntemler ve kavramlar ortaya koyarak ortak bir akademik topluluk oluşturmayı amaçlamaktayız. Bu kongrenin istikrarlı bir şekilde devam etmesi, 20. Yüzyıl’daki oryantalist bakış açısıyla şekillenmiş olan İslam dünyasının 21. Yüzyıl’da artık kendi toplumsal perspektifini kavrama ve kavramsallaştırma imkânını yine kendi iradesiyle yapabilmesi açısından belirgin bir işleve sahip olacaktır. ATCOSS 2012, sosyal bilimlerin bölge ülkeleri için ne kadar önem arz ettiğini tekrar ortaya koymuştur. Söz konusu ülkelerde yaşanan toplumsal değişimler bağlamında toplumsal taleplerin hangi noktalarda yoğunlaştığının anlaşılmasına katkı sağlamıştır. Bu konferansı başarılı bir başlangıç sayarak ortak medeniyetten geldiğimiz ortaklarla 3. ATCOSS’u sabırsızlıkla bekliyoruz. Tahrir’den Siyaset Notları Birinci kongrenin sonunda ikincisinin konusunu “Ortadoğu’da değişimin hükümet-dışı aktörleri” olarak belirlemiştik. ATCOSS 2010’dan sadece bir ay sonra Arap dünyasında bir devrimler dizisinin arka arkaya geleceğini hiç kimse tahmin edemiyordu. Tam da sözkonusu etmek istediğimiz o aktörlerin aradan geçen kısa bir süre içinde tarihe bu kadar çabuk ve bu kadar belirleyici bir müdahalede bulunacaklarını hiç hesaba katmamıştık. İ lkini yaklaşık 15 ay kadar önce Ankara’da, Arap dünyasından 200’e yakın akademisyenin katılımıyla gerçekleştirdiğimiz Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi’nin (ATCOSS) ikincisi Kahire Üniversitesi’nde gerçekleştirildi. Kongrenin açılış konuşmaları, Amerikan Devlet Başkanı Obama’nın konuşma yapmasından sonra Mısırlılar tarafından Obama Hall olarak anılmaya başlanan tarihi Kahire Üniversitesi Konferans Salonunda yapıldı. Mısır Bilim Bakanı Prof. Nadia Zakhary, Filistin Kültür ve Spor Bakanı Muhammed el-Medhun ve Başbakan Yardımcısı Prof. Beşir Atalay da birer açılış konuşması yaptılar. Yine aynı salonda düzenlenen konsept panelinin konuşmacıları ise Prof. Dr. İhsan Dağı, Prof. Dr. Seyfeddin Abdülfettah, Prof. Dr. Behij Mula Huech ve Prof. Dr. Doğu Ergil oldu. 3 bin kişilik salon doldu- Yasin AKTAY* rulamadı ancak konferansa akademisyen ve öğrenciler büyük bir ilgi gösterdi. ATCOSS düşüncesi, Kahire Üniversitesi’nden siyaset bilimciler Prof. Nadia Mustafa ve Pakinam El-Sharkawy ile Osmangazi Üniversitesi’nden Doç. Ahmet Uysal’la birlikte, oryantalist veya neo-oryantalist yaklaşımlardan özgürleşebilmiş bir sosyal bilim ihtiyacı, Arap ve Türk sosyal bilimcilerin birbirlerini daha dolaysız tanıyıp anlayabilecekleri, hatta sosyal bilimler alanında birbirleriyle daha tanışık bakış açıları geliştirme ihtiyacı üzerine yaptığımız uzun mülahazalardan sonra oluşmuştu. İki sene kadar önce Stratejik Düşünce Enstitüsü bünyesinde Kongre’nin sekretaryasını oluşturarak işe koyulduk. 2010 yılının Aralık ayında ilkini NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 15 İslam toplumları üzerine şimdi yapılmakta olan yığınla çalışma çok iyi niyetle yapılıyor da olsa gelip İslam ve şiddet arasındaki ilişki üzerinde veya İslam ve demokrasi, İslam ve insan hakları arasındaki ilişkiler üzerinde duruyor. Ankara’da gerçekleştirmek nasip oldu. Birinci Kongrenin başlığı sözkonusu paradigma ve bakış açılarından kaynaklanan sorunlara odaklanmak üzere “Kültür ve Orta Doğu Çalışmaları” olarak seçilmişti. Sunulan tebliğlerden yapılan bir seçme, iki cildi Arapça bir cildi Türkçe, bir cildi de İngilizce olmak üzere şimdiden hatırı sayılır bir literatüre dönüştü bile. Kahire’de düzenlenen ikinci ATCOSS ile birincisi arasında geçen süre sadece 15 ay. Ama her iki kongreye açılış konuşması yaparak katılan ve kongre sürecini başından itibaren ilgi ve destekle takip eden Başbakan Yardımcısı Prof. Beşir Atalay’ın bu seferki açılış konuşmasındaki sözleri ATCOSS süreci hakkında çarpıcı bir tespit niteliğindeydi: “Dönüp şöyle hızla bir baktığımızda, iki kongre arasında sadece 15 ay geçmiş ama bu esnada ne kadar büyük değişimler yaşandığını hep beraber görüyoruz. Doğrusu bu açıdan baktığımızda bu sosyal bilim kongresinin tarihe tanıklık etme şansını yakalamış olmasından dolayı ne kadar mükemmel bir zamanlamaya denk düştüğünü de görüyoruz. Tarihin bu kadar yakınına yaklaşmak ve tarihsel değişimin tam ortasından olaylara tanık olmak, her sosyal bilimciye hele her sosyal bilim kongresine nasip olmuyor. 16 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 Bu iki kongre arasında Arap dünyası ve bölgemiz çok köklü bir değişim sürecinden geçmiş. Bugün Arap dünyasında şu son 15 ay içinde yaşananların sosyolojisini yapmak bile başlı başına önemli bir iş. 15 ay önce bu kongrede sunulan tebliğlerin konuları ile bugün burada sunulacak olan tebliğlerin konuları arasındaki bir karşılaştırma bile yeterince ilginç olacaktır.” Tahrir’in dünya tarihinin tam merkezine oturduğu bu esnada sürecin aktörleriyle bir sosyal bilim kongresi düzenliyor olmak tam anlamıyla Atalay’ın dediği gibi tarihe doğrudan katılım gibi oluyor. Birinci kongrenin sonunda İkincisinin konusunu “Ortadoğu’da değişimin hükümet-dışı aktörleri” olarak belirlemiştik. ATCOSS 2010’dan sadece bir ay sonra Arap dünyasında bir devrimler dizisinin arka arkaya geleceğini hiç kimse tahmin edemiyordu. Tam da sözkonusu etmek istediğimiz o aktörlerin aradan geçen kısa bir süre içinde tarihe bu kadar çabuk ve bu kadar belirleyici bir müdahalede bulunacaklarını hiç hesaba katmamıştık. Ancak bir değişim talebi, arzusu, iştiyakı kendini o zaman bile hissettiriyordu. Mısır, Tunus ve Libya’dan katılımcıların hepsi kendi ülkelerindeki demokrasi açığını fazlasıyla vurguluyorlardı. Hepsinde açık bir arayışın izleri görünüyordu. Yönetimlerin devredilebilirliği, hesap verebilirliği, hukukun üstünlüğü, demokrasinin önemi, yönetimde ve toplumsal ilişkilerde yozlaşmanın tehlikeli boyutları üzerine bir dizi tebliğ dinledik o zaman. Bütün bu tebliğler aslında her biri kendi ülkelerinde bir değişimi özlerken aynı zamanda bu değişimi, bu arayışı haber de veriyordu. Çoğu akademisyen gibi ben de Atalay’ın bu karşılaştırmasına epeyce kafayı taktım. Hızlı bir karşılaştırmayla şu gözlemlerimi aktarabili- rim: 15 ay önce Ankara’da Arap kesiminden dinlediğimiz tebliğlerde biraz daha büyük ama hayata biraz zor değen konular vardı. Güçlü bir yolsuzluk, diktatörlük, hukukta keyfilik eleştirisi vardı ama bu eleştirilerin içine sinmiş açık bir karamsarlık ve umutsuzluk da vardı. Konuşmaların büyük çoğunluğunda Türkiye’de AK Parti’nin Türkiye’de başarmış olduklarına açık bir gıpta ve hayranlık içeren temalar vardı. Oysa ikinci kongrede giderek daha somut konulara odaklanılmış olduğunu görüyoruz. Yolsuzluk yine bir eleştiri konusu ama bu sefer yolsuzluğun üstesinden nasıl gelinebileceği yönünde somut proje arayışları veya çözümlemeleri var. Ağırlıklı soru geçiş dönemini yaşamakta olan devrim ülkelerinde yaşanmakta olan somut sorunlara sosyal bilimcilerin ne tür somut katkılarda bulunacağı sorusu olarak beliriyor. Geçiş döneminin aydınlarının özel sorumlulukları olduğunun altı çiziliyor. Güvenlik sorunu, hukukun üstünlüğünün tesisi, eski yönetim elitlerinin değişime karşı direnişinin nasıl kırılacağı gibi hususlar yine önemli sorulardan. Önceki kongrede Ak Parti’nin başarısına olan hayranlık yine devam ediyorsa da kuru hayranlığın yerini şimdi AK Parti tecrübesinin kendi gerçeklerine ne kadar uyduğu ve o tecrübeden ne şekilde yararlanılabileceği yönünde sorgusuz sualsiz olmayan, daha gerçekçi değerlendirmeler yapılıyor. Sosyal Bilimcilerin Özel Sorumluluğu Yine açılış konuşmasında Kahire Üniversitesi Siyaset Bilimi Öğretim üyesi Prof. Seyfettin Abdülfettah tarihe tanıklık eden bu sosyal bilimcilere özel bir sorumluluk da düştüğünü ifade etti. Geçiş dönemi sosyal bilimcilerin ele aldıkları konularda kendi toplumlarına karşı mutlaka incelemeyi seçecekleri konulardan başlayarak özel bir sorumlulukları Bu boşlukta batılı bilim dünyasının doğu ve İslam hakkındaki bilgi üretimi devam etmiştir, çünkü bu topraklardaki güç hegemonyaları hiç yok olmadı. Yine “bilgi” ve “iktidar” arasındaki denklem işlemeye devam etti var. Tanıklık etmek sorumluluğu da beraberinde getirir çünkü. Birinci Kongrede, İslam dünyasının şimdiye kadar sosyal bilimin sadece nesnesi olduğunun altı çizildi. Hakkında bilim yapılan, hakkında yapılan bilim üzerinden tanımlanan ve tanımlandığı ölçüde de üzerinde söylemsel de olsa bir iktidar kurulabilen bir dünya oldu İslam dünyası. Sosyal bilimlerde ve giderek bütün literatürde adına “Ortadoğu” dendi. Bu isim bizzat Müslüman toplumlar tarafından da benimsendi. Oysa kimin doğusuydu, kimin orta doğusuydu Müslüman coğrafya? Bunu Müslüman sosyal bilimciler yetiştikçe sorma imkânı bulunabildi. Aynı toplumlara “gelişmekte olan ülkeler”, “geri kalmış ülkeler”, “tarihsiz toplumlar”, “tarihe geç kalmış toplumlar”, “sivil toplumu olmayan, devrimler yaşayamayan, kaderci ve kaderine razı toplumlar” da denildi. bir bakıma İslam dünyasının epey zamandır bir şiddet sarmalına yakalanmış olduğu doğru, ama bu sarmalın nereden kaynaklandığı da doğrusu bir sır değil. Bütün bu tanımlar ve tasvirler bir yandan İslam toplumlarını, Türk toplumunu, Arap toplumlarını basitçe tasvir etmiyordu, inşa da ediyordu, tanımlarken kurguluyordu. Yani olanı olduğu gibi resmetmiyordu biraz da olmasını istediği şeyi ifade ediyordu. Kolonyalizmin İslam dünyasındaki varlığı son iki yüzyıldır hiç eksik olmadı. Kolonyalizmin başlangıç zamanlarında İslam toplumları hakkında üretilen bilginin nasıl bir oryantalist literatür oluşturduğunu artık hepimiz daha iyi biliyoruz. Post kolonyal dönemde ise İslam toplumlarının kendi bilgi paradigmalarını geliştirmekte yeterince atak davranmış olduğunu söylemek mümkün değil. Aslında biraz da bu halleriyle, yani kaderci ve kaderine razı halleriyle, tarihsiz ve geri kalmışlığıyla daha sempatik geliyordu, çünkü hem yönetilmeye daha uygun oluyorlardı, hem de bu halleriyle biraz “egzotik” görünüyorlardı. Ancak Müslüman toplumlar itirazlarını yükseltip daha onurlu, daha bağımsız hareket etme iradesi gösterdikçe sevimsizleşmeye başladılar. Tam da bu noktadan itibaren, İslam ile şiddet arasındaki tuhaf ilişkiler yeni sosyal bilim araştırmalarının konusu olmaya başladı. Bir kez daha İslam tanımlanmaya, Müslümanlar bir kalıba sığdırılmaya çalışılmaya başlandı. İslam toplumları üzerine şimdi yapılmakta olan yığınla çalışma çok iyi niyetle yapılıyor da olsa gelip İslam ve şiddet arasındaki ilişki üzerinde veya İslam ve demokrasi, İslam ve insan hakları arasındaki ilişkiler üzerinde duruyor. Gerçi Bu boşlukta batılı bilim dünyasının doğu ve İslam hakkındaki bilgi üretimi devam etmiştir, çünkü bu topraklardaki güç hegemonyaları hiç yok olmadı. Yine “bilgi” ve “iktidar” arasındaki denklem işlemeye devam etti ve Edward Said’in ünlü deyişiyle “Ortadoğu’nun Ortadoğululaşma” süreci hız kesmeden devam etti. Bugün Ortadoğu’nun kendisi hakkındaki bilgiyi üretme konusundaki gereklilik daha acil bir hale gelmiştir. Sonuçları akademik dünyadan nispeten daha hızlı alınan medya dünyasındaki değişimin bugün Ortadoğu toplumlarında nasıl bir bilinç dönüşümüne ve toplumsal değişime yol açıyor olduğunu hep birlikte gözlemliyoruz. NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 17 Sonuçları akademik dünyadan nispeten daha hızlı alınan medya dünyasındaki değişimin bugün Ortadoğu toplumlarında nasıl bir bilinç dönüşümüne ve toplumsal değişime yol açıyor olduğunu hep birlikte gözlemliyoruz. Bir Model Olarak Kahire Trafiği Ortadoğu’daki dönüşümün belirgin aktörleri arasında özel bir yeri olan bu dünyaya Kahire sokaklarından da bakmak gerekiyor. Trafiğe bakacak olursak hiçbir değişiklik olmadığını söyleyebiliriz. Eskiden de alabildiğine seri ve görünürde kaotik gibi işleyen bir trafik var ama bu kaotik görüntünün arkasında herkesin herkese karşı kendini çok hızla ayarlayabildiği, olağanüstü güçlü reflekslerle çalışan bir düzen var. Çok az noktada ışık olduğu halde kavşaklarda uzun sürelerde aşılamayan tıkanıklıklar oluşmuyor. Trafiğin bu şekline Mısır’ın siyasi ve toplumsal yapısı için bir model-metafor olarak başvurulabiliyor. Devrim sonrası bütün siyasi çevrelerin en önemli konuları ekonomi 18 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 ve güvenlik konularına odaklanmış durumda. Siyasi rejimin özellikle din-devlet ilişkileriyle ilgili boyutları üzerinde zımnen bir mutabakata varılmış görünüyor, çünkü İhvan destekli Hürriyet ve Adalet Partisi ile Selefilerin Nur Partisi’nin oyların yüzde 75’ine yakınını almasıyla birlikte Mısır’ın bir İslam devleti olması ve İslam hukukunun yasamanın kaynağı olması hususları üzerindeki tartışma bitmiş gibi görünüyor. Tartışma o yüzden, daha ziyade İslam hukukunun insan hakları, özgürlükler ve demokrasinin gerekleri hususunda ne tür imkânlar içerdiği üzerinde yoğunlaşıyor. Bu konuda yapılan tartışmalar ve ortaya konulan görüşler İslam siyaset felsefesi açısından yeni söylem ve içtihatlar ortaya çıkaracak görünüyor. Mısır’da devrim sonrası siyasi durumda yavaş da olsa işleyen bir takvim var. Ancak takvimin uzun süreye yayılmışlığı belirsizlik duygusunu da artırıyor. Anayasa henüz hazırlanmış değil. O yüzden Kasım ayının sonlarında başlayıp Ocak ayının ortasına doğru sonuçlanan seçimlerle bir parlamento oluşmuş ama bu parlamentonun henüz ne yetkileri belli ne de hükümetle ilişkileri. Seçimler olduğu halde hâlâ askerin belirlemiş olduğu hükümet işbaşında. Askerinse hükümetle, ekonomiyle ve genel olarak toplumla ilişkilerinde yapısal bir değişiklik yok, ama bütün bu alanlarda- ki rolleri yüksek sesle sorgulanıyor ve devrimin, ancak askerin de belli bir çizgiye çekilmesiyle tamamına ereceği ifade ediliyor. Devrim’de Türkiye Modeli Tahrir meydanındaki çadırlarında konuştuğumuz devrimcilerden biri Başbakan Erdoğan’ın Mısır ziyaretinde başlattığı laiklik tartışmasına atıfla “bize laiklik din-devlet ilişkilerinde değil, asker-devlet ilişkilerinde lazım” dedi. Gerçekten de Türkiye modeli deyimi ne kadar tartışmalı olsa da yapılması gereken bütün tartışmalarda bu model bir şekilde hatırlanıyor ve Türkiye’nin model olma keyfiyeti en çok da asker-sivil ilişkileri sözkonusu olduğunda tartışmasızca ifade ediliyor. Birçok konuda olduğu gibi bu konuda da Erdoğan’ın askerleri sivil iradeye tabi kılmış olması onun liderliğinin en önemli özelliklerinden bir olarak değerlendiriliyor. Mayıs ayında başlayacak olan başkanlık yarışında adaylar giderek netleşiyor. Amr Musa ve Muhammed Baradey’in dışında adaylığını açıkladığı için İhvan’dan ayrılan Abdulmunim Ebu’l-Futuh ile Selefilerin adayı Hazım Salah Ebu İsmail’in isimleri öne çıkıyor. Kongrenin toplantılarını düzenlediğimiz Kahire Üniversitesinin İktisat bölümünün alt katında kampüs bahçesinden başlayan yoğun bir Türkiye modeli deyimi ne kadar tartışmalı olsa da yapılması gereken bütün tartışmalarda bu model bir şekilde hatırlanıyor ve Türkiye’nin model olma keyfiyeti en çok da askersivil ilişkileri söz konusu olduğunda tartışmasızca ifade ediliyor. hareketlilik vardı. Nedeni üç yüz kişilik amfide Abdulmunim Ebu’lFutuh’un üniversite öğrencileriyle buluşarak bir konuşma yapacak olmasıydı. Salonda iğne atılsa yere düşmeyecek bir kalabalık var ve daha büyük bir kalabalık da konuşmayı dışarıdaki ekranlardan izlemek zorunda kaldı. Bir saat süren konuşmasını dinleme fırsatı bulduğumuz Ebu’l-Futuh’un konuşmasının içeriğine girecek yerimiz yok ama şahsı için şu kadarını söyleyelim: Kesinlikle liderlik vasfı var, yüksek bir hitabet yeteneği, geniş bir vizyonu ve başta gençler olmak üzerinde halkın farklı kesimleri arasında da güçlü bir kabulü var. Mısır’da devrim sonrası kendini hissettiren en önemli iki sorun ekonomi ve güvenlik konusu. Ekonomi zaten eskiden de çok iyi değildi ki, halk kitlelerini ayaklanmaya ikna eden en önemli nedenlerden biriydi. Ancak devrimden sonra güvenlik konusunda ciddi bir başıbozukluk olduğu ve bunun halk kesiminde ciddi bir tedirginlik yarattığı görülüyor. Siyasal parti ve söylemlerin de giderek somut çözümleri üzerinde yoğunlaşmayı seçtikleri iki önemli konu bunlar. Bu konuda Kahire Üniversitesi Siyaset Bilimi Öğretim üyesi Prof. Seyfetttin Abdülfettah’ın değerlendir- meleri çok ilginçti: “Şimdiye kadar Mısır güvenlik güçlerinin önemsedikleri ve uzmanlaştıkları tek konu rejimin korunmasıydı. Mübarek rejimi ortadan kalktığında güvenlik güçleri ne yapacaklarını şaşırdılar çünkü halkı korumak, halkın güvenliğini sağlamak gibi bir uzmanlık geliştirmiş değildiler. Bu da ciddi bir iç güvenlik boşluğu yaratıyor.” Gerçekten de Arap Baharı denilen sürecin toplamı biraz da kendi halklarına karşı rejimlerini koruyan muhaberat rejimlerinin çöküşü değil mi? Seyfettin Abdülfettah İslami bir perspektiften bir devletin en önemli iki vasfını Kur’an-ı Kerim’den Kureyş suresine atıfla formüle ediyor: “Açlığı gidermek ve emniyeti sağlamak”. Bugün İslamcı partilerin Mısır’daki öncelikli iki konusu da bunlar görünüyor. Sanal Dünya ve Devrim Devletlerin toplumsal değişim süreçlerinde tek hatta en belirleyici aktör sayılmaması artık genel bir kabul görmüş durumda. Küreselleşme süreci yeni aktörlerin önünü açıyor. Ancak Küreselleşmenin kendisinin burada bir “aktör” olarak değil bir “faktör” olarak çalışıyor olduğunu ayırt etmek önemli. Genellikle bu ikisini birbirine karıştır- manın olup bitenleri ıskalamak ve siyasal anlamda türlü savrulmalar yaşamak gibi bir maliyeti olabiliyor. Bir faktör olarak işleyen tarihsel gelişme veya sonuçları bir siyasal aktör gibi algılamak ve yel değirmenleriyle savaşmak gibi bir siyasi atalete veya münasebetsizliğe sürükleyebiliyor. Bu nedenle aktör ve faktör değerlendirmelerinin birbirine karışma ihtimalinin bulunduğu durumları iyi analiz etmek gerekiyor. Mesela medya bugün Ortadoğu’da yaşanmakta olan dönüşümün neresinde duruyor? Açık bir gerçek ki, medya süreç içinde giderek daha fazla değişmekte ve kendi içinde çeşitlenmektedir. Doksanlı yılların başlarına kadar en iyi ihtimalle devlet güdümündeki televizyonlara ve yine devlet gözetiminde çıkmakta olan gazetelerin oynadığı medya rolü başkaydı. Bugün ise uydu anten sistemi ile internet medyasının açtığı yeni ufuklar, medyayı sosyal değişimin en önemli etkenleri arasına koydu. Üstelik bu medya düzenine girmek alabildiğine kolay. Eskiden son derece dar olan bir televizyon eliti bugün alabildiğine büyümüş ve bu sektörde çalışan insanların sayısı bir hayli önemli bir rakama ulaşmıştır. Bugün Türkiye’de hemen her ilin en az bir TV kanalı ve birçok radyosu var. Bu ortamlarda istihdam NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 19 Devrimin ardında sürekli başka güçler, bilhassa Batılı güçler (ABD, AB) aramak, insanların kendi başlarına bir şey yapamayacaklarına ve ne olup bitiyorsa her şeyin ardında bir üstün batılı olduğu yönünde batıl bir itikada dayanıyor. edilen insanların toplamı önemli bir tabaka oluşturuyor. Bu tabakadaki insanların önemli bir kısmı her gün ülkede cereyan eden olaylarla ilgili kendi görüşlerini ifade etme ve kamuoyunu etkileme imkânına sahipler. İnternet ise basit bir erişimi olan herkesin girebildiği bir alan. Bu alan kamuoyunun şekillenmesinde ve giderek politikaların belirlenmesinde hiç hesapta olmayan birilerinin sahneye destursuz bir biçimde girebilmesine imkân vermektedir. İnternet ortamı, sosyal medya ortamları sadece yeni sosyalizasyon kanallarının açılmasına yol açmıyor, aynı zamanda toplumsal değişimde bir aktör olma şansını herkesin önüne bir imkân olarak açıyor. Matbaanın icadı Avrupa’dan başlayarak okuryazarlığın kitlelere ulaşmasını, oradan da eskiye nazaran çok daha kalabalık kesimlerin tartışmaya dâhil olmalarını sağladıysa, bugün çok daha büyük çaplı bir devrim, internetin yaygınlaşması sayesinde mümkün olabilmektedir. İnternet böylece önemli bir kamusal alan işlevini yerine getirmektedir. Sözün burasında, internetin nasıl bir kamusal alan olduğunu ve değişim sürecinde nasıl bir rol oynadığını doğru anlamalıyız. Arap baharı sürecinde sıkça duyduğumuz 20 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 bir değerlendirme, devrimlerin internet tarafından, bilhassa sosyal medya ağları, Facebook ve Twitter tarafından yapıldığıdır. Basit bir gramer hatası veya dil sürçmesi olarak geçiştirilebilecek türden bir iddia olarak kalmadı üstelik. İnternet Bir Medya, Devrim İse İradedir Açıkçası, internetin veya söz konusu medya ağlarının devrimdeki rolünü gereğinden fazla vurgulamak devrimin ardındaki sosyolojiyi ihmal etmeye yol açmaktadır. Ayrıca internet, teknolojinin bir simgesi olarak kullanıldığından bu tür açıklamalar “devrimin ardında batılı güçler var” demenin başka bir ifadesi olmaktadır. Bu da doğuluların kendi başlarına devrim yapamayacaklarını ve bir devrim varsa bunun mutlaka batıdan geldiğini söyleyen batı-merkezli bir varsayımı tekrarlamış oluyor. Oysa internet bir medyadır, devrim ise bir iradedir. Bu iradeyi sergileyecek etiyle kemiğiyle bir halk iradesi (eşşa’b yurid!) olmasa hiçbir teknoloji fayda etmez. Doğrusu yine devrimin başından itibaren duyduğumuz daha basit bir açıklamanın biraz daha karmaşık bir biçimidir bu. Devrimin ardında sürekli başka güçler, bilhassa Batılı güçler (ABD, AB) aramak, insanların kendi başlarına bir şey yapamayacaklarına ve ne olup bitiyorsa her şeyin ardında bir üstün batılı olduğu yönünde batıl bir itikada dayanıyor. Esasen sosyal bilimlerde her şeyi önceden tedbir ve idare eden bu kadar büyük bir güç vehmetmek eşyanın tabiatına aykırıdır. Ayrıca böyle bir tasavvur İslam itikadına da aykırıdır. Zira bu kadar büyük bir güç vehmetmek bir tür kadercilik de üretiyor ve insanın sosyal hadiselerde bir aktör, bir fail olma gücünü de tüketiyor. Nasıl olsa her şey bir “büyük güç” tarafından yapılıyor olduğuna göre bizim hiçbir şey yapmamıza gerek yok. Nasıl olsa ne yaparsak yapalım o büyük gücün büyük hesabına alet olmaktan başka bir şey yapmış olamayız. Oysa gerçek anlamda değişim için gerekli olan en önemli şey iradedir ve irade insanı insan yapan en önemli özelliktir. Ve insan iradesinin değiştirmeyeceği hiç bir şey yoktur. Yüce Allah’ın buyurduğu gibi “bir kavim kendi nefsinde olanı değiştirmedikçe Allah onu değiştirecek değildir”. ATCOSS 2012’nin alt konusunu o yüzden “değişimin aktörleri” koymayı tercih ettik. Bununla aslında hem sosyal bilimlerde var olan ve toplumların iradesini küçümseyen yaklaşımları sorgulamayı hedefledik. Hem de değişimin daha küçük aktörlerinin, yani Allah’ın verdiği iradeyi kullanabilen aktörlerin ne kadar belirleyici olabildiğini konuşmak istedik. Bu konuyu belirlediğimizde daha devrim olmamıştı. Devrim çok şükür bu düşüncemize, çok erken bir biçimde olumlu bir karşılık vermiş oldu. Gerçekten kendini değiştirmeye azmeden o küçük aktörlerin nasıl da “asıl” belirleyici aktörlere dönüşebildiğini gösterdi. Böylece kendinde olanı değiştiren bir kavmi Allah’ın nasıl değiştirdiğine de aynelyakin şahit olduk. Üç gün devam eden kongrede sunulan yüzün üstünde tebliğde bu sürece adeta tanıklık edildi. ATCOSS’un ikincisine kadar geçen 15 aylık sürede Arap ve Türk sosyal bilimciler arasında daha şimdiden alabildiğine yoğun ilişkiler gelişti. Üç-dört günlük bir kongre, yeterince tanışıp kaynaşmaya, ahbaplık kurmaya elverişli bir süre. Daha şimdiden bu ilişkilerin bereketini istihsal etmeye başladığımızı rahatlıkla söyleyebiliriz. SDE Başkanı, Prof. Dr. * Tahrir Ruhu Kalıcı Olabilecek mi? Devrimi yapanların temel amacı ve beklentisi demokratik bir siyasal sisteme kavuşmaktır. Bazılarının Arap baharı bazılarının Arap uyanışı olarak adlandırdıkları bu süreç, Arap dünyasındaki sıradan insanı siyasetin temel öznesi haline getirmektedir ki, esasen “Tahrir meydanı” aforizmasına tılsımlı bir güç katan şey de burada yatmaktadır. O rtadoğu’yu bir yıldır kasıp kavuran siyasal değişim ve dönüşümü en kestirme biçimde anlatan anahtar kavramların başında Tahrir Meydanı geliyor. Tahrir ruhu, tahrir devrimi, tahrir modeli, tahrir kıyamı gibi ifadelerin ortak noktası, vatandaşların kitlesel, yaygın ve kesintisiz sokak eylemleri yoluyla uzun süredir iktidarda bulunan otoriter liderlerin işbaşından uzaklaştırılmasıdır. Devrimi yapanların temel amacı ve beklentisi ise demokratik bir siyasal sisteme kavuşmalarıdır. Bazılarının Arap Baharı bazılarının Arap uyanışı olarak adlandırdıkları bu süreç, Arap dünyasındaki sıradan insanı siyasetin temel öznesi haline getirmektedir ki, esasen “Tahrir meydanı” aforizmasına tılsımlı bir güç katan şey de burada yatmaktadır. Yıllardır bastırılmış, dışlanmış ve marjinalleştirilmiş sıradan insanları devrimci aktörler haline getiren Tahrir ruhunun etkisi yalnızca Arap sokaklarıyla sınırlı kalmıyor. Bu heyecan dalgası bu- Birol AKGÜN* gün gelişmiş Avrupa ülkelerinde ve ABD’de yaşanan derin ekonomik krize karşı ayaklanan kitleleri de etkilemektedir. Özellikle sıradan insanın haklarını değil, dev holdinglerin çıkarlarını önceleyen finans kapital tekeline karşı çıkanların geliştirdiği “Wall Street’i işgal et” sloganı, doğrudan doğruya Tahrir hareketine yön veren baskıya direniş ruhunun batıdaki yansıması olarak okunabilir. Stratejik Düşünce Enstitüsü ve Kahire Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi tarafından ikincisi düzenlenen Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi (ATCOSS) için, kalabalık bir Türk heyetiyle birlikte 16-20 Mart tarihleri arasında Kahire’de geçirdiğimiz birkaç günlük sürede Tahrir meydanında yaşananları ve yaşanmakta olanları yakından gözleme imkânımız oldu. Konferansın ilki 2010 sonbaharında Ankara’da yapılmıştı ve geliyorum diyen Arap devrimlerinin ipuçları o toplantıda NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 21 Bu devrimler, İslam topraklarındaki kolonyalizmin son kalıntılarının ortadan kaldırılmasını ifade etmektedir. ATCOSS gibi toplantılar ise İslam toplumlarının sosyal bilimlerin nesnesi olmaktan çıkıp artık öznesi olmaya geçişini simgelemektedir. hissediliyordu. Şimdi sivil halkın şiddete dayanmadan başardıkları devrimin birinci yılında Ortadoğu’nun farklı ülkelerinden gelen katılımcılar Ortadoğu’nun sosyal, kültürel ve siyasi dönüşümündeki devlet dışı aktörlerin rolünü tartıştılar. Özellikle açılış oturumunda Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’ın yaptığı konuşma siyasi kimliğinin ötesinde çok derinlikli bir sosyolojik bakış açısını yansıtıyordu. Atalay, kadim bir medeniyetin başkenti olan Kahire’deki bu toplantıyı tarihe tanıklık eden şanslı insanların bir araya gelmesi olarak niteledi. En önemli sosyal teorilerin tarihteki büyük sosyolojik dönüşüm dönemlerinde ortaya çıktığını söyleyen Atalay, bugünkü devrimci sürecin bu anlamda sosyal bilimciler için inanılmaz bir sosyal laboratuar işlevi gördüğünü ifade etti ve Mısır’ın Tahrir olayı ile birlikte tarih sahnesine muhte- şem bir dönüş yaptığını söyledi. Açılış konuşmalarında sık sık vurgulanan bir diğer gerçek ise şuydu: Tahrir meydanı gibi olaylar sayesinde Arap ülkeleri ve İslam toplumları artık kendi kaderlerini kendi iradeleriyle inşa edeceklerini tüm dünyaya gösteriyorlardı. Bir anlamda bu devrimler, İslam topraklarındaki kolonyalizmin son kalıntılarının ortadan kaldırılmasını ifade etmektedir. ATCOSS gibi toplantılar ise İslam toplumlarının sosyal bilimlerin nesnesi olmaktan çıkıp artık öznesi olmaya geçişini simgelemektedir. Çünkü on yıllardır oryantalizmin bakış açısıyla kendi toplumlarını analiz eden ve aslında kendi toplumlarına yabancılaşmış entelektüeller yerine, ilk kez bu toplumlara içeriden ve bağımsız biçimde bakabilen bilim adamlarının bir araya gelebildiği platformlar oluşturuluyor. ATCOSS oturumlarında da sık sık vurgulandığı gibi, halkların siyasi hegemonyadan kurtulması kadar önemli olan şey İslam toplumlarının zihinleri üzerindeki hegemonyalar- dan da kurtulmalarıdır. Bu anlamda Kahire’deki ikinci ATCOSS toplantısı belki de entelektüel tarihe, “oryantalizmin sonunun” ilan edildiği bir toplantı olarak geçecektir. En azından bizim için böyle olduğuna hiç şüphe yok. Geçiş Sürecinde Mısır Mısır devrimi elbette pek çok insanın (bin civarında şehit) canı ve kanı pahasına gerçekleştirildi. Halkın ve özellikle nüfusun %60’ını oluşturan Mısır gençliğinin gösterdiği dinamizm, sabır ve siyasi olgunluk her türlü takdire değer. Bugün hala Tahrir meydanındaki çadırlarda nöbet tutanlar var. Ancak asıl zorluk bundan sonra başlıyor. Otuz yıl sabrettikten sonra sokağın gücünü kullanarak 18 günde diktatör Hüsnü Mübarek’i istifaya zorlayan ve iktidardan uzaklaştırma başarısını gösteren Mısır halkı, şimdi bütün boyutlarıyla demokrasiye geçişin sancılarını yaşıyor. Bir yandan ekonomik zorluklar, diğer yandan vizyoner ve karizmatik lider yokluğu, öte yandan askerin kurumsal gücü karşısında zaman zaman karamsar senaryolar yayılıyor sokağa. Bir yandan sokağın dilini kullanmaya alışmış olan gençlik, diğer yandan eski alışkanlıklarından vazgeçmek istemeyen yerleşik güçler ve bunlara ilave zaman zaman İsrail ve ABD ile yaşanan sıkıntılar insanları bunaltıyor. Oysa devrimi yapanlar bir an önce ekonomik olarak refah artışı ve yeni iş imkânlarının açılmasını bekliyor- 22 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 lar. Resmi rakamlara göre halkın yüzde yirmisi fakirlik sınırının altında yaşıyor; ama gözle görünen şey halk arasında daha yaygın bir fakirlik olduğudur. Son yıllarda Türkiye’ye karşı artan ilginin arkasında da esasen Türkiye’nin bölgede ve dünyada artan ekonomik gücü yatıyor. Bugünlerde Türkçe öğrenme modası başlamış. Biraz Türk dizilerinin etkisi de var. Ancak Yunus Emre Enstitüsü Kahire merkezi yetkilileri, Türkçe öğrenen Mısırlı gençlerin pek çoğunun hayalinde Mısır’da sayıları ve iş hacimleri giderek artan Türk şirketlerinde iş bulabilmek olduğunu söylüyorlar. Türkçe kurslarına yönelik talep patlaması yaşanıyor. Bu nedenle Yunus Emre Enstitüsü bir yandan Kahire’deki ofisini güçlendirirken, öte yandan önümüzdeki günlerde İskenderiye’de yeni bir merkez daha açmaya hazırlanıyor. Kahire Üniversitesi’nde de pek çok yüksek lisans ve doktora öğrencisi Türkçe öğrenmeye başlamış. Bu arada yakında üniversite bünyesinde akademik anlamda bir Türk-Arap araştırma enstitüsünün kurulacağı haberini de aldık. tem kuracaklarını tartışıyorlar. Türkiye gibi laik bir model mi, yoksa Malezya tipi yarı İslami bir model mi tercih edilmesi iyi olur tartışmalarını duymak ilginçti doğrusu. Kurucu meclisin yarısı seçilmiş milletvekillerinden, diğer yarısı ise diğer kamusal figürlerden seçilmiş. Yüz kişilik anayasa konseyinin 4-6 ay içinde yepyeni bir anayasa yazması bekleniyor. Bir yıllık demokrasi ile Mısır yeni bir anayasa yapmayı başarır ve Türkiye başaramazsa, doğrusu bu ciddi bir tartışma yaratır. Mısır’da parlamento seçimleri yapılmış durumda. Ancak henüz hükümet sivillere geçmemiş. Ülke, ordunun atadığı ve seçilmiş meclise karşı değil de yüksek askeri konseye hesap veren bir hükümet tarafından yönetiliyor. Bu nedenle Mecliste çoğunluğu oluşturan Müslüman Kardeşler (İhvan) ile ordu arasında sürekli bir gerginlik var. Ancak yine de sivil liderler daha sabırlı ve ihtiyatla hareket ediyorlar. Mısır halkı, şimdi bütün boyutlarıyla demokrasiye geçişin sancılarını yaşıyor. Bir yandan ekonomik zorluklar, diğer yandan vizyoner ve karizmatik lider yokluğu, öte yandan askerin kurumsal gücü karşısında zaman zaman karamsar senaryolar yayılıyor sokağa. Özellikle gençler İhvan’ın liderliğini orduya karşı aşırı müsamahalı davranmakla; hatta anlaşmakla itham ediyorlar. Bir anlamda İhvan’ın yaşlı kuşağını, korkak olmak ve devrimin ruhunu taşıyamamakla suçluyorlar. Mayıs ayında yapılacak olan devlet başkanlığı seçimleri siyasetin odak noktası haline gelmiş durumda. Çünkü seçilecek kişi ülkenin geleceğini belirleyecek olan bir lidere dönüşecek. Devlet başkanlığı için şimdilik en ciddi adaylar Ebul Futuh, Hazim El-Salah ve Amr Musa gibi görünüyor. Özellikle Ebul Futuh’un daha popüler bir aday olduğu ve İhvan tabanından ciddi destek aldığı söyleniyor. Kendisi 62 yaşında, mühendis kökenli eski bir İhvan üyesi. Üniversite kampüslerinde ciddi bir izleyici kitlesi olduğu Mısır’da Türkiye’ye karşı artan bilgi açlığı hızla giderilemezse kafalar biraz karışabilir. Zira, son zamanlarda en çok tartışılan konulardan biri Türkiye modeli. ATCOSS oturumlarında da sık sık iyi ve kötü yönleriyle Türk modeline atıf yapıldı. Özellikle yeni anayasa yapım çalışmalarına başlayacak olan kurucu meclisin oluşturulduğu bugünlerde Mısır entelektüelleri nasıl bir siyasal sisNİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 23 Mısır ve tüm Ortadoğu’da post-kolonyal dönemde oluşan siyasi-ekonomik yapı hızla değişiyor. Aynı şekilde zihinsel kalıplar da kırılıyor. Bu süreçte, içerideki siyasi aktörlerin tercihleri kadar dış dünyanın da demokratik dönüşümün başarısı üzerinde önemli etkisi olacaktır. kesin. Bizim bulunduğumuz süre içinde Kahire Üniversitesi İktisat Fakültesi’nin büyük salonunda bir konferansını izleme fırsatı bulduk. Karizmatik bir duruşu ve ateşli bir hitabeti var. Özellikle gençlere karşı güçlü mesajlar verdi. Ordunun ayak diremesine karşı “Mübarek gibi diktatörlerin sultasını yıkan Mısır halkı, devrimin demokratik iradesini uygulayacak güçtedir” gibi iddialı ve gençleri heyecanlandıran bir retorik kullanıyor. Hazım El Salah ise biraz daha yaşlı ve Selefilere daha yakın durduğu söyleniyor. Amr Musa ise batıya daha yakın, ancak tabanı zayıf görünüyor. Seçim sonuçlarını belirleyecek olan asıl şey ise İhvan’ın kendi adayını çıkarıp çıkarmayacağı. Bu konuda İhvan henüz karar vermemişti. Eğer olursa, İhvan’ın öncülerinden Hayrat Şatır’ın aday gösterileceği söyleniyor. İki turlu yapılacak olan seçimde gençlerin oyu belirleyici olacak gibi. Bu nedenle Ebul Futuh gibi ilişki ağı geniş olan, karizmatik bir adaya daha fazla şans tanınıyor. Asker Sorunu Kritik Mısır’da Türk modelini yalnızca sivil siyasetçiler ve akademisyenler tartışmıyor. Mısır ordusu da bugünlerde Türk modelini inceliyor. Açıkça ordunun Mısır için öngördüğü demokratik model, askerin vesayeti ve kontrolündeki bir demokratik model. Bir bakıma bizim 1961 Anayasası sonrasında uygulamaya koyduğumuz Milli Güvenlik Kurulu’na 24 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 benzer bir yapıyla ordunun öncü rolünün anayasal garanti altına alındığı bir demokratik model kurmayı planlıyorlar. Hatta ordu bu iradesini dayatıyor. İlginçtir, bizdeki asker-sivil siyaset tartışmalarında kullanılan argümanlar oraya da taşınmış durumda. Tahrir meydanında büyük bir anıtı bulunan Mısır’ın efsanevi milliyetçi lideri ve aynı zamanda askeri bir kişilik olan Abdunnasır’ın anıtına göstericiler tarafından “ordu, sivil hükümete itaat ederek şeref kazanır” gibi bir ibare yazılmıştı. Bizde olduğu gibi önümüzdeki günlerde Mısır’da da asker sivil ilişkileri demokrasinin geleceğini belirlemeye devam edecek. Hatta bu konunun gerek Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında, gerekse anayasa yazımı sürecinde Mısır’da yeni çatışmalar çıkarması da hayli mümkündür. İhvan gibi köklü partiler bu konuda ihtiyatlı ve uzlaşmacı olsa da, gençleri ikna etmek kolay olmayacaktır. Asker-sivil ilişkilerinde Mısır ordusunu sivil siyasetin taleplerini karşılama konusunda ikna edecek en önemli faktörlerin başında ise bu konuda Batının ve özellikle de ABD’nin takınacağı tavır gelmektedir. Geçmişte “İslamcı tehdide” karşı yıllarca Mübarek rejimini destekleyen Washington yönetimleri, şimdi demokrasi adına İslamcı bir hükümetin kurulması riskini göze alarak askeriyenin iradesini dizginleyebilecek mi? Kanaatimizce İslam ülkeleri ile ilişkileri yeniden düzenlemeyi (reset politikası) hedefleyen ABD Başkanı Barack Obama’nın 2009’daki Kahire Üniversitesi konuşması ve Arap baharı sürecinde şimdiye kadar izlediği politikalar bu konuda cesaret vericidir. Batı ve ABD şunu anlamaları gerekiyor: Batının çıkarlarını koruyan, ancak halkının iradesini yok sayan yönetimlerin sağladığı istikrar kalıcı olamaz ve uzun dönemde de ABD’nin çıkarlarına zarar verir. Bir anlamda, 11 Eylül olayları bölgede baskıcı iktidarların sağladığı böyle yanıltıcı bir istikrar ortamının yarattığı yabancılaşma ve radikalleşmenin ürünü olan kişilerce işlenmiş olaylardır. Şimdi denemiş ve şiddet ve radikalizm üretmekten başka bir sonuç yaratmamış vesayetçi rejimler yerine, şeffaf ve halka karşı hesap verebilen hükümetlerin önünün açılması bölgede gerçekçi ve kalıcı bir istikrar için ön koşul olarak görülmelidir. Umarız bu anlamda batının ve özellikle de ABD’nin stratejik aklı korkularına galip gelir. Özetle, Mısır ve tüm Ortadoğu’da post-kolonyal dönemde oluşan siyasi-ekonomik yapı hızla değişiyor. Aynı şekilde zihinsel kalıplar da kırılıyor. Bu süreçte içerideki siyasi aktörlerin tercihleri kadar dış dünyanın da demokratik dönüşümün başarısı üzerinde önemli etkisi olacaktır. Mısır’lı siyasi lider Seyfettin Abdullfettah’ın ATCOSS açılış panelinde altını çizdiği gibi, Mısır’daki Tahrir devrimi adeta “ziplenmiş-sıkıştırılmış” bir devrimdir. Şimdi o zipli demokratik dönüşüm dosyasını açacak, maharetli, basiretli ve vizyon sahibi güçlü liderlere ihtiyaç var. Ancak kötümser olmaya gerek yok. Fikir ve irade olduktan sonra bu süreç mutlaka tamamlanacaktır. Türkiye gibi ülkeler ise bu konuda kendi tecrübelerini paylaşacak mekanizmaları ve iletişim kanallarını sonuna kadar açık tutmalıdır. SDE Uluslararası İlişkiler Koordinatörü, Prof. Dr.* Oryantalist Perspektif ve ATCOSS Girişimi Ahmet UYSAL* Kongre’de Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler, akademisyenler tarafından bu ülkelerin tarihsel- kültürel ve sosyolojik dinamikleri dikkate alınarak değerlendirilmiştir. ATCOSS sosyal bilimlerde Avrupa merkezci ve oryantalist perspektiften kurtulma gereğine inanan ve bunu da başaran bir çaba olmuştur. Yeni yüzyılda kendi toplumuna yabancılaşmayan bir anlayışın hâkim olması gerektiği vurgulanmıştır. A ynı medeniyet mirasını paylaşan Türkler ve Araplar uzun süre bir arada yaşadıktan sonra son yüzyılda batı işgalleri dolayısıyla ayrı düşmüşlerdir. Osmanlı Devleti, 20. yüzyılın başlarına kadar Afrika’da Libya ve Mısır, Arap Yarımadası’nda Filistin, Suriye, Irak, Körfez Bölgesi ve Hicaz’da tutunmayı başarmıştı. Birinci Dünya Savaşı’nda bu topraklar kaybedilirken Hicaz bölgesinde Şerif Hüseyin hariç, Araplarla ve Kürtlerle birlikte İngiliz ve Fransızlara karşı savaşılmıştı. Savaş sonrasında ise son Osmanlı Millet Meclisi (Meclis-i Mebusan) toplanarak Misak-ı Milli’yi ilan etmiştir. Misak-ı Milli, bir yandan Osmanlı mirasını büyük ölçüde sahipleniyordu. Diğer yandan, yeni kurulan Cumhuriyet de meşruiyetini bu deklarasyona dayandırıyordu. Misak-ı Milli’nin 1. maddesi, Osmanlı’dan silah gücüyle koparılan Arap topraklarının işgalini kabul etmeyerek Arap halklarının kendi kaderlerine kendilerinin karar vermesini istiyordu. Bu talebin gerisinde serbest kalsalar Arapların yine Osmanlı ile birleşeceklerine olan inanç vardı. Atatürk’ün de bu anlayışla Hatay’ı geri kazanmaya giriştiği bilinmektedir. Arap topraklarında Batı işgalleri uzun sürmüş ve ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlık kazanılabilmiştir. Cumhuriyet döneminde biraz zorunluluktan bölge ihmal edilmiş ise de, Soğuk Savaş döneminde Türkiye tamamen Batı’ya endeksli politikalar izleyerek Arap Dünyası’nda varlık gösterememiştir. Soğuk Savaş döneminin sona ermesiyle Türkiye tekrar komşularına açılmaya başlamış ve bölgenin önemini kavramıştır. Enerji ve yatırım ihtiyacı yanında pazar ihtiyacı da bölgeye açılmayı gerektirmiştir. 2000’li yıllarda AK Parti yönetiminin bu konudaki çabası ayrıca bölgeye açılma sürecini hızlandırmıştır. Son on yılda Türkiye’deki ekonomik ve siyasi gelişmeler Arap Dünyası’nda NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 25 ATCOSS katılımcıları, eskiden Arap ve Türk halkları ve aydınları arasındaki kopukluğun giderek azalmaya başladığını belirtmiş, önceleri yabancı kaynaklar üzerinden birbirini tanıyan akademisyenlerin artık doğrudan birbiriyle iletişime girmeye başladığını ifade etmişlerdir. ciddi ilgi uyandırmış ve oralarda değişim taleplerinin yükselmesine ilham kaynağı olmuştur. Türkiye ekonomisi ve demokrasisi geliştikçe ilgi, takdire dönüşmüştür. Türkiye’nin Filistin Davası’na ilgisi de bu yükseliş ve ilginin pekişmesine yol açmıştır. Ancak aynı dönemde Türkiye’nin Arap Dünyası ile kültürel ve akademik ilişkileri bölgeyle gelişen ekonomik ve siyasi ilişkilerle aynı düzeyde gelişememiştir. Bu boşluğu doldurmak amacıyla Türk ve Arap bilim ve kültür adamlarını 2010 yılının sonunda Ankara’da bir araya getirerek birinci Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi’ni (ATCOSS) başarıyla tamamlamıştık. Tunus ve Mısır devrimlerinin bir iki hafta öncesine rastlayan ilk ATCOSS çok doğru bir zamanlama ile gerçekleşmişti. Ayrıca, Kongre’ye gösterilen ilgi ve tartışılan konular bölgedeki değişim taleplerine net bir şekilde işaret ediyordu. Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi’nin Türkiye ile Arap Dünyası arasında bir kültür köprüsü olmasını hayal etmiştik ve öyle de gerçekleşti. Olumlu etkileri hızla hissedildi çünkü Türk ve Arap bilim adamları birbirini tanıyarak hemen işbirliğine başladılar. Baskı ve siyasi kaygılar azalacağı için Arap devrimleri ile bu ilişkilerin daha da kolay ilerleyece26 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 ği anlaşıldı. Dolayısıyla, gelecekte ATCOSS’un daha büyük roller üstleneceği görülmektedir. İkinci Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi, Kasım 2011 sonunda yapılacaktı. Bir yıl öncesinde belirlenen kongre tarihi – ilginç bir tevafukla – Mısır’ın ilk özgür seçimlerine rastladığı için iki ay ertelemek durumunda kaldık. Daha sonra Mısır’da devam eden şiddet ve belirsizlik dolayısıyla önceden karar kıldığımız Kahire’de 17-19 Mart tarihlerinde Kongre başarıyla tamamlandı. Kongre, başta Türkiye ve Mısır’dan olmak üzere 20 ülkeden yaklaşık 150 uzman, akademisyen ve gazetecinin katılımıyla gerçekleşti. Henüz Mısır Devrimi arifesinde ve Mübarek düşmeden seçilen “Devlet-dışı Aktörler ve Ortadoğu’nun Sosyal, Ekonomik ve Siyasi Dönüşümü” konusunun isabetli bir konu olduğu anlaşıldı. Çünkü Arap devrimleri sonrasında devlet-dışı aktörlerin etkisinin çok daha artacağı bir dönem olmaktadır. Devlet-dışı aktörler ile hükümet yapısı dışında faaliyet göstermeye çalışan ve devletle doğrudan bağlantısı olmayan sivil toplum örgütlenmeleri kastedilmektedir. Birçok otoriter rejimde olduğu gibi Arap ülkelerinde de sivil toplum örgütleri bir yandan bastırılırken bir yandan da rejim ile işbirliğine zorlanmıştır. Bu yüzden var olan sivil toplum kuruluşları Arap baharında aslında tam olarak ortaya çıkmış değildi. Sivil toplum örgütleri devrimler sonrasında kendilerine yeşerecek alan bulmaya ve faaliyetlerini aktif bir şekilde yürütmeye başlamışlardır. Hem tecrübesizlik hem de sorunların çokluğu, sivil toplum örgütlerinden beklentileri artırmış ama özellikle Mısır’da demokratik geçiş tamamlanmadığı için bir tür sabırsızlık ve çaresizlik de gözlenmektedir. Sivil toplumun etkin olabilmesi için ortamın ve fırsatların uygun olması gerektiği fark edilmiştir. ATCOSS katılımcıları, eskiden Arap ve Türk halkları ve aydınları arasındaki kopukluğun giderek azalmaya başladığını belirtmiş, önceleri yabancı kaynaklar üzerinden birbirini tanıyan akademisyenlerin artık doğrudan birbiriyle iletişime girmeye başladığı ifade edilmiştir. Bu iletişim ve irtibatın artırılması konusunda Türk ve Arap katılımcılarda ciddi bir istek bulunduğu konusunda fikir birliği olduğu ortaya çıkmıştır. Bu işbirliğinin devamı için ciddi bir irade ortaya konmuştur. Hatta akademik işbirliği için ATCOSS gibi sivil örgütlenmelerin önemine dikkat çekilmiştir. ATCOSS-2012 sonunda katılımcılar, Arap toplumlarında sivil toplum tecrübesinin sabırla desteklenmesi gerektiğini dile getirdiler. Sorun- ların büyüklüğü, tecrübesizlik ve makro küresel dengeler sivil toplumun katkısını sınırlandırmaktadır. Ancak, bu birikimin zamanla güçleneceği ve devletin yükünü hafifleteceği gibi devlet otoritesini kullananları denetleme rolü üstleneceği için de demokratikleşme ve sosyoekonomik gelişmeye önemli katkı sunacağı belirtilmiştir. Kongre’de özellikle Türkiye’de eğitimden sağlığa ve demokratikleşmeye, sivil toplum deneyimi dikkatle tartışılmış ve bu tecrübelerden yeni demokratikleşen ülkelerin de yararlanabileceği üzerinde durulmuştur. Ayrıca, bazı Arap ve Türk sivil toplum kuruluşları temsilcileri bir araya gelmiş ve çeşitli alanlarda işbirliğinin artırılması üzerinde durmuşlardır. Kongre’de Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler, bölge akademisyenleri tarafından bu ülkelerin tarihselkültürel ve sosyolojik dinamikleri dikkate alınarak değerlendirilmiştir. ATCOSS sosyal bilimlerde Avrupa merkezci ve oryantalist perspektiften kurtulma gereğine inanan ve bunu da başaran bir çaba olmuştur. Yeni yüzyılda kendi toplumuna yabancılaşmayan bir anlayışın hâkim olması gereği vurgulanmıştır. Bölge konularına istisnacılığa kaçmadan farklı bakış açıları, yöntemler ve kavramlar geliştirilerek, yeni ve bölgesel bir akademik camia oluşturulması gereği ifade edilmiştir. Kongre’de tartışılan konular arasında vakıf kurumunun sosyal kalkınmadaki rolü Türk ve Arap akademisyenler tarafından hem tarihsel hem de güncel örnekleriyle tartışılmıştır. Örneğin, Türkiye’deki düşünce ve araştırma kuruluşlarının siyasi ve sosyal konuların tartışılmasına ve demokratikleşmeye katkısı net bir şekilde ortaya konulmuştur. Arap katılımcılar tarafından ilgiyle izlenen bu konular ciddi tartışma ve fikir alışverişine fırsat vermiştir. Devlet-dışı kuruluşların dış ilişkilerde önemli roller üstlendiğini ve yerine göre ülkenin yumuşak gücüne destek verdiği hem yerli hem de yabancı örnekleriyle tartışılmıştır. Sivil toplum düşüncesinin batıda son birkaç yüzyılda geliştiğine ve Ortadoğu’daki otoriter ve merkezi yapılara bakılarak İslam dünyasında sivil toplum anlayışının zayıf olduğu görüşü eleştirilmiştir. İslam’ın ilk dönemlerinden beri vakıf ve özel teşebbüslerin teşvik edildiği vurgulanmıştır. Özellikle Osmanlı Devleti’nde vakıfların ve meslek örgütlerinin birçok sorunu devlet kademesine ulaşmadan çözmeye çalıştığı belirtilmiştir. Bugün hem İslam Dünyası’nda hem Türkiye’de vakıfların ve hayırsever toplulukların devletin yükünü hafifleten sosyal, ekonomik ve kültürel faaliyetler yürüttüğüne dikkat çekilmiştir. Özellikle eğitimde, yoksullukla mücadelede ve hatta sağlık alanında gönüllü hayırsever oluşumların rolü vurgulanmıştır. İslami hareketler de özel bir grup olarak tartışılmıştır. Hamas ve Hizbullah gibi silahlı direniş örgütleri yanında İhvan ve Selefiler gibi silahı kabullenmeyen hareketlerin Arap dünyasındaki etkileri tartışılmıştır. Özellikle bu kuruluşların Arap devrimlerindeki rolü irdelenmiştir. Ayrıca, gençler, kadınlar ve sosyal medyanın etkileri de hem derinlemesine hem de karşılaştırmalı olarak tartışılmıştır. Bu oluşumların etkisinin giderek arttığına ve desteklenmesi gerektiğine dikkat çekilmiştir. Mısır’da ve diğer Arap ülkelerinde etkili olan Müslüman Kardeşler cemaati bir kaç sunum ile tartışılmıştır. Mübarek döneminde bastırılarak yeraltına itilen Müslüman Kardeşler, silah ve şiddetten uzak durarak toplumu sivil oluşumlar ile kuşatmıştır. Gösterilere sonradan katılsa da Mübarek rejimin yıkılmasında önemli yol oynayan Cemaat, devrim sonrasında ön önemli devlet-dışı aktör olarak Mısır’da boy göstermiştir. Siyasi parti kurarak parlamento seçimlerinde büyük başarı göstererek koltukların çoğunu almıştır. Kongre’de yapılan tartışmalarda Türkiye’de Refah Partisi’nden ayrılan AK Parti örneği, bir İslami hare- Bölge ülkelerini tarihi, toplumu ve kültürü ile doğru anlamak için sosyal bilimlerin çok önemli olduğunu gösteren ATCOSS, Türk ve Arap akademisyenlerin buluştuğu ortak sosyal bilim platformu olarak bölgenin nabzını tutmaya devam edecektir. ket olarak analiz edilmiştir. Özellikle AK Parti Hükümeti’nin başarısında sivil toplumu ve ekonomik yapıyı özgür bırakmasına dikkat çekilmiştir. Sivil hareketlerin demokratikleşmedeki rolü de önemsenmiştir. Ayrıca, Gülen Hareketi’nin Türkiye’de ve bölgedeki faaliyetleri sivil toplum dinamikleri bağlamında tartışılmıştır. ATCOSS 2012, bölge ülkelerinin tarihi, toplumu ve kültürü ile doğru anlamak için sosyal bilimlerin çok önemli olduğunu göstermiştir. Ortadoğu’da yaşanan değişim ve dönüşümler sosyal bilimlere daha fazla ihtiyaç duyulacağını ve bölge sorunlarını anlamada ve çözümler üretmede etkili olacağının ipuçlarını sunmuştur. Kongre’nin ikincisi de birincisindeki beklentilere paralel olarak Türkiye modelinin bölgede cazibesini sürdürdüğünü ve bu modelin iyi anlatılması gerektiğini ortaya koymuştur. Her yıl bir başka ülkede yapılması planlanan ATCOSS, Türk ve Arap akademisyenlerin buluştuğu ortak sosyal bilim platformu olarak bölgenin nabzını tutmaya devam edecektir. ATCOSS Genel Koordinatörü, SDE Uzmanı, Doç. Dr. * NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 27 Açık Toplum Karşıtları ve Ortadoğu’daki Dönüşümler! Kudret BÜLBÜL* Küreselleşme süreçleri ile gelen iletişim ve bilişim teknolojileri ile başka ülkelerdeki birey/toplum/ devlet ilişkilerinin gözler önüne serildiği bir çağda, kapalı rejimleri/toplumları/ cemaatleri sürdürebilmenin maliyeti gün geçtikçe ağırlaşmaktadır. Gittikçe artan bu maliyet ve Ortadoğu halklarının cesareti göz önünde bulundurulduğunda umut için umutsuzluktan daha fazla gerekçemiz var demektir. 28 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 O rtadoğu’da çok köklü dönüşümlerin yaşandığı bir dönemin içerisinden geçiyoruz. Baskı ve zorbalıkla varlıklarını sürdüren rejimler yıkılıyor, sorgulanamayan sistemler sorgulanır hale geliyor. Baskıcı rejimler karşısında on yıllardır suskun ve etkisiz kalan Ortadoğu halkları “ülkelerimizin geleceğinin belirlenmesinde biz de varız” başkaldırısıyla tarihlerinde hiç olmadığı kadar tepki gösteriyorlar. Neden Şimdi? Burada neden daha önce değil de bugün bu devrimlerle/değişimlerle/dönüşümlerle karşı karşıyayız sorusu akla gelebilir. Bu soruyu Antony Giddens’ı anımsayarak “geç modernleşmenin” ya da küreselleşme süreçlerinin etkisi ile açıklayabiliriz. Birey/toplum/devlet ilişkilerinin başka ülkelerde nasıl kurulduğunun daha az bilindiği 20. yüzyılın Ulus-devlet çağında, kapalı toplumlar, rejimler bir ölçüde daha rahat sürdürülebilirdi. Dünyamızın geldiği nokta, zamanın ruhu (zeitgeist) ya da küresel iletişim ve bilişim, kapalı rejimleri/sistemleri/ cemaatleri artık daha fazla katlanılamaz hale getiriyor. Özgürlük, eşitlik, adalet, iyi yönetişim gibi konularda insanlar daha istekli ve daha cesur hale geliyor. Küresel iletişim ve bilişim teknolojileri ile başka ülkelerdeki uygulamaların daha bilindik hale gelmesinin ve sosyal medyanın yarattığı etki, kuşkusuz son gelişmelerdeki Ortadoğu halklarının cesaretlerini görmemizi engellemiyor. Dönüşümler Kalıcı mı? Ortadoğu halkları içerisinde yaşadıkları süreci devrim olarak adlandırma konusunda çok istekliler. Arap baharının devrim, değişim yoksa dönüşüm olarak mı tanımlanabileceği başka bir çalışmasının konusu olmakla birlikte, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, temel sorun içerisinde yaşanılan süreçlerin kalıcı olup olmayacağıdır. Ortadoğu’nun Arap Baharı ile demokratik, özgür, sivil ve daha müreffeh bir Ortadoğu’ya doğru evrilip evrilmeyeceğidir. Küreselleşme süreçlerinin olanca etkisine ve Ortadoğu halklarının coşkusuna rağmen bu konuda hemen umuda kapılmak çok kolay görünmüyor. Süreci olumlu ve olumsuz olarak etkileyecek ekonomik, siyasal, kültürel, sosyolojik, psikolojik pek çok iç ve dış faktörler söz konusu. İlgili süreç bir bakıma bizdeki 1950’li yıllardaki çok partili siyasal yaşama geçişe benzetilebilir. Biz de pek çok iç ve dış faktörlerin bir sonucu olarak tek partili, baskıcı siyasal yaşamdan çoğulcu ve rekabetçi bir siyasal yaşama geçebilmiştik. evrilmesi konusunda hangi unsurların etkili olabileceği sorusu akla geliyor. Kuşkusuz bu alanda pek çok unsur dile getirilebilir. Ama bu çalışmada daha çok sivil toplum, kimlik ve aidiyet bağlamındaki unsurlara değinilecektir. Çünkü bu bağlam sadece Ortadoğu’daki değil, ülkemizdeki ve dünyadaki pek çok değişim taleplerinin tetikleyici faktörüdür. Bu noktada doğal olarak Ortadoğu’daki dönüşümlerin kalıcı olabilmesi, bu değişimlerin daha özgür, demokratik ve sivil bir Ortadoğu’ya “Kapalı Toplum ve Dostları” Etkili olabilecek unsurlara değinmeden, öncelikle Ortadoğu rejimlerinin karakteristik özelliklerine bakmak gerekir. Bu tür rejimler kendilerini nasıl konumlandırmaktadırlar? Varlıklarını nasıl sürdürebilmektedirler? Nerelerden güç derlemektedirler? Değişime nasıl karşı koyabilmektedirler? Bu konular üzerinde fikir sahibi olursak yaşanmakta olan dönüşümlerin nasıl kalıcı olabileceğine dair ipuçları da elde edebiliriz. Arap baharının yaşandığı ülkelere baktığımızda genellikle bu ülkelerin kapalı rejimlere, kapalı top- Popper’ın kavramsallaştırması ve totaliter toplumlar için çizdiği “siyasal program” kapalı toplumlarda demokratik bir dönüşüm yaşanabilmesi için nelere dikkat edilmesi gerektiği konusunda sanki bize hazır bir reçete sunar gibidir. lumlara sahip ülkeler olduğunu görürüz. Kapalı rejimleri/toplumları anlamaya ve bir önceki paragraftaki soruları yanıtlamaya yönelik literatürdeki en iyi çalışmalardan birisi herhalde Karl Popper’ın “Açık Toplum ve Düşmanları”dır. Popper bu çalışmasında Platon’dan hareketle kapalı toplumların tipolojisini ortaya koyar. Popper’a göre Platon Formlar ve İdealar teorisi ile değişimi, bozulma, çürüme ve soysuzlaşma olarak görmektedir. NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 29 Popper’ın idealize ettiği, bugün Ortadoğu rejimlerinin de kısmen karşı karşıya olduğu yönetim biçimi esas olarak egemen sınıfın rehberliğinde, dünyadan kopuk kapalı bir rejim/ toplum modelidir. Bu nedenle bütün değişim taleplerine ve yeniliklere karşı çıkılmalıdır. Bunun için toplumsal sınıflar arasındaki geçişler engellenmelidir. Adalet, yöneticinin yönetici, kölenin de köle olarak kalmasıdır. Popper’ın “totaliter adalet” dediği bu sistemin sürdürülebilmesi ve değişimin durdurulabilmesi için şöyle bir siyasal program uygulanmalıdır: • Yönetici ve yönetilenler sınıfının kesinlikle birbirlerinden ayrılması ve aralarında bir geçişgenliğin bulunmaması • Devletin kaderinin egemen sınıfın kaderi ile özdeşleştirilmesi • Egemen sınıfın askerlik ve eğitim gibi alanlarda tekele ve “erdeme” sahip olması • Egemen sınıfın “erdemlerine” ilişkin sürekli bir propaganda yapılması, her türlü yeniliklerin yasaklanması • Devletin kendi kendine yeterli olması, Ekonomik bir otarşinin uygulanması (Enver Hoca Arnavutluğu ve Tito Yugoslavya’sında uygulanan ekonomik model) Açık Toplum ve Düşmanları’nın mütercimi Mete Tunçay’ın ifadesi ile Popper’ın yaptığı “Partizanca 30 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 bir polemik” midir? Platon gerçekten totalitarizmin öncüsü müdür? Bütün bunlar siyaset felsefesi içerisinde tartışılabilir. Ama Popper’ın Platon’un şahsında idealize ettiği yönetim biçiminin, kapalı toplum modelinin açık bir örneği olduğu herhalde tartışmasızdır. Aslında Popper’ın tasvir ettiği yönetim biçiminin devrim/değişim/dönüşüm öncesi Ortadoğu rejimlerini resmettiği de düşünülebilir. Popper 2000-2500 yıl öncesine gitmeyip, Ortadoğu rejimlerinin tipik özellikleri üzerine bir çalışma yapsaydı herhalde yine aynı sonuçlara ulaşırdı. Devletin kaderinin egemen sınıfın kaderi ile özdeşleştirilmesi niteliği bugünkü pek çok rejimle ne kadar da uyuşuyor. Popper’ın kavramsallaştırması ve totaliter toplumlar için çizdiği “siyasal program” kapalı toplumlarda demokratik bir dönüşüm yaşanabilmesi için nelere dikkat edilmesi gerektiği konusunda sanki bize hazır bir reçete sunar gibidir. Yukarıda özetlenen maddelerin tam tersi yönündeki çalışmaları desteklemek açık, rekabetçi ve çoğulcu bir topluma gidişin herhalde mihenk taşlarıdır. Açık Topluma ya da Demokratik Dönüşüme Doğru Kapalı toplumların temel niteliklerine değindikten sonra daha demokratik bir toplum için etkili olabilecek unsurlara tekrar dönebiliriz. Popper’ın idealize ettiği, bugün Ortadoğu rejimlerinin de kısmen karşı karşıya olduğu yönetim biçimi esas olarak egemen sınıfın rehberliğinde, dünyadan kopuk kapalı bir rejim/toplum modelidir. Kapalı, otoriteryen yapıların 20. yüzyılda gelişen modern, merkeziyetçi, baskıcı ulus-devlet modelleri ile güç kazandıklarını söyleyebiliriz. Dolayısı ile küreselleşme süreçleri ile devletlerin küresel organizasyonlar içerisinde yer almaları, ulus-ötesi kuruluşların üyeleri olmaları bu tür devletlerin kapalı ve baskıcı niteliklerini azaltacaktır. Örneğin Dünya sağlık Örgütü, Dünya Çalışma Örgütü, FİFA gibi kuruluşlara üye olmaları, bu devletleri, kendi vatandaşlarına uluslararası standartlarda davranmaya zorlayacaktır. Kapalı rejimler bir taraftan dünyadan diğer taraftan kendi toplumlarından yalıtılmış bir biçimde varlıklarını sürdürürler. Popper’ın işaret ettiği şekilde yöneten ve yönetilen sınıf birbirinden ayrışmış durumdadır. Yönetilenlerin, sivil toplumun yönetici sınıftan ayrışmış olması aslında sadece kapalı toplumlarda değil bütün toplumlarda denetimsiz, oligarşik bir bürokratik yapının oluşmasına neden olmaktadır. Bu nedenle bütün kamu kurum ve kuruluşlarının olabildiğince sivil toplumun katılımına açılması bu oligarşik bürokratik yapının kırılması açısından son derece önemlidir. Sivil toplum, medeniyet ve aidiyet açısından bakıldığında, Ortadoğu’daki sivil toplum örgütlerinin güçlenmeleri ve dış dünyaya açılmaları, her türlü ulus-ötesi aktiviteleri Ortadoğu’daki demokratik dönüşüme fazlası ile katkı sağlayacaktır. Çünkü kapalı rejimler güçlerini en fazla dış dünyada nelerin olup bittiğini gizlemekten alırlar. Bu nedenle içerisinde yaşanılan ülke sınırlarını aşan her türlü ilişki, kapalı rejimlerin/toplumların yarattığı zihin haritasının daha fazla yırtılmasını, egemen sınıfların “doğal egemenliklerinin” daha fazla sorgulanmasını ve egemen sınıfların “erdemlerinin” başka ülkelerdeki “erdemlerle” daha fazla karşılaştırılabilmesini hızlandıracaktır. Bu nedenle Arap baharının yaşandığı ülkelerdeki kamu kurum ve kuru- luşları, üniversiteler, sivil toplum örgütleri ve düşünce kuruluşları ile kurulan/geliştirilen ilişkiler özellikle değişim dönemlerinde devasa öneme sahiptir. Kapalı rejimlerin toplumsal farklılıkları bastırmak için uyguladığı stratejilerden birisi, herkesin üzerine abanan ortak bir kimlik, homojen bir aidiyet empoze etme çabasıdır. Bu çerçevede daha demokratik bir dönüşüme kakı sağlayacak adımlardan birisi, yerel aidiyet, kimlik, örgütlenme isteklerine, her türlü demokratik yerel taleplere olabildiğince izin vermektir. Böylelikle farklılıkların üzerine birer karabasan gibi çöken baskıcı ve dışlayıcı süreçler ortadan kalkacak, yerel kimlikler nefes alabilecektir. Yukarıdaki satırlarda da belirtildiği gibi kapalı toplumları ve rejimleri sürdürülebilir kılan en temel unsur onların dış dünyadan soyutlanmış olmalarıdır. Arap Baharının yaşandığı ülkeler açısından bakıldığında ülke sınırları içerisinde tanımlanan her şey aslında yapaydır. Ulusal/ ülkesel ekonomiler, siyasalar, tarihler… neredeyse tamamıyla yapaydır. Bu ülkelerde en fazla yapay olan şey ise herhalde ulusal kimliklerdir. Ortadoğu coğrafyasının tarihi düşünüldüğünde, ortak tarihin, coğrafyanın, geleneğin bıraktığı mirastan farklı kimlikler üretebilmek ancak ve ancak modern, baskıcı, merkeziyetçi ulus-devletler ile mümkün olabilmiştir. Bu nedenle ülke sınırlarını aşan aidiyetlere kapı aralamak, bölgesinden soyutlanarak ayakta kalabilen kapalı rejimlerin demokratik dönüşümlerine ciddi katkı sağlayacaktır. Bu anlamda ülke sınırlarını aşan aidiyetlere geri dönüş, medeniyet perspektifinden ortak aidiyetlerde buluşmak, aslında Ortadoğu’nun sahip olduğu tarihsel mirasa da geri dönüştür. Bir taraftan yerel kimliklerin kendilerini özgürce ifadesine imkan tanırken diğer taraftan ülke sınırlarını aşan aidiyetlere fırsat vermek, sade- Sivil toplum, medeniyet ve aidiyet açısından bakıldığında, Ortadoğu’daki sivil toplum örgütlerinin güçlenmeleri ve dış dünyaya açılmaları, her türlü ulus-ötesi aktiviteleri Ortadoğu’daki demokratik dönüşüme fazlası ile katkı sağlayacaktır. ce kapalı toplumların ve rejimlerin kendileri ve dünya ile barışık hale gelmesi açısından değil, yaratılan mağduriyetlerin, ötekileştirmelerin aşılarak bu ülkelerin birlik ve beraberliklerinin güçlendirilmesi açısından da önemlidir. Demokratik dönüşümler dünden bugüne hemen elde edilecek değil, çok uzun zaman gerektiren süreçlerdir. Yukarıda işaret edilen noktalar bu süreci hızlandıracak unsurlardır. Kuşkusuz pek çok belirsizliğin ve çok fazla iç ve dış faktörün söz konusu olduğu bir durumda Arap Baharının geleceği konusunda çok hızlı umuda kapılmak kolay değildir. Ama hiçbir değişim sancısız değildir. Elbette belirli sıkıntılar çekilecek, sancılar yaşanacaktır. Küreselleşme süreçleri ile gelen iletişim ve bilişim teknolojileri ile başka ülkelerdeki birey/toplum/devlet ilişkilerinin gözler önüne serildiği bir çağda, kapalı rejimleri/toplumları/cemaatleri sürdürebilmenin maliyeti gün geçtikçe ağırlaşmaktadır. Gittikçe artan bu maliyet ve Ortadoğu halklarının cesareti göz önünde bulundurulduğunda umut için umutsuzluktan daha fazla gerekçemiz var demektir. Siyaset Bilimci, Doç. Dr.* NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 31 ATCOSS Ne İfade Ediyor? 2010’da gerçekleştirilen ATCOSS’da gerek Türkiye ve gerekse Arap ve İslam dünyası ile ilgili ele alınan konuların sosyal değişim, İslam-siyaset ilişkisi, İslam-laiklik ilişkisi, Türk dış politikası, Türk-Arap ilişkileri ve Türkiye’nin Arap ülkeleri ve İslam dünyasındaki etkileri, Filistin meselesi, İslami referansa dayalı demokratik rejim, kültürel kimlik, çoğulculuk ve vatandaşlık gibi konular üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir. 32 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 2010 yılı Aralık ayında Ankara’da yapılan Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi’nin ikincisi 15 aylık bir süreden sonra Türkiye ve Arap dünyasından katılan entelektüellerin ve bilim adamlarının yanında Mısır ve Türkiye’yi temsil eden devlet yetkililerin katılımıyla 17-19 Mart 2012 tarihleri arasında Mısır’ın başkenti Kahire’de gerçekleştirilmiştir. ATCOSS, Türkiye’nin Arap ve İslam dünyasına açılımında önemli bir fırsat olduğu kadar, Arap ve İslam dünyasının problemlerinin çözümü ve kalkındırılması noktasında yeni yaklaşım ve projelerin geliştirileceği bir platform olmak durumundadır. 2010 yılında Ankara’da gerçekleştirilen toplantının üzerinden çok zaman geçmeden Tunus’ta başlayan Arap Baharı’nın kısa zamanda Cezayir ve Mısır’dan Libya’ya, Suriye’ye, Körfez ülkelerine ve Yemen’e kadar geniş bir coğrafyada yankı bulması düşündürücüdür. Bazen ilk bakışta Talip ÖZDEŞ* önem ve büyüklüğü yeterince fark edilemeyen birtakım girişim ve çabaların, ortaya konulan projelerin ne gibi yansımalarının olabileceğini ve hangi sonuçları ortaya çıkaracağını tahmin etmek zordur. Ama önemli olan iyi niyete ve güzel düşüncelere dayalı çalışmaların gerçekleştirilmesinde gerekli adımların atılmasıdır. İlahi takdir bütün hesapların üzerindedir. 10-12 Aralık 2010’da gerçekleştirilen ATCOSS’da gerek Türkiye ve gerekse Arap ve İslam dünyası ile ilgili ele alınan konuların sosyal değişim, İslam-siyaset ilişkisi, İslam-laiklik ilişkisi, Türk dış politikası, Türk-Arap ilişkileri ve Türkiye’nin Arap ülkeleri ve İslam dünyasındaki etkileri, Filistin meselesi, İslami referansa dayalı demokratik rejim, kültürel kimlik, çoğulculuk ve vatandaşlık gibi konular üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir. Bu konular etrafında su- nulan tebliğler, yapılan müzakere ve değerlendirmeler katılımcıların İslam’a, İslam ülkelerine ve dünyaya bakışlarında yeni bir vizyon kazanmalarına neden olmuş, onların mensup oldukları ülkelerde inanç ve kültürel kimliği kaybetmeden demokrasi, insan hakları, çoğulculuk ve hukukun üstünlüğü yönünde değişim ve dönüşümlerin kıvılcımını oluşturmuştur. Bu toplantının akabinde Arap Baharı olarak ifade edilen değişim ve dönüşüm rüzgârının Kuzey Afrika’dan başlayarak Orta Doğu, Körfez ülkeleri ve Yemen’e kadar bütün İslam dünyasında kendisini hissettirmesi, değişimin önündeki engeller ve karşılaşılan problemler, Arap Baharı ile bağlantılı hadiselerin yakından takip edilerek değerlendirilmesini gerekli hale getirmiştir. Üzerindeki şaibe hala kalkmayan, kimler tarafından tezgâhlanıp sahneye konulduğu netlik kazanmayan 11 Eylül hadisesi ile beraber ABD, NATO ve müttefik ülkelerin “teröre karşı savaş” sloganı altında İslam dünyasını ve daha özelde İslam’ı hedef tahtasına oturtmalarıyla başlayan süreç, Afganistan ve Irak’ın işgal edilmesi ve akabinde ortaya çıkan sonuçlar ve gelişmeler, güç dengelerinin değişmesi ve buna bağlı olarak kurgulanan strateji ve politikalar uzun bir müddetten beri kış uykusuna yatmakta olan İslam dünyasının uyanmasına ve hareketlenmesine vesile olmuştur. Filistin meselesi, İsrail’in bir taraftan işgal ettiği toprakları genişletirken diğer taraftan ABD ve müttefiklerinin göz kırpması ve desteği ile sahip olduğu silah potansiyeline güvenerek bölge ülkelerini tehdit eden bir pozisyona gelmesi, nükleer çalışmalarından dolayı İran’a karşı yaptırımlar uygulanması, Mavi Marmara olayı, küresel ölçekli ekonomik krizlerin neden olduğu fakirlik ve işsizlik sorunları, İslam dünyasındaki monarşik rejimlerin olaylar ve gelişmeler karşısındaki çaresizliği, bütün bunlar birbiri ile karşılıklı etkileşim içerisinde değişimin fitilini ateşlemiştir. İslam dünyasında halklar ve devletlerarasında yakınlaşmaların ortaya ATCOSS, Türkiye’nin Arap ve İslam dünyasına açılımında önemli bir fırsat olduğu kadar, Arap ve İslam dünyasının problemlerinin çözümü ve kalkındırılması noktasında yeni yaklaşım ve projelerin geliştirileceği bir platform olmak durumundadır. çıkmasında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Soğuk Savaş döneminin sona ermesi, ideolojik bloklaşmanın ortadan kalkması, etnik milliyetçilik üzerine kurulu ulus devletlerin küreselleşme karşısında konumlarının zayıflaması da etkili olmuştur. Osmanlı Devleti’nin mirası üzerinde kurulan Türkiye’nin AKP iktidarı ile beraber hukuk, demokrasi ve insan hakları konularında içeride izlediği açılım ve reform politikaları yanında, kendi bölgesindeki ülke- NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 33 Geçen yıl Ankara’da, bu yılın Mart ayında Tahrir Meydanı ile dünya gündemine oturan Kahire’de sürecin Aktörleriyle bir sosyal bilimler kongresi gerçekleştirmiş olmak, tarihe şahitlik etmek, tarihe katılmak ve onu inşa etmek anlamına gelmektedir. lere, Türk, Arap ve İslam dünyasına yönelik yakınlaşma politikaları, geçmiş dönemlerde bu ülkeler arasındaki ilişkileri sınırlayan faktörlerin büyük ölçüde ortadan kalkmasına, karşılıklı güvenin tesisine kapı açmıştır. Konu İslam dünyası olduğunda, içinde bulunduğumuz bu tarihi süreç, artık hükümet-dışı aktörlerin ve sivil toplum örgütlerinin geçmişe oranla çok daha fazla söz sahibi olmaya başladıkları, olaylar ve gelişmeler üzerinde inisiyatif kurmaya çalıştıkları, sosyo-kültürel, politik ve ekonomik alanlarla ilgili projelerin ortaya konulup geliştirilmesinde, devletin ve toplumun dönüştürülmesinde etkin rol aldıkları bir süreç olmaktadır. Bu yeniden yapılanma sürecinde sosyal ve siyaset bilimcilerinin daha çok öne çıktıkları gözlemlenmektedir. Bu durum Türkiye başta olmak üzere Arap ve İslam dünyasının sosyal (insani) bilimler açısından belirli bir potansiyele ulaşmış olduğunun da işareti olarak okunabilir. Medeniyetini İnşa Eden İslam Dünyası Artık global aktörler eliyle oynanmak istenen senaryolara “hayır” diyen, haksızlıklara boyun eğmeyen, kendisine güven duyan, Batı karşısında hissettiği komplekslerinden kurtulmaya çalışan, özgün kimliğini keşfederek kendi medeniyetini 34 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 yeniden inşa etme azim ve gayreti içerisinde olan, başkalarını muhasebe ettiği gibi kendisini ve geçmişini de muhasebe eden, evrensel tecrübelere açılan bir İslam dünyası vardır. 2010’da Ankara’da, bu yılın Mart ayında da Tahrir Meydanı ile dünya gündemine oturan Kahire’de sürecin Aktörleriyle bir sosyal bilimler kongresi gerçekleştirmiş olmak, Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay ve SDE Başkanı Yasin Aktay’ın da işaret ettikleri gibi tarihe şahitlik etmek, tarihe katılmak ve onu inşa etmek anlamına gelmektedir. Artık olaylar ve gelişmeler karşısında nesne olmak yerine özne olmaya çalışan, üzerine kurgulanan politik senaryolar ve uygulamalar karşısında susmayı ve mutlak teslimiyetçiliği tercih etmek yerine iradesini ortaya koyarak değişim ve dönüşümün aktörü haline gelen Müslüman halklar, STK’lar etrafında bir araya gelerek onların iradesine tercüman olan düşünürler, bilim adamları, entelektüeller, siyasetçiler ve medya organları vardır. Bu yıl Kahire Üniversitesinde yapılan ATCOSS toplantısında bir beyin fırtınasının yaşandığı söylenebilir. Kongrede ele alınan konulara göz atıldığında, bunların İslam dünyasındaki yönetimler, siyaset anlayışları ve toplumsal problemler açısından son derece hayati ve tartışmalı konular olduğu görülmektedir. Kongrede üç gün boyunca aynı anda değişik salonlarda sunulan tebliğlerde başlıca, İslami hareketler (Müslüman Kardeşler ve Selefiler) ve reform, Türkiye ve Mısır başta olmak üzere İslam dünyasında ortaya çıkan STK’lar ve bunların ulusal ve uluslararası alanlarda ifa ettikleri roller, İslamcılık ve laiklik arasında siyasi hareketler, küreselleşmenin İslami hareketler üzerine dönüştürücü etkisi (özellikle İhvan-ı Muslimîn/ Müslüman Kardeşler hareketi bağlamında), Arap Baharı, Müslüman Kardeşlerin Mısır devriminde ifa ettiği rol, sivil toplum ve Suriye ayaklanması, Türk-Suriye sivil toplum ilişkileri, mukavemet grupları, Arap-Türk sivil toplum kuruluşları ve tarihsel İlişkiler, Mısır Devrimi, siyasi aktör olarak medya, Ortadoğu’da gençlik, kadın ve değişim, kültür, üniversiteler, sosyal bilimler ve yeni roller, vakıf ve eğitim konuları üzerine yoğunlaşılmıştır. ATCOSS, Mısır ve Türkiye’nin yanında farklı İslam ülkelerinden gelen akademisyen ve entelektüellerin de katılımıyla etkileri siyasete, Müslüman entelektüelleri, bilim adamlarını, sivil toplumları, medya ve yönetim organlarını karşılıklı dayanışma içerisinde kendi ülkeleri başta olmak üzere İslam dünyasının problemleri üzerinde daha fazla düşünüp tartışmaya ve onları çözmeye motive ettiğinde hiçbir şüphe yoktur. ekonomiye ve hukuka da yansıyacak tecrübelerin paylaşıldığı, diyalogların, yakın ve sıcak ilişkilerin geliştirildiği bir platform olmuştur. Birçok engelleyici faktörün devreye girmesiyle daha önce birbirlerinin müktesebatından habersiz Müslüman aydınlar, ATCOSS’la biraraya gelerek birbirlerini daha yakından tanımanın, birbirini anlamanın fırsatını yakalamışlar, problemleri ile ilgili belirli konular etrafında görüş ve fikirlerin tartışıldığı, farklılıkların saygı gördüğü, müktesebatın paylaşıldığı, gelecekle ilgili plan ve projelerin geliştirileceği ortak bir zemin oluşturmuşlardır. Tarihe Şahitlik Eden Toplantılar Tarihe şahitlik eden bu toplantıların meydana getirdiği güven duygusunun ve dinamizmin Müslüman entelektüelleri, bilim adamlarını, sivil toplumları, medya ve yönetim organlarını karşılıklı dayanışma içerisinde kendi ülkeleri başta olmak üzere İslam dünyasının problemleri üzerinde daha fazla düşünüp tartışmaya ve onları çözmeye motive ettiğinde hiçbir şüphe yoktur. Bu bağlamda vurgulanması gereken diğer bir nokta, İslam dünyasının bir taraftan geçmişiyle yüzleşip onun tarihi ve rasyonel muhasebesini yaparken, diğer taraftan moderniteyi muhatap alması, onu içerisinden çözerek onunla karşılaşması, “hikmet müminin yitiğidir” sözünden hareketle ortak insani tecrübeleri kendi temel referansları ve değerleriyle uyum içerisinde içselleştirmeye çalışmasıdır. Bu çalışmalar İslam dünyasının 21. yüzyılda kendi özgün medeniyet tasavvurunu tekrar inşa edip geliştirmesinde attığı önemli adımlar olarak kabul edilmelidir. Nitekim Ankara’da yapılan birinci ATCOSS toplantısında ele alınan konular bunun işaretlerini vermiştir. Bu noktada örneğin biri Abdulfettah Mâdî tarafından sunulan “İslami Referansa Dayalı Demokratik Bir Siyasi Rejim Geliştirmek Mümkün mü?” başlıklı tebliğle diğeri Dr. Hasan El-Hâc Ali Ahmed ve Ba Aziz Ali el-Fekki’ye ait “Çok Dinli Toplumlarda Kültürel Kimlik ve Vatandaşlık Hakları: Sudan Örneği” başlıklı tebliğler dikkat çekmektedir.1 Her iki tebliğde de demokrasi ve çoğulculuk konusunda İslam’ın temel referanslarıyla, kültür ve medeniyet tasavvuru ile uyum içerisinde, insanlığın toplum ve yönetim alanında gerçekleştirdiği evrensel tecrübelere açık özgün yorum ve değerlendirmelere şahit olmaktayız. Bugün İslam dünyasının içerisinde bulunduğu problemler karşısında çözümü İslam tarihinin ilk üç döneminin tarihi ve sosyolojik şartlarına aynen dönmekte aramak; bilim, siyaset, kültür ve ekonomi alanlarında ortaya çıkan bütün yenilik ve gelişmelere kapılarını kapatmak, moderniteyi (ontolojik olarak) yok saymak, yönetimlere mutlakçı bir teslimiyet anlayışı ile bağlanarak siyasetten uzak kalmaya ve bağımsız kalmaya çalışmak müspet bir sonuç getiremeyeceği gibi; aşırı politize olup Batı’ya karşı ideolojik, tepkisel ve radikal bir tavır geliştirmek, bütün cephelerde onunla savaş mantığı üzerinden hareketle hesaplaşmaya çalışmak da sonuç getirmemektedir. Geçmişte ve günümüzde bazı Müslüman çevrelerin içerisine düştüğü yanlış bir durum, onların İslam tarihinin belirli süreçleri içerisinde insan ve toplum taraNİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 35 fından gerçekleştirilen dini anlama ve yaşama tarzlarını, oluşturulan kurumları, gelenek ve töreleri doğrudan İslam’ın kendisiyle ve temel referanslarıyla özdeşleştirmeleri olmuştur. Bir dönemin sosyo-kültürel, ekonomik ve politik şartlarını “altın devir” telakkisi üzerinden olduğu gibi günümüze getirmeye çalışmak, hayatın birçok alanında ortaya çıkan değişim, dönüşüm ve gelişmeleri protestocu ve radikal bir tavırla “bidat” ve “şirk” olarak damgalayarak reddetmek sonuçta çözümsüzlüğü, gerilemeyi, zaman kaybını ve ümitlerin boşa çıkmasını beraberinde getirebilir. Kaldı ki yönetimlere mutlak teslimiyetin sunulmasıyla siyasetten uzak kalınacağı düşüncesi de sadece bir zandan ibarettir. Çünkü siyasetin inşasında, ortaya koyacağı icraatlarda ve murakabesinde toplumun iradesine hiç değer verilmediği halde ona mutlak teslimiyet ve itaatin sunulması, gerçekte siyasetten bağımsız olunduğu anlamına gelmediği gibi Kur’an ve sahih Sünnet’in ruhuna da uymaz. Çünkü inşasında toplumun rol almadığı, murakabe edemediği, hesap soramadığı bir siyaset yapılan- ması, Dr. Abdulaziz Abdu’l-Hakim’in de Selefilik’le ilgili tebliğinde2 işaret ettiği gibi, yönetmek durumunda olduğu kitleler, gruplar, toplumsal oluşumlar üzerinde kendi hedef ve stratejisine uygun olarak planladığı şeyleri kolaylıkla gerçekleştirmesine, toplumun siyasi kadroların stratejisine tabi kılınmasına imkan vermektedir. Yani kendilerini siyaset dışında konumlandıranlar, yine bir şekilde politikanın malzemesi haline getirilmektedir. Siyaseti ideolojik zemine taşıyarak aşırı politize olan, Batı ve modernite karşısında tamamen protestocu ve radikal bir çizgi ortaya koyan hareketlere gelince, 11 Eylül’den beri bu hareketlerin global aktörler ve güç merkezleri tarafından nasıl maniple edildiği, günah keçisi haline getirildikleri, kolonyalizmin İslam dünyasına yönelik işgal politikalarına alet edildikleri bilinmektedir. Ne yazık ki söz konusu merkezlerin İslam’ı onlar üzerinden terörle yaftalayarak bir islamofobi yaratmaya muktedir oldukları söylenebilir. Müslüman halklar, İslam dünyasında ve Batı’da İslam’ı referans alan hareketler ve sivil toplum kuruluşları, politikanın kirli oyunlarına alet olmadan, dini de siyasallaştırmaksızın, siyasetin üzerinde ama siyaseti temel değerler ve evrensel ilkeler üzerine inşa eden, onu sorgulayıp murakabe eden bir duruş sergilemek durumundadırlar. Doğu Ergil’in Kahire Üniversitesinde gerçekleştirilen bu tarihi toplantıda yaptığı veciz konuşmasında sarahatle işaret ettiği gibi, temsili, müzakereci ve katılımcı bir siyasal sistemin inşası için siyaseti kalitesizleştiren vesayetçi otoritelerin ve bu otoritelerin temelinde yatan sorgulanamayan ideoloji ve ilkelerin elemine edilmesinin yanında, siyasetin ortak ilke ve değerler üzerine oturtulması, hukukun üstünlüğü bağlamında siyasi yetkileri sınırlayan anayasal bir çerçevenin çizilmesi ve bunun, toplumun adalet, özgürlük ve gelişme taleplerini karşılayacak nitelikte ve uluslararası normlara uygun olması gerekmektedir. ATCOSS, bugün ulaştığı noktada böyle bir duruşun ve yapılanmanın gerçekleştirilmesinde son derece önemli bir misyon icra edebilir. SDE Uzmanı, Prof. Dr. * 1. ATCOSS (Arap Türk Sosyal bilimler konferansı), 10–12 Aralık 2010, Ankara 2. Abdulaziz Abdu’l-Hakim, Contemporary Salafies and Political Action in Morocco, Second Arab-Turkish Congress of Social Sciences, Cairo, 17-19 March 2012 36 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 Röportaj Mısırlı Duayen Türkolog Al-Katory: “Birbirimizi Yeniden Keşfediyoruz” Mısır Ain Shams (Ayn Şems) Üniversitesi Sanat Fakültesi Türkçe Çalışmalar Öğretim Üyesi Prof. Dr. Safsafy Ahmed Al-Katory, ülkenin en tecrübeli Türkologu. AK Parti tecrübesi üzerine kitap hazırlayan Al-Katory, Mısır’da Osmanlı’ya ve Türkiye’ye karşı bakışın değiştiğini kaydediyor. ATCOSS’a konuşmacı olarak katılan Al-Katory ile Kahire Üniversitesi bahçesinde görüştük. SD: ATCOSS’la ile ilgili düşüncelerinizi alabilir miyiz? Öncelikle Kahire’ye hoş geldiniz. Ben Türkoloji üzerine çalışmaktayım. Mısır’da en eski Türkologum. 1963’ten beri Türkiye ve Türk kültürü üzerinde çalışmaktayım. Bizde 13 bölüm var. Türkoloji üzerinde çalışan 60- 70 öğretim üyesi var. Ben başladığımda Türkçe okuyan 10 -15 kişi vardı. Şimdi her üniversitede 400-500 öğrenci var. Bugün Mısır’da 13 üniversitede binlerce öğrenci Türkçe okumaktalar. Türkler ve Araplar bilhassa Mısır ve Türkiye, genellikle 1300 senedir birlikte yaşadılar. İslam’ın doğuşundan beri Türkler ve Araplar birliktedir. Biz Türk deyince sadece Anadolu’daki Türkleri kastetmiyoruz. Baltık denizinden Çin Seddi’ne kadar yayılan Türklerden bahsediyoruz. Anadolu’daki Türklerle Osmanlı döneminden beri 400-500 sene birlikte yaşadık. Beraber yaşamamız ortak çok şey yaratmış. Din ve dini kültür haricinde de aramızda müşterek tarih ve gelenekler var. Sanat, edebiyat, adet ve örfler bakımından birbirimize çok yakınız ve birbirimizden çok etkilendik. Türkler burada çok bulunmuşlar. Türklere azınlık demiyoruz. Çünkü Mısır ve Türkiye o zamanlar tek bir devlet. Osmanlı deyince bu Suriyeli, bu Iraklı, bu Mısırlı demiyoruz, Osmanlı diyoruz. Ortak eserlerimiz ve bilim adamlarımız var. Türkler burada kitaplarını önce Arapça yazdılar, sonra Türkçeye çevirdiler. Yavuz Selim’in Niyeti İslam Birliğiydi Bizim bir kanaatimiz var. O da; Osmanlıların bilhassa Yavuz Selim’in buraya girişi Batılıların dediği gibi bir sömürge meselesi değildir. Yavuz Selim bir İslam birliği meyNİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 37 getirdi. 19. Asır sonunda sömürgeciler, oryantalistler ve tebşircilerin (misyonerler) etkisiyle özellikle 1. Dünya Savaşı’ndan sonra, Osmanlı Devleti yıkıldıktan ve yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, Araplar ve Türkler arasında biraz kırgınlık vardı. Siyasette kırgınlık olabilir ancak kültür ve tarih bakımından iki millet birbirine saygı gösteriyordu. Demokrat Parti’den sonra Arap ve Türkler arasında biraz yakınlaşma oldu. Mısır 56, 67’de ve 73’de uzunca savaşlar yaşadı. Türk halkı o yıllarda Mısırlıların yanında durmuştur. İstanbul’da bu nümayişlere (gösterilere) bizzat şahit oldum. Mescid-i Aksa verildikten sonra çok nümayiş oldu, birlikte karşı çıktık. Biz Yahudilere din olarak karşı durmuyoruz. Siyasetçilerine, Siyonist ve masonlara karşı duruyoruz. DP’den sonra bu ilişki yeniden başladı. Refah Partisi’nden sonra gelişme daha yoğun oldu. Erbakan ve Turgut Özal ikisine de Allah rahmet eylesin Mısır’a geldiler. İki memleket arasındaki bağlar gelişti. Ama son AK Parti döneminde gelişmede büyük adımlar atıldı. Ekonomik ve siyasi bakımdan büyük gelişmeler yaşandı. ATCOSS da sosyal bilimler alanında birbirimizi daha yakından tanımamıza katkı sağlıyor. Her şeyden önce, kültürel bakımdan birbirimizi yeniden keşfetmeye başladık. dana getirmek istiyordu. Çünkü o dönemde Haçlı seferleri var. Ortadoğu’yu ve Afrika’yı ele geçirmeye çalışıyorlardı. Yavuz Selim buna karşı İslam birliğini sağlama çalışıyordu. Bunun için hem Mısır’ı hem Şam’ı hem onun oğlu Sultan Süleyman 50 sene içinde ta Fas’a kadar gitmişler. Böyle bir amaçla birlik yaratmak istendi. Bu birlik sırasında yeni bir ortak medeniyet çıkardık. İslam medeniyeti yalnız Türklerin, Arapların yahut İranlıların değildir. Bu üç direk üzerinde İslam medeniyeti kurulmuştur. İranlı deyince, Pakistan ve Hindistan’daki 38 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 Türkleri de dahil ediyorum. Hepimiz beraber yeni bir form içinde İslam Medeniyeti yaratılmıştır. Mimaride ve sanatta herkes bir şeyler kattı. Hat sanatında Türkler meşhurdur. Çok güzel bir deyim var: “Kur’an-ı Kerim Mekke ve Medine’de inmiş, Mısır’da okunmuş, Türkiye’de yazılmıştır.” Demek bu ortak medeniyettir. Mısırlılar ve bilhassa Türkler Kırım’da Ruslara karşı birlikte savaştı. Mora adasına beraber girdiler. Bu kaynaşma iki memleket ve iki millet arasında ortaklıklar meydana Sosyalistlik, laiklik ve komünistlik akımları iki memleket arasında biraz gerginlik yaratmıştı. Bundan sonra İslam cereyanı Türkiye’de meydana çıktıktan sonra ilişkiler daha da iyileşti. Benim fikrimce Necmettin Erbakan’dan sonra bu ilişki bütün İslam ve Arap alemi ile bilhassa Mısır’la daha yakınlık gösterilmiş. Turgut Özal, “Batı bizi kabul etmeyecek, doğuya dönelim” diye düşünüyordu. Bir akademisyen olarak şunu diyebilirim. Bence AB Türkiye’yi yani bizi hiçbir zaman kabul etmeyecek. Çünkü onlar tarihi iyi okuyorlar. Türkler İslam’ı Viyana’ya kadar götürmüşler. Onlar nasıl ki Endülüs’ten Müslümanlar çıkarıldıysa Türkler de Balkanlar’dan çıkarılmalı diye düşünüyordu. 1. Dünya Savaşı’nda Edirne, İzmir ve İstanbul’u işgal ettiler. Bazı gazetecileri hâlâ İstanbul demiyor, Konstantiniye diyor. Bence hiçbir zaman Türkiye’yi Avrupa üyesi olarak kabul etmeyecekler. Fakat bu fikirden istifade edebiliriz. Bu teşebbüs devam ederse insan hakları, ekonomi ve teknik açıdan ilerlemekte yararlanabiliriz. Fakat biz onlara pazar olmamalıyız. Bizim de sanayimiz, ticaretimiz olmalıdır. Biz birbirimizi tutarsak büyük bir ekonomi ve sanayi kurabilir ve karşılıklı destek olabiliriz. Bizi İngilizler Birbirimize Düşürdü SD: Mısır’da okutulan ders kitaplarında Türkiye aleyhindeki ifadeler temizlenebildi mi? Yüzde 90 temizledik. Bir kanaatimiz var, bu bir İngiliz oyunuydu. İngiliz siyaseti bize “Siz ayrılın, daha önemli olacaksınız” diyordu. Elimizde bazı vesikalar var. İngilizler Araplara benzeyen bazı askerler getirip Türkleri arkasından vuruyorlar. Ve yine Türklere benzeyen askerleri de getirip Arapları vuruyorlar. “Bakın sizi vuruyorlar” diyorlar. Şimdi tarih kitaplarındaki Türkler aleyhindeki ifadeleri temizliyoruz. Şimdi büyük bir akım oldu: “Türkler bizi sömürmek için gelmemişler, İslam birliğini yaratmak için gelmişler.” Bu kanaat yaygınlaştı. 1. Dünya Savaşı sırasında Mısırlılar buradaki şehitlere çok iyi bir şekilde saygı gösterdi. Osmanlı esirleri İskenderiye ve diğer bölgelerde çadırlarda kalıyordu. Onların arasında Mısırlılar irtibat kurdu ve çok yardım etti. Bizi parçalamak istediler. Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi bizi yutmak için bizi parçalamışlar. Türkler ve Mısırlılar daha fazla ekonomik ve kültürel bağlantı kurar ve daha iyi tanışırsak yeni nesillerin bağları daha kuvvetli olacaktır. faat kavgası yok. Mısır ve Türkler arasında ne kavgası olabilir? Mısırlılar Türkiye’yi Yeniden Keşfediyor SD: Osmanlı zamanında İstanbul SD: Türkiye’de bir çok Mısırlı yazarın kitapları Türkçeye çevrildi. Mısır’da da Türk yazarların eserleri çevriliyor mu? Son 20 yıla kadar Mısır’da, Nazım Hikmet’ten ve Aziz Nesin’den başka kimse bilinmezdi. Şimdi bizim bölümlerimizden mezun olanlar, Mehmet Akif’i, Kısakürek’i, Kemal Tahir’i, Peyami Safa’yı, divan şairleri Fuzuli, Şeyhi, Galip, Abdulhak Hamit’i tanıyor. Son zamanlarda çeşitli alanlarda eserler çevriliyor. Bizde çok önemli bir çeviri merkezi var: Milli Çeviri Merkezi. Türkçeden onlarca kitap çevrildi. Fuat Köprülü’nün Türk Edebiyat Tarihi, Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi, Gölpınarlı’nın İlk Mutasavvıfları çevrildi. Eş Şuruk yayınevi var. Adnan Binyazar’ın Ölümün Gölgesi Yok romanı çevrildi. Büyük bir sükse oldu. Burada çok güzel karşılandı. Daha önce bir Türkçe çeviri getirdiğimizde, yayınevleri “kim okur, kime hitap edeceksiniz, satılmaz” diye basmıyordu. Şimdi talep var. Son gelişmeler ve TV dizilerinden sonra çeviriler daha da arttı. Mısırlılar son zamanlarda Türk edebiyatını ve Türkiye’yi yakından tanımak istiyorlar. Hem okumak için hem de Turistik açıdan Türkiye’ye gidenlerin sayısı artı. Geçen sene 70 bin Mısırlı Türkiye’ye gitmiş. Demek Türkiye’yi yeniden keşfetmeye başladık. Bizim için çok önemli şeyler oluyor. Erdoğan Fatih Gibi Karşılandı Erdoğan’ın İsrail’e karşı ve bizim yanımızda duruşları bizi çok etkiliyor. Halk çok güzel şekilde karşılıyor. Belki takip etmişsinizdir. Gerek Sayın Cumhurbaşkanı gerek Erdoğan buraya geldiğinde millet onu havaalanında karşıladı. Sanki Muhammet (Mehmet) Fatih gibi geldiler. Çünkü iki memleket arasında men- sosyetesinin Mısır’dan gelen zenginlerden etkilendiği, saraylıların ve sosyetenin lüksü ve refahı Mısırlılardan aldığı söylenir. Yaşayış bakımından iki millet arasında büyük bir fark yok. Fakat Mısır çok zengin bir memleket olarak biliniyor. Ben İstanbul’a gittiğimde maaşımı altın olarak aldığımı sanıyorlardı. Halk beni çok sevdi. Ramazan bayramında Beyazıt’ta, Üniversite karşısında bir otelde kaldım. Bir Türk arkadaş, bayramda yalnız kalamazsın diyerek ısrarla beni evine davet etti. O sıralar babam mektup yazmıştı, “dar-ül hilafette, Asitan’da (yani İstanbul’da) ne gördün” diye soruyordu. Ona yazdım, İstanbul’da okunan ezanları dinliyorum. Sokaklarda, aynı Mısır’daki gibi domates, patates, patlıcan diye bağırıyorlar. Hiçbir fark yok, rahat rahat yaşıyoruz, dedim. Türkiye’den Para Değil Tecrübe İstiyoruz SD: Türkiye Arap Baharı’nda nasıl davranmalı? Fehmi Huveydi gibi yazarlar Türkiye’ye geldiğinde, “Türkiye Arap aleminin başına geçsin” diyor. Sizin Türkiye’den beklentileriniz nelerdir? Yine hilafet dönsün, başında da Türkler olsun diyenler bizi parçalamak için istiyor. Halk ne istiyor bu önemlidir. Mısır ve Türkiye beraber çalışır ve büyük firmalar kurarsa bütün Afrika bizim bölgemiz olabilir. Büyük fabrika kurulursa Afrika’ya girebiliriz. Çünkü bütün Afrika devletleri bizi Nasır zamanından beri severler. Yardım ettiğimiz için saygı duyarlar. Mısır’dan ne gelirse onu kabul ederler. Şimdi Mısır’ın ekonomik durumu müsait değil ama büyük ortaklıklar yaparsak bütün Afrika bizim pazarımız olabilir. Mısır ve Türkiye mesela Karadeniz’de böyle serbest bölgeler kurarsa ve NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 39 müzdeki hafta yayınevine verilecek. Bu nokta üzerinde çalışıyorum. Burada Salahaddin okulu var. Ana okulundan liseye kadar öğrenci yetiştiriyor. Oraya gidin. 2-3 senedir 800 talebe var. Bütün Mısır halkı diyor ki; “böyle 10 okul daha kurulsa memnun oluruz.” Neden, çünkü bizim çocuğumuz bu okula giderse İslam kültürünü öğrenecek. Batı okullarına giderse Batı kültürünü öğrenecek. Yeni arsalar arıyorlar. Yakında bu okulların sayısı 4’e çıkacak. ortak çalışmalar yapabilirse bütün İslam memleketlerine ve Orta Asya devletlerine açılabiliriz. Biz Türkiye’den maddi para olarak yardım istemiyoruz. Biz tecrübe istiyoruz, deneme istiyoruz, beraber çalışmak istiyoruz. Türkiye aşağı yukarı 70 milyon ve Mısır 80-85 milyon, demek birlikte 150 milyon. Mantalite, akıl ve zeka bakımından iki millet birbirine denk geliyor. Bizim için bu en büyük sermaye. Halk en büyük sermaye. Komşu memleketler, Körfez bölgesindekiler Arap. Yani bizim akrabamız. Fakat aramız40 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 da hiçbir bağlantı yok. Çünkü yalnız medya bakımından bakıyorlar. Fikir ve kültür bakımdan hiçbir gelişme yok. Fakat Mısır ve Türkiye bambaşka. Yavaş yavaş Mısır - Türkiye - İran üçgeni kurulursa, bütün Asya ve bütün bu bölgenin durumu iyileşecek. Türkçe Okullarda Ders Olacak SD: Mısır’da Türk işadamlarının açtı- ğı okullarının ilişkilere katkısı oluyor mu? Ben AK Parti tecrübesi üzerinde bir kitap hazırlamaktayım. Önü- Dün Suhaç’tan bir işadamımız bana telefon açtı, Diyor ki, “Safsafi, eğer sefir beyle yahut Beşir Atalay bey ile görüşebilirseniz, onlara bir teklifim var. Suhaç’ta yani tam güneyde, ya ortak bir okul kuralım ya da ben okulu inşa ederim, onlar programlarını gelsin okutsun. Bu işadamının bir okulu var. Geçen sene hükümete dilekçe sunmuş, önümüzdeki seneden itibaren Türkçenin, Arapça yanında İngilizce, Almanya, Fransızca, İspanyolca gibi ders olarak okutulmasını istemiş. Bizim Milli Eğitim bakanımız kabul etmiş. Önümüzdeki yıl Türkçe ders olarak okutulacak. Demek ki Türk kültürüne yabancılık hissetmiyoruz. Müzik, adetler, örfler bakımından, ayrıca evlilik, ölüm törenlerinde birbirimize çok yakınız. Aramızda bir menfaat kavgası olmayınca her şey daha kolay oluyor. Tam tersine birlikten menfaatimiz olacak. SD: Teşekkür Ederiz. Röportaj: Ahmet ÜNAL Foto: Yasemin Küçer Yeni Ortadoğu, Yeni Sosyal Bilim Geleneğiyle Anlaşılabilir Kahire’de düzenlenen ATCOSS-2010, yüzyılın içinde inşa edilen “bilimsel yalanları” sorgulayan, buna meydan okuyan ve bu bilimsel yalanların inşa ettiği ön yargı duvarlarını yumruklayan bir ruhla yapıldı. Sosyal bilimcilerin değişik meslek grupları, artık bu yüzyıllık yalanın dışına çıkarak bakmaya başlamışlardı. Hegemonyanın varlığını Arap ve Türk ötekileştirmelerini aşarak yapıyorlardı. B aşbakan Yardımcısı bir sosyal bilimci, “Tahrir meydanında başlanan özgürlük ateşiyle tarihe yeni bir sayfa açılıyor, sosyal bilimcilere bu tarihe tanıklık etme fırsatı sunuluyor, yeni sorunlarımızı artık kendi paradigmalarımızı geliştirerek çözebiliriz” diyor. Ergün YILDIRIM* Beşir Atalay, yüzyılı aşan, entelektüel bir geleneği içinde taşıyan ve muhteşem tarihi mimarisiyle bugünü selamlayan Kahire Üniversitesinin yüksek kubbeli salonlarında sosyal bilimcilere böyle konuştu. Arap Türk Sosyal Bilimler Kongresi’nin ikinci geleneksel toplantısıydı bu. Mart 17-19 arası üç gün boyunca bir birine karşı ötekileştirilen coğrafyalar, kimlikler, kültürler ve milletler yeniden ortak bir anlam içine nasıl yerleşebileceklerini arıyorlardı. Batı modernliğinin hegemonyası içinde sosyal bilim yapmaya çalışmışlardı. Batılı bilim adamlarının hazır kalıp teorileriyle kendi toplumsal gerçekliklerini kolonlaştırmaya gitmişlerdi. Daha doğrusu modernliğin yerel ve ulus devletler için ön gördüğü “içten fetih” hareketi, sosyal bilimler tarafından bilimsel önermelerle meşrulaştırılmaya çalışılmıştı. Oryantalizm, sosyoloji, antropoloji, siyaset bilimi, teoloji ve tarih çalışmaları bu bilimsel seferberliğin donkişotluğuna soyunmuşlardı. Bu nedenle Araplar, Türkleri arkadan bıçaklamışlardı; Türkler de Arapları sömürerek geri kalmalarına neden olmuştu! Bu tarihsel yalanın bilimsel temellerini geliştirmek yüzyıl boyunca bütün Müslüman toplumların bilim adamlarına kalmıştı. Post-Osmanlı çağında, yüzyıl boyunca bütün Ortadoğu toplumları Kahire’de ATCOSS’un düzenlediği konferans, yüzyılın içinde inşa ediNİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 41 Kendi toplumsal ve bölgesel varlığının gerçekliğini algılayamayan, yorumlayamayan ve çözüm öndeyileri için çeşitli çevrelere “bakma biçimleri” sunamayan bir sosyal bilim de hegemonyacı olmanın ötesinde bir anlam taşımaz. len bu “bilimsel yalanları” sorgulayan, buna meydan okuyan ve bu bilimsel yalanların inşa ettiği ön yargı duvarlarını yumruklayan bir ruhla yapıldı. Sosyal bilimcilerin değişik meslek grupları, artık bu yüzyıllık yalanın dışına çıkarak bakma- 42 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 ya başlamışlardı. Hegemonyanın varlığını Arap ve Türk ötekileştirmelerini aşarak yapıyorlardı. Toplumsal bilim, gerçek toplumsal ilişkilerden ilham alarak yapılmaya yöneldiğini gösteriyordu. Aslında, seçilen tema da buna oldukça yatkındı: Sivil toplum kurtuluşları. Çünkü sivil toplum, yüzyıl boyunca çeşitli diktatörlere ve baskıcı ideolojilere karşı mücadele ederek bugüne gelmişti. Onlarca toplumsal hareketler, sivil toplumun direnişini, var olma iradesini ve yeniden aktörleşmesini anlatıyordu. Sunulan tebliğlerde Hizbullah, Hamas, Müslüman Kardeşler, Selefiler, Milli Görüş, Nakşiler vs. tartışıldı. Baasçılığın, Kemalizmin ve Nasırcılığın yüzyıla biçtikleri “deli gömleklerin” bu toplumsal ve politik hareketler tarafından nasıl da sabırla sorgulandığı ve direniş gösterildiği ortaya konuldu. Ortadoğu sosyal bilimleri, yeni top- lumsal hareketlerin varlığını algılayarak bölgesel gelişmeleri tartıştı. Bunu yaparken birçok işlevsel tutum içinde bulunuyordu. Yüzyıllarca süren oryantalist ve Batıcı bilim paradigmalarına eleştirel bakarak bunu aşmanın çabası içindeydi. Sosyal bilimler dilinde eleştiri bulunmaktaydı. Kemalizmin, Nasırcılığın ve Baasçılığın bütün despotizmlerine rağmen şimdi eleştirel gelenek kendini gösteriyordu. Bilim adamları daha özgür bir tutumla toplumsal gelişmeleri analiz ediyorlardı. Bir partinin, bir ideolojinin ve bir ulus devletin sözcüsü pozisyonundan uzak duruyorlardı. Ancak aynı zamanda gelişmelere duyarlı, sorumluluk içinde konumlanan ve bölgesel yeniden doğuşun sosyal bilimsel mantığını arayan bir zihinsel bakış sergiliyorlardı. Arap baharının, yeni Ortadoğu’nun toplumsal varlığını algılayarak tartı- Müslüman milletlerin, coğrafyalarında kendi gerçekliklerini görerek, kabullenerek ve onlarla barışarak bilim yapmaları onları aktarmacı, teslimiyetçi, tekrarlayıcı ve teori fukarası olmaktan kurtarabilecektir. şan, yorum yapan ve çeşitli projeksiyonlarda bulunan sosyal bilimsel tutum, yeni bir bilim geleneğiyle yola çıkmak gerektiğinin haberini veriyordu. Beşir Atalay’ın konuşması, konferansı düzenleyen SDE Başkanı Yasin Aktay’ın sunuşu, tam ma- nasıyla artık eski bilim geleneğinin dışlayıcı, ötekileştirici, kutuplaştırıcı vs. özelliklerini bırakılarak yeni bir paradigmayla yola çıkmanın zamanı geldiğini ifade ediyordu. Aslında toplumsal gerçeklik, post-Osmanlı zamanlarında yeni bir çağa evriliyordu. Bu nedenle yeni Türkiye, Arap Baharı, Kuzey Irak Kürt Yönetimi vb. köklü olgusal gerçeklikler ortaya çıkmaktaydı. Sosyal bilimler de buna tanıklık yapmak zorundaydılar. Eski bilim geleneğiyle bunları açıklamak, anlamak ve sosyal sorumluluğa dair çeşitli teorik yaklaşımlar geliştirmek mümkün değildi. Kendi toplumsal ve bölgesel varlığının gerçekliğini algılayamayan, yorumlayamayan ve çözüm öndeyileri için çeşitli çevrelere “bakma biçimleri” sunamayan bir sosyal bilim de hegemonyacı olmanın ötesinde bir anlam taşımaz. Bugün nasıl ki Kemalizm, Nasırcılık ve Baasçılık donmuş birer tarih dışı ideolojiye dönüşüyorlarsa, sosyal bilimler de oryantalizmin, batı modernliğinin ve ulus devlet anlayışının hegemonya bakma biçimleriyle yaşamaya devam ederlerse tarih dışı kalmaya mahkûmdurlar. Ancak Kahire’deki konferans, bunu aşmanın ve yeni gerçekliği yeni okumalarla anlamanın önemini kavrayan bir çabayı anlatıyordu. Konferansın en büyük anlamı da buydu. Müslüman milletlerin, coğrafyalarında kendi gerçekliklerini görerek, kabullenerek ve onlarla barışarak bilim yapmaları onları aktarmacı, teslimiyetçi, tekrarlayıcı ve teori fukarası olmaktan kurtarabilecektir. Kahire’de sosyal bilimcilerle konuşarak, tartışarak ve Kahire sokaklarında insan yüzleri, sesleri ve imgelerle iç içe geçerek hissettiğim duygu bu oldu. Yıldız Teknik Üniversitesi, İnsan ve Toplumbilimleri, Doç. Dr. * NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 43 ATCOSS’un ve Tahrir’in Ülkesi: Mısır Tahrir Meydanı’nda esen Arap Baharı rüzgarına sosyal medyanın damgasını vurduğu görüşü genel kabul görmektedir. Sanal dünyanın kavramlarıyla ve Mısırlı akademisyen Prof. Dr. Abdulfettah Seyfeddin’in ATCOSS’un açılış panelindeki kullandığı tanımlamayla, Tahrir kıyamı, “ziplenmiş yani sıkıştırılmış bir devrimdir.” Açıldığı takdirde, nereye kadar yayılacağı kestirilememektedir. 44 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 T ahrir sadece Araplara has anlamlar içeren bir kelime değildir. Sözlüklerimizde; yazmak, araştırmak ve serbest bırakmak gibi karşılıkları vardır. Gazetelerde yazı işleri yahut yayın kuruluna ‘tahrir heyeti’ denirdi. Osmanlı’da yeni ele geçirilen beldeler için ‘tahrir defterleri’ tutulurdu. Günümüzde hat sanatı ve çinicilikle eşdeğer bir yazma sanatı olarak da devam ede gelmektedir. Arap Baharı hakkında Tahrir kelimesinin etimolojik bağlamında bir değerlendirme yapılırsa, Tahrir Meydanı’nda yeni bir tarih yazıldığı, Arap dünyası için doğrunun araştırıldığı ve iradesi zincirlenmiş insanların serbest bırakıldığı söylenebilir. Tahrir Meydanı’nda esen Arap Baharı rüzgarına sosyal medyanın damgasını vurduğu görüşü genel kabul görmektedir. Sanal dünyanın kavramlarıyla ve Mısırlı aka- Ahmet ÜNAL* demisyen Prof. Dr. Abdulfettah Seyfeddin’in ATCOSS’un açılış panelindeki kullandığı tanımlamayla, Tahrir kıyamı, “ziplenmiş yani sıkıştırılmış bir devrimdir.” Açıldığı takdirde, nereye kadar yayılacağı kestirilememektedir. Gerçekten de Tahrir rüzgarının esintileri Avrupa ve ABD’yi sarsan Wall Street’i işgal eylemlerinde dahi hissedilebilir. Yine internet kullanıcılarının iyi bildiği gibi sıkıştırılmış dosyalar açılırken muhakkak virüs kontrolünden geçirilmelidir. Aksi halde, işletim sisteminizi, belleğinizi ve mevcut birikimlerinizi tamamen çökertebilir. Güvenlik duvarlarınızın casus yazılımlara, virüslere ve sistemde bırakılabilecek “arka kapılara” karşı güncellenmesi ve sağlam kalkanlarla korunması gerekmektedir. Kahire idealizm ve romantik duyguların yoğun yaşandığı mistik bir şehir. Sadece Arap aleminde değil Müslüman coğrafyalarda yetişen çoğu Sosyalist, liberal ve İslami görüş sahipleri; Taha Hüseyin’den Necip Mahfuz’a, Hasan El Benna’dan Seyyid Kutub’a kadar birçok ismi kendisine referans alır. Ancak Nobel Edebiyat ödüllü Mahfuz’un, ödülü almak için dahi Mısır’ı terk etmediği hatırlanırsa, romantik ideallerin gerçek dünya ile ters düşebileceği de unutulmamalıdır. Bu bağlamda, devrimin perde arkasındaki asli unsuru sayılan İhvan-ı Müslimin’den de ‘Yoldaki İşaretleri’ iyi okuması beklenmektedir. 25 Ocak 2011’de, Tahrir merkezli olarak Arap sokağında başlayın rüzgar 18 gün şiddetli eserek Hüsnü Mübarek’in saltanatını devirdi. Fakat bahar yellerinin hızı şimdilik, Mübarek’in eski yol arkadaşlarının, yani askeri bürokrasinin duvarlarına çarptı ve nisbeten hızını kaybetti. Yüksek Askerî Konsey, Mübarek’in Başbakanı Kemal Ganzuri’yi yeni- den ve tam yetkiyle başbakan atayarak önemli bir mesaj verdi. Tahrir Devrimi sonrasında alt ve üst kanatları feshedilen Meclis yenilendi. İhvan-ı Müslimin’in (Müslüman Kardeşler) siyasi kanadı Hürriyet ve Adalet Partisi oyların yüzde 47’sini alarak 235 milletvekili çıkardı. Selefilerin Nur Partisi ise yüzde 24 oyla 121 koltuk kazandı. Mısır’ın en eski partisi Liberal Vefd 38 ve Hür Mısır Bloku ise toplam 34 milletvekilli elde edebildi. 508 sandalyeli Mısır Halk Meclisi’nde koltuklardan üçte biri bağımsız adaylara ayrılıyor. Fakat seçime katılan partiler kimi adaylarını bağımsız listesinden de seçtirdi. Yüksek Askeri Konsey Başkanı Hüseyin Tantavi de, Cumhurbaşkanı yetkisiyle parlamentoya 10 milletvekili atadı. Geçiş Dönemi Kalıcı Olur mu? Kahire sokaklarında trafik lambaları İnternet kullanıcılarının iyi bildiği gibi sıkıştırılmış dosyalar açılırken muhakkak virüs kontrolünden geçirilmelidir. Aksi halde, işletim sisteminizi, belleğinizi ve mevcut birikimlerinizi tamamen çökertebilir. çalışmıyor. Devrimden sonra trafik keşmekeşi iyice içinden çıkılmaz bir hal almış. Halk yollarda, arabalar ve zırhlı araçların arasında her an ölüm tehlikesiyle burun buruna yaşıyor ki, İstanbul trafiğini bile arıyoruz. Yollardaki arabaların neredeyse yarısı hasarlı. Muhtemelen sigorta- NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 45 Kahire sokaklarında trafik lambaları çalışmıyor. Devrimden sonra trafik keşmekeşi iyice içinden çıkılmaz bir hal almış. Halk yollarda, arabalar ve zırhlı araçların arasında her an ölüm tehlikesiyle burun buruna yaşıyor ki, İstanbul trafiğini bile arıyoruz. kasko sistemleri de çökmüş durumda. Temel ihtiyaç maddeleri Türkiye’ye nispeten ucuz olsa da, Mısırlı gençlerin niçin memleketimize yerleşmek istediklerini anlamak zor değil. Özellikle eski Kahire’deki evlerin neredeyse yarısı harabe halinde. Terk edilmiş görünümü veren binalar okul ve hastane olarak kullanılıyor. 20-25 milyonluk başkentin neredeyse dörtte biri mezar evlerde barınıyor. Muhteşem binalar ve görkemli otellerdeki hizmetler bizdeki üçüncü sınıf otelleri aratıyor. Maalesef sokaklarda çöpler zamanında toplanmıyor. Halkın tüm beklentileri kısa sürede karşılanabilir mi? 2011 yılı sonuna kadar Halk ve Şura Meclisi seçimlerinin yapılması, Kurucu Meclis oluşturularak Anayasanın yazılması ve yeni Cumhurbaşkanının seçilmesi öngörülüyordu. Ancak başarılamadı. T.C Dışişleri Bakanlığı’nın internet sitesinde sözkonusu endişeye şu ifadelerle yer veriliyor: “…Mısır’ın içinden geçmekte olduğu çalkantılı geçiş sürecinin demokrasiye geçişin öngörülenden daha fazla zaman alacağını şimdiden düşündürmektedir.”1 Hem hükümeti kurması hem de 46 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 cumhurbaşkanını belirlemesi halinde toplumun beklentilerinin tek muhatabı haline gelecek olmanın dayanılmaz ağırlığından olsa gerek Müslüman Kardeşler cumhurbaşkanı adaylarını açıklamadı. Fakat İhvan’dan ayrılarak adaylığını açıklayan Abdulmunim Ebul Futuh, özellikle üniversiteli gençlerin desteğini alarak Cumhurbaşkanlığına doğru ilerliyor. Cumhurbaşkanlığı için yüzlerce adayın başvurduğu seçim kampanyaları 30 Nisan’da başlayacak. Selefiler’in adayı Hazım Ebu İsmail ve Mübarek döneminin de gözdelerinden ve Batılı devletlerle de arası iyi olan Arap Birliği eski Genel Sekreteri Amr Musa şans tanınan adaylar arasında. Siyasi kararsızlık Müslüman Kardeşleri bölünmenin eşiğine kadar götürebilir. Seçimlerden sonra, “haydi enkazı kaldırın ve ülkeyi refaha ve düzene kavuşturun” talepleri yüksek sesle dillendirilecek. Hasan El Benna’dan günümüze siyasetten dolayı dili birçok kez yanan İhvan eğer hareketin ileri gelenlerinden birini aday gösterirse, bu kez de Ebul Futuh’u destekleyen gençlerini kaybedebilir! Öte yandan İslami eğilimli partiler sadece 9 kadını parlamentoya taşı- Mısırlıların hem en büyük zenginliklerinden hem de eski sömürgecilerinin onları kendi hallerinde bırakmayacağı en büyük dertlerinden biri Asya ve Afrika’yı birleştiren eşsiz konumu. yabildi. Eylemlerde dövülen, işkence gören ve zorla bekaret testine alınan kadınların da, Meclis’te yeterince temsil edilmemelerine karşılık yeni yönetimden çok daha fazla şey isteneceği öngörülebilir. Türkiye ve Arap dünyası İhvan’ın diğer bir sorunu da sağlık ve yardım teşkilatlarıyla halkın desteğini kazansa da siyasi olarak kendisini destekleyecek güçlü bir medya ve araştırma merkezlerinin bulunmayışı. Mübarek karşısında muhalefeti destekleyen yarı resmi El-Ahram gazetesi bugün de 1,5 milyon satarken, İhvan’ı destekleyen gazetelerin tirajı 40-50 bin civa- artık Arap ülkeleri ve Türkiye ilişkilerinde önemli bir noktadayız. ATCOSS Sonuç Bildirisi’nde belirtildiği gibi, birbirlerini oryantalist kurgular ve yabancı ajansları aradan kaldırarak doğrudan tanımaya başlıyor. rında, ayrıca yerel kanallar haricinde çok seyredilen TV kuruluşları da bulunmuyor. Yüzlerce aday Cumhurbaşkanlığı için başvursa da, güçlü bir siyasi liderlik tesis edilemezse iktidara gelen kim olursa olsun, yılların ihmaliyle birikmiş enkazın altında ezilecek. Ülke ekonomisinin önemli ölçüde kontrol eden askeri bürokrasi ise yeniden kurtarıcı olarak sahneye çıkmayı bekliyor. Eldeki verilere göre, Mısır’ın petrol ve doğalgaz rezervi enerji ihtiyacını rahatlıkla karşılayabilir. Neyse ki, enerji tröstlerinin iştahını kabartacak kadar hidrokarbon rezervi bulunmuyor! Ayrıca Kızıldeniz’in ve Nil’in bereketinin yanısıra piramitlerin turistik cazibesi Mısır’ı rahatlıkla refaha kavuşturabilir. Bugün en radikal İslamcısından liberaline kimse Süveyş Kanalı’nı kapatmayı aklından bile geçirmiyor. Yine de Mısırlıların hem en büyük zenginliklerinden hem de eski sömürgecilerinin onları kendi hallerinde bırakmayacağı en büyük dertlerinden biri Asya ve Afrika’yı birleştiren eşsiz konumu. Mısır’daki Türkiye Mısır’dan Türkiye için de güzel haberler var. ATCOSS 2012’de tanışNİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 47 tığımız Mısır’ın en eski Türkolog’u Prof. Dr. Safsafy Al-Katory, görüşmemizde Mısır’da her birinde 400-500 öğrenci olmak üzere 13 üniversitede binlerce gencin Türkçe öğrendiğini anlattı. Ayrıca Türk işadamlarının Kahire’de açtığı Salahaddin Lisesi’nde 800 öğrenci Türkçe öğreniyor. Mısırlılardan öyle yoğun talep gelmiş ki bu yıl 3 okul daha açılacakmış. Türkçe öğrenme coşkusuna Türkçe Olimpiyatlarının Mısır Finaline katılan ailelerin ve öğrencilerin heyecanlarını görerek şahit olduk. Kahire Büyükelçimiz Hüseyin Avni Botsalı, Salahaddin Lisesi’ndeki programda, Afrika ülkelerinde 60 okul açıldığını ve buralarda toplamda 100 bin gencin Türkçe öğrendiğini anlattı. 48 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 En sevindirici haber Mısırlıların Türkiye ve Osmanlı ile ilgili kanaatlerinin değişiyor olması. Ayrıntılarını elinizdeki dergimizden okuyabileceğiniz röportajda tecrübeli Türkolog Al Katory, 1. Dünya Savaşı sırasında Türk ve Mısırlıların arasını bozmak için İngilizlerin Arap kıyafeti giyerek Türklere ve Türk görünümüne bürünerek Araplara saldırdığını anlattı. Bu iddiayı belgelerle ispatladıklarını belirten Al Katory, Yavuz Sultan Selim’in de, sömürgeci bir anlayışla değil Haçlı seferlerine karşı İslam Birliğini kurmak için Mısır’ı fethettiğini savunuyor. Çarşı ve pazardaki esnaf ilk bakışta Türk olduğunuzu anlıyor ve “yavaş yavaş Hasan Şaş” diyerek yanına çağırıyor. Ancak Türkiye’de uzun süreli ikamet edenlerde bazı soru işaretleri de yok değil. Türkiye’de Araplar aleyhinde oluşan yargılar nedeniyle bazı rahatsızlıklar var. Gerçekten de Akdeniz’in güneyinden Türkiye’ye baktığınızda; “Ne Şam’ın şekeri...” ile başlayan, “Arap saçı” ile devam eden deyimler hiç de hoş durmuyor. Birde evcil hayvanlara takılan Arap isimleri de tarihi bir geçmişimiz bulunan kardeşlerimizi üzüyor. Kahire Üniversitesi’nde görüştüğümüz onlarca gencin Türkiye’ye karşı besledikleri hayranlığa bizzat şahit oldum. Bazısı dizilerden bazısı da Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Davos’taki çıkışından etkilenmiş. “Bize de Erdoğan gibi lider lazım” diyorlar. Bu duygularını da Başbakan Erdoğan’ı Mısır ziyaretinde havaalanında büyük bir miting havasında karşılayarak ve Tahrir meydanındaki konuşmasında attıkları sloganlarla gösterdiler. Başkan Barack Obama, ABD’nin bozulan imajını düzeltmek için İslam ülkeleriyle ilişkilerini ‘resetlemeyi’ yani yeniden başlatmayı hedefliyordu. Bu maksatla devrimin hemen öncesinde Kahire’ye kadar gelip öğrencilerin karşısına çıkmıştı. Devrim sonrasında da Mısır’ın geleceğini gençlerin dinamizmi belirleyecek gibi görünüyor. Genç kuşak askeri müdahale olarak yaklaşık 800 kişinin öldüğü ve 6 bin kişinin yaralandığı 18 günlük Tahrir devrimini biliyor. Provokasyon olarak öğrendikleri ise bir futbol karşılaşması sonrasında çıkan ve 75 kişinin can verdiği stadyum faciası ile sınırlı. Ancak gençlerin enerjisi aksakallıların tecrübe ve sağduyusu ile birleşirse anlamlı sonuçlar doğurabilir. Gücünü hissettiren ve ‘biz buradayız’ diyen asker şimdi bir adım geriye çekilmiş durumda. Güvenliğin askıya alındığı ortam devrimcilere gözdağı olarak yorumlanıyor. Yine Prof. Dr. Seyfeddin Abdulfettah’ın sözleriyle ifade edersek, Mısır güvenlik güçlerinin uzmanlaştıkları tek konu rejimi halktan korumaktı. NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 49 Şimdi güvenlik güçleri ne yapacaklarını şaşırdı. Çünkü halkın güvenliğini sağlamak farklı bir uzmanlık gerektiriyor. Umarız, güvenlik boşluğu kısa zamanda atlatılır. Bugün Türkiye ve Arap dünyası ilişkilerinde önemli bir noktadayız. ATCOSS Sonuç Bildirisi’nde belirtildiği gibi, artık Arap ülkeleri ve Türkiye birbirlerini oryantalist kurgular ve yabancı ajansları aradan kaldırarak doğrudan tanımaya başlıyor. Bildiride ATCOSS’un önemi, “20. Yüzyıl’daki oryantalist bakış açısıyla şekillenmiş olan İslam dünyasının 21. Yüzyıl’da artık kendi toplumsal perspektifini kavrama ve kavramsallaştırma imkânını yine kendi iradesiyle yapabilmesi açısından belirgin bir işleve sahip olacaktır.” maddesiyle vurgulanıyor. Umarız SDE’nin sosyal bilimler alanında gerçekleştirdiği başarı ekonomik ve siyasal ilişkilerde de tekrarlanır. Nil vadisindeki halk şimdilik mutlu. 45 yıldır aralıklı olarak yürürlükte olan olağanüstü hal kısmen kaldırıldı. Demokrasiye geçiş sancılarının yaşandığı Kahire sokaklarında vatandaşlar ‘serbestçe’ dolaşıyor. Neşeli ve güleryüzlü Mısırlılar geçici çilelere alışık. Ancak insanların hayallerini bağımsız, huzurlu ve refah dolu bir gelecek süslüyor. Beklentiler her geçen gün daha da artıyor. Mısır ve Süveyş Tarihçesi Yaklaşık 400 yıl Osmanlı Devleti bünyesinde yaşayan Mısır, fiilen 1883’te ve resmen 1914’te İngiltere tarafından işgal edilmiştir. 1922’de Kral Fuad Mısır’ın bağımsızlığını ilân etse de İngiliz askerleri 1946 yılına kadar ülkeden çekilmemiştir. Bu tarihte Süveyş Kanalı bölgesini ellerinde bulundurmak şartıyla ülkenin diğer kesimlerini terketmiştir. Mısır’ın bağımsızlık tarihinin düğüm noktası Süveyş Kanalı olmuştur. Basra Körfezi’nden gelen petrol Akdeniz’e Süveyş Kanalı üzerinden ulaşıyordu. Kanalı, İngiltere ve Fransa’nın kurduğu Kanal Şirketi kontrol ediyordu. 1952 yılında bir askeri darbe neticesinde Cemal Abdulnasır iktidara geldi ve 1953’te Cumhuriyet yönetimine geçildiğini ilan etti. Nasır Kanal şirketini milleştirmeye karar verdiğinde Mısır kendisini bir savaşın içinde buldu. İsrail’e karşı silahlanmak isteyen Nasır’ın, silah talebini Batılı devletlerden karşılaması imkansızdı. Sovyetler’le ilişkilerini 1. 50 http://www.mfa.gov.tr/misir-siyasi-gorunumu.tr.mfa STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 güçlendirdi. Sorunu çözmek için toplanan Londra Konferansı’ndan sonuç çıkmadı ve İsrail 1956’da Sina yarımadasını işgale başladı. Birleşik Krallık ve Fransa ise sözde barıştırmak amacıyla bölgeye asker çıkarmaya karar verdi. Nasır sözde yardım reddedince İngiltere ve Fransa Uçak gemileri göndererek Mısır’a hava saldırısı düzenleyerek kanal bölgesinin hakimiyetini ele geçirdiler. Yeni bir dünya savaşı çıkabilirdi. Sovyetler Birliği Mısır’dan çekilmemeleri halinde Paris ve Londra’ya nükleer bomba atma tehdidi savurdu. ABD de Sovyetler’in yanında tavır alınca İngiltere ve Fransa ateşkes ilan etmek zorunda kaldı. Fakat bölgede BM Barış Gücü konuşlandı. 1967’ye kadar bölgeyi kontrol eden Barış Gücü, çekilir çekilmez Altı Gün Savaşı patlak verdi ve İsrail Mısır’ı yeniden bir hezimete uğrattı. Süveyş Krizi’nin sonucunda Avrupa ülkelerinin dünya gücü olmadıkları anlaşılmış ve Sovyetler’in karşısında tek süper güç olarak Nisan’da yeniden bir seçim süreci yaşanacak ve Cumhurbaşkanlarını seçecekler. Yeni yönetim ülkeyi güllük gülistanlık edecek… Ancak orta yaşın üzerindeki Mısırlıların ve Türkiye tecrübesini bilenlerin şaşırmayacağı yeni bir “darbeler ve müdahaleler sürecinin” başlayacağı öngörülebilir. Otoriter düzenden demokrasiye adım atan Mısır’ı, korkarız ki, 27 Mayıs, 12 Eylül ve 28 Şubat tecrübeleri bekliyor. Umarız, Mısırlılar dizilerimiz kadar siyasi tarihimizi de öğrenirler de başları fazla ağrımaz. SD Yazı İşleri Müdürü* ABD hakimiyeti tescil edilmiştir. İngiltere’de Başbakan Anthony Eden istifa etmek zorunda kalırken General de Gaulle yönetimindeki Fransa NATO’nun askeri kanadından çekilmiştir. Nasır ise yenilgilerine rağmen Süveyş Kanalı üzerinde denetimi sağlayınca Arap dünyasında Nasırcılık akımı başladı. Sovyetler’in de desteğiyle bölgedeki son sömürgelerin bağımsızlık ilan süreçleri hızlandı. 1948 ve 1967’de, İsrail savaşlarında büyük bir yenilginin ardından Enver Sedat yönetimindeki Mısır, İsrail’e karşı 1973 Savaşını kazanmış fakat 1978’de, Arap Ligi’nden uzaklaştırılmasına neden olan Camp David Anlaşması’nı imzalamıştır. Sedat imzaladığı bu anlaşma yüzünden 1981’de bir suikast neticesinde hayatını kaybetti. Halefi Mübarek döneminde Filistin sorununa katkıları sebebiyle Mısır Arap dünyasına tekrar kabul edilmiştir. Arap Devriminin Başkenti: Kahire 18 – 20 milyon nüfuslu Kahire sadece Mısır’ın değil Arap Dünyasının özeti gibi. Birbirinden çok farklı semtler, çok değişik insan manzaraları var. Bir tarafta sefaleti diğer tarafta sefahati görebiliyorsunuz. Yarım kalmış apartmanlar, hiç restorasyon görmemiş bakımsız, kirli binalar, bir katı şahane diğer katı harabe olmuş viraneler, mezar evler… M ısır, Arap dünyasındaki değişimin kalbi. Kahire’de çarpan özgürlük yüreği bütün Arap âlemine kan pompalıyor. Kadim bir kültürün yeniden doğuş sancıları yaşanıyor. Tahrir meydanında yakılan hürriyet meşalesi için için yanıyor. Tahrir kahramanları sessiz sakin devrim nöbetindeler. Asrın firavunlarını bir bir gönderen Mısır halkı demokrasi, özgürlük ve barış için mücadele ediyor. Geçiş döneminin dengelerini kontrol ederken bileğinin hakkıyla yakaladığı fırsatı kaybetmek istemiyor. 18 -20 milyonluk dünyanın en büyük metropollerinden Kahire’nin gülümseyen, sakin ve dingin insanları gelecek için umutlanıyor. Halkın egemenliğini simgeleyen seçimler, yeni anayasa ve reformlarla Yeni Mısır’ı inşa etmek için çabalıyor. Mısır tarihini yeniden yazıyor. Mısır’a hayat veren Nil geçmişin tüm kirlerini alıp götürecek gibi zamanın Aydın BOLAT* deryasına akıyor. Osmanlı geçmişi Mısır’ın mesut dönemi. İngiliz, Fransız kolonyal dönemi sonrasındaki Nasır, Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek dikta rejimleri Mısır’ın kâbusu, halkın üzerine çöken baskı rejimleri ve geriye bıraktıkları yoksulluk, haksızlık, zülüm dönemleri… ATCOSS 2012 – Kahire ATCOSS 2012 SDE’nin organizasyon olarak ilk yurtdışı deneyimi. Ayrıca Arap Devriminin başkenti Kahire’de yapılmasıyla birlikte çok daha önemli bir kongre oldu. ATCOSS 2010 Arap devrimini tetikledi, ATCOSS 2012 ise bu süreci karşıladı, yorumladı ve tarihini yazdı dersek abartmış olmayız herhalde. SDE Türkiye heyeti 100 kişilik katılımla 16-17-18-19-20 hatta bazıları 21 Martta Kahire’de kaldı. 16 Mart Cuma günü Türkiye’nin Mısır Büyükelçiliğinde prestijli bir NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 51 Belediye hizmetlerinin görünmediği örümcek ağı yollar ve şehrin haddini aşmış araç yoğunluğu ve trafik kargaşası. Benzin 200 pound yani 70 kuruş, araçlar ucuz ama çoğu eski, kırık dökük. Ana caddelerde karşılaşılan trafik lambalarına bakan kimse yok gibi. resepsiyon gerçekleştirildi. Büyükelçilik bahçesi 16-18.00 arası akademisyenler, gazeteciler, işadamları, diplomatlar ve öğrencilerden oluşan 300 kişilik bir davetli ile doldu. Başbakan Yardımcısı Prof. Beşir Atalay ve Mısır’ın Evkaf Bakanı birer konuşma yaptılar. Röportajlar yapıldı, ciddi sohbetler ve kulisler resepsiyona samimi bir hava verdi. Kahire’nin serin bahar havası sanki Arap Baharı denen hava bu olsa gerek. Özel ve özenli ikramlar bu bahar tadını güzelleştirdi. ATCOSS 2012 elçilik bahçesinde gülen yüzlerle ve umutla başladı. ATCOSS ‘a Türkiye ve Mısır sahip çıktı. “Festivals Hall” de Açılış ATCOSS 2012 Açılış Programı Kahire Üniversitesi Festivals Hall (Obama’nın konuştuğu) salonda yapıldı. Kubbe altında gösterişli muhteşem salon SDE’ye ve ATCOSS’a verilen önemin ifadesi. Salonda 500 kişi var. Sn. Atalay, Mısır Yüksek Öğretim ve Bilim Bakanı, Filistin Gazze Gençlik ve Spor Bakanı onur konukları ve ev sahibi Kahire Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Heba Nassar. Açılış oturumunda dikkatimi çeken spotları sizlerle paylaşayım: Suriyeli akademisyen Prof. Dr. Behij Mula Huech: Prof. Nassar: “Suriye halkı değişimin gerekli olduğunu kanıyla canıyla kanıtlamaya çalışıyor.” “Kahire Üniversitesi özgürlük ve demokrasi için atılan tüm adımlara destek verdi.” Gazzeli Bakan Dr. Muhammed El – Medhun: “Kahire Arap Baharı’nın Başkenti’dir. Mısır ve Türkiye değişimin temel direğidir. Bölgesel ve stratejik bir rol oynanıyor.” “Kudüs bütün Müslümanların ciğerparesidir. ATCOSS Arap ve İslam dünyasındaki değişimi bilimsel temellere oturtacaktır. ATCOSS ‘u gelecek yıl Gazze’ye davet ediyorum.” Prof. Beşir Atalay: “ATCOSS tarihe tanıklık etmiştir. Arap dünyası köklü bir değişim geçiriyor. Yüzyıllık ihmal ve açık kapanıyor. Aynı medeniyet kökünden geliyoruz. Derin kopuş bitiyor. ATCOSS isabetli ve zamanlı bir arayıştır. Gerekli olan entelektüel muhtevayı ATCOSS üretecektir. Her sene istikrarla bu toplantıların yapılması gerekir, buna biz daima destek vereceğiz.” “Suriye Bilançosu; 9700 şehit’in 500’ü çocuk 600’ü kadın. 400 insan işkenceyle öldürülmüş, 75000 kayıp, 20000 Türkiye’de, 3000 Ürdün’de ve 2000 Lübnan’da mülteci var.” “Din ve devlet birbirinden ayrılmaz birbirine muhtaçtırlar. Akıl vahye karşı değildir. İslamcılar dünyadan kopmuş değillerdir. Siyaset askeri vesayetten kurtarılmalıdır. Demokratik bir sistem istiyoruz.” Kahire Üniversitesinden Siyaset Bilimci Öğretim Üyesi Prof. Seyfettin Abdülfettah: Müslüman’ın görevi Kureyş suresinde ifade edildiği gibi “Açlığı gidermek ve emniyeti sağlamak” yani açlar doyurulmalı ve korkular giderilmeli. Askeri geçiş konseyi geçiş sürecini iyi yönetemiyor. Henüz yemek pişmeden birileri farklı bir yemeği servis ediyorlar. Geçiş süreci iyice olgunlaşmalıdır. Türkiye’nin geçiş sürecinden şu noktalarda istifade edebiliriz: Çoğulculuk, demokratik reformlar, asker – sivil ilişkileri, vakıf etkinlikleri, STK’lar Türkiye derin devleti nasıl ortadan kaldırdıysa bizde öyle kaldırabiliriz. Prof. Doğu Ergil : “Oryantalizm artık sona ermiştir. Bu bölgenin halkları artık kendi düşüncesiyle problemlerinin çözümünü kendi yapacak entelektüel güce ulaşmıştır. Devrimde önce bir şeyler devrilir sonra restorasyon süreci başlar. Türkiye 100 yıldır bu restorasyonu yapamadı. Dinin siyasallaştığı, siyasetin ise dinileştiği bir dönem kaçınılmaz olarak yaşanacaktır.” 52 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 Kahire’de çarpan özgürlük yüreği bütün Arap âlemine kan pompalıyor. Kadim bir kültürün yeniden doğuş sancıları yaşanıyor. Tahrir meydanında yakılan hürriyet meşalesi için için yanıyor. Tahrir kahramanları sessiz sakin devrim nöbetindeler. Prof. İhsan Dağı: “Özgür, demokratik, çoğulcu, adil bir toplum ancak sivil toplum inisiyatifiyle inşa edilebilir. STK’lar sınır aşan networklar kurmalıdır. Ulusal sınırların durduramadığı bir değişim talebi var ve bölgesel bir niteliğe dönüştü. Devlet bir güç temerküzüdür ve ancak örgütlü sivil toplum tarafından denetlenebilir.” Bir Afrika Metropolü: Kahire 18 – 20 milyon nüfuslu Kahire sadece Mısır’ın değil Arap Dünyasının özeti gibi. Birbirinden çok farklı semtler, çok değişik insan manzaraları var. Bir tarafta sefaleti diğer tarafta sefahati görebiliyorsunuz. Yarım kalmış apartmanlar, hiç restorasyon görmemiş bakımsız, kirli binalar, bir katı şahane diğer katı harabe olmuş viraneler, mezar evler… belki de trafiği onlar idare ediyor. Kahire kornalarla uğulduyor adeta. Nil karakıta Afrika’nın olduğu kadar Mısır’ın ve Kahire’nin de her şeyi. Nil olmasa her yer cehennem olur. Çöle Nil kan, can ve hayat veriyor. Kahire’nin güzelliği Nil; şehrin tam ortasında İstanbul boğazı gibi nazlı nazlı akıyor, sessiz ve sakin. Üzerinden onlarca köprü Kahire’nin doğusunu batısına bağlıyor ve gemiler, tekneler Nil’in kelebekleri gibi. Kahire’den İskenderiye’ye doğru Akdeniz’e açılan Nil kollara ayrılarak onlarca delta bırakıyor. O mümbit deltalarda yetişen meyve, sebze, tahıl tüm Mısır’ı besliyor. Nil o beldeye Allahın bir lütfu, rahmeti. Nil olmasa Kahire hiç, Mısır yok gibi. Doğu Kahire’de Tahrir Meydanı. Diktatör baskıcı rejime karşı özgürlük meşalesinin yakıldığı o meydan, adına şiirler yazılmış, şarkılar bestelenmiş. Boş bir alan değil içinden yollar geçiyor, trafik akıyor. Çimleri çiğnenmiş, ağaçları gösterilerde yıpranmış, kırılmış. Ama devrim nöbeti tutan 10 kadar çadır, üzerinde devrim şehitleri, Mübarek’i, İsrail’i, Amerika’yı protesto eden resimler, karikatürler ve maketler var. Dev zafer işaretli anıt ve Tahrir’in tam ortasından geçen trafik ışığında sallanan idam edilmiş, alnında İsrail bayraklı mübarek maketi. Yanı başında yakılmış görüntüsüyle Hüsnü Mübarek’in 10 katlı parti binası, diğer tarafta daha çok eski antik Mısır’ı anlatan yüz binlerce parça Geçiş döneminin dengelerini kontrol ederken bileğinin hakkıyla yakaladığı fırsatı kaybetmek istemiyor. 18 -20 milyonluk dünyanın en büyük metropollerinden Kahire’nin gülümseyen, sakin ve dingin insanları gelecek için umutlanıyor. heykel, eşya ve malzemelerden oluşan tarihi müze. Tabii ki 5000 yıllık kralların, kraliçelerin mumyaları toprak nasip olmamış ibretlik cesetler tarihin derinliğinden ziyaretçilerinde ürpertici duygular uyandırıyor. Ne o kocaman müzede ne de turistik eşya diye satılan eşyalarda İslam medeniyeti ile ilgili bir ize rastlanmaması dikkat çekici. Sanki Mısır sadece antik dönemde var, sanki Mısır firavunlar, piramitler, sfenkslerden ibaretmiş gibi… Mısır’da Hz. Musa, Hz. Yusuf, Abbasi, Memluk ve Osmanlı dönemlerine ait bir iz yok gibi. Mehmet Ali Paşa ve İbrahim Paşa heykelleri de olmasa bazı binalar dışında pek iz yok. Han El-Halil Han El-Halil Kahire’deki curcunanın merkezi Kadim El-Ezher Camii ve üniversitesi de orada tam karşı- Belediye hizmetlerinin görünmediği örümcek ağı yollar ve şehrin haddini aşmış araç yoğunluğu ve trafik kargaşası. Benzin 200 pound yani 70 kuruş, araçlar ucuz ama çoğu eski, kırık dökük. Ana caddelerde karşılaşılan trafik lambalarına bakan kimse yok gibi. O kaotik trafik kargaşası yaya, sürücü Mısırlıların aralarındaki zımnen yapılmış bir anlaşmayla ya da olağanüstü sosyal reflekslerle işliyor ama şikâyetçi değiller. Birbirine bağıran çağıran yok, trafik düzensiz bir ritimde akıyor. Ama kornalar durmadan çalıyor, NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 53 Osmanlı geçmişi Mısır’ın mesut dönemi. İngiliz, Fransız kolonyal dönemi sonrasındaki Nasır, Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek dikta rejimleri Mısır’ın kâbusu, halkın üzerine çöken baskı rejimleri ve geriye bıraktıkları yoksulluk, haksızlık, zülüm dönemleri… sında Mısır ve bölge Şiilerinin merkezi olan El-Hüseyin Camii. Renkli neonlarla, yanıp sönen spotlarla bir gazino gibi ya da etrafındaki kalabalık insan yığınlarıyla bir panayır yeri gibi. Caminin içinde sohbet edenler, yemek yiyenler, yatıp uyuyanlar, secde edecek temiz 20 cm yer bulanlar namaz kılıyor, bir grup camii dışına da verilen yüksek oktavlı ses ile okunan Kur’an’ı dinliyorlar. Cami içinde Hz. Hüseyin’in kesik başının bulunduğunu iddia ettikleri bir türbenin etrafında adım atılacak yer yok, tavaf ediyor, ağlıyor ve yakarıyorlar. Cami dışında ve etrafında grup grup yüksek sesli müzik eşliğinde düzensiz zikirle raks eden sarhoş haldeki insanlar ilginç görüntüler oluşturuyor. ElEzher üniversitesi ve camisi İslam ilahiyatındaki mümtaz yerinin gururuyla vakur misyonunun hizmetinde olduğunu gösteriyor. Ama Han El-Halil serbest pazarın, sabah- lara kadar açık çarşıların, dükkanları ve sergileri Kahire’nin en hareketli merkezlerinden. taşıyan ve amfide toplantısına heyecanla katılanlara diğerlerinin hiçbir tepkisi yok. Özel Manzaralar Mısırdaki Türk işadamları yıllardır yollarımızı gözlediklerini söyleyerek ATCOSS katılımcılarını Gemiyle Gece Nil turunda açık büfeyle dört dörtlük ağırladılar. Onlar Mısır’ı Türkiye adına fethetmişler maşallah. Türk- Mısır işadamları derneği yöneticilerine özellikle Başkan Zeki Ekinci beye teşekkürler. Onlar Arap ve Türk dünyası arasındaki Nil’in köprüleri. Sosyal ve kültürel programları mutlaka işadamlarının katkılarıyla desteklemek gerekiyor sanırım. Sabah saat 6.00’da Nil kıyısında oteller arasında ve ara cadde üzerinde sabah sporuna çıkan bir bölük askerin bizim tabirimizle ‘yaylalar yaylalar’ söyleyerek ve ‘güçlü ordu’ sloganını saydırarak koşmaları Mısır devrimi ve askeri yönetim paradoksunu Kahire’de asker-sivil ilişkisini gösteren bir enstantaneydi doğrusu. Kıpti bir papaz öldü diye Kahire’de yarıya indirilen bayraklar onun töreni için Kahire caddelerinde önemli noktalarda kilometrelerce yol kenarına dizilmiş silahlı askerlerden saygı ve tören kıtaları. Mısır’ın yüzde 75-80’i Müslüman kalanın çoğu Hıristiyan olsa da bir Gayri Müslim din adamı öldü diye yas ilan etmek Türkiye’de olmayacak bir şey diye düşünmeden edemedik. Bazen Türkiye mi yoksa Mısır mı daha demokrat dedirten örneklere rastlıyoruz doğrusu. Kahire üniversitesinde öğrencilerin yarısından çoğu kız, kızların da yüzde doksanının başı kapalı. Başı kapalı olanların çoğunun kot pantolonlu ve streç giyimleriyle örtülerine tezat görüntüleri dikkat çekiyor. Ancak herkes birbiriyle barışık, protestocu öğrencilere, muhalif bir cumhurbaşkanı adayının resmini Devrim Sonrası Mısır Nerede? Asker desteğinde geçici hükümet ve yönetim hala işbaşında. Devlet başkanı bir general. Seçimler yapıldı parlamento oluştu. İhvan destekli Hürriyet ve Adalet Partisi yüzde 47, Selefilerin Partisi Nur Partisi yüzde 24 oy olarak parlamentonun yüzde 70’ini geçmiş durumdalar. “Mısır İslam Devleti ve İslam Hukuku yasamanın kaynağı” bunu herkes kabul etmiş gibi. Ancak seçim sonuçları hükümete yansımamış parlamentonun işi ‘yeni anayasa’ ve ‘demokratik reformlar’ ancak bunlar nasıl yapılacak belirsiz. Haziran’da yapılacak Cumhurbaşkanı seçiminde 500 aday var. En güçlü adaylar Abdulmunim Ebu’l Futuh (İhvandan ayrılmış bir akademisyen), Amr Musa (eski Arap Birliği sekreteri), Muhammet El-Baradey. ‘Yeni Mısır’ için umutlu ama belirsizlikleri çok olan bir geçiş ve bekleyiş süreci. Yine de temel hak ve özgürlükler konusunda özgüvenini bulmuş bir toplum izlenimi var. Ancak özgürlüklerin de bir bedeli var. Ve herkesin kendine özgü bir sosyal sentezi ve bir tarih yorumu. ‘Yeni Mısır’ artık kendi yolunu bulacak ve post-modern Arap ihtilalı bütün bölgeyi etkileyecek gibi görünüyor. Stratejik Planlama Kurulu Başkanı* 54 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 EKONOMİ NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 55 ‘TL’ Saygınlığın Simgesidir TL’nin yeni simgesi oldukça yeni, lakin yerli yersiz her türlü tartışmaların odağına oturdu. Neye benzediği ve çağrışım yaptığı şeyler muhakkak önemli, fakat daha önemli olan husus TL’nin günümüz ekonomik konjonktüründe eski imajından sıyrılmaya çalışmasıdır. Simgesi önemli çünkü değişen Türkiye’nin vizyonuna hitap eden, bir şekil olması gerekir. 56 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 TL’nin yeni simgesinin ortaya çıkması oldukça yeni, lakin yerli yersiz her türlü tartışmaların odağına oturdu. Neye benzediği ve çağrışım yaptığı şeyler muhakkak önemli, fakat daha önemli olan husus TL’nin günümüz ekonomik konjonktüründe eski imajından sıyrılmaya çalıştığıdır. Simgesi önemli çünkü değişen Türkiye’nin vizyonuna hitap eden, bir simge olması gerekir. Paranın temel işlevleri mübadele ve değer saklama aracı olması ve ortak bir ölçü birimi olmasıdır. Bu özellikleri itibari ile TL’nin 1990’lı yıllarda paranın temel işlevlerini yerine getirdiğini ifade etmek oldukça güçtür. Çünkü yurtiçi piyasada yaşanan yüksek enflasyon nedeniyle her geçen gün TL’nin kullanımı azalmaktaydı. 1990’lı yılların ortalarında ev kiralarının dahi dolar veya mark ile yapıldığı dönemlerde, TL’nin bir değer saklama Ahmet ŞAHBAZ* aracı olmasını bir kenara bırakalım, değişim aracı olma özelliğini dahi tam olarak yerine getirememekteydi. Dolayısıyla 1990’lı yıllarda TL’nin simgesinin, şeklinin herhangi bir anlamının olup olmaması bir tarafa, TL’nin bir sembolünün var olup olmaması ile bile kimse ilgilenmemekteydi. Bugün itibari ile TL simgesi kanımızca olması gereken, tam zamanında bir seçim olmuştur. Bunun nedenlerini şu şekilde ifade etmek mümkündür. Para İkamesi (Dolarizasyon) Azaldı Şekil 1’de döviz tevdiat hesaplarının vadeli mevduatlar içerisindeki payını gösteren M2Y/M2 para arzı oranı yer almaktadır. Bu oran esas itibari ile dolarizasyonu ifade etmektedir. Yani ulusal paranın Dolar, Euro gibi yabancı paralarla olan ikamesini göstermektedir. Başka bir ifade ile kriz dönemlerinde ulusal paraya duyulan güven azaldıkça, ekonomik aktörlerin yabancı para tercihleri ön plana çıkmakta ve bu oranda yükselmeler görülmektedir. Bunun nedenlerinin başında ise, TL’nin yabancı paralar karşısında değerinin muhafaza edememesi gelmektedir. Şekilde özellikle 1994 yılı ikinci çeyreğinin başında yaşanan kriz öncesinde bu oran, sürekli bir yükseliş trendine sahiptir. Açıkça görüldüğü üzere kriz öncesinde TL yerine diğer paralar tercih edilmektedir. 5 Nisan 1994 devalüasyonu takip eden dönemde TL’ye yeniden kısmi bir yönelme gerçekleşmiştir. Fakat bu krizin hemen arkasından yaşanan 1997-1998 Asya ve Rusya kriz dönemlerinde ve özellikle 2001 Şubat krizinin yaşandığı dönemde M2Y/M2 oranı çok yüksek değerlere çıkmıştır. Yüksek enflasyonun yaşandığı bu dönemde 2,38 gibi değerlere kadar yükselen rasyo vadeli mevduatların neredeyse 1,38 katı kadar DTH’nın bulunduğunu göstermektedir. Bu oldukça yüksek bir orandır. 2001 krizi sonrası bu oranda, özellikle 2003’ün üçüncü çeyreğinden itibaren hızlı bir düşüş yaşanmaya başlanmıştır. Bu düşüş TL açısından değerlendirildiğinde olumlu bir gelişmedir. Çünkü TL’nin geçmiş dönemlere nazaran istikrar kazandığını gösteren önemli göstergedir. Mevduatın yapısı döviz hesaplarından TL’ye doğru yöneldiğinin açık bir göstergesidir. Başka bir ifade ile Türk Lirası, paranın temel işlevlerinden olan değer saklama aracı olma özelliğini yerine getirmeye başlamıştır. 2003 sonrası dönemde TL artık dolar ve Euro gibi paralara göre tercih edilen bir değer ölçüsü haline gelmiştir. 2011 yılı itibari ile MB’nin yaklaşık yüzde 40 civarında döviz tevdiat hesabı bulunmaktadır. TL’nin daha da istikrar kazanması bu oranları daha da aşağılara düşürecektir. Enflasyon Kontrol Altına Alındı Türk Lirası’nın itibar kazanması, ekonomik ajanlar için değer saklama aracına dönüşmesinde etkili olan en temel faktör hiç kuşkusuz enflasyonun kontrol altına alın- 2003 sonrası dönemde TL’nin değer saklama özelliğini sağlayan önemli parametrelerden bir tanesi zaman içerisinde TL’nin yabancı paralar karşısında daha istikrarlı bir seyir takip etmesidir. masıdır. 1980’li yıllardan itibaren sürekli yükselme eğiliminde olan enflasyon merdiven şeklini almıştır (Şekil 2). Beşer yıllık enflasyon ortalamaları hesaplansa bu durum açıkça görülmektedir. Bu durum fiyat istikrarı konusunda Türkiye’nin nasıl bir süreçten geçtiğini daha açık olarak gösterir. 1990’lı yıllar boyunca IMF destekli bütün istikrar programlarının enflasyonu kontrol altına almaya yönelik düşünüldüğü görülür. Ancak makroekonomik Şekil 1: M2Y/M2 Dolarizasyon Oranı Kaynak:TCMB, EVDS NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 57 2003 yılı sonrasında yapılan ikili ticaret anlaşmaları neticesinde, TL’nin dış ticarette kullanım miktarları artmıştır. 2011 yılı itibari ile ithalatımızda kullandığımız TL miktarı ihracatımızda kullandığımız rakamın iki katından daha fazladır. dengesizlikler ve siyasal istikrarsızlıklar nedeniyle 2000’li yıllara kadar enflasyonu kontrol altına almak mümkün olamamıştır. 2003 sonrası dönemde TL’nin değer saklama özelliğini sağlayan önemli parametrelerden bir tanesi zaman içerisinde TL’nin yabancı paralar karşısında daha istikrarlı bir seyir takip etmesidir. 2001 krizini müteakip uygulanan sıkı para ve maliye Şekil 2: Enflasyon Oranı, (Tüfe % değişim) Kaynak: DPT 58 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 politikalarının bir sonucu olarak, enflasyon 2004 yılında tek haneli rakamlara indirilmiştir (Şekil 2). Yüksek enflasyonlu bir yaşamı alışkanlık haline getirmiş bir ülke için azımsanmayacak derecede büyük bir başarıdır. Bu bağlamda enflasyon oranlarının tek haneli rakamlara inmesi, TL’nin yabancı paralar karşısında değer kaybının önüne set çekmiştir. 2003 yılı öncesinde yüksek düzeylerde seyreden enflasyon oranları TL’nin yabancı paralar karşısında değer kaybetmesine yol açan önemli bir faktör iken, enflasyonun tek haneli rakamlara indiği dönemlerde TL’nin yabancı paralar karşısında değer kaybı stabile hale gelmiştir. Enflasyonun tek haneli düzeylere inmesi ile birlikte TL tercih edilen bir para haline gelmiştir. içerindeki payı giderek artmaya başlamıştır. 1995 yılında yüzde 20 düzeylerinde olan bu oran 1997’de yüzde 30’lara 2002 yılından sonra da yüzde 40’lara ve hatta 2008 yılında bu oran yüzde 45’lere kadar yükselmiştir. Dışa açıklık oranını da ifade eden bu gösterge geldiğimiz nokta itibari ile ekonomimizin dışa açıklık oranının oldukça yüksek düzeylere geldiğinin önemli bir göstergesidir. Şekil 3, artan dış ticaret hacmimizin GSYİH içerisindeki payını açıkça gösterirken, Şekil 4, bu dış ticaret içerisinde özellikle önemli olan başka bir durumu ortaya çıkarmaktadır. Çünkü sadece dış ticaretimizin GSYİH içerisindeki payı artmamakta, TL’nin dış ticarette kullanım miktarı da artmaktadır. Dış Ticaret Hacmi Arttı TL’nin İkili Ticarette Kullanımı Arttı Türkiye ekonomisinde son yıllarda görülen önemli bir değişiklik ise, dış ticaret hacmindeki önemli artıştır. Şekil 3’de 1985-2010 yılları arasında Türkiye’nin dış ticaret hacminin GSYİH içerindeki payı gösterilmektedir. 1990’lı yılların ikinci yarısından sonra dış ticaretin GSYİH Bu bağlamda Şekil 4, TL üzerinden yaptığımız ihracat ve ithalat rakamlarını göstermektedir. Özellikle 2003 yılı sonrasında yapılan ikili ticaret anlaşmaları neticesinde, TL’nin dış ticarette kullanım miktarları artmıştır. 2011 yılı itibari ile ithalatımızda kullandığımız TL Şekil 3: Dış Ticaret Hacmi/GSYİH Kaynak: DPT, Ekonomik ve Sosyal Göstergeler miktarı ihracatımızda kullandığımız rakamın iki katından daha fazladır. 1990’lı yıllarda iç piyasadaki kullanım özelliğini kaybeden TL’nin günümüzde sadece yurtiçinde değil, uluslararası piyasalarda da kullanımını arttırdığının açık bir göstergesidir. Türkiye’nin Vizyonu ve Yeni Simge Sonuç olarak, 2023 yılı için 500 milyar dolar ihracat ve 25 bin dolar kişi başına geliri hedefleyen Türkiye için bu hedefleri gerçekleştirmek hayalden öte, bir hedef ise, kullandığı paranın güvenilir bir para olması ve insanların zihinlerinde belirgin bir yer etmesi gerekir. Bu hedeflere ulaşmak adına TL’nin simgesinin şimdiden oluşturulması, hem yurtiçi piyasada hem de uluslararası piyasalarda kullanımının yaygınlaştırılması ve görünürlüğünün kolaylaştırılması oldukça faydalı olacaktır. Bu nedenle daha istikrarlı bir TL için ekonomik göstergelerdeki iyileşmeler, TL’nin simgesinin neye benzediğinden daha önemlidir. Ekonomideki iyileşmeler TL’yi hem ülke içerisinde hem de ülke sınırları dışında tercih edilen bir para haline getirecektir. Simgesinin hafızalarda yer edip, kolay hatırlanabilir para olması TL’nin tercih edilen bir para haline dönüşmesine katkı sağlayacak önemli bir adımdır. Gaziantep Üniversitesi, İİBF, İktisat Bölümü, Yrd. Doç. Dr.* Şekil 4: TL Üzerinden Yapılan İhracat ve İthalat Kaynak: Gümrük ve Ticaret Bakanlığı, Dış Ticaret İstatistikleri NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 59 İspanya Ekonomisi Krizin Eşiğinde mi? taahhüdü memnuniyetle karşılanmıştır. Yunanistan’ın borç sorunu nihai öngörülen bütçe açığı hedefinin değiştirilmesi nedeniyle, 12 Mart 2012 tarihinde Avrogrup toplantısında, İspanya’nın kamu maliyesindeki mevcut durum tartışılmış, toplantıda İspanya’da mali konsolidasyonun önemi vurgulanırken, İspanya hükümetinin 2013 yılına kadar bütçe açığını GSYH’nın %3’ü olan referans değerin altına çekme 60 Y unanistan’ın borç krizi Avro alanı ülkesi olması itibarıyla Avro alanının, dolayısıyla Avrupa Birliği’nin (AB) krizi haline dönüşmüş, krizin etkisiyle Avro alanının ve hatta AB’nin geleceğinin sorgulanmaya başlandığı bir sürece girilmiştir. Krizin Avro alanının ve AB’nin geleceğinin sorgulanmasına neden olması dolayısıyla, sadece Avro alanının ekonomik istikrarının korunması amacıyla değil, Birliğin geleceğine ilişkin olumsuz senaryoların önüne geçebilmek amacıyla krizle mücadele sürecinde Yunanistan’a destek verilmesinin özellikle Avro alanına dâhil üye devlet hükümetleri tarafından bir sorumluluk olarak algılandığı görülmektedir. Yunanistan’a destek verilmekte geç kalındığı yönünde görüşler mevcut olduğundan, söz konusu sorumluluk algısının zamanlaması ayrıca tartışılabilir. İspanya’da 2012 yılı için STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 Dilek YİĞİT* olarak çözümlenmeden, İspanya Başbakanı Mariano Rajoy’un, İspanya’nın 2012 yılı için tespit edilen bütçe açığı hedefini tutturamayacağını açıklaması ile dikkatler bu sefer İspanya’ya dönmüştür; zira İspanya’da bütçe açığının GSYH’ya oranının 2012 yılında % 4.4’e çekilmesi öngörülmüş iken, bu oranın gerçekçi olmadığı gerekçesiyle 2012 yılı için bütçe açığı hedefi GSYH’nın %5.8’i olarak belirlenmiştir. İspanya’da 2012 yılı bütçe açığı hedefinin değiştirilmesi, şimdiye kadar AB’nin yardımına ihtiyaç duymayan İspanya’nın Birliğin yardımına gereksinim duyabileceği ve Avro alanındaki borç krizi ile mücadele sürecinin uzayacağı yönündeki kaygıları tetiklemiştir. İspanya’da 2012 yılı için öngörülen bütçe açığı hedefinin değiştirilmesi nedeniyle, 12 Mart 2012 tarihinde gerçekleştirilen Avrogrup toplantısında, İspanya’nın kamu maliye- sindeki mevcut durum tartışılmış olup; toplantıda İspanya’da mali konsolidasyonun önemi vurgulanırken, İspanya hükümetinin 2013 yılına kadar bütçe açığını GSYH’nın %3’ü olan referans değerin altına çekme taahhüdü memnuniyetle karşılanmıştır. 2012 yılı bütçe açığı hedefini yukarı çeken İspanya’nın, 2013 yılında bütçe açığını GSYH’nın % 3’ünün altına çekme taahhüdü, İspanya’nın kemer sıkma politikalarına devam edeceğinin açık işaretidir. Zira 2011 yılı içinde IMF, Avro alanında mali koşullardaki kötüleşmenin altını çizerken, İspanya hükümetinin kamu harcamalarını azaltması ve istihdam piyasasını liberalleştirmesi gerektiğini belirtmiştir.1 Ancak 11 Mart 2012 tarihinde yüz binlerce kişinin hükümetin ekonomi politikalarını protesto etmek için gösteriler düzenlemesi, hükümetin kemer sıkma politikalarının yaratmakta olduğu sosyal huzursuzluğu sergilemektedir. İspanya, AB’ye üye devletlerin ekonomi ve maliye politikalarının ulus-üstü düzeyde gözetimini güçlendirmeye yönelik olarak 13 Aralık 2011 tarihinde yürürlüğe giren Altılı Paket uyarınca, Komisyon tarafından 14 Şubat 2012 tarihinde açıklanan Uyarı Mekanizması Raporu’nda riskli ekonomiler arasında sayılmış; bir bakıma Komisyon’un “kara listesi”ne alınmıştır. “Kara liste”ye alınan diğer 11 üye devlet ekonomileri gibi, İspanya ekonomisi de Komisyon tarafından ayrıntılı analiz edilecektir. Bu durum İspanya’nın, Komisyon’un tavsiyesi üzerine aşırı dengesizlik prosedürüne konu olması ihtimalinin yüksekliğinin altını çizmektedir ki; İspanya aşırı dengesizlik prosedürüne konu olduğu takdirde ekonomik sorunlarının giderilmesi amacıyla alacağı önlemleri içeren düzeltici eylem planını Konsey’e sunma sorumluluğu altına girecek ve ekonomik sorunlarını çözemez ise Birliğin maddi yaptırımlarına maruz kalabilecektir. İspanya’nın GSYH’sı, 2011 yılının 4. çeyreğinde, bir önceki yılın aynı dönemi ile karşılaştırıldığında %0.3 artmıştır; ancak söz konusu artış oranı tahminlerin altında gerçekleşmiştir. Grafik 1’de, 2004 yılından itibaren AB’nin tümünde ve Avro alanında Gayri Safi İç Hasılada2 ve İspanya’nın GSYH’sındaki değişim gösterilmektedir. İspanya’da GSYH’daki değişimin, 2007 ve 2008 yıllarında AB’nin tümü ve Avro alanındaki değişime çok yakın olduğu, ancak 2009 yılının ikinci yarısından itibaren İspanya’daki ekonomik büyümenin, AB’nin tümünde gerçekleşen büyümenin gerisinde kaldığı görülmektedir. Üstelik 2012 yılında İspanya ekonomisinin yeniden resesyona gireceği tahmin edilmektedir; AB tahminine göre İspanya ekonomisi 2012 yılında %1, IMF tahminine göre %1.7 küçülecektir. İspanya’da iç talebin hızla azalmasının, toplam ekonomik aktiviteleri de olumsuz etkilediği gözlemlenmektedir. 2009 yılı içinde iç talepte gözlemlenen artış, 2010 yılı içinde tekrar azalma eğilimine girmiştir. İç talebin azalma eğilimine girdiği dönemde, dış talepte artış gerçekleşmiştir. Avrupa Komisyonu’nun Şubat 2012’de açıkladığı ekonomik tahminler uyarınca; yüksek işsizlik oranları, hane halkının borçluluk durumu ve kredi sınırlamaları nedeniyle İspanya’da tüketim önemli ölçüde azalacak, mali konsolidas- Avrupa Komisyonu’nun Şubat 2012’de açıkladığı ekonomik tahminler uyarınca; yüksek işsizlik oranları, hane halkının borçluluk durumu ve kredi sınırlamaları nedeniyle İspanya’da tüketim önemli ölçüde azalacak, mali konsolidasyon uygulandığı müddetçe kamu tüketimi daralacaktır. yon uygulandığı müddetçe kamu tüketimi daralacaktır. Bu ortamda, iç talep baskı altında kalmaya devam edecektir.3 2011 yılı 3. çeyreği itibarıyla AB’nin tümünde kamu borcunun Gayri Safi İç Hasılaya oranı %82.2 iken, bu oran Avro alanında %87.4’e yükselmiştir. İspanya’da kamu borcunun GSYH’ya oranı 2011 yılı 3. çeyreği itibarıyla %66 olup, anılan oran Grafik 3’de de görüldüğü gibi, Yunanistan, İtalya, Portekiz, İrlanda’nın kamu borçlarının GSYH’ya oranlarının oldukça gerisinde, ancak referans değer olan %60’ın üzerindedir. İspanya’da bütçe açığının GSYH’ya oranı da Birlik içinde en yüksek oranlar arasındadır; zira AB’nin tümünde %6.6 olan bütçe NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 61 Şubat ayı içinde ekonomik reform programı ile desteklenen ekonomik reform sürecinin etkinliği zaman içinde gözlemlenebileceğinden, şimdilik İspanya ekonomisinin kesinlikle krize sürüklendiğini ileri sürmek karamsar bir yaklaşım olacaktır. açığının Gayri Safi İç Hasıla’ya oranı, Avro alanında %6.2 iken, İspanya’da bütçe açığının GSYH’ya oranı % 9.3’dür4; anılan oran referans değer olan %3’ün İspanya’da fazlasıyla aşılmış olduğunu göstermektedir. İspanya, Komisyon’un 18 Şubat 2009 tarihli raporuna istinaden, Konsey’in 27 Nisan 2009 tarihinde aldığı karar uyarınca, aşırı bütçe açığı prosedürüne konudur ve prosedürünün sona erdirilmesi için İspanya’nın 2013 yılında bütçe açığını referans değerin altına çekmesi gerekmektedir. Dolayısıyla, İspanya hükümetinin 2013 yılına kadar bütçe açığını GSYH’nın %3’ünün altına çekme taahhüdünün, devam eden aşırı bütçe açığı prosedürü uyarınca İspanya’nın mevcut yükümlülüğünün yeniden ifadesi olarak algılamak gerekir. Şubat ayı içinde Ekonomik Reform Programını açıklamıştır. Dolayısıyla anılan reform programı ile desteklenen ekonomik reform sürecinin etkinliği zaman içinde gözlemlenebileceğinden, şimdilik İspanya ekonomisinin kesinlikle krize sürüklendiğini ileri sürmek karamsar bir yaklaşım olacaktır. İspanya’da işsizlik oranları, AB’nin tümünde ve Avro alanındaki işsizlik oranlarının çok üstünde seyretmektedir. Ocak 2012 itibarıyla, AB’nin tümünde %10.1, Avro alanında %10.7 olan işsizlik oranı İspanya’da % 23.3’e çıkmıştır.5 Bu oran AB içindeki en yüksek işsizlik oranını işaret etmektedir. Genç işsizlik oranı da, Ocak 2012 itibarıyla AB’nin tümünde % 22.4, Avro alanında % 21.6 iken, İspanya’da % 49.9’ dur; bu oran da AB içindeki en yüksek genç işsizlik oranıdır.6 IMF, İspanya’daki işsizlik oranını kabul edilemeyecek kadar yüksek olarak nitelendirirken, işsizlik oranının azaltılması için ilgili ulusal yasal düzenlemelerin değiştirilmesi gerektiğini belirtmiştir.7 *Bütçe ve makroekonomik istikrar İspanya hükümeti mevcut ekonomik koşullar altında ekonomik krize mahal vermemek amacıyla Reform Programı uyarınca, hükümetin ekonomi politikası *Hızlı ve cesur yapısal reformlar *Kamu yönetiminde revizyon olmak üzere üç sütuna dayanmaktadır.8 Anılan sütunlar kapsamında; mali disiplinin sağlanması, denk bütçe kuralının Mali Antlaşma hükmünün gerektirdiği şekilde anayasal kural haline getirilmesi, Bütçe ve Mali İstikrar Kanunu’nun etkin olarak uygulanması, mali sektörde konsolidasyona gidilmesi, istihdam piyasasında reform yapılması ve faktör piyasalarında rekabetin ve verimliliğin artırılması öngörülmektedir. Dolayısıyla İspanya’nın Ekonomik Reform Programı’nın IMF’nin ve Grafik 1 Kaynak: Instituto Nacional de Estadistica, Quartely Spanish National Accounts, Press Release, 16 February 2012. 62 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 Grafik 2 Kaynak: Instituto Nacional de Estadistica, Quartely Spanish National Accounts, Press Release, 16 February 2012. AB’nin tavsiyelerine uygun şekilde hazırlanmış olduğu gözlemlenmektedir. İspanya’da uygulanan ekonomik reformların başarısı, sadece İspanya için değil, özellikle Avro alanı olmak üzere tüm AB için önemlidir. Zira İspanya, borç krizinin etkisiyle yeniden şekillendirilmeye çalışılan AB ekonomi yönetiminde mali disiplinin güçlendirilmesi ve daha etkili yaptırım mekanizması öngörülmesine yönelik Birlik içinde alınan önlemlerin hâlihazırda sınandığı bir test alanı olması yanında; Birlik çerçevesi dışında imzalanan Mali Antlaşmanın -onaylanması halinde- etkinliğinin de sınanabileceği bir alan olacaktır. Dolayısıyla İspanya’nın başta bütçe açığı ve kamu borcundan kaynaklanan ekonomik sorunlarını çözmede göstereceği başarı, Birliğin yeniden şekillenen ekonomi yönetiminin de başarısı olarak algılanacaktır. Ancak İspanya’nın ekonomik sorunlarını çözmedeki başarısızlığı kısmen de olsa AB ekonomi yönetiminin başarısızlığı olarak değerlendirilecek ve Avro alanı ile Birliğin geleceğine ilişkin mevcut karamsar hava fazlasıyla yoğunlaşacaktır. Hazine Müsteşarlığı, Dr.* Grafik 3 Kaynak: Eurostatnewsrelease, Euro area government debt down to 87.4% of GDP, 20/2012, 6 February 2012 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. IMF says Spain’s economy still facing major riks, BBC News, 21 June 2011. AB “devlet” niteliğini haiz olmadığından, AB’nin tümü AB (27) ve Avro alanı AB (17) için GSYH yerine Gayri Safi İç Hasıla kavramı kullanılmıştır. European Commission, Interim Forecast, February 2012. Eurostat, Euro area and EU27 government deficit at 6.2% and 6.6% of GDP respectively. Eurostat, Euro area unemployment rate at 10.7 %, EU 27 at 10.1%, 1 March 2012 A.g.e. IMF says Spain’s economy. Spain’s Economic Reform Programme, 14 February 2012. NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 63 Röportaj Lewis: Türkiye IMF’nin Önemli Bir Üyesi “Türkiye’nin görüşlerinden bölgesel ve küresel ekonomik konularda ve IMF ile küresel ekonomik ve para sistemine ilişkin konularda daha fazla yararlanacağız” diyen IMF Türkiye Daimi Temsilcisi Mark Lewis, küresel krizin yapısını, kriz ve Avro bölgesini, Türkiye-IMF ilişkilerini ve IMF’in üstlenmesi gereken yükümlülükleri SDE’ye değerlendirdi. 64 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 SD: Bildiğiniz gibi, ABD’de 2008 yılı- nın sonlarında emlak piyasasındaki balonun patlamasıyla başlayan finansal kriz evrilerek ilerlemekte ve başta gelişmiş ülkeler olmak üzere tüm dünyayı derinden etkilemektedir. Bu krizin finansal sistemin çok karmaşık ve riskli olduğunu gösterdiği, bunun ötesinde, sistemin düzenleyici ve yönetsel ayarlamalara ihtiyacı olduğunu da açığa çıkardığı görüşüne katılıyor musunuz? Sizce yeni uluslararası finansal bir mimariye ihtiyacımız var mı? Uluslararası para sistemi, ticaret ve sermaye akışında güçlü bir büyüme sergilemekle beraber kimi zaman istikrarsızlıklar da göstermektedir. Bu istikrarsızlık krizlere, büyük cari hesap dengesizliklerine ve döviz kuru uyumsuzluklarına, dalgalı sermaye akımlarına ve döviz kurlarına ve bazı ülkelerde çok yüksek miktarlarda rezerv birikim- lerine neden olmaktadır. IMF’nin bakış açısıyla bakıldığında, bu zayıflıklara karşı atılması gereken birkaç önemli adıma ihtiyaç duyulmaktadır. İlk olarak, küresel düzeyde daha güçlü politik işbirliği iyi işleyen bir uluslararası para sisteminin anahtarıdır. G-20’nin ve IMF’nin son zamanlardaki girişimleri daha çok bu yöndedir. İkinci olarak, sermaye akışlarının daha iyi izlenmesi ve ele alınması risklerin kontrol edilmesine yardımcı olabilir. Aynı zamanda ülkelerin kısa süreli akışlarla baş edebilmelerine yardımcı olacak bir çerçeve oluşturulmasına yönelik çalışmalar giderek iyi seviyelere gelmektedir. Üçüncüsü, mali sektörleri güçlendirmek için sermayeyi artırmak ve gözetimi güçlendirmek için ulusal düzeyde çalışmalara ihtiyaç vardır. Uluslararası düzeyde ise uluslararası düzenleme konularını çok bü- yük mali kurumlardan kaynaklanan riskleri daha iyi yönetmeye yönelik çalışmalara gerek duyulmaktadır. Son olarak, daha güçlü bir küresel mali güvenlik ağı bu etkilerin sirayet etmesini sınırlandıracaktır. IMF’nin Rolü SD : Birinci sorumuzu takiben, IMF’nin de yeni roller ve yükümlülükler üstlenmesi gereklidir diyebilir miyiz? Eğer diyebilirsek bu roller ve yükümlülükler neler olmalıdır? IMF uluslararası para sisteminin istikrara kavuşmasında önemli bir rol oynamaktadır, güçlü ve sürdürülebilir ekonomik iyileşmeyi desteklemektedir. 187 üyesi ile IMF ekonomik işbirliği için etkili ve gerçek bir küresel kuruluş olarak hizmet edebilecek benzersiz bir konuma sahiptir. Artık ülkeler arasında ekonomik ve mali bağlantılara ve hem ülkelerde hem de küresel düzeyde ekonomik ve mali krizlerin ne zaman ve nasıl ortaya çıkabileceğine daha da fazla odaklanıyoruz. Bu da bizi bir ülke veya bölgedeki gelişmelerin diğer ülkeleri ve küresel ekonomiyi nasıl etkileyebileceğini gösteren yeni araştırmalar yapmaya ve raporlar hazırlamaya yöneltiyor (yayılma etkisi). Finansal sektörden kaynaklanan riskleri azaltmak için finansal sektörün düzenleyici çerçevesini güçlendirme çalışmalarıyla da doğrudan ilgileniyoruz. Bunu başarabilmek için IMF üye devletlere tavsiyelerde bulunuyor, ülkelerdeki en iyi uygulamaları inceliyor ve Uluslararası Ödeme Bankası (BIS) ve Finasal İstikrar Kurulu gibi uluslararası platformlarda aktif rol oynuyor. IMF küresel finansal güvenlik ağıyla ilgili olarak da destekleyici bir rol oynamaya devam ediyor . Özellikle kredilendirme araçlarımızda reform yaptık ve kredilendirme kaynaklarımızı arttırdık. Bu yeni araçlar arasında sistemik krizler esnasında kısa dönemli likidite gereksinimlerini karşılamaya çalışan ülkeler ve “krize seyirci kalan” ülkeler için geliştirilen araçlar da yer alıyor. Ek olarak, IMF yoksulları korumakta hükümetlere yardım etme anlamında da çok aktif. IMF özellikle toplumun en kırılgan kesimleri üze- Finansal sektörden kaynaklanan riskleri azaltmak için finansal sektörün düzenleyici çerçevesini güçlendirme çalışmalarıyla da doğrudan ilgileniyoruz. Bunu başarabilmek için IMF üye devletlere tavsiyelerde bulunuyor, ülkelerdeki en iyi uygulamaları inceliyor ve Uluslararası Ödeme Bankası ve Finasal İstikrar Kurulu gibi uluslararası platformlarda aktif rol oynuyor. rinde krizin etkisini azaltacak sosyal güvenlik ağ programlarına yönelik harcamaları arttırma ve program hedeflerinin iyileştirilmesine yönelik önlemleri teşvik ediyor. SD: G-20’nin yakın gelecekte küresel ekonomik düzenin daimi ve kurumsal bir parçası olabileceğini düşünüyor musunuz? G-20 uluslararası ekonomik ve fi- NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 65 G-20 uluslararası ekonomik ve finansal gündemin en önemli hususlarında uluslararası işbirliği açısından çok önemli bir platform. Dünyanın önde gelen gelişmiş ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu yükselen ekonomilerini biraraya getiriyor nansal gündemin en önemli hususlarında uluslararası işbirliği açısından çok önemli bir platform. Dünyanın önde gelen gelişmiş ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu yükselen ekonomilerini bir araya getiriyor. G-20, yükselen ekonomileri de dahil etmek suretiyle başlıca sanayi ekonomilerini içeren G-7’den daha geniş bir kitleyi temsil ediyor zira G-20 ülkeleri küresel GSYİH’nın neredeyse %90’ını teşkil ediyor. G-20 küresel krizde ülkelerin politikalarını daha iyi koordine edebilecekleri bir platform oluşturarak çok değerli bir rol oynadı. Küresel koşullar iyileştiğinde dahi ben G-20’nin küresel ekonomik koordinasyon açısından önemli bir rol oynamaya devam edeceğini düşünüyorum. Kriz ve Avro Bölgesi SD: Avrupa’nın kontrolü ve istikrarı için IMF’in kaynakları yeterli midir? Bildiğiniz gibi Davos 2012’de IMF Başkanı Christine Lagarde IMF’ye kaynak toplamak için “küçük çantası” ile beraber geldiğini söylemişti. Eğer yeni kaynaklar gerekliyse, IMF küçük çantanın haricinde bu kaynakları hangi yollarla toplayabilir? Avro bölgesindeki güçlüklerin çözümü şu anda pek çok alanda, ki hali hazırda bu alanlarda ilerleme kaydediliyor, aksiyon almayı gerektirmektedir. Bunların içinde daha yakın ekonomik ve finansal enteg66 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 rasyon, banka sermayelerinin artırılması ile finansal sistemlerin güçlendirilmesi ve kamu borcu güçlükleri yaşayan ülkelerin sorunlarına yoğunlaşma da yer almaktadır. Küresel mali “güvenlik duvarını – firewall” veya güvenlik ağını iyileştirmek de önemli adımlardan biridir. Büyük ve güvenilir küresel güvenlik duvarları zaman içinde bunlara gereksinim duyulmamasını sağlayacaktır. Başka bir önemli unsur ise, Avrupa istikrar fonlarının finansal kaynaklarını arttırmak olacaktır. Bunlara ek olarak, IMF’nin kredilendirme kapasitesini 500 milyar Amerikan Doları arttırmaya çalışıyoruz. Hedef, Avrupa’nın masaya koyduğu kaynakları tamamlamak ve dünyanın her yerinde krize seyirci kalan ve krizden etkilenen ülkelerin gereksinimlerini karşılamaktır. SD: AB üyeleri ile Yunanistan arasın- daki anlaşmayı nasıl değerlendiriyorsunuz? IMF Direktörü Christine Lagarde’ın son zamanlarda söylediği gibi Yunanistan son iki yılda çok ağır bir ekonomik resesyonun ve güç bir sosyal atmosferin ortasında geniş bir yelpazeye yayılan acı veren önlemleri uygulamak için çok ciddi çaba sarfetmiştir. Ancak Yunanistan’ın karşılaştığı güçlükler çok zorlu güçlükler olmaya devam etmektedir. Yeni fon destekli program, riskler yüksek seyretmesine rağmen Yunanistan’ın bu güçlüklere karşı koymasına yardımcı olacaktır. Türkiye-IMF İlişkileri SD: 2010 yılının Eylül ayından bu yana IMF Türkiye daimi temsilcisi olarak çalışmaktasınız. Türkiye ve IMF arasındaki ilişkiyi bu dönem için nasıl değerlendirirsiniz? Türkiye ile IMF’nin rolü arasındaki ilişkiler çok güçlüdür ve çok önemli şekillerde evrilmiştir. Ben bir finansal programın yokluğunda gö- Ben bir finansal programın yokluğunda görev yapan ilk Kıdemli IMF Yerleşik Temsilcisi’yim ve IMF ile Türkiye arasındaki ilişki artık daha çok iki yönlü bir ilişki. Özellikle ekonomik ve finansal politikalar konusunda çok yakın diyalogu sürdürmeye devam ediyoruz. rev yapan ilk Kıdemli IMF Yerleşik Temsilcisi’yim ve IMF ile Türkiye arasındaki ilişki artık daha çok iki yönlü bir ilişki. Özellikle ekonomik ve finansal politikalar konusunda ve ayrıca Türkiye’nin karşılaştığı mevcut güçlükler konusunda yakın diyalogu sürdürmeye devam ediyoruz. Yetkililerin gelişmeleri nasıl gördüğünü anlamayı istiyoruz ve biz de bakış açımızı sunuyoruz ki bu bizim 187 üye devletten elde ettiğimiz tecrübelerimize dayanıyor. Şüphesiz başka hizmet çeşitleri de sunuyoruz. Örneğin, her çeşit araştırma ve ülkelerarası karşılaştırmalara dayanan analitik çalışmayı yetkililerle paylaşıyoruz. Ek olarak, eğitim ve teknik yardım da sunuyoruz. Öte yandan Türkiye her geçen gün ilerleyerek IMF’nin önemli bir üyesi oluyor. Bunun anlamı, Türkiye’nin görüşlerinden bölgesel ve küresel ekonomik konularda ve IMF ile küresel ekonomik ve para sistemine ilişkin konularda daha fazla yararlandığımızdır. IMF içindeki kişilerin Türkiye’nin görüşlerini ve kurum içindeki rolünü son derece takdirle karşıladıklarını iyi biliyorum. Röportaj: SDE Ekonomi Koordinatörlüğü Devrimin Devirdikleri: Tunus’ta Ekonomik Durum Tunus devrim öncesi dönemde kalkınan ve kalkınmanın etkisiyle olumlu sosyoekonomik sonuçlar elde eden bir ülke olsa da makro göstergeleri dünya ortalamasının altında seyretti. Dünya Bankası’nın verilerine baktığımızda, 2010’da Türkiye’de kişi başına düşen gayri safi milli gelir 5240 dolar iken, Tunus 3040 dolarlık bir milli gelire sahipti. Yani Tunus halkı, Türk halkından %40 daha fakirdi. 17 Aralık 2010, Tunuslu seyyar satıcı Muhammed Bouazizi polis tarafından arabasına el koyularak aşağılandığı için Sidi Bouzid şehrindeki hükümet binasının önünde kendini ateşe verdi ve 4 Ocak 2011’de hayatını kaybetti. Arap Baharının da başlangıcı olarak görülen bu olay, Tunus halkından sonra, Ortadoğu - Kuzey Afrika bölgesinde bulunan diğer ülke halklarını da harekete geçirerek haklarını arama cesareti verdi. Olaydan sonraki halk ayaklanması ve yönetim tarafından ayaklananlara uygulanan şiddet 200’den fazla Tunuslunun ölümüne neden oldu. Tunus halkı Muhammed Bouazizi olayından 28 gün sonra, 1987’den beri ülkeyi yöneten Başkan Zeynel Abidin Ben Ali’nin makamını terk etmesi ve Suudi Arabistan’a kaçışıyla kendi devrimlerini gururla gerçekleştirmiş oldu. Peki; son on Saliha ERGÜN* yıldır yüzde 4,5 civarında seyreden ekonomik büyümesiyle bölgenin en başarılı ülkelerinden biri olarak görülen Tunus neden bir devrim yaşadı? Devrim öncesi ve sonrası ülkenin ekonomik durumu nasıl değerlendirilebilir? Devrimden sonra halkın büyük desteğiyle başa gelen Nahda Hareketi devrime neden olan sorunları çözmek için nasıl adımlar attı? Tunus’un 1990’lardan beri sürdürdüğü istikrarlı büyümenin temelleri 1987 yılında başlayan ekonomi politikasıyla atıldı. Ülke ekonomik hedeflerini iç ve dış liberalizasyon üzerine kurmuştu. 1995 yılında Avrupa Birliği’yle imzaladıkları ortaklık anlaşmasıyla, Avrupa dışından AB ile ortaklık anlaşması imzalayan ilk ülke oldu. Bu anlaşma Tunus’un ekonomi politikasını destekleyerek, dışa açılmasını sağladı. Devam eden yıllardaki ekonomik gelişmeNİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 67 Tunus’ta gençlerin mezun oldukları alanlar ve özel sektörün ihtiyacı birbiriyle örtüşmüyordu. Bununla beraber, yüksek öğretim mezunlarının vasıfları iş dünyası tarafından yeterli bulunmuyor, öğretim kalitesi konusunda şikâyetler gündeme geliyordu. ler ve Tunus dinarının değer kaybetmesi dış dünyayla rekabet gücünü arttırarak ihracatta da kayda değer bir büyüme sağladı.1 Tunus devrim öncesi dönemde kalkınan ve kalkınmanın etkisiyle olumlu sosyoekonomik sonuçlar elde eden bir ülke olsa da makro göstergeleri dünya ortalamasının altında seyretti. Dünya Bankası’nın verilerine baktığımızda, 2010’da Türkiye’de kişi başına düşen gayri safi milli gelir 5240 dolar2 iken, Tunus 3040 dolarlık bir milli gelire sahipti. Yani Tunus halkı, Türk halkından %40 daha fakirdi. Ülkenin dış borcu ise son yıllarda düşüşe geçmiş olasına rağmen 2010’da milli gelirin %50’si olarak kaydedildi. Tunus’un 2000-2010 dönemi ortalama ekonomik büyüme oranı % 4,5’ti. 2008 krizi dünyada ve OECD ülkelerinde %2-4 küçülmeye yol açarken Tunus ekonomisi bu dönemde geçen yıllara göre düşük de olsa %3,5’lik bir büyüme göstermişti. Tunus ithalatının %70’ini, ihracatının da %80’ini Avrupa’yla yapmaktadır. Bu bağlamda, büyüme oranında gözlenen %4,5’ten %3,5’e gerileme ülkenin dış ticarette krizden en çok etkilenen Avrupa Birliği ülkelerine bağımlılığıyla açıklanabilir. Tunus’un dış ticaret verileri, ihracatın 2008-2009 yılları arasında yaklaşık 1 milyar dolar düştüğünü ve henüz 2008 öncesi rakamlara ulaşamadığını gösteriyor. Bu süreçte Tunus’un ithalat hacmi de düşerek dış ticaret dengesi korunmuştur. Büyüme oranındaki düşüşün diğer bir nedeni de kriz nedeniyle Avrupa turistlerinin sayısındaki azalma ve Avrupa kaynaklı doğrudan yabancı yatırımlardaki düşüştür. Tunus’un 1954’te siyasi bağımsızlığını elde etmesinden bu yana sürdürülen devlet tekeli ve verimsiz iş gücü piyasası gibi sorunlu ekonomik politikalar piyasa ekonomisi normlarının uygulanmasını engelledi. Yerel piyasa ürün sayısı ve çeşitliliği konusunda sınırlı kal- Şekil 1. İş Ortamı : Tunus ve Türkiye’nin 183 ülke içindeki sıralamaları4 dı ve AB ülkelerinin büyük şirketleri tarafından işgal edildi. Tunus, Kuzey Afrika bölgesinin rekabet gücü en yüksek ülkesi olarak değerlendirilmesine rağmen, esnek olmayan iş gücü piyasası, düşük maaşlar, yüksek vergiler ve kadınların işgücüne katılım oranının düşük olması rekabet gücünü azaltan faktörler olarak göze çarpıyordu. Finansal piyasada ise banka sisteminin istikrarı ve yatırımcı hakları konusundaki endişeler yatırım ortamı için sorun teşkil ediyordu. İş dünyasının sermaye akışı, kredi alımları ve devlet bürokrasisi konusunda yaşadığı zorluklar yatırım girişimlerini yavaşlatıyordu. Ülke hâlâ üretimin verimliliğini arttırmak için uğraşırken, teknoloji ve AR-GE konusunda geri kaldı.3 Bütün bu sorunlara rağmen Afrika Kalkınma Bankası’nın hazırladığı rapora göre Tunus, uluslararası ticaret, vergilendirme ve işyeri açma gibi konularda Türkiye’den daha olumlu verilere sahip. Raporda iş ortamının Türkiye ile karşılaştırması Şekil 1’deki gibi yapılmış, sonuç olarak Tunus’un iş yapmak için Türkiye’den daha iyi bir sıralamaya sahip olduğu tespit edilmiştir.4 İlginç olan nokta, rapor boyunca karşılaştırmaların genelinde Türkiye’nin kullanılıyor olması. Bu durum, ülkemizin Tunus ve bölgedeki ülkeler için önemini bir kez daha vurguluyor. Genelde ekonomik büyümeyle gelen riskler; enflasyon, bütçe açığı ve işsizlik, Tunus için büyük sorunlar oluşturmayacak gibi görünüyordu. 2000-2008 yılları arasında %4 civarında seyreden enflasyon ve milli gelirin %1,5’ine tekabül eden bütçe açığında büyük bir değişiklik görülmezken5, işsizlik yaklaşık 1 puan geriledi. İşsizliğin düşmesi yönetimin ekonomik anlamda iyi bir performans sergilediğini gösterebilir fakat işsizlik oranı 11. Beş Yıllık Kalkınma Planındaki hedeflerden daha yüksekti. İşsizlik oranındaki bu azalma devam etmedi. 2009-2010 68 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 Tunus devrim psikolojisinden çıkıp, iyileşme yolunda biran önce harekete geçmesiyle bölgedeki ülkeler için örnek teşkil ediyor. Bu özelliğini gelecek dönemde koruyabilecek mi koruyamayacak mı hep döneminde Tunus Ulusal İstatistik Enstitüsü’nün verilerine göre işsizlik oranı 0,5 puan artış gösteriyor. Yönetim işsizlik oranlarındaki dalgalanmaları kontrol etmek konusunda zayıf kaldı ve büyümeyle üretilen istihdam sürdürülebilir olmadı. Genç ve okumuş nüfusun işsizliği bu alandaki en büyük sorun olarak göze çarpıyor. Tunus’ta gençlerin mezun oldukları alanlar ve özel sektörün ihtiyacı birbiriyle örtüşmüyordu. Bununla beraber, yüksek öğretim mezunlarının vasıfları iş dünyası tarafından yeterli bulunmuyor, öğretim kalitesi konusunda şikâyetler gündeme geliyordu. Son yıllarda genç ve okumuş işgücünün istihdamı genel istihdamdan daha da problemli hale gelmişti. (Şekil 2) İşsizlik ekonomik şoklardan en çok etkilenen değerlerden biri olmaya devam etti ve devrimin tetikleyicisi oldu. Bouazizi de kendini ateşe verirken “Geçimimi nasıl sağlamamı bekliyorsunuz!” diye isyan ediyordu. Tunus halkı yüksek işsizlik oranlarından şikâyet ederken bölgesel eşitsizlikler, sorunları daha da farklı bir boyuta taşıdı. Ülkenin batısındaki işsizlik oranları doğu illerinden 2-3 kat daha fazla. Jendouba, Le Kef, Kasserine ve Gafsa şehirlerinde işsizlik % 20’lerde seyrediyor. Yerli ve yabancı yatırımlardaki büyüme bu bölgelerde nüfus artışından çok daha az iken, sahil şeridi ve doğu Şekil 2. Yıllara Göre Üniversite Mezunlarının İşsizlik Oranları 4 beraber göreceğiz. şehirlerinde yatırımlardaki büyüme nüfus artışını geçmişti. Devrim öncesi dönemde kamu yatırımlarının %65’i sahil kesiminde yığılmıştı. Tunus şehrinde nüfusun %1,4’ü yoksul kategorisinde değerlendirilirken, orta ve batı kesimlerde yoksullar nüfusun %12,8’ini oluşturuyordu. Bu bölgeler sağlık ve eğitim gibi sosyal hizmetlerde de geride kaldılar. Zengin ve fakir bölgeler arasında okuma yazma bilmeme oranları arasındaki fark ise 10 kata kadar çıktı.6 Yönetimin yoksul bölgelere hizmet ulaştırmak konusundaki eksikleri Tunus halkını gerginliğe sürükleyen ve ülkeyi devrime götüren önemli sebeplerden oldu. Yatırımların dengesiz dağılımı ve işsizlik, yoksullukla paralel şekilde karşılaşılan sorunlardı. 2000’li yılların başında Tunus, Yolsuzluk Endeksi (Corruption Perceptions Index) sıralamasında yüksek sıralardaydı. 2001’de 31 olan sıralaması 2011’de 73’e geriledi.8 Yönetimin üst kademelerindeki yolsuzluk saklanamayacak düzeydeydi ve hükümetin halkın gözündeki saygınlığını kaybetmesine neden oldu. Başkan Ben Ali ve ailesinin yaşam tarzları ve Ben Ali’nin illegal şekilde zenginleşmesi; güven vermeyen, şeffaflıktan uzak ihaleler ve özelleştirmeler yolsuzluğun boyutlarının ciddiyeNİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 69 Kurucu Meclis’in bir yıl boyunca 1959’da yapılmış olan anayasayı yeniden düzenlemesi ve bu sürecin sonunda tutarlı politikalar geliştirerek istikrarlı bir siyasi sistem oluşturması bekleniyor. tini gösteriyordu. Afrika Kalkınma Bankası’nın raporuna göre son dönemdeki yolsuzluk Tunus’a yıllık 1 milyar dolara mal oldu.6 Devrimle beraber Tunus’ta bir süredir yolunda gitmeyen işler büyük bir darbe aldı, umulan o ki iyileşmek üzere. Ortaya çıkan gerilim ortamı ve güvenlik sorunları ekonomik olarak yabancıları ilgilendiren her alanda gerilemeye yol açtı. Yabancı yatırımlar %17,8, turizm gelirleri %46 oranında düştü. Buna bağlı olarak, cari açık yaklaşık 300 milyon dolar arttı. Tunus’la beraber çevre ülkelerdeki şiddetli gelişmeler de bu ülkelerden gelen ticaret gelirlerini önemli oranda düşürdü. Sanayi üretimindeki azalma ile beraber 2011’in ilk çeyreğinde Gayri Safi Milli Hasıla da %3,3 oranında düştü. Fakat 2011’in ticaret verileri dış ticaretin toparlanma sürecine girdiğini gösteriyor. Büyüme oranının %0,5’i geçmesi durumunda dış borç ve cari açık ile ilgili problemlerin de çözüme doğru gideceği öngörülüyor. 4 Devrim Tunus ekonomisini kısa vadede olumsuz etkilemiş olsa da yeni yönetimin çabaları gelecek için umut vaat ediyor. Devrim sonrası kurulan “geçiş hükümeti”nin attığı ilk adımlar demokratikleşme yolunda oldu. Siyasi reformlar için ve gücü kötüye kullanma ve yolsuzlukla mücadele için komisyonlar kuruldu. Temmuz 2011’de kabul edilen Finans Yasası ile işsizlik ve dengesiz gelir ve hizmet dağılımı problemlerinin çözümünde ilk yardım olarak kamu harcamaları %11 oranında arttırıldı. Fakat maaşlar ve işsizlik ile ilgili halk gösterileri ve grevler devam ediyor. 2011’in ilk yarısında grevden etkilenen işyeri sayısında 2010’a göre %92 artma gözlense de son dönemde grevler azaldı. Yeni bütçe ile beraber ekonomik canlanma için gerekli olan reformların maliyeti yaklaşık 2 milyar dolar olarak hesaplandı ama finansman konusunda sorunlar yaşanması muhtemel.4 Dost ülkelerin desteği bu dönemde Tunus için önemli olacak. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 7-9 Mart 2012 tarihinde gerçekleştirdiği Tunus gezisinde bilimsel ve teknolojik işbirliği ve Tunus-Türkiye arasında ulaşım yolları ile uzak pazarlardaki turistlerin Tunus’a çekilmesi amaçları çerçevesinde imzalanan pro- 1. Afrika Kalkınma Bankası, Tunisia Country Strategy Paper 2007-2011, 2007 2. Sabit 2000 yılı ABD doları 3. Dünya Ekonomi Forumu, The Global Competitiveness Report 2010-2011, 2010 4. Afrika Kalkınma Bankası, Tunisia Interim Country Strategy Paper 2012-2013, Şubat 2012 5. Dünya Bankası Veri tabanı, 2012: Yayınlanmış olan son veriler kullanılmıştır. 6. Afrika Kalkınma Bankası, Economic Brief, The Revolution in Tunisia: Economic Challenges and Prospects, Mart 2011 7. Bir ülkenin yüksek CPI sıralaması, o ülkede yolsuzluğun diğer ülkelere göre daha fazla olduğu anlamına geliyor. 70 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 tokoller Türkiye’nin desteğinin ilk örneklerinden oldu. 23 Kasım 2011’de gerçekleştirilen seçimlerde 217 koltuktan oluşan Kurucu Meclis’te İslami muhafazakâr Nahda Hareketi 89, merkez solcu CPR 29 ve sosyal demokrat Ettakatol 20 koltuğun sahibi oldu. Kurucu Meclis tarafından Cumhurbaşkanlığına seçilen Marzouki, Nahda Hareketi Genel Sekreteri Jebali’yi Başbakanlığa atadı ve 41 üyeli koalisyon hükümeti güvenoyu alarak görevine başladı. Yeni hükümetin, “koalisyon”un zorluklarını yaşaması ve değişimi halkın beklediği düzeyde ve hızda gerçekleştirememesi kaçınılmaz. Kurucu Meclis’in bir yıl boyunca 1959’da yapılmış olan anayasayı yeniden düzenlemesi ve bu sürecin sonunda tutarlı politikalar geliştirerek istikrarlı bir siyasi sistem oluşturması bekleniyor. Tunus devrim psikolojisinden çıkıp, iyileşme yolunda biran önce harekete geçmesiyle bölgedeki ülkeler için örnek teşkil ediyor. Bu özelliğini gelecek dönemde koruyabilecek mi koruyamayacak mı hep beraber göreceğiz . SDE Asistanı* Güney Koridorunda Rekabet Orta Asya ülkelerinin doğal gaz potansiyelleriyle önemli enerji kaynaklarına sahip oldukları bir gerçektir. Ancak uzunca bir dönem doğal gazın ulaştırılmasında hayati öneme sahip olan boru hatları sistemlerinin SSCB’nin planlı ekonomisi çerçevesinde Rusya’ya bağımlı bir şekilde düzenlenmiş olması, Orta Asya ülkeleri için doğal gazı özgürce dünya piyasalarına pazarlamaları konusunda sıkıntı oluşturmuştur. C oğrafi konumu itibarı ile Türkiye’nin Hazar Bölgesi gibi kapalı enerji havzalarından “enerjiye aç” Avrupa’nın tüketim noktalarına ulaşacak yolların kesim noktasında bulunması, ülkenin bir köprü olmasına imkân vermektedir. Hatta Türkiye bu bölgeleri kontrol altında tutmak isteyen devletler tarafından bir “kilit ülke” olarak algılanmaktadır. Aynı zamanda Hazar doğal gaz kaynaklarının Türkiye üzerinden uluslararası pazarlara açılması, sahip oldukları pazar paylarını kaybetmekten korkan ve bu bölgede siyasi ve ekonomik açıdan güçlü bir devletin oluşmasını istemeyen Rusya ve İran tarafından bir “tehdit” olarak algılanmış ve her iki ülke de “Hazar’ın Hukuki Statüsü” veya çevre sorunları gibi farklı enstrümanları kullanarak kendi toprakları üzerinden geçmeyen boru hattı güzergâhlarına karşı çıkmış ve bu tür konuları içeren projeleri engellemişlerdir. Nermin MAMMADOVA* Halen 27 üye ülkeye sahip olan Avrupa Birliği tükettiği doğal gazın %65’ini ithal etmektedir ve tahminlere göre bu rakam önümüzdeki yıllarda daha da artacaktır. Tüketimin % 35’i yerel üretim ile sağlanırken, %22’si Rusya Federasyonu’ndan, %19’u Norveç’ten, %9’u Cezayir’den, %7’si Katar’dan ve %3’ü Nijerya’dan ithal edilmektedir1. 2009 yılı ile kıyasladığımızda AB’nin yerel üretimi %2 oranında artmıştır. Bunun temel nedeni ise Hollanda’da gerçekleşen doğalgaz üretimi artışıdır. Ayrıca, Şekil 1’de dikkat çeken iki önemli nokta vardır. Bunlardan birincisi Norveç’ten yapılan ithalatın 1995 yılından itibaren sürekli bir artış eğiliminde olmasıdır. Şüphesiz bu artışta Norveç’in coğrafya içinde yer almasının önemli bir rolü vardır. İkinci nokta ise Katar’dan yapılan ithalatın 2008 yılından sonra fark edilir bir artış göstermesidir. Bunun NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 71 Türkiye’nin enerji havzalarından “enerjiye aç” Avrupa’nın tüketim noktalarına ulaşacak yolların kesim noktasında bulunması, ülkenin bir köprü olmasına imkân vermektedir. Hatta Türkiye bu bölgeleri kontrol altında tutmak isteyen devletler tarafından bir “kilit ülke” olarak algılanmaktadır. gaz krizi neticesinde Avrupa’nın Rusya’ya bağımlılığını azaltacak ve Rusya’nın doğal gaz sektöründeki tekeline son verecek olan Nabucco projesi bir alternatif olarak ortaya çıktı. Ortaklarının Bulgarian Energy Holding (Bulgaristan), Botaş (Türkiye), FGSZ (Macaristan), OMV (Avusturya), Transgaz (Romanya) ve RWE (Almanya)’nın olduğu bu projenin gerçekleşmesi durumunda Türkiye “Güney Akım” projesinden farklı olarak Avrupa’ya gidebilecek alternatif bir doğalgaz boru hattı üzerinde direkt etkili olabilecektir. Nabucco projesinin temel amacı Hazar Denizi ve Yakın Doğu bölgelerinde bulunan doğal gazı Avrupa’ya Şekil 1. AB Doğal Gaz İthalatı Kaynak: www.eurostat.eu sebebi 2008 yılında Rusya ile Ukrayna arasında çıkan gaz krizinin Avrupa ülkelerini alternatif gaz yolları aramaya itmiş olması olabilir. Güney Akım Projesi Şimdilik Nabucco Projesinin Önünde Birlik içinde en çok ithalatın yapıldığı Rusya’dan Avrupa’ya giden gazın %80’i Kuzey Akım Hattı ile Ukrayna üzerinden geçmektedir (Şekil 2). Ne var ki, 2008 yılında Rusya ile Ukrayna arasında yaşanan, The Times gazetesi tarafından “Avrupalıyı kışın ortasında soğukta bırakan Rus doğal gazı” diye nitelenen doğal 72 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 transfer etmektir. Avrupa doğalgaz açığının bir miktarının Türkiye üzerinden geçecek boru hatları yoluyla karşılanması amacıyla yürütülen proje çerçevesinde, Şekil 2’de de görüldüğü gibi doğal gaz, Türkiye’den sonra boru hatlarıyla Bulgaristan üzerinden Romanya ve Macaristan’ı izleyerek Avusturya’ya ulaşacaktır. Ortadoğu ve Hazar bölgesi doğalgaz rezervlerini Avrupa pazarlarına bağlamayı öngören Nabucco hattı ile ilk etapta güzergâh üzerindeki ülkelerin gaz ihtiyacının karşılanması, takip eden yıllarda ise Avusturya’nın Avrupa’da önemli bir doğalgaz dağıtım noktası olma özelliğinden de faydalanılarak diğer ülkelerin gaz taleplerindeki gelişmelere göre Batı Avrupa’ya ulaşılması amaçlanıyor. Nabucco gibi bir projenin gerçekleşmesi ile Türkiye ekonomik ve jeopolitik üstünlük kazanarak AB’ye giriş sürecinde bir koz ele geçirmiş olacaktır. Bu faktör Türk tarafının neden Karadeniz’de kendi bölge sularındaki “Güney Akım” hattının yapım sürecini uzattığını açıklamaktadır. Ancak son zamanlarda Rusya’yı dışarıda bırakan bu hattın taşıma kapasitesine ulaşılabilmesini sağlayacak yeterli doğalgaz rezervinin bulunmaması sık sık gündeme gelmeye başlamıştır. Azerbaycan’ın “Şah Deniz II” yatağından çıkarılan doğal gazın, projenin temel kaynağı olacağı beklenmekteydi. Ne var ki, BP ve Norveç devlet şirketi Statoil tarafından arama-çıkarma faaliyetleri yürütülen “Şah Deniz II” sahasının 16 milyar m3 gaz üretme kapasitesi olduğu belirtiliyor. “Şah Deniz I” sahasının kapasitesi ise 8,6 milyar m3. Dolayısıyla bu iki sahanın tam kapasiteyle Nabucco’ya doğal gaz vermesi durumunda bile hattın tam taşıma kapasitesine ulaşamayacak olması projeyi belirsizliğe sürüklemiştir. Türkiye’nin önündeki diğer proje ise dünyanın en büyük doğal gaz boru hattı olmayı hedefleyen Nabucco’yu ve sürekli sorun çıkaran Ukrayna’yı devre dışı bırakmak amacı ile Rusya tarafından ortaya atılan Güney Akım Doğal Gaz Projesi’dir (Şekil 2). Güney Akım Projesi’ne göre Rus doğalgazı, Rusya’dan başlayıp Karadeniz’in 2 bin metre altından Bulgaristan’a ulaşacak ve buradan iki kola ayrılacaktır. Birinci kol, Yunanistan üzerinden İtalya’ya, ikinci kol ise Sırbistan ve Macaristan üzerinden geçerek Avusturya’nın Baumgarten limanına ulaşacaktır (Şekil 2). Böylece Rusya, Orta Asya’daki doğal gazı kendi elleriyle Avrupa’ya taşıyarak enerji koridorunda söz sahibi olmaya devam edecektir. Rusya ilk başta Güney Akım Projesi’nde Türkiye’yi görmek istememiştir ve her yıl yaklaşık 60 milyar m3 Rus doğal gazını Karadeniz altından Bulgaristan’a, oradan da Orta ve Doğu Avrupa’ya taşıyacak olan bu boru hatları üzerinde Türkiye’nin söz sahibi olamayacağını belirtmiştir. Bu durum projeyi Türkiye açısından ilk başta pek de cazip kılmamıştır. Bu yüzden Nabucco ile ilgili gereken resmi girişimler başlamış ve Türkiye bu projede önemli ortaklardan biri olmuştur. Bu gelişmenin üzerine Rusya tavır değiştirmiş ve Türkiye’yi Güney Akım Projesi’nde görmek istediğini Ankara’ya bildirmiştir. Hattın, Türkiye’nin Karadeniz’deki ekonomik alanı olarak tanımlanan egemenlik sahasından geçmesi söz konusudur. Nabucco’nun yapımının ertelenmesi, maliyetinin artması ve gaz tedariki konusundaki belirsizlikler ABD destekli projeyi bir hayli zora sokmuş bulunmakta. Dolayısıyla bu gelişmelerin neticesinde Türkiye, maliyetinin çok daha düşük ve tedarik sorunu olmayan Güney Akım Projesi’nin ekonomik olarak da daha cazip hale gelmiş olduğu düşüncesi ile 28 Aralık 2011’de kendi karasularından geçecek olan boru hattı bölümünün inşasına onay veren anlaşmaya imza attı. Gelişmeler Avrupa Birliği açısından değerlendirildiğinde ise Rusya Enerji Bakanlığı ile Gazprom tarafından Mayıs 2011’de Brüksel’de gerçekleşen AB’ye “Güney Akım” projesini tanıtma toplantısı önemli bir yer tutmaktadır. Bu dönemde Kuzey Afrika’da yaşanan istikrarsızlık, Nabucco projesinde devam eden belirsizlik ve Almanya’nın 2020 yılına kadar atom enerjisinden imtina etmesi AB’yi ikna konusunda Rus tarafını umutlandırmış olsa da, AB yine finansal sorunları ve çevre izinlerinin alınması konularını gündeme getirmiştir. Ne var ki, asıl sebep AB enerji politikasının temelinde doğal gaz kaynaklarının, ulaşım yollarının ve karşı tarafın çeşitlendirilmesinin yatmasıdır. Gü- Nabucco hattı ile ilk etapta güzergâh üzerindeki ülkelerin gaz ihtiyacının karşılanması, takip eden yıllarda ise Avusturya’nın Avrupa’da önemli bir doğalgaz dağıtım noktası olma özelliğinden de faydalanılarak diğer ülkelerin gaz taleplerine göre Batı Avrupa’ya ulaştırılması amaçlanıyor. ney Akım Projesi sadece Avrupa’ya ulaşım yollarında çeşitlilik sağlamakta ama kaynağı değiştirmemektedir. Güney Akım Projesi de tıpkı Kuzey Akım hatları gibi Rusya doğal gazını Avrupa Birliği’ne taşıyacaktır. Bu proje sadece Ukrayna’yı devre dışı bırakmaktadır ve bu faktör ise AB açısından çok da önemli değildir. NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 73 Şekil 2. Nabucco, Güney Akım ve Kuzey Akım Doğal Gaz Boru Hatlarının Rotası karar ile Nabucco Gas Pipeline International, ‘Kamu Yararı Kararı’ doğrultusunda ülke sınırları içerisinde bulunan boru hattı güzergâhı üzerindeki kamulaştırma3 çalışmalarının başlatılmış olmasıdır. Son Söz Bulgaristan da “Güney Akım” projesi ile ilgili bazı sıkıntılar yaratmaktadır. Ülkede bazı çevreler Nabucco projesini destekleyerek “Güney Akım”ın hazırlıklarını aksatmaktadırlar. Bu çevrelerin dayandığı nokta NATO üyesi ülkelerin normatifleridir. Bu normatiflere göre bir ülke için bir kaynaktan temin edilen enerji miktarı toplam talebin en fazla % 25’ni karşılamalıdır ve AB verilerine göre Bulgaristan için “enerji ithal bağımlılığı” oranı % 50’nin biraz altındadır ve ülke için Rusya doğalgazın tek tedarikçisidir. 28 Aralık 2011’de Rusya Federasyonu ve Türkiye arasında enerji alanında atılan imzalar, AB ülkelerini telaşlandırmış olsa da AB Nabuc- co ve Güney Akım’ın resmi olarak birbirine “rakip” olduğunu kabul etmediği için asıl tepkisini dile getirememiştir2. Nabucco Doğalgaz Boru Hattı sözcüsü Christian Dolezal, Nabucco’nun Avrupa ve Türkiye arasında benzeri olmayan bir boru hattı projesi olduğunu ve diğer hiçbir projeden etkilenmeyeceğini söyledi. Dolezal, Nabucco ile Güney Akım’ın karşılaştırılamayacağını ve Güney Akım’ın ikame bir hat olduğunu, Nabucco’nun ise Türkiye ve Avrupa için çeşitlendirilmiş bir doğalgaz arzı için yeni bir koridor açtığını söyledi. Türkiye tarafından bu söylemi destekleyen gelişme ise Türkiye Cumhuriyeti Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından 14 Şubat 2012 tarihinde onaylanan Orta Asya ülkelerinin doğal gaz potansiyelleriyle önemli enerji kaynaklarına sahip oldukları bir gerçektir. Ancak uzunca bir dönem doğalgazın ulaştırılmasında hayati öneme sahip olan boru hatları sistemlerinin SSCB’nin planlı ekonomisi çerçevesinde Rusya’ya bağımlı bir şekilde düzenlenmiş olması, Orta Asya ülkeleri için doğal gazı özgürce dünya piyasalarına pazarlamaları konusunda sıkıntı oluşturmuştur. Ne var ki bu sıkıntılar, geliştirilmekte olan alternatif projeler ile yavaş yavaş yok olmaya başlamıştır. Bu durum hem bölge ülkeleri ekonomilerinin kalkınması hem de giderek enerji talebi artan AB’nin ihtiyaçlarını karşılamak açısından çok olumlu bir gelişmedir. Kendi bölgesinde transit ülke olmaktansa, doğalgaz üretimi yapmadan tedarikçi olmak isteyen Türkiye, coğrafi özellikleri itibarı ile birer kara devleti konumunda olan ve uluslararası pazarlara ulaşımda zorluklarla yüz yüze olan kültür ve dil geçmişlerinin ortak olduğu Orta Asya ülkeleriyle bu yönde işbirliğini arzu etmektedir. Bu tür alternatif projelerin varlığı aynı zamanda Türkiye’nin elini de kuvvetlendirmektedir. SDE Asistanı* 1. Kaynak; EUROGAS Statistical Report 2010 2. Kaynak; http://www.abhaber.com/ozelhaberyazdir.php?id=3958 3. Kamulaştırma faaliyetleri güzergâhın geçeceği Ardahan, Kars, Erzurum, Gümüşhane, Erzincan, Sivas, Yozgat, Kırşehir, Kırıkkale, Ankara, Eskişehir, Bilecik, Bursa, Balıkesir, Çanakkale, Tekirdağ, Kırklareli, Malatya, Adıyaman, Şanlıurfa, Mardin ve Şırnak illeri ile bu illere bağlı ilçelerdeki köy ve/veya mahallelerde gerçekleştirilecek. Kaynak; Nabucco Gas Pipeline Basın Bültenleri 74 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 Yazılımda, Türkiye Bir Başarı Hikayesi Olamaz mı? Gülara TIRPANÇEKER* En düşük yatırımla en yüksek istihdamı ve en fazla katma değeri yaratan bir sektör olması itibariyle yazılım sektörü ekonominin yeni kalkınma gücü olarak nitelendirilebilir. Yazılımın yarattığı katma değerlerin ihracata, diğer sektörlerdeki rekabetçiliğe, Ar-Ge faaliyetlerine, Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’ya ve istihdamın artırılmasına önemli etkileri vardır. D ünya Ülkeleri Bilgi Ekonomisi’ne dönüşme ve bilgi toplumu olma yolunda bir yarış ve rekabet içerisindedir. Avrupa Birliği’nin Lizbon Stratejisi adı altında aldığı kararda olduğu gibi bilgi toplumuna geçme ve bu şekilde bilgiye dayalı bir ekonomi haline gelme çok önemli olmuştur. Bilgi ve İletişim Teknolojileri’ni kullanmanın büyüme, rekabet ve istihdamı körüklediği, vatandaşların yaşam kalitesini artırdığı da bir gerçektir. En düşük yatırımla en yüksek istihdamı ve en fazla katma değeri yaratan bir sektör olması itibariyle yazılım sektörü ekonominin yeni kalkınma gücü olarak nitelendirilebilir. Yazılımın yarattığı katma değerlerin ihracata, diğer sektörlerdeki rekabetçiliğe, Ar-Ge faaliyetlerine, Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’ya ve istihdamın artırılmasına önemli etkileri vardır. Yazılım sektörü Ar-Ge faali- yetlerine en çok katkı sağlayan sektörlerden biridir. Dünyada yazılıma yönelik yatırımların %25’ini Ar-Ge yatırımları oluşturmaktadır. Örneğin, Yeni Zelanda’da bu oran %34’tür. Avrupa Komisyonu kapsamında yapılan bir araştırmaya göre yazılım sektörü 22 sektör içinde Ar-Ge faaliyetlerine en çok kaynak ayıran 5. sektör olarak belirlenmiştir. Ancak Ar-Ge yoğunluğu bakımından 2. sırada yer almaktadır. Aynı araştırmaya göre, yazılım sektörünün toplam Ar-Ge yatırımı 26.5 milyar Avro olup Ar-Ge yatırımları payı %7,3’tür. Avrupa Birliği ülkelerinde yazılım ürünleri ve yazılım hizmetleriyle ilgili harcamalar 258 milyar Avro tutarında olup, bu harcama Birlik ülkelerinin Gayri Safi Yurtiçi Hasıla ortalamasının % 2,6’sını oluşturmaktadır. OECD ülkelerinde yapılan yazılım yatırımları ülkelerin NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 75 Yazılım sektörü en fazla genç nüfusun istihdam edildiği sektör olarak da karşımıza çıkmaktadır. Yazılım sektöründeki gelişme aynı zamanda ülkenin işsizlik oranında da önemli bir azalma sağlamaktadır. Ayrıca kadınların ve engellilerin istihdamında da önemli imkânlar sunmaktadır. ortalama GSYİH’nın % 0,5 ila % 2,7 arasında yükselmesini sağlamıştır. Hindistan’da 2007 yılında yazılım üretiminden elde edilen gelir, Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın % 5,2’sini oluşturmuştur. Oysa bu oran 1998 yılında % 1,2 düzeyinde idi. Hindistan’da yazılım ve hizmetler ihracatı rakamları ise 2010 yılı itibariyle 60 milyar dolardır. Yazılım sektörü diğer sektörlerle karşılaştırıldığında en fazla genç nüfusun istihdam edildiği sektör olarak da karşımıza çıkmaktadır. Yazılım sektöründeki gelişme aynı zamanda ülkenin işsizlik oranında da önemli bir azalma sağlamaktadır. Yazılım sektörü kadınların ve en- gellilerin istihdamında da önemli imkânlar sunmaktadır. Yazılım üretimi konusunda başarı öyküsü haline gelmiş Hindistan’da yazılım sektörüne yönelik girişimlerin başladığı yıllar olan 80’li yılların ikinci yarısında yazılım sektöründeki iş gücü 2000’li yılların başında yaklaşık 48 kat artarak 284.000 kişiye ulaşmıştır. Yazılım sektörünün hızlı bir gelişme gösterdiği 2000’li yıllarda ise yazılım sektöründeki istihdam ortalama yıllık % 40 artarak 2004 yılında 850.000 kişiye ulaşmıştır. Aynı zamanda İsrail’de de, sektörün istihdam ettiği insan sayısı 19902000 yılları arasında 36.000’den 56.000’e çıkmıştır ve on yılda % 65 istihdam artışı olmuştur. Bu ülke ör- Yazılım Alanında Ar-Ge Harcamalarının Ülke Çapında Toplam Ar-Ge Harcamaları İçindeki Payı Kaynak: Capital Services Database. Dünyada Yazılımla İlişkili Patent Dağılımı ABD’nin yazılımla ilgili patent sayısı 4695’dir. ABD’yi AB25 ülkeleri ve Japonya takip etmektedir. Kaynak: OECD Patent Database. 76 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 Yazılımın tüm sektörler içerisinde ülke ekonomisi için yarattığı katma değer tek başına OECD ortalamasında %1,5 ila %3 arasında değişmektedir. Yapılan %22 ICT yatırımıyla %58 üretkenlik sağlanmaktadır. Kaynak: EUREKA/CELTIC Purple Book 2007-2008 neklerinden görüleceği gibi yazılım sektörünün stratejik sektör olmasıyla birlikte işsizlik önemli bir ölçüde azalmıştır. İş İstatistikleri Bürosu, ABD’de 2006 yılında, yazılımla ilgili sadece tek bir kategoride (yazılım mühendisleri kategorisi) istihdam sayısının 860.000 civarında olduğunu bildirmiştir. Büro, 2016 yılına kadar bu sayının % 38 oranında artacağını tahmin etmektedir. Bu ülkeler, yazılım sektörünü stratejik sektör olarak belirlemiş ve ya- zılım üreterek birer başarı hikayesi olmuşlardır. Ekonominin tüm kollarını etkileyen yazılımı üretmek için en önemli girdi akıl ve yaratıcı güçtür. Türkiye genç bir nüfusa sahiptir. Nüfusumuzun yarısı 25 yaşın altındadır. Ayrıca BT kullanabilecek 1,5 milyondan fazla KOBİ’miz vardır. Buradan yola çıkarak iyi bir iç potansiyele sahip olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. Türkiye’nin jeopolitik konumu ve Gümrük Birliği üyeliği ile Avrupa, Türk Cumhuriyetleri ve Ortadoğu pazarlarında dini, etnik ve ticari ilişkiler de dış pazarlar için sahip olduğumuz avantajlardır. Hindistan, İrlanda ve İsrail dış pazar odaklı; Brezilya ve Arjantin de iç pazar odaklı bir strateji ile çok hızlı büyümüşlerdir. Türkiye; başarılı diğer ülke örneklerinden de faydalanarak ve konumunu ve kaynaklarını da göz önüne alarak, iç ve dış pazar odaklı olarak kendi modelini oluşturmalıdır. Türkiye, bilgi toplumu yönündeki önceliklerine karşılık iç NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 77 Ekonominin gelişmesi, toplumsal refahın sağlanması, işsizliğin azalması, güvenilir ve sürdürülebilir ekonomik dinamiklerin yakalanması, dijital uçurumdan kaynaklanan olumsuzlukların giderilmesi için, Türkiye daha fazla yazılım üretmeli ve ihraç etmelidir. Bu firmaların; yaklaşık yüzde 35’i, teknoloji geliştirme merkezlerinde yer almaktadır ve %87,2’si KOBİ yapısındadır. Diğer bir ifadeyle; %51’i 10 kişiden az, %35,7’si 10 – 50 kişi arasında, %9,8’i 50 – 250 kişi arasında ve %3’ü ise 250 kişiden büyüktür. talepteki büyüme beklentisini destekleyeceği, iç ve dış pazarda dengeli bir büyüme stratejisi yürütmelidir. İç pazardaki gelişim dış pazar için bir hazırlık niteliği taşımakla birlikte sektörün gelişimi için dış pazara yönelik politika ve stratejiler eşzamanlı oluşturulmalıdır. Stratejik sektör olarak bir yol haritası belirlenmelidir. Türkiye’de bilgi ve iletişim teknolojilerinin içinde bilgi teknolojilerinin, Bilgi teknolojileri sektörü içinde de yazılım ve hizmetlerin yeterince büyük ve olması gereken noktada olmadığını söyleyebiliriz. IDC 2010 78 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 yılı verilerine göre Türkiye Bilişim Pazarı 8,549 milyar ABD dolarıdır. Bu rakamın 6,944 milyar ABD dolarını donanım, 0,909 milyar ABD dolarını hizmet ve 0,696 milyar ABD dolarlık kısmını ise yazılım oluşturmaktadır. Buradan da görüleceği üzere, Türkiye bilgi teknolojileri pazarı donanım ağırlıklı bir yapıdadır. Dünya genelinde donanım tüm bilgi teknolojileri harcamasından yüzde 39 pay alırken, bu oran Türkiye’de yaklaşık yüzde 81 seviyesindedir. Bilgi teknolojileri pazarının yüzde 19’u ise yazılım ve hizmetlerden oluşmaktadır. Donanım ağırlıklı bu yapının, önümüzdeki yıllarda, yazılım ve hizmetler alanında daha fazla büyüyerek değişmesi gerekmektedir. TÜBİTAK MAM verilerine göre; Türkiye’de yaklaşık 1.600 adet yazılım üreten yerli firma vardır, sektör şirketleri KOBİ yapısındadır ve ölçekleri küçüktür, sermaye yapıları güçlü değildir. Sektördeki yazılım geliştiricilerin yaklaşık %47’si İstanbul’da, %33’ü Ankara’da çalışmaktadır. Yazılım üreten firmaların %35’i Teknoloji Geliştirme Merkezleri’nde yer al- maktadır ve bu firmaların büyük çoğunluğu da sırasıyla Bilkent, ODTÜ ve İTÜ teknokentlerinde bulunmaktadır. Yine TÜBİTAK MAM verilerine göre Türkiye’de; Üretim ve Otomasyon, Telekom, Enerji, Elektrik ve Elektronik, Finans, Lojistik, Tekstil, Eğitim, Medya, Savunma, Sağlık, Turizm, İnşaat, Kamu alanlarında yazılım geliştirilmektedir. İGEME kayıtlarına göre, bugün 100 civarında firma, 50 ülkeye, 12 serbest bölgeye yazılım ihracatı yapmaktadır ve geliştirilen bu yazılımlar başta Amerika, Almanya, Irak, Kazakistan olmak üzere çeşitli ülkelere ihraç edilmektedir. Türk yazılım şirketleri; sağlık, savunma, mobil çözümler, CRM ve Kurumsal Kaynak Planlaması (ERP) alanlarında ihracat yapmaktadır. Yapılan ihracat 250 milyon ABD doları civarındadır. Ekonominin gelişmesi, toplumsal refahın sağlanması, işsizliğin azalması, güvenilir ve sürdürülebilir ekonomik dinamiklerin yakalanması, dijital uçurumdan kaynaklanan olumsuzlukların giderilmesi için, Türkiye daha fazla yazılım üretmeli ve ihraç etmelidir. Sektöre uygun özel Bilgi ve iletişim teknolojileri son yıllarda çok hızlı bir gelişim göstermektedir. Buna paralel olarak yazılım sektöründe de değişimler yaşanmaktadır. Bu değişimler; “hizmet olarak yazılım” (software as a service) yapısından sonra yakın bir zamanda gündeme gelen Bulut Bilişim sistemleri ile gerçekleşmektedir. Diğer hızlı gelişen yazılım alanı ise mobil yazılımlar ve uygulamalardır. Dolayısıyla yerli yazılım firmalarının da Bulut Bilişim, Mobil Yazılım gibi alanlara odaklanmaları, dikey pazarlar için ürün geliştirmeleri ve Ar-Ge çalışmalarının artırılması gerekmektedir. getirilmesi; örneğin kişisel hedefleri son derece çarpıcıdır. 10. Ulaştırma Şurası’nda ülkemizin bilgi ve iletişim sektöründeki 2023 yılı vizyonu ve hedefleri de ortaya konmuştur. Şura’da açıklanan sonuç raporunda belirtilen; Bilişim sektörünün 160 milyar dolara ulaşması ve bunun GSYİH’daki payının %8’e çıkarılması, yazılım sektörünün öncelikli alan olarak belirlenmesi ve toplam ihracatta yazılım sektörü payının %2’ye çıkarılması Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’nın 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunu’nun 5. Maddesine göre elektronik haberleşme sektöründe araştırma, geliştirme projelerinin teşvik edilmesi ve desteklenmesine ilişkin yönetmelik yakın zamanda uygulamaya geçecektir. Kalkınma Bakanlığı hazırlamakta olduğu 10. Kalkınma Planı ile 2023 yılına kadar olan hedefleri yasa ve düzenlemeler verilerin korunması için yasanın kanunlaşması; bilişim hizmetlerinde standardizasyon ve sertifikasyon uygulanması gibi konular sektörümüzün gelişiminin hızla önünün açılmasını sağlayacaktır. NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 79 Türkiye’de bilgi ve iletişim teknolojilerinin içinde bilgi teknolojilerinin, Bilgi teknolojileri sektörü içinde de yazılım ve hizmetlerin yeterince büyük ve olması gereken noktada olmadığını söyleyebiliriz. belirleyeceklerini ve 2. Bilgi Toplumu Stratejisi ile bazı sektörel hedefleri koyacağını belirtmektedir. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı da teknoloji geliştirme bölgeleri kuracağını ve Ar-Ge faaliyetlerini destekleyeceğini söylemektedir. Ekonomi Bakanlığı da yazılım ihracatı ile ilgili çalışmalar yapmaktadır. Türkiye’de sektörün potansiyelinin geliştirilmesi için önemli işler yapıldı ve yapılmaya devam ediliyor. Ancak, henüz olmamız gereken noktada değiliz. Küresel ağa hazırlıklı olma (e-Readiness) konusunda; Dünya Ekonomik Forumu 20082009 raporu verilerine göre 134 ülke arasında 61., 2009-2010 raporu verilerine göre 133 ülke arasında 80 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 69. ve 2010-2011 raporu verilerine göre ise 138 ülke arasında 71. sıradayız. Yazılım sektörünün gelişebilmesi için özel sektör, STK’lar, üniversiteler ve kamu arasındaki işbirliği son derece önemlidir ve bu paydaşlara önemli görevler düşmektedir. Bu bağlamda devlete de görevler düşmektedir. Dünya örnekleri incelendiğinde, Yazılım sektörüne devlet tarafından sağlanan katkılar Doğrudan Devlet Destekleri, Devlet Teşvikleri ve Dolaylı Devlet Destekleri olarak üç ana başlıkta gruplanmaktadır. Doğrudan Devlet Desteklerini; Devletin, yazılım sektörü şirketlerine sağlayacağı geri ödemesiz (hibe) veya geri ödemeli (faizsizdüşük faizli, belli bir dönem geri ödemesiz uzun vadeli kredi) nakdi katkılar olarak, Devlet Teşviklerini; kurumlar vergisi, gelir vergisi, stopaj, SSK primi, SSK işveren katkısı ve KDV’de uygulanacak istisnalar/ertelemeler/azaltmalar olarak, Dolaylı Devlet Desteklerini; yazılım satışlarının artırılmasını sağlayacak pozitif ayrımcılık da dahil olmak üzere uygulamaya konacak enstrümanlar; KOBİ’lere yazılım satın almalarına ilişkin sağlanacak KOSGEB destekleri, kamu satın almalarında yerel yazılım üreticilerinin ürünlerine öncelik/avantaj sağlanması vb. olarak, tanımlayabiliriz. Bu tür destek ve teşvikleri İrlanda, İsrail, Hindistan, Çin, Malezya, Tayvan ve Brezilya gibi ülkeler uygulamaktadırlar. Sektöre uygun özel yasa ve düzenlemeler getirilmesi; hızla gelişen teknolojiye göre hukuki düzenlemelerin, örneğin kişisel verilerin korunması için yasanın kanunlaşması; bilişim hizmetlerinde standardizasyon ve sertifikasyon uygulanması gibi konular da sektörümüzün gelişiminin hızla önünü açmasını sağlayacaktır. Tüm özellikleriyle, gelişmekte olan ülkelere bir fırsat penceresi sunan yazılım; Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’yı artıracak, İhracat rakamlarını büyütecek, İşsizliği azaltarak genç nüfusun, engellilerin, kadınların ve kalkınmada öncelikli illerdeki genç nüfusun işgücü piyasasına entegrasyonunu sağlayacak, yarattığı verimlilik etkisi ile kullanıldığı sektörlerin dünya ile rekabet etme yeteneklerini ve prodüktivitesini geliştirecek, Ar-Ge faaliyetlerinin kapasitesini, kalitesini ve niteliğini yükseltecek, Türkiye’nin bilgi toplumuna dönüşümünde ve bilgi çağının ekonomisinde en önemli gücü olacaktır. YASAD Eski Başkanı, Tekimed Genel Müdürü* Emek ve Sermayeyi -Yeniden- Düşünmek Sermaye ve bilgi temelli diğer üretim faktörleri, insan etrafında oluşan değerlerin bir sonucudur. Araştırma ve geliştirme faaliyetlerinden teknolojik gelişmeye; beşeri sermaye birikiminden sosyal sermayeye kadar tüm bu bilgi temelli faktörlerin temeli ‘insan’a dayanmaktadır. Bilgi temelli iktisadi dönüşüm sürecinde emek ve sermayeyi yeniden düşünmek, insanı temel alan bir düşünce biçimini zorunlu kılmaktadır. E mek ve sermaye üretimin temel iki faktörü olarak bilginin artan önemi ile birlikte üzerinde yeniden düşünülmesi gereken kavramlar olarak karşımıza çıkmaktadır. İktisadi bir bakış açısıyla emek ve sermaye gibi temel iki üretim faktörünün bilgiyle dönüşümü merkeze yine, yeniden ve belki de iktisadın unuttuğu ‘insanı’ oturtmaktadır. Çünkü bilginin kaynağı olarak kabul edilen insan (emeği) üretim faktörlerinden en önemlisini oluşturmaktadır. Sermaye ve bilgi temelli diğer üretim faktörleri, insan (emeği) etrafında oluşan değerlerin bir sonucudur. Araştırma ve geliştirme (Ar-Ge) faaliyetlerinden teknolojik gelişmeye; beşeri sermaye birikiminden sosyal sermayeye kadar tüm bu bilgi temelli faktörlerin temeli ‘insan’a dayanmaktadır. Bilgi temelli iktisadi dönüşüm sürecinde emek ve ser- Murad TİRYAKİOĞLU* mayeyi yeniden düşünmek, insanı temel alan bir düşünce biçimini zorunlu kılmaktadır. Emek Üzerine Yeniden Düşünmek Emeği sadece bir üretim faktörü olarak ele almak iktisadi ve toplumsal açıdan değerlendirmelerin yüzeysel olmasına sebep olacaktır. İktisadi olarak, fiziksel ve-veya zihinsel güce dayanan, insanların ihtiyaçlarını karşılamak için gelir elde etme amacını taşıyan çalışmalar olarak tanımlanan emek, tüm iktisadi düşünce okullarınca üzerinde önemle durulan bir faktör olagelmektedir. Adam Smith, “Milletlerin Zenginliği”nde (1776) emeği işbölümü ve uzmanlaşmanın bir parçası olarak ele almış, emeğin nitelikleri üzerinde durmuştur: “…emek, tüm şeylerin ilk fiyatı, onları satın almak NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 81 Sermayenin ön plana çıktığı ve emeğin bir araca dönüştüğü makineleşmiş endüstriye geçiş süreci, çalışanlar ve esnaf arasında varolan sosyal sermaye zenginliğinin yitirilmesine ve aynı çalışma ortamını paylaşmaktan öteye gitmeyen mekanik ilişkilerin ön plana çıkmasına sebep olmuştur. için ödenen gerçek satın alma parasıdır. Dünyanın her yerinde zenginlik, altınla ya da gümüşle değil, aslında emekle satın alınmıştır; onu şu ya da 82 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 bu yeni ürünle mübadele etmek isteyen zenginler için, bu servetin değeri, bu servetle satın alabilecekleri ya da hükmedebilecekleri emek miktarına eşittir…” (s.37). Ricardo (1817) “farklı emek türleri” kavramını kullanarak emeği metaların değerini belirleme çerçevesinde ele almıştır (Gürak, 2006:78). Marx (1867) ise emeğin özellikle “değer yaratıcı” ve “değeri koruyucu ve aktarıcı” yönlerine yoğunlaşmış, emek ve sermaye dışındaki tüm faktörleri ‘artık değer” olarak tanımlamıştır. Ta ki Robert Lucas, Paul Romer gibi iktisatçıların öncülüğünde geliştirilen içsel büyüme modelleri emeğin niteliklerini ifade eden beşeri sermaye ve beşeri sermayenin ürünü olan araştırma geliştirme faaliyetleri ve teknolojik yenilikler gibi bilgi temelli faktörleri büyüme teorilerinin içsel değişkenleri olarak kabul edene kadar emek ve emeğin zihinsel çabalarının ürünü ve türevleri olan bu faktörler iktisadi modellerde yer bulamamıştır. Emeğin üzerinde özellikle ve önemle durulan bir faktör olmasının sebebi, belki de, diğer tüm üretim faktörlerinin emeğin çevresinde oluşuyor ve işliyor olmasından kaynaklanmaktadır. Diğer bir ifadeyle insanlığın tarım toplumundan bilgi toplumuna doğru geçirdiği tüm toplumsal ve ekonomik dönüşümler insan emeği temelinde gerçekleşmiştir ve gerçekleşmektedir. Tarım toplumunda sadece kas gücü ön planda iken endüstriyel dönüşüm kol emeğine zihinsel emeğin eşlik etmesini gerektirmiştir. Sanayi Devrimi ile ortaya çıkan endüstri toplumunun sermaye ağırlıklı yapısı emeğin çalışma alan ve prensiplerini yeniden belirlemiştir. Dev fabrikalara kaydırılarak seri üretimin bir parçası haline gelen emek, sermayenin gölgesinde kalmaya başlamıştır. Sermayenin ön plana çıktığı ve emeğin bir araca dönüştüğü makineleşmiş endüstriye geçiş süreci, çalışanlar ve esnaf arasında varolan sosyal sermaye zenginliğinin yitirilmesine ve aynı çalışma ortamını paylaşmaktan öteye gitmeyen mekanik ilişkilerin ön plana çıkmasına sebep olmuştur. Bu türlü olumsuzluklara rağmen hızla yükselen sanayi toplumunda emeğin sadece mekanik olarak işleyen bir rutinin parçası olarak görülmesi ve sadece prosesi tamamlayan kas gücü olarak algılanması esnek üretim sistemlerinin gelişmesine kadar devam etmiştir. Post-Fordist üretim sistemine geçilmesi, emek yapısında önemli değişiklikleri beraberinde getiren bir gelişme olarak anılmaktadır. Esnek üretim sistemlerinin geliştirilmesiyle emeğin zihinsel çabaları ön plana çıkmaya başlamıştır. Esnek üretim sistemleri, bilgisayarlaşma ve internet teknolojisinin gelişimi gibi post-endüstriyel gelişmeler bilgi çağına ve toplumuna geçişi sağlayan temel unsurlar olarak insanın zihinsel emeğini belirgin olarak ortaya koymuştur. Günümüzde ise bilgi çağı yoğun zihinsel çabaların bir ürünü olarak iktisadi ve toplumsal yaşamı şekillendirmektedir. Beşeri sermaye sağlık Özetle, avcılık ve toplayıcılıkla başlayan toplumsal gelişme ve değişmenin günümüze kadar ki son aşaması olarak kabul edilen bilgi çağına kadar geçirilen tüm süreçlerin temelinde insan emeği vardır ve bu dönüşümün en temel geçişi kol emeğinden zihin emeğine doğru olmuştur. Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken bir ayrıntı vardır: Her fiziksel emek zihinsel bir çabanın sonucunu ifade etmektedir. Sohn-Rethel (2011:98) bunu şu ifadelerle açıklamaktadır: teknolojik gelişme ve “...insan emeğinin hiçbir biçiminin kafa ve kol arasında belli ölçüde bir birlik olmadan gerçekleşemeyeceğini belirtmek gerekir. Emek, hayvansı ve içgüdüsel değil, amaca yönelik bir etkinliği ifade eder; somut bir girişime ereksellik kazandırarak onu ulaşılmak istenen hedefe yönelten şey bu amaçtır...” ve eğitim gibi iki temel değişkene bağlı olarak ortaya çıkmakta ve sermaye birikiminin karşılıklı etkileşiminin türevi olarak sosyal sermaye ile etkinlik kazanmaktadır. Bu aşamada emeğin sadece fiziksel veya sadece zihinsel bir eylem olarak ele alınmaması gerektiğini göz önünde bulundurarak emek ile sermayeyi girift hale getiren ve sermaye olarak adlandırılan insanemek temelli faktörleri ele almak gerekir: beşeri sermaye, sosyal sermaye, insan sermayesi, entelektüel sermaye... NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 83 Emek ve sermaye bilginin sağladığı dönüşüm sürecinde yeniden düşünülmesi, ülkelere ve firmalara yönelik strateji ve politikaların tasarımı ve uygulanması aşamasında daha kapsamlı değerlendirilmesi gereken iki temel üretim faktörüdür. Sermaye Üzerine Yeniden Düşünmek Sermaye kavramının iktisadi açıdan ilk akla getirdiği tanımlama fiziki ve mali sermaye. “Belli bir bedel karşılığı üretim sürecinde üretim faktörlerinden biri olarak yer alan, birden çok dönemde kullanılan, emeğin verimliliğini artıran ve kendisi de üretilmiş olan her türlü araç gereç” veya “gelir yaratma yeteneğine sahip ulusal veya uluslararası düzeyde her türlü mali veya fiziksel varlık” olarak tanımlanan sermaye algısı bilginin sağladığı dönüşümle birlikte beşeri sermaye, sosyal sermaye ve entelektüel sermaye gibi kavramlara yönelmiştir. Sermaye kavramındaki algının zaman içindeki dönüşümü, iktisadi kalkınma ve büyümeyi belirleyen faktörleri çeşitlendirmiş ve niteliklerinde değişime sebep olarak ‘bilgi’nin önemini daha belirgin hale getirmiştir. Klasik iktisadi düşüncenin savunduğu fiziki ve finansal sermaye birikimi algısına emeğin niteliklerindeki artışı ifade eden beşeri sermaye ve güvene dayalı işbirliğini teşvik eden ilişki ağlarını ve toplumsal güveni ifade eden sosyal sermaye kavramları da dâhil olmuştur. Bilginin artan önemi dolayısıyla iktisadi büyümenin ve kalkınmanın 84 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 belirleyicileri klasik üretim faktörlerinin egemenliğinden sıyrılarak geniş bir tanımlama ile beşeri ve sosyal sermayeyi de kapsamaktadır. İşgücü tarafından içerilen bilgi ve beceriler (Kibritçioğlu, 1998) olarak tanımlanan ve özü itibariyle ‘emek’ olan beşeri sermaye, iktisadi kalkınma ve büyüme sürecinin temel unsurlarından birisi olarak ilk kez Lucas (1988) tarafından modellenmiştir. Beşeri sermayenin önemi bilgi ile ortaya çıkmaktadır. Bilginin kaynağı olan insan emeğinin yenilikçi olabilmesi niteliklerinin geliştirilmesiyle ve yönlendirilmesiyle mümkün olmaktadır. Beşeri sermaye birikimi ne denli yüksek olursa, bilgi aynı oranda üretilebilecek, işlenebilecek ve katma değer sağlayacak bir biçimde kullanılabilecektir. Emeğin niteliklerini ve be- cerilerini ifade eden beşeri sermaye birikiminin sağlanması ise etkin eğitim ve sağlık politikaları öncelikli olmak üzere beyin ve bilgi göçünü engelleyecek istihdam ve devlet politikalarına bağlı olarak şekillenmektedir, şekillendirilmelidir. Bu politikalar bütününü, beşeri sermayenin verimliliğini etkileyen bir (diğer) unsur olarak toplumsal güven ve huzur tamamlamaktadır. Özetle, beşeri sermaye sağlık ve eğitim gibi iki temel değişkene bağlı olarak ortaya çıkmakta ve teknolojik gelişme ve sermaye birikiminin karşılıklı etkileşiminin türevi olarak sosyal sermaye ile etkinlik kazanmaktadır. Toplumsal ilişki ağlarının ve güvenin göstergesi olarak kabul edilen sosyal sermaye ise beşeri sermayenin etkinliğini ve verimliliğini arttıran, disiplinlerarası özelliğe sahip deki net yaklaşımlarını eleştirmektedir: olan bir unsur olarak OECD (2001) tarafından antropoloji, sosyoloji, ekonomi ve siyaset bilimi olmak üzere dört faklı boyutta ele alınmakta ve tanımlamaktadır. Fine (2011:54-55) iktisadi bakış açısıyla insana gönderme yapan sosyal sermaye kavramını tartışırken bu kavramın sosyal olmayan bir sermaye biçiminin varlığını ima ettiğinden bahsetmekte ve ana akım iktisatçıların sermayenin toplumdan uzak bir şey olarak anlaşılması yönün- “Sosyal sermaye kavramının kullanılması demek; ekonominin, ekonomik olmayana bağımlı olduğunu ve ondan etkilendiğini kabul etmek demektir. Sonuç itibariyle de bu kavram bir kez serbest kaldığında, sosyal terimi ekonomik olmayanın ve sermaye terimi de ekonominin yerine geçmeye meyleder. Ancak bu eşleşme pek de kusursuz sayılmaz. Çünkü sosyal sermaye kavramı, doğrudan ekonomik bir içeriğe sahip olmayan bağlamlarda da kullanılabiliyor. Mesela sosyal sermayeye sahip olmanın, bireylerin toplumdaki konumları dâhilinde daha başarılı işlere imza atmalarını sağladığı varsayılır; sadece zengin olmak değil, zengin ve sağlıklı bir insan olmak gibi.” Son Söz Emek ve sermaye bilginin sağladığı dönüşüm sürecinde yeniden düşünülmesi, ülkelere ve firmalara yönelik strateji ve politikaların tasarımı ve uygulanması aşamasında daha kapsamlı değerlendirilmesi gereken iki temel üretim faktörüdür. Sermaye algısı fiziki ve mali sermaye algısından öteye geçmiş ve emek ile girift bir yapıya dönüşmüştür. Nihayet son söz olarak ifade etmek gerekir ki, bilginin konumunun ve öneminin değişimi ‘emek’ ve ‘sermaye’yi yeniden şekillendirmektedir. Afyon Kocatepe Üniversitesi, İktisat Bölümü* KAYNAKÇA Fine, Ben (2011). Sosyal Sermaye Sosyal Bilime Karşı, Çeviren: Ayşegül Kars, İstanbul: Yordam Kitap Gürak, Hasan (2006), Ekonomik Büyüme ve Küresel Ekonomi, Bursa: Ekin Yayınevi Kibritçioğlu, Aykut (1998), “İktisadi Büyümenin Belirleyicileri ve Yeni Büyüme Modellerinde Beşeri Sermayenin Yeri”, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt.53, Sayı:1-4, s.207-230. OECD (2001), “The Well-being of Nations The Role of Human and Social Capital”,Çevrimiçi Erişim Adresi: http://www.oecd.org/dataoecd/36/40/33703702.pdf (Erişim Tarihi: 15.12.2009) Smith, Adam (1776). Milletlerin Zenginliği, Çeviri: Ayşe Yunus & Mehmet Bakırcı, İstanbul: Alan Yayıncılık Sohn-Rethel, Alfred (2011), Zihin Emeği Kol Emeği, Çeviren: Ayşe Deniz Temiz, İstanbul: Metis Yayınları NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 85 Kaosla Kozmos Arasında Türkiye, Bölge ve Dünya Soğuk savaş döneminde ve NATO şemsiyesi altında yaşanan Kıbrıs meselesine nispetle Suriye ve Irak meselelerinin, üstelik ABD bölgeden çekilirken ne ölçüde büyük bir kaos doğurmaya aday olduğu ortadadır. Eğer Türkiye tasfiye edilen eski rejimin ideoloji ve paradigmalarından sıyrılıp, çağın ve bölgenin ruhuna uygun yeni bir anayasa ve yeni Türkiye tercihinde bulunabilirse, bu büyük kaosun yeni bir kozmosun kuruluşu anlamına gelmesi de kuvvetle muhtemeldir. 86 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 D ünyada, bölgede ve Türkiye’de yaşanan büyük değişiklikler endişe ve umut duyguları arasında takip ediliyor. Eski düzenin ve eski dönemin sona erdiği üzerinde bir şüphe yok. Ancak yeni düzenin kurulma şekli, kuracak aktörler ve muhtevası konusunda rivayetler muhtelif. Bu muğlaklık onu umudun, aculluğun ve sabırsızlığın yanında korku, endişe ve nefreti beraberinde getiriyor. Şimdi çöken düzene ve inşa edilmekte olana daha yakından bakalım. Her şeyden evvel, dünya henüz nereye gideceği öngörülemeyen büyük dönüşümün eşiğini aşmış durumda. Bu değişim, bir ölçüde sanayi devrimine bir ölçüde de Büyük Britanya İmparatorluğu’nun güç kaybederken yerini alacak olan ABD’nin yerini al(a)madığı dünya savaşları dönemine benzetilebilir. Bu geçişin zaman alması ve bilhassa ABD’nin Britanya Murat YILMAZ* İmparatorluğu’nun yerini almadaki gönülsüzlüğü dünyaya iki dünya savaşına mal oldu. Bugün, soğuk savaş sonrasında ABD’nin mutlak hegemonyasının sarsıldığı ve ABD’nin önceliklerinin değiştiği bir dönem yaşanıyor. ABD, Avrupa ve bilhassa Ortadoğu’da müdahil bir güç olmaktan vazgeçen ve önceliği Çin ve Pasifik havzasına veren bir stratejiye geçiyor. Dünyadaki iktisadi kriz, ekonomik dengelerin değiştiği bir döneme denk geliyor. Doğu, sanayi devrimi sonrasında içine girdiği küçülmeyi aşıyor. Doğu, Batıya nispetle iktisaden daha hızlı büyüyor. ABD’nin geri çelişinin bıraktığı boşluk, yeni küresel güçlerin önünü açıyor. Lakin henüz bu boşluğu dolduracak bir güç ortada yok. Üstelik Kuzey Avrupa’dan Avrasya’nın kalbine, kalpgaha uzanan kenar kuşakta Arap baharı denilen eski rejimlerin halk ayaklanmasıyla çöktüğü bir Türkiye’deki reform ve demokratikleşme sürecinin konsolidasyonu için elzem demokratik bir muhalefet ortaya çıkmış değil. AK Parti’nin iktidardan ayrılması veya Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın sağlık durumu bu sürecin devamı bakımından endişe kaynağıdır. süreç yaşanıyor. Bu bölge İsrail- Filistin, Irak’ın parçalanması, Bağımsız Kürdistan ihtimali, İran’ın Şii jeopolitiği üzerinde bilhassa Irak ve giderek körfezde artan nüfuzu, bu vadide İran’ın nükleer programının yarattığı uluslararası kriz, Afganistan’ın geleceğinin belirsizliği, Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetlerindeki otoriter rejimlerin geleceği gibi bir dizi birbirini etkileyen ve tetikleyen ve aynı zamanda küresel aktörleri de işin içine dahil eden krizlerle karşı karşıya. Bu kriz anında, ABD’nin krizlere müdahalede gönülsüz davranması ve onun yerini dolduracak bir küresel mekanizmanın inşa edilememiş olması bölgesel aktörlerin arasındaki rekabeti sertleştirebilecek ve kaosa yol açabilecektir. Sorun, aynı zamanda Fransa, ABD; Çin gibi küresel güçlerde bu yıl yaşanacak muhtemel iktidar değişikleri sebebiyle ayrıca bir kırılganlıkla malul durumda. Türkiye, bu dönüşüm ve krizlerin yaşandığı coğrafyalarla ortak paydası olan, bu yüzden krizin fırsat ve tehlikelerine ziyadesiyle açık bir konumda bulunuyor. Türkiye’nin bu değişim dönemi öncesine denk gelen iktisadi ve siyasi reformları, bu krizler karşısında elini güçlendirmiş durumda. Türkiye, bütün dünyada iktisadi daralma yaşanırken rekor büyüme rakamlarına ulaşırken, bütçe dengeleriyle istikrar ve güven bölgesi haline geldi. 11 Eylül saldırıları sonrasında dünyada yükselen güvenlikçi ve otoriter iklime rağmen 10 yıldır devam eden siyasi reformlarla insan hakları, demokrasi, hukuk devleti ve ordunun sivil denetimi alanlarında ciddi ilerlemeler sağlandı. 12 Eylül 2010 anayasa referandumuyla bu reformları sağlam bir temele oturtan Türkiye, darbe ve insan hakları ihlalleriyle hesaplaşarak toplumsal barışı sağlama bahsinde de gelişme sağladı. Ancak Türkiye, reform sürecini tamamlayabilmiş değil. Türkiye, hâlâ Kürt meselesini çözebilmiş değil. Bu cümleden olarak güvenlik sektörünün sivil ve demokratik denetimi tamamlanabilmiş değil. Ayrıca Türkiye’deki reform ve demokratikleşme sürecinin konsolidasyonu ve garantisi için elzem demokratik bir muhalefet ortaya çıkmış değil. AK Parti’nin iktidardan ayrılması veya Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın sağlık durumu bu sürecin devamı bakımından endişe kaynağıdır. Keza, AK Parti’nin Erdoğan sonrasını düşünmesi ve muhalefetin demokrasi konusundaki isteksizliği reformların yavaşlamasına yol açmaktadır. Suriye krizi, bu bağlamda Türkiye’nin güney sınırlarını Suriye, Irak ve İran dahil olmak üzere öngörülemeyen ve istenmeyen kriz ve çatışmalarına açık hale getirmiştir. Suriye’deki rejimin mezhepçi karakteri, meseleyi Türkiye’deki farklı mezhepler arasına taşıyabilir, Suriye’deki Kürt muhalefetinin genel muhalefetten ayrı bir hatta ilerlemesi ve PKK içindeki Suriyeli Kürtlerin mevcudiyetini de bu minvalde değerlendirmek gerekiyor. Irak’ın her an parçalanabilecekmiş gibi durması, bir anda Bağımsız Kürdistan’ın yolunu açabilir. Bağımsız Kürdistan’ın varlığı, Türkiye’nin iç ve dış politikasında kırılmalara yol açabilecek bir tercihi zorunlu kılacaktır. Bunun yanı sıra Irak’ın parçalanması ve Suriye’nin parçalanma ihtimali İran’ı, Kasrı Şirin antlaşmasından Türkiye’nin iç çatışmaları demokratik hukuk devletinin kuralları dairesinde hallederek yeni ufuklara yönelmesi, sadece Türkiye vatandaşlarının değil, bölge ahalisinin ve dünyanın da lehine olacaktır. sonra Türkiye ile yaşanan sulh ve iyi komşuluk ilişkilerini zedeleyebilecek aşırılıklara ve yanlış hesaplara sürükleyebilir. Görüldüğü gibi bu meseleler, sadece dış politika konusu olmayan iç politikayı da derinden etkileyen derinliklere sahiptir. Meselenin ehemmiyetini vurgulamak için Büyük Britanya’nın Kıbrıs’tan çekilmesinden sonra başlayan Kıbrıs meselesinin hala çözülemediğini ve Türkiye’nin iç ve dış politikasını ne ölçüde etkilediğini hatırlatmak yerinde olacaktır. Soğuk savaş döneminde ve NATO şemsiyesi altında yaşanan Kıbrıs meselesine nispetle Suriye ve Irak meselelerinin, üstelik ABD bölgeden çekilirken ne ölçüde büyük bir kaos doğurmaya aday olduğu ortadadır. Eğer Türkiye tasfiye edilen eski rejimin ideoloji ve paradigmalarından sıyrılıp, çağın ve bölgenin ruhuna uygun yeni bir anayasa ve yeni Türkiye tercihinde bulunabilirse, bu büyük kaosun yeni bir kozmosun kuruluşu anlamına gelmesi de kuvvetle muhtemeldir. Bu bakımdan Türkiye’nin iç çatışmaları demokratik hukuk devletinin kuralları dairesinde hallederek yeni ufuklara yönelmesi, sadece Türkiye vatandaşlarının değil, bölge ahalisinin ve dünyanın da lehine olacaktır. İç Politika ve Demokratikleşme Koordinatörü, Dr.* NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 87 Eğitim Sistemi Tartışmaları ve Çeşitliliğe Saygı Modeli Cemil YÜCEL* Ülkemizde tek tip kademelendirme mantığının bir gereği yoktur. Hangi sınıfların hangi kademelerde olması gerektiğinden ziyade tartışılan konu kademelerin kesintisiz olup olmayacağıdır. İsteyenin kesintili modele isteyenin kesintisiz modele çocuklarını göndermesine izin verecek bir model oluşturulması ise hiçte zor değildir. 88 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 B u yazının konusu daha çok hangi sınıfların hangi kademe içine dahil edilmesi gerektiğine ilişkin olacakken, ancak böyle bir gerekliliğin akademik ve ampirik olarak kabul görmüş bir çözümünün olmadığı sonucu ile karşılaşılmıştır. En son söylenmesi gerekeni başta söylemek gerekirse; ülkemizde tek tip kademelendirme mantığının bir gereği yoktur. Akademik kaygılar açısından asıl tartışma konusu “Ortaokul Sisteminin” geri getirilmesinin sakıncalarıdır. Hangi sınıfların hangi kademelerde olması gerektiğinden ziyade tartışılan konu kademelerin kesintisiz olup olmayacağıdır. İsteyenin kesintili modele isteyenin kesintisiz modele çocuklarını göndermesine izin verecek bir model oluşturulması ise hiçte zor değildir. Herkes birilerinin çocuğunu kendi istediği okul modeline gönderme yetkisinin kendinde olduğu fikrinden vazgeçilmeli ve insanlara seçme özgürlüğü verilmelidir. Çeşitlilik iyidir ve evren bunun üzerine kurulmuştur. Çeşitlilik aslında çözümün kendisidir. Ne yazık ki, bizler tek tipçi zihinsel kodlara şartlanmış bir nesiliz. Karar ve politikaları oluşturma tercihlerimizde çeşitliliği bir seçenek olarak göremiyoruz. Veriye dayalı politika üretme geleneğimiz de yok. Bunun olabilmesi için veri üretme geleneğinin de bulunması gerekiyor tabi. Eğitim Bilimcilerin RAND’ın “Focus on the Wonder Years” raporuna benzer bir çalışmasının da olmadığını biliyoruz. Eğitim Sistemleri ve Kademeleştirme Dünyadaki eğitim sistemleri, okulları tarih içerisinde gelişen şartlar ve anlayışlar çerçevesinde farklı kademelere ayırmışlardır. Hangi sınıfların hangi okul kademesinde olacağı genellikle dönemin anlayışı ve demografik özelliklerine göre belirlenmiştir. Hangi sınıf düzeylerinin hangi kademedeki okul içinde yer alması gerektiği üzerinde bilimsel çalışmalara ve rasyonel kararlara pek rastlanmamaktadır. Öğrencilerin öğrenim kariyerleri boyunca sınıfları geçerek hangi aşamada diğer bir okul kademesine geçeceği ilginç bir şekilde akademik tartışmalarda gereği kadar yer bulamamıştır. Konu 90’lı yıllarda sorgulanmaya başlanmıştır. Öğretimin kesintili mi yoksa kesintisiz mi olacağı ise pedagojik bir tartışma değildir. Bu konu Türkiye’de gündeme gelmiş bir “tartışmadır”. Bilim çevrelerinde kesintili kesintisiz zorunlu eğitim tartışmasına en yakın olanı “Ortaokul” kavramı ve kademesinin öğrenci üzerine etkisi ve bu kademenin ilköğretime mi? liseye mi? dahil edilmesi, yoksa müstakil olarak mı kalması gerektiği tartışmalarıdır. Kesintili kesintisiz tartışmasının tek pedagojik argümanı programlarda bütünlüğü sağlama amacıyla belli sınıfların aynı okul çatısında sürekliliğinin sağlanması iddiasıdır. Ancak program bütünlüğü için tek binada çocukları toplamak şart değildir. Fakat binaların aynı yönetim altında ve aynı kampüste olması faydalı olabilir. Araştırmalarda sabit olan en önemli bulgu çocukların ortaokula geçmesi sırasında olumsuz etkilere maruz kalmalarıdır (Cantin & Boivin; 2004, Forgan & Vaughn, 2000; Kingery & Erdley, 2007). Özellikle 6-8. sınıfları kapsayan ortaokul kademesine geçen çocuklarda akademik ve sosyal gelişim açısından olumsuzluklar yaşandığı sayısı çok az olan araştırmalarda vurgulanmıştır. Sınırlı sayıdaki araştırmaların ortaya çıkardığı alan literatüründe, 1-8 sınıfları barındıran okul türlerindeki öğrencilere göre, 1-5 türü ilkokul türünden 6-8 türü ortaokullara geçişte arkadaşlık ilişkileri, sosyal gelişim ve akademik gelişimde bozukluklar vurgulanmakta ve ortaokul olarak adlandırılan okul türlerinin bu yaş grubunun özelliklerine hitap etmediği, disiplin problemlerinin hat safhaya ulaştığı, velilerin okulla bağlantılarının bu dönemde çok zayıf olduğu ve bu okulların birer bermuda üçgeni olarak görüldüğü özetlenmektedir (Cantin & Boivin; 2004, Forgan & Vaughn, 2000; Kingery & Erdley, 2007). Tüm öğrencilere faydalı olabilecek bir kademe ve bir kademeden diğerine geçişteki problemleri engellemenin bilimsel bir yolunun var olup olmadığı ise bilim çevrelerinde henüz aydınlanmamış bir muammadır. Bu konunun aydınlatılabilmesi de o kadar kolay bir uğraşı değildir. Kesintisiz öğretime geçebilmek için her bir kademenin etkileri tüm diğer faktörlerin eşitlendiği düzeneklerde test edilip sınanmasıyla ortaya konulmalıydı. Bu çalışmalar 1990 yıllardan itibaren gelişmiş ülkelerde yapılmaya başlandı, ancak henüz bir sonuç alınamadı. Konuyla bağlantılı olabilecek en önemli inceleme RAND kurumu tarafından yayımlandı. RAND gibi bir kurumun inceleme raporu hazırlatması, konunun ne kadar ciddi ve stratejik bir inceleme gerektirdiğinin delilidir. RAND raporu dahi uzlaşılabilecek bir sonuç önerememektedir. Bizde 1997 yılında akademik gerekçeleri tartışılmadan değiştirilen kademeler, RAND tarafından ancak 2004’te raporlaştırılabilmiştir. Bilimsel altyapısı tam olarak hazırlanıp aydınlatılmadan bu sisteme geçilmiş olmasının ardında tabi ki pedagojik kaygılar yatmadığı açıktır. Bu konu stratejik bir konudur. Her zamanki gibi eğitim politikalarımız ve yönetim anlayışımız, önceden kararlaştırılmış sonuçlara bir meşrulaştırma kılıfı hazırlamaktan ibaret olmamalıdır. Ortaokulları geri getirmenin olumsuz sonuçları olacaksa, bunu şimdiden önlemenin yolu, her okula değil sınırlı ve Araştırmalarda sabit olan en önemli bulgu çocukların ortaokula geçmesi sırasında olumsuz etkilere maruz kalmalarıdır. Özellikle ortaokul kademesinde akademik ve sosyal gelişim açısından olumsuzluklar yaşandığı, sayısı çok az olan araştırmalarda vurgulanmıştır. özellikli okullara ortaokul kısmını açma serbestisi vermekle olabilir. Ortaokul kurmak isteyenlere de engel olunmamalıdır. Konuyu eğip bükmeden söylemek icap ederse 28 Şubat sürecinde İmam-Hatiplerin orta bölümlerinin kapatılmasının doğurduğu duygulanım bir anlamda -bazıları farkına varmasa da- camileri kapatmaya kalkışmaya benzer. Bu okullar halkın kendi değerlerinin yansımaydı. Halk tarafından beslenip sentezlenmişti. Bu okulların bir başka önemli farkı bir ruha, bir felsefe ve anlayışa göre işletilmesiydi. Bu bir tercih meselesiydi ve bazıları bu insanların kendi tercihleri dışında bir tercihi hayata geçirmesinden korktu. Koca bir sistemi kurup işletirken, herkes bilinçaltında “çocuk kime ait?” sorusunu çoktan cevaplamış görünüyor. Bu soruya teknik olarak çocuk devlete, aileye veya kendisine aittir şeklinde cevap verilebilir. Karma cevaplar mesela hem devlete, hem kendine, hem de aileye aittir gibi cevapların pek uygulama imkânı yoktur. Cevap çoktan verilmiş gibi görünüyor, ister 3x4’e, ister kesintisiz 8 yıllık “sisteme” taraftar olun, temel felsefe çocuğun devlete ait olduğu, ailenin seçme hakkının bulunmadığı yönündedir. Hâlbuki isteyen kesintisiz 8 yıllık, isNİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 89 Mesleki teknik okullar adı altında kamplar yaratmak yerine lise içerisinde ekstra dallar yaratıp bunların geçirgenliğini ve çeşitliliğini sağlamayı düşünmek, seçme özgürlüğü ve vazgeçme tercihini kurumsallaştırmak neden bu kadar zor olsun. teyen kesintili okulları, isteyen daha farklı deneysel kademeleşmeleri neden seçemesin? Neden bu al- 90 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 ternatifleri insanlara sunmaktan korkuyoruz? Belki de insanımızın seçmeyi ve tercih etmeyi, alışkanlık haline getirmesinden, iradesini ortaya koymasından ürküyoruzdur. Tevhid-i tedrisat bahanesine sığınmak ise bana gerçekçi gelmiyor. Hele hele 60’a yakın lise programı ve 15’e yakın lise çeşidinin olduğu bir ortamda ilk ve ortaöğretimdeki çeşitlenmeye engel olarak bu yasa gösterilemez. Tüm ülkede aynı sınıfların aynı kademede olmasını gerektirecek bir zorunluluk mu var? Neden birden fazla model aynı anda uygulanmasın? İnsanların seçme özgürlüğünü neden bu kadar tehlikeli buluyoruz? Ailelerin kendileri için en uygun olanı seçemeyeceği, bu yeterliğe sahip olmadıkları fikri her zaman bilinçaltımıza egemen. Zannediyoruz ki devlet aileden daha akıllı ve daha iyi bilen olduğu için ne tür okula, hangi yaşta gidileceğine de o karar vermeli. Sonuç belli, Milli Eğitim “Sistemi” iflas etti. Cesedi, ot, böcek gibi dershaneleri besleyip duruyor. Konuşup hareket ettiğine bakarak onu canlı zannedenler, bu zombi için nafile bir terbiye çabası içinde. Beyni kalmamış bu mekanizmaya, akılsız öğretim yöntemlerinin kutsandığı ritüellerle dolu mekânlarda akıllı tabletlerle şok vermeye çalışıyoruz. Kurumsal artifactların temelindeki felsefenin çürümüşlüğüne dokunmadan devasa makinenin işe yaramayan fonksiyonsuz düğmelerini ve çarklarını değiştirip duruyoruz. Okulları örgüt zannedip, işletme teorileriyle yönetmeye ve çözüm getirmeye çalışıyoruz. Okul denen “kurumun” felsefeyle, sosyolojiyle ve antropolojiyle de incelenmesi gerekiyor artık. Mesleki Eğitim Bir de öğrencilerin %50-%60’nın mesleki ve teknik eğitime “yönlendirilmesi” bu tartışmalar arasında konu edilmeye başlandı. Mesleki ve teknik eğitime gönderilecek çocukların hangi kesimden olacağını tahmin etmek güç değil. Öncelikle ekonomik sermaye açısından uygun şartlara sahip olanların, sonra ekonomik sermaye açısından sıkıntısı olsa da kültürel ve sosyal sermaye açısından yeterli koşulları sağlayanların çocuklarının mesleki ve teknik okulları tercih etmeyecekleri belli. O halde toplumun %60’nı “ara-insan” yapmaya çalışıyoruz. Bu “ara-insanlar” kapıcıların çiftçilerin, işçilerin, memurların çocukları oluversin. Zaten onların pek sesi de çıkmaz. Herkesin üniversiteye de gitmesi gerekmiyor. Ama o herkes nedense hep belli kesimden gelir. Küçük yaştan itibaren insanların mesleklerini belirleyelim ki onların hayattan beklentileri yaşam tarzları, sosyal statülerine ilişkin düşleri de belli sınırlar içinde kalsın. “Bize” gölge etmesinler. Mesleki teknik okullar adı altında kamplar yaratmak yerine lise içerisinde ekstra dallar yaratıp bunların geçirgenliğini ve çeşitliliğini sağlamayı düşünmek, seçme özgürlüğü ve vazgeçme tercihini kurumsallaştırmak neden bu kadar zor olsun. Resim, müzik, spor, imam hatip, ve sahne sanatları gibi alanlara ayrı bir mesleki okul kurmak veya bunları genel lise içine program olarak dahil etmek isteyen illeri serbest bırakamaz mıyız? Toplum mühendisliğinden vazgeçmek kolay değil. Sosyolojinin kurallarının kendisinin işlemesinden korkmamak gerekir. Ortaokul modeli bir “Bermuda üçgenidir” içine giren çocuğun çizilmeden ve hırpalanmadan çıkması zordur. Ortaokul denenmiş bir sistemdir. Ortaokul özelliği olan, belli bir felsefeye sahip homojen gruplar tarafından bir lisenin veya ilkokulun parçası ise öğrenciye zarar verme- yebilir. Azınlıkların, özel kolejlerin, imam hatiplerin, yabancı okulların ve bazı vakıf okullarının kontrolü altında işletildiklerinde etkili olabilirler. Milli Eğitim’in okul sisteminde ortaokullar yaygın olarak tekrar geri getirilmemelidir. Ortaokulların kurulma ve işletilmeleri sıkı takip edilmelidir. Ancak isteyen aileler varsa ve bu okulları kendileri işletmek istiyorlarsa ülkemizde hiç tartışılmayan “sözleşmeli okul modeli” (charters) düşünülmelidir. Eğitim çeki (vouchers) uygulamasının denenmesi de oldukça geç kalınmış bir seçenektir. Okula Başlama Yaşı Başka bir tartışma okula başlama yaşı ile ilgilidir. Yaş her zaman hazır bulunmuşluk için doğru bir kriter değildir. Pek çok ülkede 6 yaş uygulaması var olabilir ancak bizim 6 yaşındaki çocuklarımız onların 6 yaşındaki çocuklarından bir yaş küçük olma olasılığı yüksektir. Çocuklarımız 6 yaşında okula başlamaya hazır olsa bile, bilinmelidir ki bizim öğretmenlerimiz ve okullarımız 6 yaşındaki çocuğa bir şeyler öğretmeye hazır değildir. Asıl önemli olan okulları ve öğretmenlerimizi hazır hale getirmektir. Okula yazılmaya gelen öğrenciyi hazırbulunuşluk testinden geçirmekte zor değildir, ama buna da bırakın aileler karar versin. İnsanlar isterlerse çocuklarını 8 yaşına kadar okula göndermeyi erteleyebilirler. Kademeler ve yaş temelli sınıf gruplamaları, birleştirilmiş sınıf modelinin endüstriyel devrim ve şehirleşmenin etkileri sonucu fabrika modeline benzetilmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu sistemin mantığı aynı yaş gruplarının aynı gelişimsel ihtiyaçlara sahip olduğunu farz eder ve fabrika paradigmasının verimlilik ve yaygın üretim bandı ilkesini okullara taşımayı hedefler. Çocukları ergenliğe kadar farklı binada, erken ergenlikte farklı binada, ergenlikte bir başka binada izole Henüz çocukluk yıllarını tamamlamış olan ortaokul öğrencisinin liselilerle sosyalleşmesi ya da liselilere uygun olabilecek okul kültürü anlayışıyla işletilen mekanlarda bulunmasının olumsuzlukları pek düşünülmemektedir. edip bunlara ilkokul, ortaokul, lise adını vermek suretiyle sistem kurulmuş olur. Ortaokul öğrencisini lise öğrencisiyle aynı binaya koymaktan çekinilmezken, aynı öğrenciyi mümkünse ilkokul öğrencisinden ayırmak gerektiğini düşünürüz. Henüz çocukluk yıllarını tamamlamış olan ortaokul öğrencisinin liselilerle sosyalleşmesi ya da liselilere uygun olabilecek okul kültürü anlayışıyla işletilen mekânlarda bulunmasının olumsuzlukları pek düşünülmemektedir. İlkokul öğrencileriyle aynı mekâna soktuğumuz ortaokul öğrencileri belki de daha kolay bir erken-ergenlik geçiriyorlar. Ortaokul, öğrenciden çok konu ve müfredatı merkeze alır. Çocukların sekiz ve oniki yaşları arası en dingin ve uyumlu oldukları, kendilerini öğrenmeye odaklayabildikleri yıllardır. Bu dönemde çocuklar başarılı olmaktan ve başarılarının ön plana çıkarılmasından hoşlanırlar. Bu yıllarda çocukların kendine güvenini zedelememek için başarısızlıklar vurgulanmaz, başarılı oldukları yönleri özellikle vurgulanır. Bu evreye örtük evre adı verilir. İlkokul çağı çocuklarının cinsel ve agresif özellikleri baskın değildir. Bu evrede toplumun değerleri ve davranış kalıpları itiraz edilmeden öğrenilir. Kişiliğin ve ileriki okul kariyerinde kullanılacak zihinsel becerilerin temelleri atılmış olur. Kurallara göre NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 91 Henüz tartışmaya açılmamış ancak gelecekte örneklerine rastlanacak olan ilköğretimin ilk üç veya dört yılının ileriki yıllarda ayrı bir kademe olarak düşünüleceği de okuyucu tarafından not edilmelidir. davranma ve kuralları kullanarak öğrenme zihinsel süreçlerin temel oluşum şeklidir. Arkadaş ilişkilerinin oluşturulması sırasında insan ilişkilerine ilişkin becerilerde bu dönemde öğrenilir. Çocuğun bu dönemde edindiği en önemli özellik yeterlilik duygusudur. Bu dingin ve alışılmış mekan yerine, çocukların 6. sınıfta, farklı bir yönetim altındaki ve bu mekanda zaman geçirmemiş öğretmenlerden oluşan başka bir binaya gönderilmesi onları yeni bir sosyalleşmeyle baş başa bırakır. İlköğretim ortamındaki kültürün ve bunun normlarının ortaokulda tekrar oluşturulması çok zordur. Bu nedenle okul değiştirme daha geç 92 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 sınıflara ertelenmelidir. Oniki-onsekiz yaşlar arası kişilik karmaşası ve arayışının başladığı dönemdir. Ani fizyolojik değişmelerin çok hızlı gerçekleştiği bir dönemdir. Kız çocukları erkek çocuklara göre daha erken ergenliğe girer. Bu bilinen farklılığın pek farkında olunmayan yönü ise her on yılda bir kızların ergenliğe giriş dönemi üç ay daha erkene gelmesidir. İleriki yıllarda gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde kız ve erkeklerin gelişim farklılıkları o kadar artabilir ki kız ve erkeklerin okula başlama ya da ortaokul sınıflarında bazı derslerde farklı sınıflarda ve farklı programlara tabi tutulma olasılıkları ortaya çıkabilir. Kız çocuklarının daha üst yaş gruplarıyla aynı sınıflara gitmeleri de gerekli olabilir. Erkek öğrencilerle kız öğrencilerin özellikle 7-8. sınıflarda zihinsel gelişim farklılaşması incelemeye değer bir konudur. Ortaokul döneminde kimlik arayışı artan ergenin yetişkin dünyasının sembollerinin bombardımanı altında lisevari bir kültürle karşılaşmış olması öğrenciye faydalı olmayacaktır. Belki de çocuklara kendilerini yetişkin olmadan yetişkin hissettirmenin yollarından biri onları daha küçük çocuklarla aynı okul binalarında tutmak ve rol modeli olmalarına fırsat tanımakla mümkündür. Okul mimarisinin ergen ve çocukları aynı anda bir arada tutmasının bazı koşulları bu yazının konusu dışında olmakla birlikte, bu konuya hemen hiç dikkat edilmediğini de vurgulamak gerekir. Sınıfsal Kademeler: Ülke Örnekleri Dünyada sınıfların kademelere dağılımında çok farklı yaklaşımların varlığı, bu konunun henüz bilimsel olarak araştırılmadığının da bir delilidir. Tablo I’de Avrupa’daki kademeler Tablo II’de Amerika’daki kademeler incelendiğinde bu durum net olarak ortaya çıkacaktır. Tablo I’de de görüleceği gibi Avrupa ülkelerinde kademeler ve kademelerin barındırdığı sınıflar çeşitlilik göstermektedir. İsviçre’de 5. sınıfların bazıları ilkokul çatısı içinde iken bazı 5. sınıflar ortaokul çatısı altında olabilmektedir. İspanya’da ilkokul 6. sınıfı da kapsarken İngiltere’de ilkokul 4. sınıfta sona erebilmektedir. İsveç’te ve Finlandiya’da ilk kademe ilk 9 yılı kapsayabilmektedir. İngiltere’de bazı ortaokullar 3. ve 4. sınıfları da bünyesine alabilmektedir. Gene İngiltere’de bazı liseler 5. sınıftan başlayabilmektedir. Hollanda’da zorunlu eğitim anasınıfından lise sona kadarken, Fransa’da zorunlu eğitim bazı liselerin 2. sınıfında sona erebilmektedir. Tabloda görüleceği üzere zorunlu yaş düzeyleri de ülkeden ülkeye farklılık gösterebilmektedir. Bazı ülkelerde ortaokul türü kaldırılmışken bazılarında korunmuştur. Hollanda, Belçika ve İrlanda da mesleki eğitim daha erken başlarken, Norveç’te ileriki yaşlara ertelenebilmektedir. Pek çok ülkede okul yaşının 6 ya inmiş olması da dikkat çekici ve fakat bizim ülkemiz müfredatı açısından pek de uygun olmayan bir gelişmedir. Henüz tartışmaya açılmamış ancak gelecekte örneklerine rastlanacak olan ilköğretimin ilk üç veya dört yılının ileriki yıllarda ayrı bir kademe olarak düşünüleceği de okuyucu tarafından not edilmelidir. Sınıfları okul kademelerine dağıtma tercihinin öğretmenlerin yetiştirilmeleri ve sertifikasyonuna etki edeceği unutulmamalıdır. İlk kademeyi ilk üç sınıfla sınırlandırdığımızda, diplomalarında sadece bu ilk üç sınıfta derse girmek için yetki sağlayacağını görmek gerekmektedir. Amerika’da ortaokul veya ilkokul için farklı farklı sınıflara özgü öğretmen sertifikaları veya diplomaları alınmaktadır. Tablo I den de anlaşılacağı gibi, İspanya, İsviçre, Norveç, Hollanda, İtalya, İrlanda, Fransa, İngiltere, Bulgaristan, Avusturya ve Belçika’da zorunlu eğitim belli kademelerde diğerine aktarılmıştır. Kesintisiz olması için tüm zorunlu kademelerin tek okul çatısı altına alınmadığı görülmektedir. Zorunlu eğitimin başka kademelere aktarılma yaşları da değişkenlik göstermektedir. Bu durum sadece bu tablodaki örnekler için değil hemen tüm ülkeler için geçerlidir. Bizde ileri sürülen program bütünlüğü gerekçesi ile oluşturulan aynı kademede kesintisiz zorunlu öğretim anlayışı başka ülkelerde görülmemektedir. Tablo II’de görüldüğü gibi Amerika’daki okulların büyük bölümü ilk orta ve lise olmak üzere üç ana kademeye ayrılmıştır. Amerika’da 6. sınıfların %42’si ilkokul türü okullara dahil edilmiştir. Sekizinci sınıfların %63’ü ortaokul veya önlise kademesine dahil edilmiştir. Sekizinci sınıfların %20 ilköğretimdedir. Dünyada sınıfların kademelere dağılımında en fazla çeşitlilik gösteren ülkesi olan Amerika’da 1-8 sınıfları kapsayan okulların sayısı sadece 1363’tür. Ancak 2000’li yıllardan itibaren ortaokulların kapatılarak ilköğretime dahil edilme eğilimi büyük bir hız kazanmıştır. “Ulusal Ortaokullar Birliği” akademisyenleri ise problemlerin ortaokullardan değil, ortaokul felsefesini ve pedagojisini uygulayamayan okullardan kaynaklandı- 12 yaşındaki bir öğrencinin ilkokuldan ortaokula geçtiğinde ilk karşılaşacağı fiziki çevredeki farkların etkileri vurgulanmaktadır. Uzun süredir alışık olduğu bir okuldan yeni kuralların olduğu farklı bir kültüre ait okula geçmek, bu yaştaki bir çocuk için bocalama yarattığı gözlenmiştir. ğını savunmaktadır. Şu anki durumda, sınıfların kademeleştirilmesi o kadar çeşitli ve karmaşıktır ki bu da bir ortak anlayışın olmadığına işaret eder. 6-8. sınıfları barındıran ortaokulların çokluğu 1980’lerden sonra demografik değişmelerin zorunlu kıldığı bir durum olmakla birlikte, 2000’li yıllarda 1-8’i içeren ilköğretim okul türünü (ilk-orta olarak adlandırılmaktadır) önerenlerin sayısı da artmaya başlamıştır. 2010 yılından itibaren ortaokulların kapanarak, 7-9. sınıfları kapsayan önliselere dönüştürüldüğü de gözlenmektedir. 6. sınıflar ise ilköğretime kaydırılmaktadır. Kaliforniya’daki 6-8. sınıf popülasyonu- NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 93 Hough’un yaptığı araştırmada belirli bir kademe konfigürasyonunun en etkili seçenek olduğunu söylemek güç olsa da ilköğretim (anasınıfı-8) modelinde gözlenen öğrenci merkezli anlayışların öğrencilere daha faydalı olacağı sonucuna varılmıştır. nun %65’i ortaokullarda öğrenimini sürdürmektedir. RAND kurumu 1-8 ve 7-12 sistemlerinin daha faydalı olabileceğini rapor etmektedir. Avrupa ve Amerika dışındaki uygulamalarda da çeşitlilik göze çarpmaktadır. Tunus’ta ortaokul, 7 den 9. sınıfa kadar olan 12 ve 15 yaş çocuklarını kapsar. Çin’de ortaokul iki kademeden oluşur. 7-9. sınıflar alt ortaöğretimdir ve ilköğretimin üzerine kesintili olarak ilave edilmiş zorunlu öğretime dahildir ve 94 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 10-12 sınıflar orta öğretimin ikinci kademesini oluşturur. Bazı okullar 7’den 12’ye tüm sınıfları barındırırken, bazı okullar sadece 7-9. bazıları sadece 10-12. sınıfları kapsar. İran’da ortaokullar 6-8. sınıfları kapsar. Lübnan ve Güney Kore’de ortaokullar 7-9. sınıfları içine alır. İsrail’de ortaokullar genelde 7-9. sınıflardan oluşur. Bazı şehirlerde ilköğretim bizdeki gibi 1-8. sınıfları kapsar. Avustralya’da 2007 yılına kadar ortaokula rastlanmazken, kuzey bölgelerde 7-9. sınıfları içeren ortaokullar kurulmuştur. Rusya’da zorunlu eğitim en geç sekiz ya da dokuz yaşlarında başlar ve ilk kademe 3 ya da 4 yıl sürer. Ortaokul 5. sınıftan 9. sınıfa kadardır. Sosyal Çevrenin Değişimi ve Öğrencinin Psikolojisi Sekiz yıllık ilköğretim kademesi türü okulların sayısı (anasınıfından 8.sınıfa) Amerika gibi ülkelerde hızla artmaktadır. Bunun sebebi ortaokul modelinden duyulan rahatsızlıktır. Ancak, akademik tartışmalarda ilköğretimin ilk sekiz yılının zorunlu olarak aynı çatı altında verilme ihtiyacını doğuran gerekçelerde öne sürülen argümanlar bizde hiç tartışılmamaktadır. 12 yaşındaki bir öğrencinin ilkokuldan ortaokula geçtiğinde ilk karışılacağı fiziki çevredeki farkların etkileri vurgulanmaktadır. Uzun süredir alışık olduğu bir okuldan yeni kuralların olduğu farklı bir kültüre ait yeni bir okula geçmek, bu yaştaki bir çocuk için bocalama yarattığı gözlenmiştir. Çocuğun tek öğretmenle süren okul kariyeri aniden daha formel ilişkilere dayalı çoklu öğretmen sistemine geçmekte, öğrenci birbirinden haberi olmayan öğretmelerin taleplerini yerine getirmeye çalışmaktadır (Perkins & Gelfer, 1995). İlkokuldan ayrılan ve kapsamı ve niteliği oldukça farklılaşmış yeni bir sosyolojik yapıya sahip ortaokula geçen öğrenciler uyum sorunu yaşamaktadırlar (Van Lede, Little, ve Card, 2006). Ortaokul modelinde disiplin anlayışında ve öğrenciye bakışta çok ani bir farklılaşma gerçekleşmekte, disiplin daha sert bir hal almakta, öğrenciye daha ileri yaşlardaki gençlere davranıldığı gibi davranılmaktadır. Daha bir sene önce daha samimi ve anlayışlı olan okul ortamı aniden liseye özenen, ama lise sosyolojisinin kurallarının asla işletilemeyeceği bir kültürle öğrenciyi karşı karşıya getirmektedir. Her an müsait olan sınıf öğretmenin yerini birden bire her karşılaşmada adını tekrar tekrar soran öğretmenlere bırakmaktadır. Tüm bu uyumsuzluk döneminde aniden hızlı zihinsel ve fizyolojik değişimlerin getirdiği duygusal gerilimlerle başa çıkma ortaokula gelen öğrenci için önemli bir sorun oluşturmaktadır (Carter, Clark, Cushing & Kennedy, 2005). Çoğu zaman bu mekanikleşmiş lisevari yapıda sorunlarına çözüm bulamayan, yabancılaşmış bir öğrenci ile karşı karşıya kalınmaktadır. Aynı lise görünümlü yapı, veliyi okuldan biraz daha uzaklaştırmakta ve öğrenci tamamen yalnız kalmaktadır. Dokuz-oniki yaşları arasında arkadaşlığın gerçek temellerinin atıldığı (Stanton, 1953) bilinmektedir. Ortaokul, öğrenciyi aniden bu arkadaşlarından ayırabilmektedir. Hayatın ilk yakın dostluk bağları ortaokula geçilmesi nedeniyle son bulabilmektedir (Kingery & Erdley, 2007). Ergenliğe yeni giren öğrenci 5-6 yıldır alıştığı arkadaş grubundan ayrılarak yeni bir grupta kendini kabullendirmek ve kendini tanıtmak zorunda kalacaktır. Ortaokul çağında yakın arkadaş sayısı 9-12 yaşına göre daha azalmakta ancak samimi olunmayan ama arkadaşlık ilişkisinin sürdürüldüğü kişi sayısı artmaktadır (Forgan and Vaughn, 2000). Önceden edinilmiş yakın arkadaşlar aynı okulda değilse ve öğrenci daha az sayıda samimi arkadaşa sahipse çocuğun okula karşı olan ilgisi azalmaktadır (Forgan and Vaughn, 2000). Yedinci sınıfta arkadaş sayısı artmakla birlikte bu arkadaşlık daha çok sayısal anlam içermektedir. Cantin ve Boivin (2004)’nin bulgularına göre 6 ve 7. sınıflarda arkadaşlıkta samimiyet artmakta ve samimi arkadaş sayısı azalmaktadır. Arkadaşlığın önceliği ise ilk defa çok ön plana çıkmaktadır. Bu anlamda, ortaokul yapılarında arkadaş ilişkileri okula karşı tutumları daha fazla etkilemektedir. 6-8. sınıflardaki öğrencilerin İlköğretim okulu modelindeki ve ortaokul modelindeki arkadaşlık ilişkilerinin içerik açısından farklılık gösterdiği gözlenmiştir. Shachar, Suss ve Sharan (2002) yaptıkları araştırmada 6.sınıfta yeni okula geçen öğrencilerle aynı okulda bina değiştirmeden 6. sınıfa devam eden öğrencileri karşılaştırmışlar ve yeni bir okul binasına gidenlerin daha fazla kaygı bozukluğu yaşadıklarını ve daha fazla akademik zorlukla karşılaştıklarını rapor etmişlerdir. Akos ve Galassi (2004) okul değiştiğinde öğretmen, veli ve öğrencilerin akademik zorlukları, özellikle ödev anlayışındaki değişmeleri ve aniden yükselen beklentileri önemli sorunlar olarak gördüklerini rapor etmişlerdir. Ortaokula geçişte eğer ilkokul öğrenciyi hazırlayıcı tedbir alabilmişse, yukarıda sayılan güçlüklerin yaşanmayacağı da araştırmalarda yer almaktadır (Lohaus, Ev Elben, Ball and Klein-Hessling, 2004). Burada önemli olan nokta okul değiştirmeden çok, çocuğun bu yeni okul ortamına hazırlanıp hazırlanmadığıdır. Ortaokul modelinde öğretmenlerin ve yönetimin bu yaş grubuna uygun bir ortam ve anlayışla hareket edip edemeyeceği önemli bir faktördür. Bizim okullarımızda böyle bir eğitim ve yetişmiş insangücü bulunmamaktadır. Bu ancak özel olarak bir araya gelmiş bilinçli bir grup yönetim ve öğretmenler tarafından gerçekleştirilebilir. Okul Değişikliği ve Öğrencinin Başarısı Okul değiştirerek başka kademeye ilerleyenler ve okul değiştirmeden kademe ilerleyenler karşılaştırıldığında, 1-8. sınıfları içinde barındıran Ülkemizde değişik sınıfları barındıran okul kademelerinin denenmesine izin verilmelidir. 4-8 sınıfları içeren ayrı bir kademe oluşturulabilir ve ayrıca okulların farklı programlar denemesine izin verilebilir. okullardaki öğrencilerin, ortaokula yeni bir binada başlayan öğrencilere göre akademik açıdan daha başarılı bulunmuştur (Moore, 1984; Bickel, Howley, Williams, & Glascock 2001; ve Wihry, Coladarci & Meadow, 1992). İstatistiki veriler, başka okul binasında yeni kademeye başlamanın akademik performansa negatif yansımaları olduğunu göstermektedir (Alspaugh, 1998). Hough (1995)’un yaptığı araştırmada belirli bir kademe konfigürasyonunun en etkili seçenek olduğunu söylemek güç olsa da ilköğretim (anasınıfı-8) modelinde gözlenen öğrenci merkezli anlayışların öğrencilere daha faydalı olacağı sonucuna varmışlardır. Buradan da anlaşılacağı üzere ortaokullardaki problem daha çok ilköğretimdeki öğrencilere yaklaşımın ortaokulda devam etmemesidir. Özellikle Amerika’da, tek sınıf düzeyinden oluşan okullarda denendiğine rastlamaktayız. Sadece 9. sınıf öğrencileri için açılan okullar bulunmaktadır. Her sınıf düzeyi için ayrı bir okul tesis etme yaklaşımının avantaj ve dezavantajları akademik makalelerde yerini almaya başlamıştır. Bu tür merkezlerin öğrencilerin uzmanlaşmasına daha faydalı olduğu, öğrencilere öğretmenlerin konuları daha sistemli ve zengin olarak işleyebildiği, daha fazla ve çeşitte dersin programa dahil ediNİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 95 Ülkemizde tek-tip kademeleştirmeden vazgeçilmelidir. Alternatiflere fırsat tanınmalıdır. Sınıfların kademelere dağıtılmasında mevcut sistemi devam ettirmenin yanında Tablo III’tekine benzer uygulamalar aynı anda pilot okullarda denenebilir. lebildiği (Reents, 2002) gibi olumlu yönlerinin yanında, ailelerin okula ulaşım masraflarının ve zamanının artması, ailenin okulla ilişkilerinin zayıflaması, süreç boyunca her sene okul değişikliğinin yaşanacağı, farklı yaş gruplarının birlikte sosyalleşmesinin engellenmiş olması (Hopkins, 1997) gibi olumsuz yönleri sayılmaktadır. Bazı eğitimciler tüm 12 sınıfın aynı okul çatısı altında toplanmasının en faydalı seçenek olacağından bahsetmektedir (Franklin & Glascock, 1996; Bickel, Howley, Williams, & Glascock, 2000). Özellikle kırsal kesimlerdeki alt sosyoekonomik 96 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 grupların bulunduğu bölgelerdeki çocukların bu tür okullarda akademik olarak ilk orta lise şeklinde bölünmüş okullardaki çocuklara göre daha başarılı oldukları belirlenmiştir. İlk 12 sınıfın aynı okulda barındırıldığı okullarda akademik başarının daha yüksek olduğuna (Paglin & Fager, 1997) ilişkin bulguların daha titiz çalışmalarla tekrarlanması gerekmektedir. Bu okulların yerleşke şeklinde kümelenmiş okul binalarıyla yapılması daha uygundur. Ortaokula devam etmek için ilkokuldan ayrılıp ortaokula geçen kız çocuklarıyla ve tüm 12 sınıfın hepsinin aynı binada olduğu okullardaki kız çocukları karşılaştırıldığında, ortaokula geçen kız çocuklarının daha fazla güven eksikliği yaşadıkları, ders dışı etkinliklere daha isteksiz oldukları, liderlik davranışlarında geri kaldıkları gözlenmiştir (Simmons & Blyth, 1987). Ortaokullardaki erkek çocukların ilköğretim türündeki aynı yaş grubundakilere göre notları daha düşük olmaktadır. Ayrıca ergenlik problemlerinin ilköğretim türü okullarda ortaokul türü okullara göre daha hafif atlatıldığı rapor edilmiştir (Simmons & Blyth, 1987). Benzer şekilde Franklin ve Glascock (1996) yaptıkları çalışmada ortaokullarda okuyan 6. sınıf erkek çocuklarının ilköğretim türü okullardaki 6. sınıf erkek çocuklarına göre daha fazla disiplin cezası aldıklarını tespit etmişlerdir. Kırsal kesimlerde okulların değişik formlarda olmasına izin verilmeli- dir. Asıl problem okul değişikliğinin yarattığı olumsuz etkiler gibi görünmektedir. Ortaokulların çalışma tarzı lisevari değil daha çok ilköğretim gibi olmalıdır. Ortaokul türü okullara geçişte 4. sınıftan itibaren branş öğretmenliği sistemi öğrencilere yavaş yavaş tanıtılmalıdır. Hiçbir sınıf okul formunun diğerine olan üstünlüğü tam olarak kanıtlanamamıştır. Mimari uygun olduğu sürece ilk ve ortaokulun aynı yerleşke veya binada olması yönünde gelişmeler artmaktadır. Lise kültürü gibi çalışan ortaokulların öğrenci üzerinde negatif etkileri olabilir. Ortaokul kademesinde veli katılımı daha çok önemsenmelidir. Ortaokul öğretmenlerinin yetiştirilmesi ayrı bir formasyon gerektirir. Ortaokul yönetimi ilköğretim yönetimine benzemelidir. Ortaokul kademesi öğrenci merkezli olmadığı konu, ders ve uzmanlık merkezli olduğu sürece negatif sonuçlar yaratabilir. Ülkemizde değişik sınıfları barındıran okul kademelerinin denenmesine izin verilmelidir. 4-8 sınıfları içeren ayrı bir kademe oluşturulabilir. Okulların farklı programlar denemesine izin verilebilir. Gerekli okul mimarisi çalışılarak 7-12 türü sözleşmeli okullar denenebilir. Asıl sorunun fazla sayıda farklı okul ortamlarına geçiş olduğu anlaşıldığına göre kademelerin aynı yerleşke içinde olması daha mantıklı görünmektedir. Okullarda şube sayısından ziyade sınıf düzeylerinin fazla olması tercih edilebilir. Sonuç Ülkemizde tek-tip kademeleştirmeden vazgeçilmelidir. Alternatiflere fırsat tanınmalıdır. Sınıfların kademelere dağıtılmasında mevcut sistemi devam ettirmenin yanında Tablo III’tekine benzer uygulamalar aynı anda pilot okullarda denenebilir. Bu belli bir program ve proje ile veri toplama ve geliştirme amaçlı da olabilir. öğrenci velilerine hitap edecek lise türlerini için düşünülmüştür. “A” modeli ile aynı anda uygulanabilecek bir modeldir. Bu modelde ön ilköğretim ve orta ilköğretim aynı yönetim ve aynı bahçe içerisindedir. 7. veya 8. sınıfta başlayan orta öğretim mesleki bir lise olabilir. İmam hatipler bu kategoride modellenebilir. Bazı meslek liselerinin 7 bazılarının 8. sınıfa başlamasına izin verilebilir. Kademe atlamanın yaratacağı olumsuz etkilerden kurtulmanın bir yolu olarak Tablodaki “A” modeli uygun olacaktır. Şube sayısının az, sınıf sayısının çok olduğu bu sistemde hem kısa süren ortaokul kademesinin etkilerinden kurtulmuş olacak hem de akademik hazırlık açısından daha uygun bir kademe yaratılmış olacaktır. “A” modeli 4-8 ayrı binada kurgulanabilir. İlköğretim kültürüne benzer bir ön-ortaöğretim ya da daha uygun adlandırmayla orta ilköğretim modeli oluşturulmuş olur. İstenirse ön ilköğretim bu okula ilişmiş bir binada sürdürülebilir. Tablodaki “B” modeli daha çok belli ilgi alanlarına göre öğrenci yetiştirmek isteyen “C” modeli ilk ve ön ortaöğretim aynı yönetim ve bahçe içinde olabileceği gibi ilköğretimi de aynı veya ayrı mekânda sürdürmek mümkündür. Bu modelde tüm kademeler aynı kampüste yer alabilir. Aynı yerleşkede binaların belli bir şekilde düzenlenmesi ile tüm kademeleri barındırabilecek bir modeldir. 4-8 veya 4-9 türü okullar aynı bahçede ve aynı yönetim altında kurgulanabilir. Bu kademe ortaokul anlayışını kırmada etkili olabilir. “D” modelinin uygulaması ve okullaştırılması çeşitlendirilebilir. Şu an tartışılan modele benzer bir modeldir. Bu modelde isteyenler ilk 4+4 ü aynı çatı altında ya da aynı yönetimde ortak kampüste yapabilir. Çocuk- larını kesintisiz okutmak isteyenler bu okullara gönderebilir. Çocuklarını imam hatiplere, sanat, spor gibi liselere göndermek isteyenler ilk dörtten sonra ayrılıp ikinci 4+4 e gönderebilirler. Hatta okuldan ayrılmak istemeyen ama aynı zamanda bir sanatta eğitim almak isteyenler için son 4 yıllık lise ye geçmeden önceki 4 yıl için alternatif programlar yapılabilir. “A” ve “B” modellerini farklı okul binalarında farklı yönetimler altında yapmak isteyenlere de fırsat verilebilir. Mevcut durumun tüm ülke çapında standart bir uygulama olmasından vazgeçilmelidir. “B” ve “C” modelinin kesintisiz eğitim kavramını çok önemseyenlerle bu sistemin kendi taleplerine uymadığını ifade edenler arasında bir çizgiyi bulması açısından faydalı olacaktır. Bu modellerin hepsine ve kendi içindeki her türlü çeşitliliğe de izin verilerek, aynı anda eş zamanlı olarak devreye sokulmalı ve tek tip modelden özellikle kaçınılmalıdır. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi, Doç. Dr.* Referanslar Akos, P., & Galassi, J. (2004). Middle and High School Transitions as Viewed by Students, Parents and Teachers, Professional Student Counseling, 7, 212-221. Alspaugh, J., (1998). Achievement Loss Associated with the Transition to Middle School and High School. Journal of Educational Research, 92, 20-25. Bickel, R., Howley, C., Williams, T. and Glascock, C. (2001, October 8). High School Size, Achievement Equity, and cost: Robust Interaction Effects and Tentative Results. Education Policy Analysis Archives, 9. Retrieved July 10, 2008 from http://epaa.asu.edu/epaa/v9n40.html Cantin, S. & Boivin, M. (2004).Change and Stability in Children’s Social Network and Self-Perceptions During Transition From Elementary to Junior High School, International Journal of Behavioral Development, 28, 561-570. Carter, E., Clark, N., Cushing, L. & Kennedy, C. (2005). Moving From Elementary School: Supporting a Smooth Transition for Students with Severe Disabilities, Teaching Exceptional Children, 37, 8-14. Coladarci, T., & Hancock, J. (2002). Grade-Span configuration. Journal of Research in Rural Education, 17,1-9. Forgan, J. & Vaughn, S. (2000). Adolescents with and without LD Made The Transition to Middle School, Journal of Learning Disabilities, 33, 33-43. Franklin, Bobby J.,& Glascock, Catherine H. (1996, October). The Relationship Between Grade Configuration and Student Performance In Rural Schools. Paper Presented at the Annual Conference of the National Rural Education Association, San Antonio, TX. (ERIC Document No. ED403083) Hopkins, Gary. (1997, September 8). Grade Configuration: Who Goes Where? Education World [Online]. Available: http://www.educationworld.com/a_admin/admin/admin017.shtml Hough, D., (1995). “Elemiddle Schools” for Middle-Grades Reform. The Education Digest, 60, 9-12. Kingery, J. & Erdley, C., (2007). Peer Experiences As Predictors of Adjustment Across the Middle School Transition. Education and Treatment of Children, 30, 73-88. Lohaus, A., Ev Elben, C., Ball, J., & Klein-Hessling, J. (2004). School Transition From Elementary to Secondary School: Changes in Psychological Adjustment, Educational Psychology,24. 161-173. Moore, D., (1984, June).Impact Of School Grade-Organization Patterns On Seventh And Eighth Grade Students In K-8 And Junior High Schools. Paper Presented At The Annual Meeting of New England Educational Research Organization, Rockport, ME. Perkins, P. & Gelfer, J. (1995, January) Elementary to Middle: Planning For Transition, Clearing House, 68, 171. RAND (2004) “Focus on the Wonder Years: Challenges Facing the American Middle School” http://www.rand.org/pubs/monographs/2004/RAND_MG139.pdf Reents, Jennifer Newton. (2002, March). Isolating 9th graders. School Administrator [Online]. http://www.aasa.org/publications/saarticledetail.cfm?ItemNumber=2668 Shachar, H. Suss, G. & Sharan, S. (2002). Student’s Concerns About The Transitions From Elementary To Junior High School: A Comparison Of Two Cities, Research Papers in Education, 17, 79-95. Simmons, Roberta G.,& Blyth, Dale A. (1987). Moving into adolescence: The K-3, 4-8 Grade Configurations Research Stanton, H. (1953). The Interpersonal Theory of Psychiatry, New York: Norton. Van Lede, M., Little, T., & Card. (2006) Action-Control Beliefs And Behaviors As Predictors Of Changes In Adjustment Across The Transition To Middle School, Anxiety, Stress and Coping, 19, 111-127. Wihry, D., Coladarci, T., & Meadow, C. (1992).Grade Span And Eighth-Grade Academic Achievement: Evidence From A Predominantly Rural State. Journal of Research in Rural Education, 8, 58-70. NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 97 SD Haber SDE Heyeti Uzlaşma Komisyonuna Yeni Anayasa Önerisini Sundu SDE heyeti sorulara SDE Raporu ve çalıştaylarında ortaya konan ortak görüşler doğrultusunda kısa cevaplar verdiler. Demokratik ve çoğulcu bir yapıyı temel alan, hiçbir ayırım ve ayrıcalık yapmadan bütün insan hak ve özgürlüklerini tahkim eden ve Türkiye’yi her açıdan yüzü dünyaya dönük bir ülke haline getiren yepyeni bir anayasayı önerdiklerini ifade ettiler. 98 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 12 Mart 2012 Pazartesi günü SDE heyeti TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na SDE’nin Yeni Anayasa önerilerini sundu. SDE heyetinde Anayasa hukuku uzmanı Prof. Dr. Yusuf Şevki HAKYEMEZ, SDE Başkanı Prof. Dr. Yasin AKTAY ve SDE Stratejik Planlama Kurul Başkanı Aydın BOLAT yer aldılar. TBMM uzlaşma komisyonunda Konya CHP Milletvekili Atilla KART, Erzurum MHP Milletvekili Oktay ÖZTÜRK ile TBMM uzman ve danışmanları hazır bulundular. Prof. Dr. Yasin AKTAY, SDE’nin “Yeni Anayasa” konusundaki öncü çalışmalarından bahisle yapılan hazırlıklardan, çalıştaylardan, analizlerden, panel ve basın toplantılarından söz etti. Sürecin takipçisi olduklarını ve ilk Anayasa önerisinin SDE tarafından TBMM’ye sunulduğunu ve kamuoyuna açıklandığını söyledi. SDE Anayasa Raporu hazırlama kurul Başkanı da olan Prof. Dr. SÖY- LEMEZ ise SDE’nin Yeni Anayasa önerilerini 6 başlık altında power point sunumla özetledi. SDE heyeti sorulara SDE Raporu ve çalıştaylarında ortaya konan ortak görüşler doğrultusunda kısa cevaplar verdiler. Demokratik ve çoğulcu bir yapıyı temel alan, hiçbir ayırım ve ayrıcalık yapmadan bütün insan hak ve özgürlüklerini tahkim eden ve Türkiye’yi her açıdan yüzü dünyaya dönük bir ülke haline getiren yepyeni bir anayasayı önerdiklerini ifade ettiler. Ayırımsız olarak, birey ve devlet arasında ortak ve temel bir sözleşme niteliği taşıyan, demokratik ve çoğulcu bir yapıyla bütün toplumu ve ülkeyi kucaklayan yeni bir anayasanın Türkiye’nin bugünkü en acil ve en önemli ihtiyacı olduğu vurgulandı. SDE’nin 2012 yılında Yeni anayasa’nın çıkması için süreci yakından izleyeceğini bir sivil düşünce kuruluşu olarak her fırsatta görüş ve önerilerini TBMM’ye ve kamuoyuna sunacağı ifade edildi. NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 99 SD Haber Alevi Çalıştaylarının Sonuçları SDE’de Değerlendirildi Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde 29 Şubat 2012’de “Alevi Çalıştaylarının Değerlendirilmesi Toplantısı” başlıklı bir çalıştay düzenlendi. Çalıştay, SDE İç Politika ve Demokratikleşme Koordinatörü Dr. Murat Yılmaz’ın moderatörlüğünde yapıldı. Çalıştay, Türkiye’deki farklı Alevi derneklerinden, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan, Üniversitelerden katılımcıların yanısıra SDE’deki uzmanların katılımıyla gerçekleşti. 100 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 60. hükümet döneminde, Devlet Bakanı Faruk Çelik’in koordinatörlüğü ve Dr. Necdet Subaşı’nın moderatörlüğünde ilki 3-4 Haziran 2009 sonuncusu da 28-30 Ocak 2010’da gerçekleştirilen ve toplamda 7 seriden oluşan Alevi Çalıştayları düzenlenmişti. Çalıştaylar, Alevi vatandaşlarının daha çok yasal nedenlerden kaynaklanan problemlerine ilişkin tespitlerin ve çözümlerin ortaya konulması amacıyla yapıldı. Alevi sivil toplum kuruluşlarının ve kanaat önderlerinin taleplerinin doğrudan tartışıldığı ve değerlendirildiği bu çalıştaylar rapor haline getirilerek kamuoyuna sunuldu. Ayrıca Çalıştayların devam ettiği dönemde, Stratejik Düşünce Enstitüsü de bir “Alevi Raporu” hazırlayarak bu konudaki tartışmalara katkıda bulunmuştu. Uzun süredir kamuoyunda tartışılan bu çalıştayların sonuçlarına ilişkin değerlendirme yapmak amacıyla SDE’nin düzenlediği çalıştaya; Doğan Bermek (Cem Vakfı İstanbul), Cafer Solgun (Yüzleşme Derneği Başkanı), Ercan Geçmez (Hacı Bektaşi Veli Anadolu Kültür Vakfı Genel Başkanı), Fermani Altun (Ehli Beyt Vakfı Başkanı), Doç.Dr. İlyas Üzüm (Diyanet İşleri Başkanlığı), Prof. Dr. İrfan Aycan (Din Öğretimi Genel Müdürü), Prof. Dr. M. Saim Yeprem (TDV), Metin Tarhan (Alevi Dernekler Federasyonu Genel Başkanı), Muharrem Ercan (Karacaahmet Sultan Dergâhı), Yalçın Özdemir (Su TV), Dr. Necdet Subaşı (Alevi Çalıştayları Eski Koordinatörü), Necdet Saraç, Prof. Dr. Yasin Aktay (SDE), Bilal Sambur, Murat Aksoy, Doç. Dr. Mustafa Erdoğan (SDE) ve Sabır Güler gibi isimler katıldı. İki oturumda gerçekleşen Çalıştay, önceki çalıştayların değerlendirilmesine ilişkin olduğundan daha çok önceki çalıştaylardaki tartışmaların kamuoyundaki yansımaları ve yapılan tespitlerin çözümü noktasında yapılması gereken yasal değişiklikler üzerinde duruldu. Birinci oturumda çalıştayların özellikle sonuçsuz kaldığı yönünde gelen eleştirilere karşı katılımcılardan birçok kişi bu çalıştayların Alevilerin taleplerinin tespiti açısından önemli olduğunu vurguladı. Bu konuyla ilgili olarak katılımcılar kısaca şunları ifade ettiler: Bilal Samur: “Çalıştaylar, Aleviliğin daha iyi öğrenilmesi adına motive edici oldu.” Metin Turhan: “Bu kadar kişi ve kurumun katıldığı bir çalışmanın kıymetsiz olduğu savunulamaz.” Cafer Solgun: “Türkiye’nin son zamanlarda yaşadığı demokratikleşme ve normalleşme süreci açısından Alevi meselesi olmazsa olmazlarındandı. İktidarlar geliyor geçiyor kimse Alevileri tanımıyordu. İlk defa AKP döneminde iktidar Alevi kurumların görüşlerini aldı” Yasin Aktay: “Çalıştayların işe yaramadığını söylemek haksızlık. Alevilerin anlaşılması açısından Türkiye’de başka bir dönem hatırlamıyorum” Fermani Altun: “Alevi Çalıştayları Aleviliğin devlet tarafından tanınması açısından önemli adımlardır ama asıl yapılması gerekenin yeni bir anayasa ile cumhuriyetin yeniden kurulması gerekiyor” Doğan Bermek: “Alevi Çalıştay- ları’nın raporları bir türlü kamuoyuna ulaşmadı. Çalıştay raporlarının tazeliği zarar gördü. Çalıştay sonucunda elle tutulan tek sonuç ders kitaplarındaki değişiklik” İlyas Üzüm: “Çalıştayların Aleviliğin gündeme gelmesi, Madımak’ın kamulaştırılması ve din dersi müfredatının değiştirilmesi gibi somut sonuçları olduğunu” belirtti. Alevi Çalıştayları’nın eski koordinatörü Necdet Subaşı ise bu çalıştaylar serisinin Alevilerin ne istediği ve Alevilerin devlet ve toplumun genel algısı dışında nasıl bir durumda olduklarına ilişkin çalışmalar olduğunu dolayısıyla çalıştay raporlarının hükümetle ilişkilendirilerek bir değerlendirme yapılmasının kabul edilemeyeceğini belirtti. Ayrıca NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 101 Subaşı, “Bu çalıştaylar kamuoyunda ciddi bir şekilde tartışılmadı. Toptancı değerlendirmeler yapıldı. Rapor siyasi iradeyi yansıtan metinler olarak değerlendirildi. Alevilik konusunda hassas olan kişilerin kayıtsızlığı, metinleri okumaması veya metinleri farklı şekilde yorumlaması ve niyet okumaları rahatsız ediciydi. Raporlar herhangi bir şekilde siyasi iradenin müdahalesiyle gerçekleşmemiştir. Bende elden geldiğince kendi dünyamdan uzaklaşarak bu çalışmalara katıldım” diyerek bu konudaki görüşlerini paylaştı. İkinci oturumda Alevilerin genel talepleri ve bu konuda yapılması gereken yasal değişiklikler üzerinde duruldu. Özellikle cemevlerinin statüsü ve Diyanet’in yapısı tartışıldı. Katılımcılar özetle şunları söyledi. Fermani Altun: “Laiklik sistemi 85 yıl önce kuruldu, önce bu sistemin yeniden kurulması gerekir. O zaman Diyanet özerkleşir. Aleviler 85 yıldan beri yok sayılmıştır. Ve bugün hiçbir yerde yoklar. Sünni kardeşlerimizin de benzer sorunları var. Cumhuriyet Türkiye’yi daha kötü bir duruma getirdi. Cumhuriyet sisteminin değişmesi gerekiyor” Necdet Saraç: “Konuşmacıları dinlediğimde sanki Alevilerden kaynaklanan bir sorun varmış gibi anlatılıyor. Alevi meselesi 16. yüzyıldan beri sorundur. Eşit yurttaşlık bu ülkede kabul edilmiyor. Bu topraklarda 2002 yılına kadar kullanmak yasaktı. Nihai rapor son derece objektif bir rapordur. Ayrıca Diyanet olduğu müddetçe eşit yurttaşlık olmaz”, İlyas Üzüm: “Ana problem cemevlerinin statüsü ve bütçeden Alevilerin faydalanmaması. Bu konuyla ilgili olarak hukuk komisyonun ortaya koyduğu çalışmaları dikkate almak ve değerlendirmekte mecburuz” Muharrem Ercan: “Cemevleri yasal 102 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 olmadıktan sonra istediğiniz kadar çalışma yapın. Öncelikle sıkıntıları halletmek için cemevlerinin yasal statüye kavuşması gerekir” Murat Aksoy: “Din kültürü ve cemevleri gibi konular teknik konulardır ve tartışılması gerekir”, Cafer Solgun: “Diyanet bir resmi ideoloji kurumudur. Alevilerin eşitlik talepleri devletin etnik açıdan olduğu gibi dinsel açıdan da yüzde yüz nötr olmasıyla karşılanacaktır” Metin Tarhan: “İnsan hakları, siyasal talepler ve çoğulculuk açısından Alevilerin taleplerinin karşılanması gerekir” Yalçın Özdemir: “Bu cumhuriyetin kuruluşu bir darbedir ve resmi kuruluşunu darbeyle devam ettiren cumhuriyetin toplumla yüzleşmesi gerekir. Aslında Diyanet tasfiye edilmesi gereken bir kurum. Ben bir alevi olarak diyorum ki benim dergâhım 1926 yılında tasfiye edildi. Bunları bana geri verin” Yasin Aktay ise “Türkiye devletinin tercihi din dışı bir hayattı. Diyanet’in kurulmasının sebebi dini hayatı kontrol etmek ve yok olacak dinin cenazesini kaldırmaktı. Ancak demokrasi sürecinde halk ile devlet arasında süren diyalogda Diyanet bir sentez haline geldi. Diyanet orada kalmadı. Diyanet dönüştü. Bu sosyolojik bir süreçtir. Bir Alevi talebi olarak Diyanet’in kaldırılmasının akıldan geçirilmesi bile Türkiye toplumunun hiç okunmaması anlamına geliyor.” Ayrıca Aktay, Türkiye’de Sünni olarak nitelenen kesimlerin cemevlerine karşı olmaktan ziyade daha çok cemevlerinin kilise, havra gibi camiye alternatif bir ibadethane olarak gösterilmesine karşı olduklarını vurguladı. Bir diğer önemli konulardan biride din dersi ve müfredatının değiştirilmesine ilişkindi. Din Öğretimi Genel Müdürü Prof. Dr. İrfan Aycan, 1980 sonrasında zorunlu hale ge- len din dersinin içeriğinin değiştirildiğini, sadece belirli bir mezhebe vurgu yapmadığını, Alevi ve diğer vatandaşlarımızın taleplerinin demokrasi çerçevesinde değerlendirmek için bakanlık bünyesinde çalışmalar yapıldığını belirtti. Türkiye Diyanet Vakfı’ndan Prof. Dr. M. Saim Yeprem, “Her iki tarafın sahip olduğu bilginin eksik olduğu gerçeğinden hareketle ilk olarak Alevi dedelerinin elinde bulunmuş metinlerden Alevi-Bektaşi Klasikleri başlığı altında bir proje hazırladık ve bu çalışmayı yürüttük” diyerek Diyanet Vakfı’nın bu konudaki çalışmalarına değindi. İkinci oturumda Alevi Çalıştayları eski moderatörü Necdet Subaşı, “bu ülkede bu tür sorunları karşılıklı konuşmazsak bu tür sorunları çözemeyiz. Biz toplumda herkesin katılımını istedik çalıştaylarda. Örgütsel Alevi yapıları ve diğer kişileri de işin içine katmamız gerekirdi. Bu konuda Alevilerinde kendilerine muhatap olarak devleti seçmişse taleplerini açıkça söylemesi gerekir. Bundan sonra yinede müzakereciliğin öne alınması gerekir. Herkesin onayını almak gerekir” açıklamalarında bulundu. Son olarak bu ana konularla birlikte “Aleviliğin Siyasal Örgütlenmesi” adlı kitabın yazarı Sabır Güler, Aleviler için cemevinin önemi ve Alevilerin Türkiye’deki kentleşme ve toplumsal siyasallaşma bağlamında geçirmiş olduğu sosyolojik değişimlere ilişkin kısa bir sunum gerçekleştirdi. Katılımcılar sorunların çözümünde mesafe alınabilmesi için bu tür toplantıların devam etmesi gerektiğini, bu konuda hem siyasi iradeye hem de sivil toplum kuruluşlarına özel bir sorumluluk düştüğü konusunda mutabakata vardı. SD Haber Türkiye, Çin, Rusya ve İran’ın Suriye Perspektifleri Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde 29 Şubat 2012’de “Alevi Çalıştaylarının Değerlendirilmesi Toplantısı” başlıklı bir çalıştay düzenlendi. Çalıştay, SDE İç Politika ve Demokratikleşme Koordinatörü Dr. Murat Yılmaz’ın moderatörlüğünde yapıldı. Çalıştay, Türkiye’deki farklı Alevi derneklerinden, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan, Üniversitelerden katılımcıların yanısıra SDE’deki uzmanların katılımıyla gerçekleşti. Konferansta, Yrd. Doç. Dr. Hasan Kösebalan (İstanbul Şehir Üniversitesi), Dr. Jin Liangxiang (Shangai Institute of International Studies, Çin), Dr. Boris Dolgov (Senior Research Fellow of the Centre for Arabic Studies of the Russian Institute of Oriental Studies, Rusya) ve Büyükelçi Jalal Kalantari (Institute for Political and International Studies, İran) katılarak Suriye’deki son gelişmelere ilişkin birer konuşma yaptılar. Konferansın moderatörlüğünü yapan Murat Çemrek; “Bir yıldan fazladır Arap baharı ile ilgili konuşuyoruz. Son yılda global düzeyde sosyal bilimciler ve siyaset bilimciler iki önemli konuda konuşmaktadırlar. Bunlardan biri global ekonomik kriz diğeri de Arap baharı. Ayrıca son altı aydır Suriye meselesini konuşuyoruz. Burada konuşmacılarımızla birlikte bundan sonra Suriye’de ne- ler olacağını konuşacağız” diyerek ilk sözü Hasan Kösebalan’a verdi. Hasan Kösebalan, Ortadoğu’daki gelişmeleri demokratikleşme süreci bağlamında değerlendirerek, “Soğuk Savaş sonrası dönemde, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra Doğu Avrupa ülkeleri ve Latin Amerika ülkeleri demokrasiyi deneyimledirler ancak demokratikleşmenin başlamadığı bir bölge kaldı. O da demokratikleşme sürecinin dışında kalan Ortadoğu’dur” dedi. Arap halkının son bir yıldır sokaklarda mücadele vererek rejimleri değiştirdiğini vurgulayan Kösebalan, Türkiye’nin burada önemli bir rol oynadığı ve liberal sitemi ve ekonomisiyle Ortadoğu’daki değişimleri desteklediğini belirtti. Suriye’deki rejimin otoriter olduğunu açıklayan Kösebalan, Rusya ve Çin’in Birleşmiş Milletler’deki tutumunu eleştirerek, “Suriye’de NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 103 çatışma sivil bir savaş değil, silahsız insanlar ile Esad rejimi arasındadır. Sivil savaşta iki taraf birbirleriyle savaşır. Burada açıkça hükümet güçleri sokaklarda masum ve silahsız insanları öldürmektedir” açıklamasında bulundu. Türkiye’nin Suriye ile yakından ilgilenmesinin doğal olduğunu özellikle vurgulayan Kösebalan, Türkiye’nin Suriye’de yaşanan olaylar konusundaki hassasiyetini şöyle ifade etti: “Çin ve Rusya, Suriye’ye o kadar yakın değiller sadece Batı ile ilişkilerinde Suriye ile ilgilenmektedirler. Fakat Türkiye, Suriye ile komşudur. Suriye halkı ile tarihsel ve kültürel bir yakınlığı vardır. Elbette biz iki farklı devlet ve milletiz, birbirimize saygı duyarız ancak Suriye’de neler olduğu Türkiye’yi ilgilendiriyor. Biz herhangi bir İskandinav ülkesinin Suriye’ye baktığı gibi bakamayız.” Çinli uzman Jin Liangxian, Çin’in Ortadoğu politikasının dostça ve sürdürülebilir olduğunu belirterek Çin ile Batının Ortadoğu politikalarını karşılaştırdı. Liangxian özetle şunları ifade etti: 104 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 “Batı, Ortadoğu politikasında sadece özgürlük, demokrasi ve humaniter kavramlarını kullanıyor. Biz bunu Irak, Afganistan ve Libya’da gördük. Çin ise Ortadoğu’da sürecin barışçıl bir şekilde gelişmesinden yanadır. Çin’in barışçıl gelişme stratejisi temelde batının değerlerine karşı değildir. Aslında bence bu değerler evrensel değerlerdir ve biz buna saygı gösteriyoruz. Ancak her ülkede bu değerler farklı yollarda ortaya çıkmaktadır. Her ülkenin kendine has bir yolu vardır.” öncelikle Bahreyn ile ilgilenilmesi gerekirdi.” “Yakın gelecekte Suriye’ye müdahale planları var. Ancak bunun sadece insani bir müdahale olacağını düşünüyor musunuz? Esad rejiminin Batı ile bazı problemleri var. İran ile ittifak halinde ve bazı Sünni devletler ile Batı bu durumdan hoşlanmıyor. Eğer müdahaleler insani kaygılarla yapılacaksa Bahreyn’de silahsız ve barışçıl göstericiler ile hükümet arasında çatışma vardı. Libya’da da hükümet ile silahlı muhalefet arasında çatışma vardı. Ben Bahreyn’i eleştirmiyorum gerçekler hakkında konuşuyorum. Eğer insani müdahaleden bahsedilecekse Rus araştırmacı Boris Dolgov, Ortadoğu’da son bir yılda gerçekleşen ayaklanmaların sosyoekonomik problemlerden kaynaklandığını belirterek Suriye’de ise durumun farklı olduğunu açıkladı. Farklı istatistiki verilerden hareketle Suriye’de sosyoekonomik problemlerin Mısır, Libya ve Tunus gibi ülkelerdeki kadar olmadığını, işsizlik oranlarının daha düşük olduğunu açıklayan Dolgov, “son yıllarda Suriye Lideri Beşşar Esad, resmi ideolojiyi değiştirdi. Demokratikleşme ve liberal ekonomi için reformlar yaptı” diyerek Suriye ile diğer Arap ülkeleri “Çin’in Suriye politikasının çıkar amaçlı olduğu iddiaları tutarsızdır. Çin ile Suriye arasındaki ekonomik ilişkiler normal düzeydedir. Suriye’nin enerji kaynakları bulunmuyor. Çin, Suriye’ye yönelik müdahalenin insani kaygılarla yapılmamasına karşıdır. Çin, Esad rejimini desteklemiyor. Sadece muhalefet ile hükümet arasındaki müzakerelerin sürdürülmesinin tek başarılı yol olduğunu savunmaktadır.” arasındaki sosyoekonomik ve politik farklılıklara değindi. Ağustos 2011 ve Ocak 2012’de Suriye’yi ziyaret ettiğini ve burada halkın çoğunluğunun Esad’ı desteklediğini ifade eden Dolgov, sadece bazı şehirlerde bir kısım muhalif grupların olduğunu ve mevcut muhalefetin Suriye krizi karşısında gerçek bir planının olmadığını, muhalefetin içinde değişik politik figürlerin olduğunu, her birinin amacının farklı olduğunu ve aralarında birliğin olmadığını belirterek muhalefetin Suriye’nin sosyal ve politik konularına ilişkin gerçekçi planlardan yoksun olduğunu açıkladı. var. Rusya, Suriye halkının askeri bir müdahaleye uğramasından çekiniyor. Sosyal ve politik reformların yapılmasını destekliyor. Askeri bir müdahale Suriye krizini bir felakete götürür ve Ortadoğu için istikrarsızlığa yol açar. Suriye krizi ile ilgili tek bir yol var. Her iki tarafın şiddeti durdurması ve Suriye yönetimi ile muhalefet arasında müzakerelerin başlaması” diyerek konuşmasını bitirdi. Rusya’nın Suriye politikalarına da değinen Dolgov, Rusya’nın BM Güvenlik Konseyi’nin talebini reddetmesinin nedeninin Suriye’deki gerçek durumu yansıtmadığından dolayı olduğunu ve gerçekte Suriye’de şiddetin bazı terörist gruplardan ve hükümet karşıtı gruplardan kaynaklandığını açıkladı. Özellikle bir kısım uluslararası medyanın Suriye yönetimi aleyhine yayın yaparak gerçeği çarpıttığını vurguladı. İranlı büyükelçi Jalal Kalantari, konuşmasının başında Suriye krizindeki faktörlerden bahsetti. Kalantari bunları şöyle sıraladı: “Krizdeki ön önemli faktör hükümettir. Hükümet, bir taraftan yapısal reformlar yapmaktadır. Yakın gelecekte parlamento seçimleri yapacaktır. Reformlar için bazı bölge ülkeleri ve küresel güçler destek vermektedir. Ayrıca ülkedeki azınlıklar hükümeti desteklemektedir. Bir diğeri muhalefettir. Muhalefet arasında zayıf bir birlik var. muhalefet gruplarının farklı stratejileri var. Diğer faktör ise Rusya, Çin, BM, Arap Birliği ve Tunus’ta toplanan Suriye’nin Dostları grubu gibi dış etkenlerdir.” Dolgov; “Rusya ve Suriye arasında ekonomik, kültürel, askeri ilişkiler Askeri müdahalenin mümkün olmadığını vurgulayan Kalanta- ri, böyle bir durumda sadece Suriye değil Suriye halkı ve komşu ülkelerinde olumsuz bir şekilde etkileneceğini belirterek geleceğe ilişkin iki mümkün senaryo üzerinde durdu: “Bunlardan biri iç savaş ihtimali. Bir iç savaş çıkması halinde Libya’daki gibi insani bir felaket ortaya çıkacaktır. Bu durum Suriye toplumu arasındaki entegrasyona ve Suriye’nin komşularına zarar verecektir. Bir diğer senaryo ise hükümetin reformlar yapması, muhalefetin şiddetten vazgeçmesi ve çözüm için barışçıl ve politik diyalogların gerçekleşmesidir.” Rusya ve Çin’in rollerinin burada önemli olduğunu ve bölgesel güvenlik ve barış için umutlar verdiğini, çözüm için ise uluslararası müdahale değil de bölgesel güçlerin özellikle İran ve Türkiye gibi komşu ülkelerin ortak bir çözüm bulmaları gerektiğine değinen Kalantari, bölgesel faktörlerin önemli olduğunu çözümün ise ancak barışçıl yollarla mümkün olabileceğine dikkat çekti. Konferans soru ve cevap kısmıyla son buldu. NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 105 Suriye’nin Dostları Toplantısı ve Çin’in Tutumu Suriye sorunu Çin-Rusya stratejik işbirliğinin kalitesini yükseltmiştir, bu da Çin’in Suriye sorunu üzerinde yaşanan zorlukların yanında kalan kârdır. Rusya ile kıyasla, Çin’in enerji, ekonomik, ticaret veya güvenlik alanında Suriye ile kayda değer bir ilişkisi yoktur, ancak Rusya’ya destek vermekle ikili ilişkilerini güçlendirdiği gibi Moskova’nın uluslararası ortamında izolasyona uğramasını da önlemiştir. 106 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 Erkin EKREM* İstanbul’da, 1 Nisan 2012’de düzenlenen II. Suriye’nin Dostları Grubu Toplantısı’na Çin hükümeti de davet edilmişti. Suriye’nin Dostları Grubu Toplantısı’nın gündemi ise Annan Barış Planı’nın uygulanması, Suriye rejimine diplomatik baskının arttırılması ve muhalefetin güçlendirilmesi olarak bilinmektedir. Çin hükümeti, toplantının konusunun ilgili aktörü yani Suriye hükümetinin katılmadığını ve toplantının mevcut gerginliği arttıracağını ileri sürerek katılmayacağını açıkladı. 27 Mart’ta, Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Alexander Lukashevic de Rusya’nın söz konusu toplantıya katılmayacağını belirtmişti. Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hong Lei’nin 26, 27 ve 28 Mart günlerindeki açıklamasında Pekin’in neden iştirak edemeyeceğinin gerekçelerini şu şekilde açıklamıştı: gerginliği artıran bir girişim olduğu, bu girişimin Suriyeli tarafların arasındaki diyaloga ve uzlaşmaya katkıda bulunmadığı, Ortadoğu barışı ve istikrarı için yararlı olamayacağı ve uluslararası toplumun Suriye krizinin çözümü için makul bir zemin yaratmadığı ima edilmiştir. Ancak Çin tarafı, madem Suriye krizinin çözümü için katılarda bulunacaktı, hatta “uluslararası toplumlarla birlikte Suriye sorununun barışçı ve makul bir çözüme kavuşturması için aktif ve yapıcı rolünü icra etmeye devam edecekti”, o halde İstanbul’daki Suriye’nin Dostları Grubu Toplantısı’na katılmalı ve kendi tutumunu bu toplantıda beyan etmeliydi. Fakat bunu engelleyen iki faktör var, biri Çin’in dış politikasında sıkı sarılan bazı ilkeleri, diğeri ise Rusya ile olan stratejik işbirliği ilişkisidir. Bu açıklamalarda, Suriye’nin Dostları Toplantısı’nın Suriye’de yaşanan Çin, Suriye’nin Dostları Toplantısı’nı Batılıların Suriye’ye müdahale et- mesi için istifade ettiği bir araç olarak görmektedir. Bu algının Şubat ayında Tunus’ta düzenlenen Suriye’nin Dostları Toplantısı sürecinde oluşturduğunu görmek mümkündür. Çin, 17 Şubat’a kadar henüz davetiye alamamıştı, ancak toplantı hakkında görüşlerini beyan ederken: “uluslararası toplumun Suriye sorunu üzerindeki eylemleri mevcut gerginliği yumuşatması için yardımcı olmalıdır; Siyasî diyalogun gerçekleşmesine ve uzlaşmasına yardımcı olmalıdır ve Ortadoğu barış ve istikrarın korunmasına katkılarda bulunmalıdır; Uluslararası toplumun birliği sağlanmalı, sorunun karmaşık hale getirilmesi değil” diye açıklamıştır. 21 Şubat’ta ise, Çin tarafı davetiye almış ve Suriye krizinin barışçı ve makul çözüm için her türlü çabanın yapılacağını belirtmiştir. Sözcü Hong Lei’ye göre, Çin tarafı ilgili taraflarla birlikte Suriye krizinin barışçı çözüm için yapıcı rolünü icra edeceğini beyan etmiştir. Ancak, toplantının rolü ve mekanizması hakkında araştırmalar yapıldığını ifade etmiştir. 21 Şubat’ta yapılan açıklamaya göre, Çin hükümetinin toplantıya katılabileceği mesajı verilmiştir. 22 ve 23 Şubat’ta sözcü Hong Lei söz konusu araştırmanın devam ettiğini belirtmişti. Ancak 23 Şubat’ın gece yarısında, 24 Şubat’ta Tunus’ta düzenlenecek Suriye’nin Dostları Toplantısı’na katılmayacağı açıklanmıştı. Sözcü Hong Lei’nin açıklamasına göre, Çin, Suriye ve Arap halkının dostudur, uzun zamandır Arap halkının haklı davasına destek vermiştir. Sözcü 17 Şubat’taki görüşünü tekrarlayarak, Çin tarafının Çin, Suriye’nin Dostları Toplantısı’nı Batılıların Suriye’ye müdahale etmesi için istifade ettiği bir araç olarak görmektedir. Bu algının Şubat ayında Tunus’ta düzenlenen Suriye’nin Dostları Toplantısı sürecinde oluşturduğunu görmek mümkündür. Suriye’nin Dostları Toplantısı’nın amacı, rolü ve mekanizması hakkında daha iyi anlaşılması için araştırmalara ihtiyaç vardır, toplantının 26 Mart 2012 27 Mart 2010 28 Mart 2010 Çin tarafı, II. Suriye’nin Dostları Toplantısı’nın İstanbul’da düzenleneceğinin farkındadır ve davetiyeyi de teslim almıştır. Çin tarafının tutumu, Suriye’deki gerginliğin yumuşatılması için yardımcı olmalıdır; Siyasî diyalogun gerçekleşmesine ve uzlaşmasına yardımcı olmalıdır ve Ortadoğu barış ve istikrarının korunmasına katkılarda bulunmalıdır. Suriye, sorunun çözümünde, ilgili tarafın iştirak ve müzakere sürecine dâhil edilmelidir; Uluslararası toplum da bunun için uygun koşulları hazırlamalıdır. Şu andaki uluslararası koşullarda Çin tarafı söz konusu toplantıya katılmayacaktır. Çin tarafı, uluslararası toplumlarla birlikte Suriye sorununun barışçı ve makul bir çözüme kavuşturulması için aktif ve yapıcı rolünü icra etmeye devam edecektir. Şu anda, uluslararası toplumun Suriye sorunu üzerindeki eylemleri mevcut gerginliği hafifletmesi için yardımcı olmalıdır; Siyasî diyalogun gerçekleşmesine ve uzlaşmasına yardımcı olmalıdır ve Ortadoğu barış ve istikrarının korunmasına katkılarda bulunmalıdır. Suriye, sorunun çözümünde, ilgili önemli tarafın iştirak ve müzakere sürecine dâhil edilmelidir; Uluslararası toplum da bunun için uygun koşulları hazırlamalıdır. Çin tarafı ilgili taraflarla birlikte Suriye sorununun barışçı ve makul bir çözüme kavuşturulması için aktif ve yapıcı rolünü icra etmeye devam edecektir. Çin tarafı mevcut konjonktürde toplantıya katılmayacaktır. NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 107 Bağımsız bir ülkenin egemenliğine karşı kabaca müdahale etmesi yerel halka refah getiremez. Çin’in bu ilkenin üzerinde kararlı durması BM çerçevesinde Rusya ile birlikte ret oyu vermesini meydana getirmektedir. hazırlık süreci hakkında daha fazla bilgiye sahip olmadığı için bu toplantıya katılamayacağını açıklamıştır. Sözcünün 24 Şubat’taki basın toplantısında bu ifadeleri tekrarlamıştır. 27 Şubat’ta da sözcü Hong Lei aynı yanıtı vermekle yetinmiştir. Yani Çin’in söz konusu toplantıya katılamamasının nedeni toplantı hakkında daha fazla bilgiye sahip olmamasıdır. Ancak, Çin’in toplantıya iştirak etmemesi Batılı ülkeler tarafından eleştirilirken, Çin ve Rusya, Beşşar Esad’ın müttefiki olarak tanımlanmış ve Suriye hükümetini desteklemek için şiddete karşı uluslararası toplum ile işbirliğini ret etmesi olarak suçlanmışlardır. Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsünün 27 Şubat’taki basın toplan- tısında, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un Suriye’nin Dostları Toplantısı’nda Çin ve Rusya’nın tutumunun Suriye halkının iradesi ile ters düştüğü ve Arap uyanışına karşı çıktığı eleştirmesini kabul edemeyeceğini beyan etmiştir. Sözcü Hong Lei’ye göre, Suriye sorununda Çin, objektif, adil ve sorumlu tutumunu sürdürmüştür, Suriye ve Arap halkının temel ve uzun vadeli çıkarlarını korumasını ve Suriye ve Ortadoğu’nun bölgesel barış ve istikrarın sağlanması üzerinde durmuştur. Çin her zaman, Suriye halkının özgürce kendi tercihini yapabilmesini savunmuştur, dış güçlerin zorla müdahale etmesine ve herhangi bir sözde çözüm planını zorla Suriye halkına empoze etmesine karşı çıkmıştır. Bu tarihten sonra Suriye’nin Dostları Toplantısı artık Suriye’ye karşı dış müdahale gücü olarak algılanmıştır. Çin’in Suriye’ye yönelik dış müdahaleye karşı çıkması uluslararası ilişkilerdeki başka devletlerin içişlerine karışmama ilkesinden gelmektedir. İstanbul’da düzenlenen Suriye’nin Dostları Toplantısı da, Suriye muhalifleri destekleyerek Esad yönetimine karşı koyması olarak okunmuştur. Bu toplantının Türkiye’de yapılması da NATO’nun emellerine hizmet ediyor anlamını taşımaktadır. Çin, Batılıların insanî müdahale ve devamında rejim değişikliğine karşı çıkmaktadır, çünkü Çin’de Tayvan, Tibet ve Doğu Türkistan ayrılık- çı faaliyetlerle karşı karşıya kalmaktadır. Buna rağmen Arap uyanışı başladıktan sonra Çin’in kendisinin Ortadoğu’daki enerji, ekonomi ve jeopolitik çıkarlarını korumak için içişlerine karışmama ilkesinden taviz vermeye başlamıştır. Çin uzmanlarına göre, ilişkileri yoğun olmayan Suriye sorunu üzerinde Çin’in etkin bir rolü üstlenemeyeceği, yapabileceği tek şeyin BM ve uluslararası ilişkileri ile ilişkin ilkeleri savunmaktır. İlkeleri korumak da bir dış politika ilkesidir. Çünkü bağımsız bir ülkenin egemenliğine karşı kabaca müdahale etmesi yerel halka refah getiremez. Çin’in bu ilkenin üzerinde kararlı durması BM çerçevesinde Rusya ile birlikte ret oyu vermesini meydana getirmektedir. Çin Komünist Partisi’nin sesi olan Renmin Ribao’nun bünyesinde faaliyet gösteren Huanqiu Shibao (Global Times) gazetesinin Tunus’taki Suriye’nin Dostları Toplantısı için yazılan başyazısında, Çin’in, Suriye taraflarını barıştırmak için kendisi için ikna etme rolü biçmiş olduğunu ve bu görevin Batılılar ve Arap Birliği’nin desteğini almadan sonuç almasının fevkalade zor olduğunu tespit ederek, Suriye’nin Dostları Toplantısı’na iştirak edip etmemesinden çok bu mesele üzerinde Rusya ile nasıl bir koordine etme ve uyumlu olmanın yolunu araması olduğunu ortaya koymaktadır. Başyazıya göre, Suriye sorunu Çin-Rusya stratejik işbirliğinin kalitesini yükseltmiştir, bu da Çin’in Suriye sorunu üzerinde yaşanan zorlukların yanında kalan kârdır. Rusya ile kıyasla, Çin’in enerji, ekonomik, ticaret veya güvenlik alanında Suriye ile kayda değer bir ilişkisi yoktur, ancak Rusya’ya destek vermekle ikili ilişkilerini güçlendirdiği gibi Moskova’nın uluslararası ortamında izolasyona uğramasını da önlemiştir. SDE Uzmanı, Doç. Dr.* 108 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 109 110 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012 Ali Kocamaz karikadüş NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 111 112 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012