Başkan`dan - Stratejik Düşünce Enstitüsü

advertisement
Başkan’dan
SDE ve Kahire Üniversitesi’nin ortak girişimiyle, ilk Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi (ATCOSS) Ankara’da
toplandığında Arap Baharı mevsimine henüz girilmemişti. Ancak ilk işaretlerini Kongre ortamından ve
sonuç bildirisinden çıkarmak mümkündü.
Akademik bir sinerji oluşturan ATCOSS 2010’da, “Arap ve Türk dünyasının birbirlerini özellikle bilimsel
düzeyde anlamaları için araya yabancı kaynakları sokmadan, doğrudan konuşarak iletişim kurmaları ve
bu iletişimin sonucunda ortak bir anlayış geliştirmeleri önemsenmelidir” şeklinde mutabakata varılmıştı.
Ayrıca, Kongrenin sivil toplum buluşmalarına ve bu buluşmaların da yeni işbirliklerine bir platform
oluşturması beklentisi dile getirilmişti.
ATCOSS ikinci kez, 15 ay sonra Kahire’de toplandığında, Kuzey Afrika’daki diktatörlükleri yerlerinden
eden Arap Baharı ayaklanmalarının en büyüğü Mısır’da henüz gerçekleşmiş ve sıcaklı hissedilebiliyordu.
Demokrasi rüzgarları Tahrir’de esmeye devam ederken, hemen yanıbaşında Kahire Üniversitesi’nde
biraraya gelen Türk ve Arap katılımcılar, “büyük oranda aynı coğrafyada, komşu devletlerin sınırları içinde
yaşayan Arap ve Türklerin ortak tarih ve geleneklerine rağmen istenilen düzeyde birliktelik kuramadığına”
dikkat çektiler.
“Devlet-dışı Aktörler ve Ortadoğu’nun Sosyal, Ekonomik ve Siyasi Dönüşümü” konusunun tartışıldığı ATCOSS
2012’nin Kongre bildirisinde; “Hükümet-dışı kuruluşlar”a, “mevcut kurumları da devreye sokacak açılımlar
getirme ve toplumlarımızı ve bölgeyi reforme etmeye çalışma” sorumluluğu da yüklenmiştir.
Bu kapsamda, ATCOSS sosyal bilimlerde Avrupa merkezci perspektifin dışına çıkılabileceğinin önemli bir
göstergesi kabul edilmiş ve “oryantalist bakış açısıyla şekillenmiş olan İslam dünyasının 21. Yüzyıl’da artık
kendi toplumsal perspektifini kavrama ve kavramsallaştırma imkânını yine kendi iradesiyle yapabilmesinin”
önemine vurgu yapılmıştır.
Dergide röportajını yayınladığımız Mısırlı tecrübeli Türkolog Safsafy Al-Katory, Arap ve Türk toplumlarının,
“Birbirini Yeniden Keşfettiğine” dikkat çekiyor. Bu yeniden tanışma sürecinde, Ortadoğu’nun kendisi
hakkındaki bilgiyi bizzat kendisinin üretmesi acil bir ihtiyaç haline gelmiştir. Ayrıca, devrimleri gerçekleştiren
iradenin oluşumunda sosyal bilimcilere önemli bir rol düşmektedir.
Nisan dergimizde, Tahrir Devrimi’nin merkezinde, Kahire’de düzenlenen ATCOSS 2012 ile ilgili haber, yorum
ve analizlere ağırlık verdik. Birol AKGÜN, “Tahrir Ruhu Kalıcı Olabilecek mi?” ve Talip Özdeş, ATCOSS’un
İslam dünyası için “Ne İfade Ediyor? Sorularının cevabını verirken Kudret BÜLBÜL, “Açık Toplum Karşıtları
ve Ortadoğu’daki Dönüşümler!” konusunu ele aldı. SDE uzmanları ve yazarlarımız ATCOSS’u ve Tahrir
devrimini birlikte değerlendiren analizler kaleme aldı.
“Değişimin aktörleri” olan sivil toplumun şimdiye kadar küçümsenen iradesinin “asıl belirleyiciye” nasıl
dönüşebildiğini hep birlikte gördük. Bu değişimin tamamlanabilmesi için de ATCOSSvâri girişimlerin
devamlılığı gerekiyor. Birlikteliklerin meyvelerini almaya başladık. Umuyoruz ki, Nisan yağmurları çöl
ateşleriyle kuruyan coğrafyamızı yeniden yeşertecektir.
Prof. Dr. Yasin Aktay
SDE Başkanı
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
1
STRATEJİK DÜŞÜNCE
Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı
İktisadi İşletmesi Adına Sahibi
Dr. Nurol Canbolat
Genel Yayın Yönetmeni
Prof. Dr. Yasin Aktay
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Yasin Aktay
Prof. Dr. Birol Akgün
Prof. Dr. Aytekin Geleri
Prof. Dr. Muhsin Kar
Doç. Dr. Murat Çemrek
Doç. Dr. Levent Korkut
Doç. Dr. Yusuf Tekin
Doç. Dr. Bekir Berat Özipek
Dr. Murat Yılmaz
Aydın Bolat
Ahmet Ünal
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Tayyar Arı
Prof. Dr. Mustafa Aydın
Prof. Dr. İbrahim S. Canbolat
Prof. Dr. Şaban H. Çalış
Prof. Dr. Beril Dedeoğlu
Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu
Prof. Dr. Cihat Göktepe
Prof. Dr. Talip Özdeş
Prof. Dr. Ali Şafak
Prof. Dr. Mehmet Şişman
Prof. Dr. Ertan Beşe
Doç. Dr. Yaşar Akgün
Doç. Dr. Caner Arabacı
Dr. Zafer Aydın Ecemiş
Mehmet Akif Ak
Bayram Girayhan
Veli Şirin
Yazı İşleri Müdürü
Ahmet Ünal
Yayın Asistanları
Feyzan Ece Çapa, Yasemin Küçer, Bedir SALA
Reklam Sorumlusu
Özlem Pınar ORAN
Grafik ve Sayfa Tasarımı
OMEDYA - www.omedya.com
Uzayçağı Cad. Uzayçağı Tic. Mrk. 29/47 Ostim ANKARA
T: 0312 385 58 20-21 F: 0312 385 18 37
Fotoğraflar
AA, Cihan, ShutterStock
Baskı Yeri
Özyurt Matbaacılık
Büyük Sanayi 1. Cadde Süzgün Sok.No:7 İskitler Ank.
Tel : 0.312 384 15 36 - Fax : 0.312 384 15 37
Stratejik Düşünce Entitüsü Çetin Emeç Bulvarı
A. Öveçler Mah. 4. Cad.1330 Sok.
No: 12 Çankaya / ANKARA / Türkiye
T: 0312 473 80 45 - F: 0312 473 80 46
www.sde.org.tr
Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce
Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat
Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek
kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden izin
alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden
yayımlanamaz. Bu dergide yer alan SDE’nin
kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli’nin
çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler,
yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır;
SDE’nin kurumsal
görüşünü DÜŞÜNCE
temsil etmemektedir.
| NİSAN 2012
2 STRATEJİK
51
Aydın BOLAT
Arap Devriminin Başkenti:
Kahire
Küresel ekonomik kriz, Eylül 2008’de Lehman
Brothers’ın ardından büyük borç yükü
bırakarak batışının ardından domino etkisi ile
Avrupa Birliği krize yakalandı. ABD ile büyük
bir finansal bütünleşme yaşayan Avrupa
Birliği ülkeleri ABD bankalarındaki batık
kredilere yüklüce yatırım yapmışlardı.
15
Yasin AKTAY
Tahrir’den
Siyaset Notları
Birinci kongrenin sonunda ikincisinin konusunu
“Ortadoğu’da değişimin hükümet-dışı aktörleri”
olarak belirlemiştik. ATCOSS 2010’dan sadece
bir ay sonra Arap dünyasında bir devrimler
dizisinin arka arkaya geleceğini hiç kimse
tahmin edemiyordu. Tam da sözkonusu etmek
istediğimiz o aktörlerin aradan geçen kısa bir
süre içinde tarihe bu kadar çabuk ve bu kadar
belirleyici bir müdahalede bulunacaklarını hiç
hesaba katmamıştık.
32
Talip ÖZDEŞ
ATCOSS
Ne İfade Ediyor?
2010’da gerçekleştirilen ATCOSS’da gerek
Türkiye ve gerekse Arap ve İslam dünyası
ile ilgili ele alınan konuların sosyal değişim,
İslam-siyaset ilişkisi, İslam-laiklik ilişkisi,
Türk dış politikası, Türk-Arap ilişkileri
ve Türkiye’nin Arap ülkeleri ve İslam
dünyasındaki etkileri, Filistin meselesi, İslami
referansa dayalı demokratik rejim, kültürel
kimlik, çoğulculuk ve vatandaşlık gibi konular
üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir.
41
Ergün YILDIRIM
Yeni Ortadoğu, Yeni Sosyal Bilim
Geleneğiyle Anlaşılabilir
Kahire’de düzenlenen ATCOSS-2010,
yüzyılın içinde inşa edilen “bilimsel yalanları”
sorgulayan, buna meydan okuyan ve bu
bilimsel yalanların inşa ettiği ön yargı
duvarlarını yumruklayan bir ruhla yapıldı.
Sosyal bilimcilerin değişik meslek grupları,
artık bu yüzyıllık yalanın dışına çıkarak
bakmaya başlamışlardı. Hegemonyanın
varlığını Arap ve Türk ötekileştirmelerini
aşarak yapıyorlardı.
İÇİNDEKİLER
44
05 ATCOSS 2012, Kahire: Devlet Dışı Aktörler
ATCOSS’un ve
Tahrir’in Ülkesi: Mısır
İspanya’da 1939’da bir iç savaş
sonucunda başlayan baskıcı Franco
dönemi, bu dönemin kudretli lideri
General Franco’nun 20 Kasım 1975’te
ölmesiyle birlikte sona erdi. Bu otokratik
dönemin sona ermesiyle birlikte
İspanya’nın demokratikleşme süreci de
başladı.
56
SD Haber
Ahmet ÜNAL
15 Tahrir’den Siyaset Notları
Yasin AKTAY
21 Tahrir Ruhu Kalıcı Olabilecek mi?
Birol AKGÜN
25 Oryantalist Perspektif ve ATCOSS Girişimi
Ahmet UYSAL
28 Açık Toplum Karşıtları ve Ortadoğu’daki Dönüşümler!
Kudret BÜLBÜL
32 ATCOSS Ne İfade Ediyor?
Talip ÖZDEŞ
Ahmet ŞAHBAZ
37
Mısırlı Duayen Türkolog Al-Katory: “Birbirimizi Yeniden Keşfediyoruz”
Röportaj
‘TL’ Saygınlığın
Simgesidir
41 Yeni Ortadoğu, Yeni Sosyal Bilim Geleneğiyle Anlaşılabilir
Ergün YILDIRIM
TL’nin yeni simgesi oldukça yeni, lakin
yerli yersiz her türlü tartışmaların odağına
oturdu. Neye benzediği ve çağrışım
yaptığı şeyler muhakkak önemli, fakat
daha önemli olan husus TL’nin günümüz
ekonomik konjonktüründe eski imajından
sıyrılmaya çalışmasıdır. Simgesi önemli
çünkü değişen Türkiye’nin vizyonuna hitap
eden, bir şekil olması gerekir.
44 ATCOSS’un ve Tahrir’in Ülkesi: Mısır
64
60 İspanya Ekonomisi Krizin Eşiğinde mi?
51 Arap Devriminin Başkenti: Kahire
Aydın BOLAT
56 ‘TL’ Saygınlığın Simgesidir
Ahmet ŞAHBAZ
Dilek YİĞİT
Röportaj
Lewis: Türkiye IMF’nin
Önemli Bir Üyesi
“Türkiye’nin görüşlerinden bölgesel ve
küresel ekonomik konularda ve IMF ile
küresel ekonomik ve para sistemine ilişkin
konularda daha fazla yararlanacağız”
diyen IMF Türkiye Daimi Temsilcisi Mark
Lewis, küresel krizin yapısını, kriz ve Avro
bölgesini, Türkiye-IMF ilişkilerini ve IMF’in
üstlenmesi gereken yükümlülükleri SDE’ye
değerlendirdi.
88
Ahmet ÜNAL
64 Lewis: Türkiye IMF’nin Önemli Bir Üyesi
Röportaj
67 Devrimin Devirdikleri: Tunus’ta Ekonomik Durum
Saliha ERGÜN
71 Güney Koridorunda Rekabet
Nermin MAMMADOVA
75 Yazılımda, Türkiye Bir Başarı Hikayesi Olamaz mı?
Gülara TIRPANÇEKER
81 Emek ve Sermayeyi -Yeniden- Düşünmek
Murad TİRYAKİOĞLU
86 Kaosla Kozmos Arasında Türkiye, Bölge ve Dünya
Cemil YÜCEL
Eğitim Sistemi Tartışmaları ve
Çeşitliliğe Saygı Modeli
Ülkemizde tek tip kademelendirme
mantığının bir gereği yoktur. Hangi
sınıfların hangi kademelerde olması
gerektiğinden ziyade tartışılan
konu kademelerin kesintisiz olup
olmayacağıdır. İsteyenin kesintili modele
isteyenin kesintisiz modele çocuklarını
göndermesine izin verecek bir model
oluşturulması ise hiçte zor değildir.
Murat YILMAZ
88 Eğitim Sistemi Tartışmaları ve Çeşitliliğe Saygı Modeli
Cemil YÜCEL
98 SDE Heyeti Uzlaşma Komisyonuna Yeni Anayasa Önerisini Sundu
SD Haber
100 Alevi Çalıştaylarının Sonuçları SDE’de Değerlendirildi
SD Haber
103 Türkiye, Çin, Rusya ve İran’ın Suriye Perspektifleri
SD Haber
106 Suriye’nin Dostları Toplantısı ve Çin’in Tutumu
Erkin EKREM
ATCOSS
4
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
SD Haber
ATCOSS 2012, Kahire:
Devlet Dışı Aktörler
Arap – Türk Sosyal Bilimler
Kongresi’nin ikincisi
(ATCOSS 2012) 17-19 Mart
2012 tarihleri arasında
Mısır’ın Başkenti Kahire’de
toplandı. Stratejik Düşünce
Enstitüsü (SDE) ve Kahire
Üniversitesi işbirliğiyle
düzenlenen Kongre’ye
bu yıl Kahire Üniversitesi
evsahipliği yaptı. Bu
yıl ATCOSS ‘Devlet Dışı
Aktörler ve Ortadoğu’nun
Sosyal, Ekonomik ve Siyasi
Dönüşümü’ sloganıyla ön
plana çıktı.
K
oordinatörlüğünü Doç. Dr.
Ahmet Uysal ve Kahire Türk
Çalışmaları Merkezi (KATAM)
Direktörü Dr. Tarek Abdel-Galil’in
yaptığı
Kongre’nin
Danışma
Kurulu’nda; Türkiye’den Prof. Dr.
Birol Akgün, Prof. Dr. Hacı Duran,
Prof. Dr. Mehmet Şişman, Prof. Dr.
Mahfuz Söylemez ve Prof. Dr. Şinasi
Gündüz, Mısır’dan Prof. Dr. Qasem
Abdu Qasem, Prof. Dr. Heba Raof,
Prof. Dr. Mohamed Elsayed Saleem
ve Prof. Dr. Ahmed Zayed’in yanısıra Prof. Dr. Gamal Amr Sabet (Finlandiya) Prof. Dr. Fadel Bayat (Irak),
Prof. Dr. Mazen Mutabbagany (Saudi Arabia) ve Prof. Dr. Juan Cole
(USA) bulunuyor.
Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Beşir
Atalay’ın açılış konuşması yaptığı
Kongre’ye başta Türkiye ve Arap
dünyasından olmak üzere ABD ve
Avrupa’dan da konuyla ilgili yetkili
ve uzmanlar katıldı.
Arap Baharı’nın Türk ve Arap dünyasındaki etkileri ve sonuçları ATCOSS 2012’de tartışıldı. Birincisi
2010 yılında toplanan ATCOSS yerli
ve yabancı kamuoyunun yanısıra
akademik çevrelerde ilgiyle izlenmiş, yaklaşan Arap Baharı’nın ilk
izleri olarak yorumlanmıştı.
“Türk ve Arap Akademisyenler
Arasında Doğrudan Diyalogun İlk
Adımı!” sloganıyla 2010 yılında ilki
düzenlenen ATCOSS; Türk ve dünya
kamuoyunda geniş yankı uyandırmıştı. Kongreye katılmak üzere 500
kadar müracaat yapılmış, bu müracaatlar arasından 200 tebliğ kabul
edilmişti. Ankara Vilayetler Evi’nde
başlayan ve TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi’nin 5 ayrı toplantı salonunda devam eden Kongre’yi
yurt içinden ve 30 farklı ülkeden 3
bin’in üzerinde akademisyen, gazeteci ve öğrenci izlemişti.
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
5
Kongre Sonuç Bildirisinde, “Arap
dünyasında Türkler hakkındaki;
Türkler arasında Araplar hakkındaki popüler algıların artan ilişkileri
olumlu yönde etkilemeye yüz tuttuğu, ama bu ilişkilerin daha esaslı
ve popüler düzeyin de ötesinde bir
akademik derinliğe kavuşturulması
gerektiği” ifade edilmişti.
Açılış Konuşmaları
Kahire Üniversitesi College of Economic and Political Sciences binasında Festivals Hall’da, saat 09.00’da
başlayan programda açılış konuşmaları; ATCOSS-2012 Eşbaşkanları
SDE Başkanı Prof. Dr. Yasin Aktay
ve Kahire Üniversitesi Medeniyet
Çalışmaları Merkezi (Center for Civilization Studies and Cultures Dialogue) Koordinatörü Dr. Pakinam El
Sharkawy ile SDE Uzmanı ve ESOGU Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ahmet
Uysal’ın sunumlarının ardından, Kahire Üniversitesi Rektör Yardımcısı
(Vice President of Cairo University)
Prof. Dr.Heba Nassar, Mısır’ın Bilimden Sorumlu Bakanı Prof. Dr. Nadia
Zakhary, Filistin Gençlik, Spor ve
Kültür Bakanı Dr. Mohammed Elmadhoun ve T.C. Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Beşir Atalay tarafından
gerçekleştirildi.
ATCOSS Koordinatörü Doç. Dr. Ahmet Uysal, konuşmasında Türkiye
6
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
ile diğer Arap ülkeleri arasında kültürel ve ekonomik ilişkilerin büyük
olduğuna değinerek ATCOSS’un
büyük bir fikir alış verişi olduğunun ve aynı zamanda Arap ve Türk
dünyaları arasında bir köprü görevi
gördüğünün altını çizdi. Uysal aynı
zamanda Ortadoğu’da STK’ların
etkin bir şekilde çalışıyor olduğunu
belirtti ve STK faaliyetlerinin artması gerektiğine dikkat çekti.
ATCOSS Eşbaşkanı Prof. Dr. Pakinam El Sharkawy; “Sosyal bilimciler,
toplumu aktive etmek için çalışıyorlar. Başbakan Yardımcısı Sayın Beşir
Atalay’ın ATCOSS’a katılması ve
desteklemesi bizim için çok önemli. Sosyal bilimciler olarak bir birlik
içinde olmamız yadırganmamalı.
İlki Ankara’da düzenlenen ATCOSS
ile bugün başladığımız toplantı
arasında geçen zaman içinde birçok devrim yaşandı. Bu ATCOSS’ta
ise STK’ların rolünü tartışacağız.
Akademisyenler ve düşünürler derin bilimsel konular üzerinde fikir
alışverişi yapacaklardır. ATCOSS’a
akademisyenlerin katkı sağlaması
çok önemli. Yasin Aktay’a ve Türkiye’deki partnerlerimize teşekkür
ediyoruz” diyerek sözü ATCOSS Eşbaşkanı Prof. Dr. Aktay’a bıraktı.
Prof. Dr. Aktay’ın konuşmasının
ardından sözü alan Kahire Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr.
Heba Nassar; “Değişik her alanda
özellikle siyasi yaşamda vatandaş
olarak bizleri ilgilendiriyor. Türk ve
Arap halklarının ortak bir tarihi vardır ve bu tarih içinde pek çok siyasi
ve ticari ilişkileri geliştirecek çabalar
olmuştur. Artık halk daha iyi yaşam
şartları istemektedir” dedi. Nassar,
Kahire Üniversitesi’nin tarihsel olarak desteklediği ayaklanmalara da
değindi ve üniversite öğrencilerinin
ve hocalarının özgürlük ve demokrasi için atılan tüm adımlara destek
verdiğini kaydetti.
Bilimden Sorumlu Devlet Bakanı
Prof. Dr. Nadia Zakhary; “Bu Kongrede Mısırlılar, Türkler ve yabancılar
arasında bulunmaktan memnuniyet duyuyorum. Bu, önceki kongrenin ne kadar başarılı olduğunun bir
alametidir. Türkler, Mısır’da yaşadıkları uzun süre içerisinde de Mısır’ın
kalkınmasına katkı sağladılar. Ümit
ediyorum ki bu kongre karşılıklı çıkarlarımızı arttıracak tavsiyelerde
de bulunur” şeklinde konuştu.
Filistin Gençlik, Spor ve Kültür Bakanı Dr. Mohammed Elmadhoun;
“Hep beraber bu güzel ortamda
bulunmaktan gurur duyuyoruz
ve bir yandan da mekanın şerefini
yaşıyoruz. İçinde bulunduğumuz
salonda pek çok tarihi gelişmeler
yaşanmıştır. Özgürlük, eşitlik, adalet ve kalkınma temelli düşüncele-
Prof. Dr. Yasin Aktay’ın
Konuşma Metni;
“T.C Başbakan Yardımcısı, Mısır Bilimden Sorumlu Bakanı, Türkiye,
Mısır ve dünyanın birçok yerinden
kongreye katılan çok değerli akademisyenler, hanımefendiler, beyefendiler. Bugün ikincisini gerçekleştirmek üzere toplandığımız, Arap
Türk Sosyal Bilimler Kongresine hoş
geldiniz. Şeref verdiniz.”
“Geçtiğimiz yıl Ankara’da birinci ATCOSS için toplanmamızdan sadece
bir ay sonra Arap dünyasında devrimler dizisinin arka arkaya geleceğini hiç kimse tahmin edemiyordu.
Mısır, Tunus ve Libya’dan katılımcıların hepsi kendi ülkelerindeki demokrasi açığını fazlasıyla vurguluyorlardı. Hepsinde açık bir arayışın
izleri görünüyordu.”
“Yönetimlerin devredilebilirliği, hesap verebilirliği, hukukun üstünlüğü, demokrasinin önemi, yönetimde ve toplumsal ilişkilerde yozlaşmanın tehlikeli boyutları üzerine bir
dizi tebliğ dinledik o zaman. Bütün
bu tebliğler aslında her biri kendi
ülkelerinde bir değişimi özlerken
aynı zamanda bu değişimi, bu arayışı haber de veriyordu.”
“Belki bundan dolayı o zaman
her yıl toplamayı düşündüğümüz
ATCOS’ın ikincisini Kahire’de “Ortadoğu’daki değişimin yeni ve hükümet dışı aktörleri” olarak belirlerken
bu yeni aktörlerin sadece bir ay
sonra büyük bir dönüşümü başlatacağını kimse hesaplayamıyordu.
Ancak bir değişim talebi, arzusu,
iştiyakı kendini o zaman bile hissettiriyordu.”
“ATCOSS düşüncesi belki bu açıdan
toplandığı ilk seferden itibaren işlevini yerine getirmeye başlamış
oldu. Değişimin izlenebileceği,
adının konulabileceği ve belki de
yönünün tahmin edilebileceği tabloyu görünür hale getirdi.”
“Değerli
misafirler,
birinci
ATCOSS’da da dedik ki, İslam dünyası şimdiye kadar sosyal bilimin sa-
dece nesnesi oldu. Hakkında bilim
yapılan, hakkında yapılan bilim üzerinden tanımlanan ve tanımlandığı
ölçüde de üzerinde söylemsel de
olsa bir iktidar kurulabilen bir dünya oldu. Sosyal bilimlerde ve giderek bütün literatürde adına Ortadoğu dendi. Bu isim bizzat Müslüman
toplumlar tarafından da benimsendi. Oysa kimin doğusuydu, kimin
Ortadoğusuydu Müslüman coğrafya? Aynı toplumlara “gelişmekte
olan ülkeler” denildi. “Geri kalmış
ülkeler” denildi. “Tarihsiz toplumlar”
denildi. “Tarihe geç kalmış toplumlar” denildi. “Sivil toplumu olmayan,
devrimler yaşayamayan, kaderci ve
kaderine razı toplumlar” denildi.”
“Tam da bu noktadan itibaren, İslam ile şiddet arasındaki tuhaf ilişkiler yeni sosyal bilim araştırmalarının
konusu olmaya başladı. Bir kez daha
İslam tanımlanmaya, Müslümanlar
bir kalıba sığdırılmaya çalışılmaya
başlandı. İslam toplumları üzerine
şimdi yapılmakta olan yığınla çalışma çok iyi niyetle yapılıyor da olsa
gelip İslam ve şiddet arasındaki
ilişki üzerinde duruyor. İslam ve demokrasi, İslam ve insan hakları arasındaki ilişkiler üzerinde duruyor.
Gerçi bir bakıma İslam dünyasının
epey zamandır bir şiddet sarmalına
yakalanmış olduğu doğru, ama bu
sarmalın nereden kaynaklandığı da
doğrusu bir sır değil.”
“Bütün bu tanımlar ve tasvirler bir
yandan İslam toplumlarını, Türk
toplumunu, Arap toplumlarını basitçe tasvir etmiyordu, inşa da ediyordu, tanımlarken kurguluyordu.
Yani olanı olduğu gibi resmetmiyordu biraz da olmasını istediği şeyi
ifade ediyordu.”
“Kolonyalizmin İslam dünyasındaki varlığı son iki yüzyıldır hiç eksik
olmadı. Kolonyalizmin başlangıç
zamanlarında İslam toplumları
hakkında üretilen bilginin nasıl bir
oryantalist literatür oluşturduğunu
artık hepimiz daha iyi biliyoruz. Post
kolonyal dönemde ise İslam toplumlarının kendi bilgi paradigmalarını geliştirmekte yeterince atak
davranmış olduğunu söylemek
mümkün değil.”
“Aslında biraz da bu halleriyle, yani
kaderci ve kaderine razı halleriyle
daha sempatik geliyordu, çünkü
hem yönetilmeye daha uygun oluyorlardı, hem de bu halleriyle biraz
“egzotik” görünüyorlardı. Ancak
Müslüman toplumlar itirazlarını
yükseltip daha onurlu, daha bağımsız hareket etme iradesi gösterdikçe
sevimsizleşmeye başladılar.”
“Bu boşlukta Batılı bilim dünyasının doğu ve İslam hakkındaki bilgi
üretimi devam etmiştir, çünkü bu
topraklardaki güç hegemonyaları
hiç yok olmadı. Yine “bilgi” ve “iktidar” arasındaki denklem işlemeye
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
7
devam etti ve “Ortadoğu’nun Ortadoğululaşma” süreci hız kesmeden
devam etti. Bugün Ortadoğu’nun
kendisi hakkındaki bilgiyi üretme
konusundaki gereklilik daha acil
bir hale gelmiştir. Sonuçları akademik dünyadan nispeten daha hızlı
alınan medya dünyasındaki değişimin bugün Ortadoğu toplumlarında nasıl bir bilinç dönüşümüne ve
toplumsal değişime yol açıyor olduğunu hep birlikte gözlemliyoruz.”
“Değerli misafirler, hiç kuşkusuz
medya bugün Ortadoğu’da yaşanmakta olan dönüşümün en önemli
aktörlerindendir. Bir aktör olarak
medya ise kendi içinde de giderek
daha fazla değişmekte ve çeşitlenmektedir. Doksanlı yılların başlarına
kadar en iyi ihtimalle devlet güdümündeki televizyonlara ve yine
devlet gözetiminde çıkmakta olan
gazetelerin oynadığı medya rolü
başkaydı.”
“Bugün ise uydu anten sistemi ile
internet medyasının açtığı yeni
ufuklar, medyayı sosyal değişimin
en önemli aktörleri arasına koydu.
Üstelik bu medya düzenine girmek
alabildiğine kolay. Yeni medya düzeni dolayısıyla eskiden son derece
dar olan bir televizyon eliti bugün
alabildiğine büyümüş ve bu sektörde çalışan insanların sayısı bir hayli
önemli bir rakama ulaşmıştır. Bugün Türkiye’de hemen her ilin en az
bir tv kanalı ve birçok radyosu var.
Bu ortamlarda istihdam edilen insanların toplamı önemli bir tabaka
oluşturuyor. Bu tabakadaki insanların önemli bir kısmı her gün ülkede
cereyan eden olaylarla ilgili kendi
görüşlerini ifade etme ve kamuoyunu etkileme imkanına sahip.”
“İnternet ise basit bir erişimi olan
herkesin girebildiği bir alan artık. Bu
alan kamuoyunun şekillenmesinde
ve giderek politikaların belirlenmesinde hiç hesapta olmayan birilerinin sahneye destursuz bir biçimde
girebilmesine imkan vermektedir.
İnternet ortamı, sosyal medya or-
8
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
tamları sadece yeni sosyalizasyon
kanallarının açılmasına yol açmıyor,
aynı zamanda toplumsal değişimde
bir aktör olma şansını herkesin önüne bir imkan olarak açıyor. Bir matbaanın icadı Avrupa’dan başlayarak
okuryazarlığın kitlelere ulaşmasını,
oradan da eskiye nazaran çok daha
kalabalık kesimlerin tartışmaya dahil olmalarını sağladıysa, bugün çok
daha büyük çaplı devrim internetin
yaygınlaşması sayesinde mümkün
olabilmektedir. İnternet böylece
önemli bir kamusal alan işlevini yerine getirmektedir.”
“Ancak sözün burasında, internetin
nasıl bir kamusal alan olduğunu
ve değişim sürecinde nasıl bir rol
oynadığını doğru anlamalıyız. Arap
baharı sürecinde sıkça duyduğumuz bir değerlendirme devrimlerin internet tarafından yapıldığıdır.
Açıkçası, internetin devrimdeki
rolünü gereğinden fazla vurgulamak devrimin ardındaki sosyolojiyi
ihmal etmeye yol açmaktadır. Ayrıca internet teknolojinin bir simgesi olarak kullanıldığından, bu tür
açıklamalar devrimin ardında Batılı
güçler var demenin başka bir ifadesi oluyor. Bu da doğuluların kendi
başlarına devrim yapamayacaklarını ve bir devrim varsa bunun mutlaka batıdan geldiğini söyleyen batı-merkezli bir varsayımı tekrarlamış
oluyor. Oysa internet bir medyadır,
devrim ise bir iradedir. Bu iradeyi
sergileyecek bir halk olmasa hiç bir
teknoloji fayda etmez.”
“Doğrusu yine devrimin başından
itibaren duyduğumuz daha basit
bir açıklamanın biraz daha karmaşık bir biçimidir bu. Devrimin ardında sürekli başka güçler, bilhassa
Batılı güçler aramak, insanların kendi başlarına bir şey yapamayacaklarına ve ne olup bitiyorsa her şeyin
ardında bir üstün Batılı olduğu yönünde batıl bir itikada dayanıyor.
Esasen sosyal bilimlerde her şeyi
önceden tedbir ve idare eden bu
kadar büyük bir güç vehmetmek
eşyanın tabiatına aykırıdır. (Ayrıca
İslam itikadına da aykırıdır) Zira bu
kadar büyük bir güç vehmetmek bir
tür kadercilik de üretiyor ve insanın
sosyal hadiselerde bir aktör, bir fail
olma gücünü de tüketiyor.”
“Nasıl olsa her şey bir “büyük güç”
tarafından yapılıyor olduğuna göre
bizim hiç bir şey yapmamıza gerek
yok. Nasıl olsa ne yaparsak yapalım
o büyük gücün büyük hesabına
alet olmaktan başka bir şey yapmış
olamayız. Oysa değişim için gerekli
olan en önemli şey iradedir ve irade insanı insan yapan en önemli
özelliktir. Ve insan iradesinin değiştirmeyeceği hiç bir şey yoktur. Yüce
Allah’ın buyurduğu gibi “bir kavim
kendi nefsinde olanı değiştirmedikçe Allah onu değiştirecek değildir”.
“Bu kongrenin alt konusunu o yüzden “değişimin aktörleri” koymayı
tercih ettik. Bununla aslında hem
sosyal bilimlerde var olan ve toplumların iradesini küçümseyen yaklaşımları sorgulamayı tercih ettik.
Bu konuyu belirlediğimizde daha
devrim olmamıştı. Devrim çok şükür bu düşüncemize çok erken bir
biçimde olumlu bir karşılık vermiş
oldu.”
“Gerçekten kendini değiştirmeye
azmeden o küçük aktörlerin nasıl
asıl belirleyici aktörlere dönüşebildiğini gösterdi. Böylece kendinde
olanı değiştiren bir kavmi Allah’ın
nasıl değiştirdiğine de yakından
şahit olduk. Üç gün devam edecek
kongrede sunulacak yüzün üstünde tebliğde bu sürecin detaylarına
vakıf olacağız.”
“Kongrenin Arap-Türk akademisyenler arasında yeni iletişim köprüleri tesis etmesini ve nihayetinde
halklar arasında da bir bütünleşmeye hizmet etmesini Cenab-ı
Allah’tan diliyorum.”
“Kongreyi şereflendirdiğiniz için hepinize çok teşekkür ediyor, hürmet
ve muhabbetlerimi sunuyorum.”
yerler Tahrir’i izlemeye, onu model
almaya başladı. Dünya medeniyet
yarışında her zaman bayrağı ön saflarda tutmuş olan Mısır halkı bir bakıma yavaş girdiği 21. yüzyılın ikinci
sonundan itibaren adeta tarihe
böylesine muhteşem bir hareketle
yeniden geri dönmüş oldu. Mısır’ın
nezdinde dünyada özgürlük mücadelesi gösteren bütün Arap kardeşlerimi bütün kalbi duygularımla
tebrik ediyorum ve kutluyorum.”
Başbakan Yardımcısı Prof.
Dr. Beşir Atalay’ın Konuşma
Metni:
“Değerli bakan arkadaşlarım, Kahire
Üniversitesi’nin değerli üyeleri, akademisyenler, hanımefendiler, beyefendiler, öncelikle sizi en samimi
duygularla selamlıyorum, sevgi ve
saygılarımı sunuyorum. Mısır’da bu
kadim medeniyetlere ev sahipliği
yapmış bir ülkede sizlerle birlikte olmaktan büyük bir mutluluk duyduğumu ifade etmek istiyorum.”
“Arap-Türk
Sosyal
Bilimler
Kongresi’nin ikincisini yapmak üzere toplandığımız bu özel gün gerek
içinde bulunduğumuz şartlar açısından gerek Türk-Arap ilişkilerinin
aldığı konum bakımından büyük
önem taşıdığı kuşkusuzdur. Birincisi 2010 yılının başlarında Ankara’da
düzenlenmişti. Ben de yine toplantının açılışına katılmıştım. Bir anlamda biraz da ev sahipliği yapmıştım.
Kongre çok verimli ve başarılı geçmişti. Şimdi bunun ikincisini Mısır’ın
ev sahipliğinde yapıyoruz. Dönüp
şöyle bir arkamıza baktığımızda, iki
toplantı arasında çok zaman geçmedi aslında. Sonuçta sadece 15
ay geçmiş ama bakın bu esnada bu
coğrafyada ne kadar büyük değişimler gerçekleşmiş onu görüyoruz.
Doğrusu bu açıdan baktığımızda
bu sosyal bilim kongresinin tarihe
tanıklık etme şansı yakalamış olmasından dolayı ne kadar mükemmel
bir tabana denk düştüğünü görüyoruz.”
“Bu iki kongre arasında gelişen olaylar aslında bu iki kongrenin de konusunu oluşturmaktadır. Tarihin bu
kadar yakınına yaklaşmak, tarihsel
değişimin tam ortasında olaylara
tanık olmak her sosyal bilim kongresine ve her sosyal bilimciye nasip
olmaz. Bu sosyal bilimler kongresine katılan arkadaşlarımız gerçekten
çok büyük bir tarihe kendi şahısları
açısından da şahitlik ediyorlar.”
“Tabi bu iki kongre arasında Arap
dünyası çok büyük bir dönüşüm
sürecinden geçmiş bulunuyor. Ara-
dan sadece 15 ay geçmiş olmasına
rağmen bugün Arap dünyasında
yaşananların sosyolojisini yapmak
bile başlı başına önemli bir iş. Yani
çok iyi analizlerin yapılması gerekiyor. 15 ay önce bu kongrede sunulan tebliğlerin konuları ile bugün
burada sunulacak olan tebliğlerin
konuları arasındaki bir karşılaştırma bile yeterince ilginç olacaktır. Ve
bunu yapın.”
“Biz uygulamalı sosyal bilimlerde,
sosyolojide önemli toplumsal hareket dönemlerini bir fırsat olarak görüyoruz. Bu sosyoloji tarihinde de
böyle görülmüştür. Dikkat edilirse
en önemli sosyolojik görüşler toplumların önemli anlarını, değişim
anlarını yakalayabildikleri zamanlarda ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu
coğrafyaların sosyal bilimcileri için
de çok zengin bir malzeme bulunuyor şu anda. Yeter ki bunları çalışacak, bunlar üzerinde yoğunlaşacak
bilim adamları oluşsun. Ben öncelikle bu değişimin hayırlı olmasını
diliyorum. Böyle bir değişimi gerçekleştirme iradesi sergileyen Arap
ülkelerinin halklarına en derin hayranlığımı, şükranlarımı ve tebriklerimi bu vesile ile bir defa daha ifade
etmek istiyorum.”
“Bugün Tahrir ismi batıda da yaşanan özgürlük arayışlarının markası
haline geldi. O yüzden Avrupa’da,
Amerika’da ve başka yerlerde demokratik taleplerin reddedildiği
“Türkiye baştan itibaren Mısır’ın
Tahrir’ini gururla izlemiştir. Burada
yaşananları gelişmeleri inceledik.
Özgürlük meşalesinin bütün ihtişamıyla alev almasından büyük bir
sevinç duyuyoruz. Tahrir’de yanan
meşalenin halkın iradesi olduğunu
çok yakından gördük ve tanıdık.
Türkiye’de yaşayan insanların kalbi, o yüzden Tahrir’deki kardeşleri
ile beraber atmaktadır. Bu duruş
Arap-Türk kardeşliğinin daha da
pekişmesi için çok önemli bir vesile olmuştur. Ben özellikle değerli
konuklar, Mısır’lı kardeşlerime şu
cümlelerle burada bu tarihi Kahire
Üniversitesi’nin salonunda seslenmek istiyorum; Tahrir’de başlayan
devrim sürecinin Mısır’da insan hak
ve hürriyetlerine saygılı demokratik
bir nizamın kurulmasıyla sonuçlanması sadece Mısırlı kardeşlerimizin
değil, tüm ülkenin geleceğine hizmet edecektir.”
“Türkiye olarak din ve dinin hayat
verdiği bereketli topraklarda insanlığın kültüre, ilmi, felsefi ve sanatsal
dünyasına önemli katkıda bulunan
Mısır halkının bu hassas süreci başarıyla tamamlayacağına ve demokratik Mısır’ın daha güçlü daha
müreffeh bir ülke haline geleceğine
yürekten inanıyoruz.”
“Mısır halkının demokrasiye geçiş
sürecinden bugüne kadar kaydettiği önemli mesafe bu inancımızı
kuvvetlendirmektedir. Bu çerçevede halk ve şura meclisi seçimlerinin başarıyla tamamlanması ve
parlamentonun yasama faaliyetlerine başlamasını büyük bir memnuniyetle karşılıyoruz. Yeni anayasa
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
9
yapım çalışmalarında ve cumhurbaşkanlığı seçiminin en kısa sürede gerçekleştirilerek sivil yönetime
geçiş sürecinin başarıyla tamamlanmasını temenni ediyoruz. Ve bu
sürecin çok uzamaması gerektiğine
inanıyoruz. Geçiş sürecinin uzun
sürmesi daima özellikle ekonomide
sorunları arttırır. Biran önce seçilmiş
parlamentonun içinden çıkan yeni
hükümetin işbaşı yapması çok büyük önem taşımaktadır.”
“Değerli konuklar, Akdeniz Arap ve
İslam kültürlerinin buluşma noktası olan Mısır’ın köklü medeniyet
mirası, devlet geleneği, çok yönlü
ve çok kültürlü yapısı önemli roller
üstlenmeye muktedirdir. Bu nedenle Türk ve Mısır
dostluğunun
önümüzde ki dönemde
daha da derinleşmesi ve
güçlenmesini
arzu ediyoruz.”
“G e ç t i ği m i z
yıl Sayın Cumhurbaşk anımızın ve Sayın
Başbakanımızın Kahire’ye
gerçekleştirdikleri başarılı
ziyaretler bu
arzumuzun
Mısırlı
kardeşlerimiz
tarafından da paylaşıldığını ortaya
koymuştur. Türkiye ile Mısır’ın İslam
coğrafyasının ve bu bölgenin iki
büyük gücü ve devleti bu ikisi arasındaki dostluk ve işbirliği sadece
kendi halkımızın değil, Ortadoğu
ve Afrika’daki diğer ülkelerin refah,
huzur ve istikrarına da katkıda bulunacaktır. Bu bakımdan önümüzdeki
dönemde hedeflerimizi yükselterek
çalışmalarımızı sürdürmemiz gerekmektedir.”
“Sayın Cumhurbaşkanımızın Eylül
ayındaki ziyareti sırasında faaliyete
geçirdiğimiz Ortak İşbirliği Konseyi bu doğrultuda yeni bir işlev
10
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
görecektir. Türkiye bu güne kadar
olduğu gibi gelecekte de Mısır’ın
yanında yer almaya, kardeş Mısır
halkıyla dayanışma içinde hareket
etmeye devam edecektir. Hatta
biz şuna inanıyoruz; bundan sonra
kardeş Mısır ile aramızdaki ilişkiler
daha da gelişecektir. Son 50 yılda
maalesef ilişkilerimizde istediğimiz
kadar gelişme olmamıştır. Bundan
sonra daha yakın bir işbirliği içinde
olacağımıza inanıyoruz. Aramızda
kardeşlik ve bu süreç içinde, yardımlaşmamızda inşallah artacaktır.”
“Değerli kardeşlerim esasen bir şeyi
daha burada ifade etmek istiyorum.
Türkiye’nin Ak Parti iktidarında geçen son on yıllık dönemi Türk-Arap
ilişkilerinin her yönüyle büyük bir
ivme kazandığı ve neredeyse yüzyıllık karşılıklı ihmalin yarattığı uzaklaşmaların kapanmaya başladığı bir
dönem olmuştur. Ak Parti olarak biz
bu ilişkilerin geliştirilmesinin bölgesel değişim, gelişme ve bütünleşmenin sağlanmasında önemli
bir rol oynayacağını bildik ve bu
ilişkileri geliştirmek için azami gayret sarf ettik. İçinde bulunduğumuz
süreçte aynı tarih, medeniyet ve
toplumsal kökenlerden gelen Türk
ve Arap toplumları olarak hem devletler düzeyindeki ilişkilerin hem de
halklar düzeyindeki ilişkilerin çok
yönlü gelişmesi bağlamında büyük
atılımlar attık.”
“Tabi dış müdahaleler, karşılıklı
ön yargılar ve en genel deyimiyle
söylendiğinde farklı tercihler, yönelimler dolayısıyla oluşan derin
kopuş yerini yavaş yavaş tarihsel ve
kültürel bütünlüğün yeniden hissedildiği bir buluşma ve kaynaşmaya
bırakmaktadır. İşte bu birliktelikler
de buna vesile olmaktadır. Bu bakımdan Arap – Türk Sosyal Bilimler
Kongresi’nin “Ortadoğu’da değişimin aktörleri olarak sivil toplum
teşekkülleri” başlığıyla düzenlenen
bu programda söz konusu buluşma ve kaynaşmanın daha kalıcı
hale gelmesine yönelik isabetli bir
arayış olarak
görülmelidir.
Tabi ki kongre
aynı zamanda
her iki toplumun arasındaki birlikteliği
sağlamaya
dönük çabaları
da içermeli ve
bu birlikteliğin
sağlam temeller üzerine inşa
edilmesi için
gerekli olan
muhtevayı da
üretmeye çalışmalıdır.”
“Biliyoruz ki
dünyadaki değişimde devletler, hükümetler artık
tek belirleyici aktörler değildir. Aksine daha az belirleyici aktörlerdir.
Ülkeler arasında ilişkilerin geliştirilmesinde hükümetler arasındaki ilişkiler önemli olsa da bunun, halkların kaynaşmasıyla pekiştirilmesi zarureti vardır. Kuşkusuz bu noktadaki
en büyük sorumluluk sivil toplum
kuruluşlarına bilhassa toplumlar
arasında iletişim köprüleri kurmak
bakımından sosyal bilimcilere düşmektedir. Ben birinci kongrede de
söyledim sosyal bilimlerin, sosyal
bilimcilerin gücüne çok inanıyorum. Ve dünyanın değişim tarihine
bakarsanız da bunun böyle olduğunu görürsünüz. Bir coğrafyada, bir
ülkede yaşayan sosyal bilimcilerin
bu manada bir defa daha düşünmeleri ve biraz daha gerçekten aktif
duruma gelmeleri gerekmektedir.”
“Gerek Arap baharı beklentilerinin
yarattığı yeni konjonktür gerekse
küresel ölçekte yaşanan değişim
süreci karşımıza birçok fırsat alanı
çıkarmıştır. Bu süreci bunun için çok
dikkatli incelememiz gerekmektedir. Bu yeni risk ve fırsat alanlarını
Türk- Arap ülkeleri ve toplumları
arasında oluşturabileceği muhtemel avantaj ve dezavantajları da o
teknik ve bilimsel yöntemler içinde
daha araştırılması, ortaya çıkarılması çok büyük bir ihtiyaçtır. Ve artık
bizler aynı medeniyetin mensupları ve tarihin en başat inşa edici
özneleri olarak –Türkiye ve Mısır’ı
özellikle kastediyorum- pasif bir
izleyicilikle yetinemeyiz. Artık sürece doğrudan müdahale yapacak
şekilde kendi söylemsel gücümüz
açığa çıkartmak zorundayız. Burada
tabi sosyal bilimci arkadaşlara şunu
ifade etmek istiyorum; hepimizin
kaygıları aslında geçen süreç içinde daha çok batılı düşünce kalıpları
ve yöntemleriyle kendi sorunlarımıza yaklaştık. Biraz önce burada
konuşan Yasin Bey kardeşimin de
ifade ettiği gibi kendi coğrafyamıza,
kendi şartlarımıza özgü kendi çalışmalarımızla yeni paradigmalar, yeni
bakışlar üretmek zorundayız. Sosyal
bilimlerin belki geleneksel kuramsal tanımlar içinden biraz çıkarak
kendi gerçeklerimizi ön plana getiren ama alanı çok önemseyen yeni
çalışmalara ihtiyacımız var. Belki
benim kendi gördüğüm İslam ülkelerinde, Ortadoğu ülkelerinde, kendi ülkelerimizde sosyal bilimcilerin
çok özgün olamayışında temel bir
faktör olarak bunu görebiliriz. Yani
verilen hazır kalıpları, teorik kalıpları daima veri olarak alıyoruz. Onun
dışına fazla çıkamıyoruz. Hâlbuki
daha özgün bir veri üretme çabası
içinde olmalıyız.”
“Sonuç olarak şunu ifade etmek istiyorum. Bugün bu kongre vesilesiyle büyük bir memnuniyetle şunu
görüyorum ki aynı medeniyet havzası içinde yer alıp, aynı dine inanan
ve ortak bir geçmişe sahip olan dost
ve kardeş ülkeler arasındaki ilişkilerin mümkün olabildiğince ideal bir
şekilde gelişmesini sorun edinen
coşkulu bir sivil toplumla karşı karşıyayız. Zaten bu bölgede devletlerden ve resmi taleplerden çok halkın
talebi vardır. Şimdi siz bu sosyal bilimciler olarak halkın taleplerine tercüman oluyorsunuz. Burada şunu
da ifade etmek istiyorum. Birincisinde Arap dünyasından çok katılım
vardı. İkincisinde Türkiye’den daha
çok katılımın olduğunu görüyorum.
Bu çalışmalar sabırla yürütülürse,
kurumsallaşırsa sonunda birliktelikleri görürüz ama bunu istikrarla sürdürmek gerekiyor. Ülkeler arasında,
bilim adamlarının arasında bağlar
gelişiyor. Dolayısıyla her sene istikrarla bu toplantıyı yapmak gerekiyor. Biz inşallah bu toplantının
sürekli yapılmasına daima destek
olacağız.”
“Bu vesileyle ben şunu da ifade
edeyim. Bu çalışmalar siyasetçilere yön verecek. Yani siyasetçileri
bilgilendirecek. Yani sivil toplum
hareketliliği ne kadar fazla olursa
bu resmi kuruluşları daha da fazla
zorlayacaktır. Ben yine bu vesileyle
bu kongreyi düzenleyen Stratejik
Düşünce Enstitüsü ile Kahire Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları
Merkezi’ne çok teşekkür ediyorum.
Çok hayırlı bir çalışma yürütüyorlar. Beni de her iki toplantıda hem
bir siyasetçi olarak hem de bir sosyal bilimci olarak dâhil ettikleri için
burada bulunmaktan büyük memnuniyet duyduğumu ifade etmek
istiyorum. Ama konuşmamı bitirmeden Türkiye pratiğine de kısaca
değinmek istiyorum. Bunu burada
sizinle, sosyal bilimcilerle paylaşmaktan büyük bir memnuniyet duyuyorum. Biz Türkiye’de siyaset pratiğini sosyal bilimlerle yürüten bir
partiyiz. Mensubu olduğum Ak Parti hükümetlerinde güçlü bir sosyal
bilim zeminin olması önemlidir. Biz
parti olarak çok araştırma yapıyoruz. Çok sosyolojik analizler yapıyoruz. Toplumsal zeminle partimizin
irtibatlarını daima iyi araştırmalarla
dizayn ediyoruz. Bunun gibi ciddi
ve güçlü bir stratejiyle ancak uzun
vadede sonuçlar alıyoruz.”
“Bizim partimizin en önemli özelliği hiçbir şeyi tesadüfe bırakmamasıdır. Çok iyi çalışarak, kısa, orta
ve uzun vadeli planlar yaparız. Yani
mutfağımız iyi çalışır. Ben o mutfağı
çok seviyorum. O mutfakta partinin kuruluşundan beri bulundum.
Biz şimdi bile her ay Türkiye geneli
çok ciddi sosyolojik araştırmalar
yapıyoruz. Yaptığımız işlerin hepsini bu vesileyle halkın denetimine
tabi tutuyoruz. Ve her şekilde toplumun daha fazla desteğini alıyoruz.
Yani bu belki bizim partimizin hem
Türkiye’de hem diğer ülkelerde diğerlerinden ayıran en önemli farklardan birisidir. Biz toplumsal nabzı
çok iyi tutmaya çalışıyoruz. Sadece
toplumsal nabzı değil aynı zamanda kendi medeniyet değerlerimizi,
kültür değerlerimizi, kendi geleneklerimizi bölge ülkeleri ile olan ilişkilerimizi çok daha derin analizlerle
yürütmeye çalışıyoruz. Hiçbir şeye
yüzeysel bakmadık ve bakmıyoruz.
Elimizdeki araştırmaların hepsini
değerlendiriyoruz. Son olarak bütün içtenliğimle şunu ifade etmek
istiyorum değerli kardeşlerim bu
coğrafyanın Arap ülkelerindeki
Arap baharının getirdiği İslam bölgesindeki sorunların, Filistin, Gazze’deki sorunların ve her yerdeki
sorunlarımızın çözülmesinde bu
toplantıların ortaya çıkaracağı görüşler, raporlar, analizler yardımcı
olacaktır. Ben bir daha size teşekkür
ediyorum ve bu toplantının verimli
geçmesini diliyorum. Hepinizi en
derin saygı ve sevgilerimle selamlıyorum.”
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
11
re ön ayak olan pek çok kimse bu
binadan çıkmıştır. Şu anda Türk ve
Arap tüm sosyal bilimciler bir araya
gelmiş bulunmaktayız. Bölgede ve
coğrafyada siyasi değişim ve dönüşümü görüyoruz ve tanıklık ediyoruz. Bu kongreye büyük ümitler
bağlanmıştır. Bu kongre daha güzel
sonuçların alınmasına katkı sağlayacaktır.”
“Kongreye Gazze’den gelip katlıyoruz. Gazze, son 4 günde 29 şehit
vermiştir. Biz çok zor durumdayız.
Ülkemize uygulanan ambargo devam ediyor. Şu an hayati tüm ihtiyaçlarımız ambargo altındadır. Hepimiz biliyoruz ki Filistin önemli bir
derinlik ve anlam taşımaktadır.”
12
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
“Halk Filistin’i özgürleştirmek için
sloganlar atıyor. Çalışmalar sayesinde halk sadece devletler düzeyinde
değil, STK’lar düzeyinde de çalışıyor.”
Dağı; “Hükümet-dışı Kuruluşlar ve
Yumuşak Güç”, Prof. Dr. Doğu Ergil;
“Demokratikleşme ve Sivil Toplum
Kuruluşları” başlıklı sunumlarını
yaptılar.
“Arap dünyası bilimsel araştırmalar
konusunda geri kalmış durumda.
Bu geri kalmışlığın üzerinde durulması gerekmektedir. Bilimsel
araştırmalar nasıl yatırıma dönüşür
bunu konuşmamız gerekmektedir.”
Bu yılki kongrede genel olarak, Türk
ve Arap dünyasının birbirine bakışı,
karşılıklı kamuoyu algısı, sivil toplum hareketleri, medya, vakıflar ve
üniversitelerin bu algıda ve ilişkilerdeki rolü tartışıldı.
Açılış programında son konuşmayı
Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Beşir
Atalay yaptı.
ATCOSS 2012’ye 20 ülkeden yaklaşık 150 uzman, akademisyen ve gazeteci katılarak sunum yaptı ve dinleyicilerin sorularını cevaplandırdı.
Açılış konuşmalarının ardından yapılan açılış panelinde Prof. Dr. Saif
El Din Abdulfatah; “Sosyal Bilimlerde Geçiş Dönemleri”, Prof. Dr. İhsan
Kongrede üç gün boyunca iki ayrı
salonda düzenlenen panellerde şu
konular tartışıldı:
•
Türkiye ve Arap Dünyasında
Vakıf ve Eğitim,
•
Vakıf ve Kalkınma: Tarihsel
Perspektifler,
•
İslami Hareketler ve Reform,
•
İslami Hareketler: Müslüman
Kardeşler ve Selefiler,
•
Türk Sivil Toplum Kuruluşları ve
Siyasi Kalkınma,
•
Arap Sivil Toplum Örgütleri:
Yeni Karmaşık Yönler,
•
Türkiye’de STK’ların Sosyo-Politik Yönleri,
•
Sivil Toplum, Kimlik ve Kültür,
•
İslamcılık ve Laiklik Arasında Si-
yasi Hareketler,
ATCOSS Resepsiyonu
•
Mukavemet Grupları: Yeni Bir
Anlayış,
•
Uluslararası İlişkilerde STK’ların
Rolü,
•
Arap ve Türk STK’ları ve Tarihsel
İlişkiler,
•
Mısır Devrimi: Türk Perspektifleri,
•
Siyasi Aktör Olarak Medya,
•
Ortadoğu’da Yeni Medya ve Sanal Gerçekliğin Rolü,
•
Sivil Toplum Kuruluşları ve Yumuşak Güç,
•
Mısır’da Sosyo-Politik Hareketler ve Devrim,
•
Gençlik, Kadın ve Değişim,
•
Üniversiteler, Sosyal Bilimler ve
Yeni Roller.
16 Mart 2012 tarihinde Türkiye’nin
Kahire Büyükelçiliği’nde Türkiye
Cumhuriyeti Başbakan Yardımcısı
Beşir Atalay onuruna bir resepsiyon
verildi. Mısır Vakıflar Bakanı Muhammed Abdul Fadil El Kusi’nin de
katıldığı resepsiyonda çok sayıda
akademisyen ve Mısır’daki Türk işadamları da hazır bulundular. Başbakan Yardımcısı Atalay’ın konuklarla
kısa bir sohbet gerçekleştirmesinin
akabinde konsolosluk bahçesinde
hazırlanan kürsüden Türkiye’nin
Kahire Büyükelçisi Hüseyin Avni
Bostanlı, Mısır Vakıflar Bakanı Muhammed Abdül Fadil El Kusi ve
Türkiye Cumhuriyeti Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay tarafından basına ve konuklara çeşitli açıklamalar
yapıldı.
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
13
ATCOSS 2012 Kongre Bildirisi
telik kuramadığına temas etmiştir.
II. Arap Türk Sosyal Bilimler
Kongresi (ATCOSS 2012) Kahire Üniversitesi’nde, 17-19 Mart
2012 tarihleri arasında toplanmıştır. “Devlet-dışı Aktörler ve
Ortadoğu’nun Sosyal, Ekonomik ve
Siyasi Dönüşümü” konusunun tartışıldığı Kongre’ye başta Türkiye ve
Mısır’dan olmak üzere 20 ülkeden
yaklaşık 150 uzman, akademisyen
ve gazeteci katılmıştır.
Katılımcılar genel olarak aşağıdaki hususlarda anlaşmıştır:
SDE ve Kahire Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi tarafından organize edilen ATCOSS
2012’nin katılımcıları, genel olarak
ATCOSS’un kapsamının genişletilerek önümüzdeki yıllarda da toplanmasının önemine ısrarla vurgu
yapmıştır.
Katılımcılar bugüne kadar Arap ve
Türk halklarının birbirleriyle doğrudan ilişki kuramadığını, dolayısıyla
bir diğerini yabancı diller üzerinden
yapılan yayınlarla tanıdığına dikkat
çekmiştir. Katılımcılar, büyük oranda aynı coğrafyada, komşu devletlerin sınırları içinde yaşayan Arap ve
Türklerin ortak tarih ve geleneklerine rağmen istenilen düzeyde birlik-
14
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
ATCOSS 2012, son zamanlarda
özellikle Arap ülkelerinde yaşanan
ve Arap Baharı olarak tanımlanan
toplumsal hareketlerin bir devrim
olarak önplana çıkan boyutunu,
farklı disiplin ve perspektiflerden
hareketle değerlendirme imkânı
oluşturmuştur. Ayrıca Türkiye’de yaşanan sosyo-politik gelişme ve değişimler de kongrede ele alınmıştır.
Hükümet-dışı kuruluşlar değişime
yol açtı. Ancak ortaya çıkan değişim büyük açmazlar (tahaddiyat)
yarattı. Hükümet-dışı kuruluşlar var
olan kurumları da devreye sokacak
açılımlar getirmeli ve toplumlarımızı ve bölgeyi reforme etmeye çalışmalıdır. Kongrede Türk ve Arap toplumları arasında bu çerçevede çok
çeşitli karşılaştırmalar yapılmıştır.
Arap ülkelerinde yaşanan gelişmeler, yine söz konusu ülkelerin akademisyenleri tarafından bu ülkelerin tarihsel- kültürel ve sosyolojik
dinamiklerinden hareketle değerlendirilmiştir. Bu anlamda, ATCOSS
sosyal bilimlerde Avrupa merkezci
perspektifin dışına çıkılabileceğinin
önemli bir göstergesidir. Bölgemizde ve bölgeyi daha iyi anlamak
için farklı perspektifler, yöntemler
ve kavramlar ortaya koyarak ortak
bir akademik topluluk oluşturmayı
amaçlamaktayız.
Bu kongrenin istikrarlı bir şekilde
devam etmesi, 20. Yüzyıl’daki oryantalist bakış açısıyla şekillenmiş
olan İslam dünyasının 21. Yüzyıl’da
artık kendi toplumsal perspektifini kavrama ve kavramsallaştırma
imkânını yine kendi iradesiyle yapabilmesi açısından belirgin bir işleve
sahip olacaktır.
ATCOSS 2012, sosyal bilimlerin bölge ülkeleri için ne kadar önem arz
ettiğini tekrar ortaya koymuştur.
Söz konusu ülkelerde yaşanan toplumsal değişimler bağlamında toplumsal taleplerin hangi noktalarda
yoğunlaştığının anlaşılmasına katkı
sağlamıştır.
Bu konferansı başarılı bir başlangıç
sayarak ortak medeniyetten geldiğimiz ortaklarla 3. ATCOSS’u sabırsızlıkla bekliyoruz.
Tahrir’den
Siyaset Notları
Birinci kongrenin sonunda
ikincisinin konusunu
“Ortadoğu’da değişimin
hükümet-dışı aktörleri”
olarak belirlemiştik.
ATCOSS 2010’dan
sadece bir ay sonra Arap
dünyasında bir devrimler
dizisinin arka arkaya
geleceğini hiç kimse
tahmin edemiyordu. Tam
da sözkonusu etmek
istediğimiz o aktörlerin
aradan geçen kısa bir
süre içinde tarihe bu
kadar çabuk ve bu kadar
belirleyici bir müdahalede
bulunacaklarını hiç hesaba
katmamıştık.
İ
lkini yaklaşık 15 ay kadar önce
Ankara’da,
Arap
dünyasından 200’e yakın akademisyenin katılımıyla gerçekleştirdiğimiz Arap-Türk Sosyal Bilimler
Kongresi’nin (ATCOSS) ikincisi Kahire Üniversitesi’nde gerçekleştirildi.
Kongrenin açılış konuşmaları, Amerikan Devlet Başkanı Obama’nın
konuşma yapmasından sonra Mısırlılar tarafından Obama Hall olarak anılmaya başlanan tarihi Kahire
Üniversitesi Konferans Salonunda
yapıldı. Mısır Bilim Bakanı Prof. Nadia Zakhary, Filistin Kültür ve Spor
Bakanı Muhammed el-Medhun
ve Başbakan Yardımcısı Prof. Beşir
Atalay da birer açılış konuşması
yaptılar. Yine aynı salonda düzenlenen konsept panelinin konuşmacıları ise Prof. Dr. İhsan Dağı, Prof.
Dr. Seyfeddin Abdülfettah, Prof. Dr.
Behij Mula Huech ve Prof. Dr. Doğu
Ergil oldu. 3 bin kişilik salon doldu-
Yasin AKTAY*
rulamadı ancak konferansa akademisyen ve öğrenciler büyük bir ilgi
gösterdi.
ATCOSS
düşüncesi,
Kahire
Üniversitesi’nden siyaset bilimciler Prof. Nadia Mustafa ve Pakinam El-Sharkawy ile Osmangazi
Üniversitesi’nden Doç. Ahmet
Uysal’la birlikte, oryantalist veya
neo-oryantalist
yaklaşımlardan
özgürleşebilmiş bir sosyal bilim
ihtiyacı, Arap ve Türk sosyal bilimcilerin birbirlerini daha dolaysız tanıyıp anlayabilecekleri, hatta sosyal
bilimler alanında birbirleriyle daha
tanışık bakış açıları geliştirme ihtiyacı üzerine yaptığımız uzun mülahazalardan sonra oluşmuştu. İki
sene kadar önce Stratejik Düşünce
Enstitüsü bünyesinde Kongre’nin
sekretaryasını oluşturarak işe koyulduk.
2010 yılının Aralık ayında ilkini
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
15
İslam toplumları üzerine
şimdi yapılmakta olan
yığınla çalışma çok iyi
niyetle yapılıyor da olsa
gelip İslam ve şiddet
arasındaki ilişki üzerinde
veya İslam ve demokrasi,
İslam ve insan hakları
arasındaki ilişkiler üzerinde
duruyor.
Ankara’da gerçekleştirmek nasip
oldu. Birinci Kongrenin başlığı sözkonusu paradigma ve bakış açılarından kaynaklanan sorunlara
odaklanmak üzere “Kültür ve Orta
Doğu Çalışmaları” olarak seçilmişti.
Sunulan tebliğlerden yapılan bir
seçme, iki cildi Arapça bir cildi Türkçe, bir cildi de İngilizce olmak üzere
şimdiden hatırı sayılır bir literatüre
dönüştü bile.
Kahire’de düzenlenen ikinci ATCOSS ile birincisi arasında geçen
süre sadece 15 ay. Ama her iki
kongreye açılış konuşması yaparak
katılan ve kongre sürecini başından
itibaren ilgi ve destekle takip eden
Başbakan Yardımcısı Prof. Beşir
Atalay’ın bu seferki açılış konuşmasındaki sözleri ATCOSS süreci
hakkında çarpıcı bir tespit niteliğindeydi:
“Dönüp şöyle hızla bir baktığımızda, iki kongre arasında sadece 15
ay geçmiş ama bu esnada ne kadar büyük değişimler yaşandığını
hep beraber görüyoruz. Doğrusu
bu açıdan baktığımızda bu sosyal
bilim kongresinin tarihe tanıklık
etme şansını yakalamış olmasından dolayı ne kadar mükemmel bir
zamanlamaya denk düştüğünü de
görüyoruz. Tarihin bu kadar yakınına yaklaşmak ve tarihsel değişimin tam ortasından olaylara tanık
olmak, her sosyal bilimciye hele
her sosyal bilim kongresine nasip
olmuyor.
16
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
Bu iki kongre arasında Arap dünyası
ve bölgemiz çok köklü bir değişim
sürecinden geçmiş. Bugün Arap
dünyasında şu son 15 ay içinde
yaşananların sosyolojisini yapmak
bile başlı başına önemli bir iş. 15
ay önce bu kongrede sunulan tebliğlerin konuları ile bugün burada
sunulacak olan tebliğlerin konuları
arasındaki bir karşılaştırma bile yeterince ilginç olacaktır.”
Tahrir’in dünya tarihinin tam merkezine oturduğu bu esnada sürecin
aktörleriyle bir sosyal bilim kongresi düzenliyor olmak tam anlamıyla
Atalay’ın dediği gibi tarihe doğrudan katılım gibi oluyor.
Birinci kongrenin sonunda İkincisinin konusunu “Ortadoğu’da değişimin hükümet-dışı aktörleri” olarak
belirlemiştik. ATCOSS 2010’dan sadece bir ay sonra Arap dünyasında
bir devrimler dizisinin arka arkaya
geleceğini hiç kimse tahmin edemiyordu. Tam da sözkonusu etmek
istediğimiz o aktörlerin aradan geçen kısa bir süre içinde tarihe bu kadar çabuk ve bu kadar belirleyici bir
müdahalede bulunacaklarını hiç
hesaba katmamıştık. Ancak bir değişim talebi, arzusu, iştiyakı kendini
o zaman bile hissettiriyordu. Mısır,
Tunus ve Libya’dan katılımcıların
hepsi kendi ülkelerindeki demokrasi açığını fazlasıyla vurguluyorlardı. Hepsinde açık bir arayışın izleri
görünüyordu.
Yönetimlerin devredilebilirliği, hesap verebilirliği, hukukun üstünlüğü, demokrasinin önemi, yönetimde ve toplumsal ilişkilerde yozlaşmanın tehlikeli boyutları üzerine bir
dizi tebliğ dinledik o zaman. Bütün
bu tebliğler aslında her biri kendi
ülkelerinde bir değişimi özlerken
aynı zamanda bu değişimi, bu arayışı haber de veriyordu.
Çoğu akademisyen gibi ben de
Atalay’ın bu karşılaştırmasına epeyce kafayı taktım. Hızlı bir karşılaştırmayla şu gözlemlerimi aktarabili-
rim: 15 ay önce Ankara’da Arap kesiminden dinlediğimiz tebliğlerde
biraz daha büyük ama hayata biraz
zor değen konular vardı. Güçlü bir
yolsuzluk, diktatörlük, hukukta
keyfilik eleştirisi vardı ama bu eleştirilerin içine sinmiş açık bir karamsarlık ve umutsuzluk da vardı. Konuşmaların büyük çoğunluğunda
Türkiye’de AK Parti’nin Türkiye’de
başarmış olduklarına açık bir gıpta
ve hayranlık içeren temalar vardı.
Oysa ikinci kongrede giderek daha
somut konulara odaklanılmış olduğunu görüyoruz. Yolsuzluk yine
bir eleştiri konusu ama bu sefer
yolsuzluğun üstesinden nasıl gelinebileceği yönünde somut proje
arayışları veya çözümlemeleri var.
Ağırlıklı soru geçiş dönemini yaşamakta olan devrim ülkelerinde
yaşanmakta olan somut sorunlara
sosyal bilimcilerin ne tür somut katkılarda bulunacağı sorusu olarak
beliriyor. Geçiş döneminin aydınlarının özel sorumlulukları olduğunun altı çiziliyor. Güvenlik sorunu,
hukukun üstünlüğünün tesisi, eski
yönetim elitlerinin değişime karşı direnişinin nasıl kırılacağı gibi
hususlar yine önemli sorulardan.
Önceki kongrede Ak Parti’nin başarısına olan hayranlık yine devam
ediyorsa da kuru hayranlığın yerini
şimdi AK Parti tecrübesinin kendi
gerçeklerine ne kadar uyduğu ve o
tecrübeden ne şekilde yararlanılabileceği yönünde sorgusuz sualsiz
olmayan, daha gerçekçi değerlendirmeler yapılıyor.
Sosyal Bilimcilerin Özel
Sorumluluğu
Yine açılış konuşmasında Kahire
Üniversitesi Siyaset Bilimi Öğretim
üyesi Prof. Seyfettin Abdülfettah
tarihe tanıklık eden bu sosyal bilimcilere özel bir sorumluluk da düştüğünü ifade etti. Geçiş dönemi sosyal
bilimcilerin ele aldıkları konularda
kendi toplumlarına karşı mutlaka
incelemeyi seçecekleri konulardan
başlayarak özel bir sorumlulukları
Bu boşlukta batılı bilim
dünyasının doğu ve
İslam hakkındaki bilgi
üretimi devam etmiştir,
çünkü bu topraklardaki
güç hegemonyaları hiç
yok olmadı. Yine “bilgi”
ve “iktidar” arasındaki
denklem işlemeye devam
etti
var. Tanıklık etmek sorumluluğu da
beraberinde getirir çünkü.
Birinci Kongrede, İslam dünyasının
şimdiye kadar sosyal bilimin sadece
nesnesi olduğunun altı çizildi. Hakkında bilim yapılan, hakkında yapılan bilim üzerinden tanımlanan ve
tanımlandığı ölçüde de üzerinde
söylemsel de olsa bir iktidar kurulabilen bir dünya oldu İslam dünyası.
Sosyal bilimlerde ve giderek bütün
literatürde adına “Ortadoğu” dendi.
Bu isim bizzat Müslüman toplumlar
tarafından da benimsendi. Oysa kimin doğusuydu, kimin orta doğusuydu Müslüman coğrafya? Bunu
Müslüman sosyal bilimciler yetiştikçe sorma imkânı bulunabildi.
Aynı toplumlara “gelişmekte olan
ülkeler”, “geri kalmış ülkeler”, “tarihsiz toplumlar”, “tarihe geç kalmış
toplumlar”, “sivil toplumu olmayan,
devrimler yaşayamayan, kaderci ve
kaderine razı toplumlar” da denildi.
bir bakıma İslam dünyasının epey
zamandır bir şiddet sarmalına yakalanmış olduğu doğru, ama bu
sarmalın nereden kaynaklandığı da
doğrusu bir sır değil.
Bütün bu tanımlar ve tasvirler bir
yandan İslam toplumlarını, Türk
toplumunu, Arap toplumlarını basitçe tasvir etmiyordu, inşa da ediyordu, tanımlarken kurguluyordu.
Yani olanı olduğu gibi resmetmiyordu biraz da olmasını istediği şeyi
ifade ediyordu.
Kolonyalizmin İslam dünyasındaki varlığı son iki yüzyıldır hiç eksik
olmadı. Kolonyalizmin başlangıç
zamanlarında İslam toplumları
hakkında üretilen bilginin nasıl bir
oryantalist literatür oluşturduğunu artık hepimiz daha iyi biliyoruz.
Post kolonyal dönemde ise İslam
toplumlarının kendi bilgi paradigmalarını geliştirmekte yeterince
atak davranmış olduğunu söylemek mümkün değil.
Aslında biraz da bu halleriyle, yani
kaderci ve kaderine razı halleriyle,
tarihsiz ve geri kalmışlığıyla daha
sempatik geliyordu, çünkü hem yönetilmeye daha uygun oluyorlardı,
hem de bu halleriyle biraz “egzotik”
görünüyorlardı. Ancak Müslüman
toplumlar itirazlarını yükseltip daha
onurlu, daha bağımsız hareket
etme iradesi gösterdikçe sevimsizleşmeye başladılar.
Tam da bu noktadan itibaren, İslam
ile şiddet arasındaki tuhaf ilişkiler
yeni sosyal bilim araştırmalarının
konusu olmaya başladı. Bir kez daha
İslam tanımlanmaya, Müslümanlar
bir kalıba sığdırılmaya çalışılmaya
başlandı. İslam toplumları üzerine
şimdi yapılmakta olan yığınla çalışma çok iyi niyetle yapılıyor da olsa
gelip İslam ve şiddet arasındaki ilişki üzerinde veya İslam ve demokrasi, İslam ve insan hakları arasındaki
ilişkiler üzerinde duruyor. Gerçi
Bu boşlukta batılı bilim dünyasının doğu ve İslam hakkındaki bilgi
üretimi devam etmiştir, çünkü bu
topraklardaki güç hegemonyaları
hiç yok olmadı. Yine “bilgi” ve “iktidar” arasındaki denklem işlemeye
devam etti ve Edward Said’in ünlü
deyişiyle “Ortadoğu’nun Ortadoğululaşma” süreci hız kesmeden
devam etti. Bugün Ortadoğu’nun
kendisi hakkındaki bilgiyi üretme
konusundaki gereklilik daha acil bir
hale gelmiştir.
Sonuçları akademik dünyadan
nispeten daha hızlı alınan medya
dünyasındaki değişimin bugün
Ortadoğu toplumlarında nasıl bir
bilinç dönüşümüne ve toplumsal
değişime yol açıyor olduğunu hep
birlikte gözlemliyoruz.
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
17
Sonuçları akademik
dünyadan nispeten
daha hızlı alınan medya
dünyasındaki değişimin
bugün Ortadoğu
toplumlarında nasıl bir
bilinç dönüşümüne ve
toplumsal değişime yol
açıyor olduğunu hep birlikte
gözlemliyoruz.
Bir Model Olarak Kahire Trafiği
Ortadoğu’daki dönüşümün belirgin aktörleri arasında özel bir yeri
olan bu dünyaya Kahire sokaklarından da bakmak gerekiyor. Trafiğe
bakacak olursak hiçbir değişiklik
olmadığını söyleyebiliriz. Eskiden
de alabildiğine seri ve görünürde
kaotik gibi işleyen bir trafik var ama
bu kaotik görüntünün arkasında
herkesin herkese karşı kendini çok
hızla ayarlayabildiği, olağanüstü
güçlü reflekslerle çalışan bir düzen
var. Çok az noktada ışık olduğu
halde kavşaklarda uzun sürelerde
aşılamayan tıkanıklıklar oluşmuyor.
Trafiğin bu şekline Mısır’ın siyasi ve
toplumsal yapısı için bir model-metafor olarak başvurulabiliyor.
Devrim sonrası bütün siyasi çevrelerin en önemli konuları ekonomi
18
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
ve güvenlik konularına odaklanmış
durumda. Siyasi rejimin özellikle
din-devlet ilişkileriyle ilgili boyutları üzerinde zımnen bir mutabakata
varılmış görünüyor, çünkü İhvan
destekli Hürriyet ve Adalet Partisi
ile Selefilerin Nur Partisi’nin oyların
yüzde 75’ine yakınını almasıyla birlikte Mısır’ın bir İslam devleti olması
ve İslam hukukunun yasamanın
kaynağı olması hususları üzerindeki
tartışma bitmiş gibi görünüyor. Tartışma o yüzden, daha ziyade İslam
hukukunun insan hakları, özgürlükler ve demokrasinin gerekleri
hususunda ne tür imkânlar içerdiği
üzerinde yoğunlaşıyor. Bu konuda
yapılan tartışmalar ve ortaya konulan görüşler İslam siyaset felsefesi
açısından yeni söylem ve içtihatlar
ortaya çıkaracak görünüyor.
Mısır’da devrim sonrası siyasi durumda yavaş da olsa işleyen bir
takvim var. Ancak takvimin uzun
süreye yayılmışlığı belirsizlik duygusunu da artırıyor. Anayasa henüz
hazırlanmış değil. O yüzden Kasım
ayının sonlarında başlayıp Ocak
ayının ortasına doğru sonuçlanan
seçimlerle bir parlamento oluşmuş
ama bu parlamentonun henüz ne
yetkileri belli ne de hükümetle ilişkileri. Seçimler olduğu halde hâlâ
askerin belirlemiş olduğu hükümet
işbaşında. Askerinse hükümetle,
ekonomiyle ve genel olarak toplumla ilişkilerinde yapısal bir değişiklik yok, ama bütün bu alanlarda-
ki rolleri yüksek sesle sorgulanıyor
ve devrimin, ancak askerin de belli
bir çizgiye çekilmesiyle tamamına
ereceği ifade ediliyor.
Devrim’de Türkiye Modeli
Tahrir meydanındaki çadırlarında
konuştuğumuz
devrimcilerden
biri Başbakan Erdoğan’ın Mısır ziyaretinde başlattığı laiklik tartışmasına atıfla “bize laiklik din-devlet
ilişkilerinde değil, asker-devlet
ilişkilerinde lazım” dedi. Gerçekten de Türkiye modeli deyimi ne
kadar tartışmalı olsa da yapılması
gereken bütün tartışmalarda bu
model bir şekilde hatırlanıyor ve
Türkiye’nin model olma keyfiyeti en
çok da asker-sivil ilişkileri sözkonusu olduğunda tartışmasızca ifade
ediliyor. Birçok konuda olduğu gibi
bu konuda da Erdoğan’ın askerleri
sivil iradeye tabi kılmış olması onun
liderliğinin en önemli özelliklerinden bir olarak değerlendiriliyor.
Mayıs ayında başlayacak olan başkanlık yarışında adaylar giderek
netleşiyor. Amr Musa ve Muhammed Baradey’in dışında adaylığını
açıkladığı için İhvan’dan ayrılan Abdulmunim Ebu’l-Futuh ile Selefilerin adayı Hazım Salah Ebu İsmail’in
isimleri öne çıkıyor.
Kongrenin toplantılarını düzenlediğimiz Kahire Üniversitesinin İktisat
bölümünün alt katında kampüs
bahçesinden başlayan yoğun bir
Türkiye modeli deyimi ne
kadar tartışmalı olsa da
yapılması gereken bütün
tartışmalarda bu model
bir şekilde hatırlanıyor ve
Türkiye’nin model olma
keyfiyeti en çok da askersivil ilişkileri söz konusu
olduğunda tartışmasızca
ifade ediliyor.
hareketlilik vardı. Nedeni üç yüz
kişilik amfide Abdulmunim Ebu’lFutuh’un üniversite öğrencileriyle
buluşarak bir konuşma yapacak
olmasıydı. Salonda iğne atılsa yere
düşmeyecek bir kalabalık var ve
daha büyük bir kalabalık da konuşmayı dışarıdaki ekranlardan izlemek zorunda kaldı. Bir saat süren
konuşmasını dinleme fırsatı bulduğumuz Ebu’l-Futuh’un konuşmasının içeriğine girecek yerimiz
yok ama şahsı için şu kadarını söyleyelim: Kesinlikle liderlik vasfı var,
yüksek bir hitabet yeteneği, geniş
bir vizyonu ve başta gençler olmak
üzerinde halkın farklı kesimleri arasında da güçlü bir kabulü var.
Mısır’da devrim sonrası kendini
hissettiren en önemli iki sorun ekonomi ve güvenlik konusu. Ekonomi
zaten eskiden de çok iyi değildi ki,
halk kitlelerini ayaklanmaya ikna
eden en önemli nedenlerden biriydi. Ancak devrimden sonra güvenlik konusunda ciddi bir başıbozukluk olduğu ve bunun halk kesiminde ciddi bir tedirginlik yarattığı
görülüyor. Siyasal parti ve söylemlerin de giderek somut çözümleri
üzerinde yoğunlaşmayı seçtikleri
iki önemli konu bunlar.
Bu konuda Kahire Üniversitesi Siyaset Bilimi Öğretim üyesi Prof. Seyfetttin Abdülfettah’ın değerlendir-
meleri çok ilginçti: “Şimdiye kadar
Mısır güvenlik güçlerinin önemsedikleri ve uzmanlaştıkları tek konu
rejimin korunmasıydı. Mübarek
rejimi ortadan kalktığında güvenlik
güçleri ne yapacaklarını şaşırdılar
çünkü halkı korumak, halkın güvenliğini sağlamak gibi bir uzmanlık geliştirmiş değildiler. Bu da ciddi
bir iç güvenlik boşluğu yaratıyor.”
Gerçekten de Arap Baharı denilen sürecin toplamı biraz da kendi
halklarına karşı rejimlerini koruyan
muhaberat rejimlerinin çöküşü değil mi?
Seyfettin Abdülfettah İslami bir
perspektiften bir devletin en
önemli iki vasfını Kur’an-ı Kerim’den
Kureyş suresine atıfla formüle ediyor: “Açlığı gidermek ve emniyeti
sağlamak”. Bugün İslamcı partilerin
Mısır’daki öncelikli iki konusu da
bunlar görünüyor.
Sanal Dünya ve Devrim
Devletlerin toplumsal değişim süreçlerinde tek hatta en belirleyici
aktör sayılmaması artık genel bir
kabul görmüş durumda. Küreselleşme süreci yeni aktörlerin önünü açıyor. Ancak Küreselleşmenin
kendisinin burada bir “aktör” olarak
değil bir “faktör” olarak çalışıyor
olduğunu ayırt etmek önemli. Genellikle bu ikisini birbirine karıştır-
manın olup bitenleri ıskalamak ve
siyasal anlamda türlü savrulmalar
yaşamak gibi bir maliyeti olabiliyor. Bir faktör olarak işleyen tarihsel
gelişme veya sonuçları bir siyasal
aktör gibi algılamak ve yel değirmenleriyle savaşmak gibi bir siyasi
atalete veya münasebetsizliğe sürükleyebiliyor.
Bu nedenle aktör ve faktör değerlendirmelerinin birbirine karışma
ihtimalinin bulunduğu durumları
iyi analiz etmek gerekiyor. Mesela
medya bugün Ortadoğu’da yaşanmakta olan dönüşümün neresinde
duruyor?
Açık bir gerçek ki, medya süreç içinde giderek daha fazla değişmekte
ve kendi içinde çeşitlenmektedir.
Doksanlı yılların başlarına kadar en
iyi ihtimalle devlet güdümündeki
televizyonlara ve yine devlet gözetiminde çıkmakta olan gazetelerin oynadığı medya rolü başkaydı.
Bugün ise uydu anten sistemi ile
internet medyasının açtığı yeni
ufuklar, medyayı sosyal değişimin
en önemli etkenleri arasına koydu.
Üstelik bu medya düzenine girmek
alabildiğine kolay. Eskiden son derece dar olan bir televizyon eliti
bugün alabildiğine büyümüş ve bu
sektörde çalışan insanların sayısı bir
hayli önemli bir rakama ulaşmıştır.
Bugün Türkiye’de hemen her ilin
en az bir TV kanalı ve birçok radyosu var. Bu ortamlarda istihdam
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
19
Devrimin ardında sürekli
başka güçler, bilhassa Batılı
güçler (ABD, AB) aramak,
insanların kendi başlarına
bir şey yapamayacaklarına
ve ne olup bitiyorsa her
şeyin ardında bir üstün batılı
olduğu yönünde batıl bir
itikada dayanıyor.
edilen insanların toplamı önemli
bir tabaka oluşturuyor. Bu tabakadaki insanların önemli bir kısmı her
gün ülkede cereyan eden olaylarla
ilgili kendi görüşlerini ifade etme
ve kamuoyunu etkileme imkânına
sahipler.
İnternet ise basit bir erişimi olan
herkesin girebildiği bir alan. Bu alan
kamuoyunun şekillenmesinde ve
giderek politikaların belirlenmesinde hiç hesapta olmayan birilerinin sahneye destursuz bir biçimde
girebilmesine imkân vermektedir.
İnternet ortamı, sosyal medya ortamları sadece yeni sosyalizasyon
kanallarının açılmasına yol açmıyor,
aynı zamanda toplumsal değişimde bir aktör olma şansını herkesin
önüne bir imkân olarak açıyor.
Matbaanın icadı Avrupa’dan başlayarak okuryazarlığın kitlelere ulaşmasını, oradan da eskiye nazaran
çok daha kalabalık kesimlerin tartışmaya dâhil olmalarını sağladıysa,
bugün çok daha büyük çaplı bir
devrim, internetin yaygınlaşması
sayesinde mümkün olabilmektedir.
İnternet böylece önemli bir kamusal alan işlevini yerine getirmektedir.
Sözün burasında, internetin nasıl
bir kamusal alan olduğunu ve değişim sürecinde nasıl bir rol oynadığını doğru anlamalıyız. Arap baharı sürecinde sıkça duyduğumuz
20
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
bir değerlendirme, devrimlerin
internet tarafından, bilhassa sosyal
medya ağları, Facebook ve Twitter
tarafından yapıldığıdır. Basit bir gramer hatası veya dil sürçmesi olarak
geçiştirilebilecek türden bir iddia
olarak kalmadı üstelik.
İnternet Bir Medya, Devrim İse
İradedir
Açıkçası, internetin veya söz konusu medya ağlarının devrimdeki
rolünü gereğinden fazla vurgulamak devrimin ardındaki sosyolojiyi
ihmal etmeye yol açmaktadır. Ayrıca internet, teknolojinin bir simgesi olarak kullanıldığından bu tür
açıklamalar “devrimin ardında batılı
güçler var” demenin başka bir ifadesi olmaktadır. Bu da doğuluların
kendi başlarına devrim yapamayacaklarını ve bir devrim varsa bunun
mutlaka batıdan geldiğini söyleyen
batı-merkezli bir varsayımı tekrarlamış oluyor. Oysa internet bir medyadır, devrim ise bir iradedir. Bu iradeyi sergileyecek etiyle kemiğiyle
bir halk iradesi (eşşa’b yurid!) olmasa hiçbir teknoloji fayda etmez.
Doğrusu yine devrimin başından
itibaren duyduğumuz daha basit
bir açıklamanın biraz daha karmaşık bir biçimidir bu. Devrimin ardında sürekli başka güçler, bilhassa Batılı güçler (ABD, AB) aramak,
insanların kendi başlarına bir şey
yapamayacaklarına ve ne olup bitiyorsa her şeyin ardında bir üstün
batılı olduğu yönünde batıl bir itikada dayanıyor. Esasen sosyal bilimlerde her şeyi önceden tedbir ve
idare eden bu kadar büyük bir güç
vehmetmek eşyanın tabiatına aykırıdır. Ayrıca böyle bir tasavvur İslam
itikadına da aykırıdır. Zira bu kadar
büyük bir güç vehmetmek bir tür
kadercilik de üretiyor ve insanın
sosyal hadiselerde bir aktör, bir fail
olma gücünü de tüketiyor.
Nasıl olsa her şey bir “büyük güç”
tarafından yapılıyor olduğuna göre
bizim hiçbir şey yapmamıza gerek
yok. Nasıl olsa ne yaparsak yapalım
o büyük gücün büyük hesabına
alet olmaktan başka bir şey yapmış
olamayız. Oysa gerçek anlamda
değişim için gerekli olan en önemli şey iradedir ve irade insanı insan
yapan en önemli özelliktir. Ve insan
iradesinin değiştirmeyeceği hiç bir
şey yoktur. Yüce Allah’ın buyurduğu
gibi “bir kavim kendi nefsinde olanı
değiştirmedikçe Allah onu değiştirecek değildir”.
ATCOSS 2012’nin alt konusunu o
yüzden “değişimin aktörleri” koymayı tercih ettik. Bununla aslında
hem sosyal bilimlerde var olan ve
toplumların iradesini küçümseyen
yaklaşımları sorgulamayı hedefledik. Hem de değişimin daha küçük
aktörlerinin, yani Allah’ın verdiği
iradeyi kullanabilen aktörlerin ne
kadar belirleyici olabildiğini konuşmak istedik. Bu konuyu belirlediğimizde daha devrim olmamıştı.
Devrim çok şükür bu düşüncemize,
çok erken bir biçimde olumlu bir
karşılık vermiş oldu.
Gerçekten kendini değiştirmeye azmeden o küçük aktörlerin nasıl da
“asıl” belirleyici aktörlere dönüşebildiğini gösterdi. Böylece kendinde
olanı değiştiren bir kavmi Allah’ın
nasıl değiştirdiğine de aynelyakin
şahit olduk. Üç gün devam eden
kongrede sunulan yüzün üstünde
tebliğde bu sürece adeta tanıklık
edildi.
ATCOSS’un ikincisine kadar geçen
15 aylık sürede Arap ve Türk sosyal
bilimciler arasında daha şimdiden
alabildiğine yoğun ilişkiler gelişti.
Üç-dört günlük bir kongre, yeterince tanışıp kaynaşmaya, ahbaplık kurmaya elverişli bir süre. Daha
şimdiden bu ilişkilerin bereketini
istihsal etmeye başladığımızı rahatlıkla söyleyebiliriz.
SDE Başkanı, Prof. Dr. *
Tahrir Ruhu
Kalıcı Olabilecek mi?
Devrimi yapanların
temel amacı ve beklentisi
demokratik bir siyasal
sisteme kavuşmaktır.
Bazılarının Arap baharı
bazılarının Arap uyanışı
olarak adlandırdıkları bu
süreç, Arap dünyasındaki
sıradan insanı siyasetin
temel öznesi haline
getirmektedir ki, esasen
“Tahrir meydanı”
aforizmasına tılsımlı bir
güç katan şey de burada
yatmaktadır.
O
rtadoğu’yu bir yıldır kasıp
kavuran siyasal değişim ve
dönüşümü en kestirme biçimde anlatan anahtar kavramların başında Tahrir Meydanı geliyor.
Tahrir ruhu, tahrir devrimi, tahrir
modeli, tahrir kıyamı gibi ifadelerin
ortak noktası, vatandaşların kitlesel,
yaygın ve kesintisiz sokak eylemleri yoluyla uzun süredir iktidarda
bulunan otoriter liderlerin işbaşından uzaklaştırılmasıdır. Devrimi yapanların temel amacı ve beklentisi
ise demokratik bir siyasal sisteme
kavuşmalarıdır. Bazılarının Arap Baharı bazılarının Arap uyanışı olarak
adlandırdıkları bu süreç, Arap dünyasındaki sıradan insanı siyasetin
temel öznesi haline getirmektedir
ki, esasen “Tahrir meydanı” aforizmasına tılsımlı bir güç katan şey de
burada yatmaktadır. Yıllardır bastırılmış, dışlanmış ve marjinalleştirilmiş
sıradan insanları devrimci aktörler
haline getiren Tahrir ruhunun etkisi yalnızca Arap sokaklarıyla sınırlı
kalmıyor. Bu heyecan dalgası bu-
Birol AKGÜN*
gün gelişmiş Avrupa ülkelerinde
ve ABD’de yaşanan derin ekonomik
krize karşı ayaklanan kitleleri de etkilemektedir. Özellikle sıradan insanın haklarını değil, dev holdinglerin
çıkarlarını önceleyen finans kapital
tekeline karşı çıkanların geliştirdiği
“Wall Street’i işgal et” sloganı, doğrudan doğruya Tahrir hareketine
yön veren baskıya direniş ruhunun
batıdaki yansıması olarak okunabilir.
Stratejik Düşünce Enstitüsü ve Kahire Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi tarafından ikincisi
düzenlenen Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi (ATCOSS) için, kalabalık bir Türk heyetiyle birlikte 16-20
Mart tarihleri arasında Kahire’de
geçirdiğimiz birkaç günlük sürede
Tahrir meydanında yaşananları ve
yaşanmakta olanları yakından gözleme imkânımız oldu. Konferansın
ilki 2010 sonbaharında Ankara’da
yapılmıştı ve geliyorum diyen Arap
devrimlerinin ipuçları o toplantıda
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
21
Bu devrimler, İslam
topraklarındaki
kolonyalizmin son
kalıntılarının ortadan
kaldırılmasını ifade
etmektedir. ATCOSS
gibi toplantılar ise
İslam toplumlarının
sosyal bilimlerin nesnesi
olmaktan çıkıp artık
öznesi olmaya geçişini
simgelemektedir.
hissediliyordu. Şimdi sivil halkın şiddete dayanmadan başardıkları devrimin birinci yılında Ortadoğu’nun
farklı ülkelerinden gelen katılımcılar Ortadoğu’nun sosyal, kültürel ve
siyasi dönüşümündeki devlet dışı
aktörlerin rolünü tartıştılar. Özellikle açılış oturumunda Başbakan
Yardımcısı Beşir Atalay’ın yaptığı
konuşma siyasi kimliğinin ötesinde çok derinlikli bir sosyolojik bakış
açısını yansıtıyordu. Atalay, kadim
bir medeniyetin başkenti olan Kahire’deki bu toplantıyı tarihe tanıklık eden şanslı insanların bir araya
gelmesi olarak niteledi. En önemli
sosyal teorilerin tarihteki büyük
sosyolojik dönüşüm dönemlerinde
ortaya çıktığını söyleyen Atalay, bugünkü devrimci sürecin bu anlamda sosyal bilimciler için inanılmaz
bir sosyal laboratuar işlevi gördüğünü ifade etti ve Mısır’ın Tahrir olayı ile birlikte tarih sahnesine muhte-
şem bir dönüş yaptığını söyledi.
Açılış konuşmalarında sık sık vurgulanan bir diğer gerçek ise şuydu:
Tahrir meydanı gibi olaylar sayesinde Arap ülkeleri ve İslam toplumları
artık kendi kaderlerini kendi iradeleriyle inşa edeceklerini tüm dünyaya gösteriyorlardı. Bir anlamda
bu devrimler, İslam topraklarındaki
kolonyalizmin son kalıntılarının ortadan kaldırılmasını ifade etmektedir. ATCOSS gibi toplantılar ise İslam toplumlarının sosyal bilimlerin
nesnesi olmaktan çıkıp artık öznesi
olmaya geçişini simgelemektedir.
Çünkü on yıllardır oryantalizmin
bakış açısıyla kendi toplumlarını
analiz eden ve aslında kendi toplumlarına yabancılaşmış entelektüeller yerine, ilk kez bu toplumlara
içeriden ve bağımsız biçimde bakabilen bilim adamlarının bir araya
gelebildiği platformlar oluşturuluyor. ATCOSS oturumlarında da sık
sık vurgulandığı gibi, halkların siyasi hegemonyadan kurtulması kadar
önemli olan şey İslam toplumlarının
zihinleri üzerindeki hegemonyalar-
dan da kurtulmalarıdır. Bu anlamda
Kahire’deki ikinci ATCOSS toplantısı
belki de entelektüel tarihe, “oryantalizmin sonunun” ilan edildiği bir
toplantı olarak geçecektir. En azından bizim için böyle olduğuna hiç
şüphe yok.
Geçiş Sürecinde Mısır
Mısır devrimi elbette pek çok insanın (bin civarında şehit) canı ve kanı
pahasına gerçekleştirildi. Halkın ve
özellikle nüfusun %60’ını oluşturan Mısır gençliğinin gösterdiği
dinamizm, sabır ve siyasi olgunluk
her türlü takdire değer. Bugün hala
Tahrir meydanındaki çadırlarda nöbet tutanlar var. Ancak asıl zorluk
bundan sonra başlıyor. Otuz yıl
sabrettikten sonra sokağın gücünü
kullanarak 18 günde diktatör Hüsnü Mübarek’i istifaya zorlayan ve
iktidardan uzaklaştırma başarısını
gösteren Mısır halkı, şimdi bütün
boyutlarıyla demokrasiye geçişin
sancılarını yaşıyor. Bir yandan ekonomik zorluklar, diğer yandan vizyoner ve karizmatik lider yokluğu,
öte yandan askerin kurumsal gücü
karşısında zaman zaman karamsar senaryolar yayılıyor sokağa. Bir
yandan sokağın dilini kullanmaya
alışmış olan gençlik, diğer yandan
eski alışkanlıklarından vazgeçmek
istemeyen yerleşik güçler ve bunlara ilave zaman zaman İsrail ve
ABD ile yaşanan sıkıntılar insanları
bunaltıyor.
Oysa devrimi yapanlar bir an önce
ekonomik olarak refah artışı ve yeni
iş imkânlarının açılmasını bekliyor-
22
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
lar. Resmi rakamlara göre halkın
yüzde yirmisi fakirlik sınırının altında yaşıyor; ama gözle görünen
şey halk arasında daha yaygın bir
fakirlik olduğudur. Son yıllarda
Türkiye’ye karşı artan ilginin arkasında da esasen Türkiye’nin bölgede ve dünyada artan ekonomik
gücü yatıyor. Bugünlerde Türkçe
öğrenme modası başlamış. Biraz
Türk dizilerinin etkisi de var. Ancak
Yunus Emre Enstitüsü Kahire merkezi yetkilileri, Türkçe öğrenen Mısırlı gençlerin pek çoğunun hayalinde Mısır’da sayıları ve iş hacimleri
giderek artan Türk şirketlerinde iş
bulabilmek olduğunu söylüyorlar. Türkçe kurslarına yönelik talep
patlaması yaşanıyor. Bu nedenle
Yunus Emre Enstitüsü bir yandan
Kahire’deki ofisini güçlendirirken,
öte yandan önümüzdeki günlerde İskenderiye’de yeni bir merkez
daha açmaya hazırlanıyor. Kahire
Üniversitesi’nde de pek çok yüksek
lisans ve doktora öğrencisi Türkçe öğrenmeye başlamış. Bu arada
yakında üniversite bünyesinde
akademik anlamda bir Türk-Arap
araştırma enstitüsünün kurulacağı
haberini de aldık.
tem kuracaklarını tartışıyorlar. Türkiye gibi laik bir model mi, yoksa
Malezya tipi yarı İslami bir model
mi tercih edilmesi iyi olur tartışmalarını duymak ilginçti doğrusu. Kurucu meclisin yarısı seçilmiş milletvekillerinden, diğer yarısı ise diğer
kamusal figürlerden seçilmiş. Yüz
kişilik anayasa konseyinin 4-6 ay
içinde yepyeni bir anayasa yazması
bekleniyor. Bir yıllık demokrasi ile
Mısır yeni bir anayasa yapmayı başarır ve Türkiye başaramazsa, doğrusu bu ciddi bir tartışma yaratır.
Mısır’da parlamento seçimleri yapılmış durumda. Ancak henüz hükümet sivillere geçmemiş. Ülke,
ordunun atadığı ve seçilmiş meclise karşı değil de yüksek askeri
konseye hesap veren bir hükümet
tarafından yönetiliyor. Bu nedenle Mecliste çoğunluğu oluşturan
Müslüman Kardeşler (İhvan) ile
ordu arasında sürekli bir gerginlik
var. Ancak yine de sivil liderler daha
sabırlı ve ihtiyatla hareket ediyorlar.
Mısır halkı, şimdi bütün
boyutlarıyla demokrasiye
geçişin sancılarını yaşıyor.
Bir yandan ekonomik
zorluklar, diğer yandan
vizyoner ve karizmatik
lider yokluğu, öte yandan
askerin kurumsal gücü
karşısında zaman zaman
karamsar senaryolar
yayılıyor sokağa.
Özellikle gençler İhvan’ın liderliğini
orduya karşı aşırı müsamahalı davranmakla; hatta anlaşmakla itham
ediyorlar. Bir anlamda İhvan’ın yaşlı
kuşağını, korkak olmak ve devrimin
ruhunu taşıyamamakla suçluyorlar.
Mayıs ayında yapılacak olan devlet
başkanlığı seçimleri siyasetin odak
noktası haline gelmiş durumda.
Çünkü seçilecek kişi ülkenin geleceğini belirleyecek olan bir lidere
dönüşecek. Devlet başkanlığı için
şimdilik en ciddi adaylar Ebul Futuh, Hazim El-Salah ve Amr Musa
gibi görünüyor. Özellikle Ebul
Futuh’un daha popüler bir aday
olduğu ve İhvan tabanından ciddi
destek aldığı söyleniyor. Kendisi 62
yaşında, mühendis kökenli eski bir
İhvan üyesi. Üniversite kampüslerinde ciddi bir izleyici kitlesi olduğu
Mısır’da Türkiye’ye karşı artan bilgi
açlığı hızla giderilemezse kafalar
biraz karışabilir. Zira, son zamanlarda en çok tartışılan konulardan biri
Türkiye modeli. ATCOSS oturumlarında da sık sık iyi ve kötü yönleriyle
Türk modeline atıf yapıldı. Özellikle
yeni anayasa yapım çalışmalarına
başlayacak olan kurucu meclisin
oluşturulduğu bugünlerde Mısır
entelektüelleri nasıl bir siyasal sisNİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
23
Mısır ve tüm Ortadoğu’da
post-kolonyal dönemde
oluşan siyasi-ekonomik
yapı hızla değişiyor. Aynı
şekilde zihinsel kalıplar
da kırılıyor. Bu süreçte,
içerideki siyasi aktörlerin
tercihleri kadar dış
dünyanın da demokratik
dönüşümün başarısı
üzerinde önemli etkisi
olacaktır.
kesin. Bizim bulunduğumuz süre
içinde Kahire Üniversitesi İktisat
Fakültesi’nin büyük salonunda bir
konferansını izleme fırsatı bulduk.
Karizmatik bir duruşu ve ateşli bir
hitabeti var. Özellikle gençlere karşı
güçlü mesajlar verdi. Ordunun ayak
diremesine karşı “Mübarek gibi diktatörlerin sultasını yıkan Mısır halkı, devrimin demokratik iradesini
uygulayacak güçtedir” gibi iddialı
ve gençleri heyecanlandıran bir retorik kullanıyor. Hazım El Salah ise
biraz daha yaşlı ve Selefilere daha
yakın durduğu söyleniyor. Amr
Musa ise batıya daha yakın, ancak
tabanı zayıf görünüyor. Seçim sonuçlarını belirleyecek olan asıl şey
ise İhvan’ın kendi adayını çıkarıp
çıkarmayacağı. Bu konuda İhvan
henüz karar vermemişti. Eğer olursa, İhvan’ın öncülerinden Hayrat
Şatır’ın aday gösterileceği söyleniyor. İki turlu yapılacak olan seçimde
gençlerin oyu belirleyici olacak gibi.
Bu nedenle Ebul Futuh gibi ilişki ağı
geniş olan, karizmatik bir adaya
daha fazla şans tanınıyor.
Asker Sorunu Kritik
Mısır’da Türk modelini yalnızca sivil siyasetçiler ve akademisyenler
tartışmıyor. Mısır ordusu da bugünlerde Türk modelini inceliyor. Açıkça ordunun Mısır için öngördüğü
demokratik model, askerin vesayeti
ve kontrolündeki bir demokratik
model. Bir bakıma bizim 1961 Anayasası sonrasında uygulamaya koyduğumuz Milli Güvenlik Kurulu’na
24
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
benzer bir yapıyla ordunun öncü
rolünün anayasal garanti altına
alındığı bir demokratik model kurmayı planlıyorlar. Hatta ordu bu
iradesini dayatıyor. İlginçtir, bizdeki
asker-sivil siyaset tartışmalarında
kullanılan argümanlar oraya da
taşınmış durumda. Tahrir meydanında büyük bir anıtı bulunan
Mısır’ın efsanevi milliyetçi lideri ve
aynı zamanda askeri bir kişilik olan
Abdunnasır’ın anıtına göstericiler
tarafından “ordu, sivil hükümete
itaat ederek şeref kazanır” gibi bir
ibare yazılmıştı. Bizde olduğu gibi
önümüzdeki günlerde Mısır’da da
asker sivil ilişkileri demokrasinin
geleceğini belirlemeye devam edecek. Hatta bu konunun gerek Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında,
gerekse anayasa yazımı sürecinde
Mısır’da yeni çatışmalar çıkarması
da hayli mümkündür. İhvan gibi
köklü partiler bu konuda ihtiyatlı
ve uzlaşmacı olsa da, gençleri ikna
etmek kolay olmayacaktır.
Asker-sivil ilişkilerinde Mısır ordusunu sivil siyasetin taleplerini
karşılama konusunda ikna edecek
en önemli faktörlerin başında ise
bu konuda Batının ve özellikle de
ABD’nin takınacağı tavır gelmektedir. Geçmişte “İslamcı tehdide”
karşı yıllarca Mübarek rejimini destekleyen Washington yönetimleri,
şimdi demokrasi adına İslamcı bir
hükümetin kurulması riskini göze
alarak askeriyenin iradesini dizginleyebilecek mi? Kanaatimizce İslam
ülkeleri ile ilişkileri yeniden düzenlemeyi (reset politikası) hedefleyen
ABD Başkanı Barack Obama’nın
2009’daki Kahire Üniversitesi konuşması ve Arap baharı sürecinde
şimdiye kadar izlediği politikalar
bu konuda cesaret vericidir. Batı
ve ABD şunu anlamaları gerekiyor:
Batının çıkarlarını koruyan, ancak
halkının iradesini yok sayan yönetimlerin sağladığı istikrar kalıcı olamaz ve uzun dönemde de ABD’nin
çıkarlarına zarar verir. Bir anlamda,
11 Eylül olayları bölgede baskıcı
iktidarların sağladığı böyle yanıltıcı bir istikrar ortamının yarattığı
yabancılaşma ve radikalleşmenin
ürünü olan kişilerce işlenmiş olaylardır. Şimdi denemiş ve şiddet ve
radikalizm üretmekten başka bir
sonuç yaratmamış vesayetçi rejimler yerine, şeffaf ve halka karşı hesap verebilen hükümetlerin önünün açılması bölgede gerçekçi ve
kalıcı bir istikrar için ön koşul olarak
görülmelidir. Umarız bu anlamda
batının ve özellikle de ABD’nin stratejik aklı korkularına galip gelir.
Özetle, Mısır ve tüm Ortadoğu’da
post-kolonyal dönemde oluşan
siyasi-ekonomik yapı hızla değişiyor. Aynı şekilde zihinsel kalıplar da
kırılıyor. Bu süreçte içerideki siyasi
aktörlerin tercihleri kadar dış dünyanın da demokratik dönüşümün
başarısı üzerinde önemli etkisi olacaktır. Mısır’lı siyasi lider Seyfettin
Abdullfettah’ın ATCOSS açılış panelinde altını çizdiği gibi, Mısır’daki
Tahrir devrimi adeta “ziplenmiş-sıkıştırılmış” bir devrimdir. Şimdi o
zipli demokratik dönüşüm dosyasını açacak, maharetli, basiretli ve
vizyon sahibi güçlü liderlere ihtiyaç
var. Ancak kötümser olmaya gerek
yok. Fikir ve irade olduktan sonra
bu süreç mutlaka tamamlanacaktır.
Türkiye gibi ülkeler ise bu konuda
kendi tecrübelerini paylaşacak mekanizmaları ve iletişim kanallarını
sonuna kadar açık tutmalıdır.
SDE Uluslararası İlişkiler
Koordinatörü, Prof. Dr.*
Oryantalist Perspektif ve
ATCOSS Girişimi
Ahmet UYSAL*
Kongre’de Ortadoğu’da
yaşanan gelişmeler,
akademisyenler
tarafından bu ülkelerin
tarihsel- kültürel ve
sosyolojik dinamikleri
dikkate alınarak
değerlendirilmiştir.
ATCOSS sosyal bilimlerde
Avrupa merkezci ve
oryantalist perspektiften
kurtulma gereğine
inanan ve bunu da
başaran bir çaba
olmuştur. Yeni yüzyılda
kendi toplumuna
yabancılaşmayan bir
anlayışın hâkim olması
gerektiği vurgulanmıştır.
A
ynı medeniyet mirasını paylaşan Türkler ve Araplar uzun
süre bir arada yaşadıktan
sonra son yüzyılda batı işgalleri
dolayısıyla ayrı düşmüşlerdir. Osmanlı Devleti, 20. yüzyılın başlarına kadar Afrika’da Libya ve Mısır,
Arap Yarımadası’nda Filistin, Suriye,
Irak, Körfez Bölgesi ve Hicaz’da tutunmayı başarmıştı. Birinci Dünya
Savaşı’nda bu topraklar kaybedilirken Hicaz bölgesinde Şerif Hüseyin
hariç, Araplarla ve Kürtlerle birlikte
İngiliz ve Fransızlara karşı savaşılmıştı. Savaş sonrasında ise son Osmanlı Millet Meclisi (Meclis-i Mebusan) toplanarak Misak-ı Milli’yi ilan
etmiştir.
Misak-ı Milli, bir yandan Osmanlı mirasını büyük ölçüde sahipleniyordu.
Diğer yandan, yeni kurulan Cumhuriyet de meşruiyetini bu deklarasyona dayandırıyordu. Misak-ı
Milli’nin 1. maddesi, Osmanlı’dan
silah gücüyle koparılan Arap topraklarının işgalini kabul etmeyerek
Arap halklarının kendi kaderlerine
kendilerinin karar vermesini istiyordu. Bu talebin gerisinde serbest
kalsalar Arapların yine Osmanlı ile
birleşeceklerine olan inanç vardı.
Atatürk’ün de bu anlayışla Hatay’ı
geri kazanmaya giriştiği bilinmektedir.
Arap topraklarında Batı işgalleri
uzun sürmüş ve ancak İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra bağımsızlık kazanılabilmiştir. Cumhuriyet döneminde biraz zorunluluktan bölge ihmal
edilmiş ise de, Soğuk Savaş döneminde Türkiye tamamen Batı’ya
endeksli politikalar izleyerek Arap
Dünyası’nda varlık gösterememiştir.
Soğuk Savaş döneminin sona ermesiyle Türkiye tekrar komşularına açılmaya başlamış ve bölgenin önemini
kavramıştır. Enerji ve yatırım ihtiyacı
yanında pazar ihtiyacı da bölgeye
açılmayı gerektirmiştir. 2000’li yıllarda AK Parti yönetiminin bu konudaki çabası ayrıca bölgeye açılma sürecini hızlandırmıştır.
Son on yılda Türkiye’deki ekonomik ve
siyasi gelişmeler Arap Dünyası’nda
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
25
ATCOSS katılımcıları,
eskiden Arap ve Türk
halkları ve aydınları
arasındaki kopukluğun
giderek azalmaya
başladığını belirtmiş,
önceleri yabancı
kaynaklar üzerinden
birbirini tanıyan
akademisyenlerin artık
doğrudan birbiriyle
iletişime girmeye
başladığını ifade
etmişlerdir.
ciddi ilgi uyandırmış ve oralarda
değişim taleplerinin yükselmesine
ilham kaynağı olmuştur. Türkiye
ekonomisi ve demokrasisi geliştikçe ilgi, takdire dönüşmüştür.
Türkiye’nin Filistin Davası’na ilgisi
de bu yükseliş ve ilginin pekişmesine yol açmıştır. Ancak aynı dönemde Türkiye’nin Arap Dünyası ile kültürel ve akademik ilişkileri bölgeyle
gelişen ekonomik ve siyasi ilişkilerle aynı düzeyde gelişememiştir. Bu
boşluğu doldurmak amacıyla Türk
ve Arap bilim ve kültür adamlarını
2010 yılının sonunda Ankara’da bir
araya getirerek birinci Arap-Türk
Sosyal Bilimler Kongresi’ni (ATCOSS) başarıyla tamamlamıştık.
Tunus ve Mısır devrimlerinin bir
iki hafta öncesine rastlayan ilk ATCOSS çok doğru bir zamanlama ile
gerçekleşmişti. Ayrıca, Kongre’ye
gösterilen ilgi ve tartışılan konular
bölgedeki değişim taleplerine net
bir şekilde işaret ediyordu.
Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi’nin Türkiye ile Arap Dünyası arasında bir kültür köprüsü olmasını
hayal etmiştik ve öyle de gerçekleşti. Olumlu etkileri hızla hissedildi
çünkü Türk ve Arap bilim adamları
birbirini tanıyarak hemen işbirliğine başladılar. Baskı ve siyasi kaygılar
azalacağı için Arap devrimleri ile bu
ilişkilerin daha da kolay ilerleyece26
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
ği anlaşıldı. Dolayısıyla, gelecekte
ATCOSS’un daha büyük roller üstleneceği görülmektedir.
İkinci Arap-Türk Sosyal Bilimler
Kongresi, Kasım 2011 sonunda yapılacaktı. Bir yıl öncesinde belirlenen kongre tarihi – ilginç bir tevafukla – Mısır’ın ilk özgür seçimlerine
rastladığı için iki ay ertelemek durumunda kaldık. Daha sonra Mısır’da
devam eden şiddet ve belirsizlik
dolayısıyla önceden karar kıldığımız Kahire’de 17-19 Mart tarihlerinde Kongre başarıyla tamamlandı.
Kongre, başta Türkiye ve Mısır’dan
olmak üzere 20 ülkeden yaklaşık
150 uzman, akademisyen ve gazetecinin katılımıyla gerçekleşti.
Henüz Mısır Devrimi arifesinde ve
Mübarek düşmeden seçilen “Devlet-dışı Aktörler ve Ortadoğu’nun
Sosyal, Ekonomik ve Siyasi Dönüşümü” konusunun isabetli bir konu
olduğu anlaşıldı. Çünkü Arap devrimleri sonrasında devlet-dışı aktörlerin etkisinin çok daha artacağı bir
dönem olmaktadır.
Devlet-dışı aktörler ile hükümet
yapısı dışında faaliyet göstermeye çalışan ve devletle doğrudan
bağlantısı olmayan sivil toplum
örgütlenmeleri kastedilmektedir.
Birçok otoriter rejimde olduğu gibi
Arap ülkelerinde de sivil toplum
örgütleri bir yandan bastırılırken
bir yandan da rejim ile işbirliğine
zorlanmıştır. Bu yüzden var olan
sivil toplum kuruluşları Arap baharında aslında tam olarak ortaya çıkmış değildi. Sivil toplum örgütleri
devrimler sonrasında kendilerine
yeşerecek alan bulmaya ve faaliyetlerini aktif bir şekilde yürütmeye
başlamışlardır. Hem tecrübesizlik
hem de sorunların çokluğu, sivil
toplum örgütlerinden beklentileri
artırmış ama özellikle Mısır’da demokratik geçiş tamamlanmadığı
için bir tür sabırsızlık ve çaresizlik
de gözlenmektedir. Sivil toplumun
etkin olabilmesi için ortamın ve fırsatların uygun olması gerektiği fark
edilmiştir.
ATCOSS katılımcıları, eskiden Arap
ve Türk halkları ve aydınları arasındaki kopukluğun giderek azalmaya
başladığını belirtmiş, önceleri yabancı kaynaklar üzerinden birbirini tanıyan akademisyenlerin artık
doğrudan birbiriyle iletişime girmeye başladığı ifade edilmiştir. Bu
iletişim ve irtibatın artırılması konusunda Türk ve Arap katılımcılarda
ciddi bir istek bulunduğu konusunda fikir birliği olduğu ortaya çıkmıştır. Bu işbirliğinin devamı için ciddi
bir irade ortaya konmuştur. Hatta
akademik işbirliği için ATCOSS gibi
sivil örgütlenmelerin önemine dikkat çekilmiştir.
ATCOSS-2012 sonunda katılımcılar,
Arap toplumlarında sivil toplum
tecrübesinin sabırla desteklenmesi
gerektiğini dile getirdiler. Sorun-
ların büyüklüğü, tecrübesizlik ve
makro küresel dengeler sivil toplumun katkısını sınırlandırmaktadır.
Ancak, bu birikimin zamanla güçleneceği ve devletin yükünü hafifleteceği gibi devlet otoritesini kullananları denetleme rolü üstleneceği
için de demokratikleşme ve sosyoekonomik gelişmeye önemli katkı
sunacağı belirtilmiştir. Kongre’de
özellikle Türkiye’de eğitimden sağlığa ve demokratikleşmeye, sivil toplum deneyimi dikkatle tartışılmış ve
bu tecrübelerden yeni demokratikleşen ülkelerin de yararlanabileceği
üzerinde durulmuştur. Ayrıca, bazı
Arap ve Türk sivil toplum kuruluşları temsilcileri bir araya gelmiş ve çeşitli alanlarda işbirliğinin artırılması
üzerinde durmuşlardır.
Kongre’de Ortadoğu’da yaşanan
gelişmeler, bölge akademisyenleri
tarafından bu ülkelerin tarihselkültürel ve sosyolojik dinamikleri
dikkate alınarak değerlendirilmiştir.
ATCOSS sosyal bilimlerde Avrupa
merkezci ve oryantalist perspektiften kurtulma gereğine inanan ve
bunu da başaran bir çaba olmuştur.
Yeni yüzyılda kendi toplumuna yabancılaşmayan bir anlayışın hâkim
olması gereği vurgulanmıştır. Bölge
konularına istisnacılığa kaçmadan
farklı bakış açıları, yöntemler ve
kavramlar geliştirilerek, yeni ve bölgesel bir akademik camia oluşturulması gereği ifade edilmiştir.
Kongre’de tartışılan konular arasında vakıf kurumunun sosyal kalkınmadaki rolü Türk ve Arap akademisyenler tarafından hem tarihsel
hem de güncel örnekleriyle tartışılmıştır. Örneğin, Türkiye’deki düşünce ve araştırma kuruluşlarının siyasi
ve sosyal konuların tartışılmasına
ve demokratikleşmeye katkısı net
bir şekilde ortaya konulmuştur.
Arap katılımcılar tarafından ilgiyle
izlenen bu konular ciddi tartışma
ve fikir alışverişine fırsat vermiştir.
Devlet-dışı kuruluşların dış ilişkilerde önemli roller üstlendiğini ve yerine göre ülkenin yumuşak gücüne
destek verdiği hem yerli hem de yabancı örnekleriyle tartışılmıştır.
Sivil toplum düşüncesinin batıda
son birkaç yüzyılda geliştiğine ve
Ortadoğu’daki otoriter ve merkezi
yapılara bakılarak İslam dünyasında sivil toplum anlayışının zayıf olduğu görüşü eleştirilmiştir. İslam’ın
ilk dönemlerinden beri vakıf ve
özel teşebbüslerin teşvik edildiği
vurgulanmıştır. Özellikle Osmanlı
Devleti’nde vakıfların ve meslek
örgütlerinin birçok sorunu devlet
kademesine ulaşmadan çözmeye
çalıştığı belirtilmiştir. Bugün hem
İslam Dünyası’nda hem Türkiye’de
vakıfların ve hayırsever toplulukların devletin yükünü hafifleten
sosyal, ekonomik ve kültürel faaliyetler yürüttüğüne dikkat çekilmiştir. Özellikle eğitimde, yoksullukla
mücadelede ve hatta sağlık alanında gönüllü hayırsever oluşumların
rolü vurgulanmıştır.
İslami hareketler de özel bir grup
olarak tartışılmıştır. Hamas ve Hizbullah gibi silahlı direniş örgütleri
yanında İhvan ve Selefiler gibi silahı
kabullenmeyen hareketlerin Arap
dünyasındaki etkileri tartışılmıştır.
Özellikle bu kuruluşların Arap devrimlerindeki rolü irdelenmiştir. Ayrıca, gençler, kadınlar ve sosyal medyanın etkileri de hem derinlemesine hem de karşılaştırmalı olarak tartışılmıştır. Bu oluşumların etkisinin
giderek arttığına ve desteklenmesi
gerektiğine dikkat çekilmiştir.
Mısır’da ve diğer Arap ülkelerinde
etkili olan Müslüman Kardeşler
cemaati bir kaç sunum ile tartışılmıştır. Mübarek döneminde bastırılarak yeraltına itilen Müslüman
Kardeşler, silah ve şiddetten uzak
durarak toplumu sivil oluşumlar ile
kuşatmıştır. Gösterilere sonradan
katılsa da Mübarek rejimin yıkılmasında önemli yol oynayan Cemaat,
devrim sonrasında ön önemli devlet-dışı aktör olarak Mısır’da boy
göstermiştir. Siyasi parti kurarak
parlamento seçimlerinde büyük
başarı göstererek koltukların çoğunu almıştır.
Kongre’de yapılan tartışmalarda
Türkiye’de Refah Partisi’nden ayrılan AK Parti örneği, bir İslami hare-
Bölge ülkelerini tarihi,
toplumu ve kültürü
ile doğru anlamak
için sosyal bilimlerin
çok önemli olduğunu
gösteren ATCOSS, Türk ve
Arap akademisyenlerin
buluştuğu ortak sosyal
bilim platformu olarak
bölgenin nabzını tutmaya
devam edecektir.
ket olarak analiz edilmiştir. Özellikle
AK Parti Hükümeti’nin başarısında
sivil toplumu ve ekonomik yapıyı
özgür bırakmasına dikkat çekilmiştir. Sivil hareketlerin demokratikleşmedeki rolü de önemsenmiştir. Ayrıca, Gülen Hareketi’nin Türkiye’de
ve bölgedeki faaliyetleri sivil toplum dinamikleri bağlamında tartışılmıştır.
ATCOSS 2012, bölge ülkelerinin
tarihi, toplumu ve kültürü ile doğru anlamak için sosyal bilimlerin
çok önemli olduğunu göstermiştir.
Ortadoğu’da yaşanan değişim ve
dönüşümler sosyal bilimlere daha
fazla ihtiyaç duyulacağını ve bölge
sorunlarını anlamada ve çözümler
üretmede etkili olacağının ipuçlarını sunmuştur. Kongre’nin ikincisi de
birincisindeki beklentilere paralel
olarak Türkiye modelinin bölgede
cazibesini sürdürdüğünü ve bu
modelin iyi anlatılması gerektiğini
ortaya koymuştur. Her yıl bir başka ülkede yapılması planlanan ATCOSS, Türk ve Arap akademisyenlerin buluştuğu ortak sosyal bilim
platformu olarak bölgenin nabzını
tutmaya devam edecektir.
ATCOSS Genel Koordinatörü,
SDE Uzmanı, Doç. Dr. *
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
27
Açık Toplum Karşıtları ve
Ortadoğu’daki Dönüşümler!
Kudret BÜLBÜL*
Küreselleşme süreçleri ile
gelen iletişim ve bilişim
teknolojileri ile başka
ülkelerdeki birey/toplum/
devlet ilişkilerinin gözler
önüne serildiği bir çağda,
kapalı rejimleri/toplumları/
cemaatleri sürdürebilmenin
maliyeti gün geçtikçe
ağırlaşmaktadır. Gittikçe
artan bu maliyet ve
Ortadoğu halklarının
cesareti göz önünde
bulundurulduğunda
umut için umutsuzluktan
daha fazla gerekçemiz var
demektir.
28
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
O
rtadoğu’da çok köklü dönüşümlerin yaşandığı bir dönemin içerisinden geçiyoruz. Baskı ve zorbalıkla varlıklarını
sürdüren rejimler yıkılıyor, sorgulanamayan sistemler sorgulanır hale
geliyor. Baskıcı rejimler karşısında
on yıllardır suskun ve etkisiz kalan
Ortadoğu halkları “ülkelerimizin
geleceğinin belirlenmesinde biz
de varız” başkaldırısıyla tarihlerinde
hiç olmadığı kadar tepki gösteriyorlar.
Neden Şimdi?
Burada neden daha önce değil de
bugün bu devrimlerle/değişimlerle/dönüşümlerle karşı karşıyayız
sorusu akla gelebilir. Bu soruyu
Antony Giddens’ı anımsayarak
“geç modernleşmenin” ya da küreselleşme süreçlerinin etkisi ile
açıklayabiliriz. Birey/toplum/devlet
ilişkilerinin başka ülkelerde nasıl
kurulduğunun daha az bilindiği 20.
yüzyılın Ulus-devlet çağında, kapalı
toplumlar, rejimler bir ölçüde daha
rahat sürdürülebilirdi. Dünyamızın geldiği nokta, zamanın ruhu
(zeitgeist) ya da küresel iletişim ve
bilişim, kapalı rejimleri/sistemleri/
cemaatleri artık daha fazla katlanılamaz hale getiriyor. Özgürlük, eşitlik, adalet, iyi yönetişim gibi konularda insanlar daha istekli ve daha
cesur hale geliyor. Küresel iletişim
ve bilişim teknolojileri ile başka
ülkelerdeki uygulamaların daha
bilindik hale gelmesinin ve sosyal
medyanın yarattığı etki, kuşkusuz
son gelişmelerdeki Ortadoğu halklarının cesaretlerini görmemizi engellemiyor.
Dönüşümler Kalıcı mı?
Ortadoğu halkları içerisinde yaşadıkları süreci devrim olarak adlandırma konusunda çok istekliler.
Arap baharının devrim, değişim
yoksa dönüşüm olarak mı tanımlanabileceği başka bir çalışmasının konusu olmakla birlikte, nasıl
tanımlanırsa tanımlansın, temel
sorun içerisinde yaşanılan süreçlerin kalıcı olup olmayacağıdır.
Ortadoğu’nun Arap Baharı ile
demokratik, özgür, sivil ve daha
müreffeh bir Ortadoğu’ya doğru
evrilip evrilmeyeceğidir. Küreselleşme süreçlerinin olanca etkisine
ve Ortadoğu halklarının coşkusuna
rağmen bu konuda hemen umuda
kapılmak çok kolay görünmüyor.
Süreci olumlu ve olumsuz olarak
etkileyecek ekonomik, siyasal, kültürel, sosyolojik, psikolojik pek çok
iç ve dış faktörler söz konusu. İlgili
süreç bir bakıma bizdeki 1950’li
yıllardaki çok partili siyasal yaşama
geçişe benzetilebilir. Biz de pek çok
iç ve dış faktörlerin bir sonucu olarak tek partili, baskıcı siyasal yaşamdan çoğulcu ve rekabetçi bir siyasal
yaşama geçebilmiştik.
evrilmesi konusunda hangi unsurların etkili olabileceği sorusu akla
geliyor. Kuşkusuz bu alanda pek
çok unsur dile getirilebilir. Ama bu
çalışmada daha çok sivil toplum,
kimlik ve aidiyet bağlamındaki unsurlara değinilecektir. Çünkü bu
bağlam sadece Ortadoğu’daki değil, ülkemizdeki ve dünyadaki pek
çok değişim taleplerinin tetikleyici
faktörüdür.
Bu noktada doğal olarak Ortadoğu’daki dönüşümlerin kalıcı olabilmesi, bu değişimlerin daha özgür,
demokratik ve sivil bir Ortadoğu’ya
“Kapalı Toplum ve Dostları”
Etkili olabilecek unsurlara değinmeden, öncelikle Ortadoğu rejimlerinin karakteristik özelliklerine
bakmak gerekir. Bu tür rejimler
kendilerini nasıl konumlandırmaktadırlar? Varlıklarını nasıl sürdürebilmektedirler? Nerelerden güç
derlemektedirler? Değişime nasıl
karşı koyabilmektedirler? Bu konular üzerinde fikir sahibi olursak yaşanmakta olan dönüşümlerin nasıl
kalıcı olabileceğine dair ipuçları da
elde edebiliriz.
Arap baharının yaşandığı ülkelere
baktığımızda genellikle bu ülkelerin kapalı rejimlere, kapalı top-
Popper’ın
kavramsallaştırması ve
totaliter toplumlar için
çizdiği “siyasal program”
kapalı toplumlarda
demokratik bir dönüşüm
yaşanabilmesi için nelere
dikkat edilmesi gerektiği
konusunda sanki bize
hazır bir reçete sunar
gibidir.
lumlara sahip ülkeler olduğunu
görürüz. Kapalı rejimleri/toplumları
anlamaya ve bir önceki paragraftaki soruları yanıtlamaya yönelik
literatürdeki en iyi çalışmalardan
birisi herhalde Karl Popper’ın “Açık
Toplum ve Düşmanları”dır. Popper
bu çalışmasında Platon’dan hareketle kapalı toplumların tipolojisini ortaya koyar. Popper’a göre
Platon Formlar ve İdealar teorisi
ile değişimi, bozulma, çürüme ve
soysuzlaşma olarak görmektedir.
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
29
Popper’ın idealize
ettiği, bugün Ortadoğu
rejimlerinin de kısmen
karşı karşıya olduğu
yönetim biçimi esas
olarak egemen sınıfın
rehberliğinde, dünyadan
kopuk kapalı bir rejim/
toplum modelidir.
Bu nedenle bütün değişim taleplerine ve yeniliklere karşı çıkılmalıdır.
Bunun için toplumsal sınıflar arasındaki geçişler engellenmelidir. Adalet, yöneticinin yönetici, kölenin de
köle olarak kalmasıdır. Popper’ın
“totaliter adalet” dediği bu sistemin
sürdürülebilmesi ve değişimin durdurulabilmesi için şöyle bir siyasal
program uygulanmalıdır:
•
Yönetici ve yönetilenler sınıfının kesinlikle birbirlerinden
ayrılması ve aralarında bir geçişgenliğin bulunmaması
•
Devletin kaderinin egemen sınıfın kaderi ile özdeşleştirilmesi
•
Egemen sınıfın askerlik ve eğitim gibi alanlarda tekele ve “erdeme” sahip olması
•
Egemen sınıfın “erdemlerine”
ilişkin sürekli bir propaganda
yapılması, her türlü yeniliklerin
yasaklanması
•
Devletin kendi kendine yeterli
olması, Ekonomik bir otarşinin uygulanması (Enver Hoca
Arnavutluğu ve Tito Yugoslavya’sında uygulanan ekonomik
model)
Açık Toplum ve Düşmanları’nın
mütercimi Mete Tunçay’ın ifadesi
ile Popper’ın yaptığı “Partizanca
30
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
bir polemik” midir? Platon gerçekten totalitarizmin öncüsü müdür?
Bütün bunlar siyaset felsefesi içerisinde tartışılabilir. Ama Popper’ın
Platon’un şahsında idealize ettiği
yönetim biçiminin, kapalı toplum
modelinin açık bir örneği olduğu
herhalde tartışmasızdır.
Aslında Popper’ın tasvir ettiği yönetim biçiminin devrim/değişim/dönüşüm öncesi Ortadoğu rejimlerini
resmettiği de düşünülebilir. Popper
2000-2500 yıl öncesine gitmeyip,
Ortadoğu rejimlerinin tipik özellikleri üzerine bir çalışma yapsaydı
herhalde yine aynı sonuçlara ulaşırdı. Devletin kaderinin egemen
sınıfın kaderi ile özdeşleştirilmesi
niteliği bugünkü pek çok rejimle ne
kadar da uyuşuyor.
Popper’ın kavramsallaştırması ve
totaliter toplumlar için çizdiği “siyasal program” kapalı toplumlarda
demokratik bir dönüşüm yaşanabilmesi için nelere dikkat edilmesi
gerektiği konusunda sanki bize hazır bir reçete sunar gibidir. Yukarıda
özetlenen maddelerin tam tersi
yönündeki çalışmaları desteklemek açık, rekabetçi ve çoğulcu bir
topluma gidişin herhalde mihenk
taşlarıdır.
Açık Topluma ya da
Demokratik Dönüşüme Doğru
Kapalı toplumların temel niteliklerine değindikten sonra daha demokratik bir toplum için etkili olabilecek
unsurlara tekrar dönebiliriz.
Popper’ın idealize ettiği, bugün
Ortadoğu rejimlerinin de kısmen
karşı karşıya olduğu yönetim biçimi esas olarak egemen sınıfın rehberliğinde, dünyadan kopuk kapalı
bir rejim/toplum modelidir. Kapalı,
otoriteryen yapıların 20. yüzyılda
gelişen modern, merkeziyetçi, baskıcı ulus-devlet modelleri ile güç
kazandıklarını söyleyebiliriz. Dolayısı ile küreselleşme süreçleri ile
devletlerin küresel organizasyonlar
içerisinde yer almaları, ulus-ötesi
kuruluşların üyeleri olmaları bu tür
devletlerin kapalı ve baskıcı niteliklerini azaltacaktır. Örneğin Dünya sağlık Örgütü, Dünya Çalışma
Örgütü, FİFA gibi kuruluşlara üye
olmaları, bu devletleri, kendi vatandaşlarına uluslararası standartlarda
davranmaya zorlayacaktır.
Kapalı rejimler bir taraftan dünyadan diğer taraftan kendi toplumlarından yalıtılmış bir biçimde varlıklarını sürdürürler. Popper’ın işaret
ettiği şekilde yöneten ve yönetilen
sınıf birbirinden ayrışmış durumdadır. Yönetilenlerin, sivil toplumun
yönetici sınıftan ayrışmış olması
aslında sadece kapalı toplumlarda
değil bütün toplumlarda denetimsiz, oligarşik bir bürokratik yapının
oluşmasına neden olmaktadır. Bu
nedenle bütün kamu kurum ve
kuruluşlarının olabildiğince sivil
toplumun katılımına açılması bu
oligarşik bürokratik yapının kırılması açısından son derece önemlidir.
Sivil toplum, medeniyet ve aidiyet
açısından bakıldığında, Ortadoğu’daki sivil toplum örgütlerinin
güçlenmeleri ve dış dünyaya açılmaları, her türlü ulus-ötesi aktiviteleri Ortadoğu’daki demokratik
dönüşüme fazlası ile katkı sağlayacaktır. Çünkü kapalı rejimler güçlerini en fazla dış dünyada nelerin
olup bittiğini gizlemekten alırlar.
Bu nedenle içerisinde yaşanılan
ülke sınırlarını aşan her türlü ilişki,
kapalı rejimlerin/toplumların yarattığı zihin haritasının daha fazla yırtılmasını, egemen sınıfların “doğal
egemenliklerinin” daha fazla sorgulanmasını ve egemen sınıfların
“erdemlerinin” başka ülkelerdeki
“erdemlerle” daha fazla karşılaştırılabilmesini hızlandıracaktır. Bu
nedenle Arap baharının yaşandığı
ülkelerdeki kamu kurum ve kuru-
luşları, üniversiteler, sivil toplum
örgütleri ve düşünce kuruluşları ile
kurulan/geliştirilen ilişkiler özellikle değişim dönemlerinde devasa
öneme sahiptir.
Kapalı rejimlerin toplumsal farklılıkları bastırmak için uyguladığı
stratejilerden
birisi,
herkesin
üzerine abanan ortak bir kimlik,
homojen bir aidiyet empoze etme
çabasıdır. Bu çerçevede daha demokratik bir dönüşüme kakı sağlayacak adımlardan birisi, yerel aidiyet, kimlik, örgütlenme isteklerine,
her türlü demokratik yerel taleplere
olabildiğince izin vermektir. Böylelikle farklılıkların üzerine birer karabasan gibi çöken baskıcı ve dışlayıcı
süreçler ortadan kalkacak, yerel
kimlikler nefes alabilecektir.
Yukarıdaki satırlarda da belirtildiği
gibi kapalı toplumları ve rejimleri
sürdürülebilir kılan en temel unsur
onların dış dünyadan soyutlanmış
olmalarıdır. Arap Baharının yaşandığı ülkeler açısından bakıldığında
ülke sınırları içerisinde tanımlanan
her şey aslında yapaydır. Ulusal/
ülkesel ekonomiler, siyasalar, tarihler… neredeyse tamamıyla yapaydır. Bu ülkelerde en fazla yapay
olan şey ise herhalde ulusal kimliklerdir. Ortadoğu coğrafyasının tarihi düşünüldüğünde, ortak tarihin,
coğrafyanın, geleneğin bıraktığı
mirastan farklı kimlikler üretebilmek ancak ve ancak modern, baskıcı, merkeziyetçi ulus-devletler ile
mümkün olabilmiştir. Bu nedenle
ülke sınırlarını aşan aidiyetlere kapı
aralamak, bölgesinden soyutlanarak ayakta kalabilen kapalı rejimlerin demokratik dönüşümlerine ciddi katkı sağlayacaktır. Bu anlamda
ülke sınırlarını aşan aidiyetlere geri
dönüş, medeniyet perspektifinden
ortak aidiyetlerde buluşmak, aslında Ortadoğu’nun sahip olduğu tarihsel mirasa da geri dönüştür.
Bir taraftan yerel kimliklerin kendilerini özgürce ifadesine imkan tanırken diğer taraftan ülke sınırlarını
aşan aidiyetlere fırsat vermek, sade-
Sivil toplum, medeniyet
ve aidiyet açısından
bakıldığında,
Ortadoğu’daki sivil
toplum örgütlerinin
güçlenmeleri ve dış
dünyaya açılmaları,
her türlü ulus-ötesi
aktiviteleri Ortadoğu’daki
demokratik dönüşüme
fazlası ile katkı
sağlayacaktır.
ce kapalı toplumların ve rejimlerin
kendileri ve dünya ile barışık hale
gelmesi açısından değil, yaratılan
mağduriyetlerin, ötekileştirmelerin
aşılarak bu ülkelerin birlik ve beraberliklerinin güçlendirilmesi açısından da önemlidir.
Demokratik dönüşümler dünden
bugüne hemen elde edilecek değil,
çok uzun zaman gerektiren süreçlerdir. Yukarıda işaret edilen noktalar bu süreci hızlandıracak unsurlardır. Kuşkusuz pek çok belirsizliğin
ve çok fazla iç ve dış faktörün söz
konusu olduğu bir durumda Arap
Baharının geleceği konusunda çok
hızlı umuda kapılmak kolay değildir. Ama hiçbir değişim sancısız
değildir. Elbette belirli sıkıntılar çekilecek, sancılar yaşanacaktır. Küreselleşme süreçleri ile gelen iletişim
ve bilişim teknolojileri ile başka
ülkelerdeki birey/toplum/devlet
ilişkilerinin gözler önüne serildiği
bir çağda, kapalı rejimleri/toplumları/cemaatleri
sürdürebilmenin
maliyeti gün geçtikçe ağırlaşmaktadır. Gittikçe artan bu maliyet ve
Ortadoğu halklarının cesareti göz
önünde bulundurulduğunda umut
için umutsuzluktan daha fazla gerekçemiz var demektir.
Siyaset Bilimci, Doç. Dr.*
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
31
ATCOSS
Ne İfade Ediyor?
2010’da gerçekleştirilen
ATCOSS’da gerek Türkiye
ve gerekse Arap ve İslam
dünyası ile ilgili ele
alınan konuların sosyal
değişim, İslam-siyaset
ilişkisi, İslam-laiklik
ilişkisi, Türk dış politikası,
Türk-Arap ilişkileri ve
Türkiye’nin Arap ülkeleri
ve İslam dünyasındaki
etkileri, Filistin meselesi,
İslami referansa dayalı
demokratik rejim, kültürel
kimlik, çoğulculuk ve
vatandaşlık gibi konular
üzerinde yoğunlaştığı
görülmektedir.
32
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
2010 yılı Aralık ayında Ankara’da
yapılan Arap-Türk Sosyal Bilimler
Kongresi’nin ikincisi 15 aylık bir süreden sonra Türkiye ve Arap dünyasından katılan entelektüellerin
ve bilim adamlarının yanında Mısır
ve Türkiye’yi temsil eden devlet
yetkililerin katılımıyla 17-19 Mart
2012 tarihleri arasında Mısır’ın başkenti Kahire’de gerçekleştirilmiştir.
ATCOSS, Türkiye’nin Arap ve İslam
dünyasına açılımında önemli bir
fırsat olduğu kadar, Arap ve İslam
dünyasının problemlerinin çözümü
ve kalkındırılması noktasında yeni
yaklaşım ve projelerin geliştirileceği
bir platform olmak durumundadır.
2010 yılında Ankara’da gerçekleştirilen toplantının üzerinden çok zaman geçmeden Tunus’ta başlayan
Arap Baharı’nın kısa zamanda Cezayir ve Mısır’dan Libya’ya, Suriye’ye,
Körfez ülkelerine ve Yemen’e kadar
geniş bir coğrafyada yankı bulması
düşündürücüdür. Bazen ilk bakışta
Talip ÖZDEŞ*
önem ve büyüklüğü yeterince fark
edilemeyen birtakım girişim ve
çabaların, ortaya konulan projelerin ne gibi yansımalarının olabileceğini ve hangi sonuçları ortaya
çıkaracağını tahmin etmek zordur.
Ama önemli olan iyi niyete ve güzel düşüncelere dayalı çalışmaların
gerçekleştirilmesinde gerekli adımların atılmasıdır. İlahi takdir bütün
hesapların üzerindedir.
10-12 Aralık 2010’da gerçekleştirilen ATCOSS’da gerek Türkiye ve gerekse Arap ve İslam dünyası ile ilgili
ele alınan konuların sosyal değişim,
İslam-siyaset ilişkisi, İslam-laiklik
ilişkisi, Türk dış politikası, Türk-Arap
ilişkileri ve Türkiye’nin Arap ülkeleri
ve İslam dünyasındaki etkileri, Filistin meselesi, İslami referansa dayalı
demokratik rejim, kültürel kimlik,
çoğulculuk ve vatandaşlık gibi konular üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir. Bu konular etrafında su-
nulan tebliğler, yapılan müzakere
ve değerlendirmeler katılımcıların
İslam’a, İslam ülkelerine ve dünyaya bakışlarında yeni bir vizyon
kazanmalarına neden olmuş, onların mensup oldukları ülkelerde
inanç ve kültürel kimliği kaybetmeden demokrasi, insan hakları,
çoğulculuk ve hukukun üstünlüğü
yönünde değişim ve dönüşümlerin kıvılcımını oluşturmuştur. Bu
toplantının akabinde Arap Baharı
olarak ifade edilen değişim ve dönüşüm rüzgârının Kuzey Afrika’dan
başlayarak Orta Doğu, Körfez ülkeleri ve Yemen’e kadar bütün İslam
dünyasında kendisini hissettirmesi, değişimin önündeki engeller ve
karşılaşılan problemler, Arap Baharı
ile bağlantılı hadiselerin yakından
takip edilerek değerlendirilmesini
gerekli hale getirmiştir.
Üzerindeki şaibe hala kalkmayan,
kimler tarafından tezgâhlanıp sahneye konulduğu netlik kazanmayan 11 Eylül hadisesi ile beraber
ABD, NATO ve müttefik ülkelerin
“teröre karşı savaş” sloganı altında
İslam dünyasını ve daha özelde
İslam’ı hedef tahtasına oturtmalarıyla başlayan süreç, Afganistan ve
Irak’ın işgal edilmesi ve akabinde
ortaya çıkan sonuçlar ve gelişmeler, güç dengelerinin değişmesi
ve buna bağlı olarak kurgulanan
strateji ve politikalar uzun bir müddetten beri kış uykusuna yatmakta
olan İslam dünyasının uyanmasına
ve hareketlenmesine vesile olmuştur. Filistin meselesi, İsrail’in bir taraftan işgal ettiği toprakları genişletirken diğer taraftan ABD ve müttefiklerinin göz kırpması ve desteği
ile sahip olduğu silah potansiyeline
güvenerek bölge ülkelerini tehdit
eden bir pozisyona gelmesi, nükleer çalışmalarından dolayı İran’a
karşı yaptırımlar uygulanması,
Mavi Marmara olayı, küresel ölçekli
ekonomik krizlerin neden olduğu
fakirlik ve işsizlik sorunları, İslam
dünyasındaki monarşik rejimlerin
olaylar ve gelişmeler karşısındaki
çaresizliği, bütün bunlar birbiri ile
karşılıklı etkileşim içerisinde değişimin fitilini ateşlemiştir.
İslam dünyasında halklar ve devletlerarasında yakınlaşmaların ortaya
ATCOSS, Türkiye’nin
Arap ve İslam dünyasına
açılımında önemli bir
fırsat olduğu kadar, Arap
ve İslam dünyasının
problemlerinin çözümü
ve kalkındırılması
noktasında yeni yaklaşım
ve projelerin geliştirileceği
bir platform olmak
durumundadır.
çıkmasında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Soğuk Savaş döneminin
sona ermesi, ideolojik bloklaşmanın ortadan kalkması, etnik milliyetçilik üzerine kurulu ulus devletlerin
küreselleşme karşısında konumlarının zayıflaması da etkili olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin mirası üzerinde kurulan Türkiye’nin AKP iktidarı
ile beraber hukuk, demokrasi ve
insan hakları konularında içeride
izlediği açılım ve reform politikaları
yanında, kendi bölgesindeki ülke-
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
33
Geçen yıl Ankara’da,
bu yılın Mart ayında
Tahrir Meydanı ile
dünya gündemine
oturan Kahire’de
sürecin Aktörleriyle bir
sosyal bilimler kongresi
gerçekleştirmiş olmak,
tarihe şahitlik etmek,
tarihe katılmak ve onu
inşa etmek anlamına
gelmektedir.
lere, Türk, Arap ve İslam dünyasına
yönelik yakınlaşma politikaları, geçmiş dönemlerde bu ülkeler arasındaki ilişkileri sınırlayan faktörlerin
büyük ölçüde ortadan kalkmasına,
karşılıklı güvenin tesisine kapı açmıştır. Konu İslam dünyası olduğunda, içinde bulunduğumuz bu
tarihi süreç, artık hükümet-dışı aktörlerin ve sivil toplum örgütlerinin
geçmişe oranla çok daha fazla söz
sahibi olmaya başladıkları, olaylar
ve gelişmeler üzerinde inisiyatif
kurmaya çalıştıkları, sosyo-kültürel,
politik ve ekonomik alanlarla ilgili
projelerin ortaya konulup geliştirilmesinde, devletin ve toplumun
dönüştürülmesinde etkin rol aldıkları bir süreç olmaktadır. Bu yeniden yapılanma sürecinde sosyal
ve siyaset bilimcilerinin daha çok
öne çıktıkları gözlemlenmektedir.
Bu durum Türkiye başta olmak üzere Arap ve İslam dünyasının sosyal
(insani) bilimler açısından belirli bir
potansiyele ulaşmış olduğunun da
işareti olarak okunabilir.
Medeniyetini İnşa Eden İslam
Dünyası
Artık global aktörler eliyle oynanmak istenen senaryolara “hayır” diyen, haksızlıklara boyun eğmeyen,
kendisine güven duyan, Batı karşısında hissettiği komplekslerinden
kurtulmaya çalışan, özgün kimliğini keşfederek kendi medeniyetini
34
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
yeniden inşa etme azim ve gayreti
içerisinde olan, başkalarını muhasebe ettiği gibi kendisini ve geçmişini de muhasebe eden, evrensel
tecrübelere açılan bir İslam dünyası
vardır. 2010’da Ankara’da, bu yılın
Mart ayında da Tahrir Meydanı ile
dünya gündemine oturan Kahire’de
sürecin Aktörleriyle bir sosyal bilimler kongresi gerçekleştirmiş olmak,
Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay ve
SDE Başkanı Yasin Aktay’ın da işaret
ettikleri gibi tarihe şahitlik etmek,
tarihe katılmak ve onu inşa etmek
anlamına gelmektedir. Artık olaylar ve gelişmeler karşısında nesne
olmak yerine özne olmaya çalışan,
üzerine kurgulanan politik senaryolar ve uygulamalar karşısında
susmayı ve mutlak teslimiyetçiliği
tercih etmek yerine iradesini ortaya koyarak değişim ve dönüşümün
aktörü haline gelen Müslüman
halklar, STK’lar etrafında bir araya
gelerek onların iradesine tercüman
olan düşünürler, bilim adamları, entelektüeller, siyasetçiler ve medya
organları vardır.
Bu yıl Kahire Üniversitesinde yapılan ATCOSS toplantısında bir
beyin fırtınasının yaşandığı söylenebilir. Kongrede ele alınan konulara göz atıldığında, bunların İslam
dünyasındaki yönetimler, siyaset
anlayışları ve toplumsal problemler açısından son derece hayati ve
tartışmalı konular olduğu görülmektedir. Kongrede üç gün boyunca aynı anda değişik salonlarda
sunulan tebliğlerde başlıca, İslami
hareketler (Müslüman Kardeşler ve
Selefiler) ve reform, Türkiye ve Mısır
başta olmak üzere İslam dünyasında ortaya çıkan STK’lar ve bunların
ulusal ve uluslararası alanlarda ifa
ettikleri roller, İslamcılık ve laiklik
arasında siyasi hareketler, küreselleşmenin İslami hareketler üzerine
dönüştürücü etkisi (özellikle İhvan-ı
Muslimîn/ Müslüman Kardeşler hareketi bağlamında), Arap Baharı,
Müslüman Kardeşlerin Mısır devriminde ifa ettiği rol, sivil toplum
ve Suriye ayaklanması, Türk-Suriye
sivil toplum ilişkileri, mukavemet
grupları, Arap-Türk sivil toplum
kuruluşları ve tarihsel İlişkiler, Mısır
Devrimi, siyasi aktör olarak medya, Ortadoğu’da gençlik, kadın ve
değişim, kültür, üniversiteler, sosyal bilimler ve yeni roller, vakıf ve
eğitim konuları üzerine yoğunlaşılmıştır. ATCOSS, Mısır ve Türkiye’nin
yanında farklı İslam ülkelerinden
gelen akademisyen ve entelektüellerin de katılımıyla etkileri siyasete,
Müslüman entelektüelleri,
bilim adamlarını, sivil
toplumları, medya ve
yönetim organlarını
karşılıklı dayanışma
içerisinde kendi ülkeleri
başta olmak üzere İslam
dünyasının problemleri
üzerinde daha fazla
düşünüp tartışmaya ve
onları çözmeye motive
ettiğinde hiçbir şüphe
yoktur.
ekonomiye ve hukuka da yansıyacak tecrübelerin paylaşıldığı, diyalogların, yakın ve sıcak ilişkilerin
geliştirildiği bir platform olmuştur.
Birçok engelleyici faktörün devreye
girmesiyle daha önce birbirlerinin
müktesebatından habersiz Müslüman aydınlar, ATCOSS’la biraraya
gelerek birbirlerini daha yakından
tanımanın, birbirini anlamanın fırsatını yakalamışlar, problemleri ile
ilgili belirli konular etrafında görüş
ve fikirlerin tartışıldığı, farklılıkların saygı gördüğü, müktesebatın
paylaşıldığı, gelecekle ilgili plan ve
projelerin geliştirileceği ortak bir
zemin oluşturmuşlardır.
Tarihe Şahitlik Eden Toplantılar
Tarihe şahitlik eden bu toplantıların
meydana getirdiği güven duygusunun ve dinamizmin Müslüman
entelektüelleri, bilim adamlarını,
sivil toplumları, medya ve yönetim
organlarını karşılıklı dayanışma içerisinde kendi ülkeleri başta olmak
üzere İslam dünyasının problemleri
üzerinde daha fazla düşünüp tartışmaya ve onları çözmeye motive
ettiğinde hiçbir şüphe yoktur. Bu
bağlamda vurgulanması gereken
diğer bir nokta, İslam dünyasının
bir taraftan geçmişiyle yüzleşip
onun tarihi ve rasyonel muhasebesini yaparken, diğer taraftan
moderniteyi muhatap alması, onu
içerisinden çözerek onunla karşılaşması, “hikmet müminin yitiğidir”
sözünden hareketle ortak insani
tecrübeleri kendi temel referansları
ve değerleriyle uyum içerisinde içselleştirmeye çalışmasıdır. Bu çalışmalar İslam dünyasının 21. yüzyılda
kendi özgün medeniyet tasavvurunu tekrar inşa edip geliştirmesinde
attığı önemli adımlar olarak kabul
edilmelidir. Nitekim Ankara’da yapılan birinci ATCOSS toplantısında
ele alınan konular bunun işaretlerini vermiştir. Bu noktada örneğin
biri Abdulfettah Mâdî tarafından
sunulan “İslami Referansa Dayalı
Demokratik Bir Siyasi Rejim Geliştirmek Mümkün mü?” başlıklı tebliğle
diğeri Dr. Hasan El-Hâc Ali Ahmed
ve Ba Aziz Ali el-Fekki’ye ait “Çok
Dinli Toplumlarda Kültürel Kimlik ve
Vatandaşlık Hakları: Sudan Örneği”
başlıklı tebliğler dikkat çekmektedir.1 Her iki tebliğde de demokrasi
ve çoğulculuk konusunda İslam’ın
temel referanslarıyla, kültür ve medeniyet tasavvuru ile uyum içerisinde, insanlığın toplum ve yönetim
alanında gerçekleştirdiği evrensel
tecrübelere açık özgün yorum ve
değerlendirmelere şahit olmaktayız.
Bugün İslam dünyasının içerisinde
bulunduğu problemler karşısında
çözümü İslam tarihinin ilk üç döneminin tarihi ve sosyolojik şartlarına
aynen dönmekte aramak; bilim,
siyaset, kültür ve ekonomi alanlarında ortaya çıkan bütün yenilik ve
gelişmelere kapılarını kapatmak,
moderniteyi (ontolojik olarak) yok
saymak, yönetimlere mutlakçı bir
teslimiyet anlayışı ile bağlanarak siyasetten uzak kalmaya ve bağımsız
kalmaya çalışmak müspet bir sonuç
getiremeyeceği gibi; aşırı politize
olup Batı’ya karşı ideolojik, tepkisel ve radikal bir tavır geliştirmek,
bütün cephelerde onunla savaş
mantığı üzerinden hareketle hesaplaşmaya çalışmak da sonuç getirmemektedir. Geçmişte ve günümüzde bazı Müslüman çevrelerin
içerisine düştüğü yanlış bir durum,
onların İslam tarihinin belirli süreçleri içerisinde insan ve toplum taraNİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
35
fından gerçekleştirilen dini anlama
ve yaşama tarzlarını, oluşturulan
kurumları, gelenek ve töreleri doğrudan İslam’ın kendisiyle ve temel
referanslarıyla özdeşleştirmeleri olmuştur.
Bir dönemin sosyo-kültürel, ekonomik ve politik şartlarını “altın devir”
telakkisi üzerinden olduğu gibi
günümüze getirmeye çalışmak, hayatın birçok alanında ortaya çıkan
değişim, dönüşüm ve gelişmeleri
protestocu ve radikal bir tavırla “bidat” ve “şirk” olarak damgalayarak
reddetmek sonuçta çözümsüzlüğü, gerilemeyi, zaman kaybını ve
ümitlerin boşa çıkmasını beraberinde getirebilir. Kaldı ki yönetimlere mutlak teslimiyetin sunulmasıyla
siyasetten uzak kalınacağı düşüncesi de sadece bir zandan ibarettir.
Çünkü siyasetin inşasında, ortaya
koyacağı icraatlarda ve murakabesinde toplumun iradesine hiç değer
verilmediği halde ona mutlak teslimiyet ve itaatin sunulması, gerçekte siyasetten bağımsız olunduğu
anlamına gelmediği gibi Kur’an ve
sahih Sünnet’in ruhuna da uymaz.
Çünkü inşasında toplumun rol almadığı, murakabe edemediği, hesap soramadığı bir siyaset yapılan-
ması, Dr. Abdulaziz Abdu’l-Hakim’in
de Selefilik’le ilgili tebliğinde2 işaret
ettiği gibi, yönetmek durumunda
olduğu kitleler, gruplar, toplumsal
oluşumlar üzerinde kendi hedef ve
stratejisine uygun olarak planladığı
şeyleri kolaylıkla gerçekleştirmesine, toplumun siyasi kadroların
stratejisine tabi kılınmasına imkan
vermektedir. Yani kendilerini siyaset dışında konumlandıranlar, yine
bir şekilde politikanın malzemesi
haline getirilmektedir.
Siyaseti ideolojik zemine taşıyarak
aşırı politize olan, Batı ve modernite
karşısında tamamen protestocu ve
radikal bir çizgi ortaya koyan hareketlere gelince, 11 Eylül’den beri bu
hareketlerin global aktörler ve güç
merkezleri tarafından nasıl maniple
edildiği, günah keçisi haline getirildikleri, kolonyalizmin İslam dünyasına yönelik işgal politikalarına alet
edildikleri bilinmektedir. Ne yazık ki
söz konusu merkezlerin İslam’ı onlar üzerinden terörle yaftalayarak
bir islamofobi yaratmaya muktedir
oldukları söylenebilir. Müslüman
halklar, İslam dünyasında ve Batı’da
İslam’ı referans alan hareketler ve
sivil toplum kuruluşları, politikanın
kirli oyunlarına alet olmadan, dini
de siyasallaştırmaksızın, siyasetin
üzerinde ama siyaseti temel değerler ve evrensel ilkeler üzerine inşa
eden, onu sorgulayıp murakabe
eden bir duruş sergilemek durumundadırlar.
Doğu Ergil’in Kahire Üniversitesinde gerçekleştirilen bu tarihi toplantıda yaptığı veciz konuşmasında
sarahatle işaret ettiği gibi, temsili,
müzakereci ve katılımcı bir siyasal
sistemin inşası için siyaseti kalitesizleştiren vesayetçi otoritelerin ve
bu otoritelerin temelinde yatan
sorgulanamayan ideoloji ve ilkelerin elemine edilmesinin yanında, siyasetin ortak ilke ve değerler
üzerine oturtulması, hukukun üstünlüğü bağlamında siyasi yetkileri
sınırlayan anayasal bir çerçevenin
çizilmesi ve bunun, toplumun adalet, özgürlük ve gelişme taleplerini
karşılayacak nitelikte ve uluslararası normlara uygun olması gerekmektedir. ATCOSS, bugün ulaştığı
noktada böyle bir duruşun ve yapılanmanın gerçekleştirilmesinde
son derece önemli bir misyon icra
edebilir.
SDE Uzmanı, Prof. Dr. *
1.
ATCOSS (Arap Türk Sosyal bilimler konferansı), 10–12 Aralık 2010, Ankara
2.
Abdulaziz Abdu’l-Hakim, Contemporary Salafies and Political Action in Morocco, Second Arab-Turkish Congress of Social Sciences, Cairo, 17-19 March 2012
36
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
Röportaj
Mısırlı Duayen Türkolog Al-Katory:
“Birbirimizi Yeniden Keşfediyoruz”
Mısır Ain Shams (Ayn Şems)
Üniversitesi Sanat Fakültesi
Türkçe Çalışmalar Öğretim
Üyesi Prof. Dr. Safsafy
Ahmed Al-Katory, ülkenin
en tecrübeli Türkologu.
AK Parti tecrübesi üzerine
kitap hazırlayan Al-Katory,
Mısır’da Osmanlı’ya ve
Türkiye’ye karşı bakışın
değiştiğini kaydediyor.
ATCOSS’a konuşmacı
olarak katılan Al-Katory
ile Kahire Üniversitesi
bahçesinde görüştük.
SD: ATCOSS’la ile ilgili düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Öncelikle Kahire’ye hoş geldiniz.
Ben Türkoloji üzerine çalışmaktayım. Mısır’da en eski Türkologum.
1963’ten beri Türkiye ve Türk kültürü üzerinde çalışmaktayım. Bizde 13 bölüm var. Türkoloji üzerinde çalışan 60- 70 öğretim üyesi var.
Ben başladığımda Türkçe okuyan
10 -15 kişi vardı. Şimdi her üniversitede 400-500 öğrenci var. Bugün
Mısır’da 13 üniversitede binlerce
öğrenci Türkçe okumaktalar.
Türkler ve Araplar bilhassa Mısır
ve Türkiye, genellikle 1300 senedir birlikte yaşadılar. İslam’ın doğuşundan beri Türkler ve Araplar
birliktedir. Biz Türk deyince sadece
Anadolu’daki Türkleri kastetmiyoruz. Baltık denizinden Çin Seddi’ne
kadar yayılan Türklerden bahsediyoruz. Anadolu’daki Türklerle Osmanlı döneminden beri 400-500
sene birlikte yaşadık. Beraber yaşamamız ortak çok şey yaratmış. Din
ve dini kültür haricinde de aramızda müşterek tarih ve gelenekler
var. Sanat, edebiyat, adet ve örfler
bakımından birbirimize çok yakınız ve birbirimizden çok etkilendik.
Türkler burada çok bulunmuşlar.
Türklere azınlık demiyoruz. Çünkü
Mısır ve Türkiye o zamanlar tek bir
devlet. Osmanlı deyince bu Suriyeli, bu Iraklı, bu Mısırlı demiyoruz,
Osmanlı diyoruz. Ortak eserlerimiz
ve bilim adamlarımız var. Türkler
burada kitaplarını önce Arapça
yazdılar, sonra Türkçeye çevirdiler.
Yavuz Selim’in Niyeti İslam
Birliğiydi
Bizim bir kanaatimiz var. O da; Osmanlıların bilhassa Yavuz Selim’in
buraya girişi Batılıların dediği gibi
bir sömürge meselesi değildir.
Yavuz Selim bir İslam birliği meyNİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
37
getirdi. 19. Asır sonunda sömürgeciler, oryantalistler ve tebşircilerin
(misyonerler) etkisiyle özellikle 1.
Dünya Savaşı’ndan sonra, Osmanlı
Devleti yıkıldıktan ve yeni Türkiye
Cumhuriyeti kurulduktan sonra,
Araplar ve Türkler arasında biraz kırgınlık vardı. Siyasette kırgınlık olabilir ancak kültür ve tarih bakımından
iki millet birbirine saygı gösteriyordu. Demokrat Parti’den sonra Arap
ve Türkler arasında biraz yakınlaşma oldu. Mısır 56, 67’de ve 73’de
uzunca savaşlar yaşadı. Türk halkı
o yıllarda Mısırlıların yanında durmuştur. İstanbul’da bu nümayişlere
(gösterilere) bizzat şahit oldum.
Mescid-i Aksa verildikten sonra
çok nümayiş oldu, birlikte karşı çıktık. Biz Yahudilere din olarak karşı
durmuyoruz. Siyasetçilerine, Siyonist ve masonlara karşı duruyoruz.
DP’den sonra bu ilişki yeniden başladı. Refah Partisi’nden sonra gelişme daha yoğun oldu. Erbakan ve
Turgut Özal ikisine de Allah rahmet
eylesin Mısır’a geldiler. İki memleket arasındaki bağlar gelişti. Ama
son AK Parti döneminde gelişmede
büyük adımlar atıldı. Ekonomik ve
siyasi bakımdan büyük gelişmeler
yaşandı. ATCOSS da sosyal bilimler
alanında birbirimizi daha yakından
tanımamıza katkı sağlıyor. Her şeyden önce, kültürel bakımdan birbirimizi yeniden keşfetmeye başladık.
dana getirmek istiyordu. Çünkü
o dönemde Haçlı seferleri var.
Ortadoğu’yu ve Afrika’yı ele geçirmeye çalışıyorlardı. Yavuz Selim
buna karşı İslam birliğini sağlama
çalışıyordu. Bunun için hem Mısır’ı
hem Şam’ı hem onun oğlu Sultan
Süleyman 50 sene içinde ta Fas’a
kadar gitmişler. Böyle bir amaçla
birlik yaratmak istendi. Bu birlik sırasında yeni bir ortak medeniyet
çıkardık. İslam medeniyeti yalnız
Türklerin, Arapların yahut İranlıların
değildir. Bu üç direk üzerinde İslam
medeniyeti kurulmuştur. İranlı deyince, Pakistan ve Hindistan’daki
38
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
Türkleri de dahil ediyorum. Hepimiz
beraber yeni bir form içinde İslam
Medeniyeti yaratılmıştır. Mimaride
ve sanatta herkes bir şeyler kattı.
Hat sanatında Türkler meşhurdur.
Çok güzel bir deyim var: “Kur’an-ı
Kerim Mekke ve Medine’de inmiş,
Mısır’da okunmuş, Türkiye’de yazılmıştır.” Demek bu ortak medeniyettir. Mısırlılar ve bilhassa Türkler
Kırım’da Ruslara karşı birlikte savaştı. Mora adasına beraber girdiler.
Bu kaynaşma iki memleket ve iki
millet arasında ortaklıklar meydana
Sosyalistlik, laiklik ve komünistlik
akımları iki memleket arasında biraz gerginlik yaratmıştı. Bundan
sonra İslam cereyanı Türkiye’de
meydana çıktıktan sonra ilişkiler
daha da iyileşti. Benim fikrimce
Necmettin Erbakan’dan sonra bu
ilişki bütün İslam ve Arap alemi ile
bilhassa Mısır’la daha yakınlık gösterilmiş.
Turgut Özal, “Batı bizi kabul etmeyecek, doğuya dönelim” diye
düşünüyordu. Bir akademisyen
olarak şunu diyebilirim. Bence AB
Türkiye’yi yani bizi hiçbir zaman
kabul etmeyecek. Çünkü onlar
tarihi iyi okuyorlar. Türkler İslam’ı
Viyana’ya kadar götürmüşler. Onlar
nasıl ki Endülüs’ten Müslümanlar
çıkarıldıysa Türkler de Balkanlar’dan
çıkarılmalı diye düşünüyordu. 1.
Dünya Savaşı’nda Edirne, İzmir ve
İstanbul’u işgal ettiler. Bazı gazetecileri hâlâ İstanbul demiyor, Konstantiniye diyor. Bence hiçbir zaman
Türkiye’yi Avrupa üyesi olarak kabul
etmeyecekler. Fakat bu fikirden istifade edebiliriz. Bu teşebbüs devam
ederse insan hakları, ekonomi ve
teknik açıdan ilerlemekte yararlanabiliriz. Fakat biz onlara pazar
olmamalıyız. Bizim de sanayimiz,
ticaretimiz olmalıdır. Biz birbirimizi tutarsak büyük bir ekonomi ve
sanayi kurabilir ve karşılıklı destek
olabiliriz.
Bizi İngilizler Birbirimize
Düşürdü
SD: Mısır’da okutulan ders kitaplarında Türkiye aleyhindeki ifadeler temizlenebildi mi?
Yüzde 90 temizledik. Bir kanaatimiz var, bu bir İngiliz oyunuydu.
İngiliz siyaseti bize “Siz ayrılın, daha
önemli olacaksınız” diyordu. Elimizde bazı vesikalar var. İngilizler Araplara benzeyen bazı askerler getirip
Türkleri arkasından vuruyorlar. Ve
yine Türklere benzeyen askerleri de
getirip Arapları vuruyorlar. “Bakın
sizi vuruyorlar” diyorlar. Şimdi tarih
kitaplarındaki Türkler aleyhindeki
ifadeleri temizliyoruz.
Şimdi büyük bir akım oldu: “Türkler bizi sömürmek için gelmemişler, İslam birliğini yaratmak için
gelmişler.” Bu kanaat yaygınlaştı.
1. Dünya Savaşı sırasında Mısırlılar
buradaki şehitlere çok iyi bir şekilde saygı gösterdi. Osmanlı esirleri
İskenderiye ve diğer bölgelerde çadırlarda kalıyordu. Onların arasında
Mısırlılar irtibat kurdu ve çok yardım etti. Bizi parçalamak istediler.
Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi
bizi yutmak için bizi parçalamışlar.
Türkler ve Mısırlılar daha fazla ekonomik ve kültürel bağlantı kurar
ve daha iyi tanışırsak yeni nesillerin
bağları daha kuvvetli olacaktır.
faat kavgası yok. Mısır ve Türkler
arasında ne kavgası olabilir?
Mısırlılar Türkiye’yi Yeniden
Keşfediyor
SD: Osmanlı zamanında İstanbul
SD: Türkiye’de bir çok Mısırlı yazarın
kitapları Türkçeye çevrildi. Mısır’da da
Türk yazarların eserleri çevriliyor mu?
Son 20 yıla kadar Mısır’da, Nazım
Hikmet’ten ve Aziz Nesin’den başka kimse bilinmezdi. Şimdi bizim
bölümlerimizden mezun olanlar,
Mehmet Akif’i, Kısakürek’i, Kemal
Tahir’i, Peyami Safa’yı, divan şairleri Fuzuli, Şeyhi, Galip, Abdulhak
Hamit’i tanıyor. Son zamanlarda
çeşitli alanlarda eserler çevriliyor.
Bizde çok önemli bir çeviri merkezi var: Milli Çeviri Merkezi. Türkçeden onlarca kitap çevrildi. Fuat
Köprülü’nün Türk Edebiyat Tarihi,
Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi,
Gölpınarlı’nın İlk Mutasavvıfları
çevrildi. Eş Şuruk yayınevi var. Adnan Binyazar’ın Ölümün Gölgesi
Yok romanı çevrildi. Büyük bir sükse
oldu. Burada çok güzel karşılandı.
Daha önce bir Türkçe çeviri getirdiğimizde, yayınevleri “kim okur,
kime hitap edeceksiniz, satılmaz”
diye basmıyordu. Şimdi talep var.
Son gelişmeler ve TV dizilerinden
sonra çeviriler daha da arttı.
Mısırlılar son zamanlarda Türk edebiyatını ve Türkiye’yi yakından tanımak istiyorlar. Hem okumak için
hem de Turistik açıdan Türkiye’ye
gidenlerin sayısı artı. Geçen sene 70
bin Mısırlı Türkiye’ye gitmiş. Demek
Türkiye’yi yeniden keşfetmeye başladık. Bizim için çok önemli şeyler
oluyor.
Erdoğan Fatih Gibi Karşılandı
Erdoğan’ın İsrail’e karşı ve bizim yanımızda duruşları bizi çok etkiliyor.
Halk çok güzel şekilde karşılıyor.
Belki takip etmişsinizdir. Gerek Sayın Cumhurbaşkanı gerek Erdoğan
buraya geldiğinde millet onu havaalanında karşıladı. Sanki Muhammet (Mehmet) Fatih gibi geldiler.
Çünkü iki memleket arasında men-
sosyetesinin Mısır’dan gelen zenginlerden etkilendiği, saraylıların ve sosyetenin lüksü ve refahı Mısırlılardan
aldığı söylenir.
Yaşayış bakımından iki millet arasında büyük bir fark yok. Fakat Mısır çok zengin bir memleket olarak
biliniyor. Ben İstanbul’a gittiğimde
maaşımı altın olarak aldığımı sanıyorlardı. Halk beni çok sevdi. Ramazan bayramında Beyazıt’ta, Üniversite karşısında bir otelde kaldım. Bir
Türk arkadaş, bayramda yalnız kalamazsın diyerek ısrarla beni evine
davet etti. O sıralar babam mektup
yazmıştı, “dar-ül hilafette, Asitan’da
(yani İstanbul’da) ne gördün” diye
soruyordu. Ona yazdım, İstanbul’da
okunan ezanları dinliyorum. Sokaklarda, aynı Mısır’daki gibi domates,
patates, patlıcan diye bağırıyorlar.
Hiçbir fark yok, rahat rahat yaşıyoruz, dedim.
Türkiye’den Para Değil Tecrübe
İstiyoruz
SD: Türkiye Arap Baharı’nda nasıl
davranmalı? Fehmi Huveydi gibi yazarlar Türkiye’ye geldiğinde, “Türkiye
Arap aleminin başına geçsin” diyor.
Sizin Türkiye’den beklentileriniz nelerdir?
Yine hilafet dönsün, başında da
Türkler olsun diyenler bizi parçalamak için istiyor. Halk ne istiyor bu
önemlidir. Mısır ve Türkiye beraber
çalışır ve büyük firmalar kurarsa bütün Afrika bizim bölgemiz olabilir.
Büyük fabrika kurulursa Afrika’ya
girebiliriz. Çünkü bütün Afrika devletleri bizi Nasır zamanından beri
severler. Yardım ettiğimiz için saygı
duyarlar. Mısır’dan ne gelirse onu
kabul ederler. Şimdi Mısır’ın ekonomik durumu müsait değil ama
büyük ortaklıklar yaparsak bütün
Afrika bizim pazarımız olabilir. Mısır ve Türkiye mesela Karadeniz’de
böyle serbest bölgeler kurarsa ve
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
39
müzdeki hafta yayınevine
verilecek. Bu nokta üzerinde çalışıyorum. Burada
Salahaddin okulu var. Ana
okulundan liseye kadar
öğrenci yetiştiriyor. Oraya
gidin. 2-3 senedir 800 talebe var. Bütün Mısır halkı diyor ki; “böyle 10 okul daha
kurulsa memnun oluruz.”
Neden, çünkü bizim çocuğumuz bu okula giderse
İslam kültürünü öğrenecek. Batı okullarına giderse
Batı kültürünü öğrenecek.
Yeni arsalar arıyorlar. Yakında bu okulların sayısı
4’e çıkacak.
ortak çalışmalar yapabilirse bütün
İslam memleketlerine ve Orta Asya
devletlerine açılabiliriz.
Biz Türkiye’den maddi para olarak
yardım istemiyoruz. Biz tecrübe istiyoruz, deneme istiyoruz, beraber
çalışmak istiyoruz. Türkiye aşağı
yukarı 70 milyon ve Mısır 80-85
milyon, demek birlikte 150 milyon.
Mantalite, akıl ve zeka bakımından
iki millet birbirine denk geliyor. Bizim için bu en büyük sermaye. Halk
en büyük sermaye. Komşu memleketler, Körfez bölgesindekiler Arap.
Yani bizim akrabamız. Fakat aramız40
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
da hiçbir bağlantı yok. Çünkü yalnız
medya bakımından bakıyorlar. Fikir
ve kültür bakımdan hiçbir gelişme
yok. Fakat Mısır ve Türkiye bambaşka. Yavaş yavaş Mısır - Türkiye - İran
üçgeni kurulursa, bütün Asya ve
bütün bu bölgenin durumu iyileşecek.
Türkçe Okullarda Ders Olacak
SD: Mısır’da Türk işadamlarının açtı-
ğı okullarının ilişkilere katkısı oluyor
mu?
Ben AK Parti tecrübesi üzerinde
bir kitap hazırlamaktayım. Önü-
Dün Suhaç’tan bir işadamımız bana telefon açtı,
Diyor ki, “Safsafi, eğer sefir
beyle yahut Beşir Atalay
bey ile görüşebilirseniz,
onlara bir teklifim var.
Suhaç’ta yani tam güneyde, ya ortak bir okul
kuralım ya da ben okulu
inşa ederim, onlar programlarını gelsin okutsun.
Bu işadamının bir okulu
var. Geçen sene hükümete dilekçe sunmuş, önümüzdeki seneden itibaren
Türkçenin, Arapça yanında
İngilizce, Almanya, Fransızca, İspanyolca gibi ders
olarak okutulmasını istemiş. Bizim Milli Eğitim bakanımız kabul etmiş. Önümüzdeki yıl
Türkçe ders olarak okutulacak.
Demek ki Türk kültürüne yabancılık
hissetmiyoruz. Müzik, adetler, örfler
bakımından, ayrıca evlilik, ölüm törenlerinde birbirimize çok yakınız.
Aramızda bir menfaat kavgası olmayınca her şey daha kolay oluyor.
Tam tersine birlikten menfaatimiz
olacak.
SD: Teşekkür Ederiz.
Röportaj: Ahmet ÜNAL
Foto: Yasemin Küçer
Yeni Ortadoğu, Yeni Sosyal
Bilim Geleneğiyle Anlaşılabilir
Kahire’de düzenlenen
ATCOSS-2010, yüzyılın
içinde inşa edilen “bilimsel
yalanları” sorgulayan,
buna meydan okuyan
ve bu bilimsel yalanların
inşa ettiği ön yargı
duvarlarını yumruklayan
bir ruhla yapıldı. Sosyal
bilimcilerin değişik meslek
grupları, artık bu yüzyıllık
yalanın dışına çıkarak
bakmaya başlamışlardı.
Hegemonyanın
varlığını Arap ve Türk
ötekileştirmelerini aşarak
yapıyorlardı.
B
aşbakan Yardımcısı bir sosyal
bilimci, “Tahrir meydanında
başlanan özgürlük ateşiyle
tarihe yeni bir sayfa açılıyor, sosyal
bilimcilere bu tarihe tanıklık etme
fırsatı sunuluyor, yeni sorunlarımızı
artık kendi paradigmalarımızı geliştirerek çözebiliriz” diyor.
Ergün YILDIRIM*
Beşir Atalay, yüzyılı aşan, entelektüel bir geleneği içinde taşıyan
ve muhteşem tarihi mimarisiyle
bugünü selamlayan Kahire Üniversitesinin yüksek kubbeli salonlarında sosyal bilimcilere böyle
konuştu. Arap Türk Sosyal Bilimler
Kongresi’nin ikinci geleneksel toplantısıydı bu. Mart 17-19 arası üç
gün boyunca bir birine karşı ötekileştirilen coğrafyalar, kimlikler, kültürler ve milletler yeniden ortak bir
anlam içine nasıl yerleşebileceklerini arıyorlardı.
Batı modernliğinin hegemonyası
içinde sosyal bilim yapmaya çalışmışlardı. Batılı bilim adamlarının
hazır kalıp teorileriyle kendi toplumsal gerçekliklerini kolonlaştırmaya gitmişlerdi. Daha doğrusu
modernliğin yerel ve ulus devletler
için ön gördüğü “içten fetih” hareketi, sosyal bilimler tarafından
bilimsel önermelerle meşrulaştırılmaya çalışılmıştı. Oryantalizm,
sosyoloji, antropoloji, siyaset bilimi,
teoloji ve tarih çalışmaları bu bilimsel seferberliğin donkişotluğuna
soyunmuşlardı. Bu nedenle Araplar, Türkleri arkadan bıçaklamışlardı; Türkler de Arapları sömürerek
geri kalmalarına neden olmuştu!
Bu tarihsel yalanın bilimsel temellerini geliştirmek yüzyıl boyunca bütün Müslüman toplumların bilim
adamlarına kalmıştı.
Post-Osmanlı çağında, yüzyıl boyunca bütün Ortadoğu toplumları
Kahire’de ATCOSS’un düzenlediği
konferans, yüzyılın içinde inşa ediNİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
41
Kendi toplumsal ve
bölgesel varlığının
gerçekliğini algılayamayan,
yorumlayamayan ve
çözüm öndeyileri için çeşitli
çevrelere “bakma biçimleri”
sunamayan bir sosyal bilim
de hegemonyacı olmanın
ötesinde bir anlam
taşımaz.
len bu “bilimsel yalanları” sorgulayan, buna meydan okuyan ve bu
bilimsel yalanların inşa ettiği ön
yargı duvarlarını yumruklayan bir
ruhla yapıldı. Sosyal bilimcilerin değişik meslek grupları, artık bu yüzyıllık yalanın dışına çıkarak bakma-
42
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
ya başlamışlardı. Hegemonyanın
varlığını Arap ve Türk ötekileştirmelerini aşarak yapıyorlardı. Toplumsal
bilim, gerçek toplumsal ilişkilerden
ilham alarak yapılmaya yöneldiğini gösteriyordu. Aslında, seçilen
tema da buna oldukça yatkındı:
Sivil toplum kurtuluşları. Çünkü
sivil toplum, yüzyıl boyunca çeşitli
diktatörlere ve baskıcı ideolojilere
karşı mücadele ederek bugüne gelmişti. Onlarca toplumsal hareketler,
sivil toplumun direnişini, var olma
iradesini ve yeniden aktörleşmesini anlatıyordu. Sunulan tebliğlerde
Hizbullah, Hamas, Müslüman Kardeşler, Selefiler, Milli Görüş, Nakşiler
vs. tartışıldı. Baasçılığın, Kemalizmin ve Nasırcılığın yüzyıla biçtikleri
“deli gömleklerin” bu toplumsal ve
politik hareketler tarafından nasıl
da sabırla sorgulandığı ve direniş
gösterildiği ortaya konuldu.
Ortadoğu sosyal bilimleri, yeni top-
lumsal hareketlerin varlığını algılayarak bölgesel gelişmeleri tartıştı.
Bunu yaparken birçok işlevsel tutum içinde bulunuyordu. Yüzyıllarca süren oryantalist ve Batıcı bilim
paradigmalarına eleştirel bakarak
bunu aşmanın çabası içindeydi.
Sosyal bilimler dilinde eleştiri bulunmaktaydı. Kemalizmin, Nasırcılığın ve Baasçılığın bütün despotizmlerine rağmen şimdi eleştirel
gelenek kendini gösteriyordu. Bilim
adamları daha özgür bir tutumla
toplumsal gelişmeleri analiz ediyorlardı. Bir partinin, bir ideolojinin ve
bir ulus devletin sözcüsü pozisyonundan uzak duruyorlardı. Ancak
aynı zamanda gelişmelere duyarlı,
sorumluluk içinde konumlanan ve
bölgesel yeniden doğuşun sosyal
bilimsel mantığını arayan bir zihinsel bakış sergiliyorlardı.
Arap baharının, yeni Ortadoğu’nun
toplumsal varlığını algılayarak tartı-
Müslüman milletlerin,
coğrafyalarında kendi
gerçekliklerini görerek,
kabullenerek ve onlarla
barışarak bilim yapmaları
onları aktarmacı,
teslimiyetçi, tekrarlayıcı
ve teori fukarası olmaktan
kurtarabilecektir.
şan, yorum yapan ve çeşitli projeksiyonlarda bulunan sosyal bilimsel
tutum, yeni bir bilim geleneğiyle
yola çıkmak gerektiğinin haberini
veriyordu. Beşir Atalay’ın konuşması, konferansı düzenleyen SDE Başkanı Yasin Aktay’ın sunuşu, tam ma-
nasıyla artık eski bilim geleneğinin
dışlayıcı, ötekileştirici, kutuplaştırıcı
vs. özelliklerini bırakılarak yeni bir
paradigmayla yola çıkmanın zamanı geldiğini ifade ediyordu. Aslında
toplumsal gerçeklik, post-Osmanlı
zamanlarında yeni bir çağa evriliyordu. Bu nedenle yeni Türkiye,
Arap Baharı, Kuzey Irak Kürt Yönetimi vb. köklü olgusal gerçeklikler
ortaya çıkmaktaydı. Sosyal bilimler
de buna tanıklık yapmak zorundaydılar. Eski bilim geleneğiyle
bunları açıklamak, anlamak ve sosyal sorumluluğa dair çeşitli teorik
yaklaşımlar geliştirmek mümkün
değildi. Kendi toplumsal ve bölgesel varlığının gerçekliğini algılayamayan, yorumlayamayan ve çözüm öndeyileri için çeşitli çevrelere
“bakma biçimleri” sunamayan bir
sosyal bilim de hegemonyacı olmanın ötesinde bir anlam taşımaz.
Bugün nasıl ki Kemalizm, Nasırcılık
ve Baasçılık donmuş birer tarih dışı
ideolojiye dönüşüyorlarsa, sosyal
bilimler de oryantalizmin, batı modernliğinin ve ulus devlet anlayışının hegemonya bakma biçimleriyle yaşamaya devam ederlerse tarih
dışı kalmaya mahkûmdurlar. Ancak
Kahire’deki konferans, bunu aşmanın ve yeni gerçekliği yeni okumalarla anlamanın önemini kavrayan
bir çabayı anlatıyordu. Konferansın
en büyük anlamı da buydu.
Müslüman milletlerin, coğrafyalarında kendi gerçekliklerini görerek,
kabullenerek ve onlarla barışarak
bilim yapmaları onları aktarmacı,
teslimiyetçi, tekrarlayıcı ve teori
fukarası olmaktan kurtarabilecektir. Kahire’de sosyal bilimcilerle
konuşarak, tartışarak ve Kahire sokaklarında insan yüzleri, sesleri ve
imgelerle iç içe geçerek hissettiğim
duygu bu oldu.
Yıldız Teknik Üniversitesi, İnsan ve
Toplumbilimleri, Doç. Dr. *
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
43
ATCOSS’un ve
Tahrir’in Ülkesi: Mısır
Tahrir Meydanı’nda esen
Arap Baharı rüzgarına
sosyal medyanın
damgasını vurduğu görüşü
genel kabul görmektedir.
Sanal dünyanın
kavramlarıyla ve Mısırlı
akademisyen Prof. Dr.
Abdulfettah Seyfeddin’in
ATCOSS’un açılış
panelindeki kullandığı
tanımlamayla, Tahrir
kıyamı, “ziplenmiş yani
sıkıştırılmış bir devrimdir.”
Açıldığı takdirde,
nereye kadar yayılacağı
kestirilememektedir.
44
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
T
ahrir sadece Araplara has anlamlar içeren bir kelime değildir. Sözlüklerimizde; yazmak,
araştırmak ve serbest bırakmak
gibi karşılıkları vardır. Gazetelerde
yazı işleri yahut yayın kuruluna ‘tahrir heyeti’ denirdi. Osmanlı’da yeni
ele geçirilen beldeler için ‘tahrir
defterleri’ tutulurdu. Günümüzde
hat sanatı ve çinicilikle eşdeğer bir
yazma sanatı olarak da devam ede
gelmektedir.
Arap Baharı hakkında Tahrir kelimesinin etimolojik bağlamında
bir değerlendirme yapılırsa, Tahrir
Meydanı’nda yeni bir tarih yazıldığı,
Arap dünyası için doğrunun araştırıldığı ve iradesi zincirlenmiş insanların serbest bırakıldığı söylenebilir.
Tahrir Meydanı’nda esen Arap Baharı rüzgarına sosyal medyanın
damgasını vurduğu görüşü genel
kabul görmektedir. Sanal dünyanın kavramlarıyla ve Mısırlı aka-
Ahmet ÜNAL*
demisyen Prof. Dr. Abdulfettah
Seyfeddin’in ATCOSS’un açılış panelindeki kullandığı tanımlamayla, Tahrir kıyamı, “ziplenmiş yani
sıkıştırılmış bir devrimdir.” Açıldığı
takdirde, nereye kadar yayılacağı
kestirilememektedir. Gerçekten de
Tahrir rüzgarının esintileri Avrupa
ve ABD’yi sarsan Wall Street’i işgal
eylemlerinde dahi hissedilebilir.
Yine internet kullanıcılarının iyi bildiği gibi sıkıştırılmış dosyalar açılırken muhakkak virüs kontrolünden
geçirilmelidir. Aksi halde, işletim
sisteminizi, belleğinizi ve mevcut
birikimlerinizi tamamen çökertebilir. Güvenlik duvarlarınızın casus
yazılımlara, virüslere ve sistemde
bırakılabilecek “arka kapılara” karşı
güncellenmesi ve sağlam kalkanlarla korunması gerekmektedir.
Kahire idealizm ve romantik duyguların yoğun yaşandığı mistik bir
şehir. Sadece Arap aleminde değil
Müslüman coğrafyalarda yetişen
çoğu Sosyalist, liberal ve İslami görüş sahipleri; Taha Hüseyin’den Necip Mahfuz’a, Hasan El Benna’dan
Seyyid Kutub’a kadar birçok ismi
kendisine referans alır. Ancak Nobel
Edebiyat ödüllü Mahfuz’un, ödülü
almak için dahi Mısır’ı terk etmediği hatırlanırsa, romantik ideallerin
gerçek dünya ile ters düşebileceği
de unutulmamalıdır. Bu bağlamda,
devrimin perde arkasındaki asli unsuru sayılan İhvan-ı Müslimin’den
de ‘Yoldaki İşaretleri’ iyi okuması
beklenmektedir.
25 Ocak 2011’de, Tahrir merkezli olarak Arap sokağında başlayın
rüzgar 18 gün şiddetli eserek Hüsnü Mübarek’in saltanatını devirdi.
Fakat bahar yellerinin hızı şimdilik,
Mübarek’in eski yol arkadaşlarının,
yani askeri bürokrasinin duvarlarına
çarptı ve nisbeten hızını kaybetti.
Yüksek Askerî Konsey, Mübarek’in
Başbakanı Kemal Ganzuri’yi yeni-
den ve tam yetkiyle başbakan atayarak önemli bir mesaj verdi.
Tahrir Devrimi sonrasında alt ve üst
kanatları feshedilen Meclis yenilendi. İhvan-ı Müslimin’in (Müslüman
Kardeşler) siyasi kanadı Hürriyet ve
Adalet Partisi oyların yüzde 47’sini
alarak 235 milletvekili çıkardı. Selefilerin Nur Partisi ise yüzde 24 oyla
121 koltuk kazandı. Mısır’ın en eski
partisi Liberal Vefd 38 ve Hür Mısır
Bloku ise toplam 34 milletvekilli
elde edebildi.
508
sandalyeli
Mısır
Halk
Meclisi’nde koltuklardan üçte biri
bağımsız adaylara ayrılıyor. Fakat
seçime katılan partiler kimi adaylarını bağımsız listesinden de seçtirdi.
Yüksek Askeri Konsey Başkanı Hüseyin Tantavi de, Cumhurbaşkanı
yetkisiyle parlamentoya 10 milletvekili atadı.
Geçiş Dönemi Kalıcı Olur mu?
Kahire sokaklarında trafik lambaları
İnternet kullanıcılarının
iyi bildiği gibi sıkıştırılmış
dosyalar açılırken
muhakkak virüs
kontrolünden geçirilmelidir.
Aksi halde, işletim
sisteminizi, belleğinizi
ve mevcut birikimlerinizi
tamamen çökertebilir.
çalışmıyor. Devrimden sonra trafik
keşmekeşi iyice içinden çıkılmaz bir
hal almış. Halk yollarda, arabalar ve
zırhlı araçların arasında her an ölüm
tehlikesiyle burun buruna yaşıyor
ki, İstanbul trafiğini bile arıyoruz.
Yollardaki arabaların neredeyse
yarısı hasarlı. Muhtemelen sigorta-
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
45
Kahire sokaklarında trafik
lambaları çalışmıyor.
Devrimden sonra trafik
keşmekeşi iyice içinden
çıkılmaz bir hal almış.
Halk yollarda, arabalar ve
zırhlı araçların arasında
her an ölüm tehlikesiyle
burun buruna yaşıyor
ki, İstanbul trafiğini bile
arıyoruz.
kasko sistemleri de çökmüş durumda.
Temel ihtiyaç maddeleri Türkiye’ye
nispeten ucuz olsa da, Mısırlı gençlerin niçin memleketimize yerleşmek istediklerini anlamak zor değil.
Özellikle eski Kahire’deki evlerin neredeyse yarısı harabe halinde. Terk
edilmiş görünümü veren binalar
okul ve hastane olarak kullanılıyor.
20-25 milyonluk başkentin neredeyse dörtte biri mezar evlerde barınıyor. Muhteşem binalar ve görkemli otellerdeki hizmetler bizdeki
üçüncü sınıf otelleri aratıyor. Maalesef sokaklarda çöpler zamanında
toplanmıyor.
Halkın tüm beklentileri kısa sürede
karşılanabilir mi? 2011 yılı sonuna
kadar Halk ve Şura Meclisi seçimlerinin yapılması, Kurucu Meclis oluşturularak Anayasanın yazılması ve
yeni Cumhurbaşkanının seçilmesi
öngörülüyordu. Ancak başarılamadı. T.C Dışişleri Bakanlığı’nın internet sitesinde sözkonusu endişeye
şu ifadelerle yer veriliyor: “…Mısır’ın
içinden geçmekte olduğu çalkantılı geçiş sürecinin demokrasiye
geçişin öngörülenden daha fazla
zaman alacağını şimdiden düşündürmektedir.”1
Hem hükümeti kurması hem de
46
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
cumhurbaşkanını belirlemesi halinde toplumun beklentilerinin tek
muhatabı haline gelecek olmanın
dayanılmaz ağırlığından olsa gerek
Müslüman Kardeşler cumhurbaşkanı adaylarını açıklamadı. Fakat
İhvan’dan ayrılarak adaylığını açıklayan Abdulmunim Ebul Futuh,
özellikle üniversiteli gençlerin desteğini alarak Cumhurbaşkanlığına
doğru ilerliyor. Cumhurbaşkanlığı
için yüzlerce adayın başvurduğu
seçim kampanyaları 30 Nisan’da
başlayacak. Selefiler’in adayı Hazım
Ebu İsmail ve Mübarek döneminin
de gözdelerinden ve Batılı devletlerle de arası iyi olan Arap Birliği
eski Genel Sekreteri Amr Musa şans
tanınan adaylar arasında.
Siyasi kararsızlık Müslüman Kardeşleri bölünmenin eşiğine kadar götürebilir. Seçimlerden sonra, “haydi
enkazı kaldırın ve ülkeyi refaha ve
düzene kavuşturun” talepleri yüksek sesle dillendirilecek. Hasan El
Benna’dan günümüze siyasetten
dolayı dili birçok kez yanan İhvan
eğer hareketin ileri gelenlerinden
birini aday gösterirse, bu kez de
Ebul Futuh’u destekleyen gençlerini kaybedebilir!
Öte yandan İslami eğilimli partiler
sadece 9 kadını parlamentoya taşı-
Mısırlıların hem en büyük
zenginliklerinden hem
de eski sömürgecilerinin
onları kendi hallerinde
bırakmayacağı en büyük
dertlerinden biri Asya ve
Afrika’yı birleştiren eşsiz
konumu.
yabildi. Eylemlerde dövülen, işkence gören ve zorla bekaret testine
alınan kadınların da, Meclis’te yeterince temsil edilmemelerine karşılık
yeni yönetimden çok daha fazla şey
isteneceği öngörülebilir.
Türkiye ve Arap dünyası
İhvan’ın diğer bir sorunu da sağlık ve yardım teşkilatlarıyla halkın
desteğini kazansa da siyasi olarak
kendisini destekleyecek güçlü bir
medya ve araştırma merkezlerinin
bulunmayışı. Mübarek karşısında
muhalefeti destekleyen yarı resmi
El-Ahram gazetesi bugün de 1,5
milyon satarken, İhvan’ı destekleyen gazetelerin tirajı 40-50 bin civa-
artık Arap ülkeleri ve Türkiye
ilişkilerinde önemli bir
noktadayız. ATCOSS Sonuç
Bildirisi’nde belirtildiği gibi,
birbirlerini oryantalist
kurgular ve yabancı
ajansları aradan kaldırarak
doğrudan tanımaya
başlıyor.
rında, ayrıca yerel kanallar haricinde çok seyredilen TV kuruluşları da
bulunmuyor.
Yüzlerce aday Cumhurbaşkanlığı
için başvursa da, güçlü bir siyasi
liderlik tesis edilemezse iktidara
gelen kim olursa olsun, yılların ihmaliyle birikmiş enkazın altında
ezilecek. Ülke ekonomisinin önemli
ölçüde kontrol eden askeri bürokrasi ise yeniden kurtarıcı olarak sahneye çıkmayı bekliyor.
Eldeki verilere göre, Mısır’ın petrol
ve doğalgaz rezervi enerji ihtiyacını rahatlıkla karşılayabilir. Neyse ki,
enerji tröstlerinin iştahını kabartacak kadar hidrokarbon rezervi bulunmuyor! Ayrıca Kızıldeniz’in ve
Nil’in bereketinin yanısıra piramitlerin turistik cazibesi Mısır’ı rahatlıkla
refaha kavuşturabilir.
Bugün en radikal İslamcısından
liberaline kimse Süveyş Kanalı’nı
kapatmayı aklından bile geçirmiyor. Yine de Mısırlıların hem en
büyük zenginliklerinden hem de
eski sömürgecilerinin onları kendi
hallerinde bırakmayacağı en büyük
dertlerinden biri Asya ve Afrika’yı
birleştiren eşsiz konumu.
Mısır’daki Türkiye
Mısır’dan Türkiye için de güzel haberler var. ATCOSS 2012’de tanışNİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
47
tığımız Mısır’ın en eski Türkolog’u
Prof. Dr. Safsafy Al-Katory, görüşmemizde Mısır’da her birinde
400-500 öğrenci olmak üzere 13
üniversitede binlerce gencin Türkçe öğrendiğini anlattı. Ayrıca Türk
işadamlarının Kahire’de açtığı Salahaddin Lisesi’nde 800 öğrenci
Türkçe öğreniyor. Mısırlılardan öyle
yoğun talep gelmiş ki bu yıl 3 okul
daha açılacakmış.
Türkçe öğrenme coşkusuna Türkçe Olimpiyatlarının Mısır Finaline
katılan ailelerin ve öğrencilerin
heyecanlarını görerek şahit olduk.
Kahire Büyükelçimiz Hüseyin Avni
Botsalı, Salahaddin Lisesi’ndeki
programda, Afrika ülkelerinde 60
okul açıldığını ve buralarda toplamda 100 bin gencin Türkçe öğrendiğini anlattı.
48
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
En sevindirici haber Mısırlıların Türkiye ve Osmanlı ile ilgili kanaatlerinin değişiyor olması. Ayrıntılarını
elinizdeki dergimizden okuyabileceğiniz röportajda tecrübeli Türkolog Al Katory, 1. Dünya Savaşı
sırasında Türk ve Mısırlıların arasını
bozmak için İngilizlerin Arap kıyafeti giyerek Türklere ve Türk görünümüne bürünerek Araplara saldırdığını anlattı. Bu iddiayı belgelerle
ispatladıklarını belirten Al Katory,
Yavuz Sultan Selim’in de, sömürgeci bir anlayışla değil Haçlı seferlerine karşı İslam Birliğini kurmak için
Mısır’ı fethettiğini savunuyor.
Çarşı ve pazardaki esnaf ilk bakışta
Türk olduğunuzu anlıyor ve “yavaş
yavaş Hasan Şaş” diyerek yanına çağırıyor. Ancak Türkiye’de uzun süreli
ikamet edenlerde bazı soru işaretleri de yok değil. Türkiye’de Araplar
aleyhinde oluşan yargılar nedeniyle
bazı rahatsızlıklar var. Gerçekten de
Akdeniz’in güneyinden Türkiye’ye
baktığınızda; “Ne Şam’ın şekeri...”
ile başlayan, “Arap saçı” ile devam
eden deyimler hiç de hoş durmuyor. Birde evcil hayvanlara takılan
Arap isimleri de tarihi bir geçmişimiz bulunan kardeşlerimizi üzüyor.
Kahire Üniversitesi’nde görüştüğümüz onlarca gencin Türkiye’ye
karşı besledikleri hayranlığa bizzat
şahit oldum. Bazısı dizilerden bazısı
da Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Davos’taki çıkışından etkilenmiş. “Bize
de Erdoğan gibi lider lazım” diyorlar. Bu duygularını da Başbakan
Erdoğan’ı Mısır ziyaretinde havaalanında büyük bir miting havasında
karşılayarak ve Tahrir meydanındaki konuşmasında attıkları sloganlarla gösterdiler.
Başkan Barack Obama, ABD’nin bozulan imajını düzeltmek için İslam
ülkeleriyle ilişkilerini ‘resetlemeyi’
yani yeniden başlatmayı hedefliyordu. Bu maksatla devrimin hemen öncesinde Kahire’ye kadar
gelip öğrencilerin karşısına çıkmıştı.
Devrim sonrasında da Mısır’ın geleceğini gençlerin dinamizmi belirleyecek gibi görünüyor.
Genç kuşak askeri müdahale olarak
yaklaşık 800 kişinin öldüğü ve 6 bin
kişinin yaralandığı 18 günlük Tahrir devrimini biliyor. Provokasyon
olarak öğrendikleri ise bir futbol
karşılaşması sonrasında çıkan ve 75
kişinin can verdiği stadyum faciası
ile sınırlı. Ancak gençlerin enerjisi
aksakallıların tecrübe ve sağduyusu
ile birleşirse anlamlı sonuçlar doğurabilir.
Gücünü hissettiren ve ‘biz buradayız’ diyen asker şimdi bir adım geriye çekilmiş durumda. Güvenliğin
askıya alındığı ortam devrimcilere
gözdağı olarak yorumlanıyor. Yine
Prof. Dr. Seyfeddin Abdulfettah’ın
sözleriyle ifade edersek, Mısır güvenlik güçlerinin uzmanlaştıkları
tek konu rejimi halktan korumaktı.
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
49
Şimdi güvenlik güçleri ne yapacaklarını şaşırdı. Çünkü halkın güvenliğini sağlamak farklı bir uzmanlık
gerektiriyor. Umarız, güvenlik boşluğu kısa zamanda atlatılır.
Bugün Türkiye ve Arap dünyası ilişkilerinde önemli bir noktadayız. ATCOSS Sonuç Bildirisi’nde belirtildiği
gibi, artık Arap ülkeleri ve Türkiye
birbirlerini oryantalist kurgular ve
yabancı ajansları aradan kaldırarak doğrudan tanımaya başlıyor.
Bildiride ATCOSS’un önemi, “20.
Yüzyıl’daki oryantalist bakış açısıyla
şekillenmiş olan İslam dünyasının
21. Yüzyıl’da artık kendi toplumsal
perspektifini kavrama ve kavramsallaştırma imkânını yine kendi
iradesiyle yapabilmesi açısından
belirgin bir işleve sahip olacaktır.”
maddesiyle vurgulanıyor. Umarız
SDE’nin sosyal bilimler alanında
gerçekleştirdiği başarı ekonomik ve
siyasal ilişkilerde de tekrarlanır.
Nil vadisindeki halk şimdilik mutlu.
45 yıldır aralıklı olarak yürürlükte
olan olağanüstü hal kısmen kaldırıldı. Demokrasiye geçiş sancılarının yaşandığı Kahire sokaklarında
vatandaşlar ‘serbestçe’ dolaşıyor.
Neşeli ve güleryüzlü Mısırlılar geçici
çilelere alışık. Ancak insanların hayallerini bağımsız, huzurlu ve refah
dolu bir gelecek süslüyor. Beklentiler her geçen gün daha da artıyor.
Mısır ve Süveyş Tarihçesi
Yaklaşık 400 yıl Osmanlı Devleti
bünyesinde yaşayan Mısır, fiilen
1883’te ve resmen 1914’te İngiltere tarafından işgal edilmiştir.
1922’de Kral Fuad Mısır’ın bağımsızlığını ilân etse de İngiliz askerleri 1946 yılına kadar ülkeden çekilmemiştir. Bu tarihte Süveyş Kanalı
bölgesini ellerinde bulundurmak
şartıyla ülkenin diğer kesimlerini
terketmiştir.
Mısır’ın bağımsızlık tarihinin düğüm noktası Süveyş Kanalı olmuştur. Basra Körfezi’nden gelen petrol Akdeniz’e Süveyş Kanalı üzerinden ulaşıyordu. Kanalı, İngiltere ve Fransa’nın kurduğu Kanal
Şirketi kontrol ediyordu. 1952 yılında bir askeri darbe neticesinde
Cemal Abdulnasır iktidara geldi
ve 1953’te Cumhuriyet yönetimine geçildiğini ilan etti. Nasır Kanal
şirketini milleştirmeye karar verdiğinde Mısır kendisini bir savaşın
içinde buldu. İsrail’e karşı silahlanmak isteyen Nasır’ın, silah talebini Batılı devletlerden karşılaması
imkansızdı. Sovyetler’le ilişkilerini
1.
50
http://www.mfa.gov.tr/misir-siyasi-gorunumu.tr.mfa
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
güçlendirdi. Sorunu çözmek için
toplanan Londra Konferansı’ndan
sonuç çıkmadı ve İsrail 1956’da
Sina yarımadasını işgale başladı.
Birleşik Krallık ve Fransa ise sözde barıştırmak amacıyla bölgeye asker çıkarmaya karar verdi.
Nasır sözde yardım reddedince
İngiltere ve Fransa Uçak gemileri
göndererek Mısır’a hava saldırısı
düzenleyerek kanal bölgesinin
hakimiyetini ele geçirdiler.
Yeni bir dünya savaşı çıkabilirdi.
Sovyetler Birliği Mısır’dan çekilmemeleri halinde Paris ve Londra’ya
nükleer bomba atma tehdidi savurdu. ABD de Sovyetler’in yanında tavır alınca İngiltere ve Fransa
ateşkes ilan etmek zorunda kaldı.
Fakat bölgede BM Barış Gücü konuşlandı. 1967’ye kadar bölgeyi
kontrol eden Barış Gücü, çekilir
çekilmez Altı Gün Savaşı patlak
verdi ve İsrail Mısır’ı yeniden bir
hezimete uğrattı.
Süveyş Krizi’nin sonucunda Avrupa ülkelerinin dünya gücü olmadıkları anlaşılmış ve Sovyetler’in
karşısında tek süper güç olarak
Nisan’da yeniden bir seçim süreci
yaşanacak ve Cumhurbaşkanlarını seçecekler. Yeni yönetim ülkeyi
güllük gülistanlık edecek… Ancak
orta yaşın üzerindeki Mısırlıların
ve Türkiye tecrübesini bilenlerin
şaşırmayacağı yeni bir “darbeler ve
müdahaleler sürecinin” başlayacağı öngörülebilir. Otoriter düzenden demokrasiye adım atan Mısır’ı,
korkarız ki, 27 Mayıs, 12 Eylül ve 28
Şubat tecrübeleri bekliyor. Umarız,
Mısırlılar dizilerimiz kadar siyasi tarihimizi de öğrenirler de başları fazla ağrımaz.
SD Yazı İşleri Müdürü*
ABD hakimiyeti tescil edilmiştir.
İngiltere’de Başbakan Anthony
Eden istifa etmek zorunda kalırken General de Gaulle yönetimindeki Fransa NATO’nun askeri kanadından çekilmiştir.
Nasır ise yenilgilerine rağmen
Süveyş Kanalı üzerinde denetimi
sağlayınca Arap dünyasında Nasırcılık akımı başladı. Sovyetler’in
de desteğiyle bölgedeki son sömürgelerin bağımsızlık ilan süreçleri hızlandı.
1948 ve 1967’de, İsrail savaşlarında büyük bir yenilginin ardından
Enver Sedat yönetimindeki Mısır,
İsrail’e karşı 1973 Savaşını kazanmış fakat 1978’de, Arap Ligi’nden
uzaklaştırılmasına neden olan
Camp David Anlaşması’nı imzalamıştır. Sedat imzaladığı bu anlaşma yüzünden 1981’de bir suikast
neticesinde hayatını kaybetti. Halefi Mübarek döneminde Filistin
sorununa katkıları sebebiyle Mısır
Arap dünyasına tekrar kabul edilmiştir.
Arap Devriminin Başkenti:
Kahire
18 – 20 milyon nüfuslu
Kahire sadece Mısır’ın değil
Arap Dünyasının özeti
gibi. Birbirinden çok farklı
semtler, çok değişik insan
manzaraları var. Bir tarafta
sefaleti diğer tarafta
sefahati görebiliyorsunuz.
Yarım kalmış apartmanlar,
hiç restorasyon görmemiş
bakımsız, kirli binalar,
bir katı şahane diğer katı
harabe olmuş viraneler,
mezar evler…
M
ısır, Arap dünyasındaki
değişimin kalbi. Kahire’de
çarpan özgürlük yüreği
bütün Arap âlemine kan pompalıyor. Kadim bir kültürün yeniden doğuş sancıları yaşanıyor. Tahrir meydanında yakılan hürriyet meşalesi
için için yanıyor. Tahrir kahramanları sessiz sakin devrim nöbetindeler.
Asrın firavunlarını bir bir gönderen
Mısır halkı demokrasi, özgürlük ve
barış için mücadele ediyor. Geçiş
döneminin dengelerini kontrol
ederken bileğinin hakkıyla yakaladığı fırsatı kaybetmek istemiyor. 18
-20 milyonluk dünyanın en büyük
metropollerinden Kahire’nin gülümseyen, sakin ve dingin insanları
gelecek için umutlanıyor. Halkın
egemenliğini simgeleyen seçimler,
yeni anayasa ve reformlarla Yeni
Mısır’ı inşa etmek için çabalıyor. Mısır tarihini yeniden yazıyor. Mısır’a
hayat veren Nil geçmişin tüm kirlerini alıp götürecek gibi zamanın
Aydın BOLAT*
deryasına akıyor. Osmanlı geçmişi
Mısır’ın mesut dönemi. İngiliz, Fransız kolonyal dönemi sonrasındaki
Nasır, Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek dikta rejimleri Mısır’ın kâbusu,
halkın üzerine çöken baskı rejimleri ve geriye bıraktıkları yoksulluk,
haksızlık, zülüm dönemleri…
ATCOSS 2012 – Kahire
ATCOSS 2012 SDE’nin organizasyon olarak ilk yurtdışı deneyimi.
Ayrıca Arap Devriminin başkenti
Kahire’de yapılmasıyla birlikte çok
daha önemli bir kongre oldu. ATCOSS 2010 Arap devrimini tetikledi,
ATCOSS 2012 ise bu süreci karşıladı,
yorumladı ve tarihini yazdı dersek
abartmış olmayız herhalde. SDE
Türkiye heyeti 100 kişilik katılımla
16-17-18-19-20 hatta bazıları 21
Martta Kahire’de kaldı.
16 Mart Cuma günü Türkiye’nin
Mısır Büyükelçiliğinde prestijli bir
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
51
Belediye hizmetlerinin
görünmediği örümcek ağı
yollar ve şehrin haddini
aşmış araç yoğunluğu ve
trafik kargaşası. Benzin
200 pound yani 70 kuruş,
araçlar ucuz ama çoğu
eski, kırık dökük. Ana
caddelerde karşılaşılan
trafik lambalarına bakan
kimse yok gibi.
resepsiyon gerçekleştirildi. Büyükelçilik bahçesi 16-18.00 arası akademisyenler, gazeteciler, işadamları, diplomatlar ve öğrencilerden
oluşan 300 kişilik bir davetli ile
doldu. Başbakan Yardımcısı Prof.
Beşir Atalay ve Mısır’ın Evkaf Bakanı
birer konuşma yaptılar. Röportajlar
yapıldı, ciddi sohbetler ve kulisler
resepsiyona samimi bir hava verdi.
Kahire’nin serin bahar havası sanki
Arap Baharı denen hava bu olsa
gerek. Özel ve özenli ikramlar bu
bahar tadını güzelleştirdi. ATCOSS
2012 elçilik bahçesinde gülen yüzlerle ve umutla başladı. ATCOSS ‘a
Türkiye ve Mısır sahip çıktı.
“Festivals Hall” de Açılış
ATCOSS 2012 Açılış Programı Kahire Üniversitesi Festivals Hall
(Obama’nın konuştuğu) salonda yapıldı. Kubbe altında gösterişli muhteşem salon SDE’ye ve
ATCOSS’a verilen önemin ifadesi.
Salonda 500 kişi var. Sn. Atalay,
Mısır Yüksek Öğretim ve Bilim Bakanı, Filistin Gazze Gençlik ve Spor
Bakanı onur konukları ve ev sahibi
Kahire Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Heba Nassar. Açılış oturumunda dikkatimi çeken spotları
sizlerle paylaşayım:
Suriyeli akademisyen Prof. Dr. Behij
Mula Huech:
Prof. Nassar:
“Suriye halkı değişimin gerekli olduğunu kanıyla canıyla kanıtlamaya çalışıyor.”
“Kahire Üniversitesi özgürlük ve
demokrasi için atılan tüm adımlara
destek verdi.”
Gazzeli Bakan Dr. Muhammed El –
Medhun:
“Kahire Arap Baharı’nın Başkenti’dir.
Mısır ve Türkiye değişimin temel direğidir. Bölgesel ve stratejik bir rol
oynanıyor.”
“Kudüs bütün Müslümanların ciğerparesidir. ATCOSS Arap ve İslam
dünyasındaki değişimi bilimsel temellere oturtacaktır. ATCOSS ‘u gelecek yıl Gazze’ye davet ediyorum.”
Prof. Beşir Atalay:
“ATCOSS tarihe tanıklık etmiştir.
Arap dünyası köklü bir değişim
geçiriyor. Yüzyıllık ihmal ve açık
kapanıyor. Aynı medeniyet kökünden geliyoruz. Derin kopuş bitiyor.
ATCOSS isabetli ve zamanlı bir arayıştır. Gerekli olan entelektüel muhtevayı ATCOSS üretecektir. Her sene
istikrarla bu toplantıların yapılması
gerekir, buna biz daima destek vereceğiz.”
“Suriye Bilançosu; 9700 şehit’in
500’ü çocuk 600’ü kadın. 400 insan işkenceyle öldürülmüş, 75000
kayıp, 20000 Türkiye’de, 3000
Ürdün’de ve 2000 Lübnan’da mülteci var.”
“Din ve devlet birbirinden ayrılmaz
birbirine muhtaçtırlar. Akıl vahye
karşı değildir. İslamcılar dünyadan
kopmuş değillerdir. Siyaset askeri
vesayetten kurtarılmalıdır. Demokratik bir sistem istiyoruz.”
Kahire Üniversitesinden Siyaset Bilimci Öğretim Üyesi Prof. Seyfettin
Abdülfettah:
Müslüman’ın görevi Kureyş suresinde ifade edildiği gibi “Açlığı
gidermek ve emniyeti sağlamak”
yani açlar doyurulmalı ve korkular
giderilmeli. Askeri geçiş konseyi geçiş sürecini iyi yönetemiyor. Henüz
yemek pişmeden birileri farklı bir
yemeği servis ediyorlar. Geçiş süreci iyice olgunlaşmalıdır. Türkiye’nin
geçiş sürecinden şu noktalarda istifade edebiliriz:
Çoğulculuk, demokratik reformlar,
asker – sivil ilişkileri, vakıf etkinlikleri, STK’lar
Türkiye derin devleti nasıl ortadan
kaldırdıysa bizde öyle kaldırabiliriz.
Prof. Doğu Ergil :
“Oryantalizm artık sona ermiştir.
Bu bölgenin halkları artık kendi
düşüncesiyle problemlerinin çözümünü kendi yapacak entelektüel
güce ulaşmıştır. Devrimde önce
bir şeyler devrilir sonra restorasyon
süreci başlar. Türkiye 100 yıldır bu
restorasyonu yapamadı. Dinin siyasallaştığı, siyasetin ise dinileştiği
bir dönem kaçınılmaz olarak yaşanacaktır.”
52
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
Kahire’de çarpan özgürlük
yüreği bütün Arap âlemine
kan pompalıyor. Kadim bir
kültürün yeniden doğuş
sancıları yaşanıyor. Tahrir
meydanında yakılan
hürriyet meşalesi için için
yanıyor. Tahrir kahramanları
sessiz sakin devrim
nöbetindeler.
Prof. İhsan Dağı:
“Özgür, demokratik, çoğulcu, adil
bir toplum ancak sivil toplum inisiyatifiyle inşa edilebilir. STK’lar
sınır aşan networklar kurmalıdır.
Ulusal sınırların durduramadığı bir
değişim talebi var ve bölgesel bir
niteliğe dönüştü. Devlet bir güç temerküzüdür ve ancak örgütlü sivil
toplum tarafından denetlenebilir.”
Bir Afrika Metropolü: Kahire
18 – 20 milyon nüfuslu Kahire sadece Mısır’ın değil Arap Dünyasının özeti gibi. Birbirinden çok farklı
semtler, çok değişik insan manzaraları var. Bir tarafta sefaleti diğer
tarafta sefahati görebiliyorsunuz.
Yarım kalmış apartmanlar, hiç restorasyon görmemiş bakımsız, kirli
binalar, bir katı şahane diğer katı
harabe olmuş viraneler, mezar evler…
belki de trafiği onlar idare ediyor.
Kahire kornalarla uğulduyor adeta. Nil karakıta Afrika’nın olduğu
kadar Mısır’ın ve Kahire’nin de her
şeyi. Nil olmasa her yer cehennem
olur. Çöle Nil kan, can ve hayat veriyor. Kahire’nin güzelliği Nil; şehrin
tam ortasında İstanbul boğazı gibi
nazlı nazlı akıyor, sessiz ve sakin.
Üzerinden onlarca köprü Kahire’nin
doğusunu batısına bağlıyor ve
gemiler, tekneler Nil’in kelebekleri gibi. Kahire’den İskenderiye’ye
doğru Akdeniz’e açılan Nil kollara
ayrılarak onlarca delta bırakıyor. O
mümbit deltalarda yetişen meyve,
sebze, tahıl tüm Mısır’ı besliyor. Nil
o beldeye Allahın bir lütfu, rahmeti.
Nil olmasa Kahire hiç, Mısır yok gibi.
Doğu Kahire’de Tahrir Meydanı.
Diktatör baskıcı rejime karşı özgürlük meşalesinin yakıldığı o meydan,
adına şiirler yazılmış, şarkılar bestelenmiş. Boş bir alan değil içinden
yollar geçiyor, trafik akıyor. Çimleri
çiğnenmiş, ağaçları gösterilerde
yıpranmış, kırılmış. Ama devrim nöbeti tutan 10 kadar çadır, üzerinde
devrim şehitleri, Mübarek’i, İsrail’i,
Amerika’yı protesto eden resimler,
karikatürler ve maketler var. Dev
zafer işaretli anıt ve Tahrir’in tam
ortasından geçen trafik ışığında
sallanan idam edilmiş, alnında İsrail
bayraklı mübarek maketi. Yanı başında yakılmış görüntüsüyle Hüsnü Mübarek’in 10 katlı parti binası,
diğer tarafta daha çok eski antik
Mısır’ı anlatan yüz binlerce parça
Geçiş döneminin dengelerini
kontrol ederken bileğinin
hakkıyla yakaladığı fırsatı
kaybetmek istemiyor. 18
-20 milyonluk dünyanın en
büyük metropollerinden
Kahire’nin gülümseyen,
sakin ve dingin insanları
gelecek için umutlanıyor.
heykel, eşya ve malzemelerden
oluşan tarihi müze. Tabii ki 5000
yıllık kralların, kraliçelerin mumyaları toprak nasip olmamış ibretlik
cesetler tarihin derinliğinden ziyaretçilerinde ürpertici duygular
uyandırıyor. Ne o kocaman müzede ne de turistik eşya diye satılan
eşyalarda İslam medeniyeti ile ilgili
bir ize rastlanmaması dikkat çekici.
Sanki Mısır sadece antik dönemde
var, sanki Mısır firavunlar, piramitler, sfenkslerden ibaretmiş gibi…
Mısır’da Hz. Musa, Hz. Yusuf, Abbasi,
Memluk ve Osmanlı dönemlerine
ait bir iz yok gibi. Mehmet Ali Paşa
ve İbrahim Paşa heykelleri de olmasa bazı binalar dışında pek iz yok.
Han El-Halil
Han El-Halil Kahire’deki curcunanın merkezi Kadim El-Ezher Camii
ve üniversitesi de orada tam karşı-
Belediye hizmetlerinin görünmediği örümcek ağı yollar ve şehrin haddini aşmış araç yoğunluğu ve trafik
kargaşası. Benzin 200 pound yani
70 kuruş, araçlar ucuz ama çoğu
eski, kırık dökük. Ana caddelerde
karşılaşılan trafik lambalarına bakan kimse yok gibi. O kaotik trafik
kargaşası yaya, sürücü Mısırlıların
aralarındaki zımnen yapılmış bir
anlaşmayla ya da olağanüstü sosyal
reflekslerle işliyor ama şikâyetçi değiller. Birbirine bağıran çağıran yok,
trafik düzensiz bir ritimde akıyor.
Ama kornalar durmadan çalıyor,
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
53
Osmanlı geçmişi Mısır’ın
mesut dönemi. İngiliz,
Fransız kolonyal dönemi
sonrasındaki Nasır, Enver
Sedat ve Hüsnü Mübarek
dikta rejimleri Mısır’ın
kâbusu, halkın üzerine
çöken baskı rejimleri
ve geriye bıraktıkları
yoksulluk, haksızlık, zülüm
dönemleri…
sında Mısır ve bölge Şiilerinin merkezi olan El-Hüseyin Camii. Renkli
neonlarla, yanıp sönen spotlarla
bir gazino gibi ya da etrafındaki
kalabalık insan yığınlarıyla bir panayır yeri gibi. Caminin içinde sohbet edenler, yemek yiyenler, yatıp
uyuyanlar, secde edecek temiz 20
cm yer bulanlar namaz kılıyor, bir
grup camii dışına da verilen yüksek
oktavlı ses ile okunan Kur’an’ı dinliyorlar. Cami içinde Hz. Hüseyin’in
kesik başının bulunduğunu iddia
ettikleri bir türbenin etrafında adım
atılacak yer yok, tavaf ediyor, ağlıyor ve yakarıyorlar. Cami dışında
ve etrafında grup grup yüksek sesli
müzik eşliğinde düzensiz zikirle
raks eden sarhoş haldeki insanlar
ilginç görüntüler oluşturuyor. ElEzher üniversitesi ve camisi İslam
ilahiyatındaki mümtaz yerinin gururuyla vakur misyonunun hizmetinde olduğunu gösteriyor. Ama
Han El-Halil serbest pazarın, sabah-
lara kadar açık çarşıların, dükkanları
ve sergileri Kahire’nin en hareketli
merkezlerinden.
taşıyan ve amfide toplantısına heyecanla katılanlara diğerlerinin hiçbir tepkisi yok.
Özel Manzaralar
Mısırdaki Türk işadamları yıllardır
yollarımızı gözlediklerini söyleyerek ATCOSS katılımcılarını Gemiyle
Gece Nil turunda açık büfeyle dört
dörtlük ağırladılar. Onlar Mısır’ı
Türkiye adına fethetmişler maşallah. Türk- Mısır işadamları derneği yöneticilerine özellikle Başkan
Zeki Ekinci beye teşekkürler. Onlar
Arap ve Türk dünyası arasındaki
Nil’in köprüleri. Sosyal ve kültürel
programları mutlaka işadamlarının
katkılarıyla desteklemek gerekiyor
sanırım.
Sabah saat 6.00’da Nil kıyısında
oteller arasında ve ara cadde üzerinde sabah sporuna çıkan bir bölük askerin bizim tabirimizle ‘yaylalar yaylalar’ söyleyerek ve ‘güçlü
ordu’ sloganını saydırarak koşmaları Mısır devrimi ve askeri yönetim
paradoksunu Kahire’de asker-sivil
ilişkisini gösteren bir enstantaneydi
doğrusu.
Kıpti bir papaz öldü diye Kahire’de
yarıya indirilen bayraklar onun
töreni için Kahire caddelerinde
önemli noktalarda kilometrelerce
yol kenarına dizilmiş silahlı askerlerden saygı ve tören kıtaları. Mısır’ın
yüzde 75-80’i Müslüman kalanın
çoğu Hıristiyan olsa da bir Gayri
Müslim din adamı öldü diye yas ilan
etmek Türkiye’de olmayacak bir şey
diye düşünmeden edemedik. Bazen Türkiye mi yoksa Mısır mı daha
demokrat dedirten örneklere rastlıyoruz doğrusu.
Kahire üniversitesinde öğrencilerin yarısından çoğu kız, kızların da
yüzde doksanının başı kapalı. Başı
kapalı olanların çoğunun kot pantolonlu ve streç giyimleriyle örtülerine tezat görüntüleri dikkat çekiyor. Ancak herkes birbiriyle barışık,
protestocu öğrencilere, muhalif bir
cumhurbaşkanı adayının resmini
Devrim Sonrası Mısır Nerede?
Asker desteğinde geçici hükümet
ve yönetim hala işbaşında. Devlet
başkanı bir general. Seçimler yapıldı parlamento oluştu. İhvan destekli Hürriyet ve Adalet Partisi yüzde 47, Selefilerin Partisi Nur Partisi
yüzde 24 oy olarak parlamentonun
yüzde 70’ini geçmiş durumdalar.
“Mısır İslam Devleti ve İslam Hukuku yasamanın kaynağı” bunu herkes kabul etmiş gibi. Ancak seçim
sonuçları hükümete yansımamış
parlamentonun işi ‘yeni anayasa’ ve
‘demokratik reformlar’ ancak bunlar nasıl yapılacak belirsiz.
Haziran’da yapılacak Cumhurbaşkanı seçiminde 500 aday var. En
güçlü adaylar Abdulmunim Ebu’l
Futuh (İhvandan ayrılmış bir akademisyen), Amr Musa (eski Arap Birliği
sekreteri), Muhammet El-Baradey.
‘Yeni Mısır’ için umutlu ama belirsizlikleri çok olan bir geçiş ve bekleyiş süreci. Yine de temel hak ve
özgürlükler konusunda özgüvenini
bulmuş bir toplum izlenimi var. Ancak özgürlüklerin de bir bedeli var.
Ve herkesin kendine özgü bir sosyal sentezi ve bir tarih yorumu. ‘Yeni
Mısır’ artık kendi yolunu bulacak
ve post-modern Arap ihtilalı bütün
bölgeyi etkileyecek gibi görünüyor.
Stratejik Planlama Kurulu Başkanı*
54
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
EKONOMİ
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
55
‘TL’ Saygınlığın
Simgesidir
TL’nin yeni simgesi oldukça
yeni, lakin yerli yersiz her
türlü tartışmaların odağına
oturdu. Neye benzediği
ve çağrışım yaptığı şeyler
muhakkak önemli, fakat
daha önemli olan husus
TL’nin günümüz ekonomik
konjonktüründe eski
imajından sıyrılmaya
çalışmasıdır. Simgesi
önemli çünkü değişen
Türkiye’nin vizyonuna
hitap eden, bir şekil olması
gerekir.
56
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
TL’nin yeni simgesinin ortaya çıkması oldukça yeni, lakin yerli yersiz her türlü tartışmaların odağına
oturdu. Neye benzediği ve çağrışım
yaptığı şeyler muhakkak önemli, fakat daha önemli olan husus TL’nin
günümüz ekonomik konjonktüründe eski imajından sıyrılmaya
çalıştığıdır. Simgesi önemli çünkü
değişen Türkiye’nin vizyonuna hitap eden, bir simge olması gerekir.
Paranın temel işlevleri mübadele
ve değer saklama aracı olması ve
ortak bir ölçü birimi olmasıdır. Bu
özellikleri itibari ile TL’nin 1990’lı
yıllarda paranın temel işlevlerini
yerine getirdiğini ifade etmek oldukça güçtür. Çünkü yurtiçi piyasada yaşanan yüksek enflasyon
nedeniyle her geçen gün TL’nin
kullanımı azalmaktaydı. 1990’lı yılların ortalarında ev kiralarının dahi
dolar veya mark ile yapıldığı dönemlerde, TL’nin bir değer saklama
Ahmet ŞAHBAZ*
aracı olmasını bir kenara bırakalım,
değişim aracı olma özelliğini dahi
tam olarak yerine getirememekteydi. Dolayısıyla 1990’lı yıllarda
TL’nin simgesinin, şeklinin herhangi bir anlamının olup olmaması bir
tarafa, TL’nin bir sembolünün var
olup olmaması ile bile kimse ilgilenmemekteydi. Bugün itibari ile TL
simgesi kanımızca olması gereken,
tam zamanında bir seçim olmuştur.
Bunun nedenlerini şu şekilde ifade
etmek mümkündür.
Para İkamesi (Dolarizasyon)
Azaldı
Şekil 1’de döviz tevdiat hesaplarının
vadeli mevduatlar içerisindeki
payını gösteren M2Y/M2 para
arzı oranı yer almaktadır. Bu oran
esas itibari ile dolarizasyonu ifade
etmektedir. Yani ulusal paranın
Dolar, Euro gibi yabancı paralarla
olan ikamesini göstermektedir.
Başka bir ifade ile kriz dönemlerinde
ulusal paraya duyulan güven
azaldıkça, ekonomik aktörlerin
yabancı para tercihleri ön plana
çıkmakta ve bu oranda yükselmeler
görülmektedir. Bunun nedenlerinin
başında ise, TL’nin yabancı paralar
karşısında değerinin muhafaza
edememesi gelmektedir. Şekilde
özellikle 1994 yılı ikinci çeyreğinin
başında yaşanan kriz öncesinde bu
oran, sürekli bir yükseliş trendine
sahiptir. Açıkça görüldüğü üzere
kriz öncesinde TL yerine diğer
paralar tercih edilmektedir. 5
Nisan 1994 devalüasyonu takip
eden dönemde TL’ye yeniden
kısmi bir yönelme gerçekleşmiştir.
Fakat bu krizin hemen arkasından
yaşanan 1997-1998 Asya ve Rusya
kriz dönemlerinde ve özellikle
2001 Şubat krizinin yaşandığı
dönemde M2Y/M2 oranı çok
yüksek
değerlere
çıkmıştır.
Yüksek enflasyonun yaşandığı bu
dönemde 2,38 gibi değerlere kadar
yükselen rasyo vadeli mevduatların
neredeyse 1,38 katı kadar DTH’nın
bulunduğunu göstermektedir. Bu
oldukça yüksek bir orandır.
2001 krizi sonrası bu oranda, özellikle 2003’ün üçüncü çeyreğinden
itibaren hızlı bir düşüş yaşanmaya
başlanmıştır. Bu düşüş TL açısından değerlendirildiğinde olumlu
bir gelişmedir. Çünkü TL’nin geçmiş
dönemlere nazaran istikrar kazandığını gösteren önemli göstergedir.
Mevduatın yapısı döviz hesaplarından TL’ye doğru yöneldiğinin açık
bir göstergesidir. Başka bir ifade
ile Türk Lirası, paranın temel işlevlerinden olan değer saklama aracı
olma özelliğini yerine getirmeye
başlamıştır. 2003 sonrası dönemde
TL artık dolar ve Euro gibi paralara
göre tercih edilen bir değer ölçüsü
haline gelmiştir. 2011 yılı itibari ile
MB’nin yaklaşık yüzde 40 civarında
döviz tevdiat hesabı bulunmaktadır. TL’nin daha da istikrar kazanması bu oranları daha da aşağılara
düşürecektir.
Enflasyon Kontrol Altına Alındı
Türk Lirası’nın itibar kazanması,
ekonomik ajanlar için değer saklama aracına dönüşmesinde etkili
olan en temel faktör hiç kuşkusuz
enflasyonun kontrol altına alın-
2003 sonrası dönemde
TL’nin değer saklama
özelliğini sağlayan önemli
parametrelerden bir
tanesi zaman içerisinde
TL’nin yabancı paralar
karşısında daha istikrarlı
bir seyir takip etmesidir.
masıdır. 1980’li yıllardan itibaren
sürekli yükselme eğiliminde olan
enflasyon merdiven şeklini almıştır (Şekil 2). Beşer yıllık enflasyon
ortalamaları hesaplansa bu durum
açıkça görülmektedir. Bu durum fiyat istikrarı konusunda Türkiye’nin
nasıl bir süreçten geçtiğini daha
açık olarak gösterir. 1990’lı yıllar
boyunca IMF destekli bütün istikrar
programlarının enflasyonu kontrol
altına almaya yönelik düşünüldüğü görülür. Ancak makroekonomik
Şekil 1: M2Y/M2 Dolarizasyon Oranı
Kaynak:TCMB, EVDS
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
57
2003 yılı sonrasında
yapılan ikili ticaret
anlaşmaları neticesinde,
TL’nin dış ticarette
kullanım miktarları
artmıştır. 2011 yılı
itibari ile ithalatımızda
kullandığımız TL
miktarı ihracatımızda
kullandığımız rakamın iki
katından daha fazladır.
dengesizlikler ve siyasal istikrarsızlıklar nedeniyle 2000’li yıllara kadar
enflasyonu kontrol altına almak
mümkün olamamıştır.
2003 sonrası dönemde TL’nin değer
saklama özelliğini sağlayan önemli
parametrelerden bir tanesi zaman
içerisinde TL’nin yabancı paralar
karşısında daha istikrarlı bir seyir
takip etmesidir. 2001 krizini müteakip uygulanan sıkı para ve maliye
Şekil 2: Enflasyon Oranı, (Tüfe % değişim)
Kaynak: DPT
58
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
politikalarının bir sonucu olarak,
enflasyon 2004 yılında tek haneli rakamlara indirilmiştir (Şekil 2).
Yüksek enflasyonlu bir yaşamı alışkanlık haline getirmiş bir ülke için
azımsanmayacak derecede büyük
bir başarıdır. Bu bağlamda enflasyon oranlarının tek haneli rakamlara inmesi, TL’nin yabancı paralar
karşısında değer kaybının önüne
set çekmiştir.
2003 yılı öncesinde yüksek düzeylerde seyreden enflasyon oranları
TL’nin yabancı paralar karşısında değer kaybetmesine yol açan
önemli bir faktör iken, enflasyonun tek haneli rakamlara indiği
dönemlerde TL’nin yabancı paralar
karşısında değer kaybı stabile hale
gelmiştir. Enflasyonun tek haneli
düzeylere inmesi ile birlikte TL tercih edilen bir para haline gelmiştir.
içerindeki payı giderek artmaya
başlamıştır. 1995 yılında yüzde 20
düzeylerinde olan bu oran 1997’de
yüzde 30’lara 2002 yılından sonra
da yüzde 40’lara ve hatta 2008 yılında bu oran yüzde 45’lere kadar
yükselmiştir. Dışa açıklık oranını da
ifade eden bu gösterge geldiğimiz
nokta itibari ile ekonomimizin dışa
açıklık oranının oldukça yüksek düzeylere geldiğinin önemli bir göstergesidir.
Şekil 3, artan dış ticaret hacmimizin
GSYİH içerisindeki payını açıkça
gösterirken, Şekil 4, bu dış
ticaret içerisinde özellikle önemli
olan başka bir durumu ortaya
çıkarmaktadır. Çünkü sadece dış
ticaretimizin GSYİH içerisindeki
payı artmamakta, TL’nin dış ticarette
kullanım miktarı da artmaktadır.
Dış Ticaret Hacmi Arttı
TL’nin İkili Ticarette Kullanımı
Arttı
Türkiye ekonomisinde son yıllarda görülen önemli bir değişiklik
ise, dış ticaret hacmindeki önemli
artıştır. Şekil 3’de 1985-2010 yılları
arasında Türkiye’nin dış ticaret hacminin GSYİH içerindeki payı gösterilmektedir. 1990’lı yılların ikinci
yarısından sonra dış ticaretin GSYİH
Bu bağlamda Şekil 4, TL üzerinden yaptığımız ihracat ve ithalat
rakamlarını göstermektedir. Özellikle 2003 yılı sonrasında yapılan
ikili ticaret anlaşmaları neticesinde, TL’nin dış ticarette kullanım
miktarları artmıştır. 2011 yılı itibari
ile ithalatımızda kullandığımız TL
Şekil 3: Dış Ticaret Hacmi/GSYİH
Kaynak: DPT, Ekonomik ve Sosyal Göstergeler
miktarı ihracatımızda kullandığımız rakamın iki katından daha fazladır. 1990’lı yıllarda iç piyasadaki
kullanım özelliğini kaybeden TL’nin
günümüzde sadece yurtiçinde
değil, uluslararası piyasalarda da
kullanımını arttırdığının açık bir
göstergesidir.
Türkiye’nin Vizyonu ve Yeni
Simge
Sonuç olarak, 2023 yılı için 500 milyar dolar ihracat ve 25 bin dolar kişi
başına geliri hedefleyen Türkiye için
bu hedefleri gerçekleştirmek hayalden öte, bir hedef ise, kullandığı
paranın güvenilir bir para olması
ve insanların zihinlerinde belirgin
bir yer etmesi gerekir. Bu hedeflere ulaşmak adına TL’nin simgesinin
şimdiden oluşturulması, hem yurtiçi piyasada hem de uluslararası
piyasalarda kullanımının yaygınlaştırılması ve görünürlüğünün kolaylaştırılması oldukça faydalı olacaktır. Bu nedenle daha istikrarlı bir
TL için ekonomik göstergelerdeki
iyileşmeler, TL’nin simgesinin neye
benzediğinden daha önemlidir.
Ekonomideki iyileşmeler TL’yi hem
ülke içerisinde hem de ülke sınırları
dışında tercih edilen bir para haline
getirecektir. Simgesinin hafızalarda
yer edip, kolay hatırlanabilir para
olması TL’nin tercih edilen bir para
haline dönüşmesine katkı sağlayacak önemli bir adımdır.
Gaziantep Üniversitesi, İİBF, İktisat
Bölümü, Yrd. Doç. Dr.*
Şekil 4: TL Üzerinden Yapılan İhracat ve İthalat
Kaynak: Gümrük ve Ticaret Bakanlığı, Dış Ticaret İstatistikleri
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
59
İspanya Ekonomisi
Krizin Eşiğinde mi?
taahhüdü memnuniyetle
karşılanmıştır.
Yunanistan’ın borç sorunu nihai
öngörülen bütçe açığı
hedefinin değiştirilmesi
nedeniyle, 12 Mart 2012
tarihinde Avrogrup
toplantısında, İspanya’nın
kamu maliyesindeki
mevcut durum tartışılmış,
toplantıda İspanya’da
mali konsolidasyonun
önemi vurgulanırken,
İspanya hükümetinin
2013 yılına kadar
bütçe açığını GSYH’nın
%3’ü olan referans
değerin altına çekme
60
Y
unanistan’ın borç krizi Avro
alanı ülkesi olması itibarıyla Avro alanının, dolayısıyla
Avrupa Birliği’nin (AB) krizi haline
dönüşmüş, krizin etkisiyle Avro alanının ve hatta AB’nin geleceğinin
sorgulanmaya başlandığı bir sürece girilmiştir. Krizin Avro alanının
ve AB’nin geleceğinin sorgulanmasına neden olması dolayısıyla, sadece Avro alanının ekonomik istikrarının korunması amacıyla değil,
Birliğin geleceğine ilişkin olumsuz
senaryoların önüne geçebilmek
amacıyla krizle mücadele sürecinde Yunanistan’a destek verilmesinin özellikle Avro alanına dâhil üye
devlet hükümetleri tarafından bir
sorumluluk olarak algılandığı görülmektedir. Yunanistan’a destek
verilmekte geç kalındığı yönünde
görüşler mevcut olduğundan, söz
konusu sorumluluk algısının zamanlaması ayrıca tartışılabilir.
İspanya’da 2012 yılı için
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
Dilek YİĞİT*
olarak çözümlenmeden, İspanya Başbakanı Mariano Rajoy’un,
İspanya’nın 2012 yılı için tespit edilen bütçe açığı hedefini tutturamayacağını açıklaması ile dikkatler bu
sefer İspanya’ya dönmüştür; zira
İspanya’da bütçe açığının GSYH’ya
oranının 2012 yılında % 4.4’e çekilmesi öngörülmüş iken, bu oranın
gerçekçi olmadığı gerekçesiyle
2012 yılı için bütçe açığı hedefi
GSYH’nın %5.8’i olarak belirlenmiştir. İspanya’da 2012 yılı bütçe açığı
hedefinin değiştirilmesi, şimdiye
kadar AB’nin yardımına ihtiyaç
duymayan İspanya’nın Birliğin yardımına gereksinim duyabileceği ve
Avro alanındaki borç krizi ile mücadele sürecinin uzayacağı yönündeki kaygıları tetiklemiştir.
İspanya’da 2012 yılı için öngörülen
bütçe açığı hedefinin değiştirilmesi
nedeniyle, 12 Mart 2012 tarihinde
gerçekleştirilen Avrogrup toplantısında, İspanya’nın kamu maliye-
sindeki mevcut durum tartışılmış
olup; toplantıda İspanya’da mali
konsolidasyonun önemi vurgulanırken, İspanya hükümetinin 2013
yılına kadar bütçe açığını GSYH’nın
%3’ü olan referans değerin altına
çekme taahhüdü memnuniyetle
karşılanmıştır. 2012 yılı bütçe açığı
hedefini yukarı çeken İspanya’nın,
2013 yılında bütçe açığını GSYH’nın
% 3’ünün altına çekme taahhüdü,
İspanya’nın kemer sıkma politikalarına devam edeceğinin açık
işaretidir. Zira 2011 yılı içinde IMF,
Avro alanında mali koşullardaki kötüleşmenin altını çizerken, İspanya
hükümetinin kamu harcamalarını
azaltması ve istihdam piyasasını
liberalleştirmesi gerektiğini belirtmiştir.1 Ancak 11 Mart 2012 tarihinde yüz binlerce kişinin hükümetin
ekonomi politikalarını protesto
etmek için gösteriler düzenlemesi,
hükümetin kemer sıkma politikalarının yaratmakta olduğu sosyal huzursuzluğu sergilemektedir.
İspanya, AB’ye üye devletlerin
ekonomi ve maliye politikalarının
ulus-üstü düzeyde gözetimini güçlendirmeye yönelik olarak 13 Aralık
2011 tarihinde yürürlüğe giren Altılı Paket uyarınca, Komisyon tarafından 14 Şubat 2012 tarihinde açıklanan Uyarı Mekanizması Raporu’nda
riskli ekonomiler arasında sayılmış;
bir bakıma Komisyon’un “kara
listesi”ne alınmıştır. “Kara liste”ye
alınan diğer 11 üye devlet ekonomileri gibi, İspanya ekonomisi de
Komisyon tarafından ayrıntılı analiz
edilecektir. Bu durum İspanya’nın,
Komisyon’un tavsiyesi üzerine aşırı
dengesizlik prosedürüne konu olması ihtimalinin yüksekliğinin altını
çizmektedir ki; İspanya aşırı dengesizlik prosedürüne konu olduğu
takdirde ekonomik sorunlarının giderilmesi amacıyla alacağı önlemleri içeren düzeltici eylem planını
Konsey’e sunma sorumluluğu altına girecek ve ekonomik sorunlarını
çözemez ise Birliğin maddi yaptırımlarına maruz kalabilecektir.
İspanya’nın GSYH’sı, 2011 yılının
4. çeyreğinde, bir önceki yılın aynı
dönemi ile karşılaştırıldığında %0.3
artmıştır; ancak söz konusu artış
oranı tahminlerin altında gerçekleşmiştir. Grafik 1’de, 2004 yılından
itibaren AB’nin tümünde ve Avro
alanında Gayri Safi İç Hasılada2 ve
İspanya’nın GSYH’sındaki değişim gösterilmektedir. İspanya’da
GSYH’daki değişimin, 2007 ve 2008
yıllarında AB’nin tümü ve Avro alanındaki değişime çok yakın olduğu,
ancak 2009 yılının ikinci yarısından
itibaren İspanya’daki ekonomik büyümenin, AB’nin tümünde gerçekleşen büyümenin gerisinde kaldığı
görülmektedir. Üstelik 2012 yılında
İspanya ekonomisinin yeniden resesyona gireceği tahmin edilmektedir; AB tahminine göre İspanya
ekonomisi 2012 yılında %1, IMF
tahminine göre %1.7 küçülecektir.
İspanya’da iç talebin hızla azalmasının, toplam ekonomik aktiviteleri
de olumsuz etkilediği gözlemlenmektedir. 2009 yılı içinde iç talepte
gözlemlenen artış, 2010 yılı içinde
tekrar azalma eğilimine girmiştir.
İç talebin azalma eğilimine girdiği
dönemde, dış talepte artış gerçekleşmiştir. Avrupa Komisyonu’nun
Şubat 2012’de açıkladığı ekonomik
tahminler uyarınca; yüksek işsizlik
oranları, hane halkının borçluluk
durumu ve kredi sınırlamaları nedeniyle İspanya’da tüketim önemli
ölçüde azalacak, mali konsolidas-
Avrupa Komisyonu’nun
Şubat 2012’de açıkladığı
ekonomik tahminler
uyarınca; yüksek işsizlik
oranları, hane halkının
borçluluk durumu ve kredi
sınırlamaları nedeniyle
İspanya’da tüketim
önemli ölçüde azalacak,
mali konsolidasyon
uygulandığı müddetçe
kamu tüketimi
daralacaktır.
yon uygulandığı müddetçe kamu
tüketimi daralacaktır. Bu ortamda,
iç talep baskı altında kalmaya devam edecektir.3
2011 yılı 3. çeyreği itibarıyla AB’nin
tümünde kamu borcunun Gayri
Safi İç Hasılaya oranı %82.2 iken, bu
oran Avro alanında %87.4’e yükselmiştir. İspanya’da kamu borcunun
GSYH’ya oranı 2011 yılı 3. çeyreği
itibarıyla %66 olup, anılan oran Grafik 3’de de görüldüğü gibi, Yunanistan, İtalya, Portekiz, İrlanda’nın
kamu borçlarının GSYH’ya oranlarının oldukça gerisinde, ancak
referans değer olan %60’ın üzerindedir. İspanya’da bütçe açığının
GSYH’ya oranı da Birlik içinde en
yüksek oranlar arasındadır; zira
AB’nin tümünde %6.6 olan bütçe
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
61
Şubat ayı içinde ekonomik
reform programı ile
desteklenen ekonomik
reform sürecinin
etkinliği zaman içinde
gözlemlenebileceğinden,
şimdilik İspanya
ekonomisinin kesinlikle
krize sürüklendiğini ileri
sürmek karamsar bir
yaklaşım olacaktır.
açığının Gayri Safi İç Hasıla’ya oranı,
Avro alanında %6.2 iken, İspanya’da
bütçe açığının GSYH’ya oranı %
9.3’dür4; anılan oran referans değer
olan %3’ün İspanya’da fazlasıyla
aşılmış olduğunu göstermektedir.
İspanya, Komisyon’un 18 Şubat
2009 tarihli raporuna istinaden,
Konsey’in 27 Nisan 2009 tarihinde aldığı karar uyarınca, aşırı bütçe açığı prosedürüne konudur ve
prosedürünün sona erdirilmesi için
İspanya’nın 2013 yılında bütçe açığını referans değerin altına çekmesi
gerekmektedir. Dolayısıyla, İspanya
hükümetinin 2013 yılına kadar bütçe açığını GSYH’nın %3’ünün altına
çekme taahhüdünün, devam eden
aşırı bütçe açığı prosedürü uyarınca
İspanya’nın mevcut yükümlülüğünün yeniden ifadesi olarak algılamak gerekir.
Şubat ayı içinde Ekonomik Reform
Programını açıklamıştır. Dolayısıyla
anılan reform programı ile desteklenen ekonomik reform sürecinin
etkinliği zaman içinde gözlemlenebileceğinden, şimdilik İspanya
ekonomisinin kesinlikle krize sürüklendiğini ileri sürmek karamsar
bir yaklaşım olacaktır.
İspanya’da işsizlik oranları, AB’nin
tümünde ve Avro alanındaki işsizlik
oranlarının çok üstünde seyretmektedir. Ocak 2012 itibarıyla, AB’nin
tümünde %10.1, Avro alanında
%10.7 olan işsizlik oranı İspanya’da
% 23.3’e çıkmıştır.5 Bu oran AB
içindeki en yüksek işsizlik oranını
işaret etmektedir. Genç işsizlik oranı da, Ocak 2012 itibarıyla AB’nin
tümünde % 22.4, Avro alanında %
21.6 iken, İspanya’da % 49.9’ dur; bu
oran da AB içindeki en yüksek genç
işsizlik oranıdır.6 IMF, İspanya’daki
işsizlik oranını kabul edilemeyecek
kadar yüksek olarak nitelendirirken,
işsizlik oranının azaltılması için ilgili
ulusal yasal düzenlemelerin değiştirilmesi gerektiğini belirtmiştir.7
*Bütçe ve makroekonomik istikrar
İspanya hükümeti mevcut ekonomik koşullar altında ekonomik
krize mahal vermemek amacıyla
Reform Programı uyarınca, hükümetin ekonomi politikası
*Hızlı ve cesur yapısal reformlar
*Kamu yönetiminde revizyon
olmak üzere üç sütuna dayanmaktadır.8
Anılan sütunlar kapsamında; mali
disiplinin sağlanması, denk bütçe
kuralının Mali Antlaşma hükmünün
gerektirdiği şekilde anayasal kural
haline getirilmesi, Bütçe ve Mali
İstikrar Kanunu’nun etkin olarak
uygulanması, mali sektörde konsolidasyona gidilmesi, istihdam piyasasında reform yapılması ve faktör
piyasalarında rekabetin ve verimliliğin artırılması öngörülmektedir.
Dolayısıyla İspanya’nın Ekonomik
Reform Programı’nın IMF’nin ve
Grafik 1
Kaynak: Instituto Nacional de Estadistica, Quartely Spanish National Accounts, Press Release, 16 February 2012.
62
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
Grafik 2
Kaynak: Instituto Nacional de Estadistica, Quartely Spanish National Accounts, Press Release, 16 February 2012.
AB’nin tavsiyelerine uygun şekilde
hazırlanmış olduğu gözlemlenmektedir.
İspanya’da uygulanan ekonomik
reformların başarısı, sadece İspanya için değil, özellikle Avro alanı
olmak üzere tüm AB için önemlidir.
Zira İspanya, borç krizinin etkisiyle
yeniden şekillendirilmeye çalışılan AB ekonomi yönetiminde mali
disiplinin güçlendirilmesi ve daha
etkili yaptırım mekanizması öngörülmesine yönelik Birlik içinde alınan önlemlerin hâlihazırda sınandığı bir test alanı olması yanında;
Birlik çerçevesi dışında imzalanan
Mali Antlaşmanın -onaylanması
halinde- etkinliğinin de sınanabileceği bir alan olacaktır. Dolayısıyla İspanya’nın başta bütçe açığı
ve kamu borcundan kaynaklanan
ekonomik sorunlarını çözmede
göstereceği başarı, Birliğin yeniden
şekillenen ekonomi yönetiminin de
başarısı olarak algılanacaktır. Ancak
İspanya’nın ekonomik sorunlarını
çözmedeki başarısızlığı kısmen de
olsa AB ekonomi yönetiminin başarısızlığı olarak değerlendirilecek
ve Avro alanı ile Birliğin geleceğine
ilişkin mevcut karamsar hava fazlasıyla yoğunlaşacaktır.
Hazine Müsteşarlığı, Dr.*
Grafik 3
Kaynak: Eurostatnewsrelease, Euro area government debt down to 87.4% of GDP, 20/2012, 6 February 2012
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
IMF says Spain’s economy still facing major riks, BBC News, 21 June 2011.
AB “devlet” niteliğini haiz olmadığından, AB’nin tümü AB (27) ve Avro alanı AB (17) için GSYH yerine Gayri Safi İç Hasıla kavramı kullanılmıştır.
European Commission, Interim Forecast, February 2012.
Eurostat, Euro area and EU27 government deficit at 6.2% and 6.6% of GDP respectively.
Eurostat, Euro area unemployment rate at 10.7 %, EU 27 at 10.1%, 1 March 2012
A.g.e.
IMF says Spain’s economy.
Spain’s Economic Reform Programme, 14 February 2012.
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
63
Röportaj
Lewis: Türkiye IMF’nin
Önemli Bir Üyesi
“Türkiye’nin görüşlerinden
bölgesel ve küresel
ekonomik konularda ve
IMF ile küresel ekonomik
ve para sistemine ilişkin
konularda daha fazla
yararlanacağız” diyen
IMF Türkiye Daimi
Temsilcisi Mark Lewis,
küresel krizin yapısını,
kriz ve Avro bölgesini,
Türkiye-IMF ilişkilerini ve
IMF’in üstlenmesi gereken
yükümlülükleri SDE’ye
değerlendirdi.
64
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
SD: Bildiğiniz gibi, ABD’de 2008 yılı-
nın sonlarında emlak piyasasındaki
balonun patlamasıyla başlayan finansal kriz evrilerek ilerlemekte ve
başta gelişmiş ülkeler olmak üzere
tüm dünyayı derinden etkilemektedir. Bu krizin finansal sistemin çok
karmaşık ve riskli olduğunu gösterdiği, bunun ötesinde, sistemin düzenleyici ve yönetsel ayarlamalara
ihtiyacı olduğunu da açığa çıkardığı
görüşüne katılıyor musunuz? Sizce
yeni uluslararası finansal bir mimariye ihtiyacımız var mı?
Uluslararası para sistemi, ticaret
ve sermaye akışında güçlü bir büyüme sergilemekle beraber kimi
zaman istikrarsızlıklar da göstermektedir. Bu istikrarsızlık krizlere,
büyük cari hesap dengesizliklerine
ve döviz kuru uyumsuzluklarına,
dalgalı sermaye akımlarına ve döviz kurlarına ve bazı ülkelerde çok
yüksek miktarlarda rezerv birikim-
lerine neden olmaktadır.
IMF’nin bakış açısıyla bakıldığında,
bu zayıflıklara karşı atılması gereken birkaç önemli adıma ihtiyaç
duyulmaktadır. İlk olarak, küresel
düzeyde daha güçlü politik işbirliği iyi işleyen bir uluslararası para
sisteminin anahtarıdır. G-20’nin ve
IMF’nin son zamanlardaki girişimleri daha çok bu yöndedir. İkinci
olarak, sermaye akışlarının daha
iyi izlenmesi ve ele alınması risklerin kontrol edilmesine yardımcı
olabilir. Aynı zamanda ülkelerin
kısa süreli akışlarla baş edebilmelerine yardımcı olacak bir çerçeve
oluşturulmasına yönelik çalışmalar
giderek iyi seviyelere gelmektedir.
Üçüncüsü, mali sektörleri güçlendirmek için sermayeyi artırmak ve
gözetimi güçlendirmek için ulusal
düzeyde çalışmalara ihtiyaç vardır.
Uluslararası düzeyde ise uluslararası düzenleme konularını çok bü-
yük mali kurumlardan kaynaklanan
riskleri daha iyi yönetmeye yönelik
çalışmalara gerek duyulmaktadır.
Son olarak, daha güçlü bir küresel
mali güvenlik ağı bu etkilerin sirayet etmesini sınırlandıracaktır.
IMF’nin Rolü
SD : Birinci sorumuzu takiben,
IMF’nin de yeni roller ve yükümlülükler üstlenmesi gereklidir diyebilir
miyiz? Eğer diyebilirsek bu roller ve
yükümlülükler neler olmalıdır?
IMF uluslararası para sisteminin istikrara kavuşmasında önemli bir rol
oynamaktadır, güçlü ve sürdürülebilir ekonomik iyileşmeyi desteklemektedir. 187 üyesi ile IMF ekonomik işbirliği için etkili ve gerçek
bir küresel kuruluş olarak hizmet
edebilecek benzersiz bir konuma
sahiptir.
Artık ülkeler arasında ekonomik ve
mali bağlantılara ve hem ülkelerde
hem de küresel düzeyde ekonomik
ve mali krizlerin ne zaman ve nasıl
ortaya çıkabileceğine daha da fazla
odaklanıyoruz. Bu da bizi bir ülke
veya bölgedeki gelişmelerin diğer
ülkeleri ve küresel ekonomiyi nasıl
etkileyebileceğini gösteren yeni
araştırmalar yapmaya ve raporlar
hazırlamaya yöneltiyor (yayılma
etkisi).
Finansal sektörden kaynaklanan
riskleri azaltmak için finansal sektörün düzenleyici çerçevesini güçlendirme çalışmalarıyla da doğrudan
ilgileniyoruz. Bunu başarabilmek
için IMF üye devletlere tavsiyelerde
bulunuyor, ülkelerdeki en iyi uygulamaları inceliyor ve Uluslararası
Ödeme Bankası (BIS) ve Finasal İstikrar Kurulu gibi uluslararası platformlarda aktif rol oynuyor.
IMF küresel finansal güvenlik ağıyla ilgili olarak da destekleyici bir rol
oynamaya devam ediyor . Özellikle
kredilendirme araçlarımızda reform yaptık ve kredilendirme kaynaklarımızı arttırdık. Bu yeni araçlar
arasında sistemik krizler esnasında
kısa dönemli likidite gereksinimlerini karşılamaya çalışan ülkeler ve
“krize seyirci kalan” ülkeler için geliştirilen araçlar da yer alıyor.
Ek olarak, IMF yoksulları korumakta hükümetlere yardım etme anlamında da çok aktif. IMF özellikle
toplumun en kırılgan kesimleri üze-
Finansal sektörden
kaynaklanan riskleri
azaltmak için finansal
sektörün düzenleyici
çerçevesini güçlendirme
çalışmalarıyla da
doğrudan ilgileniyoruz.
Bunu başarabilmek
için IMF üye devletlere
tavsiyelerde bulunuyor,
ülkelerdeki en iyi
uygulamaları inceliyor
ve Uluslararası Ödeme
Bankası ve Finasal İstikrar
Kurulu gibi uluslararası
platformlarda aktif rol
oynuyor.
rinde krizin etkisini azaltacak sosyal
güvenlik ağ programlarına yönelik
harcamaları arttırma ve program
hedeflerinin iyileştirilmesine yönelik önlemleri teşvik ediyor.
SD: G-20’nin yakın gelecekte küresel
ekonomik düzenin daimi ve kurumsal bir parçası olabileceğini düşünüyor musunuz?
G-20 uluslararası ekonomik ve fi-
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
65
G-20 uluslararası
ekonomik ve finansal
gündemin en önemli
hususlarında uluslararası
işbirliği açısından çok
önemli bir platform.
Dünyanın önde gelen
gelişmiş ve aralarında
Türkiye’nin de bulunduğu
yükselen ekonomilerini
biraraya getiriyor
nansal gündemin en önemli hususlarında uluslararası
işbirliği
açısından çok önemli bir platform.
Dünyanın önde gelen gelişmiş ve
aralarında Türkiye’nin de bulunduğu yükselen ekonomilerini bir
araya getiriyor. G-20, yükselen ekonomileri de dahil etmek suretiyle
başlıca sanayi ekonomilerini içeren
G-7’den daha geniş bir kitleyi temsil ediyor zira G-20 ülkeleri küresel
GSYİH’nın neredeyse %90’ını teşkil
ediyor. G-20 küresel krizde ülkelerin politikalarını daha iyi koordine
edebilecekleri bir platform oluşturarak çok değerli bir rol oynadı.
Küresel koşullar iyileştiğinde dahi
ben G-20’nin küresel ekonomik koordinasyon açısından önemli bir rol
oynamaya devam edeceğini düşünüyorum.
Kriz ve Avro Bölgesi
SD: Avrupa’nın kontrolü ve istikrarı
için IMF’in kaynakları yeterli midir?
Bildiğiniz gibi Davos 2012’de IMF
Başkanı Christine Lagarde IMF’ye
kaynak toplamak için “küçük çantası” ile beraber geldiğini söylemişti.
Eğer yeni kaynaklar gerekliyse, IMF
küçük çantanın haricinde bu kaynakları hangi yollarla toplayabilir?
Avro bölgesindeki güçlüklerin çözümü şu anda pek çok alanda, ki
hali hazırda bu alanlarda ilerleme
kaydediliyor, aksiyon almayı gerektirmektedir. Bunların içinde daha
yakın ekonomik ve finansal enteg66
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
rasyon, banka sermayelerinin artırılması ile finansal sistemlerin güçlendirilmesi ve kamu borcu güçlükleri yaşayan ülkelerin sorunlarına
yoğunlaşma da yer almaktadır.
Küresel mali “güvenlik duvarını – firewall” veya güvenlik ağını iyileştirmek de önemli adımlardan biridir.
Büyük ve güvenilir küresel güvenlik
duvarları zaman içinde bunlara gereksinim duyulmamasını sağlayacaktır. Başka bir önemli unsur ise,
Avrupa istikrar fonlarının finansal
kaynaklarını arttırmak olacaktır.
Bunlara ek olarak, IMF’nin kredilendirme kapasitesini 500 milyar Amerikan Doları arttırmaya çalışıyoruz.
Hedef, Avrupa’nın masaya koyduğu
kaynakları tamamlamak ve dünyanın her yerinde krize seyirci kalan
ve krizden etkilenen ülkelerin gereksinimlerini karşılamaktır.
SD: AB üyeleri ile Yunanistan arasın-
daki anlaşmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
IMF Direktörü Christine Lagarde’ın
son zamanlarda söylediği gibi Yunanistan son iki yılda çok ağır bir
ekonomik resesyonun ve güç bir
sosyal atmosferin ortasında geniş bir yelpazeye yayılan acı veren önlemleri uygulamak için
çok ciddi çaba sarfetmiştir. Ancak
Yunanistan’ın karşılaştığı güçlükler
çok zorlu güçlükler olmaya devam
etmektedir. Yeni fon destekli program, riskler yüksek seyretmesine
rağmen Yunanistan’ın bu güçlüklere karşı koymasına yardımcı olacaktır.
Türkiye-IMF İlişkileri
SD: 2010 yılının Eylül ayından bu
yana IMF Türkiye daimi temsilcisi
olarak çalışmaktasınız. Türkiye ve
IMF arasındaki ilişkiyi bu dönem için
nasıl değerlendirirsiniz?
Türkiye ile IMF’nin rolü arasındaki
ilişkiler çok güçlüdür ve çok önemli
şekillerde evrilmiştir. Ben bir finansal programın yokluğunda gö-
Ben bir finansal
programın yokluğunda
görev yapan ilk Kıdemli
IMF Yerleşik Temsilcisi’yim
ve IMF ile Türkiye
arasındaki ilişki artık
daha çok iki yönlü bir
ilişki. Özellikle ekonomik
ve finansal politikalar
konusunda çok yakın
diyalogu sürdürmeye
devam ediyoruz.
rev yapan ilk Kıdemli IMF Yerleşik
Temsilcisi’yim ve IMF ile Türkiye arasındaki ilişki artık daha çok iki yönlü
bir ilişki. Özellikle ekonomik ve finansal politikalar konusunda ve ayrıca Türkiye’nin karşılaştığı mevcut
güçlükler konusunda yakın diyalogu sürdürmeye devam ediyoruz.
Yetkililerin gelişmeleri nasıl gördüğünü anlamayı istiyoruz ve biz de
bakış açımızı sunuyoruz ki bu bizim
187 üye devletten elde ettiğimiz
tecrübelerimize dayanıyor. Şüphesiz başka hizmet çeşitleri de sunuyoruz. Örneğin, her çeşit araştırma
ve ülkelerarası karşılaştırmalara dayanan analitik çalışmayı yetkililerle
paylaşıyoruz. Ek olarak, eğitim ve
teknik yardım da sunuyoruz.
Öte yandan Türkiye her geçen gün
ilerleyerek IMF’nin önemli bir üyesi
oluyor. Bunun anlamı, Türkiye’nin
görüşlerinden bölgesel ve küresel
ekonomik konularda ve IMF ile küresel ekonomik ve para sistemine
ilişkin konularda daha fazla yararlandığımızdır. IMF içindeki kişilerin
Türkiye’nin görüşlerini ve kurum
içindeki rolünü son derece takdirle
karşıladıklarını iyi biliyorum.
Röportaj: SDE Ekonomi
Koordinatörlüğü
Devrimin Devirdikleri:
Tunus’ta Ekonomik Durum
Tunus devrim öncesi
dönemde kalkınan ve
kalkınmanın etkisiyle
olumlu sosyoekonomik
sonuçlar elde eden bir ülke
olsa da makro göstergeleri
dünya ortalamasının
altında seyretti. Dünya
Bankası’nın verilerine
baktığımızda, 2010’da
Türkiye’de kişi başına düşen
gayri safi milli gelir 5240
dolar iken, Tunus 3040
dolarlık bir milli gelire
sahipti. Yani Tunus halkı,
Türk halkından %40 daha
fakirdi.
17 Aralık 2010, Tunuslu seyyar satıcı
Muhammed Bouazizi polis tarafından arabasına el koyularak aşağılandığı için Sidi Bouzid şehrindeki
hükümet binasının önünde kendini ateşe verdi ve 4 Ocak 2011’de
hayatını kaybetti. Arap Baharının
da başlangıcı olarak görülen bu
olay, Tunus halkından sonra, Ortadoğu - Kuzey Afrika bölgesinde
bulunan diğer ülke halklarını da
harekete geçirerek haklarını arama
cesareti verdi. Olaydan sonraki halk
ayaklanması ve yönetim tarafından
ayaklananlara uygulanan şiddet
200’den fazla Tunuslunun ölümüne
neden oldu.
Tunus halkı Muhammed Bouazizi
olayından 28 gün sonra, 1987’den
beri ülkeyi yöneten Başkan Zeynel
Abidin Ben Ali’nin makamını terk
etmesi ve Suudi Arabistan’a kaçışıyla kendi devrimlerini gururla
gerçekleştirmiş oldu. Peki; son on
Saliha ERGÜN*
yıldır yüzde 4,5 civarında seyreden
ekonomik büyümesiyle bölgenin
en başarılı ülkelerinden biri olarak
görülen Tunus neden bir devrim
yaşadı? Devrim öncesi ve sonrası
ülkenin ekonomik durumu nasıl
değerlendirilebilir?
Devrimden
sonra halkın büyük desteğiyle başa
gelen Nahda Hareketi devrime neden olan sorunları çözmek için nasıl
adımlar attı?
Tunus’un 1990’lardan beri sürdürdüğü istikrarlı büyümenin temelleri 1987 yılında başlayan ekonomi
politikasıyla atıldı. Ülke ekonomik
hedeflerini iç ve dış liberalizasyon
üzerine kurmuştu. 1995 yılında Avrupa Birliği’yle imzaladıkları ortaklık anlaşmasıyla, Avrupa dışından
AB ile ortaklık anlaşması imzalayan
ilk ülke oldu. Bu anlaşma Tunus’un
ekonomi politikasını destekleyerek, dışa açılmasını sağladı. Devam
eden yıllardaki ekonomik gelişmeNİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
67
Tunus’ta gençlerin mezun
oldukları alanlar ve özel
sektörün ihtiyacı birbiriyle
örtüşmüyordu. Bununla
beraber, yüksek öğretim
mezunlarının vasıfları iş
dünyası tarafından yeterli
bulunmuyor, öğretim
kalitesi konusunda
şikâyetler gündeme
geliyordu.
ler ve Tunus dinarının değer kaybetmesi dış dünyayla rekabet gücünü arttırarak ihracatta da kayda
değer bir büyüme sağladı.1
Tunus devrim öncesi dönemde
kalkınan ve kalkınmanın etkisiyle
olumlu sosyoekonomik sonuçlar
elde eden bir ülke olsa da makro
göstergeleri dünya ortalamasının
altında seyretti. Dünya Bankası’nın
verilerine baktığımızda, 2010’da
Türkiye’de kişi başına düşen gayri safi milli gelir 5240 dolar2 iken,
Tunus 3040 dolarlık bir milli gelire
sahipti. Yani Tunus halkı, Türk halkından %40 daha fakirdi. Ülkenin
dış borcu ise son yıllarda düşüşe
geçmiş olasına rağmen 2010’da
milli gelirin %50’si olarak kaydedildi. Tunus’un 2000-2010 dönemi ortalama ekonomik büyüme oranı %
4,5’ti. 2008 krizi dünyada ve OECD
ülkelerinde %2-4 küçülmeye yol
açarken Tunus ekonomisi bu dönemde geçen yıllara göre düşük de
olsa %3,5’lik bir büyüme göstermişti. Tunus ithalatının %70’ini, ihracatının da %80’ini Avrupa’yla yapmaktadır. Bu bağlamda, büyüme
oranında gözlenen %4,5’ten %3,5’e
gerileme ülkenin dış ticarette krizden en çok etkilenen Avrupa Birliği
ülkelerine bağımlılığıyla açıklanabilir. Tunus’un dış ticaret verileri, ihracatın 2008-2009 yılları arasında yaklaşık 1 milyar dolar düştüğünü ve
henüz 2008 öncesi rakamlara ulaşamadığını gösteriyor. Bu süreçte
Tunus’un ithalat hacmi de düşerek
dış ticaret dengesi korunmuştur.
Büyüme oranındaki düşüşün diğer
bir nedeni de kriz nedeniyle Avrupa
turistlerinin sayısındaki azalma ve
Avrupa kaynaklı doğrudan yabancı
yatırımlardaki düşüştür.
Tunus’un 1954’te siyasi bağımsızlığını elde etmesinden bu yana
sürdürülen devlet tekeli ve verimsiz iş gücü piyasası gibi sorunlu
ekonomik politikalar piyasa ekonomisi normlarının uygulanmasını
engelledi. Yerel piyasa ürün sayısı
ve çeşitliliği konusunda sınırlı kal-
Şekil 1. İş Ortamı : Tunus ve Türkiye’nin 183 ülke içindeki sıralamaları4
dı ve AB ülkelerinin büyük şirketleri tarafından işgal edildi. Tunus,
Kuzey Afrika bölgesinin rekabet
gücü en yüksek ülkesi olarak değerlendirilmesine rağmen, esnek
olmayan iş gücü piyasası, düşük
maaşlar, yüksek vergiler ve kadınların işgücüne katılım oranının düşük olması rekabet gücünü azaltan
faktörler olarak göze çarpıyordu.
Finansal piyasada ise banka sisteminin istikrarı ve yatırımcı hakları konusundaki endişeler yatırım
ortamı için sorun teşkil ediyordu.
İş dünyasının sermaye akışı, kredi
alımları ve devlet bürokrasisi konusunda yaşadığı zorluklar yatırım
girişimlerini yavaşlatıyordu. Ülke
hâlâ üretimin verimliliğini arttırmak
için uğraşırken, teknoloji ve AR-GE
konusunda geri kaldı.3 Bütün bu
sorunlara rağmen Afrika Kalkınma
Bankası’nın hazırladığı rapora göre
Tunus, uluslararası ticaret, vergilendirme ve işyeri açma gibi konularda
Türkiye’den daha olumlu verilere
sahip. Raporda iş ortamının Türkiye
ile karşılaştırması Şekil 1’deki gibi
yapılmış, sonuç olarak Tunus’un iş
yapmak için Türkiye’den daha iyi
bir sıralamaya sahip olduğu tespit
edilmiştir.4 İlginç olan nokta, rapor
boyunca karşılaştırmaların genelinde Türkiye’nin kullanılıyor olması.
Bu durum, ülkemizin Tunus ve bölgedeki ülkeler için önemini bir kez
daha vurguluyor.
Genelde ekonomik büyümeyle gelen riskler; enflasyon, bütçe açığı ve
işsizlik, Tunus için büyük sorunlar
oluşturmayacak gibi görünüyordu. 2000-2008 yılları arasında %4
civarında seyreden enflasyon ve
milli gelirin %1,5’ine tekabül eden
bütçe açığında büyük bir değişiklik görülmezken5, işsizlik yaklaşık 1
puan geriledi. İşsizliğin düşmesi yönetimin ekonomik anlamda iyi bir
performans sergilediğini gösterebilir fakat işsizlik oranı 11. Beş Yıllık
Kalkınma Planındaki hedeflerden
daha yüksekti. İşsizlik oranındaki bu
azalma devam etmedi. 2009-2010
68
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
Tunus devrim
psikolojisinden çıkıp,
iyileşme yolunda biran
önce harekete geçmesiyle
bölgedeki ülkeler için
örnek teşkil ediyor.
Bu özelliğini gelecek
dönemde koruyabilecek
mi koruyamayacak mı hep
döneminde Tunus Ulusal İstatistik
Enstitüsü’nün verilerine göre işsizlik
oranı 0,5 puan artış gösteriyor. Yönetim işsizlik oranlarındaki dalgalanmaları kontrol etmek konusunda zayıf kaldı ve büyümeyle üretilen istihdam sürdürülebilir olmadı.
Genç ve okumuş nüfusun işsizliği
bu alandaki en büyük sorun olarak
göze çarpıyor. Tunus’ta gençlerin
mezun oldukları alanlar ve özel
sektörün ihtiyacı birbiriyle örtüşmüyordu. Bununla beraber, yüksek
öğretim mezunlarının vasıfları iş
dünyası tarafından yeterli bulunmuyor, öğretim kalitesi konusunda
şikâyetler gündeme geliyordu. Son
yıllarda genç ve okumuş işgücünün
istihdamı genel istihdamdan daha
da problemli hale gelmişti. (Şekil 2)
İşsizlik ekonomik şoklardan en çok
etkilenen değerlerden biri olmaya
devam etti ve devrimin tetikleyicisi
oldu. Bouazizi de kendini ateşe verirken “Geçimimi nasıl sağlamamı
bekliyorsunuz!” diye isyan ediyordu.
Tunus halkı yüksek işsizlik oranlarından şikâyet ederken bölgesel
eşitsizlikler, sorunları daha da farklı
bir boyuta taşıdı. Ülkenin batısındaki işsizlik oranları doğu illerinden
2-3 kat daha fazla. Jendouba, Le
Kef, Kasserine ve Gafsa şehirlerinde
işsizlik % 20’lerde seyrediyor. Yerli
ve yabancı yatırımlardaki büyüme
bu bölgelerde nüfus artışından çok
daha az iken, sahil şeridi ve doğu
Şekil 2. Yıllara Göre Üniversite Mezunlarının İşsizlik Oranları 4
beraber göreceğiz.
şehirlerinde yatırımlardaki büyüme
nüfus artışını geçmişti. Devrim öncesi dönemde kamu yatırımlarının
%65’i sahil kesiminde yığılmıştı.
Tunus şehrinde nüfusun %1,4’ü
yoksul kategorisinde değerlendirilirken, orta ve batı kesimlerde yoksullar nüfusun %12,8’ini oluşturuyordu. Bu bölgeler sağlık ve eğitim
gibi sosyal hizmetlerde de geride
kaldılar. Zengin ve fakir bölgeler
arasında okuma yazma bilmeme
oranları arasındaki fark ise 10 kata
kadar çıktı.6 Yönetimin yoksul bölgelere hizmet ulaştırmak konusundaki eksikleri Tunus halkını gerginliğe sürükleyen ve ülkeyi devrime
götüren önemli sebeplerden oldu.
Yatırımların dengesiz dağılımı ve
işsizlik, yoksullukla paralel şekilde
karşılaşılan sorunlardı. 2000’li yılların başında Tunus, Yolsuzluk Endeksi (Corruption Perceptions Index)
sıralamasında yüksek sıralardaydı.
2001’de 31 olan sıralaması 2011’de
73’e geriledi.8 Yönetimin üst kademelerindeki yolsuzluk saklanamayacak düzeydeydi ve hükümetin
halkın gözündeki saygınlığını kaybetmesine neden oldu. Başkan
Ben Ali ve ailesinin yaşam tarzları
ve Ben Ali’nin illegal şekilde zenginleşmesi; güven vermeyen, şeffaflıktan uzak ihaleler ve özelleştirmeler
yolsuzluğun boyutlarının ciddiyeNİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
69
Kurucu Meclis’in bir yıl
boyunca 1959’da yapılmış
olan anayasayı yeniden
düzenlemesi ve bu
sürecin sonunda tutarlı
politikalar geliştirerek
istikrarlı bir siyasi sistem
oluşturması bekleniyor.
tini gösteriyordu. Afrika Kalkınma
Bankası’nın raporuna göre son dönemdeki yolsuzluk Tunus’a yıllık 1
milyar dolara mal oldu.6
Devrimle beraber Tunus’ta bir süredir yolunda gitmeyen işler büyük
bir darbe aldı, umulan o ki iyileşmek üzere. Ortaya çıkan gerilim
ortamı ve güvenlik sorunları ekonomik olarak yabancıları ilgilendiren her alanda gerilemeye yol açtı.
Yabancı yatırımlar %17,8, turizm
gelirleri %46 oranında düştü. Buna
bağlı olarak, cari açık yaklaşık 300
milyon dolar arttı. Tunus’la beraber
çevre ülkelerdeki şiddetli gelişmeler de bu ülkelerden gelen ticaret
gelirlerini önemli oranda düşürdü.
Sanayi üretimindeki azalma ile beraber 2011’in ilk çeyreğinde Gayri
Safi Milli Hasıla da %3,3 oranında
düştü. Fakat 2011’in ticaret verileri
dış ticaretin toparlanma sürecine
girdiğini gösteriyor. Büyüme oranının %0,5’i geçmesi durumunda dış
borç ve cari açık ile ilgili problemlerin de çözüme doğru gideceği öngörülüyor. 4
Devrim Tunus ekonomisini kısa
vadede olumsuz etkilemiş olsa da
yeni yönetimin çabaları gelecek
için umut vaat ediyor. Devrim sonrası kurulan “geçiş hükümeti”nin
attığı ilk adımlar demokratikleşme
yolunda oldu. Siyasi reformlar için
ve gücü kötüye kullanma ve yolsuzlukla mücadele için komisyonlar kuruldu. Temmuz 2011’de kabul
edilen Finans Yasası ile işsizlik ve
dengesiz gelir ve hizmet dağılımı
problemlerinin çözümünde ilk yardım olarak kamu harcamaları %11
oranında arttırıldı. Fakat maaşlar
ve işsizlik ile ilgili halk gösterileri ve
grevler devam ediyor. 2011’in ilk
yarısında grevden etkilenen işyeri
sayısında 2010’a göre %92 artma
gözlense de son dönemde grevler
azaldı. Yeni bütçe ile beraber ekonomik canlanma için gerekli olan
reformların maliyeti yaklaşık 2 milyar dolar olarak hesaplandı ama
finansman konusunda sorunlar yaşanması muhtemel.4
Dost ülkelerin desteği bu dönemde
Tunus için önemli olacak. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 7-9 Mart
2012 tarihinde gerçekleştirdiği Tunus gezisinde bilimsel ve teknolojik
işbirliği ve Tunus-Türkiye arasında
ulaşım yolları ile uzak pazarlardaki
turistlerin Tunus’a çekilmesi amaçları çerçevesinde imzalanan pro-
1.
Afrika Kalkınma Bankası, Tunisia Country Strategy Paper 2007-2011, 2007
2.
Sabit 2000 yılı ABD doları
3.
Dünya Ekonomi Forumu, The Global Competitiveness Report 2010-2011, 2010
4.
Afrika Kalkınma Bankası, Tunisia Interim Country Strategy Paper 2012-2013, Şubat 2012
5.
Dünya Bankası Veri tabanı, 2012: Yayınlanmış olan son veriler kullanılmıştır.
6.
Afrika Kalkınma Bankası, Economic Brief, The Revolution in Tunisia: Economic Challenges and Prospects, Mart 2011
7.
Bir ülkenin yüksek CPI sıralaması, o ülkede yolsuzluğun diğer ülkelere göre daha fazla olduğu anlamına geliyor.
70
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
tokoller Türkiye’nin desteğinin ilk
örneklerinden oldu.
23 Kasım 2011’de gerçekleştirilen seçimlerde 217 koltuktan
oluşan Kurucu Meclis’te İslami
muhafazakâr Nahda Hareketi 89,
merkez solcu CPR 29 ve sosyal demokrat Ettakatol 20 koltuğun sahibi oldu. Kurucu Meclis tarafından
Cumhurbaşkanlığına seçilen Marzouki, Nahda Hareketi Genel Sekreteri Jebali’yi Başbakanlığa atadı ve
41 üyeli koalisyon hükümeti güvenoyu alarak görevine başladı.
Yeni hükümetin, “koalisyon”un zorluklarını yaşaması ve değişimi halkın beklediği düzeyde ve hızda gerçekleştirememesi kaçınılmaz. Kurucu Meclis’in bir yıl boyunca 1959’da
yapılmış olan anayasayı yeniden
düzenlemesi ve bu sürecin sonunda tutarlı politikalar geliştirerek istikrarlı bir siyasi sistem oluşturması
bekleniyor. Tunus devrim psikolojisinden çıkıp, iyileşme yolunda biran önce harekete geçmesiyle bölgedeki ülkeler için örnek teşkil ediyor. Bu özelliğini gelecek dönemde
koruyabilecek mi koruyamayacak
mı hep beraber göreceğiz .
SDE Asistanı*
Güney Koridorunda
Rekabet
Orta Asya ülkelerinin
doğal gaz potansiyelleriyle
önemli enerji kaynaklarına
sahip oldukları bir
gerçektir. Ancak uzunca
bir dönem doğal gazın
ulaştırılmasında hayati
öneme sahip olan boru
hatları sistemlerinin
SSCB’nin planlı ekonomisi
çerçevesinde Rusya’ya
bağımlı bir şekilde
düzenlenmiş olması, Orta
Asya ülkeleri için doğal gazı
özgürce dünya piyasalarına
pazarlamaları konusunda
sıkıntı oluşturmuştur.
C
oğrafi konumu itibarı ile
Türkiye’nin Hazar Bölgesi gibi
kapalı enerji havzalarından
“enerjiye aç” Avrupa’nın tüketim
noktalarına ulaşacak yolların kesim
noktasında bulunması, ülkenin bir
köprü olmasına imkân vermektedir. Hatta Türkiye bu bölgeleri kontrol altında tutmak isteyen devletler
tarafından bir “kilit ülke” olarak algılanmaktadır. Aynı zamanda Hazar
doğal gaz kaynaklarının Türkiye
üzerinden uluslararası pazarlara
açılması, sahip oldukları pazar paylarını kaybetmekten korkan ve bu
bölgede siyasi ve ekonomik açıdan
güçlü bir devletin oluşmasını istemeyen Rusya ve İran tarafından bir
“tehdit” olarak algılanmış ve her iki
ülke de “Hazar’ın Hukuki Statüsü”
veya çevre sorunları gibi farklı enstrümanları kullanarak kendi toprakları üzerinden geçmeyen boru hattı
güzergâhlarına karşı çıkmış ve bu
tür konuları içeren projeleri engellemişlerdir.
Nermin MAMMADOVA*
Halen 27 üye ülkeye sahip olan
Avrupa Birliği tükettiği doğal
gazın %65’ini ithal etmektedir
ve tahminlere göre bu rakam
önümüzdeki yıllarda daha da
artacaktır. Tüketimin % 35’i yerel üretim ile sağlanırken, %22’si
Rusya Federasyonu’ndan, %19’u
Norveç’ten, %9’u Cezayir’den, %7’si
Katar’dan ve %3’ü Nijerya’dan ithal
edilmektedir1. 2009 yılı ile kıyasladığımızda AB’nin yerel üretimi %2
oranında artmıştır. Bunun temel
nedeni ise Hollanda’da gerçekleşen
doğalgaz üretimi artışıdır. Ayrıca,
Şekil 1’de dikkat çeken iki önemli
nokta vardır. Bunlardan birincisi
Norveç’ten yapılan ithalatın 1995
yılından itibaren sürekli bir artış
eğiliminde olmasıdır. Şüphesiz bu
artışta Norveç’in coğrafya içinde
yer almasının önemli bir rolü vardır.
İkinci nokta ise Katar’dan yapılan
ithalatın 2008 yılından sonra fark
edilir bir artış göstermesidir. Bunun
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
71
Türkiye’nin enerji
havzalarından “enerjiye
aç” Avrupa’nın tüketim
noktalarına ulaşacak
yolların kesim noktasında
bulunması, ülkenin bir
köprü olmasına imkân
vermektedir. Hatta
Türkiye bu bölgeleri
kontrol altında tutmak
isteyen devletler
tarafından bir “kilit ülke”
olarak algılanmaktadır.
gaz krizi neticesinde Avrupa’nın
Rusya’ya bağımlılığını azaltacak ve
Rusya’nın doğal gaz sektöründeki
tekeline son verecek olan Nabucco
projesi bir alternatif olarak ortaya
çıktı. Ortaklarının Bulgarian Energy
Holding (Bulgaristan), Botaş (Türkiye), FGSZ (Macaristan), OMV (Avusturya), Transgaz (Romanya) ve RWE
(Almanya)’nın olduğu bu projenin
gerçekleşmesi durumunda Türkiye
“Güney Akım” projesinden farklı
olarak Avrupa’ya gidebilecek alternatif bir doğalgaz boru hattı üzerinde direkt etkili olabilecektir. Nabucco projesinin temel amacı Hazar
Denizi ve Yakın Doğu bölgelerinde bulunan doğal gazı Avrupa’ya
Şekil 1. AB Doğal Gaz İthalatı
Kaynak: www.eurostat.eu
sebebi 2008 yılında Rusya ile Ukrayna arasında çıkan gaz krizinin Avrupa ülkelerini alternatif gaz yolları
aramaya itmiş olması olabilir.
Güney Akım Projesi Şimdilik
Nabucco Projesinin Önünde
Birlik içinde en çok ithalatın yapıldığı Rusya’dan Avrupa’ya giden gazın
%80’i Kuzey Akım Hattı ile Ukrayna
üzerinden geçmektedir (Şekil 2).
Ne var ki, 2008 yılında Rusya ile Ukrayna arasında yaşanan, The Times
gazetesi tarafından “Avrupalıyı kışın ortasında soğukta bırakan Rus
doğal gazı” diye nitelenen doğal
72
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
transfer etmektir. Avrupa doğalgaz açığının bir miktarının Türkiye
üzerinden geçecek boru hatları
yoluyla karşılanması amacıyla yürütülen proje çerçevesinde, Şekil
2’de de görüldüğü gibi doğal gaz,
Türkiye’den sonra boru hatlarıyla
Bulgaristan üzerinden Romanya ve
Macaristan’ı izleyerek Avusturya’ya
ulaşacaktır. Ortadoğu ve Hazar bölgesi doğalgaz rezervlerini Avrupa
pazarlarına bağlamayı öngören Nabucco hattı ile ilk etapta güzergâh
üzerindeki ülkelerin gaz ihtiyacının
karşılanması, takip eden yıllarda ise
Avusturya’nın Avrupa’da önemli
bir doğalgaz dağıtım noktası olma
özelliğinden de faydalanılarak diğer ülkelerin gaz taleplerindeki gelişmelere göre Batı Avrupa’ya ulaşılması amaçlanıyor.
Nabucco gibi bir projenin gerçekleşmesi ile Türkiye ekonomik ve jeopolitik üstünlük kazanarak AB’ye
giriş sürecinde bir koz ele geçirmiş
olacaktır. Bu faktör Türk tarafının
neden Karadeniz’de kendi bölge
sularındaki “Güney Akım” hattının
yapım sürecini uzattığını açıklamaktadır. Ancak son zamanlarda
Rusya’yı dışarıda bırakan bu hattın
taşıma kapasitesine ulaşılabilmesini
sağlayacak yeterli doğalgaz rezervinin bulunmaması sık sık gündeme
gelmeye başlamıştır. Azerbaycan’ın
“Şah Deniz II” yatağından çıkarılan
doğal gazın, projenin temel kaynağı olacağı beklenmekteydi. Ne
var ki, BP ve Norveç devlet şirketi
Statoil tarafından arama-çıkarma
faaliyetleri yürütülen “Şah Deniz II”
sahasının 16 milyar m3 gaz üretme
kapasitesi olduğu belirtiliyor. “Şah
Deniz I” sahasının kapasitesi ise 8,6
milyar m3. Dolayısıyla bu iki sahanın tam kapasiteyle Nabucco’ya
doğal gaz vermesi durumunda bile
hattın tam taşıma kapasitesine ulaşamayacak olması projeyi belirsizliğe sürüklemiştir.
Türkiye’nin önündeki diğer proje ise dünyanın en büyük doğal
gaz boru hattı olmayı hedefleyen
Nabucco’yu ve sürekli sorun çıkaran Ukrayna’yı devre dışı bırakmak
amacı ile Rusya tarafından ortaya atılan Güney Akım Doğal Gaz
Projesi’dir (Şekil 2). Güney Akım
Projesi’ne göre Rus doğalgazı,
Rusya’dan başlayıp Karadeniz’in 2
bin metre altından Bulgaristan’a
ulaşacak ve buradan iki kola ayrılacaktır. Birinci kol, Yunanistan üzerinden İtalya’ya, ikinci kol ise Sırbistan
ve Macaristan üzerinden geçerek
Avusturya’nın Baumgarten limanına ulaşacaktır (Şekil 2). Böylece Rusya, Orta Asya’daki doğal gazı kendi
elleriyle Avrupa’ya taşıyarak enerji
koridorunda söz sahibi olmaya devam edecektir.
Rusya ilk başta Güney Akım
Projesi’nde Türkiye’yi görmek istememiştir ve her yıl yaklaşık 60 milyar m3 Rus doğal gazını Karadeniz
altından Bulgaristan’a, oradan da
Orta ve Doğu Avrupa’ya taşıyacak olan bu boru hatları üzerinde
Türkiye’nin söz sahibi olamayacağını belirtmiştir. Bu durum projeyi Türkiye açısından ilk başta pek
de cazip kılmamıştır. Bu yüzden
Nabucco ile ilgili gereken resmi
girişimler başlamış ve Türkiye bu
projede önemli ortaklardan biri
olmuştur. Bu gelişmenin üzerine
Rusya tavır değiştirmiş ve Türkiye’yi
Güney Akım Projesi’nde görmek
istediğini Ankara’ya bildirmiştir.
Hattın, Türkiye’nin Karadeniz’deki
ekonomik alanı olarak tanımlanan
egemenlik sahasından geçmesi
söz konusudur. Nabucco’nun yapımının ertelenmesi, maliyetinin artması ve gaz tedariki konusundaki
belirsizlikler ABD destekli projeyi
bir hayli zora sokmuş bulunmakta.
Dolayısıyla bu gelişmelerin neticesinde Türkiye, maliyetinin çok daha
düşük ve tedarik sorunu olmayan
Güney Akım Projesi’nin ekonomik
olarak da daha cazip hale gelmiş
olduğu düşüncesi ile 28 Aralık
2011’de kendi karasularından geçecek olan boru hattı bölümünün
inşasına onay veren anlaşmaya
imza attı.
Gelişmeler Avrupa Birliği açısından değerlendirildiğinde ise Rusya
Enerji Bakanlığı ile Gazprom tarafından Mayıs 2011’de Brüksel’de
gerçekleşen AB’ye “Güney Akım”
projesini tanıtma toplantısı önemli
bir yer tutmaktadır. Bu dönemde
Kuzey Afrika’da yaşanan istikrarsızlık, Nabucco projesinde devam
eden belirsizlik ve Almanya’nın
2020 yılına kadar atom enerjisinden imtina etmesi AB’yi ikna konusunda Rus tarafını umutlandırmış
olsa da, AB yine finansal sorunları
ve çevre izinlerinin alınması konularını gündeme getirmiştir. Ne var
ki, asıl sebep AB enerji politikasının
temelinde doğal gaz kaynaklarının,
ulaşım yollarının ve karşı tarafın
çeşitlendirilmesinin yatmasıdır. Gü-
Nabucco hattı ile
ilk etapta güzergâh
üzerindeki ülkelerin gaz
ihtiyacının karşılanması,
takip eden yıllarda ise
Avusturya’nın Avrupa’da
önemli bir doğalgaz
dağıtım noktası
olma özelliğinden de
faydalanılarak diğer
ülkelerin gaz taleplerine
göre Batı Avrupa’ya
ulaştırılması amaçlanıyor.
ney Akım Projesi sadece Avrupa’ya
ulaşım yollarında çeşitlilik sağlamakta ama kaynağı değiştirmemektedir. Güney Akım Projesi de
tıpkı Kuzey Akım hatları gibi Rusya
doğal gazını Avrupa Birliği’ne taşıyacaktır. Bu proje sadece Ukrayna’yı
devre dışı bırakmaktadır ve bu faktör ise AB açısından çok da önemli
değildir.
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
73
Şekil 2. Nabucco, Güney Akım ve Kuzey Akım Doğal Gaz Boru Hatlarının Rotası
karar ile Nabucco Gas Pipeline International, ‘Kamu Yararı Kararı’
doğrultusunda ülke sınırları içerisinde bulunan boru hattı güzergâhı
üzerindeki kamulaştırma3 çalışmalarının başlatılmış olmasıdır.
Son Söz
Bulgaristan da “Güney Akım” projesi ile ilgili bazı sıkıntılar yaratmaktadır. Ülkede bazı çevreler Nabucco
projesini destekleyerek “Güney
Akım”ın hazırlıklarını aksatmaktadırlar. Bu çevrelerin dayandığı
nokta NATO üyesi ülkelerin normatifleridir. Bu normatiflere göre
bir ülke için bir kaynaktan temin
edilen enerji miktarı toplam talebin en fazla % 25’ni karşılamalıdır
ve AB verilerine göre Bulgaristan
için “enerji ithal bağımlılığı” oranı %
50’nin biraz altındadır ve ülke için
Rusya doğalgazın tek tedarikçisidir.
28 Aralık 2011’de Rusya Federasyonu ve Türkiye arasında enerji alanında atılan imzalar, AB ülkelerini
telaşlandırmış olsa da AB Nabuc-
co ve Güney Akım’ın resmi olarak
birbirine “rakip” olduğunu kabul
etmediği için asıl tepkisini dile getirememiştir2. Nabucco Doğalgaz
Boru Hattı sözcüsü Christian Dolezal, Nabucco’nun Avrupa ve Türkiye
arasında benzeri olmayan bir boru
hattı projesi olduğunu ve diğer
hiçbir projeden etkilenmeyeceğini
söyledi. Dolezal, Nabucco ile Güney Akım’ın karşılaştırılamayacağını ve Güney Akım’ın ikame bir hat
olduğunu, Nabucco’nun ise Türkiye
ve Avrupa için çeşitlendirilmiş bir
doğalgaz arzı için yeni bir koridor
açtığını söyledi. Türkiye tarafından
bu söylemi destekleyen gelişme ise
Türkiye Cumhuriyeti Enerji ve Tabii
Kaynaklar Bakanlığı tarafından 14
Şubat 2012 tarihinde onaylanan
Orta Asya ülkelerinin doğal gaz
potansiyelleriyle önemli enerji
kaynaklarına sahip oldukları bir
gerçektir. Ancak uzunca bir dönem doğalgazın ulaştırılmasında
hayati öneme sahip olan boru hatları sistemlerinin SSCB’nin planlı
ekonomisi çerçevesinde Rusya’ya
bağımlı bir şekilde düzenlenmiş
olması, Orta Asya ülkeleri için doğal
gazı özgürce dünya piyasalarına
pazarlamaları konusunda sıkıntı
oluşturmuştur. Ne var ki bu sıkıntılar, geliştirilmekte olan alternatif
projeler ile yavaş yavaş yok olmaya
başlamıştır. Bu durum hem bölge
ülkeleri ekonomilerinin kalkınması
hem de giderek enerji talebi artan
AB’nin ihtiyaçlarını karşılamak açısından çok olumlu bir gelişmedir.
Kendi bölgesinde transit ülke olmaktansa, doğalgaz üretimi yapmadan tedarikçi olmak isteyen
Türkiye, coğrafi özellikleri itibarı ile
birer kara devleti konumunda olan
ve uluslararası pazarlara ulaşımda
zorluklarla yüz yüze olan kültür ve
dil geçmişlerinin ortak olduğu Orta
Asya ülkeleriyle bu yönde işbirliğini arzu etmektedir. Bu tür alternatif projelerin varlığı aynı zamanda
Türkiye’nin elini de kuvvetlendirmektedir.
SDE Asistanı*
1.
Kaynak; EUROGAS Statistical Report 2010
2.
Kaynak; http://www.abhaber.com/ozelhaberyazdir.php?id=3958
3.
Kamulaştırma faaliyetleri güzergâhın geçeceği Ardahan, Kars, Erzurum, Gümüşhane, Erzincan, Sivas, Yozgat, Kırşehir, Kırıkkale, Ankara, Eskişehir, Bilecik, Bursa, Balıkesir,
Çanakkale, Tekirdağ, Kırklareli, Malatya, Adıyaman, Şanlıurfa, Mardin ve Şırnak illeri ile bu illere bağlı ilçelerdeki köy ve/veya mahallelerde gerçekleştirilecek. Kaynak; Nabucco
Gas Pipeline Basın Bültenleri
74
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
Yazılımda, Türkiye Bir Başarı
Hikayesi Olamaz mı?
Gülara TIRPANÇEKER*
En düşük yatırımla en
yüksek istihdamı ve en
fazla katma değeri yaratan
bir sektör olması itibariyle
yazılım sektörü ekonominin
yeni kalkınma gücü
olarak nitelendirilebilir.
Yazılımın yarattığı katma
değerlerin ihracata, diğer
sektörlerdeki rekabetçiliğe,
Ar-Ge faaliyetlerine, Gayri
Safi Yurtiçi Hasıla’ya ve
istihdamın artırılmasına
önemli etkileri vardır.
D
ünya Ülkeleri Bilgi Ekonomisi’ne dönüşme ve bilgi
toplumu olma yolunda bir
yarış ve rekabet içerisindedir. Avrupa Birliği’nin Lizbon Stratejisi adı
altında aldığı kararda olduğu gibi
bilgi toplumuna geçme ve bu şekilde bilgiye dayalı bir ekonomi haline
gelme çok önemli olmuştur. Bilgi ve
İletişim Teknolojileri’ni kullanmanın
büyüme, rekabet ve istihdamı körüklediği, vatandaşların yaşam kalitesini artırdığı da bir gerçektir. En
düşük yatırımla en yüksek istihdamı ve en fazla katma değeri yaratan
bir sektör olması itibariyle yazılım
sektörü ekonominin yeni kalkınma
gücü olarak nitelendirilebilir.
Yazılımın yarattığı katma değerlerin ihracata, diğer sektörlerdeki
rekabetçiliğe, Ar-Ge faaliyetlerine,
Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’ya ve istihdamın artırılmasına önemli etkileri
vardır. Yazılım sektörü Ar-Ge faali-
yetlerine en çok katkı sağlayan sektörlerden biridir.
Dünyada yazılıma yönelik yatırımların %25’ini Ar-Ge yatırımları
oluşturmaktadır. Örneğin, Yeni
Zelanda’da bu oran %34’tür. Avrupa Komisyonu kapsamında yapılan
bir araştırmaya göre yazılım sektörü 22 sektör içinde Ar-Ge faaliyetlerine en çok kaynak ayıran 5. sektör
olarak belirlenmiştir. Ancak Ar-Ge
yoğunluğu bakımından 2. sırada
yer almaktadır. Aynı araştırmaya
göre, yazılım sektörünün toplam
Ar-Ge yatırımı 26.5 milyar Avro
olup Ar-Ge yatırımları payı %7,3’tür.
Avrupa Birliği ülkelerinde yazılım
ürünleri ve yazılım hizmetleriyle
ilgili harcamalar 258 milyar Avro
tutarında olup, bu harcama Birlik
ülkelerinin Gayri Safi Yurtiçi Hasıla
ortalamasının % 2,6’sını oluşturmaktadır. OECD ülkelerinde yapılan yazılım yatırımları ülkelerin
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
75
Yazılım sektörü en fazla
genç nüfusun istihdam
edildiği sektör olarak da
karşımıza çıkmaktadır.
Yazılım sektöründeki
gelişme aynı zamanda
ülkenin işsizlik oranında
da önemli bir azalma
sağlamaktadır. Ayrıca
kadınların ve engellilerin
istihdamında da önemli
imkânlar sunmaktadır.
ortalama GSYİH’nın % 0,5 ila % 2,7
arasında yükselmesini sağlamıştır.
Hindistan’da 2007 yılında yazılım
üretiminden elde edilen gelir, Gayri
Safi Yurtiçi Hasıla’nın % 5,2’sini oluşturmuştur. Oysa bu oran 1998 yılında % 1,2 düzeyinde idi. Hindistan’da
yazılım ve hizmetler ihracatı rakamları ise 2010 yılı itibariyle 60 milyar
dolardır.
Yazılım sektörü diğer sektörlerle
karşılaştırıldığında en fazla genç
nüfusun istihdam edildiği sektör
olarak da karşımıza çıkmaktadır. Yazılım sektöründeki gelişme aynı zamanda ülkenin işsizlik oranında da
önemli bir azalma sağlamaktadır.
Yazılım sektörü kadınların ve en-
gellilerin istihdamında da önemli
imkânlar sunmaktadır. Yazılım üretimi konusunda başarı öyküsü haline gelmiş Hindistan’da yazılım sektörüne yönelik girişimlerin başladığı yıllar olan 80’li yılların ikinci yarısında yazılım sektöründeki iş gücü
2000’li yılların başında yaklaşık
48 kat artarak 284.000 kişiye ulaşmıştır. Yazılım sektörünün hızlı bir
gelişme gösterdiği 2000’li yıllarda
ise yazılım sektöründeki istihdam
ortalama yıllık % 40 artarak 2004
yılında 850.000 kişiye ulaşmıştır.
Aynı zamanda İsrail’de de, sektörün
istihdam ettiği insan sayısı 19902000 yılları arasında 36.000’den
56.000’e çıkmıştır ve on yılda % 65
istihdam artışı olmuştur. Bu ülke ör-
Yazılım Alanında Ar-Ge Harcamalarının Ülke Çapında Toplam Ar-Ge Harcamaları İçindeki Payı
Kaynak: Capital Services Database.
Dünyada Yazılımla İlişkili Patent Dağılımı
ABD’nin yazılımla ilgili patent
sayısı 4695’dir. ABD’yi AB25 ülkeleri ve Japonya takip etmektedir.
Kaynak: OECD Patent Database.
76
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
Yazılımın tüm sektörler içerisinde
ülke ekonomisi için yarattığı katma değer tek başına OECD ortalamasında %1,5 ila %3 arasında
değişmektedir. Yapılan %22 ICT
yatırımıyla %58 üretkenlik sağlanmaktadır.
Kaynak: EUREKA/CELTIC Purple Book 2007-2008
neklerinden görüleceği gibi yazılım
sektörünün stratejik sektör olmasıyla birlikte işsizlik önemli bir ölçüde azalmıştır. İş İstatistikleri Bürosu,
ABD’de 2006 yılında, yazılımla ilgili
sadece tek bir kategoride (yazılım
mühendisleri kategorisi) istihdam
sayısının 860.000 civarında olduğunu bildirmiştir. Büro, 2016 yılına
kadar bu sayının % 38 oranında artacağını tahmin etmektedir.
Bu ülkeler, yazılım sektörünü stratejik sektör olarak belirlemiş ve ya-
zılım üreterek birer başarı hikayesi
olmuşlardır.
Ekonominin tüm kollarını etkileyen
yazılımı üretmek için en önemli
girdi akıl ve yaratıcı güçtür. Türkiye
genç bir nüfusa sahiptir. Nüfusumuzun yarısı 25 yaşın altındadır.
Ayrıca BT kullanabilecek 1,5 milyondan fazla KOBİ’miz vardır. Buradan yola çıkarak iyi bir iç potansiyele sahip olduğumuzu rahatlıkla
söyleyebiliriz. Türkiye’nin jeopolitik
konumu ve Gümrük Birliği üyeliği
ile Avrupa, Türk Cumhuriyetleri ve
Ortadoğu pazarlarında dini, etnik
ve ticari ilişkiler de dış pazarlar için
sahip olduğumuz avantajlardır.
Hindistan, İrlanda ve İsrail dış pazar
odaklı; Brezilya ve Arjantin de iç pazar odaklı bir strateji ile çok hızlı büyümüşlerdir. Türkiye; başarılı diğer
ülke örneklerinden de faydalanarak ve konumunu ve kaynaklarını
da göz önüne alarak, iç ve dış pazar
odaklı olarak kendi modelini oluşturmalıdır. Türkiye, bilgi toplumu
yönündeki önceliklerine karşılık iç
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
77
Ekonominin gelişmesi,
toplumsal refahın
sağlanması, işsizliğin
azalması, güvenilir
ve sürdürülebilir
ekonomik dinamiklerin
yakalanması, dijital
uçurumdan kaynaklanan
olumsuzlukların
giderilmesi için, Türkiye
daha fazla yazılım
üretmeli ve ihraç
etmelidir.
Bu firmaların; yaklaşık yüzde
35’i, teknoloji geliştirme merkezlerinde yer almaktadır ve
%87,2’si KOBİ yapısındadır. Diğer bir ifadeyle; %51’i 10 kişiden
az, %35,7’si 10 – 50 kişi arasında,
%9,8’i 50 – 250 kişi arasında ve
%3’ü ise 250 kişiden büyüktür.
talepteki büyüme beklentisini destekleyeceği, iç ve dış pazarda dengeli bir büyüme stratejisi yürütmelidir. İç pazardaki gelişim dış pazar
için bir hazırlık niteliği taşımakla
birlikte sektörün gelişimi için dış
pazara yönelik politika ve stratejiler
eşzamanlı oluşturulmalıdır. Stratejik sektör olarak bir yol haritası belirlenmelidir.
Türkiye’de bilgi ve iletişim teknolojilerinin içinde bilgi teknolojilerinin,
Bilgi teknolojileri sektörü içinde de
yazılım ve hizmetlerin yeterince
büyük ve olması gereken noktada
olmadığını söyleyebiliriz. IDC 2010
78
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
yılı verilerine göre Türkiye Bilişim
Pazarı 8,549 milyar ABD dolarıdır.
Bu rakamın 6,944 milyar ABD dolarını donanım, 0,909 milyar ABD
dolarını hizmet ve 0,696 milyar ABD
dolarlık kısmını ise yazılım oluşturmaktadır. Buradan da görüleceği
üzere, Türkiye bilgi teknolojileri
pazarı donanım ağırlıklı bir yapıdadır. Dünya genelinde donanım
tüm bilgi teknolojileri harcamasından yüzde 39 pay alırken, bu oran
Türkiye’de yaklaşık yüzde 81 seviyesindedir. Bilgi teknolojileri pazarının yüzde 19’u ise yazılım ve hizmetlerden oluşmaktadır. Donanım
ağırlıklı bu yapının, önümüzdeki
yıllarda, yazılım ve hizmetler alanında daha fazla büyüyerek değişmesi
gerekmektedir.
TÜBİTAK MAM verilerine göre;
Türkiye’de yaklaşık 1.600 adet yazılım üreten yerli firma vardır, sektör
şirketleri KOBİ yapısındadır ve ölçekleri küçüktür, sermaye yapıları
güçlü değildir.
Sektördeki yazılım geliştiricilerin
yaklaşık %47’si İstanbul’da, %33’ü
Ankara’da çalışmaktadır. Yazılım
üreten firmaların %35’i Teknoloji
Geliştirme Merkezleri’nde yer al-
maktadır ve bu firmaların büyük
çoğunluğu da sırasıyla Bilkent,
ODTÜ ve İTÜ teknokentlerinde bulunmaktadır.
Yine TÜBİTAK MAM verilerine göre
Türkiye’de; Üretim ve Otomasyon,
Telekom, Enerji, Elektrik ve Elektronik, Finans, Lojistik, Tekstil, Eğitim,
Medya, Savunma, Sağlık, Turizm,
İnşaat, Kamu alanlarında yazılım
geliştirilmektedir.
İGEME kayıtlarına göre, bugün 100
civarında firma, 50 ülkeye, 12 serbest bölgeye yazılım ihracatı yapmaktadır ve geliştirilen bu yazılımlar başta Amerika, Almanya, Irak,
Kazakistan olmak üzere çeşitli ülkelere ihraç edilmektedir. Türk yazılım
şirketleri; sağlık, savunma, mobil
çözümler, CRM ve Kurumsal Kaynak
Planlaması (ERP) alanlarında ihracat
yapmaktadır. Yapılan ihracat 250
milyon ABD doları civarındadır.
Ekonominin gelişmesi, toplumsal
refahın sağlanması, işsizliğin azalması, güvenilir ve sürdürülebilir
ekonomik dinamiklerin yakalanması, dijital uçurumdan kaynaklanan olumsuzlukların giderilmesi
için, Türkiye daha fazla yazılım üretmeli ve ihraç etmelidir.
Sektöre uygun özel
Bilgi ve iletişim teknolojileri son
yıllarda çok hızlı bir gelişim göstermektedir. Buna paralel olarak
yazılım sektöründe de değişimler
yaşanmaktadır. Bu değişimler; “hizmet olarak yazılım” (software as a
service) yapısından sonra yakın bir
zamanda gündeme gelen Bulut
Bilişim sistemleri ile gerçekleşmektedir. Diğer hızlı gelişen yazılım
alanı ise mobil yazılımlar ve uygulamalardır. Dolayısıyla yerli yazılım
firmalarının da Bulut Bilişim, Mobil
Yazılım gibi alanlara odaklanmaları,
dikey pazarlar için ürün geliştirmeleri ve Ar-Ge çalışmalarının artırılması gerekmektedir.
getirilmesi; örneğin kişisel
hedefleri son derece çarpıcıdır.
10. Ulaştırma Şurası’nda ülkemizin
bilgi ve iletişim sektöründeki 2023
yılı vizyonu ve hedefleri de ortaya
konmuştur. Şura’da açıklanan sonuç raporunda belirtilen; Bilişim
sektörünün 160 milyar dolara ulaşması ve bunun GSYİH’daki payının
%8’e çıkarılması, yazılım sektörünün öncelikli alan olarak belirlenmesi ve toplam ihracatta yazılım
sektörü payının %2’ye çıkarılması
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’nın 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunu’nun 5.
Maddesine göre elektronik haberleşme sektöründe araştırma, geliştirme projelerinin teşvik edilmesi ve
desteklenmesine ilişkin yönetmelik
yakın zamanda uygulamaya geçecektir. Kalkınma Bakanlığı hazırlamakta olduğu 10. Kalkınma Planı
ile 2023 yılına kadar olan hedefleri
yasa ve düzenlemeler
verilerin korunması için
yasanın kanunlaşması;
bilişim hizmetlerinde
standardizasyon
ve sertifikasyon
uygulanması gibi konular
sektörümüzün gelişiminin
hızla önünün açılmasını
sağlayacaktır.
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
79
Türkiye’de bilgi ve iletişim
teknolojilerinin içinde
bilgi teknolojilerinin,
Bilgi teknolojileri sektörü
içinde de yazılım ve
hizmetlerin yeterince
büyük ve olması gereken
noktada olmadığını
söyleyebiliriz.
belirleyeceklerini ve 2. Bilgi Toplumu Stratejisi ile bazı sektörel hedefleri koyacağını belirtmektedir.
Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı
da teknoloji geliştirme bölgeleri
kuracağını ve Ar-Ge faaliyetlerini
destekleyeceğini söylemektedir.
Ekonomi Bakanlığı da yazılım ihracatı ile ilgili çalışmalar yapmaktadır.
Türkiye’de sektörün potansiyelinin
geliştirilmesi için önemli işler yapıldı ve yapılmaya devam ediliyor.
Ancak, henüz olmamız gereken
noktada değiliz. Küresel ağa hazırlıklı olma (e-Readiness) konusunda;
Dünya Ekonomik Forumu 20082009 raporu verilerine göre 134
ülke arasında 61., 2009-2010 raporu verilerine göre 133 ülke arasında
80
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
69. ve 2010-2011 raporu verilerine
göre ise 138 ülke arasında 71. sıradayız.
Yazılım sektörünün gelişebilmesi
için özel sektör, STK’lar, üniversiteler ve kamu arasındaki işbirliği son
derece önemlidir ve bu paydaşlara
önemli görevler düşmektedir. Bu
bağlamda devlete de görevler düşmektedir.
Dünya örnekleri incelendiğinde,
Yazılım sektörüne devlet tarafından
sağlanan katkılar Doğrudan Devlet
Destekleri, Devlet Teşvikleri ve Dolaylı Devlet Destekleri olarak üç ana
başlıkta gruplanmaktadır.
Doğrudan Devlet Desteklerini;
Devletin, yazılım sektörü şirketlerine sağlayacağı geri ödemesiz
(hibe) veya geri ödemeli (faizsizdüşük faizli, belli bir dönem geri
ödemesiz uzun vadeli kredi) nakdi
katkılar olarak, Devlet Teşviklerini;
kurumlar vergisi, gelir vergisi, stopaj, SSK primi, SSK işveren katkısı ve
KDV’de uygulanacak istisnalar/ertelemeler/azaltmalar olarak, Dolaylı
Devlet Desteklerini; yazılım satışlarının artırılmasını sağlayacak pozitif
ayrımcılık da dahil olmak üzere uygulamaya konacak enstrümanlar;
KOBİ’lere yazılım satın almalarına
ilişkin sağlanacak KOSGEB destekleri, kamu satın almalarında yerel
yazılım üreticilerinin ürünlerine öncelik/avantaj sağlanması vb. olarak,
tanımlayabiliriz. Bu tür destek ve
teşvikleri İrlanda, İsrail, Hindistan,
Çin, Malezya, Tayvan ve Brezilya
gibi ülkeler uygulamaktadırlar.
Sektöre uygun özel yasa ve düzenlemeler getirilmesi; hızla gelişen
teknolojiye göre hukuki düzenlemelerin, örneğin kişisel verilerin korunması için yasanın kanunlaşması;
bilişim hizmetlerinde standardizasyon ve sertifikasyon uygulanması
gibi konular da sektörümüzün gelişiminin hızla önünü açmasını sağlayacaktır.
Tüm özellikleriyle, gelişmekte olan
ülkelere bir fırsat penceresi sunan
yazılım; Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’yı
artıracak, İhracat rakamlarını büyütecek, İşsizliği azaltarak genç
nüfusun, engellilerin, kadınların
ve kalkınmada öncelikli illerdeki
genç nüfusun işgücü piyasasına
entegrasyonunu sağlayacak, yarattığı verimlilik etkisi ile kullanıldığı
sektörlerin dünya ile rekabet etme
yeteneklerini ve prodüktivitesini
geliştirecek, Ar-Ge faaliyetlerinin
kapasitesini, kalitesini ve niteliğini
yükseltecek, Türkiye’nin bilgi toplumuna dönüşümünde ve bilgi çağının ekonomisinde en önemli gücü
olacaktır.
YASAD Eski Başkanı, Tekimed Genel
Müdürü*
Emek ve Sermayeyi
-Yeniden- Düşünmek
Sermaye ve bilgi temelli
diğer üretim faktörleri,
insan etrafında oluşan
değerlerin bir sonucudur.
Araştırma ve geliştirme
faaliyetlerinden teknolojik
gelişmeye; beşeri
sermaye birikiminden
sosyal sermayeye kadar
tüm bu bilgi temelli
faktörlerin temeli ‘insan’a
dayanmaktadır. Bilgi
temelli iktisadi dönüşüm
sürecinde emek ve
sermayeyi yeniden
düşünmek, insanı temel
alan bir düşünce biçimini
zorunlu kılmaktadır.
E
mek ve sermaye üretimin
temel iki faktörü olarak bilginin artan önemi ile birlikte
üzerinde yeniden düşünülmesi
gereken kavramlar olarak karşımıza çıkmaktadır. İktisadi bir bakış
açısıyla emek ve sermaye gibi temel iki üretim faktörünün bilgiyle
dönüşümü merkeze yine, yeniden
ve belki de iktisadın unuttuğu ‘insanı’ oturtmaktadır. Çünkü bilginin
kaynağı olarak kabul edilen insan
(emeği) üretim faktörlerinden en
önemlisini oluşturmaktadır. Sermaye ve bilgi temelli diğer üretim
faktörleri, insan (emeği) etrafında
oluşan değerlerin bir sonucudur.
Araştırma ve geliştirme (Ar-Ge) faaliyetlerinden teknolojik gelişmeye;
beşeri sermaye birikiminden sosyal sermayeye kadar tüm bu bilgi
temelli faktörlerin temeli ‘insan’a
dayanmaktadır. Bilgi temelli iktisadi
dönüşüm sürecinde emek ve ser-
Murad TİRYAKİOĞLU*
mayeyi yeniden düşünmek, insanı
temel alan bir düşünce biçimini zorunlu kılmaktadır.
Emek Üzerine Yeniden
Düşünmek
Emeği sadece bir üretim faktörü
olarak ele almak iktisadi ve toplumsal açıdan değerlendirmelerin
yüzeysel olmasına sebep olacaktır.
İktisadi olarak, fiziksel ve-veya zihinsel güce dayanan, insanların ihtiyaçlarını karşılamak için gelir elde
etme amacını taşıyan çalışmalar
olarak tanımlanan emek, tüm iktisadi düşünce okullarınca üzerinde
önemle durulan bir faktör olagelmektedir.
Adam Smith, “Milletlerin Zenginliği”nde (1776) emeği işbölümü ve
uzmanlaşmanın bir parçası olarak
ele almış, emeğin nitelikleri üzerinde durmuştur: “…emek, tüm
şeylerin ilk fiyatı, onları satın almak
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
81
Sermayenin ön plana
çıktığı ve emeğin bir
araca dönüştüğü
makineleşmiş endüstriye
geçiş süreci, çalışanlar
ve esnaf arasında
varolan sosyal sermaye
zenginliğinin yitirilmesine
ve aynı çalışma ortamını
paylaşmaktan öteye
gitmeyen mekanik
ilişkilerin ön plana
çıkmasına sebep
olmuştur.
için ödenen gerçek satın alma parasıdır. Dünyanın her yerinde zenginlik,
altınla ya da gümüşle değil, aslında
emekle satın alınmıştır; onu şu ya da
82
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
bu yeni ürünle mübadele etmek isteyen zenginler için, bu servetin değeri,
bu servetle satın alabilecekleri ya da
hükmedebilecekleri emek miktarına
eşittir…” (s.37).
Ricardo (1817) “farklı emek türleri”
kavramını kullanarak emeği metaların değerini belirleme çerçevesinde ele almıştır (Gürak, 2006:78).
Marx (1867) ise emeğin özellikle
“değer yaratıcı” ve “değeri koruyucu
ve aktarıcı” yönlerine yoğunlaşmış,
emek ve sermaye dışındaki tüm
faktörleri ‘artık değer” olarak tanımlamıştır. Ta ki Robert Lucas, Paul Romer gibi iktisatçıların öncülüğünde
geliştirilen içsel büyüme modelleri
emeğin niteliklerini ifade eden beşeri sermaye ve beşeri sermayenin
ürünü olan araştırma geliştirme
faaliyetleri ve teknolojik yenilikler
gibi bilgi temelli faktörleri büyüme
teorilerinin içsel değişkenleri olarak
kabul edene kadar emek ve emeğin zihinsel çabalarının ürünü ve
türevleri olan bu faktörler iktisadi
modellerde yer bulamamıştır.
Emeğin üzerinde özellikle ve
önemle durulan bir faktör olmasının sebebi, belki de, diğer tüm
üretim faktörlerinin emeğin çevresinde oluşuyor ve işliyor olmasından kaynaklanmaktadır. Diğer
bir ifadeyle insanlığın tarım toplumundan bilgi toplumuna doğru
geçirdiği tüm toplumsal ve ekonomik dönüşümler insan emeği
temelinde gerçekleşmiştir ve gerçekleşmektedir. Tarım toplumunda
sadece kas gücü ön planda iken
endüstriyel dönüşüm kol emeğine zihinsel emeğin eşlik etmesini
gerektirmiştir. Sanayi Devrimi ile
ortaya çıkan endüstri toplumunun
sermaye ağırlıklı yapısı emeğin çalışma alan ve prensiplerini yeniden
belirlemiştir. Dev fabrikalara kaydırılarak seri üretimin bir parçası haline gelen emek, sermayenin gölgesinde kalmaya başlamıştır. Sermayenin ön plana çıktığı ve emeğin
bir araca dönüştüğü makineleşmiş
endüstriye geçiş süreci, çalışanlar
ve esnaf arasında varolan sosyal
sermaye zenginliğinin yitirilmesine
ve aynı çalışma ortamını paylaşmaktan öteye gitmeyen mekanik
ilişkilerin ön plana çıkmasına sebep
olmuştur. Bu türlü olumsuzluklara
rağmen hızla yükselen sanayi toplumunda emeğin sadece mekanik
olarak işleyen bir rutinin parçası
olarak görülmesi ve sadece prosesi
tamamlayan kas gücü olarak algılanması esnek üretim sistemlerinin
gelişmesine kadar devam etmiştir.
Post-Fordist üretim sistemine geçilmesi, emek yapısında önemli değişiklikleri beraberinde getiren bir
gelişme olarak anılmaktadır. Esnek
üretim sistemlerinin geliştirilmesiyle emeğin zihinsel çabaları ön plana çıkmaya başlamıştır. Esnek üretim sistemleri, bilgisayarlaşma ve
internet teknolojisinin gelişimi gibi
post-endüstriyel gelişmeler bilgi
çağına ve toplumuna geçişi sağlayan temel unsurlar olarak insanın
zihinsel emeğini belirgin olarak
ortaya koymuştur. Günümüzde ise
bilgi çağı yoğun zihinsel çabaların
bir ürünü olarak iktisadi ve toplumsal yaşamı şekillendirmektedir.
Beşeri sermaye sağlık
Özetle, avcılık ve toplayıcılıkla başlayan toplumsal gelişme ve değişmenin günümüze kadar ki son
aşaması olarak kabul edilen bilgi
çağına kadar geçirilen tüm süreçlerin temelinde insan emeği vardır
ve bu dönüşümün en temel geçişi
kol emeğinden zihin emeğine doğru olmuştur. Ancak burada gözden
kaçırılmaması gereken bir ayrıntı
vardır: Her fiziksel emek zihinsel bir
çabanın sonucunu ifade etmektedir. Sohn-Rethel (2011:98) bunu şu
ifadelerle açıklamaktadır:
teknolojik gelişme ve
“...insan emeğinin hiçbir biçiminin
kafa ve kol arasında belli ölçüde bir
birlik olmadan gerçekleşemeyeceğini belirtmek gerekir. Emek, hayvansı
ve içgüdüsel değil, amaca yönelik bir
etkinliği ifade eder; somut bir girişime ereksellik kazandırarak onu ulaşılmak istenen hedefe yönelten şey
bu amaçtır...”
ve eğitim gibi iki temel
değişkene bağlı olarak
ortaya çıkmakta ve
sermaye birikiminin
karşılıklı etkileşiminin
türevi olarak sosyal
sermaye ile etkinlik
kazanmaktadır.
Bu aşamada emeğin sadece fiziksel veya sadece zihinsel bir eylem
olarak ele alınmaması gerektiğini
göz önünde bulundurarak emek
ile sermayeyi girift hale getiren ve
sermaye olarak adlandırılan insanemek temelli faktörleri ele almak
gerekir: beşeri sermaye, sosyal sermaye, insan sermayesi, entelektüel
sermaye...
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
83
Emek ve sermaye
bilginin sağladığı
dönüşüm sürecinde
yeniden düşünülmesi,
ülkelere ve firmalara
yönelik strateji ve
politikaların tasarımı ve
uygulanması aşamasında
daha kapsamlı
değerlendirilmesi
gereken iki temel üretim
faktörüdür.
Sermaye Üzerine Yeniden
Düşünmek
Sermaye kavramının iktisadi açıdan
ilk akla getirdiği tanımlama fiziki ve
mali sermaye. “Belli bir bedel karşılığı
üretim sürecinde üretim faktörlerinden biri olarak yer alan, birden çok
dönemde kullanılan, emeğin verimliliğini artıran ve kendisi de üretilmiş
olan her türlü araç gereç” veya “gelir
yaratma yeteneğine sahip ulusal
veya uluslararası düzeyde her türlü
mali veya fiziksel varlık” olarak tanımlanan sermaye algısı bilginin
sağladığı dönüşümle birlikte beşeri
sermaye, sosyal sermaye ve entelektüel sermaye gibi kavramlara
yönelmiştir. Sermaye kavramındaki
algının zaman içindeki dönüşümü,
iktisadi kalkınma ve büyümeyi belirleyen faktörleri çeşitlendirmiş ve
niteliklerinde değişime sebep olarak ‘bilgi’nin önemini daha belirgin
hale getirmiştir. Klasik iktisadi düşüncenin savunduğu fiziki ve finansal sermaye birikimi algısına emeğin
niteliklerindeki artışı ifade eden
beşeri sermaye ve güvene dayalı işbirliğini teşvik eden ilişki ağlarını ve
toplumsal güveni ifade eden sosyal
sermaye kavramları da dâhil olmuştur. Bilginin artan önemi dolayısıyla
iktisadi büyümenin ve kalkınmanın
84
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
belirleyicileri klasik üretim faktörlerinin egemenliğinden sıyrılarak geniş bir tanımlama ile beşeri ve sosyal sermayeyi de kapsamaktadır.
İşgücü tarafından içerilen bilgi ve
beceriler (Kibritçioğlu, 1998) olarak
tanımlanan ve özü itibariyle ‘emek’
olan beşeri sermaye, iktisadi kalkınma ve büyüme sürecinin temel
unsurlarından birisi olarak ilk kez
Lucas (1988) tarafından modellenmiştir. Beşeri sermayenin önemi
bilgi ile ortaya çıkmaktadır. Bilginin kaynağı olan insan emeğinin
yenilikçi olabilmesi niteliklerinin
geliştirilmesiyle ve yönlendirilmesiyle mümkün olmaktadır. Beşeri
sermaye birikimi ne denli yüksek
olursa, bilgi aynı oranda üretilebilecek, işlenebilecek ve katma değer
sağlayacak bir biçimde kullanılabilecektir. Emeğin niteliklerini ve be-
cerilerini ifade eden beşeri sermaye
birikiminin sağlanması ise etkin
eğitim ve sağlık politikaları öncelikli
olmak üzere beyin ve bilgi göçünü
engelleyecek istihdam ve devlet
politikalarına bağlı olarak şekillenmektedir, şekillendirilmelidir. Bu
politikalar bütününü, beşeri sermayenin verimliliğini etkileyen bir (diğer) unsur olarak toplumsal güven
ve huzur tamamlamaktadır. Özetle,
beşeri sermaye sağlık ve eğitim gibi
iki temel değişkene bağlı olarak
ortaya çıkmakta ve teknolojik gelişme ve sermaye birikiminin karşılıklı
etkileşiminin türevi olarak sosyal
sermaye ile etkinlik kazanmaktadır.
Toplumsal ilişki ağlarının ve güvenin göstergesi olarak kabul edilen
sosyal sermaye ise beşeri sermayenin etkinliğini ve verimliliğini arttıran, disiplinlerarası özelliğe sahip
deki net yaklaşımlarını eleştirmektedir:
olan bir unsur olarak OECD (2001)
tarafından antropoloji, sosyoloji,
ekonomi ve siyaset bilimi olmak
üzere dört faklı boyutta ele alınmakta ve tanımlamaktadır. Fine
(2011:54-55) iktisadi bakış açısıyla
insana gönderme yapan sosyal sermaye kavramını tartışırken bu kavramın sosyal olmayan bir sermaye
biçiminin varlığını ima ettiğinden
bahsetmekte ve ana akım iktisatçıların sermayenin toplumdan uzak
bir şey olarak anlaşılması yönün-
“Sosyal sermaye kavramının kullanılması demek; ekonominin, ekonomik olmayana bağımlı olduğunu
ve ondan etkilendiğini kabul etmek
demektir. Sonuç itibariyle de bu kavram bir kez serbest kaldığında, sosyal
terimi ekonomik olmayanın ve sermaye terimi de ekonominin yerine
geçmeye meyleder. Ancak bu eşleşme pek de kusursuz sayılmaz. Çünkü
sosyal sermaye kavramı, doğrudan
ekonomik bir içeriğe sahip olmayan
bağlamlarda da kullanılabiliyor. Mesela sosyal sermayeye sahip olmanın, bireylerin toplumdaki konumları
dâhilinde daha başarılı işlere imza
atmalarını sağladığı varsayılır; sadece zengin olmak değil, zengin ve sağlıklı bir insan olmak gibi.”
Son Söz
Emek ve sermaye bilginin sağladığı dönüşüm sürecinde yeniden
düşünülmesi, ülkelere ve firmalara
yönelik strateji ve politikaların tasarımı ve uygulanması aşamasında
daha kapsamlı değerlendirilmesi
gereken iki temel üretim faktörüdür. Sermaye algısı fiziki ve mali
sermaye algısından öteye geçmiş
ve emek ile girift bir yapıya dönüşmüştür. Nihayet son söz olarak
ifade etmek gerekir ki, bilginin konumunun ve öneminin değişimi
‘emek’ ve ‘sermaye’yi yeniden şekillendirmektedir.
Afyon Kocatepe Üniversitesi, İktisat
Bölümü*
KAYNAKÇA
Fine, Ben (2011). Sosyal Sermaye Sosyal Bilime Karşı, Çeviren: Ayşegül Kars, İstanbul: Yordam Kitap
Gürak, Hasan (2006), Ekonomik Büyüme ve Küresel Ekonomi, Bursa: Ekin Yayınevi
Kibritçioğlu, Aykut (1998), “İktisadi Büyümenin Belirleyicileri ve Yeni Büyüme Modellerinde Beşeri Sermayenin Yeri”, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt.53, Sayı:1-4,
s.207-230.
OECD (2001), “The Well-being of Nations The Role of Human and Social Capital”,Çevrimiçi Erişim Adresi: http://www.oecd.org/dataoecd/36/40/33703702.pdf (Erişim Tarihi: 15.12.2009)
Smith, Adam (1776). Milletlerin Zenginliği, Çeviri: Ayşe Yunus & Mehmet Bakırcı, İstanbul: Alan Yayıncılık
Sohn-Rethel, Alfred (2011), Zihin Emeği Kol Emeği, Çeviren: Ayşe Deniz Temiz, İstanbul: Metis Yayınları
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
85
Kaosla Kozmos Arasında
Türkiye, Bölge ve Dünya
Soğuk savaş döneminde
ve NATO şemsiyesi altında
yaşanan Kıbrıs meselesine
nispetle Suriye ve Irak
meselelerinin, üstelik
ABD bölgeden çekilirken
ne ölçüde büyük bir
kaos doğurmaya aday
olduğu ortadadır. Eğer
Türkiye tasfiye edilen
eski rejimin ideoloji ve
paradigmalarından sıyrılıp,
çağın ve bölgenin ruhuna
uygun yeni bir anayasa
ve yeni Türkiye tercihinde
bulunabilirse, bu büyük
kaosun yeni bir kozmosun
kuruluşu anlamına gelmesi
de kuvvetle muhtemeldir.
86
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
D
ünyada, bölgede ve Türkiye’de yaşanan büyük değişiklikler endişe ve umut duyguları arasında takip ediliyor. Eski
düzenin ve eski dönemin sona erdiği üzerinde bir şüphe yok. Ancak
yeni düzenin kurulma şekli, kuracak
aktörler ve muhtevası konusunda
rivayetler muhtelif. Bu muğlaklık
onu umudun, aculluğun ve sabırsızlığın yanında korku, endişe ve
nefreti beraberinde getiriyor. Şimdi
çöken düzene ve inşa edilmekte
olana daha yakından bakalım.
Her şeyden evvel, dünya henüz
nereye gideceği öngörülemeyen
büyük dönüşümün eşiğini aşmış
durumda. Bu değişim, bir ölçüde
sanayi devrimine bir ölçüde de
Büyük Britanya İmparatorluğu’nun
güç kaybederken yerini alacak
olan ABD’nin yerini al(a)madığı
dünya savaşları dönemine benzetilebilir. Bu geçişin zaman alması ve bilhassa ABD’nin Britanya
Murat YILMAZ*
İmparatorluğu’nun yerini almadaki
gönülsüzlüğü dünyaya iki dünya
savaşına mal oldu. Bugün, soğuk
savaş sonrasında ABD’nin mutlak hegemonyasının sarsıldığı ve
ABD’nin önceliklerinin değiştiği bir
dönem yaşanıyor. ABD, Avrupa ve
bilhassa Ortadoğu’da müdahil bir
güç olmaktan vazgeçen ve önceliği Çin ve Pasifik havzasına veren bir
stratejiye geçiyor.
Dünyadaki iktisadi kriz, ekonomik
dengelerin değiştiği bir döneme
denk geliyor. Doğu, sanayi devrimi
sonrasında içine girdiği küçülmeyi
aşıyor. Doğu, Batıya nispetle iktisaden daha hızlı büyüyor. ABD’nin
geri çelişinin bıraktığı boşluk, yeni
küresel güçlerin önünü açıyor. Lakin henüz bu boşluğu dolduracak
bir güç ortada yok. Üstelik Kuzey
Avrupa’dan Avrasya’nın kalbine,
kalpgaha uzanan kenar kuşakta
Arap baharı denilen eski rejimlerin
halk ayaklanmasıyla çöktüğü bir
Türkiye’deki reform ve
demokratikleşme sürecinin
konsolidasyonu için elzem
demokratik bir muhalefet
ortaya çıkmış değil. AK
Parti’nin iktidardan
ayrılması veya Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan’ın
sağlık durumu bu sürecin
devamı bakımından endişe
kaynağıdır.
süreç yaşanıyor.
Bu bölge İsrail- Filistin, Irak’ın parçalanması, Bağımsız Kürdistan ihtimali, İran’ın Şii jeopolitiği üzerinde
bilhassa Irak ve giderek körfezde
artan nüfuzu, bu vadide İran’ın
nükleer programının yarattığı
uluslararası kriz, Afganistan’ın geleceğinin belirsizliği, Orta Asya’daki
Türk Cumhuriyetlerindeki otoriter
rejimlerin geleceği gibi bir dizi birbirini etkileyen ve tetikleyen ve aynı
zamanda küresel aktörleri de işin
içine dahil eden krizlerle karşı karşıya. Bu kriz anında, ABD’nin krizlere
müdahalede gönülsüz davranması
ve onun yerini dolduracak bir küresel mekanizmanın inşa edilememiş
olması bölgesel aktörlerin arasındaki rekabeti sertleştirebilecek ve
kaosa yol açabilecektir. Sorun, aynı
zamanda Fransa, ABD; Çin gibi
küresel güçlerde bu yıl yaşanacak
muhtemel iktidar değişikleri sebebiyle ayrıca bir kırılganlıkla malul
durumda.
Türkiye, bu dönüşüm ve krizlerin
yaşandığı coğrafyalarla ortak paydası olan, bu yüzden krizin fırsat
ve tehlikelerine ziyadesiyle açık bir
konumda bulunuyor. Türkiye’nin
bu değişim dönemi öncesine denk
gelen iktisadi ve siyasi reformları,
bu krizler karşısında elini güçlendirmiş durumda. Türkiye, bütün dünyada iktisadi daralma yaşanırken
rekor büyüme rakamlarına ulaşırken, bütçe dengeleriyle istikrar ve
güven bölgesi haline geldi. 11 Eylül
saldırıları sonrasında dünyada yükselen güvenlikçi ve otoriter iklime
rağmen 10 yıldır devam eden siyasi
reformlarla insan hakları, demokrasi, hukuk devleti ve ordunun sivil
denetimi alanlarında ciddi ilerlemeler sağlandı. 12 Eylül 2010 anayasa referandumuyla bu reformları
sağlam bir temele oturtan Türkiye,
darbe ve insan hakları ihlalleriyle
hesaplaşarak toplumsal barışı sağlama bahsinde de gelişme sağladı.
Ancak Türkiye, reform sürecini tamamlayabilmiş değil.
Türkiye, hâlâ Kürt meselesini çözebilmiş değil. Bu cümleden olarak
güvenlik sektörünün sivil ve demokratik denetimi tamamlanabilmiş değil. Ayrıca Türkiye’deki reform
ve demokratikleşme sürecinin konsolidasyonu ve garantisi için elzem
demokratik bir muhalefet ortaya
çıkmış değil. AK Parti’nin iktidardan
ayrılması veya Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın sağlık durumu bu
sürecin devamı bakımından endişe
kaynağıdır. Keza, AK Parti’nin Erdoğan sonrasını düşünmesi ve muhalefetin demokrasi konusundaki
isteksizliği reformların yavaşlamasına yol açmaktadır.
Suriye krizi, bu bağlamda Türkiye’nin güney sınırlarını Suriye, Irak
ve İran dahil olmak üzere öngörülemeyen ve istenmeyen kriz ve çatışmalarına açık hale getirmiştir. Suriye’deki rejimin mezhepçi karakteri,
meseleyi Türkiye’deki farklı mezhepler arasına taşıyabilir, Suriye’deki Kürt muhalefetinin genel muhalefetten ayrı bir hatta ilerlemesi ve
PKK içindeki Suriyeli Kürtlerin mevcudiyetini de bu minvalde değerlendirmek gerekiyor. Irak’ın her an
parçalanabilecekmiş gibi durması,
bir anda Bağımsız Kürdistan’ın yolunu açabilir. Bağımsız Kürdistan’ın
varlığı, Türkiye’nin iç ve dış politikasında kırılmalara yol açabilecek
bir tercihi zorunlu kılacaktır. Bunun yanı sıra Irak’ın parçalanması
ve Suriye’nin parçalanma ihtimali
İran’ı, Kasrı Şirin antlaşmasından
Türkiye’nin iç çatışmaları
demokratik hukuk
devletinin kuralları
dairesinde hallederek yeni
ufuklara yönelmesi, sadece
Türkiye vatandaşlarının
değil, bölge ahalisinin
ve dünyanın da lehine
olacaktır.
sonra Türkiye ile yaşanan sulh ve iyi
komşuluk ilişkilerini zedeleyebilecek aşırılıklara ve yanlış hesaplara
sürükleyebilir.
Görüldüğü gibi bu meseleler, sadece dış politika konusu olmayan
iç politikayı da derinden etkileyen
derinliklere sahiptir. Meselenin
ehemmiyetini vurgulamak için Büyük Britanya’nın Kıbrıs’tan çekilmesinden sonra başlayan Kıbrıs meselesinin hala çözülemediğini ve
Türkiye’nin iç ve dış politikasını ne
ölçüde etkilediğini hatırlatmak yerinde olacaktır. Soğuk savaş döneminde ve NATO şemsiyesi altında
yaşanan Kıbrıs meselesine nispetle
Suriye ve Irak meselelerinin, üstelik
ABD bölgeden çekilirken ne ölçüde
büyük bir kaos doğurmaya aday
olduğu ortadadır. Eğer Türkiye tasfiye edilen eski rejimin ideoloji ve
paradigmalarından sıyrılıp, çağın
ve bölgenin ruhuna uygun yeni bir
anayasa ve yeni Türkiye tercihinde
bulunabilirse, bu büyük kaosun
yeni bir kozmosun kuruluşu anlamına gelmesi de kuvvetle muhtemeldir. Bu bakımdan Türkiye’nin iç
çatışmaları demokratik hukuk devletinin kuralları dairesinde hallederek yeni ufuklara yönelmesi, sadece
Türkiye vatandaşlarının değil, bölge ahalisinin ve dünyanın da lehine
olacaktır.
İç Politika ve Demokratikleşme
Koordinatörü, Dr.*
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
87
Eğitim Sistemi Tartışmaları
ve Çeşitliliğe Saygı Modeli
Cemil YÜCEL*
Ülkemizde tek tip
kademelendirme
mantığının bir gereği
yoktur. Hangi sınıfların
hangi kademelerde
olması gerektiğinden
ziyade tartışılan konu
kademelerin kesintisiz
olup olmayacağıdır.
İsteyenin kesintili modele
isteyenin kesintisiz modele
çocuklarını göndermesine
izin verecek bir model
oluşturulması ise hiçte zor
değildir.
88
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
B
u yazının konusu daha çok
hangi sınıfların hangi kademe içine dahil edilmesi gerektiğine ilişkin olacakken, ancak
böyle bir gerekliliğin akademik ve
ampirik olarak kabul görmüş bir
çözümünün olmadığı sonucu ile
karşılaşılmıştır. En son söylenmesi
gerekeni başta söylemek gerekirse;
ülkemizde tek tip kademelendirme
mantığının bir gereği yoktur.
Akademik kaygılar açısından asıl
tartışma konusu “Ortaokul Sisteminin” geri getirilmesinin sakıncalarıdır. Hangi sınıfların hangi kademelerde olması gerektiğinden
ziyade tartışılan konu kademelerin
kesintisiz olup olmayacağıdır. İsteyenin kesintili modele isteyenin
kesintisiz modele çocuklarını göndermesine izin verecek bir model
oluşturulması ise hiçte zor değildir.
Herkes birilerinin çocuğunu kendi
istediği okul modeline gönderme
yetkisinin kendinde olduğu fikrinden vazgeçilmeli ve insanlara
seçme özgürlüğü verilmelidir. Çeşitlilik iyidir ve evren bunun üzerine
kurulmuştur. Çeşitlilik aslında çözümün kendisidir. Ne yazık ki, bizler
tek tipçi zihinsel kodlara şartlanmış
bir nesiliz. Karar ve politikaları oluşturma tercihlerimizde çeşitliliği bir
seçenek olarak göremiyoruz. Veriye
dayalı politika üretme geleneğimiz
de yok. Bunun olabilmesi için veri
üretme geleneğinin de bulunması
gerekiyor tabi. Eğitim Bilimcilerin
RAND’ın “Focus on the Wonder Years” raporuna benzer bir çalışmasının da olmadığını biliyoruz.
Eğitim Sistemleri ve
Kademeleştirme
Dünyadaki eğitim sistemleri, okulları tarih içerisinde gelişen şartlar
ve anlayışlar çerçevesinde farklı
kademelere ayırmışlardır. Hangi
sınıfların hangi okul kademesinde
olacağı genellikle dönemin anlayışı ve demografik özelliklerine
göre belirlenmiştir. Hangi sınıf düzeylerinin hangi kademedeki okul
içinde yer alması gerektiği üzerinde bilimsel çalışmalara ve rasyonel
kararlara pek rastlanmamaktadır.
Öğrencilerin öğrenim kariyerleri
boyunca sınıfları geçerek hangi
aşamada diğer bir okul kademesine geçeceği ilginç bir şekilde akademik tartışmalarda gereği kadar
yer bulamamıştır. Konu 90’lı yıllarda
sorgulanmaya başlanmıştır.
Öğretimin kesintili mi yoksa kesintisiz mi olacağı ise pedagojik bir tartışma değildir. Bu konu Türkiye’de
gündeme gelmiş bir “tartışmadır”.
Bilim çevrelerinde kesintili kesintisiz zorunlu eğitim tartışmasına en
yakın olanı “Ortaokul” kavramı ve
kademesinin öğrenci üzerine etkisi ve bu kademenin ilköğretime
mi? liseye mi? dahil edilmesi, yoksa
müstakil olarak mı kalması gerektiği tartışmalarıdır. Kesintili kesintisiz
tartışmasının tek pedagojik argümanı programlarda bütünlüğü
sağlama amacıyla belli sınıfların
aynı okul çatısında sürekliliğinin
sağlanması iddiasıdır. Ancak program bütünlüğü için tek binada çocukları toplamak şart değildir. Fakat
binaların aynı yönetim altında ve
aynı kampüste olması faydalı olabilir.
Araştırmalarda sabit olan en önemli
bulgu çocukların ortaokula geçmesi sırasında olumsuz etkilere maruz
kalmalarıdır (Cantin & Boivin; 2004,
Forgan & Vaughn, 2000; Kingery &
Erdley, 2007). Özellikle 6-8. sınıfları
kapsayan ortaokul kademesine geçen çocuklarda akademik ve sosyal
gelişim açısından olumsuzluklar yaşandığı sayısı çok az olan araştırmalarda vurgulanmıştır. Sınırlı sayıdaki
araştırmaların ortaya çıkardığı alan
literatüründe, 1-8 sınıfları barındıran okul türlerindeki öğrencilere
göre, 1-5 türü ilkokul türünden 6-8
türü ortaokullara geçişte arkadaşlık
ilişkileri, sosyal gelişim ve akademik
gelişimde bozukluklar vurgulanmakta ve ortaokul olarak adlandırılan okul türlerinin bu yaş grubunun
özelliklerine hitap etmediği, disiplin problemlerinin hat safhaya ulaştığı, velilerin okulla bağlantılarının
bu dönemde çok zayıf olduğu ve
bu okulların birer bermuda üçgeni
olarak görüldüğü özetlenmektedir (Cantin & Boivin; 2004, Forgan
& Vaughn, 2000; Kingery & Erdley,
2007). Tüm öğrencilere faydalı olabilecek bir kademe ve bir kademeden diğerine geçişteki problemleri
engellemenin bilimsel bir yolunun
var olup olmadığı ise bilim çevrelerinde henüz aydınlanmamış bir
muammadır. Bu konunun aydınlatılabilmesi de o kadar kolay bir
uğraşı değildir. Kesintisiz öğretime
geçebilmek için her bir kademenin etkileri tüm diğer faktörlerin
eşitlendiği düzeneklerde test edilip
sınanmasıyla ortaya konulmalıydı.
Bu çalışmalar 1990 yıllardan itibaren gelişmiş ülkelerde yapılmaya
başlandı, ancak henüz bir sonuç alınamadı. Konuyla bağlantılı olabilecek en önemli inceleme RAND kurumu tarafından yayımlandı. RAND
gibi bir kurumun inceleme raporu
hazırlatması, konunun ne kadar
ciddi ve stratejik bir inceleme gerektirdiğinin delilidir. RAND raporu
dahi uzlaşılabilecek bir sonuç önerememektedir. Bizde 1997 yılında
akademik gerekçeleri tartışılmadan
değiştirilen kademeler, RAND tarafından ancak 2004’te raporlaştırılabilmiştir. Bilimsel altyapısı tam olarak hazırlanıp aydınlatılmadan bu
sisteme geçilmiş olmasının ardında
tabi ki pedagojik kaygılar yatmadığı açıktır. Bu konu stratejik bir konudur. Her zamanki gibi eğitim politikalarımız ve yönetim anlayışımız,
önceden kararlaştırılmış sonuçlara
bir meşrulaştırma kılıfı hazırlamaktan ibaret olmamalıdır. Ortaokulları
geri getirmenin olumsuz sonuçları
olacaksa, bunu şimdiden önlemenin yolu, her okula değil sınırlı ve
Araştırmalarda sabit olan
en önemli bulgu çocukların
ortaokula geçmesi sırasında
olumsuz etkilere maruz
kalmalarıdır. Özellikle
ortaokul kademesinde
akademik ve sosyal gelişim
açısından olumsuzluklar
yaşandığı, sayısı çok
az olan araştırmalarda
vurgulanmıştır.
özellikli okullara ortaokul kısmını
açma serbestisi vermekle olabilir.
Ortaokul kurmak isteyenlere de engel olunmamalıdır.
Konuyu eğip bükmeden söylemek
icap ederse 28 Şubat sürecinde
İmam-Hatiplerin orta bölümlerinin
kapatılmasının doğurduğu duygulanım bir anlamda -bazıları farkına
varmasa da- camileri kapatmaya
kalkışmaya benzer. Bu okullar halkın kendi değerlerinin yansımaydı.
Halk tarafından beslenip sentezlenmişti. Bu okulların bir başka önemli
farkı bir ruha, bir felsefe ve anlayışa
göre işletilmesiydi. Bu bir tercih meselesiydi ve bazıları bu insanların
kendi tercihleri dışında bir tercihi
hayata geçirmesinden korktu.
Koca bir sistemi kurup işletirken,
herkes bilinçaltında “çocuk kime
ait?” sorusunu çoktan cevaplamış
görünüyor. Bu soruya teknik olarak
çocuk devlete, aileye veya kendisine aittir şeklinde cevap verilebilir.
Karma cevaplar mesela hem devlete, hem kendine, hem de aileye
aittir gibi cevapların pek uygulama imkânı yoktur. Cevap çoktan
verilmiş gibi görünüyor, ister 3x4’e,
ister kesintisiz 8 yıllık “sisteme” taraftar olun, temel felsefe çocuğun
devlete ait olduğu, ailenin seçme
hakkının bulunmadığı yönündedir.
Hâlbuki isteyen kesintisiz 8 yıllık, isNİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
89
Mesleki teknik okullar
adı altında kamplar
yaratmak yerine lise
içerisinde ekstra dallar
yaratıp bunların
geçirgenliğini ve
çeşitliliğini sağlamayı
düşünmek, seçme
özgürlüğü ve
vazgeçme tercihini
kurumsallaştırmak neden
bu kadar zor olsun.
teyen kesintili okulları, isteyen daha
farklı deneysel kademeleşmeleri
neden seçemesin? Neden bu al-
90
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
ternatifleri insanlara sunmaktan
korkuyoruz? Belki de insanımızın
seçmeyi ve tercih etmeyi, alışkanlık haline getirmesinden, iradesini
ortaya koymasından ürküyoruzdur.
Tevhid-i tedrisat bahanesine sığınmak ise bana gerçekçi gelmiyor.
Hele hele 60’a yakın lise programı
ve 15’e yakın lise çeşidinin olduğu
bir ortamda ilk ve ortaöğretimdeki çeşitlenmeye engel olarak bu
yasa gösterilemez. Tüm ülkede
aynı sınıfların aynı kademede olmasını gerektirecek bir zorunluluk
mu var? Neden birden fazla model
aynı anda uygulanmasın? İnsanların seçme özgürlüğünü neden bu
kadar tehlikeli buluyoruz? Ailelerin
kendileri için en uygun olanı seçemeyeceği, bu yeterliğe sahip olmadıkları fikri her zaman bilinçaltımıza
egemen. Zannediyoruz ki devlet
aileden daha akıllı ve daha iyi bilen
olduğu için ne tür okula, hangi yaşta gidileceğine de o karar vermeli.
Sonuç belli, Milli Eğitim “Sistemi”
iflas etti. Cesedi, ot, böcek gibi dershaneleri besleyip duruyor. Konuşup
hareket ettiğine bakarak onu canlı
zannedenler, bu zombi için nafile bir terbiye çabası içinde. Beyni
kalmamış bu mekanizmaya, akılsız
öğretim yöntemlerinin kutsandığı
ritüellerle dolu mekânlarda akıllı
tabletlerle şok vermeye çalışıyoruz.
Kurumsal artifactların temelindeki
felsefenin çürümüşlüğüne dokunmadan devasa makinenin işe yaramayan fonksiyonsuz düğmelerini
ve çarklarını değiştirip duruyoruz.
Okulları örgüt zannedip, işletme
teorileriyle yönetmeye ve çözüm
getirmeye çalışıyoruz. Okul denen
“kurumun” felsefeyle, sosyolojiyle
ve antropolojiyle de incelenmesi
gerekiyor artık.
Mesleki Eğitim
Bir de öğrencilerin %50-%60’nın
mesleki ve teknik eğitime “yönlendirilmesi” bu tartışmalar arasında
konu edilmeye başlandı. Mesleki
ve teknik eğitime gönderilecek çocukların hangi kesimden olacağını
tahmin etmek güç değil. Öncelikle
ekonomik sermaye açısından uygun şartlara sahip olanların, sonra ekonomik sermaye açısından
sıkıntısı olsa da kültürel ve sosyal
sermaye açısından yeterli koşulları
sağlayanların çocuklarının mesleki
ve teknik okulları tercih etmeyecekleri belli. O halde toplumun %60’nı
“ara-insan” yapmaya çalışıyoruz. Bu
“ara-insanlar” kapıcıların çiftçilerin,
işçilerin, memurların çocukları oluversin. Zaten onların pek sesi de
çıkmaz. Herkesin üniversiteye de
gitmesi gerekmiyor. Ama o herkes
nedense hep belli kesimden gelir.
Küçük yaştan itibaren insanların
mesleklerini belirleyelim ki onların
hayattan beklentileri yaşam tarzları, sosyal statülerine ilişkin düşleri
de belli sınırlar içinde kalsın. “Bize”
gölge etmesinler.
Mesleki teknik okullar adı altında
kamplar yaratmak yerine lise içerisinde ekstra dallar yaratıp bunların
geçirgenliğini ve çeşitliliğini sağlamayı düşünmek, seçme özgürlüğü
ve vazgeçme tercihini kurumsallaştırmak neden bu kadar zor olsun.
Resim, müzik, spor, imam hatip, ve
sahne sanatları gibi alanlara ayrı
bir mesleki okul kurmak veya bunları genel lise içine program olarak
dahil etmek isteyen illeri serbest
bırakamaz mıyız? Toplum mühendisliğinden vazgeçmek kolay değil.
Sosyolojinin kurallarının kendisinin
işlemesinden korkmamak gerekir.
Ortaokul modeli bir “Bermuda üçgenidir” içine giren çocuğun çizilmeden ve hırpalanmadan çıkması
zordur. Ortaokul denenmiş bir sistemdir. Ortaokul özelliği olan, belli
bir felsefeye sahip homojen gruplar
tarafından bir lisenin veya ilkokulun
parçası ise öğrenciye zarar verme-
yebilir. Azınlıkların, özel kolejlerin,
imam hatiplerin, yabancı okulların
ve bazı vakıf okullarının kontrolü
altında işletildiklerinde etkili olabilirler. Milli Eğitim’in okul sisteminde ortaokullar yaygın olarak tekrar
geri getirilmemelidir. Ortaokulların
kurulma ve işletilmeleri sıkı takip
edilmelidir. Ancak isteyen aileler
varsa ve bu okulları kendileri işletmek istiyorlarsa ülkemizde hiç tartışılmayan “sözleşmeli okul modeli”
(charters) düşünülmelidir. Eğitim
çeki (vouchers) uygulamasının denenmesi de oldukça geç kalınmış
bir seçenektir.
Okula Başlama Yaşı
Başka bir tartışma okula başlama
yaşı ile ilgilidir. Yaş her zaman hazır
bulunmuşluk için doğru bir kriter
değildir. Pek çok ülkede 6 yaş uygulaması var olabilir ancak bizim 6
yaşındaki çocuklarımız onların 6 yaşındaki çocuklarından bir yaş küçük
olma olasılığı yüksektir. Çocuklarımız 6 yaşında okula başlamaya hazır olsa bile, bilinmelidir ki bizim öğretmenlerimiz ve okullarımız 6 yaşındaki çocuğa bir şeyler öğretmeye hazır değildir. Asıl önemli olan
okulları ve öğretmenlerimizi hazır
hale getirmektir. Okula yazılmaya
gelen öğrenciyi hazırbulunuşluk
testinden geçirmekte zor değildir,
ama buna da bırakın aileler karar
versin. İnsanlar isterlerse çocuklarını 8 yaşına kadar okula göndermeyi
erteleyebilirler.
Kademeler ve yaş temelli sınıf
gruplamaları, birleştirilmiş sınıf modelinin endüstriyel devrim ve şehirleşmenin etkileri sonucu fabrika
modeline benzetilmesiyle ortaya
çıkmıştır. Bu sistemin mantığı aynı
yaş gruplarının aynı gelişimsel ihtiyaçlara sahip olduğunu farz eder
ve fabrika paradigmasının verimlilik ve yaygın üretim bandı ilkesini
okullara taşımayı hedefler. Çocukları ergenliğe kadar farklı binada,
erken ergenlikte farklı binada,
ergenlikte bir başka binada izole
Henüz çocukluk yıllarını
tamamlamış olan ortaokul
öğrencisinin liselilerle
sosyalleşmesi ya da liselilere
uygun olabilecek okul
kültürü anlayışıyla işletilen
mekanlarda bulunmasının
olumsuzlukları pek
düşünülmemektedir.
edip bunlara ilkokul, ortaokul, lise
adını vermek suretiyle sistem kurulmuş olur. Ortaokul öğrencisini lise
öğrencisiyle aynı binaya koymaktan çekinilmezken, aynı öğrenciyi
mümkünse ilkokul öğrencisinden
ayırmak gerektiğini düşünürüz. Henüz çocukluk yıllarını tamamlamış
olan ortaokul öğrencisinin liselilerle
sosyalleşmesi ya da liselilere uygun
olabilecek okul kültürü anlayışıyla
işletilen mekânlarda bulunmasının olumsuzlukları pek düşünülmemektedir. İlkokul öğrencileriyle
aynı mekâna soktuğumuz ortaokul
öğrencileri belki de daha kolay bir
erken-ergenlik geçiriyorlar.
Ortaokul, öğrenciden çok konu ve
müfredatı merkeze alır. Çocukların
sekiz ve oniki yaşları arası en dingin
ve uyumlu oldukları, kendilerini öğrenmeye odaklayabildikleri yıllardır. Bu dönemde çocuklar başarılı
olmaktan ve başarılarının ön plana
çıkarılmasından hoşlanırlar. Bu yıllarda çocukların kendine güvenini
zedelememek için başarısızlıklar
vurgulanmaz, başarılı oldukları
yönleri özellikle vurgulanır. Bu evreye örtük evre adı verilir. İlkokul
çağı çocuklarının cinsel ve agresif
özellikleri baskın değildir. Bu evrede toplumun değerleri ve davranış
kalıpları itiraz edilmeden öğrenilir.
Kişiliğin ve ileriki okul kariyerinde
kullanılacak zihinsel becerilerin temelleri atılmış olur. Kurallara göre
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
91
Henüz tartışmaya
açılmamış ancak gelecekte
örneklerine rastlanacak
olan ilköğretimin ilk üç veya
dört yılının ileriki yıllarda
ayrı bir kademe olarak
düşünüleceği de okuyucu
tarafından not edilmelidir.
davranma ve kuralları kullanarak
öğrenme zihinsel süreçlerin temel
oluşum şeklidir. Arkadaş ilişkilerinin
oluşturulması sırasında insan ilişkilerine ilişkin becerilerde bu dönemde öğrenilir. Çocuğun bu dönemde
edindiği en önemli özellik yeterlilik
duygusudur. Bu dingin ve alışılmış
mekan yerine, çocukların 6. sınıfta, farklı bir yönetim altındaki ve
bu mekanda zaman geçirmemiş
öğretmenlerden oluşan başka bir
binaya gönderilmesi onları yeni
bir sosyalleşmeyle baş başa bırakır.
İlköğretim ortamındaki kültürün
ve bunun normlarının ortaokulda
tekrar oluşturulması çok zordur. Bu
nedenle okul değiştirme daha geç
92
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
sınıflara ertelenmelidir.
Oniki-onsekiz yaşlar arası kişilik karmaşası ve arayışının başladığı dönemdir. Ani fizyolojik değişmelerin
çok hızlı gerçekleştiği bir dönemdir. Kız çocukları erkek çocuklara
göre daha erken ergenliğe girer.
Bu bilinen farklılığın pek farkında
olunmayan yönü ise her on yılda
bir kızların ergenliğe giriş dönemi
üç ay daha erkene gelmesidir. İleriki
yıllarda gelişmiş ve gelişmekte olan
ülkelerde kız ve erkeklerin gelişim
farklılıkları o kadar artabilir ki kız
ve erkeklerin okula başlama ya da
ortaokul sınıflarında bazı derslerde
farklı sınıflarda ve farklı programlara tabi tutulma olasılıkları ortaya çıkabilir. Kız çocuklarının daha üst yaş
gruplarıyla aynı sınıflara gitmeleri
de gerekli olabilir. Erkek öğrencilerle kız öğrencilerin özellikle 7-8. sınıflarda zihinsel gelişim farklılaşması
incelemeye değer bir konudur.
Ortaokul döneminde kimlik arayışı
artan ergenin yetişkin dünyasının
sembollerinin bombardımanı altında lisevari bir kültürle karşılaşmış
olması öğrenciye faydalı olmayacaktır. Belki de çocuklara kendilerini
yetişkin olmadan yetişkin hissettirmenin yollarından biri onları daha
küçük çocuklarla aynı okul binalarında tutmak ve rol modeli olmalarına fırsat tanımakla mümkündür.
Okul mimarisinin ergen ve çocukları aynı anda bir arada tutmasının
bazı koşulları bu yazının konusu
dışında olmakla birlikte, bu konuya
hemen hiç dikkat edilmediğini de
vurgulamak gerekir.
Sınıfsal Kademeler: Ülke
Örnekleri
Dünyada sınıfların kademelere dağılımında çok farklı yaklaşımların
varlığı, bu konunun henüz bilimsel
olarak araştırılmadığının da bir delilidir. Tablo I’de Avrupa’daki kademeler Tablo II’de Amerika’daki kademeler incelendiğinde bu durum
net olarak ortaya çıkacaktır. Tablo
I’de de görüleceği gibi Avrupa ülkelerinde kademeler ve kademelerin
barındırdığı sınıflar çeşitlilik göstermektedir. İsviçre’de 5. sınıfların bazıları ilkokul çatısı içinde iken bazı 5.
sınıflar ortaokul çatısı altında olabilmektedir. İspanya’da ilkokul 6. sınıfı
da kapsarken İngiltere’de ilkokul 4.
sınıfta sona erebilmektedir. İsveç’te
ve Finlandiya’da ilk kademe ilk 9 yılı
kapsayabilmektedir.
İngiltere’de
bazı ortaokullar 3. ve 4. sınıfları da
bünyesine alabilmektedir. Gene
İngiltere’de bazı liseler 5. sınıftan
başlayabilmektedir. Hollanda’da zorunlu eğitim anasınıfından lise sona
kadarken, Fransa’da zorunlu eğitim
bazı liselerin 2. sınıfında sona erebilmektedir.
Tabloda görüleceği üzere zorunlu
yaş düzeyleri de ülkeden ülkeye
farklılık gösterebilmektedir. Bazı
ülkelerde ortaokul türü kaldırılmışken bazılarında korunmuştur.
Hollanda, Belçika ve İrlanda da
mesleki eğitim daha erken başlarken, Norveç’te ileriki yaşlara ertelenebilmektedir. Pek çok ülkede
okul yaşının 6 ya inmiş olması da
dikkat çekici ve fakat bizim ülkemiz
müfredatı açısından pek de uygun
olmayan bir gelişmedir. Henüz tartışmaya açılmamış ancak gelecekte
örneklerine rastlanacak olan ilköğretimin ilk üç veya dört yılının ileriki
yıllarda ayrı bir kademe olarak düşünüleceği de okuyucu tarafından
not edilmelidir.
Sınıfları okul kademelerine dağıtma tercihinin öğretmenlerin yetiştirilmeleri ve sertifikasyonuna
etki edeceği unutulmamalıdır. İlk
kademeyi ilk üç sınıfla sınırlandırdığımızda, diplomalarında sadece
bu ilk üç sınıfta derse girmek için
yetki sağlayacağını görmek gerekmektedir. Amerika’da ortaokul veya
ilkokul için farklı farklı sınıflara özgü
öğretmen sertifikaları veya diplomaları alınmaktadır. Tablo I den de
anlaşılacağı gibi, İspanya, İsviçre,
Norveç, Hollanda, İtalya, İrlanda,
Fransa, İngiltere, Bulgaristan, Avusturya ve Belçika’da zorunlu eğitim
belli kademelerde diğerine aktarılmıştır. Kesintisiz olması için tüm
zorunlu kademelerin tek okul çatısı
altına alınmadığı görülmektedir.
Zorunlu eğitimin başka kademelere aktarılma yaşları da değişkenlik
göstermektedir. Bu durum sadece
bu tablodaki örnekler için değil hemen tüm ülkeler için geçerlidir.
Bizde ileri sürülen program bütünlüğü gerekçesi ile oluşturulan
aynı kademede kesintisiz zorunlu
öğretim anlayışı başka ülkelerde
görülmemektedir. Tablo II’de görüldüğü gibi Amerika’daki okulların büyük bölümü ilk orta ve lise
olmak üzere üç ana kademeye
ayrılmıştır. Amerika’da 6. sınıfların
%42’si ilkokul türü okullara dahil
edilmiştir. Sekizinci sınıfların %63’ü
ortaokul veya önlise kademesine
dahil edilmiştir. Sekizinci sınıfların
%20 ilköğretimdedir. Dünyada sınıfların kademelere dağılımında en
fazla çeşitlilik gösteren ülkesi olan
Amerika’da 1-8 sınıfları kapsayan
okulların sayısı sadece 1363’tür.
Ancak 2000’li yıllardan itibaren ortaokulların kapatılarak ilköğretime
dahil edilme eğilimi büyük bir hız
kazanmıştır. “Ulusal Ortaokullar Birliği” akademisyenleri ise problemlerin ortaokullardan değil, ortaokul
felsefesini ve pedagojisini uygulayamayan okullardan kaynaklandı-
12 yaşındaki bir öğrencinin
ilkokuldan ortaokula
geçtiğinde ilk karşılaşacağı
fiziki çevredeki farkların
etkileri vurgulanmaktadır.
Uzun süredir alışık olduğu
bir okuldan yeni kuralların
olduğu farklı bir kültüre ait
okula geçmek, bu yaştaki
bir çocuk için bocalama
yarattığı gözlenmiştir.
ğını savunmaktadır.
Şu anki durumda, sınıfların kademeleştirilmesi o kadar çeşitli ve karmaşıktır ki bu da bir ortak anlayışın
olmadığına işaret eder. 6-8. sınıfları
barındıran ortaokulların çokluğu
1980’lerden sonra demografik değişmelerin zorunlu kıldığı bir durum olmakla birlikte, 2000’li yıllarda
1-8’i içeren ilköğretim okul türünü
(ilk-orta olarak adlandırılmaktadır)
önerenlerin sayısı da artmaya başlamıştır. 2010 yılından itibaren ortaokulların kapanarak, 7-9. sınıfları
kapsayan önliselere dönüştürüldüğü de gözlenmektedir. 6. sınıflar ise
ilköğretime kaydırılmaktadır. Kaliforniya’daki 6-8. sınıf popülasyonu-
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
93
Hough’un yaptığı
araştırmada belirli bir
kademe konfigürasyonunun
en etkili seçenek olduğunu
söylemek güç olsa da
ilköğretim (anasınıfı-8)
modelinde gözlenen öğrenci
merkezli anlayışların
öğrencilere daha faydalı
olacağı sonucuna
varılmıştır.
nun %65’i ortaokullarda öğrenimini
sürdürmektedir. RAND kurumu 1-8
ve 7-12 sistemlerinin daha faydalı
olabileceğini rapor etmektedir.
Avrupa ve Amerika dışındaki uygulamalarda da çeşitlilik göze çarpmaktadır. Tunus’ta ortaokul, 7 den
9. sınıfa kadar olan 12 ve 15 yaş
çocuklarını kapsar. Çin’de ortaokul
iki kademeden oluşur. 7-9. sınıflar
alt ortaöğretimdir ve ilköğretimin
üzerine kesintili olarak ilave edilmiş zorunlu öğretime dahildir ve
94
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
10-12 sınıflar orta öğretimin ikinci
kademesini oluşturur. Bazı okullar 7’den 12’ye tüm sınıfları barındırırken, bazı okullar sadece 7-9.
bazıları sadece 10-12. sınıfları kapsar. İran’da ortaokullar 6-8. sınıfları
kapsar. Lübnan ve Güney Kore’de
ortaokullar 7-9. sınıfları içine alır.
İsrail’de ortaokullar genelde 7-9.
sınıflardan oluşur. Bazı şehirlerde
ilköğretim bizdeki gibi 1-8. sınıfları
kapsar. Avustralya’da 2007 yılına
kadar ortaokula rastlanmazken, kuzey bölgelerde 7-9. sınıfları içeren
ortaokullar kurulmuştur. Rusya’da
zorunlu eğitim en geç sekiz ya da
dokuz yaşlarında başlar ve ilk kademe 3 ya da 4 yıl sürer. Ortaokul 5.
sınıftan 9. sınıfa kadardır.
Sosyal Çevrenin Değişimi ve
Öğrencinin Psikolojisi
Sekiz yıllık ilköğretim kademesi
türü okulların sayısı (anasınıfından
8.sınıfa) Amerika gibi ülkelerde
hızla artmaktadır. Bunun sebebi
ortaokul modelinden duyulan rahatsızlıktır. Ancak, akademik tartışmalarda ilköğretimin ilk sekiz yılının zorunlu olarak aynı çatı altında
verilme ihtiyacını doğuran gerekçelerde öne sürülen argümanlar
bizde hiç tartışılmamaktadır. 12
yaşındaki bir öğrencinin ilkokuldan
ortaokula geçtiğinde ilk karışılacağı
fiziki çevredeki farkların etkileri vurgulanmaktadır. Uzun süredir alışık
olduğu bir okuldan yeni kuralların
olduğu farklı bir kültüre ait yeni bir
okula geçmek, bu yaştaki bir çocuk
için bocalama yarattığı gözlenmiştir. Çocuğun tek öğretmenle süren
okul kariyeri aniden daha formel
ilişkilere dayalı çoklu öğretmen sistemine geçmekte, öğrenci birbirinden haberi olmayan öğretmelerin
taleplerini yerine getirmeye çalışmaktadır (Perkins & Gelfer, 1995).
İlkokuldan ayrılan ve kapsamı ve
niteliği oldukça farklılaşmış yeni bir
sosyolojik yapıya sahip ortaokula
geçen öğrenciler uyum sorunu yaşamaktadırlar (Van Lede, Little, ve
Card, 2006). Ortaokul modelinde
disiplin anlayışında ve öğrenciye
bakışta çok ani bir farklılaşma gerçekleşmekte, disiplin daha sert bir
hal almakta, öğrenciye daha ileri
yaşlardaki gençlere davranıldığı
gibi davranılmaktadır. Daha bir
sene önce daha samimi ve anlayışlı olan okul ortamı aniden liseye özenen, ama lise sosyolojisinin
kurallarının asla işletilemeyeceği
bir kültürle öğrenciyi karşı karşıya
getirmektedir. Her an müsait olan
sınıf öğretmenin yerini birden bire
her karşılaşmada adını tekrar tekrar
soran öğretmenlere bırakmaktadır.
Tüm bu uyumsuzluk döneminde
aniden hızlı zihinsel ve fizyolojik
değişimlerin getirdiği duygusal
gerilimlerle başa çıkma ortaokula
gelen öğrenci için önemli bir sorun oluşturmaktadır (Carter, Clark,
Cushing & Kennedy, 2005). Çoğu
zaman bu mekanikleşmiş lisevari
yapıda sorunlarına çözüm bulamayan, yabancılaşmış bir öğrenci
ile karşı karşıya kalınmaktadır. Aynı
lise görünümlü yapı, veliyi okuldan
biraz daha uzaklaştırmakta ve öğrenci tamamen yalnız kalmaktadır.
Dokuz-oniki yaşları arasında arkadaşlığın gerçek temellerinin atıldığı
(Stanton, 1953) bilinmektedir. Ortaokul, öğrenciyi aniden bu arkadaşlarından ayırabilmektedir. Hayatın
ilk yakın dostluk bağları ortaokula
geçilmesi nedeniyle son bulabilmektedir (Kingery & Erdley, 2007).
Ergenliğe yeni giren öğrenci 5-6
yıldır alıştığı arkadaş grubundan
ayrılarak yeni bir grupta kendini
kabullendirmek ve kendini tanıtmak zorunda kalacaktır. Ortaokul
çağında yakın arkadaş sayısı 9-12
yaşına göre daha azalmakta ancak
samimi olunmayan ama arkadaşlık
ilişkisinin sürdürüldüğü kişi sayısı
artmaktadır (Forgan and Vaughn,
2000). Önceden edinilmiş yakın
arkadaşlar aynı okulda değilse ve
öğrenci daha az sayıda samimi arkadaşa sahipse çocuğun okula karşı olan ilgisi azalmaktadır (Forgan
and Vaughn, 2000). Yedinci sınıfta
arkadaş sayısı artmakla birlikte bu
arkadaşlık daha çok sayısal anlam
içermektedir.
Cantin ve Boivin (2004)’nin bulgularına göre 6 ve 7. sınıflarda
arkadaşlıkta samimiyet artmakta
ve samimi arkadaş sayısı azalmaktadır. Arkadaşlığın önceliği ise ilk
defa çok ön plana çıkmaktadır. Bu
anlamda, ortaokul yapılarında arkadaş ilişkileri okula karşı tutumları
daha fazla etkilemektedir. 6-8. sınıflardaki öğrencilerin İlköğretim okulu modelindeki ve ortaokul modelindeki arkadaşlık ilişkilerinin içerik
açısından farklılık gösterdiği gözlenmiştir. Shachar, Suss ve Sharan
(2002) yaptıkları araştırmada 6.sınıfta yeni okula geçen öğrencilerle
aynı okulda bina değiştirmeden 6.
sınıfa devam eden öğrencileri karşılaştırmışlar ve yeni bir okul binasına
gidenlerin daha fazla kaygı bozukluğu yaşadıklarını ve daha fazla
akademik zorlukla karşılaştıklarını
rapor etmişlerdir. Akos ve Galassi
(2004) okul değiştiğinde öğretmen,
veli ve öğrencilerin akademik zorlukları, özellikle ödev anlayışındaki
değişmeleri ve aniden yükselen
beklentileri önemli sorunlar olarak
gördüklerini rapor etmişlerdir.
Ortaokula geçişte eğer ilkokul öğrenciyi hazırlayıcı tedbir alabilmişse, yukarıda sayılan güçlüklerin yaşanmayacağı da araştırmalarda yer
almaktadır (Lohaus, Ev Elben, Ball
and Klein-Hessling, 2004). Burada
önemli olan nokta okul değiştirmeden çok, çocuğun bu yeni okul
ortamına hazırlanıp hazırlanmadığıdır. Ortaokul modelinde öğretmenlerin ve yönetimin bu yaş grubuna uygun bir ortam ve anlayışla
hareket edip edemeyeceği önemli
bir faktördür. Bizim okullarımızda
böyle bir eğitim ve yetişmiş insangücü bulunmamaktadır. Bu ancak
özel olarak bir araya gelmiş bilinçli
bir grup yönetim ve öğretmenler
tarafından gerçekleştirilebilir.
Okul Değişikliği ve Öğrencinin
Başarısı
Okul değiştirerek başka kademeye
ilerleyenler ve okul değiştirmeden
kademe ilerleyenler karşılaştırıldığında, 1-8. sınıfları içinde barındıran
Ülkemizde değişik
sınıfları barındıran okul
kademelerinin denenmesine
izin verilmelidir. 4-8 sınıfları
içeren ayrı bir kademe
oluşturulabilir ve ayrıca
okulların farklı programlar
denemesine izin verilebilir.
okullardaki öğrencilerin, ortaokula
yeni bir binada başlayan öğrencilere göre akademik açıdan daha
başarılı bulunmuştur (Moore, 1984;
Bickel, Howley, Williams, & Glascock
2001; ve Wihry, Coladarci & Meadow, 1992). İstatistiki veriler, başka okul binasında yeni kademeye
başlamanın akademik performansa negatif yansımaları olduğunu
göstermektedir (Alspaugh, 1998).
Hough (1995)’un yaptığı araştırmada belirli bir kademe konfigürasyonunun en etkili seçenek olduğunu
söylemek güç olsa da ilköğretim
(anasınıfı-8) modelinde gözlenen
öğrenci merkezli anlayışların öğrencilere daha faydalı olacağı sonucuna varmışlardır. Buradan da
anlaşılacağı üzere ortaokullardaki
problem daha çok ilköğretimdeki
öğrencilere yaklaşımın ortaokulda
devam etmemesidir.
Özellikle Amerika’da, tek sınıf düzeyinden oluşan okullarda denendiğine rastlamaktayız. Sadece 9.
sınıf öğrencileri için açılan okullar
bulunmaktadır. Her sınıf düzeyi için
ayrı bir okul tesis etme yaklaşımının
avantaj ve dezavantajları akademik
makalelerde yerini almaya başlamıştır. Bu tür merkezlerin öğrencilerin uzmanlaşmasına daha faydalı
olduğu, öğrencilere öğretmenlerin
konuları daha sistemli ve zengin
olarak işleyebildiği, daha fazla ve
çeşitte dersin programa dahil ediNİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
95
Ülkemizde tek-tip
kademeleştirmeden
vazgeçilmelidir.
Alternatiflere fırsat
tanınmalıdır. Sınıfların
kademelere dağıtılmasında
mevcut sistemi devam
ettirmenin yanında
Tablo III’tekine benzer
uygulamalar aynı anda pilot
okullarda denenebilir.
lebildiği (Reents, 2002) gibi olumlu
yönlerinin yanında, ailelerin okula
ulaşım masraflarının ve zamanının
artması, ailenin okulla ilişkilerinin
zayıflaması, süreç boyunca her
sene okul değişikliğinin yaşanacağı, farklı yaş gruplarının birlikte sosyalleşmesinin engellenmiş olması
(Hopkins, 1997) gibi olumsuz yönleri sayılmaktadır.
Bazı eğitimciler tüm 12 sınıfın aynı
okul çatısı altında toplanmasının en
faydalı seçenek olacağından bahsetmektedir (Franklin & Glascock,
1996; Bickel, Howley, Williams, &
Glascock, 2000). Özellikle kırsal
kesimlerdeki alt sosyoekonomik
96
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
grupların bulunduğu bölgelerdeki
çocukların bu tür okullarda akademik olarak ilk orta lise şeklinde bölünmüş okullardaki çocuklara göre
daha başarılı oldukları belirlenmiştir. İlk 12 sınıfın aynı okulda barındırıldığı okullarda akademik başarının daha yüksek olduğuna (Paglin
& Fager, 1997) ilişkin bulguların
daha titiz çalışmalarla tekrarlanması gerekmektedir. Bu okulların yerleşke şeklinde kümelenmiş okul binalarıyla yapılması daha uygundur.
Ortaokula devam etmek için ilkokuldan ayrılıp ortaokula geçen kız
çocuklarıyla ve tüm 12 sınıfın hepsinin aynı binada olduğu okullardaki kız çocukları karşılaştırıldığında,
ortaokula geçen kız çocuklarının
daha fazla güven eksikliği yaşadıkları, ders dışı etkinliklere daha
isteksiz oldukları, liderlik davranışlarında geri kaldıkları gözlenmiştir
(Simmons & Blyth, 1987). Ortaokullardaki erkek çocukların ilköğretim
türündeki aynı yaş grubundakilere
göre notları daha düşük olmaktadır. Ayrıca ergenlik problemlerinin
ilköğretim türü okullarda ortaokul
türü okullara göre daha hafif atlatıldığı rapor edilmiştir (Simmons &
Blyth, 1987). Benzer şekilde Franklin ve Glascock (1996) yaptıkları
çalışmada ortaokullarda okuyan 6.
sınıf erkek çocuklarının ilköğretim
türü okullardaki 6. sınıf erkek çocuklarına göre daha fazla disiplin
cezası aldıklarını tespit etmişlerdir.
Kırsal kesimlerde okulların değişik
formlarda olmasına izin verilmeli-
dir. Asıl problem okul değişikliğinin
yarattığı olumsuz etkiler gibi görünmektedir. Ortaokulların çalışma
tarzı lisevari değil daha çok ilköğretim gibi olmalıdır. Ortaokul türü
okullara geçişte 4. sınıftan itibaren
branş öğretmenliği sistemi öğrencilere yavaş yavaş tanıtılmalıdır.
Hiçbir sınıf okul formunun diğerine
olan üstünlüğü tam olarak kanıtlanamamıştır. Mimari uygun olduğu
sürece ilk ve ortaokulun aynı yerleşke veya binada olması yönünde
gelişmeler artmaktadır.
Lise kültürü gibi çalışan ortaokulların öğrenci üzerinde negatif etkileri
olabilir. Ortaokul kademesinde veli
katılımı daha çok önemsenmelidir.
Ortaokul öğretmenlerinin yetiştirilmesi ayrı bir formasyon gerektirir.
Ortaokul yönetimi ilköğretim yönetimine benzemelidir. Ortaokul
kademesi öğrenci merkezli olmadığı konu, ders ve uzmanlık merkezli olduğu sürece negatif sonuçlar
yaratabilir. Ülkemizde değişik sınıfları barındıran okul kademelerinin
denenmesine izin verilmelidir. 4-8
sınıfları içeren ayrı bir kademe oluşturulabilir. Okulların farklı programlar denemesine izin verilebilir. Gerekli okul mimarisi çalışılarak 7-12
türü sözleşmeli okullar denenebilir.
Asıl sorunun fazla sayıda farklı okul
ortamlarına geçiş olduğu anlaşıldığına göre kademelerin aynı yerleşke içinde olması daha mantıklı
görünmektedir. Okullarda şube
sayısından ziyade sınıf düzeylerinin
fazla olması tercih edilebilir.
Sonuç
Ülkemizde tek-tip kademeleştirmeden vazgeçilmelidir. Alternatiflere
fırsat tanınmalıdır. Sınıfların kademelere dağıtılmasında mevcut
sistemi devam ettirmenin yanında
Tablo III’tekine benzer uygulamalar
aynı anda pilot okullarda denenebilir. Bu belli bir program ve proje
ile veri toplama ve geliştirme amaçlı da olabilir.
öğrenci velilerine hitap edecek lise
türlerini için düşünülmüştür. “A”
modeli ile aynı anda uygulanabilecek bir modeldir. Bu modelde ön
ilköğretim ve orta ilköğretim aynı
yönetim ve aynı bahçe içerisindedir. 7. veya 8. sınıfta başlayan orta
öğretim mesleki bir lise olabilir.
İmam hatipler bu kategoride modellenebilir. Bazı meslek liselerinin
7 bazılarının 8. sınıfa başlamasına
izin verilebilir.
Kademe atlamanın yaratacağı
olumsuz etkilerden kurtulmanın
bir yolu olarak Tablodaki “A” modeli uygun olacaktır. Şube sayısının
az, sınıf sayısının çok olduğu bu
sistemde hem kısa süren ortaokul
kademesinin etkilerinden kurtulmuş olacak hem de akademik
hazırlık açısından daha uygun bir
kademe yaratılmış olacaktır. “A”
modeli 4-8 ayrı binada kurgulanabilir. İlköğretim kültürüne benzer
bir ön-ortaöğretim ya da daha uygun adlandırmayla orta ilköğretim
modeli oluşturulmuş olur. İstenirse
ön ilköğretim bu okula ilişmiş bir
binada sürdürülebilir. Tablodaki “B”
modeli daha çok belli ilgi alanlarına
göre öğrenci yetiştirmek isteyen
“C” modeli ilk ve ön ortaöğretim
aynı yönetim ve bahçe içinde olabileceği gibi ilköğretimi de aynı veya
ayrı mekânda sürdürmek mümkündür. Bu modelde tüm kademeler aynı kampüste yer alabilir. Aynı
yerleşkede binaların belli bir şekilde
düzenlenmesi ile tüm kademeleri
barındırabilecek bir modeldir. 4-8
veya 4-9 türü okullar aynı bahçede
ve aynı yönetim altında kurgulanabilir. Bu kademe ortaokul anlayışını
kırmada etkili olabilir. “D” modelinin uygulaması ve okullaştırılması
çeşitlendirilebilir. Şu an tartışılan
modele benzer bir modeldir. Bu
modelde isteyenler ilk 4+4 ü aynı
çatı altında ya da aynı yönetimde
ortak kampüste yapabilir. Çocuk-
larını kesintisiz okutmak isteyenler
bu okullara gönderebilir. Çocuklarını imam hatiplere, sanat, spor
gibi liselere göndermek isteyenler
ilk dörtten sonra ayrılıp ikinci 4+4 e
gönderebilirler. Hatta okuldan ayrılmak istemeyen ama aynı zamanda
bir sanatta eğitim almak isteyenler
için son 4 yıllık lise ye geçmeden
önceki 4 yıl için alternatif programlar yapılabilir.
“A” ve “B” modellerini farklı okul binalarında farklı yönetimler altında
yapmak isteyenlere de fırsat verilebilir. Mevcut durumun tüm ülke
çapında standart bir uygulama
olmasından vazgeçilmelidir. “B” ve
“C” modelinin kesintisiz eğitim kavramını çok önemseyenlerle bu sistemin kendi taleplerine uymadığını
ifade edenler arasında bir çizgiyi
bulması açısından faydalı olacaktır. Bu modellerin hepsine ve kendi içindeki her türlü çeşitliliğe de
izin verilerek, aynı anda eş zamanlı
olarak devreye sokulmalı ve tek tip
modelden özellikle kaçınılmalıdır.
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi
Eğitim Fakültesi, Doç. Dr.*
Referanslar
Akos, P., & Galassi, J. (2004). Middle and High School Transitions as Viewed by Students, Parents and Teachers, Professional Student Counseling, 7, 212-221.
Alspaugh, J., (1998). Achievement Loss Associated with the Transition to Middle School and High School. Journal of Educational Research, 92, 20-25.
Bickel, R., Howley, C., Williams, T. and Glascock, C. (2001, October 8). High School Size, Achievement Equity, and cost: Robust Interaction Effects and Tentative Results. Education Policy Analysis Archives,
9. Retrieved July 10, 2008 from http://epaa.asu.edu/epaa/v9n40.html
Cantin, S. & Boivin, M. (2004).Change and Stability in Children’s Social Network and Self-Perceptions During Transition From Elementary to Junior High School, International Journal of Behavioral
Development, 28, 561-570.
Carter, E., Clark, N., Cushing, L. & Kennedy, C. (2005). Moving From Elementary School: Supporting a Smooth Transition for Students with Severe Disabilities, Teaching Exceptional Children, 37, 8-14.
Coladarci, T., & Hancock, J. (2002). Grade-Span configuration. Journal of Research in Rural Education, 17,1-9.
Forgan, J. & Vaughn, S. (2000). Adolescents with and without LD Made The Transition to Middle School, Journal of Learning Disabilities, 33, 33-43.
Franklin, Bobby J.,& Glascock, Catherine H. (1996, October). The Relationship Between Grade Configuration and Student Performance In Rural Schools. Paper Presented at the Annual Conference of the
National Rural Education Association, San Antonio, TX. (ERIC Document No. ED403083)
Hopkins, Gary. (1997, September 8). Grade Configuration: Who Goes Where? Education World [Online]. Available: http://www.educationworld.com/a_admin/admin/admin017.shtml
Hough, D., (1995). “Elemiddle Schools” for Middle-Grades Reform. The Education Digest, 60, 9-12.
Kingery, J. & Erdley, C., (2007). Peer Experiences As Predictors of Adjustment Across the Middle School Transition. Education and Treatment of Children, 30, 73-88.
Lohaus, A., Ev Elben, C., Ball, J., & Klein-Hessling, J. (2004). School Transition From Elementary to Secondary School: Changes in Psychological Adjustment, Educational Psychology,24. 161-173.
Moore, D., (1984, June).Impact Of School Grade-Organization Patterns On Seventh And Eighth Grade Students In K-8 And Junior High Schools. Paper Presented At The Annual Meeting of New England
Educational Research Organization, Rockport, ME.
Perkins, P. & Gelfer, J. (1995, January) Elementary to Middle: Planning For Transition, Clearing House, 68, 171.
RAND (2004) “Focus on the Wonder Years: Challenges Facing the American Middle School” http://www.rand.org/pubs/monographs/2004/RAND_MG139.pdf
Reents, Jennifer Newton. (2002, March). Isolating 9th graders. School Administrator [Online]. http://www.aasa.org/publications/saarticledetail.cfm?ItemNumber=2668
Shachar, H. Suss, G. & Sharan, S. (2002). Student’s Concerns About The Transitions From Elementary To Junior High School: A Comparison Of Two Cities, Research Papers in Education, 17, 79-95.
Simmons, Roberta G.,& Blyth, Dale A. (1987). Moving into adolescence: The K-3, 4-8 Grade Configurations Research
Stanton, H. (1953). The Interpersonal Theory of Psychiatry, New York: Norton.
Van Lede, M., Little, T., & Card. (2006) Action-Control Beliefs And Behaviors As Predictors Of Changes In Adjustment Across The Transition To Middle School, Anxiety, Stress and Coping, 19, 111-127.
Wihry, D., Coladarci, T., & Meadow, C. (1992).Grade Span And Eighth-Grade Academic Achievement: Evidence From A Predominantly Rural State. Journal of Research in Rural Education, 8, 58-70.
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
97
SD Haber
SDE Heyeti Uzlaşma Komisyonuna
Yeni Anayasa Önerisini Sundu
SDE heyeti sorulara SDE
Raporu ve çalıştaylarında
ortaya konan ortak
görüşler doğrultusunda
kısa cevaplar verdiler.
Demokratik ve çoğulcu
bir yapıyı temel alan,
hiçbir ayırım ve ayrıcalık
yapmadan bütün insan
hak ve özgürlüklerini
tahkim eden ve Türkiye’yi
her açıdan yüzü dünyaya
dönük bir ülke haline
getiren yepyeni bir
anayasayı önerdiklerini
ifade ettiler.
98
STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
12 Mart 2012 Pazartesi günü SDE
heyeti TBMM Anayasa Uzlaşma
Komisyonu’na SDE’nin Yeni Anayasa önerilerini sundu. SDE heyetinde
Anayasa hukuku uzmanı Prof. Dr.
Yusuf Şevki HAKYEMEZ, SDE Başkanı Prof. Dr. Yasin AKTAY ve SDE
Stratejik Planlama Kurul Başkanı
Aydın BOLAT yer aldılar. TBMM uzlaşma komisyonunda Konya CHP
Milletvekili Atilla KART, Erzurum
MHP Milletvekili Oktay ÖZTÜRK ile
TBMM uzman ve danışmanları hazır bulundular.
Prof. Dr. Yasin AKTAY, SDE’nin “Yeni
Anayasa” konusundaki öncü çalışmalarından bahisle yapılan hazırlıklardan, çalıştaylardan, analizlerden,
panel ve basın toplantılarından söz
etti. Sürecin takipçisi olduklarını
ve ilk Anayasa önerisinin SDE tarafından TBMM’ye sunulduğunu ve
kamuoyuna açıklandığını söyledi.
SDE Anayasa Raporu hazırlama
kurul Başkanı da olan Prof. Dr. SÖY-
LEMEZ ise SDE’nin Yeni Anayasa
önerilerini 6 başlık altında power
point sunumla özetledi. SDE heyeti
sorulara SDE Raporu ve çalıştaylarında ortaya konan ortak görüşler
doğrultusunda kısa cevaplar verdiler. Demokratik ve çoğulcu bir
yapıyı temel alan, hiçbir ayırım ve
ayrıcalık yapmadan bütün insan
hak ve özgürlüklerini tahkim eden
ve Türkiye’yi her açıdan yüzü dünyaya dönük bir ülke haline getiren
yepyeni bir anayasayı önerdiklerini
ifade ettiler. Ayırımsız olarak, birey
ve devlet arasında ortak ve temel
bir sözleşme niteliği taşıyan, demokratik ve çoğulcu bir yapıyla bütün toplumu ve ülkeyi kucaklayan
yeni bir anayasanın Türkiye’nin bugünkü en acil ve en önemli ihtiyacı
olduğu vurgulandı. SDE’nin 2012
yılında Yeni anayasa’nın çıkması için
süreci yakından izleyeceğini bir sivil
düşünce kuruluşu olarak her fırsatta görüş ve önerilerini TBMM’ye ve
kamuoyuna sunacağı ifade edildi.
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
99
SD Haber
Alevi Çalıştaylarının Sonuçları
SDE’de Değerlendirildi
Stratejik Düşünce
Enstitüsü’nde 29
Şubat 2012’de “Alevi
Çalıştaylarının
Değerlendirilmesi
Toplantısı” başlıklı bir
çalıştay düzenlendi.
Çalıştay, SDE İç Politika
ve Demokratikleşme
Koordinatörü Dr.
Murat Yılmaz’ın
moderatörlüğünde
yapıldı. Çalıştay,
Türkiye’deki farklı Alevi
derneklerinden, Diyanet
İşleri Başkanlığı’ndan,
Üniversitelerden
katılımcıların yanısıra
SDE’deki uzmanların
katılımıyla gerçekleşti.
100 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
60. hükümet döneminde, Devlet
Bakanı Faruk Çelik’in koordinatörlüğü ve Dr. Necdet Subaşı’nın moderatörlüğünde ilki 3-4 Haziran 2009
sonuncusu da 28-30 Ocak 2010’da
gerçekleştirilen ve toplamda 7 seriden oluşan Alevi Çalıştayları düzenlenmişti. Çalıştaylar, Alevi vatandaşlarının daha çok yasal nedenlerden
kaynaklanan problemlerine ilişkin
tespitlerin ve çözümlerin ortaya konulması amacıyla yapıldı. Alevi sivil
toplum kuruluşlarının ve kanaat
önderlerinin taleplerinin doğrudan
tartışıldığı ve değerlendirildiği bu
çalıştaylar rapor haline getirilerek
kamuoyuna sunuldu. Ayrıca Çalıştayların devam ettiği dönemde,
Stratejik Düşünce Enstitüsü de bir
“Alevi Raporu” hazırlayarak bu konudaki tartışmalara katkıda bulunmuştu.
Uzun süredir kamuoyunda tartışılan bu çalıştayların sonuçlarına
ilişkin değerlendirme yapmak
amacıyla SDE’nin düzenlediği çalıştaya; Doğan Bermek (Cem Vakfı
İstanbul), Cafer Solgun (Yüzleşme
Derneği Başkanı), Ercan Geçmez
(Hacı Bektaşi Veli Anadolu Kültür
Vakfı Genel Başkanı), Fermani Altun
(Ehli Beyt Vakfı Başkanı), Doç.Dr.
İlyas Üzüm (Diyanet İşleri Başkanlığı), Prof. Dr. İrfan Aycan (Din Öğretimi Genel Müdürü), Prof. Dr. M. Saim
Yeprem (TDV), Metin Tarhan (Alevi
Dernekler Federasyonu Genel Başkanı), Muharrem Ercan (Karacaahmet Sultan Dergâhı), Yalçın Özdemir (Su TV), Dr. Necdet Subaşı (Alevi Çalıştayları Eski Koordinatörü),
Necdet Saraç, Prof. Dr. Yasin Aktay
(SDE), Bilal Sambur, Murat Aksoy,
Doç. Dr. Mustafa Erdoğan (SDE) ve
Sabır Güler gibi isimler katıldı.
İki oturumda gerçekleşen Çalıştay, önceki çalıştayların değerlendirilmesine ilişkin olduğundan
daha çok önceki çalıştaylardaki tartışmaların kamuoyundaki
yansımaları ve yapılan tespitlerin
çözümü noktasında yapılması gereken yasal değişiklikler üzerinde
duruldu.
Birinci oturumda çalıştayların özellikle sonuçsuz kaldığı yönünde gelen eleştirilere karşı katılımcılardan
birçok kişi bu çalıştayların Alevilerin
taleplerinin tespiti açısından önemli olduğunu vurguladı. Bu konuyla
ilgili olarak katılımcılar kısaca şunları ifade ettiler:
Bilal Samur: “Çalıştaylar, Aleviliğin
daha iyi öğrenilmesi adına motive
edici oldu.”
Metin Turhan: “Bu kadar kişi ve kurumun katıldığı bir çalışmanın kıymetsiz olduğu savunulamaz.”
Cafer Solgun: “Türkiye’nin son
zamanlarda yaşadığı demokratikleşme ve normalleşme süreci
açısından Alevi meselesi olmazsa
olmazlarındandı. İktidarlar geliyor
geçiyor kimse Alevileri tanımıyordu.
İlk defa AKP döneminde iktidar
Alevi kurumların görüşlerini aldı”
Yasin Aktay: “Çalıştayların işe yaramadığını söylemek haksızlık.
Alevilerin anlaşılması açısından
Türkiye’de başka bir dönem hatırlamıyorum”
Fermani Altun: “Alevi Çalıştayları
Aleviliğin devlet tarafından tanınması açısından önemli adımlardır
ama asıl yapılması gerekenin yeni
bir anayasa ile cumhuriyetin yeniden kurulması gerekiyor”
Doğan Bermek: “Alevi Çalıştay-
ları’nın raporları bir türlü kamuoyuna ulaşmadı. Çalıştay raporlarının
tazeliği zarar gördü. Çalıştay sonucunda elle tutulan tek sonuç ders
kitaplarındaki değişiklik”
İlyas Üzüm: “Çalıştayların Aleviliğin
gündeme gelmesi, Madımak’ın
kamulaştırılması ve din dersi müfredatının değiştirilmesi gibi somut
sonuçları olduğunu” belirtti.
Alevi Çalıştayları’nın eski koordinatörü Necdet Subaşı ise bu çalıştaylar serisinin Alevilerin ne istediği ve
Alevilerin devlet ve toplumun genel algısı dışında nasıl bir durumda
olduklarına ilişkin çalışmalar olduğunu dolayısıyla çalıştay raporlarının hükümetle ilişkilendirilerek bir
değerlendirme yapılmasının kabul
edilemeyeceğini belirtti. Ayrıca
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
101
Subaşı, “Bu çalıştaylar kamuoyunda ciddi bir şekilde tartışılmadı.
Toptancı değerlendirmeler yapıldı.
Rapor siyasi iradeyi yansıtan metinler olarak değerlendirildi. Alevilik
konusunda hassas olan kişilerin kayıtsızlığı, metinleri okumaması veya
metinleri farklı şekilde yorumlaması
ve niyet okumaları rahatsız ediciydi.
Raporlar herhangi bir şekilde siyasi
iradenin müdahalesiyle gerçekleşmemiştir. Bende elden geldiğince
kendi dünyamdan uzaklaşarak bu
çalışmalara katıldım” diyerek bu konudaki görüşlerini paylaştı.
İkinci oturumda Alevilerin genel
talepleri ve bu konuda yapılması
gereken yasal değişiklikler üzerinde
duruldu. Özellikle cemevlerinin
statüsü ve Diyanet’in yapısı
tartışıldı. Katılımcılar özetle şunları
söyledi.
Fermani Altun: “Laiklik sistemi 85 yıl
önce kuruldu, önce bu sistemin yeniden kurulması gerekir. O zaman
Diyanet özerkleşir. Aleviler 85 yıldan beri yok sayılmıştır. Ve bugün
hiçbir yerde yoklar. Sünni kardeşlerimizin de benzer sorunları var.
Cumhuriyet Türkiye’yi daha kötü
bir duruma getirdi. Cumhuriyet sisteminin değişmesi gerekiyor”
Necdet Saraç: “Konuşmacıları dinlediğimde sanki Alevilerden kaynaklanan bir sorun varmış gibi anlatılıyor. Alevi meselesi 16. yüzyıldan
beri sorundur. Eşit yurttaşlık bu
ülkede kabul edilmiyor. Bu topraklarda 2002 yılına kadar kullanmak
yasaktı. Nihai rapor son derece objektif bir rapordur. Ayrıca Diyanet
olduğu müddetçe eşit yurttaşlık
olmaz”,
İlyas Üzüm: “Ana problem cemevlerinin statüsü ve bütçeden
Alevilerin faydalanmaması. Bu
konuyla ilgili olarak hukuk komisyonun ortaya koyduğu çalışmaları
dikkate almak ve değerlendirmekte mecburuz”
Muharrem Ercan: “Cemevleri yasal
102 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
olmadıktan sonra istediğiniz kadar
çalışma yapın. Öncelikle sıkıntıları
halletmek için cemevlerinin yasal
statüye kavuşması gerekir”
Murat Aksoy: “Din kültürü ve cemevleri gibi konular teknik konulardır ve tartışılması gerekir”,
Cafer Solgun: “Diyanet bir resmi
ideoloji kurumudur. Alevilerin eşitlik talepleri devletin etnik açıdan
olduğu gibi dinsel açıdan da yüzde
yüz nötr olmasıyla karşılanacaktır”
Metin Tarhan: “İnsan hakları, siyasal
talepler ve çoğulculuk açısından
Alevilerin taleplerinin karşılanması
gerekir”
Yalçın Özdemir: “Bu cumhuriyetin
kuruluşu bir darbedir ve resmi kuruluşunu darbeyle devam ettiren
cumhuriyetin toplumla yüzleşmesi gerekir. Aslında Diyanet tasfiye
edilmesi gereken bir kurum. Ben
bir alevi olarak diyorum ki benim
dergâhım 1926 yılında tasfiye edildi. Bunları bana geri verin”
Yasin Aktay ise “Türkiye devletinin
tercihi din dışı bir hayattı. Diyanet’in
kurulmasının sebebi dini hayatı
kontrol etmek ve yok olacak dinin
cenazesini kaldırmaktı. Ancak demokrasi sürecinde halk ile devlet
arasında süren diyalogda Diyanet
bir sentez haline geldi. Diyanet orada kalmadı. Diyanet dönüştü. Bu
sosyolojik bir süreçtir. Bir Alevi talebi olarak Diyanet’in kaldırılmasının
akıldan geçirilmesi bile Türkiye toplumunun hiç okunmaması anlamına geliyor.” Ayrıca Aktay, Türkiye’de
Sünni olarak nitelenen kesimlerin
cemevlerine karşı olmaktan ziyade
daha çok cemevlerinin kilise, havra
gibi camiye alternatif bir ibadethane olarak gösterilmesine karşı olduklarını vurguladı.
Bir diğer önemli konulardan biride
din dersi ve müfredatının değiştirilmesine ilişkindi. Din Öğretimi
Genel Müdürü Prof. Dr. İrfan Aycan,
1980 sonrasında zorunlu hale ge-
len din dersinin içeriğinin değiştirildiğini, sadece belirli bir mezhebe
vurgu yapmadığını, Alevi ve diğer
vatandaşlarımızın taleplerinin demokrasi çerçevesinde değerlendirmek için bakanlık bünyesinde
çalışmalar yapıldığını belirtti. Türkiye Diyanet Vakfı’ndan Prof. Dr. M.
Saim Yeprem, “Her iki tarafın sahip
olduğu bilginin eksik olduğu gerçeğinden hareketle ilk olarak Alevi
dedelerinin elinde bulunmuş metinlerden Alevi-Bektaşi Klasikleri
başlığı altında bir proje hazırladık
ve bu çalışmayı yürüttük” diyerek
Diyanet Vakfı’nın bu konudaki çalışmalarına değindi.
İkinci oturumda Alevi Çalıştayları
eski moderatörü Necdet Subaşı,
“bu ülkede bu tür sorunları karşılıklı
konuşmazsak bu tür sorunları
çözemeyiz. Biz toplumda herkesin
katılımını istedik çalıştaylarda.
Örgütsel Alevi yapıları ve diğer
kişileri de işin içine katmamız
gerekirdi. Bu konuda Alevilerinde
kendilerine
muhatap
olarak
devleti seçmişse taleplerini açıkça
söylemesi gerekir. Bundan sonra
yinede
müzakereciliğin
öne
alınması gerekir. Herkesin onayını
almak gerekir” açıklamalarında
bulundu.
Son olarak bu ana konularla birlikte “Aleviliğin Siyasal Örgütlenmesi” adlı kitabın yazarı Sabır Güler,
Aleviler için cemevinin önemi ve
Alevilerin Türkiye’deki kentleşme
ve toplumsal siyasallaşma bağlamında geçirmiş olduğu sosyolojik
değişimlere ilişkin kısa bir sunum
gerçekleştirdi.
Katılımcılar sorunların çözümünde
mesafe alınabilmesi için bu tür toplantıların devam etmesi gerektiğini,
bu konuda hem siyasi iradeye hem
de sivil toplum kuruluşlarına özel
bir sorumluluk düştüğü konusunda
mutabakata vardı.
SD Haber
Türkiye, Çin, Rusya ve İran’ın
Suriye Perspektifleri
Stratejik Düşünce
Enstitüsü’nde 29
Şubat 2012’de “Alevi
Çalıştaylarının
Değerlendirilmesi
Toplantısı” başlıklı bir
çalıştay düzenlendi.
Çalıştay, SDE İç Politika
ve Demokratikleşme
Koordinatörü Dr.
Murat Yılmaz’ın
moderatörlüğünde
yapıldı. Çalıştay,
Türkiye’deki farklı Alevi
derneklerinden, Diyanet
İşleri Başkanlığı’ndan,
Üniversitelerden
katılımcıların yanısıra
SDE’deki uzmanların
katılımıyla gerçekleşti.
Konferansta, Yrd. Doç. Dr. Hasan Kösebalan (İstanbul Şehir
Üniversitesi), Dr. Jin Liangxiang
(Shangai Institute of International
Studies, Çin), Dr. Boris Dolgov (Senior Research Fellow of the Centre
for Arabic Studies of the Russian
Institute of Oriental Studies, Rusya)
ve Büyükelçi Jalal Kalantari (Institute for Political and International
Studies, İran) katılarak Suriye’deki
son gelişmelere ilişkin birer konuşma yaptılar.
Konferansın moderatörlüğünü yapan Murat Çemrek; “Bir yıldan fazladır Arap baharı ile ilgili konuşuyoruz. Son yılda global düzeyde sosyal
bilimciler ve siyaset bilimciler iki
önemli konuda konuşmaktadırlar.
Bunlardan biri global ekonomik kriz
diğeri de Arap baharı. Ayrıca son
altı aydır Suriye meselesini konuşuyoruz. Burada konuşmacılarımızla
birlikte bundan sonra Suriye’de ne-
ler olacağını konuşacağız” diyerek
ilk sözü Hasan Kösebalan’a verdi. Hasan Kösebalan, Ortadoğu’daki
gelişmeleri demokratikleşme süreci bağlamında değerlendirerek,
“Soğuk Savaş sonrası dönemde,
Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından
sonra Doğu Avrupa ülkeleri ve Latin Amerika ülkeleri demokrasiyi
deneyimledirler ancak demokratikleşmenin başlamadığı bir bölge
kaldı. O da demokratikleşme sürecinin dışında kalan Ortadoğu’dur”
dedi. Arap halkının son bir yıldır sokaklarda mücadele vererek rejimleri değiştirdiğini vurgulayan Kösebalan, Türkiye’nin burada önemli
bir rol oynadığı ve liberal sitemi
ve ekonomisiyle Ortadoğu’daki
değişimleri desteklediğini belirtti.
Suriye’deki rejimin otoriter olduğunu açıklayan Kösebalan, Rusya
ve Çin’in Birleşmiş Milletler’deki
tutumunu eleştirerek, “Suriye’de
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
103
çatışma sivil bir savaş değil, silahsız
insanlar ile Esad rejimi arasındadır.
Sivil savaşta iki taraf birbirleriyle savaşır. Burada açıkça hükümet güçleri sokaklarda masum ve silahsız
insanları öldürmektedir” açıklamasında bulundu.
Türkiye’nin Suriye ile yakından ilgilenmesinin doğal olduğunu
özellikle vurgulayan Kösebalan,
Türkiye’nin Suriye’de yaşanan olaylar konusundaki hassasiyetini şöyle
ifade etti: “Çin ve Rusya, Suriye’ye o
kadar yakın değiller sadece Batı ile
ilişkilerinde Suriye ile ilgilenmektedirler. Fakat Türkiye, Suriye ile komşudur. Suriye halkı ile tarihsel ve
kültürel bir yakınlığı vardır. Elbette
biz iki farklı devlet ve milletiz, birbirimize saygı duyarız ancak Suriye’de
neler olduğu Türkiye’yi ilgilendiriyor. Biz herhangi bir İskandinav
ülkesinin Suriye’ye baktığı gibi bakamayız.”
Çinli uzman Jin Liangxian, Çin’in
Ortadoğu politikasının dostça ve
sürdürülebilir olduğunu belirterek
Çin ile Batının Ortadoğu politikalarını karşılaştırdı. Liangxian özetle
şunları ifade etti:
104 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
“Batı, Ortadoğu politikasında sadece özgürlük, demokrasi ve humaniter kavramlarını kullanıyor. Biz
bunu Irak, Afganistan ve Libya’da
gördük. Çin ise Ortadoğu’da sürecin barışçıl bir şekilde gelişmesinden yanadır. Çin’in barışçıl gelişme
stratejisi temelde batının değerlerine karşı değildir. Aslında bence bu
değerler evrensel değerlerdir ve
biz buna saygı gösteriyoruz. Ancak
her ülkede bu değerler farklı yollarda ortaya çıkmaktadır. Her ülkenin
kendine has bir yolu vardır.”
öncelikle Bahreyn ile ilgilenilmesi
gerekirdi.”
“Yakın gelecekte Suriye’ye müdahale planları var. Ancak bunun sadece insani bir müdahale olacağını
düşünüyor musunuz? Esad rejiminin Batı ile bazı problemleri var.
İran ile ittifak halinde ve bazı Sünni
devletler ile Batı bu durumdan hoşlanmıyor. Eğer müdahaleler insani
kaygılarla yapılacaksa Bahreyn’de
silahsız ve barışçıl göstericiler ile
hükümet arasında çatışma vardı.
Libya’da da hükümet ile silahlı muhalefet arasında çatışma vardı. Ben
Bahreyn’i eleştirmiyorum gerçekler
hakkında konuşuyorum. Eğer insani müdahaleden bahsedilecekse
Rus araştırmacı Boris Dolgov,
Ortadoğu’da son bir yılda gerçekleşen ayaklanmaların sosyoekonomik problemlerden kaynaklandığını belirterek Suriye’de ise durumun
farklı olduğunu açıkladı. Farklı istatistiki verilerden hareketle Suriye’de
sosyoekonomik problemlerin Mısır,
Libya ve Tunus gibi ülkelerdeki kadar olmadığını, işsizlik oranlarının
daha düşük olduğunu açıklayan
Dolgov, “son yıllarda Suriye Lideri
Beşşar Esad, resmi ideolojiyi değiştirdi. Demokratikleşme ve liberal
ekonomi için reformlar yaptı” diyerek Suriye ile diğer Arap ülkeleri
“Çin’in Suriye politikasının çıkar
amaçlı olduğu iddiaları tutarsızdır.
Çin ile Suriye arasındaki ekonomik ilişkiler normal düzeydedir.
Suriye’nin enerji kaynakları bulunmuyor. Çin, Suriye’ye yönelik müdahalenin insani kaygılarla yapılmamasına karşıdır. Çin, Esad rejimini
desteklemiyor. Sadece muhalefet
ile hükümet arasındaki müzakerelerin sürdürülmesinin tek başarılı
yol olduğunu savunmaktadır.”
arasındaki sosyoekonomik ve politik farklılıklara değindi. Ağustos 2011 ve Ocak 2012’de
Suriye’yi ziyaret ettiğini ve burada halkın çoğunluğunun Esad’ı
desteklediğini ifade eden Dolgov,
sadece bazı şehirlerde bir kısım
muhalif grupların olduğunu ve
mevcut muhalefetin Suriye krizi
karşısında gerçek bir planının olmadığını, muhalefetin içinde değişik politik figürlerin olduğunu, her
birinin amacının farklı olduğunu ve
aralarında birliğin olmadığını belirterek muhalefetin Suriye’nin sosyal
ve politik konularına ilişkin gerçekçi
planlardan yoksun olduğunu açıkladı.
var. Rusya, Suriye halkının askeri bir
müdahaleye uğramasından çekiniyor. Sosyal ve politik reformların
yapılmasını destekliyor. Askeri bir
müdahale Suriye krizini bir felakete
götürür ve Ortadoğu için istikrarsızlığa yol açar. Suriye krizi ile ilgili
tek bir yol var. Her iki tarafın şiddeti
durdurması ve Suriye yönetimi ile
muhalefet arasında müzakerelerin
başlaması” diyerek konuşmasını
bitirdi.
Rusya’nın Suriye politikalarına da
değinen Dolgov, Rusya’nın BM Güvenlik Konseyi’nin talebini reddetmesinin nedeninin Suriye’deki gerçek durumu yansıtmadığından dolayı olduğunu ve gerçekte Suriye’de
şiddetin bazı terörist gruplardan ve
hükümet karşıtı gruplardan kaynaklandığını açıkladı. Özellikle bir
kısım uluslararası medyanın Suriye
yönetimi aleyhine yayın yaparak
gerçeği çarpıttığını vurguladı.
İranlı büyükelçi Jalal Kalantari, konuşmasının başında Suriye krizindeki faktörlerden bahsetti. Kalantari bunları şöyle sıraladı: “Krizdeki
ön önemli faktör hükümettir. Hükümet, bir taraftan yapısal reformlar yapmaktadır. Yakın gelecekte
parlamento seçimleri yapacaktır.
Reformlar için bazı bölge ülkeleri ve
küresel güçler destek vermektedir.
Ayrıca ülkedeki azınlıklar hükümeti
desteklemektedir. Bir diğeri muhalefettir. Muhalefet arasında zayıf
bir birlik var. muhalefet gruplarının
farklı stratejileri var. Diğer faktör
ise Rusya, Çin, BM, Arap Birliği ve
Tunus’ta toplanan Suriye’nin Dostları grubu gibi dış etkenlerdir.”
Dolgov; “Rusya ve Suriye arasında
ekonomik, kültürel, askeri ilişkiler
Askeri müdahalenin mümkün
olmadığını vurgulayan Kalanta-
ri, böyle bir durumda sadece Suriye değil Suriye halkı ve komşu
ülkelerinde olumsuz bir şekilde
etkileneceğini belirterek geleceğe
ilişkin iki mümkün senaryo üzerinde durdu: “Bunlardan biri iç savaş
ihtimali. Bir iç savaş çıkması halinde Libya’daki gibi insani bir felaket
ortaya çıkacaktır. Bu durum Suriye
toplumu arasındaki entegrasyona ve Suriye’nin komşularına zarar
verecektir. Bir diğer senaryo ise
hükümetin reformlar yapması, muhalefetin şiddetten vazgeçmesi ve
çözüm için barışçıl ve politik diyalogların gerçekleşmesidir.”
Rusya ve Çin’in rollerinin burada
önemli olduğunu ve bölgesel güvenlik ve barış için umutlar verdiğini, çözüm için ise uluslararası müdahale değil de bölgesel güçlerin
özellikle İran ve Türkiye gibi komşu
ülkelerin ortak bir çözüm bulmaları
gerektiğine değinen Kalantari, bölgesel faktörlerin önemli olduğunu
çözümün ise ancak barışçıl yollarla
mümkün olabileceğine dikkat çekti.
Konferans soru ve cevap kısmıyla
son buldu.
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
105
Suriye’nin Dostları Toplantısı ve
Çin’in Tutumu
Suriye sorunu Çin-Rusya
stratejik işbirliğinin
kalitesini yükseltmiştir,
bu da Çin’in Suriye
sorunu üzerinde yaşanan
zorlukların yanında kalan
kârdır. Rusya ile kıyasla,
Çin’in enerji, ekonomik,
ticaret veya güvenlik
alanında Suriye ile kayda
değer bir ilişkisi yoktur,
ancak Rusya’ya destek
vermekle ikili ilişkilerini
güçlendirdiği gibi
Moskova’nın uluslararası
ortamında izolasyona
uğramasını da önlemiştir.
106 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
Erkin EKREM*
İstanbul’da, 1 Nisan 2012’de düzenlenen II. Suriye’nin Dostları Grubu
Toplantısı’na Çin hükümeti de davet edilmişti. Suriye’nin Dostları
Grubu Toplantısı’nın gündemi ise
Annan Barış Planı’nın uygulanması,
Suriye rejimine diplomatik baskının
arttırılması ve muhalefetin güçlendirilmesi olarak bilinmektedir. Çin
hükümeti, toplantının konusunun
ilgili aktörü yani Suriye hükümetinin katılmadığını ve toplantının
mevcut gerginliği arttıracağını ileri
sürerek katılmayacağını açıkladı.
27 Mart’ta, Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Alexander Lukashevic
de Rusya’nın söz konusu toplantıya katılmayacağını belirtmişti. Çin
Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hong
Lei’nin 26, 27 ve 28 Mart günlerindeki açıklamasında Pekin’in neden
iştirak edemeyeceğinin gerekçelerini şu şekilde açıklamıştı:
gerginliği artıran bir girişim olduğu,
bu girişimin Suriyeli tarafların arasındaki diyaloga ve uzlaşmaya katkıda bulunmadığı, Ortadoğu barışı
ve istikrarı için yararlı olamayacağı
ve uluslararası toplumun Suriye krizinin çözümü için makul bir zemin
yaratmadığı ima edilmiştir. Ancak
Çin tarafı, madem Suriye krizinin
çözümü için katılarda bulunacaktı,
hatta “uluslararası toplumlarla birlikte Suriye sorununun barışçı ve
makul bir çözüme kavuşturması
için aktif ve yapıcı rolünü icra etmeye devam edecekti”, o halde İstanbul’daki Suriye’nin Dostları Grubu
Toplantısı’na katılmalı ve kendi
tutumunu bu toplantıda beyan
etmeliydi. Fakat bunu engelleyen
iki faktör var, biri Çin’in dış politikasında sıkı sarılan bazı ilkeleri, diğeri
ise Rusya ile olan stratejik işbirliği
ilişkisidir.
Bu açıklamalarda, Suriye’nin Dostları Toplantısı’nın Suriye’de yaşanan
Çin, Suriye’nin Dostları Toplantısı’nı
Batılıların Suriye’ye müdahale et-
mesi için istifade ettiği bir araç
olarak görmektedir. Bu algının
Şubat ayında Tunus’ta düzenlenen Suriye’nin Dostları Toplantısı
sürecinde oluşturduğunu görmek
mümkündür.
Çin, 17 Şubat’a kadar henüz davetiye alamamıştı, ancak toplantı
hakkında görüşlerini beyan ederken: “uluslararası toplumun Suriye
sorunu üzerindeki eylemleri mevcut gerginliği yumuşatması için
yardımcı olmalıdır; Siyasî diyalogun
gerçekleşmesine ve uzlaşmasına
yardımcı olmalıdır ve Ortadoğu
barış ve istikrarın korunmasına
katkılarda bulunmalıdır; Uluslararası toplumun birliği sağlanmalı,
sorunun karmaşık hale getirilmesi
değil” diye açıklamıştır. 21 Şubat’ta
ise, Çin tarafı davetiye almış ve Suriye krizinin barışçı ve makul çözüm
için her türlü çabanın yapılacağını belirtmiştir. Sözcü Hong Lei’ye
göre, Çin tarafı ilgili taraflarla birlikte Suriye krizinin barışçı çözüm için
yapıcı rolünü icra edeceğini beyan
etmiştir. Ancak, toplantının rolü
ve mekanizması hakkında araştırmalar yapıldığını ifade etmiştir. 21
Şubat’ta yapılan açıklamaya göre,
Çin hükümetinin toplantıya katılabileceği mesajı verilmiştir. 22 ve
23 Şubat’ta sözcü Hong Lei söz konusu araştırmanın devam ettiğini
belirtmişti. Ancak 23 Şubat’ın gece
yarısında, 24 Şubat’ta Tunus’ta
düzenlenecek Suriye’nin Dostları
Toplantısı’na katılmayacağı açıklanmıştı. Sözcü Hong Lei’nin açıklamasına göre, Çin, Suriye ve Arap
halkının dostudur, uzun zamandır
Arap halkının haklı davasına destek
vermiştir. Sözcü 17 Şubat’taki görüşünü tekrarlayarak, Çin tarafının
Çin, Suriye’nin Dostları
Toplantısı’nı Batılıların
Suriye’ye müdahale
etmesi için istifade
ettiği bir araç olarak
görmektedir. Bu algının
Şubat ayında Tunus’ta
düzenlenen Suriye’nin
Dostları Toplantısı
sürecinde oluşturduğunu
görmek mümkündür.
Suriye’nin Dostları Toplantısı’nın
amacı, rolü ve mekanizması hakkında daha iyi anlaşılması için araştırmalara ihtiyaç vardır, toplantının
26 Mart 2012
27 Mart 2010
28 Mart 2010
Çin tarafı, II. Suriye’nin Dostları
Toplantısı’nın İstanbul’da düzenleneceğinin farkındadır ve
davetiyeyi de teslim almıştır. Çin
tarafının tutumu, Suriye’deki gerginliğin yumuşatılması için yardımcı olmalıdır; Siyasî diyalogun
gerçekleşmesine ve uzlaşmasına
yardımcı olmalıdır ve Ortadoğu
barış ve istikrarının korunmasına
katkılarda bulunmalıdır. Suriye,
sorunun çözümünde, ilgili tarafın iştirak ve müzakere sürecine
dâhil edilmelidir; Uluslararası
toplum da bunun için uygun koşulları hazırlamalıdır. Şu andaki
uluslararası koşullarda Çin tarafı
söz konusu toplantıya katılmayacaktır. Çin tarafı, uluslararası
toplumlarla birlikte Suriye sorununun barışçı ve makul bir çözüme kavuşturulması için aktif ve
yapıcı rolünü icra etmeye devam
edecektir.
Şu anda, uluslararası toplumun
Suriye sorunu üzerindeki eylemleri mevcut gerginliği hafifletmesi için yardımcı olmalıdır; Siyasî
diyalogun gerçekleşmesine ve
uzlaşmasına yardımcı olmalıdır
ve Ortadoğu barış ve istikrarının
korunmasına katkılarda bulunmalıdır. Suriye, sorunun çözümünde, ilgili önemli tarafın iştirak
ve müzakere sürecine dâhil edilmelidir; Uluslararası toplum da
bunun için uygun koşulları hazırlamalıdır. Çin tarafı ilgili taraflarla
birlikte Suriye sorununun barışçı
ve makul bir çözüme kavuşturulması için aktif ve yapıcı rolünü
icra etmeye devam edecektir.
Çin tarafı mevcut konjonktürde
toplantıya katılmayacaktır.
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
107
Bağımsız bir ülkenin
egemenliğine karşı
kabaca müdahale
etmesi yerel halka refah
getiremez. Çin’in bu
ilkenin üzerinde kararlı
durması BM çerçevesinde
Rusya ile birlikte ret oyu
vermesini meydana
getirmektedir.
hazırlık süreci hakkında daha fazla
bilgiye sahip olmadığı için bu toplantıya katılamayacağını açıklamıştır. Sözcünün 24 Şubat’taki basın
toplantısında bu ifadeleri tekrarlamıştır. 27 Şubat’ta da sözcü Hong
Lei aynı yanıtı vermekle yetinmiştir.
Yani Çin’in söz konusu toplantıya
katılamamasının nedeni toplantı
hakkında daha fazla bilgiye sahip
olmamasıdır. Ancak, Çin’in toplantıya iştirak etmemesi Batılı ülkeler
tarafından eleştirilirken, Çin ve Rusya, Beşşar Esad’ın müttefiki olarak
tanımlanmış ve Suriye hükümetini
desteklemek için şiddete karşı uluslararası toplum ile işbirliğini ret etmesi olarak suçlanmışlardır.
Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsünün 27 Şubat’taki basın toplan-
tısında, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un Suriye’nin Dostları
Toplantısı’nda Çin ve Rusya’nın
tutumunun Suriye halkının iradesi
ile ters düştüğü ve Arap uyanışına
karşı çıktığı eleştirmesini kabul edemeyeceğini beyan etmiştir. Sözcü
Hong Lei’ye göre, Suriye sorununda Çin, objektif, adil ve sorumlu
tutumunu sürdürmüştür, Suriye ve
Arap halkının temel ve uzun vadeli çıkarlarını korumasını ve Suriye
ve Ortadoğu’nun bölgesel barış
ve istikrarın sağlanması üzerinde
durmuştur. Çin her zaman, Suriye
halkının özgürce kendi tercihini
yapabilmesini savunmuştur, dış
güçlerin zorla müdahale etmesine
ve herhangi bir sözde çözüm planını zorla Suriye halkına empoze
etmesine karşı çıkmıştır. Bu tarihten
sonra Suriye’nin Dostları Toplantısı
artık Suriye’ye karşı dış müdahale
gücü olarak algılanmıştır.
Çin’in Suriye’ye yönelik dış müdahaleye karşı çıkması uluslararası ilişkilerdeki başka devletlerin içişlerine
karışmama ilkesinden gelmektedir.
İstanbul’da düzenlenen Suriye’nin
Dostları Toplantısı da, Suriye muhalifleri destekleyerek Esad yönetimine karşı koyması olarak okunmuştur. Bu toplantının Türkiye’de
yapılması da NATO’nun emellerine
hizmet ediyor anlamını taşımaktadır. Çin, Batılıların insanî müdahale
ve devamında rejim değişikliğine
karşı çıkmaktadır, çünkü Çin’de Tayvan, Tibet ve Doğu Türkistan ayrılık-
çı faaliyetlerle karşı karşıya kalmaktadır. Buna rağmen Arap uyanışı
başladıktan sonra Çin’in kendisinin
Ortadoğu’daki enerji, ekonomi ve
jeopolitik çıkarlarını korumak için
içişlerine karışmama ilkesinden taviz vermeye başlamıştır.
Çin uzmanlarına göre, ilişkileri yoğun olmayan Suriye sorunu üzerinde Çin’in etkin bir rolü üstlenemeyeceği, yapabileceği tek şeyin BM
ve uluslararası ilişkileri ile ilişkin ilkeleri savunmaktır. İlkeleri korumak
da bir dış politika ilkesidir. Çünkü
bağımsız bir ülkenin egemenliğine karşı kabaca müdahale etmesi
yerel halka refah getiremez. Çin’in
bu ilkenin üzerinde kararlı durması
BM çerçevesinde Rusya ile birlikte
ret oyu vermesini meydana getirmektedir. Çin Komünist Partisi’nin
sesi olan Renmin Ribao’nun bünyesinde faaliyet gösteren Huanqiu
Shibao (Global Times) gazetesinin
Tunus’taki Suriye’nin Dostları Toplantısı için yazılan başyazısında,
Çin’in, Suriye taraflarını barıştırmak
için kendisi için ikna etme rolü biçmiş olduğunu ve bu görevin Batılılar ve Arap Birliği’nin desteğini
almadan sonuç almasının fevkalade zor olduğunu tespit ederek,
Suriye’nin Dostları Toplantısı’na
iştirak edip etmemesinden çok bu
mesele üzerinde Rusya ile nasıl bir
koordine etme ve uyumlu olmanın
yolunu araması olduğunu ortaya
koymaktadır. Başyazıya göre, Suriye sorunu Çin-Rusya stratejik işbirliğinin kalitesini yükseltmiştir, bu
da Çin’in Suriye sorunu üzerinde
yaşanan zorlukların yanında kalan
kârdır. Rusya ile kıyasla, Çin’in enerji, ekonomik, ticaret veya güvenlik
alanında Suriye ile kayda değer bir
ilişkisi yoktur, ancak Rusya’ya destek vermekle ikili ilişkilerini güçlendirdiği gibi Moskova’nın uluslararası ortamında izolasyona uğramasını
da önlemiştir.
SDE Uzmanı, Doç. Dr.*
108 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
109
110 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
Ali Kocamaz
karikadüş
NİSAN 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
111
112 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2012
Download