İKİ AYLIK SİYASİ / TEORİK GAZETE Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var! MAYIS/HAZİRAN 2012/03 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X157 ☛ Kapitalizmde Gelecek Yok! Gelecek Ellerimizde! ☛ 24 Nisan ve Kimi Tavırlar... ☛ İbrahim Kaypakkaya ve Milli Mesele.. ☛ Kadınların Kurtuluşu Kendi Ellerinde! Tam Kurtuluş Komünizmde! • EDİTÖRDEN editörden - içindekiler Değerli okuyucu, yeni bir sayı ile daha birlikteyiz. Bu sayımızda Halkların Kardeşliği sayfalarımızda önemli yazılara yer verdik. 24 Nisan’ın yıldönümü dolayısıyla yapılan açıklamaları ve takınılan kimi şovenist tavırları “24 Nisan ve kimi tavırlar” yazısında bulabilirsiniz. Ermeni Sorunu bağlamında Büyük Sovyet Ansiklopedisi’nin 1926 baskısında yayınlanan bir yazıyı bu sayımızda yayınlıyoruz. Sosyalist Sovyetler Birliği’nin sorunu nasıl gördüğünü gösteren bu tarihi belgenin Türkiye’ deki tartışmalara da katkı olacağını düşünüyoruz. Katledilişinin 39. yılında komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın ulusal sorun konusunda görüşlerinin Bolşevikler tarafından yapılmış olan değerlendirmesini yayınlıyoruz. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz. Bu yıl 1 Mayıs yine Taksim’de yoğun katılımlı ve görkemli bir şekilde karşılandı. Taksim 1 Mayıs izlenimlerini güncel sayfalarımızda okuyabilirsiniz. Yeni Kadın Dünyası sayfalarımızda kadın sorunu ve kadının kurtuluş mücadelesi ile ilgili genel ve kapsamlı bir makale var. Nisan ayının sonlarında DİSK Kadın Komisyonu’nun düzenlediği “2012 - 1 Mayıs’a Giderken Kadın Emeği ve Mücadele” konulu panele katılan arkadaşların izlenimlerini yine aynı sayfalarımızda bulabilirsiniz. Panorama sayfalarımız bu sayıda dolu dolu. Sudan ile Güney Sudan arasında yaşanan sorunlar ve tekrar gündeme getirilen savaş, Somali’de yaşanan açlık ve emperyalistlerin yardım adı altında işgal ve savaşı ve Durban’da yapılan “BM İklim Konferansı” üzerine kapsamlı değerlendirmeleri Panorama sayfalarımızdan okuyabilirsiniz. Kavganın Doğrusu/Doğrunun Kavgası sayfalarında Troçkizm değerlendirmesine devam ediyoruz. Geçen sayımızda Türkiye’li Troçkist örgütleri tanıtmaya başlamış ve savundukları kimi görüşleri hakkında bilgi vermiştik. Bu sayımızda Türkiye’li Troçkist örgütleri tanıtmaya devam ediyoruz. Bir dahaki sayıda buluşmak dileğiyle... YDİ Çağrı Mayıs 2012 Gazetemize verilen cezalar Yargıtay tarafından onanmaya devam ediyor. En son Terör Örgütü Propagandası gerekçesiyle 2007 yılında sorumlu yazıişleri müdürümüze açılan bir davada verilen 1 yıl üç ay hapis cezası Yargıtay tarafından da onanarak kesinleşti. Gazetemize açılan birçok benzeri dava da Yargıtay’da beklemektedir. Bu konuya ilişkin basın açıklamamızı ve daha detaylı bilgiyi internet sitemizden takip edebilirsiniz. Okurlarımızı bu konuda da duyarlı olmaya ve gazetemizi sahiplenmeye çağırıyoruz. İÇİNDEKİLER GÜNDEM Kapitalizmde Gelecek Yok! Gelecek Ellerimizde!. . . . . . . . . . . . . . . . 3 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN 24 Nisan ve kimi tavırlar.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4 İbrahim Kaypakkaya Yoldaş ve Milli Mesele . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 Ermeni Sorunu. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13 Baskılara rağmen Amed’de Newroz. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20 Bursa’da Newroz coşkuyla kutlandı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21 GÜNCEL 1 Mayıs 2012’de yüzbinler Taksimi doldurdu . . . . . . . . . . . . . . . . . 22 YENİ KADIN DÜNYASI Kadınların kurtuluşu kendi ellerinde! Tam kurtuluş komünizmde!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 23 DİSK Kadın Komisyonu etkinliği . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 29 İstanbul’da 8 Mart. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 30 2 Adana’da 8 Mart Meşaleli Yürüyüşü. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 31 PANORAMA Gündemde yine savaş var!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 32 “Açlık yardımı” değil, işgal ve savaş!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 35 “BM İklim Konferansı”ndan arta kalanlar!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 38 KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI TROÇKİZM ÜZERİNE V . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 41 OKUR MEKTUBU “Soykırım”a itirazım var! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 57 “Bu kadar da olurmu ya!” demeyin! Bir de şu bizim şoven uzmanımızı dinleyin!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 60 Rosa Lüksemburg Konferansı’ndan . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 64 YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ Fukushıma Uyarısı Üzerinden 1 Yıl Geçti . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 66 Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt / İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 157 · Mayıs / Haziran 2012 • ISSN 1301-692X157• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.net • info@ydicagri.net GELECEK ELLERİMİZDE! gündem KAPİTALİZMDE GELECEK YOK! Patronların zenginliğinin temelinde bizim emeğimiz, bizim alın terimiz var. Biziz sermayeyi daha da çoğaltan! Biziz yaratan ve üreten! İşçiler! Emekçiler! Kapitalist sistemde geleceğimizin olmadığını her gün görüyor ve yaşıyoruz. Taşeronlaşma, esnek ve güvencesiz çalışma, iş ve işçi güvenliğine önem verilmemesinin sonucu, her sekiz saatte bir işçi kardeşimiz ölüyor. Patronların daha fazla kar hırsı, sermayenin çıkarlarını korumakla görevli devletin ilgisizliği ve denetimsizliği nedeniyle yaşanılan iş cinayetlerinde ölüyoruz. Tersanelerde, madenlerde, fabrikalarda, inşaatlarda her gün ölen biziz. Patronların zenginliğinin temelinde bizim emeğimiz, bizim alın terimiz var. Biziz sermayeyi daha da çoğaltan! Biziz yaratan ve üreten! Fakat aynı zamanda; yoksul olan, açlık çeken, işsiz olan, bir iş bulunca şükür eden, günübirlik yaşayan da biziz! Kapitalizm bize bir gelecek sunmuyor. Kapitalizm: kriz demektir. Gerici savaşlar demektir. İşsizlik demektir. Açlık, yoksulluk, yıkım demektir. Faşizm, erkek egemenliği demektir. Kâr uğruna doğanın talanı demektir. Ulusal baskı, şovenizm demektir. Güvencesizlik, geleceksizlik demektir. Kapitalizm tek kelime ile barbarlıktır. Sermayenin çıkarlarını koruyan, onun hükümeti olan AKP; biz işçilere, emekçilere saldırılarını yoğunlaştırarak sürdürüyor. Bize kırıntıları reva görerek, sıtmaya razı etmek istiyor. 12 Eylül faşist cuntasının çıkardığı Sendikalar, Grev, Lokavt, Toplu Sözleşme Kanunlarını, “Toplu İş İlişkileri Kanunu” adı altında değiştirmek istiyor. Yeni yasa tasarısında, eski yasalara göre; bir iki noktada olumlu farklılık olsa da, öz olarak bizler yararına çok fazla değişiklik yoktur. Noter şartının kaldırılması, işkolu, işyeri barajının düşürülmesi, tek başına iyi olmasına rağmen, hiç de yeterli değildir. Sendikal örgütlenmenin önündeki bütün engeller kaldırılmalıdır. Hükümet, sermayenin kendi yararına talep ettiği değişiklikleri gerçekleştirmek istiyor. “Ulusal İstihdam Stratejisi” adı altında; kıdem tazminatı hakkı- mız kuşa çevrilerek fona devredilmek, bölgesel asgari ücret getirilmek, esnek çalışma yaygınlaştırılmak isteniyor. Amaç patronların daha fazla kar yapmasını sağlamaktır. İşçiler! Emekçiler! Bugün çok azımızın yararlandığı kıdem tazminatının fona devredilmesi düşüncesi yanlış değildir. Kazanılmış haklarımızı koruyarak, daha fazla hak almak için mücadele etmeliyiz. Kıdem Tazminatı Fonu oluşturulmadan önce kazanmış olduğumuz kıdem tazminatımız bizlere ödenmelidir. Fon yönetmeliği çıktıktan sonraki dönem için bir yıllık çalışma karşılığı bir aylık brüt ücret, değişik dilimlerle ödenen sosyal haklar da aylık brüt ücrete eklenerek fona devredilmelidir. Bizler fonda biriken kıdem hakkımızı denetleyebilmeli, istediğimiz zaman tazminatımızı alabilmeliyiz. Fonda biriken paralar hiçbir şekilde başka bir amaç için kullanılmamalıdır. Kıdem Tazminatı Fonu işçiler tarafından yönetilmeli ve denetlenmelidir. Biz işçilerin büyük bir bölümünün yararlanamadığı, yararlandırılmadığı andaki kıdem tazminatını savunmak yerine; işçilerin denetiminde, kazanılmış haklarımızın korunduğu, her işçinin yararlandığı, Kıdem Tazminatı Fonu işçi sınıfının çıkarına daha uygundur. Kapitalist sistemde yaratan ve üreten olarak, ücretli köle kalmak istemiyorsak; sermaye ve onun hükümetinin saldırılarına dur demek istiyorsak, mücadele ve örgütlenme dışında başka bir seçeneğimiz yok. İnsanca yaşamak, ezilmeden, sömürülmeden yaşamanın yolu işçilerin, emekçilerin halk iktidarıdır. Unutmayalım: bizi bizden başka kurtaracak güç yok! Bu bilinçle birlik, dayanışma, mücadele günümüz olan 1 Mayıs’ta alanları dolduralım. Kahrolsun ücretli kölelik düzeni! Nisan 2012 3 ✌ halkların kardeşliği için 24 Nisan ve kimi tavırlar... Daha yakın zamana kadar, 1980’li –1990’lı yıllarda, -Türkiye’de yaşayan Ermeni kökenli insanlar ve diyaspora dışında- bir avuç devrimcinin, komünistin dışında soykırım gerçekliğini ortaya koyan, bilince çıkarmaya çalışan yoktu. Bu konuda her tür yayın yasaklarla, yayıncılar ya da yazarlar cezalarla karşı karşıya kalıyordu. Bu durum ama yavaş yavaş da olsa, kimi bedeller ödense de değişmeye başladı. 24 4 Nisan’ın Ermenilere yönelik soykırımın yıldönümü olarak kabul edildiği hemen herkes tarafından biliniyor. Bu hem soykırımın tarihi bir gerçeklik olduğunu savunanlar, hem de “sözde soykırım” ya da “emperyalist yalan” diyerek soykırımı inkar edenler için de geçerlidir. Buna bağlı olarak herkes kendi düşüncesine uygun olarak 24 Nisan’da tavır takınmakta, etkinlik gerçekleştirmektedir. Resmi ideolojinin inkarcılığı ve devlet siyaseti aynen sürüyor. Fakat son yıllardaki gelişmeler bu konuda “buzun kırıldığı”nı da gösteriyor ve gelişmeler yavaş da olsa, soykırım gerçekliği, TC sınırları içindeki değişik millet ve milliyetlerden işçi ve emekçilerin bilincine yerleşmeye başlamıştır. Daha yakın zamana kadar, 1980’li –1990’lı yıllarda, -Türkiye’de yaşayan Ermeni kökenli insanlar ve diyaspora dışında- bir avuç devrimcinin, komünistin dışında soykırım gerçekliğini ortaya koyan, bilince çıkarmaya çalışan yoktu. Bu konuda her tür yayın yasaklarla, yayıncılar ya da yazarlar cezalarla karşı karşıya kalıyordu. Bu durum ama yavaş yavaş da olsa, kimi bedeller ödense de değişmeye başladı. Bu değişime yol açan toplumsal gelişmeler ya da kimlerin hangi rolü oynadığı ayrıca tartışılabilir. Ama tartışılmayacak gerçeklik bu konuda buz’un kırıldığıdır. Daha birkaç sene öncesine kadar, salonlarda bile soykırım kurbanları anılamazken, artık sokaklarda, meydanlarda bu konuda etkinlikler yapılıyor. Örneğin bu sene etkinlik yapılan kimi yerler basına yansıdığı kadarıyla.şunlardı: İstanbul, Ankara, İzmir, Adana ve Bodrum. Bu etkinliklerde halkların kardeşliğinin sağlana- bilmesi için umut veren yan ise, etkinliklere katılanların sadece Ermeni kökenli olmaması, diğer millet ve milliyetlerden insanların soruna sahip çıkmasıdır. Değişik sivil toplum örgütleri, partiler, dergiler, demokrasi mücadelesi çerçevesinde bu soruna sahip çıkıyor, medyada, TC tarihinde hiç bir dönem olmadığı kadar yazı, haber yayınlanıyor. BDP milletvekili Önder Meclis’te basın toplantısı yapıp, 24 Nisan’ın “Ermeni halkının ulusal yas, anma ve acılarını paylaşma günü” olarak kabul edilmesi için kanun teklifinde bulunacaklarını açıklıyor. Evet buz kırılmıştır, artık sadece soykırım acısı gizli gizli paylaşılmıyor, tarihi gerçekliğin devlet tarafından kabul edilmesi talebi de yüksek sesle haykırılmaya, savunulmaya başlanmıştır. Bu gelişmeler, konu üzerine tartışmalar genel olarak Türkiye toplumunu etkilemektedir. AKP MİLLETVEKİLİNDEN “SOY SÜRGÜN” ÖZÜRÜ AKP’nin kurucu kadrolarından ve İstanbul Milletvekili İsmet Uçma’nın soykırımı “soy sürgün” olarak değerlendirip bu konuda Ermenilerden “şahsen özür” dilemesi tavrı bu seneki 24 Nisan’la ilgili haber ve tartışmalarda gündeme gelen bir tavırdı. İsmet Uçma’nın bu tavrı ilk kez ne zaman takındığını takip etme durumunda değiliz. Ama en gecinde 6 Ocak 2012 tarihinde Uçma, Agos gazetesinden Lilit Gasparyan’a yaptığı açıklamada bu tavrını takınmıştı. Yine 12 Ocak 2012 tarihinde Hazal Özvarış’ın T24 için yaptığı söyleşide de Uçma aynı tavrı takındı. 25 Nisan 2012 tarihli medyada bu tavrın öne çıkarılması ise 24 Nisan’ın güncelliğine denk düşüyordu. kırım’ değil, ‘soy sürgün’ olarak tarif etmeyi uygun buluyorum.” (T24, 18.01.2012) biçiminde tavır takınması, soykırım kavramının da kullanılmadığı bir “tanıma”, “özür dileme” istemine işaret etmektedir. Aynı zamanda kavramlar değiştiğinde gerçeklerin de değişeceği yaklaşımının sürdüğünü göstermektedir bu tavır. Uçma’nın tavrı hakkında tabii ki çok şey söylenebilir. Ama önemli olan yan, dikkat çektiğimiz eğilimin önümüzdeki süreçte daha hızlı biçimde gelişmesi ihtimalidir. Sorumluluğu Osmanlıya atarak kendilerini “temize” çıkarma ve her sene 24 Nisan’da kıbleye dönmüş gibi “acaba ABD Başkanı soykırım tanımını kullanacak mı?” korkularıyla nöbetlere kapılmaktan, ya da Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun 25 Nisan’ı “kutlaması”ndan kurtulmak mümkün olacak mı? Göreceğiz! ✌ halkların kardeşliği için Uçma’nın bu tavrı egemenlerin temsilcisi partiler cephesinde alışılmamış bir tavır olarak olumlu değerlendirilebilir. Biz ama sorunun bir diğer yanına dikkat çekmek istiyoruz. “Özal ölmeseydi bu sorunu çözerdi” yönlü haberlerin de yayınlandığı bu günlerde Uçma’nın tavrının devletin resmi yaklaşımının önümüzdeki süreçte yumuşatılacağına da işaret etmektedir. Radikal gazetesinin verdiği habere göre Uçma şu tavrı takınmıştır: “Ben Ermeni vatandaşlarımıza, Ermeni dostlarımıza reva görülen şeyin, ‘soykırım’ değil, ‘soy sürgün’ olduğunu düşünüyorum. Eğer bir ulus devlet yaratmaya çalışırsanız insanları da birbirine düşürürsünüz. Bütün bu yaşananların sorumlusu biz değiliz, İttihat ve Terakki’dir” diyen Uçma, “Ama ‘Biz sizden geçmişimiz(d)e yaşanan bazı olaylardan dolayı özür diliyoruz’ sözünü söyleyebilmemiz gerekiyor. Bu özrü ben şahsen ‘soy sürgün’ için de söylerim.” dedi.” (Radikal, 25 Nisan 2012) Anda tek başına hükümet olan bir partinin milletvekilinin böylesi bir tavrı takınması kuşkusuz ki alışık olmayan bir tavırdır. Bu tavır, resmi inkar tavrının, inkardan farklı bir kabule doğru yol açmaya da yönelik bir tavırdır. Soykırımın 100. yıldönümüne 3 sene kaldı. Bu süreçte Türkiye’nin tavrı, sorunu karşılıklı görüşmelerle, daha doğrusu “komisyonların çalışmaları” temelinde vb. “çözmeye hazır” olduğu yönlü bir tavır olmaya doğru evrimleniyor. Katı inkar siyasetinin tutmadığı TC egemenleri açısından da ortaya çıkmıştır. Bu evrimlenmenin en az son 10 yıldır yaşandığını tespit etmek yanlış olmayacaktır. Bunun püf noktası da Uçma’nın “Bütün bu yaşananların sorumlusu biz değiliz, İttihat ve Terakki’dir” tespitindedir. 2000’li yılların başından beri ortaya çıkan ve Uçma’nın bu ifadesiyle de daha da somutlaşan eğilim şöyle ifade edilebilir: TC devleti soykırımı Osmanlı devletinin yaptığını; sorumluluğu ve suçluluğu da Osmanlı devletinin üzerine atıp kendisinin soykırımla ilgisi olmadığı temeinde soykırımı kabul etmesi ve bu sorundan kurtulması biçimindeki bir eğilim. Bu eğilim, inkarcı, ırkçı yaklaşımın resmi yaklaşıma damgasını vurmasına bağlı olarak çok yavaş gelişen bir eğilimdir, ama gidişat bu yöndedir. Uçma’nın, Hazal Özvarış’ın sorularını yanıtlarken “Yaşanan olaya ‘soykırım’ dışında bir tanım bulmak zorundayız. Zaten bu kavram, 1950’li yıllardan sonra gündeme gelmiş bir tabirdir. Dolayısıyla ben. Ermeni vatandaşlarımıza yönelik 1915’te yaşanan süreci ‘soy- HALKIN KURTULUŞ PARTİSİ’NİN (HKP) TAVRI: REZALET! Halkın Kurtuluş (siz KEMALİST diye okuyun) Partisi, kendisini 1950’li yılların başlarına kadar TKP ve sonrasında Kıvılcımlı tarafından kurulan Vatan Partisi’nin mirasçısı olarak kabul ediyor. Dayandığı ideolojinin de Marksizm-Leninizm olduğunu iddia ediyor. Bu örnek aslında Marksizm-Leninizm (ML) bilimine, komünizm için mücadeleye en büyük darbenin, Marksizm-Leninizm adına ortaya çıkan revizyonizm, oportünizm ve de ML adına Kemalizmin, ulusalcılığın savunuculuğunu yapanlarca indirildiğinin sadece bir örneğini oluşturuyor. HKP’nin kemalistliği, halklar arasında kardeşliğin önüne engel tavrı bu senenin 24 Nisan’ında da kendisini gösterdi. İstanbul’da Taksim Meydanı’nda saat 19:15’te yapılan soykırım kurbanlarını anma etkinliğine karşı, HKP “o emperyalist canavarların inlerine gönderileceği Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın başladığı yıl olan 1919’a gönderme yaparak saat 19:19’da sahte demokratlarla aynı yerde, Taksim Meydanı’nda bir basın açıklaması” (www.kurtuluspartisi.org) yaparak soykırımın “emperyalistlerin bir yalanı” olduğu tavrını takındı. Emperyalizme karşı olma adına 24 Nisan’da HKP tarafından yapılan etkinlikler ve bu tavır tam bir ibretlik tavırdır. Kemalizmin, Türk şovenizminin anti emperyalistlik adına savunulduğu açıklamanın başında “Batılı Emperyalistlerin ‘ŞARK MESELESİ’nin nihai çözümü olarak hazırladıkları SEVR’in bir parçası olan ‘ERMENİ SOYKIRIMI’ yalanının Türkiye’deki yerli misyoner- 5 ✌ halkların kardeşliği için lerine!” denerek açıklamanın kime yönelik olduğu ifade edilmektedir. Bu temelde de resmi ideolojinin soykırımın tarihi bir gerçeklik olduğunu inkar cephesinde, hem de açıklamanın kimi yerlerinde aynı cümle, kavramlarla yerini almaktadır. HKP bu konuda Perinçek/İP ve “Talat Paşa Komitesi” ile de tamamen örtüşmektedirler. HKP kendince kimi alıntılarla soykırımın “emperyalist bir yalan” olduğunu belgelemeye çalışıyor. Morgenthau’dan sözederken şu tavrı takınıyor: “Bu emperyalist savaş propagandasını bir de dönemin ABD İstanbul Büyükelçisi Henry Morgenthau, yine o yıllarda ABD’de yayınlanan ‘Anıları’nda öne ortadan kalkmış mı oluyor? Hayır! HKP bu ibretlik, antisemitik ve de kemalist yaklaşımda Kürtlere de oynuyor! HKP’nin tavrını biraz daha yakından görebilmek için en azından şu uzun alıntıyı aktarmak gerekiyor: “Fakat kandırılarak, bilgisizlikten, saflıktan ve özgüven yokluğundan dolayı bu emperyalist yalana inananlar, büyük hata ediyorlar. Ve fena halde yanılıyorlar. İşte biz, onları uyandırmak istiyoruz. Diyoruz ki, aklınızı kullanın. İnsana yakışan budur... Olayları, hiçbir önyargı altında kalmadan görmeye, kavramaya çalışın... Ermeni İsyanı haklıydı demek, bugün Kürtlerin ya- Bizim için milletler, insanlar arasındaki sınırların ortadan kaldırılması, araziler arasındaki sınırlardan çok daha önemlidir. Eğer araziler arasındaki sınırlar halkların kardeşliği önünde engel teşkil ediyorsa o sınırları ortadan kaldırmak için mücadele vermek görevimizdir. Sınıfsız, sömürüsüz ve de sınırsız bir dünya yaratmak için mücadele, halklar arasındaki sınırların ortadan kaldırılması için de mücadeledir! 6 sürer, savunur. Onun da bu yalanı savunmadaki amacı şudur: Morgenthau Amerikan Yahudisidir. Yalanlardan ibaret bu anılarıyla Amerikan Halkını, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na itmeye çalışmaktadır. Yani ABD’nin savaşa girmesini Amerikan Halkının desteklemesini istemektedir. ABD, müttefiklerin safında savaşa girecek, böylece de Osmanlı daha kısa sürede ve kesin biçimde çökertilecek, toprakları paylaşılacak; bu paylardan biri üzerinde de (Filistin’de) bağımsız bir Yahudi devleti kurulabilecektir. Onun da hesabı budur.” (24.04.2012 tarihli açıklamadan) HKP’nin Morgenthau’ya karşı takındığı bu tavır Yahudi düşmanlığının bilinen şemalarından biridir ve bu tavır Ermenilere yönelik soykırım gerçekliğini reddetme temelinde yükselen antisemitik bir tavırdır da aynı zamanda. Varsayalım ki Morgenthau’nun böylesi bir hesabı vardı. Peki ama soykırım gerçeği ortadan kalkıyor mu? Emperyalistler kendi hesaplarına göre sorunu kullandılar diye, Osmanlının egemen olduğu coğrafyadaki Ermenilerin büyük bölümünün katledildiği, sürüldüğü ve o dönem “Türk Ermenistanı” olarak da adlandırılan bölgenin Ermenisiz bırakıldığı gerçeği şadığı topraklar tarihi Ermeni vatanıdır demektir. Ve biz, 24 Nisan’da emperyalizmin ‘umut kaynağı’ ve ‘demokrasi güçleri’ olarak adlandırdığı Soytarı Solcuları protesto ettiğimiz zaman, bu harekete mensup Kürt arkadaşlar bize karşı çıkıyorlar, yahu nasıl böyle bir şey yaparsınız, diye. Bilmiyorlar ki tarihlerini... Onlara şu soruları sormamız lazım: Peki Ermeni İsyanı meşru muydu? Meşruydu, diyorlar. Haklı mıydı? Haklıydı, diyorlar. Peki talepleri nelerdi? Mersin’le Trabzon’u birleştiren hattın doğusunda kalan tüm topraklar, tarihi Ermeni vatanıdır, biz burada bağımsız bir Ermenistan kuracağız, diyorlar. Peki Osmanlı verse miydi Ermenilere, bu toprakları? Emperyalizmin ürettiği soykırım tezini savunanların buna cevap vermeleri gerekir. İyi, tamam, alın mı demesi gerekirdi Osmanlı’nın? Meşru olan, haklı olan bu muydu? Doğru olan, yapılması gereken bu muydu? Buna cevap vermelerini istiyoruz. Eğer doğru ve haklıysa, Osmanlı o gün yanlış yaptıysa, bugün siz savunun o doğru ve haklı olan talepleri! Açıkça savunun. Burası tarihi Ermeni vatanı, Ermeniler gelsin, burada bağımsız devlet kursunlar, deyin. Bunu diyemiyorsanız; ikiyüzlülük yapmayın, sahtekarlık yapmayın, düzenbazlık yapma- ğildir. Kürtlerin üzerinde yaşadığı toprakların önemli kesimi Kürdistanı, TC sınırları içinde de Kuzey Kürdistanı oluşturuyor. Ama bugün Kürtlerin ve de birçok milliyetten insanların üzerinde yaşadığı toprakların önemli bir bölümü de “tarihi Ermeni vatanıdır”! Bir başka ifadeyle Batı Ermenistan tarihi olarak Ermenilerin üzerinde yaşadığı coğrafyaydı. Bu olgu soykırımla ortadan kaldırıldı. Bu bölgeye başta Kürtler olmak üzere –ki zaten bu bölgeler “saf Ermeni” ya da “saf Kürt”lerin yaşadığı bölgeler değildi- değişik milliyetlerden insanlar yerleştirildi. HKP kendi yaklaşımı temelinde tutarlı davranarak resmi ideolojinin savunuculuğunu yapmaktadır. “Atalarımız katildi demeyin!” diyerek katilleri savunmaktadır. Biz de kendi tavrımızda tutarlı davranıyoruz ve haberi yoksa HKP’ye bildiriyoruz: Evet, biz diasporadaki Ermenilerin Batı Ermenistan’a geri dönme, yerleşme ve ayrı devlet kurma hakkını savunuyoruz. Biz kanla, zulümle, katliamlarla, soykırımla bize devredilen bir vatan istemiyoruz! Hele bunu “atalarımızdan armağan” olarak hiç kabul etmiyoruz! Kollektif suç veya sorumluluk diye bir tavrımız yoktur ama soykırımda yer alan atalarımız katildir diyor ve bu tarihi barbarlığı bilince çıkarıp buna karşı mücadele ediyoruz! Bizim için milletler, insanlar arasındaki sınırların ortadan kaldırılması, araziler arasındaki sınırlardan çok daha önemlidir. Eğer araziler arasındaki sınırlar halkların kardeşliği önünde engel teşkil ediyorsa o sınırları ortadan kaldırmak için mücadele vermek görevimizdir. Sınıfsız, sömürüsüz ve de sınırsız bir dünya yaratmak için mücadele, halklar arasındaki sınırların ortadan kaldırılması için de mücadeledir! Dergimizin 116. sayısındaki şu alıntıyla yazımızı bitirelim: “Bize düşen görev, halkların kardeşliğinin sağlanabilmesi için mücadeledir... Bunu yaptığımızda hiç kuşkumuz olmasın: Bir gün mutlaka, mutlaka ama, Yaşayacaktır halklarımız kardeşçe, özgürce bir arada, halklar arası duvarları yıkıp etnik, dini kökenlerini, renklerini zenginlik ve arazinin sınırlarını hiçe sayarak...” ✌ halkların kardeşliği için yın... Türklerin ve Osmanlı’nın sırtından kimse demokratlık oynamasın! Atalarımıza yok yere çamur atmayın. Atalarımız katildi demeyin! Atalarımız çok doğru davrandılar. Türk ve Kürt ortak vatanını, emperyalizmin maşalarına karşı canlarıyla, kanlarıyla savunarak bize bu vatanı armağan ettiler. Onlar onu yapmasaydı, belki bugün bizler hayatta olmayacaktık. Belki olacaktık da adımız Ahmet, Mehmet, Süleyman olmayacaktı. O zaman siz, evet verelim deyin bakalım. Bakalım Kürt Halkı sokuyor mu Kürt illerine... Bu tezin savunucuları düzenbazlık yapıyorlar. Devrimciye yakışmaz, insana da yakışmaz sahtekarlık. Bir tezi savunuyorsanız sonuna kadar tutarlı olacaksınız.” (sözkonusu açıklamadan) Burada savunulan görüş, sorulan sorular temelinde ortaya çıkmaktadır ve her tespit ayrıca ele alınıp teşhir edilmesi gereken tespit konumundadır. “Düzenbazlık, soytarılık” vb. tanımlamaları temelindeki seviyesizliği HKP’nin kendisine iade edip birkaç noktada tavrımızı ortaya koyalım. HKP “Ermeni İsyanı meşru muydu?” sorusunu soruyor. Soykırım meselesi tartışıldığında öne sürülen bu soru ya da yaklaşım, Ermeni İsyanı diye bir isyanın yaşanmadığı tarihi gerçeği çarpıtıyor. Ermeniler içinde bağımsız bir Ermenistan isteyen kesimler olmuştur ve bu istem, bu amaç için mücadele meşrudur. Yani gerçekten bağımsız bir Ermenistan için İsyan olmuş olsaydı, haklı olacaktı! Yine talepler bağlamında da tüm Ermenilerin “Büyük Ermenistan” diye bir talebi yoktu. 1878 San Stefano (Yeşilköy) Anlaşması’nda ve 1878 Berlin Anlaşması’nda dile getirilen talepler esasında Ermenilerin Kürt ve Çerkezlerin saldırılarına karşı korunması ve Ermenilerin yaşadığı “Doğu Vilayetleri”nde özerklik için reformlardır. 1915’teki “Van İsyanı” ise Ermenilerin kendilerini korumaya yönelik direnişidir. Topraklar meselesinde ise “Peki Osmanlı verse miydi Ermenilere, bu toprakları?” sorusunu soruyor HKP. “Mersin’le Trabzon’u birleştiren hattın doğusunu” değil ama o dönem “Türk Ermenistanı” olarak adlandırılan ama gerçekte Batı Ermenistan denen coğrafyanın Osmanlı tarafından işgalinin sözkonusu olduğu olgusu öncelikle bilinçlere çıkarılmalı ve bu topraklarda Ermenilerin kendi devletlerini kurma isteminin meşru olduğu söylenmek zorundadır. “Ermeni İsyanı haklıydı demek, bugün Kürtlerin yaşadığı topraklar tarihi Ermeni vatanıdır” demek de- 29 Nisan 2012 7 İBRAHİM KAYPAKKAYA YOLDAŞ VE MİLLİ MESELE ✌ halkların kardeşliği için Faşist katillerce katledilişinin 39. yılında komünist önder İbrahim Kaypakkaya yoldaşı anıyoruz. O’nun bugün de komünistlerin elinde silah olan milli mesele konusundaki görüşlerinin, Bolşevikler tarafından yapılmış olan değerlendirmesini yayınlıyoruz. İ 8 brahim KAYPAKKAYA yoldaşın “Türkiye’de Milli Mesele” başlıklı yazısını tezler halinde şöyle değerlendiriyoruz: 1— İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş, Marksizm-Leninizmin ulus tanımını, bu tanımın sınıfsal içeriğini doğru olarak kavramış ve revizyonist çarpıtmalara karşı savunmuştur. İbrahim KAYPAKKAYA Marksizm-Leninizmin bilimsel ulus tanımına dayanarak, Türkiye’de Kürtlerin bir ulus oluşturduğunu kanıtlamış, ikna edici bir biçimde ortaya koymuştur. Kürtlerin varlığının bile —hem de solculuk adına da!— tartışıldığı bir ortamda, Türkiye’de Kürtlerin bir ulus olduğunun yüksek sesle ilanı, İbrahim KAYPAKKAYA yoldaşın önemli bir katkısıdır. İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş, yalnızca Kürt ulusal sorununda değil, Türkiye’de yaşayan diğer ezilen milliyetler sorununda da “ezilen milliyetlere tam hak eşitliği” ilkesini savunarak, Marksist-Leninist bir konumda durmuştur. 2— Ulusal baskının yalnızca emekçi yığınlara değil, aynı zamanda ezilen ulusun burjuva ve toprak ağası sınıflarına da uygulandığı konusunda doğru pozisyonu savunmuştur. İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş, ulusal mücadele ile sınıfsal mücadele arasındaki ilkesel ayrılığı ve bunların ilişkilerini doğru bir biçimde ortaya koymuş ve sınıf mücadelesinin özgürce gelişmesi için ulusal baskının ortadan kaldırılmasının oynayacağı rolü doğru olarak belirlemiştir. 3— Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nın, Marksizm-Leninizm’de yalnızca ayrılma hakkı ola- rak yorumlanıp, savunulduğunu doğru olarak ortaya koymuştur. 4— Ulusal sorunun çözümünü Proleter Devrime bağlı ele alarak, temel ilkeyi doğru olarak savunmuştur. 5— İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş, milliyetçiliğe karşı mücadele konusunda, ezen ulus şovenizmi ile ezilen ulus milliyetçiliği arasında yapılması gereken ayrımı doğru olarak yapmıştır. O, milliyetçiliğe karşı mücadelede, esas darbeyi doğru olarak Türkiye’de ezen ulus şovenizmi olan Türk şovenizmine yöneltmiştir. O, ezilen ulus milliyetçiliğine karşı da mücadele etmiştir. 6— Ulusal sorunun Demokratik Halk Devleti’nde çözümü konusunda berrak Marksist-Leninist bir program savunmuştur. 7— İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş, ezen ulus komünistleri ile ezilen ulus komünistlerinin ulusal soruna yaklaşımında ikili —ayrı— görevleri konusunda Marksist-Leninist ilkeyi çıkış noktası almış ve savunmuştur. 8— İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş, bütün milliyetlerden işçilerin Komünist Partisi’nde ve bütün sınıf örgütlerinde ortak örgütlenmesini savunmuştur. 9— Genel programatik açıdan, net Marksist-Leninist bir pozisyonda durarak, bu konuda Bolşevik programın temel taleplerini savunmuştur. Bütün bunlar, İbrahim KAYPAKKAYA yoldaşın ulusal sorunda açıkça Marksist-Leninist pozisyonda olduğunu göstermektedir. 10— İbrahim KAYPAKKAYA, milli sorunda Lenin «Kendi Kaderini Tayin Hakkı». «Kendi kaderini tayin» ile «kendi kaderini tayin hakkı» farklı şeylerdir. «Kendi kaderini tayin» veya «kendi kaderini tayin etme» ayrılma, ayrı bir devlet kurma anlamına gelir. Oysa, «kendi kaderini tayin hakkı» biraz önce de işaret ettiğimiz gibi ayrılma hakkı, «ayrı bir devlet kurma hakkı» anlamına gelir. Komünistlerin her şart altında ve kayıtsız şartsız savundukları şey, «kendi kaderini tayin hakkı» yani ayrı bir devlet kurma hakkıdır. «Kendi kaderini tayin hakkı» ile «kendi kaderini tayin» veya başka bir deyişle «ayrı bir devlet kurma hakkı» ile «ayrı bir devlet kurma» asla birbirine karıştırılmamalıdır. Komünistler birincisini her şart altında savundukları halde ikincisini şartlara bağlı olarak savunurlar. Lenin yoldaşın ifadesiyle komünist hareket bu ikinci sorunu, «her özel meselede somut olarak, bir bütün olarak sosyal gelişmenin ve sosyalizm için proletaryanın sınıf mücadelesinin menfaatleri açısından yargılar ve tayin eder».” (Seçme yazılar s. 243) Onun “Milli Mesele İle İlgili Görüşlerin Özeti” başlığı altında topladığı şu görüşler, bugün de MarksistLeninistlere bu konuda ışık tutmaktadır: “21— Marksist-Leninist Hareketin Milli Meseleyle İlgili Görüşlerinin Özeti: Marksist-Leninist hareket, bugün Türk hakim sınıflarının Kürt milletine ve azınlık milliyetlere uyguladığı milli baskıların en amansız ve en kararlı düşmanıdır; milli baskılara, diğer diller üzerindeki baskılara, milli imtiyazlara karşı en önde mücadele eder. Marksist-Leninist hareket, Türk burjuva ve toprak ağaları tarafından ezilen Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkını, yani ayrılma ve bağımsız bir devlet meydana getirme hakkını her dönemde ve kayıtsız şartsız tanır ve savunur. Marksist-Leninist hareket, devlet kurma hakkı konusunda da imtiyaza karşıdır. Halk demokrasisinin en temel ilkeleri bunu zorunlu kılmaktadır. Aynı zamanda Türk burjuva ve toprak ağalarının Türkiye’deki azınlık milliyetlere uyguladığı şimdiye dek görülmedik milli baskılar da bunu zorunlu kılıyor. Bu aynı zamanda bizzat Türk işçilerin ve emekçilerin özgürlük mücadelesi tarafından zorunlu kılınmaktadır, çünkü onlar, Türk milliyetçiliğini yıkmazlarsa, onlar için kurtuluş imkânsız olacaktır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, belli bir ulusun ayrılmasının gerekliliği ile asla karıştırılmamalıdır. Marksist-Leninist hareket, ayrılma sorununu her ✌ halkların kardeşliği için ve Stalin’e dayanmış, onların teorisini çıkış noktası almış ve bu teoriyi KK-T pratiği ile başarılı bir biçimde kaynaştırmıştır. 11— İbrahim KAYPAKKAYA, Marksizm-Leninizmin ilkelerinden yola çıkarak KK-T’de Cumhuriyet döneminde Kürt isyanları konusunda doğru tavır takınmış, TKP’nin —aynı zamanda Komintern’in de tavrı olan— tavrını doğru bir temelde eleştirmiştir. 12— İbrahim KAYPAKKAYA, Kürtlerin parçalanmış bir ulus olduğu ve bu “tarihi haksızlık”ın ortadan kaldırılmasına ancak Kürt ulusunun kendisinin karar verebileceği doğru tezlerini savunmuştur. 13— İbrahim KAYPAKKAYA yoldaşın hataları ikincildir. İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş, “… milli baskıların esas hedefi ezilen, bağımlı ve uyruk milletin burjuvazisidir”, “Milli hareketler özünde her zaman burjuvazinin damgasını taşımaktadır” şeklinde tespitler yapmaktadır. Bu tespitler, emperyalizm çağı için yanlış tespitlerdir. İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş, “Milli baskının amacı nedir?” başlığı altında yürüttüğü tartışmada, “meselenin özünün pazara kimin hakim olacağı” sorunu olduğunu söylemektedir. Bu tez de emperyalizm çağı açısından yanlıştır. Ancak İbrahim KAYPAKKAYA’nın çizgisinde bu tespit, teorik bir yanlış olarak durmaktadır. İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş, “Doğu Anadolu Bölge Komitesi” bağlamında, Şafak revizyonizmi ile hesaplaşmamıştır. Ulusal özellikleri dikkate alan bir örgütlenmenin gerekliliğini savunmamıştır. İbrahim KAYPAKKAYA’nın “Kürt ulusal hareketinin… çözüme bağlanmamış tek ulusal hareket” olduğu tespiti 1972 için yapılan somut bir tespit olarak alınsa da özellikle Ermeni ulusal hareketi bağlamında eksiktir. İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş, Türkiye’de milli mesele sorununa Marksizm-Leninizm açısından yaklaşmış; Kürt ulusunun varlığını, kendi kaderini tayin hakkını savunarak, Türk şovenizmine ağır bir darbe vurmuştur. O esas darbeyi Türk şovenizmine vururken, hiçbir şekilde ezilen ulus milliyetçiliğine de taviz vermemiştir. Onun kendi kaderini tayin ve tayin hakkı konusunda söyledikleri; Türk şovenizmine karşı mücadele adına ortaya çıkan; ve fakat “kendi kaderini tayin hakkının her şart altında savunulmayacağını” iddia ederek, bu hakkı sinsice reddedenlere iyi bir cevaptır: “15— «Kendi Kaderini Tayin». 9 ✌ halkların kardeşliği için 10 Marksist-Leninist hareket, genel olarak ezilen milliyetlerin ve özel olarak Kürt milletinin milli baskılara, zulme ve imtiyazlara karşı yönelmiş mücadelesini kesinlikle destekler; ezilen milletin milli hareketindeki genel demokratik muhtevayı kesinlikle destekler. özel meselede somut olarak ele alır, «bir bütün olarak sosyal gelişmenin ve sosyalizm için, proletaryanın sınıf mücadelesinin menfaatleri açısından yargılar ve tayin eder». Marksist-Leninist hareket, tasvip etmediği bir ayrılma kararında da zor kullanmayı, engel ve güçlük çıkarmayı kesinlikle reddeder. Sınırlar, milletin kendi iradesiyle tespit edilmelidir. Bu, çeşitli milliyetlere mensup işçi ve emekçi yığınların karşılıklı güveni, sağlam dostluğu ve gönüllü birliği için zorunludur. Marksist-Leninist hareket, genel olarak ezilen milliyetlerin ve özel olarak Kürt milletinin milli baskılara, zulme ve imtiyazlara karşı yönelmiş mücadelesini kesinlikle destekler; ezilen milletin milli hareketindeki genel demokratik muhtevayı kesinlikle destekler. Marksist-Leninist hareket, Kürt milli hareketinin başını çeken burjuva ve küçük toprak ağalarına karşı da, Kürt proletaryasının ve emekçilerinin sınıf mücadelesini yürütür ve yönetir. Kürt burjuva ve toprak ağalarının milliyetçiliği güçlendirmeyi hedef alan eylemlerine karşı, Kürt işçi ve emekçilerini uyarır. Marksist-Leninist hareket, çeşitli milliyetlerin burjuva ve toprak ağası sınıflarının kendi üstünlükleri için giriştikleri mücadeleler karşısında kayıtsızdır. Marksist-Leninist hareket, milli baskılara karşı mücadeleyi toprak ağalarının, şeyhlerin, mollaların vb… durumunun güçlenmesiyle bağdaştırma çabasında olanlara karşı mücadele eder. Marksist-Leninist hareket, Türk hakim sınıflarıyla işbirliği yapan Kürt büyük feodal beylerinin, din adamlarının, büyük burjuvalarının, işçileri ve emekçileri bölme çabalarını, el altından Türk burjuva ve toprak ağalarıyla, bütün milliyetlerin emekçi halklarının aleyhine dalavereler yürüterek işçileri ve emekçileri uyutma çabalarını, çoğu zaman milliyetçi slo- ganlarla örtbas etmeye çalıştıklarını bilmektedir ve bunlara karşı mücadele eder. Marksist-Leninist hareket, Lenin yoldaşın da işaret ettiği gibi, bütün ülkelerin ve hele ezilen ülkelerin geniş emekçi yığınları önünde bıkmadan, usanmadan siyasi bakımdan bağımsız devletler kurma maskesi altında, gerçekte iktisadi, mali ve askeri alanlarda kendilerine tamamen tabi devletler yaratan emperyalist devletlerin sistemli biçimde uyguladıkları aldatmacayı açıklar ve suçlar. Marksist-Leninist hareket, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin belli bir devlette, birleşik örgütlerde siyasi, sendikal, kooperatif, eğitsel vb. örgütlerde kaynaştırılmasını savunur. İşçileri ve emekçileri milliyetlerine göre ayrı örgütlerde toplama eğilimleriyle mücadele eder. Çünkü değişik milliyetlerin işçileri ve emekçileri, uluslararası sermayeye ve gericiliğe karşı ancak bu şekilde başarılı mücadele yürütme imkânına kavuşur; bütün milliyetlerin toprak ağalarının, din adamlarının ve burjuva milliyetçilerinin propagandasıyla ve gerici özlemleriyle ancak bu şekilde başarıyla mücadele etme imkânına kavuşur. Marksist-Leninist hareket, ülkemizde her milliyetten burjuva ve küçük-burjuva oportünist partiler ve akımlar tarafından genellikle benimsenen «kültürelmilli özerklik» plânını kesinlikle reddeder. Çünkü bu plân, bir tek devletin eğitim işlerinin milliyetlere göre bölünmesini önermektedir; böylece, her milliyetin işçi ve emekçilerini, o milliyetin burjuva ve toprak ağalarının kültürüne bağlamayı ve onları manevi bakımdan köleleştirmeyi hedef almaktadır. Dolayısıyla, hem demokrasi açısından, hem de proletaryanın sınıf mücadelesinin menfaatleri açısından son derece zararlıdır. Marksist-Leninist hareketin demokratik halk dik- bir mahiyet taşımamaktadır. Bu nedenle komünistler onun düzeltilmesini istemek akılsızlığını ve basiretsizliğini göstermezler. Bu noktayı belirtmemizin sebebi, Program Taslağı üzerindeki tartışmalarda bir arkadaşın Kürdistan bölgesinin birleştirilmesini programa koymak yolundaki isteğidir. Türkiye’de komünist hareket ancak Türkiye sınırları içindeki milli meseleyi en iyi, en doğru çözüme bağlamakla yükümlüdür. Irak ve İran’daki komünist partileri de, milli meseleyi kendi ülkeleri açısından en doğru çözüme kavuştururlarsa, sözkonusu tarihi haksızlığın hiçbir değeri ve önemi kalmayacaktır. Bütün Kürdistan’ın birleştirilmesini programımıza koymamız bir de şu açıdan sakattır: Bu, bizim tayin edeceğimiz bir şey değildir. Kürt milletinin kendisinin tayin edeceği bir şeydir. Biz Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını, yani ayrı bir devlet kurma hakkını savunuruz. Bu hakkı kullanıp kullanmayacağını veya ne yönde kullanacağını Kürt milletinin kendisine bırakırız. Bu nokta üzerinde ilerde tekrar duracağımızdan, geçiyoruz.” (İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, Şubat 1992, sf. 196-197) Onun bu görüşleri, şimdi birçok Kürt milliyetçisi örgüt tarafından, İbrahim KAYPAKKAYA’nın “Kemalizm”in Misak-ı Milli düşüncesini aşamadığı vb. şeklinde eleştiriliyor. Bu eleştiriciler, önce İbrahim KAYPAKKAYA bu görüşleri savunduğunda Kürdistan’ın çeşitli parçalarındaki milli uyanış ve milli kurtuluş hareketinin boyutlarının bugünle karşılaştırılamayacak kadar cılız olduğu gerçeğini unutuyorlar. Bunlar, ikinci olarak da, İbrahim KAYPAKKAYA’nın tartıştığının, “Kürdistan’ın birleştirilmesinin bir Komünist Parti’nin programına alınıp alınmayacağı” sorunu olduğunu gözlerden gizliyorlar. İbrahim KAYPAKKAYA’nın Marksist-Leninist çizgisinin sürdürücüsü olan Bolşeviklerin bu konudaki tavrı şudur: “Kürt ulusu uluslaşma sürecinin —kapitalizmin gelişmesinin Batı Avrupa ülkeleri ile karşılaştırıldığında Osmanlı devletindeki geç gelişmesi sonucu— henüz başlarında iken, Kürdistan emperyalist işgale karşı savaşın başını çeken Kemalist Türk hükümetinin İngiliz-Fransız emperyalistleri ve İran gericileri ile anlaşması sonucu dört parçaya bölündü. (Daha doğrusu daha önceki Osmanlı ve İran devlet sınırları içindeki, bölgesel olarak oldukça geniş bir özerkliği de içeren ikiye bölünmüşlük, Lozan anlaşması sonucu dörde — ✌ halkların kardeşliği için tatörlüğü sisteminde milli meseleye getireceği çözüm şudur: Demokratik halk diktatörlüğü sisteminde bütün milletlerin ve dillerin tam eşitliği garanti edilecektir. Hiç bir zorunlu dil tanınmayacak, halka bütün yerli dillerin öğretildiği okullar sağlanacaktır. Halk devletinin anayasası, her hangi bir milletin, her hangi bir imtiyaza sahip olmasını ve milli azınlığın haklarına her hangi bir tecavüzü kesinlikle yasaklayacaktır. Her ulusa kendi kaderini tayin etme hakkı tanınacaktır. Bütün bunların gerçekleşmesi için, özellikle yaygın bölgesel özerklikve tamamen demokratik yerel kendi kendini yönetim gereklidir. Bu özerk ve kendi kendini yöneten bölgelerin sınırları ekonomik ve sosyal şartlar, nüfusun milli bileşimi vb… temeli üzerinde bizzat mahalli nüfus tarafından tayin edilecektir. Milli meseledeki temel şiarımızı bir kere daha tekrarlayalım: «Bütün uluslar için tam hak eşitliği; ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı; bütün ülkelerin işçilerinin (ve ezilen halkların) birleşmesi».” (age. s. 256-259) İbrahim KAYPAKKAYA’nın Kürdistan’ın parçalanmışlığı ve bunun devrim açısından oynadığı rol konusundaki görüşleri şöyledir: “Lozan Antlaşması, Kürtleri çeşitli devletler arasında parçaladı. Emperyalistler ve yeni Türk hükümeti, Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkını çiğneyerek, Kürt milletinin kendi eğilimini ve isteğini hiçe sayarak, sınırları pazarlıkla tesbit ettiler. Böylece Kürdistan bölgesi İran, Irak ve Türkiye arasında bölündü. Burada bir noktayı daha belirtelim: Kürdistan’ın Lozan Antlaşmasıyla kendi kaderini tayin hakkı çiğnenerek parçalanması, elbette tarihi bir haksızlıktır. Ve Lenin yoldaşın bir başka vesileyle söylediği gibi, haksızlığı durmadan protesto etmek ve bütün hakim sınıfları bu konuda ayıplamak, komünist partilerin görevidir. Ama böyle bir haksızlığın düzeltilmesini programına koymak akılsızlık olur. Çünkü günün meselesi olma niteliğini çoktan kaybetmiş bir sürü tarihi haksızlık örnekleri vardır. «Sosyal gelişmeyi ve sınıf mücadelesini doğrudan doğruya kösteklemekte devam eden bir tarihi haksızlık» olmadıkları sürece, komünist partiler bunların düzeltilmesini sağlamak gibi, işçi sınıfının dikkatini temel meselelerden uzaklaştırıcı bir tutuma giremezler. Yukarda işaret ettiğimiz tarihi haksızlık, artık günün meselesi olma niteliğini çoktan yitirmiştir. «Sosyal gelişmeyi ve sınıf mücadelesini doğrudan doğruya kösteklemek» gibi 11 ✌ halkların kardeşliği için 12 İran/Türkiye/Irak/Suriye— bölünmüşlüğe dönüştü.) Kürdistan’ın bölünmesi, aynı zamanda henüz uluslaşma sürecinin başlarında bulunan birulusun, Kürt ulusunun parçalanması anlamına geliyordu. Bu noktadan itibaren Kürt ulusunun birleşik bir ulus olarak toprak birliği emperyalist zorla ortadan kaldırılmıştı. Bu noktadan itibaren artık tüm Kürt ulusu için iktisadi yaşantı birliği de söz konusu değildir. Parçalanmış Kürt ulusunun her parçası, üzerinde yaşadığı Kürdistan toprağı hangi devletin sınırları içinde kaldı ise, o esas olarak o devletin iktisadi yaşantı birliğinin bir parçasıdır. Her parçalanmış ulusta olduğu gibi, Kürt ulusunda da parçaların artık bir ulustan söz edilemeyecek seviyede farklılaşması yolu ile yeni ulusların oluşması; ya da belli parçalardaki Kürt ulusunun giderek asimile olması vb. teorik olasılık olarak vardı. Ve her parçadaki ezen ulusun hakim sınıfları, “Kürt sorununu” Kürt ulusunu yok ederek veya asilime ederek “çözmek” için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Fakat gelişmelerin açıkça gösterdiği gibi, ne değişik parçalardaki farklılaşma bir Kürt ulusu ve onun parçaları yerine değişik uluslardan söz edilmesini haklı kılacak seviyede bir farklılaşma oldu; ne de katliamlar kıyımlar ve asimilasyon çabaları Kürt ulusunu ortadan kaldırabildi. Tersine kapitalizmin gelişmesine paralel olarak tek tek parçalarda uluslaşma süreci hızlanarak sürdü ve tek tek parçalarda bir ulusun, Kürt ulusunun parçaları olma; bir ülkenin, Kürdistan’ın parçaları olma bilinci —özellikle son on yıllar içinde— gelişti. Kürdistan’ın ve Kürt ulusunun —emperyalist savaş sonucunda— parçalanmış bir ülke ve parçalanmış bir ulus olduğu ve Kürt ulusunun her parçada, parçalanmış bir ulusun parçaları olarak varlığını sürdürdüğü, tüm katliamlara ve asimilasyon çabalarına rağmen varlığını sürdürdüğü olgudur. Bunlar olgu olduğuna göre, Kürt ulusu parçalanmış bir ulus olarak varlığını sürdürdüğüne göre, Kürt ulusunun ve Kürdistan’ın yeniden birleştirilmesinin objektif temeli olduğu açıktır. Bütün Kürt milliyetçisi örgütlerin temel program maddesi “Bağımsız, Demokratik, BirleşikKürdistan”dır. Kürdistan’ın birleştirilmesi, Kürt ulusunun birleştirilmesi, bu anlamda birleşik Kürdistan, biz Türkiyeli komünistler için bugün temel program maddesi değildir, olamaz. Bizim devrimimiz, şu anda Kürdistan açısından ele alındığında, Kürdistan’ın Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde olan kesiminin, Kuzey Kürdistan’ın işçi sınıfı önderliğindeki demokratik halk devriminin zaferi ile kurtarılması, özgürleştirilmesi, Kuzey Kürdistan’da Kürt ulusunun ayrılma hakkını özgürce kullanacağı şartların yaratılması asgari programına sahiptir. Biz Kuzey Kürdistan’ın özgür halklar Türkiye’sinde en geniş bölgesel özerkliğe sahip bir birlik cumhuriyeti olarak yer almasından yanayız. Fakat açıktır ki, böyle bir birlik içinde yer alıp almamaya karar verme hakkı ve yetkisi Kürt ulusunun kendisinindir. “Kendi yazgısını kendisi özgürce belirleme” ön şartlarına kavuşan Kürt ulusu, özgür halkların özgür KK-T’sinde birleşik bir devlet içinde mi yaşayacağına yoksa ayrılıp ayrı devlet olarak mı yaşayacağına vb. kendisi karar verecektir. Bu bağlamda “bağımsız, demokratik, birleşik Kürdistan” hedefine nasıl varılabileceği sorunu ortaya çıkmaktadır. Bağımsız, demokratik, birleşik Kürdistan hedefine, —eğer gerçek anlamda bağımsızlık ve demokratiklik kastediliyorsa, ve bu iki özellik ‘birleşme’ ile eşdeğerli özellikler olarak kavranıyorsa— varmak, bugün Kürdistan’ın bölünmüş olduğu devletler —yani İran, Türkiye, Irak, Suriye— işçi sınıfı önderliğinde demokratik devrimlerle yıkılmadan gerçekleşemez. Emperyalizm şartlarında, burjuvazinin önderliğinde ancak emperyalizmle uzlaşma, anlaşma temelinde kurulması mümkün olan “Birleşik Kürdistan”ın demokratik ve bağımsız olması mümkün değildir. O halde Kürdistan’ın birleştirilmesi sorunu, komünistler açısından Kürdistan’ın parçalanmış olduğu devletlerde iktidarı işçi sınıfı önderliğinde devrimlerle yıkma sorunu ve Kürt ulusunun kendi yazgısını özgürce belirleyeceği şartları yaratma sorunudur. Birlik sorunu, tek tek devletlerde devrim sorununa bağlı olarak ele alınmak zorundadır. Çıkış noktası ve bugünkü programın temel maddelerinden biri değildir. Fakat onun komünistlerin temel program maddelerinden biri olmaması, birlik sorununun olmadığı, bunun “tarihin akışı dışında kalmış bir sorun olduğu”, “objektif temeli olmadığı” vb. vb. anlamına gelmez. “Birleşik Kürdistan” talebi, emperyalizmin Kürdistan’ı bölmüş olması olgusuna karşı demokratik bir öze de sahip olan, objektif temeli olan, haklı olan bir taleptir. Komünistler açısından bu talebin bugün temel program maddelerinden biri olmaması, onun demokratik bir özü olmadığı vb. anlamına gelmiyor. Yalnızca böyle bir talebi de gerçekleştirmek için ön şartların yaratılmasının gerektiğini ve bugün esas meselenin bu olduğunu söylüyoruz. “ (Kazanımları ve Hatalarıyla İbrahim Kaypakkaya, YDİ Çağrı yayınları, Sayfa 91-101) ERMENİ SORUNU Ermeni sorunu bağlamında Büyük Sovyet Ansiklopedisi’nin 1926 baskısında yayınlanan bir yazıyı bu sayımızda yayınlıyoruz. Sosyalist Sovyetler Birliği’nin sorunu nasıl gördüğünü gösteren bu tarihi belgenin Türkiye’deki tartışmalara da katkı olacağını düşünüyoruz. Okurlarımızın bu belgeyi Kaynak Yayınları tarafından yayınlanan “Tarihten Güncelliğe Ermeni Sorunu Tahliller-Belgeler-Kararlar” adlı kitaptaki ve M. Perinçek tarafından “Rus Devlet Arşivlerinden 100 Belgede Ermeni Meselesi” adıyla derlenen ve Doğan Kitap tarafından yayınlanan tercümelerle karşılaştırmaları da, hem tartışmalara katkı hem de resmi ideolojinin savunucularının belgeleri nasıl çarpıttıklarını görmeleri için de yararlı olacaktır. D oğu sorununun bir parçasını oluşturan Ermeni sorunu iki bakış açısından ele alınmalıdır: Dışarıdan bakıldığında bu sorun büyük güçlerin, Türkiye’nin merkezkaç güçlerini güçlendirmek ve bununla onları daha kolayca sömürebilmek için onları zayıflatmak çabasına yöneliyor. Meselenin içsel özüne gelince, bu Ermenilerin kendi burjuvazisi önderliğinde ulusal kendi kaderini kendisinin belirlemesi için mücadeleden oluşuyor. Ancak bu sayede burjuvazinin kendisinin özgürce geliştirebileceği ekonomik-siyasi koşullara ulaşılabilir. Ermeni meselesinin önkoşulları, Konstantinopel (İstanbul - ÇN) mali aristokrasisinin Ermeni ulusunun başına geçtiği 18. yüzyılda oluştu. Türkiye’nin Küçük Asya bölümünün bütününe dağılmış olan Ermeni halkı Türkiye’nin ekonomik yaşamında hissedilir bir rol oynayan bir ticaret burjuvazisini çok erken ortaya çıkardı. Bu burjuvazi kira işleri ile uğraştı, hükümete valilere vs. borçlar/ krediler verdi. Bu burjuvazi aynı zamanda devasa nüfuza sahip ruhbanlar aracılığıyla Ermeni halkının tüm yaşamını yönetti: Konstantinopel’in fethedilmesinden (1453) sonra Türklerin izniyle kurulan, teokratik Ermeni cemaatinin başında bulunan Konstantinopel Patrikhanesi nezdinde pratikte Ermeni halkının yöneticisi konumunda olan (mali aristokrasinin temsilcilerinden oluşan) eşrafların bir şurası vardı. Türkiye’deki Ermeni burjuvazisinin gelişmesinde Doğu’da (Orient) ve ABD’de yaşayan Ermeni tüccar- ları ile bağlantılar ve bir miktar yabancı sermaye de belirli bir rol oynadı. Sayısal olarak kalabalık ve fakat giderek dağılmakta olan sınıfın bir dizi parçalarını oluşturan Ermeni zanaatkârlar (esnaf) da Rumlarla birlikte Türk ev sanayinde egemen bir rol oynadı. Sadece Türkiye’nin doğusunda yaşayan Ermeni köylüler – gerek siyasi gerekse ekonomik olarak – kanlı baskının hüküm sürdüğü bir durumda idiler. Bu nedenle, batılı güçlerin batılı kapitalizmin Orta Doğu’daki ilerleyişi ölçüsünde, Türkiye’nin doğal ekonomisi ve iç bütünlüğünün tahrip edilmesine yönelmiş olan tüm girişimlerinde, özgür olmayan, siyasi olarak tabi durumda olan, bununla bağıntı içinde ekonomik faaliyetinin gelişmesinde olağanüstü derecede sınırlandırılmış olan Ermeni burjuvazisine dayanmaya başlaması ve bunu yoğunlaştırması bütünüyle anlaşılırdır. Batılı Sermaye, Türk egemen sınıfı ile çok sıkı bağları bulunan Ermeni Mali burjuvazisini, bir kenara bırakarak, kendi hedefleri için önce ruhban takımını kullanmaya (Ermeni-Katolik ve Ermeni-Protestan kiliseleri oluşturmak) çalıştı; bu çabalar beklenen başarıyı getirmediğinde batılı ticaret sermayesi bu kez kendisinin ekonomik aracısı olarak ticaret orta burjuvazisini kullanmaya başladı. Batılı sermayenin desteklemesi ile bu burjuvazi gelişti; buna bağlı olarak ulusal hareket de gelişmeye başladı. Bu hareket, aydınlar tarafından, özellikle Moskova ve Tiflis’tekilerce desteklendi. Bu kentler (19. Yüzyılın -RÇN) 70’li yıllarında (Rus liberal hareketinin halkların kardeşliği için Büyük Sovyet Ansiklopedisi’nin 1926 baskısında ✌ 13 ✌ halkların kardeşliği için 14 dolaysız nüfuzu altında) “Ermeni liberalizmi”nin merkezleri haline gelmişlerdi; sadece Rus Ermenileri arasında değil, aynı zamanda Türk Ermenileri arasında da basılmış yazılarda ve sözlü olarak “ulusal bilincin uyanışı”nı ve hatta mücadeleci milliyetçiliğin “uyanışı”nı vaaz ettiler. Ermeni orta burjuvazisinin kendi varlığını korumasının ilk adımları doğal olarak ruhban takımının egemenliğinin sınırlandırılmasına yönelmişti: Bu burjuvazi kentsel zanaatkârlara dayanıyordu ve kilisenin laikleştirilmesi uğruna ve her şeyden önce Konstantinopel Patrikhanesine karşı bir mücadele yürüttü. Bu mücadele başarıyla sonlandı: Orta burjuvazi, patrikhane nezdinde ve onun merkezlerinde kurulan sözde “Ermeni temsilciliği” ve ruhban takımı ve mali burjuvazinin yanında bir yere sahip oldu. Bu temsilcilik maliye, hukuk ve eğitimin idaresini içerdi. Köylü kitleleri başlangıçta bu hareketin dışında kaldılar. (19. Yüzyılın -RÇN) 70’li yıllarında Ermeni köylülüğünün durumu, vergi yükünün artması ve Kürtlerle ilişkilerin keskinleşmesi nedeniyle hissedilir bir şekilde kötüleşti. 5 doğu vilayeti (Van, Erzurum, Bitlis, Harput ve Sivas) bölgesinde Ermeniler halkın sadece bir azınlığını (% 20 – 40) oluşturuyorlardı. Geriye kalan kitleyi kabileler halinde gruplaşan ve göçebeler ve hayvan besicileri olarak yaşayan Kürtler oluşturuyordu. Bunlar 19. Yüzyılın 2. çeyreğinde buraya yerleştirilme sonucu yerleşik bir yaşam tarzına geçtiler. Dağlık olan Ermenistan’da boş arazi bulunmadığından, bu alana yerleştirilen Kürtler Ermeni köylülüğü yerlerinden atmaya ve onların arazisini gasp etmeye başladılar. Gücünü savaşçı, yarı bağımsız Kürtler vasıtasıyla güçlendirmek isteyen Türk hükümeti, bu süreci her tarzda teşvik etti. Hükümet gasp edilen toprakları önderlere devretti, onlara idari ve askeri işlevler verdi ve böylece alanda Kürt feodalizmini yerleştirdi. Bu bağlamda onların dini fanatizmini de kullanarak, Kürtleri Ermenilere karşı her tarzda kışkırttı. Böylece önceleri münferit olaylar olan Ermenilere karşı şiddet faaliyetleri, şimdiye kadar görülmemiş bir kitlesel nitelikte vahşete dönüştü. Gelişmekte olan uzlaşmaz çelişmenin (antagonizmanın) ikinci nedeni, Ermeni kentsel burjuvazisinin Müslüman halkın karşısına, Türkiye koşulları altında ağırlıklı olarak yağmacı ve tefeci niteliğe sahip olan sermayenin temsilcisi olarak ortaya çıkmasında yatmaktadır. Böylesine sırf ekonomik temelde keskinleşen Ermenistan’ın durumu “büyük güçler” Rusya ve İngiltere’nin işe karışmasıyla trajik bir tarzda daha da zorlaştı. Rus ticaret ve sanayi sermayesinin Karadeniz’i, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını fethetme isteği, “Hıristiyanların Müslüman Türkiye’nin boyunduruğundan kurtulması için mücadele” şiarıyla maskelendi. Ulusal ve siyasi kendi kaderini tayin etme hedefi için Ermeni burjuvazisi bu şiarı üzerlendi. Ermeni burjuvazisinin çoğunluğu Rusya yanlısı bir tavrı üzerlenmekle kalmadı, aynı zamanda bu doğrultuda Türk Ermenistan’ındaki Ermeniler arasında ajitasyon da yaptı. Bu pozisyon Türk hükümetinin Ermeni burjuvazisi ile ilişkisini kökten değiştirdi. Türk hükümeti 1877 Savaşına kadar Ermeni burjuvazisini takibat altında tutmadı; tersine hatta öne çıkan kimi devletsel işlevleri ona verdi. İlişkiler ancak Rus Ermenilerinin büyük Dük Michail Nikolaeviç’in Kafkas temsilcisine ve Türk Ermenilerin Türkiye ile barış koşullarının görüşülmesinde başta Patrik Nerses ile birlikte olmak üzere Rusya’ya destek istemek üzere başvurmalarından sonra keskinleşti. Rusya bu ricayı kullanarak San Stefan ön görüşmelerine 16. maddeyi getirdi. Bu maddeye göre Türkiye Ermeni vilayetlerinde gerekli reformları derhal uygulamaya geçirmesi ile yükümlü kılınmalı; bu reformların gerçekleşmesine kadar Rus askeri birlikleri Türkiye’nin Asya parçasında fethedilen bölgelerin işgali sürdürülmeliydi. Çarlık Rusya’sının bu “Ermeni dağlarında sağlamca yerleşmek” ve bu arada “kendilerini onların koruması altına sokan Ermenileri” korumak çabaları, Rusya’nın Ortadoğu’daki esas rakibi İngiltere tarafından geri çevrildi. İngiltere, Berlin Kongresi’nde yukarıda belirtilen 16. maddenin yerine yeni bir madde (Berlin Anlaşması’ın 61. maddesi) geçirmesini bildi. Bu maddeyle Türk hükümeti Ermeni bölgesinde reformların uygulanması ile yükümlü kılınıyordu; ama bu reformların uygulanmasının denetimi sadece Rusya’ya bırakılmıyor, bilakis Berlin Kongresi’nin katılımcıları olan 6 büyük gücün “koro”suna devrediliyordu. Berlin Kongresi’nin tespitleri, Ermeni burjuvazisinin yönetici çevrelerinde ulusal bir Ermeni devleti yaratma için yardım konusunda– sadece Rusya tarafından değil, aynı zamanda tüm büyük güçler tarafından - ümit uyandırdı. Bu hayaller, Ermenilere “denizden denize” (Karadeniz’den Akdeniz’e ) bir “büyük Ermenistan” vaat eden İngiliz diplomasisi tarafından güçlendirildi. Oysa yönlenmedeki bu değişiklik, Ermenilerin uluslararası durumu ile ilgili olarak sadece bütünüyle tecrit edilmeyi beraberinde getirdi. Onlar “kökünü kurutma politikası” için elini rahatlattı. İngiltere Mısır’ı işgal ettikten sonra Nil Vadisi’nin fethi için Sultan Abdülhamit’ten onay alamayınca, Ermenileri “hatırladı” ve onları Sultan’a karşı tehdit olarak kullanmaya çalıştı. Bu durumda Türk hükümeti “ihtiyat önlemleri” almaya girişti ve Ermenilerin kitlesel olarak giderek köklerinin kurutulması aşamasına geçti. Sultan bunu alaycı bir şekilde “nüfusun azaltılması” olarak adlandırdı. 1894’de hükümet Ermenilere karşı Sasun’da 24 köyün imha edildiği bir katliam örgütledi. 1896’da Anadolu’nun hemen hemen tüm bölgelerinde katliamlar vardı. 8000 kadar köy tahrip edildi, yaklaşık 50.000 insan katledildi; 100.000 kadarı ağır yaralandı; 300.000’i yerinden yurdundan edildi ve büyük bir sayısı Rusya’ya göç etti. Konstantinopel’de elçilerin müdahalesi bile 6000 Ermeninin hayatını kaybettiği bir katliama sebep oldu. “Güçler” bu olayları esas olarak bütünüyle vurdumduymazlıkla karşıladılar. İngiltere’nin Ermenilere kısa süreli ilgisi miadını doldurmuştu. Diğer taraftan İngiltere Rusya ile müttefik olmuştu, bu ise, Rus hükümetinin “herhangi bir tarafın kendi başına hareket etmesine izin vermeyeceği” anlamına geliyordu. Rusya ile ilgili olarak, o bu dönemde Trans Kafkasya’da bir Ruslaştırma siyasetini gerçekleştirdi. “Asya’da Ermenilerin yalnızca kendileri için tüm imtiyazları yaşayabilecekleri bir ülkenin kurulması” düşüncesine açıkça tavır aldı. Diğer taraftan Rusya’nın Bulgaristan’dan ağzı yanmıştı. Bulgaristan’daki deneyim onu dikkatli kılmıştı. Şöyle ki: Bulgaristan Çarlık Rusya’sının yardımıyla kurtulmuş olmasına karşın, Rusya’nın uydusu olmak istemiyordu. Çarlık diplomasisi dük Lobanov-Rostowskiy ağzından Rusya’nın “ikinci” bir “Bulgaristan”ın yaratılmasına izin vermeyeceğini açıkladı. Bağdat Demiryolu imtiyazları ile uğraşan Almanya ise katliamları protesto etmemekle kalmadı, aynı zamanda hatta İmparator II. Wilhelm’in şahsında Abdulhamit’in “başkaldıran tebaa”ya karşı politikasını üstüne basa basa onayladı. 1890’lı yılların yıkıcı yenilgisi, Ermeni ulusal burjuvazisinin (büyük güçler tarafından ÇN) desteklenmemesi, hareketin başını çeken Taşnak partisini siyaset değiştirmeye götürdü. Bu parti Türk genel devrimci hareketi içinde dayanaklar aramaya başladı: Jön-Türkler (İttihak ve Terakki – ÇN) ile bir anlaşma imzaladı; 1907’de Taşnakların girişimiyle Paris’te Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm muhalif partilerinin katıldığı ve bir devlet darbesi planının hazırlandığı toplantı yapıldı. ✌ halkların kardeşliği için Rusya’dan kendi istekleri ile vazgeçtiler. İngiltere için önemli olan Rusya’nın kendi Ortadoğu politikası için Ermenileri kullanmaması idi. İngiltere’nin Türkiye’deki kendi siyaseti için o anda Ermenilere ihtiyaç yoktu: Normal siyasi görevler Türkiye ile İngiltere arasındaki gizli görüşmelerle çözüldü. Bu görüşmelerde Türkiye’yi Rusya’ya karşı koruması yükümlülüğüne karşı, İngiltere’nin Kıbrıs adasını alması karara bağlandı. Çarlık Rusya’sının Türk Ermenileri üzerindeki etkisini kesintiye uğrattıktan sonra, İngiltere Ermenilerle bağını kesti ve onları Ermenilerin büyük güçler arasındaki zorlu oyunda oynayabildiği rolü doğru değerlendiren Türk hükümetinin başına buyrukluğuna teslim etti. Tehlikeyi bertaraf etmenin en basit ve en gerçeğe sadık aracı Sultan Abdülhamit tarafından şu kısa formülasyon ile ifade edildi: “Ermenilerin işini bitirerek Ermeni sorununu halletmek.” 1890’lı yıllarda Türk Ermenistan’ı için – dış siyasi zorluklar çıkmasın diye- adım adım ve fakat sürekli olarak uygulanan Ermeni nüfusun kökünün Kürtler tarafından kazınması siyaseti başlar. Bunun için düzensiz Kürt Süvari birlikleri olarak Hamidiye alayları – görünürde Rusya ile sınırları savunmak, aslında ise her şeyden önce Ermeni kıyımları için – kurulur. Büyük güçlerin yardımı konusunda hayal kırıklığına uğrayan ve her şeyden önce “Büyük Ermenistan”ın tabanını oluşturacağını düşledikleri köylü kitlelerin fiziksel olarak imha edilmesi olgusu karşısında ümitsizliğe düşen Ermeni burjuvazisi, bu durumda hükümet terörüne karşı silahlı mücadeleye sarıldı. Hınçak ve Taşnak partileri gibi milliyetçi partiler kuruldu. Bu partiler Rus Trans Kafkasya’sında temellere sahiptiler ve propagandist ve ajitatörlerini Türkiye’ye yolladılar; hedefleri aslında gerçek askeri başarı olmayan (Türk hükümetine karşı muzaffer bir mücadele için Ermenilerin gücü her halükârda yetmezdi), isyancı gruplar oluşturdular. Bunların amacı batılı güçlerin Ermenistan’da olanlara dikkatini çekmek, onların Berlin Anlaşması’nın 61. maddesinin gerçekleştirilmesi için müdahalesini sağlamaktı. Fakat gerek Türkiye gerekse batılı güçler Berlin Anlaşması’nın 61. maddesini çoktan unutmuşlardı. Yukarıda belirtilen partilerin yurtdışı komiteleri de Batı Avrupa’da bu doğrultuda güçlü bir çalışma yürüttüler. 1890’lı yılların sonunda Hınçak siyaset sahnesinden kayboldu ve Ermenilerin tek başı çeken siyasi örgütü olarak Taşnak Partisi kaldı. Ayaklanma mücadelesi doğal olarak yerel mekânda durumu daha da keskinleştirdi ve Türk hükümetinin 15 ✌ halkların kardeşliği için 16 Devlet darbesi 1908’de gerçekleşti; ama bu darbe Taşnakların beklediği değişiklikleri beraberinde getirmedi: Bu yeni rejimin yönetiminde Ermenilerin durumu her halükârda hiç de iyileşmedi: 1909’da Kilikya’da 20.000’den fazla Ermeninin mağdur olduğu yeni bir katliam gerçekleşti; Jöntürk hükümeti faillere sadece hafif cezalar verdi. Bu bağlamda Ermeni siyasi çevreleri yeniden yönelimlerini değiştirdiler ve ilk dayanak noktalarına – Rusya’ya yeniden yöneldiler. Bu kez Rus hükümeti onları memnuniyetle karşıladı: Dünya savaşı yaklaşmaktadır; Milyukov’un ifadesiyle “Rusya ile Türkiye arasındaki yarı yolda oturan” Ermeniler, büyük siyasi önem kazanır. Rus diplomatları 1913’de örgütlü Ermeni burjuvazisi ile bir anlaşma yaparlar; “ezilen Ermenilerin savunulması için” açıkça tavır alırlar ve doğu vilayetlerindeki reformların yapılmasını talep ederler. 26.01.1914’de lerin durumu çok daha karmaşıklaştı. Türk hükümeti buna, en sert zulüm ile cevap verdi. Rus askeri birlikleri Türk cephesinde başarı kazandıklarında ise Türk hükümeti Ermenilerin planlı ve genel imhasına girişti. Bu, güvenilmez Ermeni nüfusun savaş çatışmalarının sürdüğü bölgeden Mezopotamya’ya tehcir edilmesi (göç ettirilmesi ÇN) örtüsü altında tamamlandı. Gerçekte pratikte olan ise örgütlü, olağanüstü derecede vahşi bir kırımdı. Sonuçta yaklaşık 300.000 kişi katledildi, bir o kadarı da Mezopotamya yolunda yaşamını yitirdi; 200.000’i Rusya’ya kaçtı ve yaklaşık 400.000’i İslam dinine geçerek hayatlarını kurtardılar. Bu korkunç vahşetten sonra Türk Ermenistan’ı pratikte Ermenisiz bir hale geldi. 1917 Şubat Devrimi Ermenistan tarihinde yeni bir çağ açtı. Trans Kafkasya aynı yıl içinde Rusya Türk hükümeti, Almanya tarafından desteklenen ısrarlı direnişinden sonra, reformlar öngören bir anlaşmayı imzalamak zorunda kalır. Buna göre Ermeniler –güçlerin- en başta da Rusya’nın garantörlüğünde, idare, dil, askerlik hizmetinden muafiyet vb. konularda epey geniş özerklik kazanırlar. Bu anlaşmadan kısa bir süre sonra patlak veren dünya savaşı zamanında, Rusya’nın bu müdahalesi ertesinde, Taşnakzutyuncular (Taşnak Partisi taraftarları ÇN) dünya savaşının başlamasıyla yeniden bir “Büyük Ermenistan” şiarından söz etmeye başladılar. Onlar bununla kalmayıp, aynı zamanda her şeyden önce askerden firar eden Türk Ermenilerden oluşan gönüllü birlikleri kurmaya geçtiler. Böylece Ermeni- ile ilişkisini sürdürmeye devam etti ve yönergelerini Petrograd’dan alan Özel Trans Kafkasya Komitesi (Osakom) tarafından yönetildi. Bu dönemde Gürcü Menşevikler, Mussavatistler ve Taşnak partilerinin temsil ettiği tüm burjuva – şovenist güçler güç kazandılar. 1917 Yazında Tiflis’teki Köylü Kongresi’nde Ermenilere karşı bir Gürcü-Müslüman Bloğu oluştu. Ekim 1917’de Tiflis’te, Taşnakların yönettiği bir Ermeni Ulusal Kongresi toplandı. Bu Kongre’de Ermenistan’ın Rusya’nın diğer kesimi ile bağları vurgulandı ve dünya savaşı sırasında Rus askeri birlikleri tarafından işgal edilen Türk-Ermenistan topraklarının elde tutulması talebi getirildi. Bu kongrede bir Ermeni “ulusal merkezi” ve ana merkezi Tiflis’te bu- Ermenileri tamamıyla imha edilmekten sadece Mussavatçı iktidarın alaşağı olması ve 27.04.1920’de Bakü’nün Sovyetleştirilmesi kurtardı. Ermeni Cumhuriyeti, Gürcistan ve Azerbaycan yönünde yayılma mücadelesinde Türk tarafındaki Olt, Sarıkamış bölgelerinde Kürtlerin saldırılarını sürekli püskürtmek zorundaydılar. İngiliz işgalciler Ermenileri desteklemek için özel çabalar göstermediler. Ermenistan’a vaat edilen yedek malzemelerin temin edilmesi bile çok düzensiz ve çok küçük miktarlarda gerçekleşti. İngiltere bu dönemde dikkatinin merkezine Sovyet Rusya’ya karşı savaş yürüten Beyaz Orduların desteklenmesini koymuştu: Sahip oldukları “Ermeni üssü” onlar için hiçbir çıkar oluşturmadı. Taşnaklar kendi paylarına bu yönelmeyi bütünüyle paylaştılar. Gürcistan ve Azerbaycan’ın tersine Ermeni hükümeti Denikin Ordusu ile öylesine dostça ilişkilere sahipti ki, Erivan’lı bir politikacının ifade ettiği gibi “Ermeni Cumhuriyeti kendi güçleriyle Denikin Ordusunun 7. Kolordusunu oluşturuyordu.” İngiltere’nin Ortadoğu’daki konumunu güçlendiren İngiltere’nin 1919’daki İran ile anlaşması ve Konstantinopel’in işgali (16.03.1920) İngiltere’nin Ermeni sorunu üzerine dikkatini nihai olarak soğuttu: Daha 1919 sonunda İngilizler Trans Kafkasya’dan çıktılar ve Ermenistan’ın kaderi San Remo Konferans’ında (Nisan-Mayıs 1920) Batı Avrupalı emperyalistler tarafından Kuzey Amerika emperyalistlerine teslim edildi. Bu devretme, Milletler Cemiyeti (Birleşmiş Milletler’in öncülü – ÇN) Yüksek Konseyi Ermenistan’ın “destek olmaksızın” var olamayacağını kabul ettiğinden gerekliydi. Başkan Wilson Ermenistan sınırlarını belirleme işini üstlendi ve çok cömert bir şekilde Erzurum ve Trabzon vilayetlerinin büyükçe parçalarını ve tümüyle Bitlis ve Van vilayetini, 30.000 mil kare bir bölge ile 150 millik bir sahil hattını Ermenistan’a dâhil etti. Oysa Amerikalı politikacılar başkanlarından daha makul olduklarını kanıtladılar: Basit bir aritmetik hesapla, Ermeni sorunu tüm özü itibariyle bir Avrupa sorunu olduğundan, Amerikan sermayesi için bütünüyle işe yaramaz olan “Ermenistan mandasının” kaça patlayacağını enine boyuna ortaya koydular ve böylece bu manda senatodaki oylamada büyük çoğunlukla reddedildi. Yani Taşnakların Ermeni Cumhuriyeti yetim kaldı; batılı emperyalistler bir kez daha tahrip edilmiş ve harap olmuş Ermenistan’ı kaderin keyfine teslim ettiler. Fransız hükümeti, kendileri tarafından 1919’da işgal edilen Kilikya Ermenilerine aynısını yaptı. Bu verim- ✌ halkların kardeşliği için lunan 15 üyeden oluşan bir ulusal meclis seçildi. Ekim Devrimi’nden sonra Osakom yerine devlet organı haline gelen Trans Kafkasya Seymi (meclisi), doğal olarak uygun anı toprak fetihleri için kullanmak isteyen Türklerin saldırılarına karşı, Trans Kafkasya cephesinin korunmasının tüm yükünü pratikte Ermenistan’ın üzerine yıktı. Ermenistan’ın sınırda yaşayan nüfusu - özellikle Kars ve Erivan ve de Azerbaycan bölgelerindeki Ermeni nüfusu - askeri birliklerin tekrarlanan saldırılarında ağır kayıplara uğradı. 1918’de Trans Kafkasya’nın Gürcü, Azerbaycan ve Ermeni Cumhuriyetleri şeklinde üç devlet bünyesine parçalanması sırasında, Ermenistan Türk askeri birliklerinin keyfiliğine terk edilmişti ve Haziran 1918’de Konstantinopel anlaşmasıyla Türkiye’nin tüm taleplerini kabul etmeye zorlanmıştı. Bu anlaşmaya göre Ermenistan toprakları her ikisinde de 400.000 nüfusun yaşadığı Erivan ve Echmiadzin bölgeleriyle sınırlandırılmıştı. İtilâf güçlerinin yıkıcı yenilgisi Ermeni burjuvazisine yeni geniş kapsamlı imkânlar açtı: Savaştan sonra ortaya çıkan durumda Ermeniler galipler açısından– sadece Türkiye’ye (Kilikya’da) karşı değil, aynı zamanda Sovyetler Birliği’ne (Trans Kafkasya’da) karşı da dayanak olarak - açıktan açığa “gerekli” idi: Ermeni sorunu, eskisinden daha büyük önem kazandı. Bununla bağlantı içinde muzaffer güçler, her şeyden önce kendileri için daha tehlikeli olan “Sovyet”lere karşı “Ermeni tabanı”nın uygun bir şekilde askeri olarak donatılması için önlemler aldılar. Müttefikler Ermeni Cumhuriyeti’ne, Kars bölgesini ve 1918 yılında Erivan’ın ellerinden alınmış olan bölümlerini verdiler. Bununla Ermenistan toprakları 175.000 İngiliz mil karesi büyüdü. (Nüfus da 785.000 Ermeni, 575.000 Müslüman, 140.000 diğer milliyetlerden olmak üzere arttı). Bununla yetinmeyen Taşnaklar Gürcistan’a ait Ahakalak ve Borcivo bölgelerini, Karabağ’ı, Nahçıvan ve Azerbaycan’a ait eski Elizavetpolsk vilayetinin güney kesimini talep ettiler. (Trans Kafkasya’nın İngiliz işgali altında bulunduğu dönemde) bu bölgeleri zorla ilhak etme çabaları Aralık 1918’de Gürcistan ile savaşa ve uzun süren, çokça kanın aktığı Azerbaycan ile çatışmaya sebep oldu. Bunun akabinde çatışmaların yaşandığı bölgelerin nüfusu yüzde 10 – 30 oranında azaldı ve bir dizi yerleşim alanları kelimenin tam anlamıyla yerle bir edildi. Taşnakçı Çetniklerin (çetelerin) üslerinin bulunduğu Karabağ’daki çatışma çok şiddetliydi: Karabağ’lı 17 ✌ halkların kardeşliği için 18 li alan 11. – 14. yüzyıllar arasında küçük Ermeni Çarlık İmparatorluğunu oluşturuyordu ve Ermeni nüfusun çekirdeği (nüfusun yaklaşık % 33’ü) bu alanda yaşıyordu. 1915 kıyımlarından sonra ilticacı akımın da hızla artmasıyla nüfus daha da çoğalmıştı. Türk milliyetçilerin Fransızlara karşı savaş çatışmaları başladığında, Fransızlar Ermenilere kendi himayeleri altında bağımsız bir Ermenistan devleti vaat ettiler ve onları baş kaldıran Müslüman nüfusa karşı cezalandırma eylemleriyle görevlendirdiler. 1920’de Ankara hükümeti, düzenli askeri birliklerini Kilikya’ya yolladı. Fransızlar deniz yönüne geri çekilmeye zorlandı ve bir dizi Ermeni köyleri darmadağın edildi, yaklaşık 16.000 Ermeni katledildi. Ümitsizliğe itilen Ermeni nüfusu, verilen sözler temelinde Fransa’nın himayesinde bağımsız bir cumhuriyet ilan etti; hükümet organları ve yaklaşık 10.000 kişilik bir “Ermeni kendini savunma lejyonu” kurdu. Bir dizi askeri çatışmadan sonra Fransızlar deniz yoluyla bu kez sonal olarak kaçtılar ve Türkiye ile barış görüşmelerine giriştiler. Kendi kaderlerine terk edilen Ermeniler kendi kalelerinde (Hadzina ve Zeytuna) Türkler tarafından kuşatıldılar ve inatçı direnişten sonra tamamen imha edildiler. Onlardan 20.000’i yaşamlarını yitirdiler. 1921’de Fransa Türkiye ile barış anlaşması yaptı; buna göre onlar (Fransızlar – ÇN) Kilikya’dan vazgeçmeye karar verdiler. Bundan sonra ancak müttefiklerin Konstantinopel’i nihai olarak alma tehdidi ile son bulan Ermeni katliamları yeniden başladı. Ermeni nüfusun ancak salt acınacak geride kalanları Suriye’ye, Kıbrıs’a ve Mısır’a kaçtılar. (Bu bölümle ilgili ayrıntılı bilgi için Bkz: Musa Dağında 40 Gün, adlı roman, Belge Yayınları, - ÇN) Böylece her iki Ermeni üssünden biri tasfiye edildi. Ermeni sorunu, Taşnakların, kendilerinin tüm Büyük Ermenistan hayallerinin yerle bir olmasını dikkate almaksızın savaşçı milliyetçilik siyasetini sürdürdüğü Trans Kafkasya üzerinde yoğunlaştı. Bunların durumları Ermenistan’ın kuzeyinde Sovyet sınırının geçtiği yerden itibaren açıkça tehlikeli hale geldi. Taşnakların terörist rejiminden, onların sonu gelmek bilmeyen katliam ve savaşlarından, kronik haldeki açlık ve sefaletten yorgun düşen Ermenistan’ın halk kitleleri için Sovyet iktidarı kendiliğinden çekici hale geldi: Bakü’deki Sovyet iktidarının kurulmasından yalnızca üç gün sonra Ermenistan’ın bir dizi yerleşim yerlerinde, Taşnaklar tarafından acımasızca bastırılan (Alexandropol’da hatta birkaç saatliğine bir Sovyet iktidarı kuruldu) ayaklanmalar gerçekleşti. Diğer taraftan Sovyet Rusya’nın 1920’de Ankara ile başlayan dostça ilişkileri, sözü edilen devletlerin bağlantı yollarında düşman güçlerle askeri işbirliği yaptığından Taşnak Ermenistan’ı ile çatıştı. Bu nedenle Taşnaklar, Ankara hükümetinin batıda Yunan-İngiliz cephesindeki savaş ile bağlanmasını ve Sovyet Rusya’nın hiçbir saldırgan çabalar göstermediğinden Türk tarafındaki tehlikesiz durumu kullanmaya karar verdi. Erivan hükümeti, Temmuz 1920 önerisine, Ermenistan Karabağ’ı, Nahçıvan ve diğer açıktan açığa Sovyet iktidarına yönelen diğer bölgeleri devretmeye yanaştı ve aynı zamanda Taşnak savaşçılarına sözü edilen bölgelerde partizanlık eylemlerini başlatma gizli emrini verdi. Bu eylemler Eylül 1920’de başladı. İngilizlerden silahlar alan Taşnaklar bununla aynı zamanda Kars’ın tüm alanında ve Erivan vilayetindeki Müslüman nüfusa bir katliam uyguladılar; Şuragel, Şarura-Daralages, Surmanlı, Karakurt, Sarıkamış bölgelerini yerle bir ettiler. Böylece arkalarını güvence altına aldılar ve Makinsk-Sardar’ın desteğini sağlamış bulunan Olta ve Kağızman’a karşı saldırılarını yürüttüler. Türkler buna Karabekir ve Şamir Paşaların doğudaki Türk ordusunun karşı saldırısı ile cevap verdiler. Erivan hükümetinin birlikleri yenilgiye uğratıldı. Türkler yolları üzerindeki bütün Ermeni nüfusu istisnasız imha ettiler, Kars’ı (2 Kasım), Alexandropol’u (Gümrü ÇN) aldılar ve Ermenistan hükümetini inanılmaz derecede ağır barış anlaşmasını imzalamaya zorladılar. Ermenistan sadece hemen hemen bütün Türkler tarafından işgal edilmiş bölgeleri değil, aynı zamanda, 8 sahra topu ve 8 makineli tüfek ile 1.500’den fazla kişiden olan bir orduya sahip olma hakkını kaybetti. Ermeni halkı bu barışa Taşnakları 1920’de devirerek ve Aralık’ta Sovyet iktidarını kurarak tepkisini gösterdi. 1921 Rus-Türk Anlaşması Alexandropol Barış Anlaşmasını feshetti ve Ermenistan’ın Türkiye sınırını şimdiki biçimde tespit etti. Bu andan itibaren, Ermeni halkının yeni devlet yapısının kurulmasından itibaren Ermeni sorunu halledilmiş olarak görülebilir. Batı Avrupalı emperyalistler Ermenistan’ın Sovyetleştirilmesinden sonra da Lozan Konferansı’nda hâlâ Ermeni sorunu ile spekülasyon yapmaya çalıştılar. Bir “Ermeni daimi ikamet yeri”nin kurulmasının bir projesi, Konstantinopel’de Milletler Cemiyeti’nin denetiminde “ulusal azınlıklar”ın korunması için özel bir organın oluşturulması ön görüldü. Oysa bu Türk delegasyonunun Musul soru- Eskiden olduğu gibi hâlâ Sovyet Ermenistan’ı karşısındaki en aşırı nefretini sürdüren tek parti Taşnak Partisidir. O eskiden olduğu gibi hâlâ bir müdahaleyi, çeteciliği ve bu doğrultuda son çaba, yani Şubat 1921’de Vrasiyan’ın karşı-devrimci devlet darbesinin tamamen başarısızlığa uğraması ve ülkede kısa, kanlı bir iç savaşa sebep olmasına rağmen yurtiçinde ayaklanmaları vaaz etmektedir. Taşnak Partisi şimdi bütünüyle ahlaki çöküş durumunun içinde bulunmakta; göçmen kitlelerin arasında bile her türlü etkisini yitirmekte; O, Avrupa ve Amerika’da mültecilerin Sovyet-Ermenistan’ına yerleşmeleri için toplanan paralara el konması (her şeyden önce Kızılhaç’ın Taşnakçı derneği vasıtasıyla) sayesinde ayakta kalmaktadır. Diğer taraftan şu anda Ermeni göçmenlerin daha dürüst unsurları eski yönelimlerini değiştirmekte ve kendi geçmişlerinden köklü bir kopuştan sonra gönüllü olarak vatanlarına geri dönmektedirler. Sovyet Devrimi’nin ardından, Taşnak yenilgiye ✌ halkların kardeşliği için nunda itaat etmesini sağlamak biricik hedefiyle yapıldığından bu proje, gerekli tavizler verildikten sonra bütünüyle kendiliğinden gündemden düştü. Ve akabindeki sürede Batı Avrupalı güçler Ermeni nüfusun son geride kalanlarının Kilikya’ya komşu (Mardin, Antep, Urfa ve diğerleri) bölgelerde nasıl imha edilip defedildiklerine tam bir serinkanlılıkla şahit oldular. Ermenilere tek gerçek yardımı Sovyet Rusya gösterdi. 27.01.1923’de Çiçerin yoldaş, Rusya ve Ukrayna hükümetlerinin sınırın öteki tarafında bulunan büyük bir sayıdaki Ermeni mültecilerini kendi topraklarında yerleştirmek niyetinde olduklarını Lozan Konferansı’na bildirdi. Çiçerin yoldaş, Sovyet delegasyonunun tartışmadan dışlandığından Ermeni sorununun bu konferansta lâyık bir tarzda çözülebilmesinin uygun olmadığı üzerine bütünüyle haklı olarak dikkat çekti. Çiçerin’in mektubu hududun öte tarafındaki Ermeni çevrelerinde son derece canlı bir yankı buldu: Bir dizi siyasi ve hayırsever dernek ve Ermenilere tek gerçek yardımı Sovyet Rusya gösterdi. 27.01.1923’de Çiçerin yoldaş, Rusya ve Ukrayna hükümetlerinin sınırın öteki tarafında bulunan büyük bir sayıdaki Ermeni mültecilerini kendi topraklarında yerleştirmek niyetinde olduklarını Lozan Konferansı’na bildirdi. Çiçerin yoldaş, Sovyet delegasyonunun tartışmadan dışlandığından Ermeni sorununun bu konferansta lâyık bir tarzda çözülebilmesinin uygun olmadığı üzerine bütünüyle haklı olarak dikkat çekti. partiler Sovyet hükümetine şükranlarını ifade ettiler ve Rus önerisinin gerçekleşmesi için kendi planlarını bildirdiler. Büyük Ermenistan programının bütünüyle yeniden telafi edilemeyecek felaketi ve şimdi Sovyet Ermenistan’ında yapılan devasa ekonomik ve kültürel çalışma “Diyaspora”da bulunan Ermeni siyasi partileri arasında belirleyici bir dönüşümü ortaya çıkarıyor. Ermeni burjuvazisinin partisi ve aydınlar, demokratik liberaller (Ramkavari) artık Sovyet Ermenistan’ı karşısında dostane bir tutum aldılar. Onlar buraya Sovyet iktidarının barışçıl inşasını tanıyan ve bunun sonucu olarak kendi basınlarında bu konuya çok sempatik yaklaşan bir tavır alan “gözlemciler”ini yolladılar. Milliyetçi Hınçak Partisi de aynı tutumu aldı. mahkum olmuş ve bu yenilgiyle birlikte Ermeni meselesinin tarihinde yeni bir sayfa açılmıştır. (1) V. Gurko-Krjazhin (Büyük Sovyet Ansiklopedisi, 3. Cilt, 1926, Ermeni Sorunu, S. 434-440’den Almanca’ya çevirilmiştir. Türkçe’ye Almanca’dan çevirilmiştir.) (1) Bu son cümle, Sovyet Ansiklopedisi’nin bu bölümünün Bakü-1990 tarihli yeniden basımından F. Akhundov’un Rusça’dan İngilizce’ye yaptığı çeviriden ve İsmet Tekerek’in de İngilizce’den Türkçe’ye yaptığı çeviriden alınmıştır. Sözkonusu tercümeye www.e-hayalet.net adresinde bakılabilir. 19 ✌ halkların kardeşliği için Baskılara rağmen Amed’de Newroz B 20 askılar ve yasaklarla geçen bir yılın sonunda, 2012 Newrozu yasak olmasına rağmen coşkuyla kutlandı. Yasaklara alışkın olan halkımız Amed’de 1 milyon kişiyle kutladı. Ama bu Newroz önceki yıllara göre daha önemli bir sınavdı ve Kürt halkı sınavı başarıyla geçti. Bağlar, Kuruçeşme, Balıkçılar Başı, Yeni Hal Girişi, Doğumevi önü, BDP il binası önünde milyonları engellemeye çalışan polis, gaz bombası, tazyikli su ile halka saldırdı. Halkın sert tepkisiyle aşılan barikat, Newroz alanına doğru yol alan bir insan seline sahne oldu. Newroz alanına girmeye çalışan BDP milletvekilleri, Amed Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş polisin engeline takıldı. Uzun süren polisin engeline rağmen BDP milletvekillerinin direnmesiyle vekiller alana girdiler. Polis alandan çekilmek zorunda kaldı. Amed ilçelerinden, çevre illerden Amed’e akın eden bir halk vardı. Polisin çok büyük engellemelerine rağmen Fargin (Silvan), Bismil, Erxeni (Ergani), Çinar, Lice, Dicle ilçelerinde Amed merkeze ulaşımı engellemek için yoğun barikatlar vardı. Araçlarla gelen halk, barikatları geçmek için araçlardan inip yürüyerek kararlığını gösterdi. Sîrt (Siirt)’ten, Mîrdîn (Mardin) ve ilçelerinden gelen halkı otogarda engellemeye çalışan polis burada da kararlı bir direniş ile karşılaştı. Sloganlar ile yürüyen kitle Newroz alanına ulaşmayı başardı. Newroz alanı özgürlük alanıdır. Bütün baskılara rağmen Kürtlerin iradesini kıracak bir güç yoktur. Amed’e dün barikat kuruldu, bugünde kuruldu ama hiçbir barikat Kürt halkının önünde set olamaz. Bunu bir kez daha gördük. Kürt halkını düşman gören, tankıyla, topuyla, Amed’i işgal eden devlet direncin karşısında yenildi ve yenilmeye mahkum olacak. BDP Eş Başkanı Demirtaş “Newrozu bilmeyenlere Newroz dersi verdiniz. AKP sen Newrozu engelleyebilir, yasaklayabilirsin ama bu halkın gücü karşısında ne yapabilirsin. Tüm tehdit ve operasyonlara rağmen halk özgürlük meydanında. “Teslim olmadık” diyen bir halk var, milyonlarca yürek var. Artık Kürdistan’da statüsüz yaşamak istemiyoruz. Kendi anadilimizde, ana vatanımızda özgür yaşamak istiyoruz” dedi. “Êdî bese an azadî an azadî” (artık yeter ya özgürlük, ya özgürlük), “Öcalan’a özgürlük, Kürt halkına statü, ana dilde eğitim” gibi sloganlar Newroz alanında yankılandı ve tarih sayfaları Kürdistan’da baskılarla yılmayan, aksine daha da güçlenen bir halkı yazdı ve yazmaya devam edecek. 19.03.2012 Amed’den YDİ Çağrı okuru B ursa’da Newroz bayramı coşkuyla hafta içinde 21 Mart’ta kutlandı. Bursa Newroz Komitesi; “Bu bayram geleneğini bütün Ortadoğu halkları, uzun yıllardan beri kutlayarak bu günlere taşımışlardır. Ancak ülkemizin Dehaqları 18 Mart Pazar günü kutlaması düşünülen Newroz bayramını, 21 Mart Çarşamba gününe erteleyerek yasakçı zihniyetini bir kez daha ortaya koymuştur.” Newroz’u, Kuzey Kürdistan’da ve Türkiye metropollerinde hafta sonu kutlama taleplerine karşı, devletin ve AKP hükümetinin verdiği yanıt yasak, gözaltı, gaz bombaları, tazyikli su, cop ve kurşun oldu. Açılımdan bahseden AKP, önemli oranda liberal aydınların, büyük burjuvazinin desteğini alan; ama iktidara yerleştiği oranda, onun da diğer partilerden hiç bir farkı olmadığı, onun da gelenekçi devletin baskı ve şiddet, tutuklama, zulmünün devamı olduğu ortaya çıktı. Egemen güçler kendi deyimleriyle “büyük devlet“!! olduklarını ortaya koydular. Ama nafile! Devlet terörü Kürt halkının ve Türkiye’nin devrimci, demokrat güçlerinin direnişi ile karşılandı. AKP ve devlet, Kürt sorununu nasıl çözeceğini herkese gösterdi. Genel olarak burjuvazi ve özel olarak Türk burjuvazi ulusal sorunu gerçek anlamda çözemez. Ulusal sorun özgür şartlarda, ayrılıp ayrı devlet kurma hakkını kullanmak, ancak ve ancak demokratik devrimle mümkündür. Tarih bunu defalarca göstermiştir. Kürt halkının kendi insani taleplerini alanlarda haykırması, taleplerini yüksek sesle dillendirmesi, AKP ve egemenleri korkutmuştur. AKP ve devletin gelenekçi terörü, faşizm Newroz’da yaşandı. Tertip Komitesi şunlara dikkat çekti: “..BDP Arnavutköy ilçe yöneticisi Hacı Zengin kardeşimiz başına isabet eden gaz fişeği ile katledilmiştir. Aynı saldırganlık Diyarbakır’da da yapılmaya çalışılsa da yüz binlerce Amed halkı barikat ve engelleri aşarak bayramı kutlamıştır. Batman’da DTK Eş Başkanı ve Mardin Milletvekili sayın Ahmet Türk kalbinde pil olmasına rağmen, içerisinde sadece 5-6 tane milletvekili ve belediye başkanlarının bulunduğu otobüsün ön camları kırılarak içeriye gaz bombası atılmış, içerden çıkan Ahmet Türk’e polis tarafından saldırıya uğramıştır. Mersin milletvekili sayın Ertuğrul Kürkçü polislerin cop ve tekmeleriyle saldırıya uğramıştır. Geçtiğimiz ay içerisinde günlük 20, 30 TL kazanabilmek için sınır ticareti yapan 34 Uludere Kürt köylüsü Roboski’de F 16’larla hunharca katledildiler. Kürt halkı üzerinde bir yanda operasyonel saldırılar sürdürülürken, diğer yandan da yerleştirilmiş olan linç kültürü horlatılarak Türk ve Kürt düşmanlığı yaratmaya çalışıyorlar. Kütahya Emet’te inşaat işçisi olarak çalışan Kürt işçilerine karşı şoven milliyetçiler saldırarak linç girişimde bulundular. Emet’teki son olayda da öncekilerinde olduğu gibi; saldırıya uğrayanlar korunmayarak memleketlerine sürgün edilmişler, saldırganlar ise “duyarlı vatandaşlar“ olarak koruma altına alınmıştır.“ Konuşmada; yoksulluğa, işsizliğe, kıdem tazminatına, Sivas katliamına da dikkat çekildi. Ardından Bursa BDP Kadın İl Meclis üyesi Zehra Hayman’da; “Kürt kadını da bu mücadelede en ön saflarda yerini almıştır. Hem özgürlük için hem erkek egemenliğine karşı, en ön saflarda mücadele ediyor. Kürt özgürlük mücadelesi, kadının katkısı olmadan olmazdır. Cinsiyet baskısı, tecavüz, cinsel taciz Kürt kadınına reva gören erkek egemen sisteme karşı mücadeleyi daha yükselteceğiz.“ vurgusunu yaptı. Blok Milletvekili Levent Tüzel’de AKP’nin Kürt sorununu çözme diye bir derdi olmadığını, AKP’nin savaşta ısrar ettiği söyledi. Bursa Valisi, Newroz’un hafta içi kutlanmasını dayatmasına rağmen dört bine yakın bir katılım sağlandı. Gençlerin yoğun katılım vardı. Kadınların ve genç kızların renk renk giysileri Newroz’a renk katıyordu. Kutlamada devrimci sol ve reformist solda vardı. Newroz kutlaması, müzik ve davul zurnayla, halaylarla coşkulu geçti. Mitingde Öcalan lehine çokça slogan atıldı. An azadi an azadi!, Bıji Newroz!, Yaşasın halkları Kardeşliği! sloganları da eksik olmadı. Bıji Newroz! An azadi, an azadi! Yaşasın Kürt ulusunun ayrılıp ayrı devlet kurma hakkı! Yaşasın halkların kardeşliği1 Bımre koleti, bıji azadi! 23.03.2012 Bursa YDİ Çağrı okuru halkların kardeşliği için Bursa’da Newroz coşkuyla kutlandı ✌ 21 güncel 1 Mayıs 2012’de yüzbinler Taksim’i doldurdu 1 22 Mayıs kutlamalarına katılacak olan sendikalar ve çeşitli gruplar sabahın erken saatlerinden itibaren toplanmaya başladı. Şişli, Tarlabaşı ve Gümüşsuyu’ndan gelen gruplar, Taksim Meydanı’na doğru yürüyüşe geçti. Meydana üç ayrı koldan gelen kortejler, Taksim Meydanı’na ulaştıktan sonra alandaki yerlerini aldı. The Marmara Oteli önüne, konuşmaların yapılabilmesi ve etkinliklerin gerçekleştirilmesi için kurulan platformun üst kısmında ‘’Birlik, Mücadele, Dayanışma 1 Mayıs, İşçiyiz, Emekçiyiz, Haklıyız’’ yazısı yer alırken, iki yanına Türkçe ve Kürtçe ‘’Yaşasın 1 Mayıs’’ yazılı pankartlar asıldı. Platforma kurulan dev ekranlardan da önceki 1 Mayıslara ilişkin görüntüler yansıtıldı. Meydandaki etkinlikleri, oyuncular Aslı Öngören ve Levent Üzümcü sundu. Sanatçı Mustafa Alabora, etkinlikte Nazım Hikmet’in ‘’Taranta Babu’ya mektup’’ şiirinden bir bölüm okudu. Çeşitli pankartların açıldığı kutlamada, 7 dilde ‘’1 Mayıs’’ yazılı pankart dikkati çekerken, katılımcılar tarafından ‘’Biz emekçiyiz, savaşa geçiş vermeyeceğiz’’, ‘’İşçiyiz haklıyız kazanacağız’’ şeklinde sloganlar atıldı. DİSK GENEL SEKRETERİ Adnan SERDAROĞLU’nun yaptığı açılış konuşmasının ardından 1 Mayıs’larda düşenler anısına saygı duruşunda bulunuldu. Saygı duruşundan sonra Ruhi Su Dostlar Korosu sahne alarak ENTERNASYONAL MARŞI ve 1 MAYIS MARŞI’nı seslendirdi. YDİ Çağrı Korteji olarak Şişli yönünde buluşarak Taksim Meydanına yürüdük. Canlılığıyla ve renkliliğle çevrede de dikkatleri üzerine çeken YDİ ÇAĞRI kortejinde en önde, “Kapitalizmde Gelecek Yok, Gelecek İşçilerin Emekçilerin Ellerinde!” yazılı ve YDİ ÇAĞRI ve Yeni İşçi Dünyası imzalı pankart taşınırken, kortej içerisinde Güney Kültür Merkezi bünyesinde faaliyet yürüten Tiyatro Güney “Sanat Geçeğe Tutulan Bir Ayna Değildir, Bilakis Onu Değiştirmek İçin Kullanılan Bir Çekiçtir. Vladimir Mayakovski” yazılı pankartıyla ve değişik dövizleriyle, Yeni Kadın Dünyası kendi flamalarıyla, Yeni Dünya Gençliği “İşçi Gençlik Gelecek Bolşevizm Yenecek!” yazılı pankartıyla ve kendi flamalarıyla yer aldılar. Yeni Dünya Gençliğinden arkadaşlar yazılama ve stiker çalışmalarıyla çevrede dikkat çektiler. Tiyatro Güney’in güzergah boyunca sergilediği, kadın sorununu, işçipatron sorunlarını, çocuk işçiliği sorununu vb. konu alan skeçleri büyük ilgi ve beğeni ile karşılandı. Kortejde oynanan skeçlerin yanısıra çekilen halaylar da korteji coşkusu ve hareketliliğiyle dikkatleri üzerine çeken bir kortej haline getiriyordu. Yaklaşık 150 kişilik katılımın olduğu YDİ ÇAĞRI kortejinde güzergah boyunca “Fabrikalar Kalemiz, Yaşasın Bolşevik Mücadelemiz!”, “Kurtuluş Yok Tek Başına, Ya Hep Beraber, Ya Hiç Biririmiz!”, “Devrimci 1 Mayıs Seni Yaşatacağız!”, “Jin Jiyan Azadi!”, “Kahrolsun Erkek Egemen Sistem!”, “Yaşasın Devrim ve Sosyalizm!”, “Sivas’ın Katili Faşist T.C. Devleti!”, “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz!”,Türk, Kürt, Ermeni, Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “MarksEngels-Lenin-Stalin- Önderimiz İbrahim İbrahim Kaypakkaya!”, “Geliyor Gelecek, Bolşevizm Yenecek!”, özellikle tiyatrocu arkadaşların öncülük ettiği “Devlet Elini Tiyatromdan Çek!”, “Perdeleri Kapattık Alanlardayız!”, “Halkın Sanatçısı, Halkın Savaşçısıdır!”, “Ampüller Sönsün Spotlar Yansın!” gibi sloganlar atıldı. Sloganlar dışında “Gün Doğdu Hep Uyandık”, “Çav Bella”, “Yeni Dünya Marşı” gibi marşlar hep birlikte okundu. Saat 14:00’de meydana girdiğimizde işçilerin çoğu meydanı terketmeye başlamışlardı bile. Bir bütün olarak geçen senekine benzer bir şekilde coşkulu ve olaysız bir 1 Mayıs kutlandı İstanbul Taksim’de. Yüzbinler talepleriyle ve sloganlarıyla mitingde yerlerini alırken, YDİ ÇAĞRI Korteji olarak karınca kararınca 1 Mayıs’ın kızıl özüne uygun olarak devrim ve sosyalizm sloganlarımızı hep bir ağızdan haykırdık, renkli ve canlı skeçlerimizle işçilerin ve basının dikkatlerini üzerimize çekmeyi başardık. 1 Mayıs 2012 “Bir toplumda kadınların özgürleşme derecesi, genel özgürleşmenin doğal ölçütüdür.” (Engels) Ü lkelerimizde kadının –öncelikle de işçi ve emekçi kadının- toplum içindeki yeri, özgür toplum hedefine ne kadar uzak olduğumuzun en somut göstergesidir. Bizim hedeflediğimiz özgür toplum, insanın insan üzerindeki sömürüsüne son veren, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” ilkesinin yaşam bulduğu bir toplumdur. Bu toplum hedefi KOMÜNİZMDİR! Böyle bir toplumda hem erkekler hem de kadınlar her türden bağımlılık zincirlerinden boşalmış, bütün yeteneklerini geliştirme ve topluma sunma imkanına kavuşmuş olacaktır. Biz hayal kurmuyoruz! Hayır, böylesi bir toplum mümkündür ve tüm tarihsel gelişimin yönü bunu doğrulamaktadır. Bu nedenle gayet maddeci yaklaşıyor ve böylesi bir topluma ulaşabilmek için atılması gereken adımları tespit ediyor ve bunları kendimize ilke yapıyoruz! yeni kadın dünyası Kadınların kurtuluşu kendi ellerinde! Tam kurtuluş komünizmde! Özgürlük toplumuna nasıl ilerleyeceğiz ve bu yolda önümüzde duran görevlerimiz nelerdir? Bu yazımızda bu sorulara cevap vereceğiz. Sonal hedef komünizmi hedefleyen Bolşeviklerin ülkelerimiz Antakya (Arabistan), Kuzey-Kürdistan ve Türkiye’de proletarya önderliğinde sosyalist devriminin yolunun demokratik halk devrimiyle açılacağını savunmaktadır. Bu, kadınların kurtuluşuna ilişkin talep ve görevlerde de kendisini dayatmakta, demokratik görev ve talepler ile sosyalist görev ve talepler birbiriyle diyalektik bağ içinde ele alınmaktadır. Ülkelerimizde kadın cinsinin kurtuluşunun önünde hangi temel sorunlar durduğunu, gerçek eşitliğin ölçütü üç temel alana bakarak ele alalım: Ekonomik alan, siyasal/toplumsal hayata katılım alanı ve cinsler arasındaki ilişkiler alanı. Ekonomik alan: Ülkelerimizde kadın cinsinin toplumsal ezilmişliğinin en somut göstergesi kadın cinsinin ekonomik 23 yeni kadın dünyası 24 güçsüzlüğüdür. Bütün eşitsizliğin temelinde üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ve kadının erkeğe ekonomik bağımlılığı yatmaktadır. Ve bu eşitsizlik, bize kabul ettirilmeye çalışıldığı gibi, “kadın cinsinin üretmemesi” ya da salt “tüketici” konumunda olmasından değil, kadın emeğine kendini “kadının efendisi” gören erkek cinsi tarafından el konulmasından kaynaklanmaktadır (patriyarkal sömürü). Çalışabilir yaştaki nüfusun yarısını oluşturan kadınların ekonomik alandaki güçsüzlüğü şöyle açıklanmaktadır: “Çalışma çağındaki ...sivil nüfusta da cinsiyetler arasında oldukça dengeli bir durum söz konusudur, önemli bir farklılık söz konusu değildir. Bunun ötesinde fakat farklar başlamaktadır. En başta bu kadın nüfusun çok önemli bir bölümü istatistiklerde “İşgücüne dahil olmayanlar” kategorisi içinde ele alınmaktadır. Yani çalışabilir kadın nüfusun çok büyük bir bölümü çalıştığı halde “çalışmayan” olarak gösterilmekte, işsiz bile sayılmamaktadır. ADNKS nüfus sayımı rakamlarına göre 2008 Ocak ayında “İşgücüne dahil olmayan toplam 26.962.000 kişinin 19.493.000’i (yani işgücüne dahil olmayanların % 72,3’ü, bir başka deyimle iş gücüne dahil olmayan her dört kişiden üçü!) kadındı!” (Nereden Nereye Türkiye, Sosyo Ekonomik Yapı Araştırması, H.Yeşil, Çağrı Yayınları, sf. 34) Kısacası: *Tüm kapitalist dünyada olduğu gibi ülkelerimizde de istatistikler “işgücüne dahil olma”yı salt kapitalist pazar ilişkileri temelinde ele almakta ve böyle olduğu için de ülkelerimizdeki yaklaşık 13 milyon kadınını “ev işleriyle meşgul” ve “çalışmıyor” kategorisinde ele almaktadır. *“Çalışmıyor” ya da “ev işleriyle meşgul” kategorisinde ele alınan kadınlar en başta çocuk bakımı ve ev hizmetleri olmak üzere yeniden üretim alanında asırlardır kazanılmış ve nesilden nesile aktarılmış beceri ve kalifiyeleşmeyle birçok mesleki hizmet vermektedirler. Bunları şöyle sıralayabiliriz: — toplumun varlığını sürdürmesinin temellerinden biri olan çocuk doğurma – biyolojik annelik, — okul öncesi çocuk bakımı ve çocukların sağlıklı gelişimini sağlamak, — okul çocuklarının bakımı ve eğitimlerine destek (örneğin: okul/öğretmenle ilişkiler, ev ödevlerinde destek, okul dışı zamanda çocukları koruma/kollama, boş zamanlarını değerlendirme vb.) — aşçılık, — temizlik hizmetleri, — sökük dikmeden küçük çaplı tamirata kadar ev içi onarım hizmetleri, — hasta bakıcılık, — yaşlı bakıcılığı, — aile içi ilişkilerde (düğün, nişan, yaş günü tipi organizelerden, hediye vb.nin tedarik edilmesinden aile içi sorunların çözümü ve iletişimin sağlanmasına dek) “sosyal ilişkiler uzmanlığı.” *Haksızlık salt bununla sınırlı değildir. İstatistikler, erkekleri “kayıt dışı sektörde çalışıyor”, “işsiz”, “iş göremez” gibi kategorilerde sınıflandırırken, kadınlara geldiğinde bu ayrıma hiç de özen gösterilmemektedir! Benzer sınıflandırmalara ayrılması gereken kadınlar bunun yerine genel bir “ev işleriyle meşgul” kategorisinde toplanmaktadır. Örneğin, kadın işini kaybettiğinden andaki durumda işsiz de olsa, ücretsiz aile işçisi de olsa (dükkanda çalışan esnaf eşi), temizlikte çalışma, tarlada çalışma vb. gibi yevmiye işçiliği de yapsa, pazarda kocasının tezgahının yanında kendisinin ve kızlarının el zanaatlarını satma gibi kayıt dışı alanda da iş yapsa, genelde ve çoğunlukla “ev kadını” kategorisinde ele alınmaktadır. *Bütün bunlar, kadın emeğinin görünür olmaktan çıkması, “yok” sayılmasına hizmet etmektedir. İster ücretli/maaşlı olarak çalışsın ister ücretsiz/maaşsız aile işçiliği yapsın kadınların yeniden üretim alanında yarattığı değerlere el konulurken, kadının adı “kaşık düşmanı” (feodal tarzda erkek egemen bakış açısı) veya “salt tüketici” (burjuva tarzda erkek egemen bakış açısı) olmaktadır. Çünkü toplumdaki bakış açısı daha hala “erkek dışarda çalışır, eve ekmek getirir; kadın ev hanımlığı yapar”dır ve aslına bakılacak olursa bu bakış açısına bir türlü uymayan toplumsal gerçeklik zorla uydurulmaya çalışılmaktadır; istatistikler de bunun bir yansımasıdır. (Bu da kurumsal/ yapısal erkek egemenliğine tekabül eder!!!) *Kadın emeğine erkek tarafından el konulması salt yeniden üretim alanıyla sınırlı değildir. Bu bağlamda en büyük haksızlık tarımsal alanda gerçekleşmektedir. 2008 istatistiklerine göre yaklaşık 5 milyonluk toplam kadın çalışanın %39,6’sı, yani her on kadın çalışandan dördü tarım alanında çalışıyordu. Bunların da hemen tamamı (%99,5i) ücretsiz aile işçisi statüsünde idi. “Bu rakamlar Türkiye’de tarımın çok önemli ölçüde köylü kadın nüfusunun ödenmemiş emeği üzerinde yükseldiğini göstermektedir.” (Bkz. Sosyo Ekonomik Yapı Araştırması, sf. 37) *Kadınların ekonomik güçsüzlüğü salt bununla Çifte sömürüye son! Ev işleri ücretlendirilsin! Ekonomik alanda kadın istihdamının önündeki engellerin yıkılmasını hedeflemememizin ötesinde, en başından kadın emeğine el koyan erkek-egemen sömürüyü teşhiri ve kadın emeğinin görünür kılınması için mücadeleyi “ev işlerinin ücretlendirilmesi” talebiyle somutlaştırmalıyız. Ev işi ve çocuk bakımı ve eğitiminin toplumsallaştırılmasının kadının özgürleşmesi için mutlak gereklilik olduğu bilinciyle, Halk demokrasisi devleti en başından itibaren bunların gerçekleşmesi için adımlar atmak zorundadır. Fakat ev işinin toplamsallaştırılmasının maddi koşullarının yaratılması, yani “toplumsal mutfakların kurulması; ev temizliği, çamaşırhane ve ütülemeyi üstlenebilecek kurumlaşmaların yaratılması bugünden yarına gerçekleştirilebilecek bir şey değildir. Sosyalizm yolunda ilerleyen demokratik halk iktidarı, bu hedefe varmak için yapabileceğinin en fazlasını yapmak ve adım adım ilerlemek zorundadır. Demokratik halk iktidarı, bu adımları atarken, öncelikle kadın kitlelerinin ihtiyaçları ve taleplerine kulak vermek zorundadır. Bu sürecin zorluğu açıktır ve salt bu tür kurum ve kurumlaşmaların yaratılmasındaki maddi zorluklarla da sınırlı değildir. Bunun yanı sıra kitlelerin sunulan yeni imkanları benimsemelerinin önündeki kimi engellerin, örneğin alışkanlıkların da ancak süreç içinde aşılabileceği olgusu göz önünde tutulmak zorundadır. Zoraki dayatmaların kalıcı olamayacağının bilinciyle, demokratik halk iktidarı bu alanda da iyi örnek yoluyla aydınlatmaya ve yeninin benimsenmesi için kolaylaştırıcılığa önem vermek zorundadır. Örneğin, “çocuklara en iyi anneleri bakar” anlayışıyla çocuk kreş ve anaokullarına karşı ülkelerimizde hala yaygın olan önyargılı yaklaşım bugünden yarına yıkılacak bir şey değildir. Fakat biz, bugün dahi, eğitimli/ çalışan kentli kadın açısından ana okulunun vazgeçilmezliğini görüyoruz. İyi donanımlı, çocukların sağlıklı bakım ve gelişimine önemi veren, ücretsiz kreş ve ana okullarının çoğaldığı ve bunların çocukların gelişimi üzerindeki olumlu etkileri görüldüğü ölçüde bu tür anlayışlar da terkedilecektir. Bütün dünyada burjuvazinin, özelde de çocukların eğitimine özen gösteren kesiminin yabancı dil/müzik/spor/sanat vb. ağırlıklı özel ana okullarına çok paralar yatırdığı gerçeği de çocuklar açısından neyin iyi olduğuna biraz olsun işaret etmektedir. Demokratik halk iktidarının bu alanda da yapacağı şey, bugün burjuvazinin ayrıcalığında olan şeyi, bütün halkın hizmetine sunmak için ön şartların yaratılmasıdır. yeni kadın dünyası sınırlı değildir. İstatistiklerde “çalışır” görünen kadınlara (esas olarak “ücretli/maaşlı çalışanlar) ilişkin de birçok haksızlık söz konusudur. Bunların en başında ücret ödemelerindeki eşitsizlik gelmektedir. Birçok iş kolunda kadınlar erkeklerden (yüzde 38 ile yüzde 2 oranında) daha az ücret alıyor. Son olarak Kasım 2010’da zorunlu sigortalılar arasında yapılan bir araştırma sonuçlarında bu ücretlendirme haksızlığı şöyle açıklanıyor: Türkiye’de zorunlu sigortalılar kapsamında 9 milyon 976 bin 855 kişi çalışıyor. Bunun 969 bin 549’u kamuda, 9 milyon 7 bin 306’sı ise özel sektörde. Zorunlu sigortalıların sadece 2 milyon 357 bin 564’ü kadın. Tek tek işkolları temel alınarak yapılan karşılaştırmada, 89 işkolunun 59’unda kadınların erkeklere kıyasla daha düşük ücret aldığı tespit ediliyor. (28.10.2010 tarihli Radikal gazetesi) *Bütün bu haksızlıkların üstüne bir de ücretli çalışanların büyük çoğunluğunun (% 72’si) sigortasız ve her türlü güvenceden yoksun olarak çalıştırılması durumu gelmektedir. Bu gerçekte, kadınların emeklilik hakkına da el konulması anlamına gelmektedir. *Dahası, işçi ve emekçi kadın hem doğrudan üretimde veya hizmet işlerinde ücretli olarak çalışmakta, hem de toplumsal üretim için mutlak gerekli ev işini, çocuk bakımını da esas olarak üstlenen olarak, bu işi de ücretsiz olarak yaparak çifte sömürü altında yaşamaktadır. Bu gerçeklikten yola çıkarak, demokratik halk iktidarının ilk yapacağı işlerden biri yasalardaki bütün eşitsizliklerin ortadan kaldırılması ve bunun ötesinde kadınlar lehine pozitif ayrımcılığın uygulanması olacaktır. Siyasal/toplumsal yaşama katılım: Eşitsizliğin en açık görüldüğü alanlardan biri bu alandır. Bugün ülkelerimizde siyasal alan ve devlet yönetiminde -çok açık ve kesin biçimde- tam bir erkek egemenliği söz konusudur. Kadınların siyasal yaşama katılımı seçimden seçime oy kullanma biçimindedir. Hemen hemen bütün siyasal parti örgütlerinin profili orta sınıf, orta yaşlı, orta düzey eğitimli, meslek sahibi erkektir. Böyle olduğu için de “türban” meselesinde çok açık biçimde görüldüğü gibi kadınlar için değil, kadınlar üzerinden siyaset yapılması söz konusu olabilmektedir. “Kılık kıyafet özgürlüğü” 25 yeni kadın dünyası 26 tabii ki savunulması gereken demokratik bir haktır. Ancak, işçi ve emekçi kadın kitlelerinin bu hakların ötesinde ve bundan önce gelen çok daha yaşamsal önemde sorunları ve talepleri söz konusudur. Toplumun yarısını oluşturan kadınların siyasal yaşamda nasıl söz sahibi olamadığına daha somut rakamlarla bakacak olursak: *TBMM (24. dönem) andaki tablosuna baktığımızda toplam 550 milletvekilinin 471’i erkek, 79’u da kadındır (yani: yüzde 85.63,ü erkek, yüzde 14.26’ı kadın). İktidar partisi olan AKP’nin kadın milletvekili oranı % 14 (46 kadın milletvekili); ana muhalefet partisi CHP’nin ise % 14 (19 kadın milletvekili) *Kadın milletvekili oranının yüksek olduğu tek parti Barış ve Demokrasi Partisidir. Ve bunun tek nedeni partinin bilinçli tercihte bulunarak, kadın kotasını uygulamasıdır. BDP’nin (Emek, Demokrasi, Özgürlük bloku) toplam 34 milletvekili vardır, bunların 23’ü erkek ve 11’i kadındır. *Yerel yönetimlerde de kadının adı yok! TC.de mevcut (il, ilçe ve belde) Belediye Başkanlığı sayısı 2847 iken, kadın Belediye Başkanı sayısı sadece 26, yani % 0.09’dur. Toplam 32 bin 92 Belediye Meclisi üyesinin sadece 1471’i, yani % 4,5’i kadındır. (kalkınmahaber. com. 9.2.211) Erkek egemenliği salt egemen sınıf partilerinde değil, hemen hemen bütün siyasi akım ve örgütlerde söz konusudur. Başta işçi ve memur sendikalarında da olmak üzere meslek örgütlerinde de bu tablo değişmemektedir. *Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının (2007) verilerine göre, 96 işçi sendikasının 3’ünün başında kadın başkan görev yapıyor. İşçi sendikalarında görev alan toplam 306 yönetim kurulu üyesinden 4’ü, 145 denetim kurulu üyesinden 5i, 147 disiplin kurulu üyesinden 5’i kadınlardan oluşuyor. Kadın işçilerin sendika yönetiminde temsil edildiği sendikalar ağırlıklı olarak “dokuma”, “banka ve sigorta”, “ticaret, büro, eğitim ve güzel sanatlar” iş kollarında bulunuyor. *Memur sendikalarına gelince: 51 memur sendikasından 5’inin başkanı kadın. Bunlardan 2si “enerji, sanayi ve madencilik”, 1’i eğitim, öğretim ve bilim”, 1’i yerel yönetim, 1’i “basın, yayın ve iletişim” hizmet kolundaki sendikalarda görev yapıyor. 315 yönetim kurulu üyesinden 26’sı, 177 denetim kurulu üyesinden 9’u, 182 disiplin kurulu üyesinden 11’i kadın. Az sayıda da olsa yönetimde kadınların bulunduğu memur sendikaları ağırlıklı olarak “eğitim, öğretim ve bilim”, “sağlık ve sosyal hizmetler”, “enerji, sanayi ve madencilik” hizmet kollarında yer alıyor. (15 Ocak 2007, Haberler.com) Bütün bu durumun kendiliğinden değişeceği de yoktur. Bu tablonun değişmesi kadınların kendi kurtuluşları için mücadeleyi kendi ellerine almalarına ve örgütlü mücadeleriyle kendi taleplerini gündeme getirmelerine bağlıdır. Erkeklerin siyasal ve toplumsal örgüt ve kurumların yönetim kademelerinde kendiliğinden yer açmalarının beklenemeyeceği bütün dünyadaki gelişmeyle kanıtlıdır. Bu nedenle kadınların yönetim kademelerindeki oranını yükseltmek için kota uygulaması vazgeçilmez bir seçenek olmaktadır. Biz, kendi saflarımızdan başlayarak siyasal ve toplumsal yaşamın bütün alanlarında, sendikalarda ve bütün kitle örgütlerinde kadınların gerçek anlamda temsil, söz ve karar verme hakkına sahip olabilmesi için bütün seçim ve atamayla işbaşına gelinen alanlarda kadın kotasının uygulanması için mücadele etmeliyiz. Toplumsal hayatın bilimsel ve kültürel etkinliklerinde de kadının rolü kesinlikle ikincil durumdadır. Başrol hala erkektedir. Kadınların çalışma ve toplumsal yaşama katılmasının önündeki engellerden biri de eğitim alanındaki eşitsizliktir. Ülkelerimizde kadınlarda okuma-yazma bilmeme oranı hala daha çok yüksektir. 2000 yılında daha hala 10 kadından üçü okuma yazma bilmemektedir. “Öğretim kurumları yükseldikçe, öğretimde olan kadınların ve mezun olanlar içinde kadınların oranının, erkeklerin oranına göre” düşmesi söz konusudur. “2000 yılında ilkokul mezunlarının %50,36’sı erkek, %49’64’ü kadındı. Yani arada erkekler lehine çok önemsiz bir fark vardı. Ortaokul mezunlarında erkek mezunlar %67,66’du. Kadın mezunlar tüm mezunların %32,34’ü idiler. Lise ve dengi meslek okullarında bu oranlar: Erkekler %63,54, kadınlar %36,46 biçiminde idi. Yüksek Öğretim Kurumları’ndan 2000 yılında mezun olan erkeklerin tüm mezun olanlar içinde oranı %65,30 iken, kadınların oranı %34,70 idi.” (SEY Araştırması, sf. 32) Genel okullaşma ve öğrenimin artması eğilimine bağlı olarak kadınların öğrenim seviyesinde de artış söz konusu olmasına rağmen, eşitsizlik belirgin biçimde varlığını sürdürmektedir. Kız çocuklarının okullaşması ve öğrenimine önem vermeme, bilakis onların öğrenimden ve meslek sahibi olmaktan alıkoymada, “kadınların yeri evidir”, Cinsler arasındaki ilişki alanında: Ülkemizde feodal kalıntıların varlığını ve ağırlığını en çok hissettirdiği alanlardan biri, kuşkusuz kadına dınlara gösterecekleri tercihler değildir. Ama tarihin ileriye dönen çarkında kapitalizm, feodalizmi çözme işlevini görmektedir. Komünistler bunu olgu olarak kabul ederler. Ve hiçbir şekilde daha ileri bir sisteme karşı, daha geri bir sistemin savunucusu konumuna girmezler. Kapitalizme feodal bakış açısı ile düne özlemle getirilen her eleştiri gericidir. Ülkelerimizde hala varlığını sürdüren ve öncelikle hedeflenmesi gereken kadınlar üzerindeki feodal kökenli baskılar şunlardır: *Kadınları özgür bireyler olarak değil, babanın ya da kocanın malı, “namusu” olarak gören anlayış. Ve bu anlayışın ürünü olarak, kadının evlenmeden, kendi istediği biçimde yaşam kurma hakkının kesinlikle tanınmaması. (Evlenme ve anne olma zorunluluğu!) *Zorla evlendirme, başlık parası, berdel, kumalık. *Bekarete verilen olağanüstü değer; kadına evlilik öncesi cinsel ilişkinin tabu sayılması; bu alandaki ka- yeni kadın dünyası “nasıl olsa evlenecek” türünden feodal-erkek egemen bakış açısı etkili olmaktadır. Bugün kız çocuklarının okutulma ve meslek edinme yönünde yetersiz olan teşviki de kadına biçilen esas toplumsal rolü (evlenip “yuva kurma” ve anne olma) değiştirmeye yönelik olmaktan çok uzaktır, daha çok yüksek öğrenim evlilik pazarında şansın artırılması ve çocuklara eğitimli, daha iyi bir anne olmanın aracı olarak görülebilmektedir. Üniversiteyi bitiren kadınların çok önemli bir bölümünün mesleklerinde çalışmamaları bunun göstergesidir. Kadınlara son derece sınırlı bir toplumsal rol biçen her türden ataerkil bakış açısına karşı mücadele, eğitim alanında ele alınması gereken temel görevlerdendir. Devrim ve özgürleşme mücadelesine katılmak için işçi ve emekçi kadınların feodal-burjuva erkek egemen zincirleri kırması ve can güvenliği dahil büyük risk alması gerekmektedir. Kadınların örgütlenmesinin ve kendi hak ve talepleri için mücadeleye atılmasının önündeki engellerin ve dolayısıyla görevlerin büyüklüğü de burda düğümlenmektedir. Devrim için örgütlenmeye, örgütlenmek için de devrime ihtiyaç vardır. bakış açısı ve buna bağlı olarak kadın-erkek ilişkileri, aile ilişkileridir. Bu noktada önce, feodal büyük aileyi parçalayan kapitalist sürecin ve “burjuva ailesi”nin feodal açıdan eleştirisi, geçmiş eski “güzel günler”in savunulması kökten reddedilmelidir. “Burjuva ailesi” toplumsal açıdan, kadının özgürleşmesi değildir ama kadının özgürleşmesi yönünde, feodal toplumun “sofradaki yeri, öküzünden sonra gelen”, “bir sözle aldığına üç taşla boşayan” ailesinden ileriye doğru atılmış bir adımdır. Açıktır ki, kadınların kurtuluşu açısından ne feodalizm, ne de kapitalizm, komünistlerin ka- dın ve erkeğe yönelik çifte ahlak anlayışı. *Namus ve aile şerefi adına kadına uygulanan şiddet, kadın cinayetleri. *Evde babanın, ağabeyin, kocanın mutlak hakimiyeti, kadına yönelik şiddet. *Evlenmeden önce babaya, ağabeye ve diğer erkek akrabalara ve evlendikten sonra da kocaya tabi olma ve erkeğe itaat etme zorunluluğu. *Kadınların kılığı kıyafetinden, oturup kalkmasına, gülmesine ve kiminle konuşup kiminle konuşmayacağına dek kural ve yasak koymayı kendine hak gören “efendi” bakış açısı. 27 yeni kadın dünyası Bilindiği gibi sözüm ona bugün TC devletinin nüfusu 50 bin kişiyi bulan her beldede “sığınma evi” açma yasası vardır. Ancak bu da kadın-erkek eşitliğine ilişkin diğer yasalar gibi lafta kalmaktadır. Ne yeterli sayıda sığınma evi açılmakta, ne bu alana yeterli para kaynağı aktarılmaktadır ve dolayısıyla var olan sığınma evleri işlevlerine uygun olmaktan uzaktır. Kaldı ki, devletin görevi salt şiddet ortamından kaçan kadına soluk alabileceği bir barınak sunmakla sınırlı değildir. Bunun ötesinde, kadınların kendilerine şiddet uygulayan erkeklere ve ailelerine sırt çevirip, baskısız ve şiddetsiz, özgür ve daha iyi bir yaşam kurmak için maddi ve manevi olarak güçlendirilmeye ihtiyacı vardır. Bunun olmadığı yerde, erkek şiddetinden kaçıp sığınma evine koşan kadının, kendini bekleyen yoksulluk ve zor yaşam şartları karşısında yılması ve yeniden şiddet ortamına dönmesi bir yerde kaçınılmaz olmaktadır. Cinsler arası ilişkilerde feodal kötülüklerle burjuvaerkek egemen kötülüklerin iç içe geçmişliği söz konusudur. Kadının erkeğin cinsel ihtiyaçlarını tatmin etmekle yükümlü bir seks nesnesi, cinsel köle olarak görülmesi feodal ya da burjuva, genel olarak erkek egemen bakış açısının genel görünümüdür. “Seks nesnesi” olarak görülen kadın, her türlü metanın pazarlanmasında kullanılan reklam aracıdır. “Porno sanayii” adı verilen koskoca bir üretim alanı, bu anlayışın ürünlerini üretmek ve pazarlamakla yüz binlerce kişiye “iş sahası” yaratmaktadır. Kadının cinselliğinin meta olarak kullanımına karşı mücadele (fuhuşa ve pornografiye karşı mücadele) erkek egemen sisteme karşı mücadele hedefiyle yürütülmek zorundadır. Dolayısıyla bu, fuhuşa ve pornografiye karşı mücadele kisvesi altında bu alanda çalışan kadınları aşağılayan ve mağdur bırakan anlayışlara karşı durulmayı gerekli kılar. Görev, her türden cinsiyetçiliğe karşı mücadeledir! Özgürleşmek için devrim, devrim için özgürleşmek gerek! 28 Ortaçağın kadın-erkek ilişkileri, aile konusundaki görüş ve uygulamaları, en modern üretim içinde bulunan çevrelerde bile, şu ya da bu ölçüde etkisini sürdürmektedir. Ülkelerimizde toplumun demokratlaşmadığının ve özgürleşmediğinin en açık örneklerinden biri, kadınlara yönelik görüş ve uygulamalardır. Türk hakim sınıflarının, kadınlara seçme ve seçilme hakkını (1934) İsviçre’den önce tanımış olmakla övünmesi bu gerçekliğin perdelenmesine yet- memektedir. Tek başına, her gün gündemde olan kadınlara yönelik en vahşi türden erkek saldırıları dahi koyu erkek egemenliğini gözler önüne sermektedir. Ülkelerimizde kadınların en temel insan hakkı olan can güvenliği dahi yoktur! Devrim ve özgürleşme mücadelesine katılmak için işçi ve emekçi kadınların feodal-burjuva erkek egemen zincirleri kırması ve can güvenliği dahil büyük risk alması gerekmektedir. Kadınların örgütlenmesinin ve kendi hak ve talepleri için mücadeleye atılmasının önündeki engellerin ve dolayısıyla görevlerin büyüklüğü de burda düğümlenmektedir. Devrim için örgütlenmeye, örgütlenmek için de devrime ihtiyaç vardır. Bu bağıntıda komünistler, yaşamları ile de örnek olmak zorundadırlar. Komünistler “kitle çizgisi”, “halkımız ne der?” vb. adına, kesinlikle feodal ve kapitalist aile ilişkilerini savunmazlar. Onlar, doğru buldukları, bireysel cinsel sevgi temelindeki ilişkileri/ aileyi savunur ve yaşarlar. Komünistler, dışarda devrimci evde “paşa” zihniyet ve davranışını reddederler. Emekçi kadın-erkek ilişkilerinde, açık ve berrak olarak ezilenden yana tavır koyar, taraf tutarlar. Emekçi kadınları devrime kazanmanın; emekçi erkeklerin yanlış düşüncelerini aşmanın tek yolu budur. Ulusal baskılardan kurtuluş için demokratik devrim gerek! Kadınlar üzerindeki baskılar sınıfsal ve cinsel baskılarla sınırlı kalmamaktadır. Kürt ve Arap ulusu ve diğer azınlık milliyetlerden kadınlar üçlü baskılara maruz kalmaktadırlar. Kürt kadının ve Arap ulusundan kadınların özgürleşme mücadelesi, Laz, Rum, Ermeni, Çerkez, Tatar vb. ulusal azınlıklardan kadınların özgürleşme mücadelesi her türden ulusal baskıdan kurtuluş mücadelesiyle iç içedir. En basit bir şekilde koyacak olursak, Kürt kadının özgürlüğü için Kürdistan’a özgürlük, Arap kadının özgürlüğü için Antakya(Arabistan)’ya özgürlük ve tüm azınlık milliyetlere tam hak eşitliğinin sağlanması gereklidir. Bunun için Demokratik Devrimi hedefleyen bir kadın hareketine ihtiyaç vardır. Demokratik kadın hareketinin gelişmesi ve doğru hedeflere yönelmesi için komünistlerin ellerinden gelen en büyük çabayı sarf etmesi, Komünist Kadın Hareketini yaratması en temel görevdir! Mücadelemiz kadının gerçek kurtuluşu mücadelesidir! D İSK Kadın Komisyonu 28 Nisan’da “2012 1 Mayıs’a Giderken Kadın Emeği ve Mücadele” konulu bir seminer düzenledi. Etkinlikte Genel İş Sendikası Şube başkanı Nebile Çetin Irmak’ın yaptığı giriş konuşmasının ardından Dr. Nur Banu Kavaklı Birdal ve Prof. Dr. Şemsa Özar kadın emeğine yönelik saldırılar ve muhafazakar politikaların kadınlar üzerindeki etkisi ile ilgili birer sunum yaptılar. Kavaklı Birdal, yeni eğitim sistemi 4+4+4’e değinerek eğitimin piyasalaştırılmaya çalışıldığını, devletin elini tamamen eğitimden çekmek istediğini ve çocuk yaşta evliliklerin gündeme geleceğini söyledi. Devletin eğitimde olduğu gibi bakım hizmetlerinden de elini çekmeyi planladığını ve bunu da aileyi kutsayarak yapmayı amaçladığını vurguladı. Şemsa Özar ise kadınların yaşadığı ayrımcılıkları konuşmak istemediğini, bunları anlatmaktan yorulduğunu, bunun yerine mücadeleyi konuşmak istediğini söyledi. Fakat konuşmasının devamında 2011 Ulusal İstihdam Paketinin kadınlar için ne ifade ettiğini anlattı. Örneğin “işyerinde cinsel taciz” tanımlamasının yerini “psikolojik baskı” tanımının aldığını, çalışan kadınların yasal olarak kreş hakkı olmasına rağmen bunun %50-60 oranında gerçekleştirilmediğini (katılımcılardan bu oranın çok daha yüksek olması gerektiği itirazı geldi) ifade etti. Yasal olarak kreş açması gereken fakat açmayan işyerlerinin tespit edilip buraların önünde eylemliliklerin yapılmasının somut mücadeleye dair bir örnek olabileceğini belirtti. Türkiye’de değişik kesimlerin mücadelelerinin birbirinden bağımsız yürüdüğünü ve bu mücadelelerin biraz daha birbirini destekleyen, dirsek teması halinde olan mücadeleler olması gerektiğini belirtirken bu başarılamadığı için de tek tek alanlardaki mücadelelerin zayıf kaldığını vurguladı. Bu mücadelelerin biraz daha ortaklaştırılması gerektiğini dile getirdi. Yapılan sunumların ardından katılımcılara söz verildi. Katılım az olmasına rağmen çok sayıda kadın söz alıp görüşlerini aktardı. Yapılan konuşmalarda kadına yönelik saldırılar gündeme gelirken buna karşı mücadelenin nasıl yürütülmesi gerektiği üzerine tartışıldı. Kadınların kendi arasındaki dayanışmanın önemine vurgu yapıldı. Kadına yönelik şiddet ile ilgili yasa tasarısında yaşanan süreç aktarıldı. Neoliberal politikaların kadınlar üzerindeki etkilerine değinildi. Toplantının ardından tüm kadınların katıldığı yaratıcı drama ile etkinlik sona erdirildi. Toplantıdaki en büyük eksiklik işçi kadın sayısının, doğrudan fabrikalarda çalışan kadınların sayısının son derece az olmasıydı. Etkinliğe daha çok değişik sendikalardan uzman ve yönetim kademelerinde yar alan kadınlar katılmışlardı. Nisan 2012 yeni kadın dünyası DİSK Kadın Komisyonu etkinliği 29 yeni kadın dünyası İstanbul’da 8 Mart Bedenimiz, Emeğimiz, Kimliğimiz İçin, Erkek Egemen Sisteme Karşı, Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz! İ 30 stanbul Kadın Platformu’nun “Bedenimiz, emeğimiz, kimliğimiz için erkek egemen sisteme karşı, yaşasın örgütlü mücadelemiz” şiarıyla gerçekleştirmiş olduğu, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, yaklaşık 6 bin civarında bir katılımla, 11 Mart Pazar günü Kadıköy’de kutlandı. Fakat mitinge geçmeden önce, öncesinde yapılan hazırlıklar ve çalışmalar hakkında birkaç bilgi vermek istiyoruz. Bilindiği gibi İstanbul Kadın Platformu, her sene değişik kurumların bir araya gelerek oluşturdukları bir platformdur. Bu senede 33 değişik örgüt, siyasi parti ve dergi çevreleri bir araya gelerek, İstanbul Kadın Platformu’nu oluşturdular. Hazırlık sürecinde yapılan toplantılara katıldık. Toplantılarda yürütülen tartışmalar, görüş ve öneriler sonucu, ortak bir çağrı metni çıkarıldı. Bu çağrı ile birlikte, 3 Mart günü, Taksim Meydanında, Kadıköy mitingine çağrı amaçlı bir basın açıklaması yapıldı. Bununla birlikte çıkarılan çağrı metni toplu olarak dağıtıldı. Çağrı metninin içeriği özetle; kadın cinayetleri, iş yerinde, sokakta, evde cinsel taciz ve tecavüz, esnek çalışma koşulları, Kürt ulusuna yönelik katliamlar ve tutuklamalar, nefret cinayetleri vb. içerikliydi. Bizler de “Yeni Kadın Dünyası” olarak platformda yer aldık. Yürüyüş ve mitinge YDİ Çağrı imzalı, Yeni Kadın Dünyası amblemli “Olmaz deme, bensiz olmaz de, kır zincirlerini katıl mücadeleye” imzalı pankartımızla ve flamalarımızla katıldık. Yürüyüş, başlaması gereken saatten bir saat gecikmeyle başladı. Biz de o sırada bildiri dağıtımı ve yayın satışı yaptık. Aynı zamanda güçlü bir şekilde sloganlarımız atıldı, türküler söylenerek halaylar çekildi. Atılan sloganlardan birkaçı şunlardı; “Eşit işe eşit ücret!, Kahrolsun erkek egemen kapitalist sistem!, Erkek vuruyor, devlet koruyor!, Cinsel, ulusal, sınıfsal sömürüye son, Her gün 8 Mart, her gün mücadele!, Susma haykır kadına şiddete hayır!, 8 Mart kızıldır kızıl kalacak!” Daha sonra kortejimizle birlikte miting alanına girdik. Kürsüden önce Kürtçe daha sonra Türkçe ortak konuşma metni okundu. Konuşma metninde de yukarıda belirtiğimiz konulara tekrar vurgu yapıldı. Ortak konuşmadan sonra LGBT’den bir arkadaş, genel olarak kadın üzerindeki baskılara değindi ve özelde de nefret cinayetlerine ve heteroseksizme değindi. İmece’den bir kadın arkadaş ise ev işçilerinin mücadelesi ile Uluslararası Çalışma Örgütü ILO C 189 sayılı sözleşmesi uyarınca ‘’Ev İşçilerine İnsanca İş’’ tavsiye kararı üzerinde durarak, AKP hükümetinin kadını değil aileyi esas aldığını vurguladı. Miting alanında bildiri dağıtımı ve yayın satışı yapıldı. 13 Mart 2012 8 Mart Adana’da coşkuyla kutlandı. Bizlerin de içerisinde yer aldığı Adana Kadın Platformu 8 Martı meşaleli bir yürüyüşle kutladı. 8 Mart akşamı saat 18.30’da 5 Ocak Meydanında toplanan kurumlar meşalelerle ve dövizlerle Atatürk Parkına bir yürüyüş gerçekleştirdi. Yürüyüş boyunca birçok kez “Bağır herkes duysun erkek şiddeti son bulsun!, Bana bak başbakan tepemizi attırma kendin yat kuluçkaya bir Türkçük, iki Türkçük, üç Türkçük doğurmaya!, Dünya yerinden oynar kadınlar özgür olsa!” sloganları atıldı. Atatürk Parkına varıldığında eyleme katılan kadınlar Arapça, Kürtçe ve Türkçe selamlandı. Ve ardından basın metni okundu. Basın metninde, “Bizler bugün burada emeğine el konulanlarla, evde köle, işte düşük ücrete mahkûm edilenlerle, fabrikada, genelevde, nerde olursa olsun sömürülenlerle, baba, koca, erkek dayağına katlanmak zorunda kalanlarla, “namus” cinayetlerinde katledilenlerle, gizli kürtajlarda ölenlerle, uluslararası çetelerce fuhuş sektörüne satılanlarla, sokakta, işyerinde, savaşta, gözaltında tacize tecavüze uğrayanlarla dayanışmamızı haykırıyoruz.” denildi. Bir dizi taleplerin yanında KESK’li kadınların 8 Mart’ın yasal, ücretli izin sayılması için gerçekleştirdiği iş bırakma eylemini selamlayarak tutuklu bulunan KESK’li kadınların serbest bırakılması talebinde bulunuldu. Basın açıklamasının ardından slayt gösterimi izletildi. Alanda yine kadınların hazırladığı bir skeç oynandı. Uzun zaman alanda kalan biz kadınlar halaylarla sloganlarla bir 8 Mart eylemi daha gerçekleştirmiş olduk. Bu sene 8 Mart’ta, her sene yaptığımız gibi bir miting yapamadık. 8 Mart hazırlık toplantılarında BDP’li kadınlar, basın metnine ‘sayın Abdullah Öcalan’a özgürlük’ cümlesinin geçmesini istediklerini aksi takdirde platformun düzenlediği mitinge katılmayacaklarını ve ayrı bir miting gerçekleştireceklerini ifade ettiler. Birkaç toplantı boyunca süren tartışmalarda BDP’li kadınlar, önerilen bir sürü ara formüle karşın (örneğin bir bütün olarak tecrit zulmüne karşı söz söylenebileceği), platformun diğer bileşenleri olan örgütlerden kadınların tepkilerine karşın bu konudaki dayatmacı tutumlarından geri adım atmadılar. Biz de, mitinge katılan her örgütün gerek pankartları, dövizleri, gerekse sloganlarıyla kendilerini yeterince ifade edebilecekleri bir zeminin olduğunu fakat basın metninin platform bileşeni tüm ör- yeni kadın dünyası Adana’da 8 Mart meşaleli yürüyüşü gütleri bağladığını, bu nedenle metinde ortaklaşılan konuların yer alması gerektiğini söyleyerek BDP’li kadınların talebine karşı çıktık. Sonuç olarak BDP’Li kadınlar platformdan çekildiler. Platform olarak ise, hem 8 Mart’a az bir zaman kaldığı hem de BDP’li kadınların yokluğu şartlarında mitingin katılım açısından çok sönük geçeceği düşünülerek bu sene miting yapmama kararı alındı. 8 Mart mitinglerinde, Adana’da, BDP’li kadınlar büyük çoğunluğu oluşturuyorlar. Bu güce dayanarak böylesi bir dayatmacı tavır sergilediklerini düşünüyor ve bu tavrı doğru bulmuyoruz. 12.03.2012 Eylemden ilginç notlar: - DHA’nın bir kadın muhabiri aldığı ikinci bir basın açıklaması metnini sivil polislere verdi. - Eyleme katılan kadınlar Türkçe, Kürtçe ve Arapça olarak selamlandı. Kürt bir kadının konuşması sırasında bir sivil polis diğerine “kim bu konuşan” diye sordu, öteki sivil polis “PKK’linin biri” yanıtını verdi. - Yürüyüş sırasında kadınlar özgürlük talebi içeren sloganlarına karşı bir sivil polis diğerine elbette bir küfür savurarak “her şey var daha ne özgürlük istiyorsunuz” dedi. - Yürüyüş güzergahı boyunca kadınlar eylemi alkışlarken, erkeklerin çoğunluğundan küfür ve küçümseme dolu sözler eksik olmadı. - Eylem alanında Adana Valiliği’nin ve Adana Kadın Kuruluşları Birliği’nin çelenkleri vardı. Alan yakınında da Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın 8 Mart kutlama mesajını içeren bir pankart asılmıştı. 31 panorama PA NOR A M A Gündemde yine savaş var! - SUDAN - GÜNEY SUDAN - Taraflar arasında anlaşma sağlanmadığı durumda Güney Sudan yönetimi Sudan’ın 815 Milyon Dolarlık petrole el koyduğunu ve bunu kendi başına sattığını açıklayarak, bu adımı “talancı baskı” olarak adlandırıp Şubat ayı başından itibaren petrol üretimini durdurduğunu ilan etti. D 32 ergimizin 152. sayısında 13 Haziran 2011 tarihli yazımızda Afrika’da “Güney Sudan Cumhuriyeti” adıyla yeni bir devletin kuruluşunun 9 Temmuz’da resmen ilan edileceğini belirtmiş ve gelişmeleri ortaya koymuştuk. 9 Temmuz 2011 tarihinde beklenildiği gibi Güney Sudan resmen ayrı devlet olduğunu ilan etti. Bu karar Sudan yönetimince de kabul edildi. Atılan bu adımla 9 Ocak 2005 tarihinde imzalanan anlaşmanın hedefine de varılmıştı. Sözkonusu ayrı devlet olma konusunda taraflar arasında uzlaşma sağlanmış, Güney Sudan devletini ilk tanıyanların başında Sudan Başkanı Beşir geliyordu. Fakat iki devlet arasındaki sorunlar tümüyle çözülmemişti. İki devlet arasındaki sınırların belirlenmesi, petrolden gelen gelirlerin nasıl paylaşılacağı, Abyei, Yukarı Nil ve Nuba Dağları bölgelerinin Kuzey’e mi Güney’e mi ait olacağı gibi sorun ve sorular varlığını koruyordu. Ayrıca yaşanmış savaş sonucu yerlerinden edilen yüzbinlerce insanın mültecilik sorunu ve yerlerine geri dönüş meselesi de çözüme kavuşturulması gereken sorunlar arasındaydı. Çatışma potansiyelini içeren sorunlar ise burada saydığımız ilk üç sorundu. Bu olguya dayanarak yukarıda bahsettiğimiz yazımızda şu tespiti yapmıştık: “Sonuçta, başta sınır belirleme ve petrol gelirlerini paylaşma meselesi, eğer müzakere ile çözülmezse, yeni çatışmalara yol açabilecek potansiyele sahiptir.” (sayfa 38) Biz bu tespiti yaptıktan kısa süre sonra Etyopya’nın başkenti Addis Abeba’da yapılan anlaşmaya göre Abyei bölgesi askerden arındırılacak ve BM’nin Mavi Kasklı güçleri sözkonusu uygulamayı kontrol edecekti. Sınırlar bu anlaşmayla da belirlenmemiş, tersine, andaki sınırların değiştirilebileceği tespit edilmişti. BM genel Sekreteri Ban Ki Moon bu anlaşmayı överken Kordofan bölgesindeki çatışmalara son verilmesini de talep ediyordu. Medyada fazla yer verilmese de iki taraf arasındaki çatışmalar yer yer durdu, azaldı, yer yer şiddet- PETROL VE SINIR DALAŞI Sudan, Nijerya ve Angola’dan sonra Afrika kıtasının üçüncü büyük petrol üreticisi ve tahminlere göre 6,6 Milyar varil reserve sahip. Güney Sudan’ın ayrılmasıyla bu kaynağın yaklaşık %75’i Güney’de kaldı. Petrolün dış ülkelere satışı için inşa edilmiş boru hattı ise Kuzey üzerinde Kızıl Deniz’e uzanmaktadır. Ayrıca ham petrolün işlenmesi için gerekli rafineri de Kuzey’dedir. Sudan yönetiminin Güney Sudan’ı bağımsız devlet olarak kabul etmesine bağlı olarak Güney’deki petrol yataklarının da bu devlete ait olduğunu sineye çektiğinden, anda elindeki petrol yataklarını –örneğin Abyei bölgesindeki petrol yataklarını- elde tutmaya çalışırken, Güney ile sınır anlaşmazlığını da korumaktadır. Petrol boru hattının Kuzey üzerinden geçmesi ve rafinerinin Kuzey’de olması olgusu ise Beşir yönetimi tarafından Güney’e karşı koz olarak kullanılmaktadır. Görüşmelerde ipleri koparan konu da petrolün transport edilmesi ve işlenmesi için Güney’in Kuzey’e varil başı ne kadar dolar ödeyeceği konusu oldu. Bu görüşmelerden önce petrol gelirleri paylaşılıyordu. Kuzey yönetimi varil başı 36 Dolar isterken, Güney ilk başta bir (1) dolar ödeyeceğini daha sonraki görüşmelerde ise bunu 5,69 Dolar’a yükselttiğini açıkladı. Bu durumda doğal olarak anlaşma mümkün değildi. Bunun yanısıra görüşmelerde sınırları belirleme meselesinde de herhangi bir uzlaşma sağlanamadı. Anda Kuzey’de yaşayan yaklaşık 500.000 Güney Sudanlı mültecinin ve Güney’de yaşayan yaklaşık 80.000 Sudanlı mültecinin geri dönmesinin nasıl ve hangi zaman çerçevesinde sağlanacağı da belirsizliğini koruyor. Taraflar arasında anlaşma sağlanmadığı durumda Güney Sudan yönetimi Sudan’ın 815 Milyon Dolarlık petrole el koyduğunu ve bunu kendi başına sattığını açıklayarak, bu adımı “talancı baskı” olarak adlandırıp Şubat ayı başından itibaren petrol üretimini durdurduğunu ilan etti. Güney Sudan Kuzey’den bağımsız olarak petrol üretip ihraç etmek için Kenya veya Etyopya üzerinden inşa edilecek petrol boru hattının hesaplarını, planlarını yapmaktadır. Kuşkusuz ki böylesi bir planın gerçekleşmesi epey zaman ister. Çelişkiyi çatışmalara ve giderek savaşa dönüştüren adım ise Güney Sudan’ın uluslararası düzeyde anda Sudan’a ait olduğu kabul görülen sınır bölgesindeki Hiclic’i (Heglig) işgal etmesi adımı oldu. Hiclic petrol yataklarının bulunduğu bir yer. Kuşkusuz ki böylesi bir bölgeyi işgal etmek “barışçıl” yollarla olmuyor. Sudan parlamentosu Güney Sudan’ın Hiclic’i işgal etmesi gerekçesiyle, Güney Sudan ile görüşmeleri durdurma kararı aldı. Başkan Beşir de 3 Nisan’da yapılması gereken zirveye katılmayacağını açıkladı. Görüşmeler yerine Hiclic’in geri alınması amacıyla saldırı kararlaştırıldı. Sudan’ın resmi saldırı ilanı ve saldırısıyla aslında iki devlet arasında düşük düzeyde bir savaş yaşandı ve bu yazımız yazılırken uluslararası düzeyde çağrılara rağmen sürüyordu. Sudan’ın Hiclic’i geri alması için yürüttüğü savaşta Sudan kaynaklarına göre 3000 kadar Güney Sudanlı asker öldürülmüştür. Güney Sudan ise bunu reddetmekte, Hiclic’ten “barış görüşmeleri için geri çekildiği”ni açıklamakta ve bunu kendisini uluslararası çağrılara uyan bir güç olarak göstermek için kullanmaktadır. Bu arada Sudan güçleri saldırılarında Güney’in 10 kilometre kadar içine girdi, kimi yerleri bombaladı. Hiclic’in geri alınmasından sonra çatışma öncesindeki sınıra geri çekildiği yönlü haberler medyaya yansıdı. panorama lendi ama son bulmadı. Ağustos ayında hem Güney Sudan’da aşiretler arası çatışmalar hem de GüneyKuzey arası çatışmalarda yüzlerce insan yaşamını yitirdi. Güney Sudan’da çatışmalar esasında arazi, su ve hayvan sürüleri üzerine yürüyen –bu gerçekte yaşayabilme kavgasıdır- çatışmalar iken; Güney-Kuzey arasındaki çatışmalar yeraltı zenginliklerinin, özellikle de petrolün olduğu bölgeleri ele geçirme, sınırı genişletmeye yönelik çatışmalardı. Yer yer arazi, su ve hayvan sürüleri üzerine çatışmalarla sınırı genişletme için çatışmalar içiçe geçme durumundaydı. Çatışmalara yol açan nedenleri gerçekçi tahlil eden kimi gözlemciler, doğru olarak çatışmaların kısa sürede son bulamayacağını da tespit ediyorlardı. Buna rağmen 2012 yılı başlarına kadar Sudan koşullarına göre önemli çatışmalar yaşanmadı. Sorunların diyalogla “barışçıl” temelde çözülmesi için görüşmeler, pazarlıklar sürdürüldü. Herhangi ciddi bir adım atılmadan yeniden çatışmalar gündeme geldi ve bu çatışmalar yeni bir savaşı gündeme getirdi. Bu yılın Ocak ayı başlarında Güney Sudan’da yeniden aşiretler arası çatışmalar yaşanırken ve binlerce insanın yaşamını yitirdiği haberleri medyaya yansırken, Güney-Kuzey arasındaki görüşmeler çıkmaza girdi. ULUSLARARASI TEPKİLER, TAVIRLAR Andaki gelişmelerle ilgili tavırlara bakmadan önce, 33 panorama 34 Güney Sudan bağlamında hatırlatılması gereken önemli konulardan biri, Güney Sudan’ın bağımlı bir devlet olduğu gerçeğidir. Sudan’dan ayrılmıştır ama emperyalist güçlere bağımlı bir devlet olarak doğmuştur. En başta ABD emperyalizmi olmak üzere Avrupalı emperyalist güçlerin desteği ve kışkırtması sonucu ayrı bir devlet olarak Güney Sudan var olmuştur. Bu emperyalistlerin hesaplarında petrol kaynaklarına ve yeraltı zenginliklerine hakim olma hesabı da vardı. Böylece öncelikle Sudan’da etkisi ve nüfuzu güçlü olan Çin emperyalizminin etkisindeki kaynakları ele geçirmek gerekiyordu. Bu açıdan bakıldığında Güney Sudan’ın destekleyicisi güçlerden onay almadan, onlara rağmen Sudan’ın bir parçasını işgal etmeye kalkışması biraz zor görünüyor. İlginç olarak görülebilecek nokta, anda Çin’in Güney Sudan’ın da en önemli ticaret partneri olmasıdır. Çin emperyalizmi anda iki Sudan ile de ilişkilerini sürdürme, bunlar arasında taraf tutmama siyasetini gütmektedir. Kuşkusuz bu petrol kaynaklarının yaklaşık %75’inin Güney Sudan’da olması ve Çin’in petrol gereksiniminin %5’ini Sudan – Güney Sudan’dan karşılaması olgusuna dayanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında ABD emperyalizminin ve Avrupalı emperyalistlerin Çin’e karşı hesapları şimdilik tutmamıştır. Fakat medyaya yansıdığı kadarıyla ABD emperyalizmi Güney Sudan’ın arazisinin %10’unu hektarı 0,06 Dolar’dan 49 yıllığına kiralamıştır. Kısacası emperyalistler arası paylaşım dalaşı sürüyor. Bu dalaşta anda kamoyuna karşı yansıtılan tavırlar -tavır takınanların hepsinin de tavrı- tarafların çatışmalara son vermesi, sorunların “barışçıl” yöntemlerle, görüşmelerle çözümü için adımların atılması biçimindedir. BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon sayısız kere tarafları şiddete, çatışmalara son vermeye, görüşmeleri yeniden başlatmaya çağırdı. BM ile paralel görüşmelerde arabuluculuk yapan Afrika Birliği de şiddete son verilmesi çağrısında bulundu. ABD başkanı Obama da videolu mesajla tarafların petrol kaynakları bağlamında çözüm bulmasını istedi. Güney Sudan Başkanı Salva Kiir Çin’i ziyaretinde Sudan’a karşı destek ararken Çin Başkanı Hu Jintao tarafsız bir tavır takınarak taraflara sükunet ve çatışmalara bir an önce son verme çağrısında bulundu. Savaşı kışkırttıkları ve sürdürdükleri bir ortamda Güney Sudan ve Sudan yetkililerinin, en başta da devlet başkanlarının açıklamalarına bakıldığında, bunların da savaş istemediği, suçlu olanın birine göre diğeri olduğu, diğerini suçlayanın “barış yanlısı” olduğu vb. vb. görüntüsü var... Ama sadece görüntü! Görünürde hepsi de sorunun “barışçıl” temelde ve görüşmelerle çözülmesi yanlısı. Fakat hem Sudan hem de Güney Sudan yönetiminin, anda Sudan sınırlarında kalan petrol kaynaklarının bulunduğu bölgelerin kendi sınırlarına ait olduğunu savunmaları ve bu savunuda inat etmeleri, sorunun “barışçıl” temeldeki çözümünü imkansız kılmaktadır. Bu durumda çelişme ve çatışmaların maddi temeli varlığını korumaktadır. Ya iki Sudan arasında doğrudan çatışma ve savaşla pazarlıklar için yeni bir durum oluşturulur ve uluslararası müdahalede oluşturulan yeni durum pazarlıkların çıkış noktası olarak alınır; böylesi bir durumda da çatışmalar/ savaş uzun sürer. Ya da BM’nin işgalci güçleri “barışı koruma” adına müdahale eder, andaki, çatışmalar diner ama sorun yine de uzun süre varlığını koruyacaktır. Böylesi bir durumda da taraflara dayatılacak anlaşma ile sorunun çözüldüğü lanse edilecektir. Gerçekte ise sorunların kaynağı varlığını sürdürecektir ve bu kaynak başka bir zaman yeniden çelişkilerin çatışmalara dönmesine yol açacaktır. Bu çatışmalar, gelişmeler yaşanırken daha önce sınırların belirlenmesi için sözkonusu bölgelerde –örneğin Abyei- öngörülen referandum ise tamamen bir kenara atılmış durumdadır. Nüfusunun %90’ı günde bir (1) Dolar altındaki “gelirle”, yani uluslararası düzeyde açlık sınırı olarak kabul edilen gelirin de altında açlıktan ölmeme mücadelesi verirken, Güney Sudan’ın “çiçeği burnunda” egemenleri ülkenin zenginlik kaynaklarını paylaşma dalaşındadır. Bu durum kuşkusuz ki Sudan için de geçerlidir. Bu dalaşta da, gerek iki ülke arasındaki çatışmalar sonucu olsun, isterse de ülke içinde aşiretlerin arazi, su ve hayvan sürüleri için sürdürdüğü çatışmalarda olsun en çok etkilenenler yine de aç kalan kitlelerdir. “Ekmek ve Özgürlük” meselesi Sudan ve Güney Sudan’da kendisini başka biçimde gösteriyor. Gelişmelerin bir kez daha gösterdiği gerçeklik ise, hep yeniden bilinçlere çıkarmaya çalıştığımız şu olgudur: Emperyalistlerin şemsiyesi altında kurulan ayrı devletlerde de, işçilerin, emekçilerin gerçek kurtuluşu mümkün değildir. İşçilerin, emekçilerin, ezilen halkların gerçek kurtuluşu, ancak emperyalizme, kapitalist sisteme karşı mücadele ile, sömürü sistemini yıkıp yerine işçilerin, emekçilerin kendi iktidarının kurulmasıyla mümkündür. 25 Nisan 2012 panorama “Açlık yardımı” değil, işgal ve savaş! -SOMALİ - El Şabab güçlerine karşı savaş yaygınlaştırılırken örneğin El Şabab’ın kontrolündeki bölgelerde açlara yardım eden yabancı yardım kuruluşlarına –buna Kızılay vb. de dahildir- yardım çalışmaları, Somali’nin geçici hükümeti tarafından yasaklandı. A frika Boynuzu olarak da adlandırılan bölgede açlığın kol gezdiği, hemen yardım edilmezse milyonlarca insanın açlık tehditiyle, daha doğrusu açlıktan ölmekle karşı karşıya olduğu; açlara yardımın hümanist bir görev olduğu vb. vb. propagandalarının burjuvazinin borazanı medya tarafından gündeme getirilmesinin üzerinden fazla bir zaman geçmedi. Kamuoyunun dikkati açlık meselesine ve Somali somutunda da, “yardımları engelleyenin” El Şabab Milisleri olduğuna yönlendirildikten sonra, açlık sorunu ve yardım meselesi medyanın gündeminden düştü. Sözkonusu edilen 12 Milyon civarında aç insanın büyük bölümüne hemen hemen hiç bir yardım ulaşmadı. Burjuvazinin borazanı medyadaki propaganda tufanında öne çıkarılan ülke Somali’ydi. Somali’deki açların sayısı 3,5 Milyon olarak veriliyordu. BM Temmuz 2011’de iki bölgeyi, Eylül’de de dört bölgeyi acil yardım gereken bölge ilan etti. Görünür- de Somali’de bu altı bölgede açlıktan ölme tehditiyle karşı karşıya olan yüzbinlerce insana (toplam 3,5 Milyon) acil yardım yapılmaktaydı... Bu arada geçen zaman süresince hep El Şabab Milisleri’nin yardımları engellediği yönlü propaganda yapılırken, gerçekte çok az insana yetebilecek bir yardım şovu yaşandı. 2012 Şubat ayı başına gelindiğinde, yani Ağustos 2011 çıkış noktası alınırsa altı ay sonra BM Somali’de kıtlığın son bulduğunu, ülkede had safhada bir açlık durumunun artık olmadığını ilan etti. Bunu da yağmur yağması sonucu elde edilen “olağanüstü ürün” ile “artan insani yardım”la açıkladılar. Böylece, kıtlık olmadığına göre acil yardıma da gerek kalmamıştı! Bu arada Mart ayı ortalarında medyaya yansıyan haberlere göre Somali’deki açların sayısının 3,7 Milyon olması, ya da daha önce yetersiz beslenen çocukların sayısı 390.000 iken anda 450.000’e yükselmiş olması BM’nin de, emperyalist- 35 panorama lerin de umurunda değildir. BM resmen kıtlığın kalmadığını açıklarken, Somali ile ilgili temsilcilerinin medyaya yansıyan açıklamalarından milyonlarca insanın yaşam koşullarından herhangi bir olumlu değişiklik olmadığı, sadece ülkenin güneyinde 1,7 Milyon insanın rezilce koşullarda yaşamakta olduğu, milyonlarcasının gıda, içme suyuna ve yaşamak için gerekli olan her türlü yardıma ihtiyaç duyduğu ortaya çıkmaktadır. Aynı biçimde Mayıs ayından itibaren yaşanması beklenen “yağmur dönemi” öncesinde önlemler alınmazsa açlığın yeniden had safhaya çıkacağı yönlü açıklamalar da yine sözkonusu BM temsilcilerinin verdiği bilgilerde yer almaktadır. “Açlara yardım” meselesinde Somali’nin öne çıkarılması aynı zamanda Etiyopya, Cibuti ve Kenya’daki milyonlarca aç insana (9,5 Milyon) nasıl bir yardım yapıldığı, ya da durumun ne olduğu konusunu geri plana itti. Burada özetlediğimiz bu durum, gerçekte emperyalist kurum ve kuruluşların, genelde kapitalist-emperyalist güçlerin kitleleri aldatmak ve kendilerine yönelik oluşabilecek tehditlere karşı önlem almak için gerekli gördükleri adımları atarak kendilerini “yardımsever” olarak göstermeye çalışsalar da -ezilenlerin, yoksul ve açların dostu olmadığını göstermektedir. Dergimizin 153. sayısında “Dünyanın açları –açların dünyası!” başlıklı ve 17 Ağustos 2011 tarihli yazımızda emperyalistlerin-kapitalistlerin sahtekarlığını teşhir etmenin yanısıra bu propagandanın perde arkasında yardım adına Somali’ye müdahalenin olduğuna da dikkat çekmiş ve “’El Şabab Milisleri’nin ‘İnsani yardımlar’ın yerlerine ulaştırılmasının önünde engel olduğu yönlü yoğun propagandanın hizmet ettiği esas şey, yapılacak askeri müdahalenin kitlelerin gözünde ‘meşru’ kılınması çabasıdır.” (sayfa 36-37) tespitini yapmıştık. Gelişmeler bu tespitimizin doğru olduğunu gösterdi. “Yardım” şovunun gerçekte daha fazla işgal gücünün Somali’ye göderilmesi için bir hazırlık olduğu atılan adımlarla kanıtlandı. GELİŞMELERE KISA BİR BAKIŞ... 36 “Açlara yardım” şovu gölgesinde, Somali’de geçici Başkan tarafından şimdiye kadar El Şabab tarafından kontrol altında tutulan tüm bölgelerde olağanüstü hal ilan edildi. Görünürde amaç sözkonusu bölgelerdeki açlara “yardım etme” koşullarını oluşturmaktı... Gerçekte ise El Şabab güçlerine karşı savaşı yoğunlaştır- ma yönünde atılan bir adımdı bu. İçerde olağanüstü hal ilan edilirken BM çatısı altında oluşturulan “Güney Afrika Somali Misyonu”nun (AMISOM) asker sayısı çoğaltılıyordu. BM kararına göre 12.000 kadar asker işgal gücü olarak Somali’ye yerleştirilmesi gerekiyordu, ama bu sayı Ağustos 2011’de 9000 civarındaydı. Bu sayının yükseltilmesi için özel veya yeni bir karara gerek yoktu. Uganda’dan 2000 işgal gücü daha bekleniyordu. Eylül 2011 başlarında Mogadişu’da üç günlük bir “uzlaşma konferansı” yapıldı. Sözkonusu konferansın Mogadişu’da yapılabilmesi bile başarı olarak ilan edildi. El Şabab güçlerini başkentten geri çekmişti. Başarı olarak gösterilen bir nokta da konferansta geçici başkan, başbakan ve hükümet temsilcilerinin biraraya gelebilmesiydi. Başarı olarak gösterilen bu noktalara bakıldığında durumun vahameti açıkça ortaya çıkmaktadır. Yine de sözde bu konferansta yeni bir “yol haritası” çizildi. ABD ve AB’nin çerçevesini çizdiği bu “yol haritası”nın görev ve zaman planı, sorumluluklar vb. belirlense de, bunun pratiğe geçirilmesinin anda mümkün olmadığı açıktır. Bunun en açık örneği, seçimlerin ne zaman yapılması gerektiği hakkındaki tavırdır. “Yol haritası”na göre 2009 yılında yapılması gereken ve hep yeniden ertelenen seçimlerin 20 Ağustos 2012 tarihinde yapılması gerekiyor. Fakat daha planın mürekkebi kurumadan öngörülen bu seçim tarihi, BM tarafından desteklenen ve 2011 Aralık ayı sonlarında yapılan konferansta alınan kararla 2016 yılına ertelendi. Hem de o tarihte de seçimlerin yapılabilmesinin mümkün olamayabileceği belirtilerek. Bunun açıklaması da hem güvenlik koşullarının anda doğrudan seçime olanak tanımadığı, hem de şimdi yapılacak bir seçimin islamcılara güçlü bir konum sağlayacağı olasılığı nedeniyle seçimlerin “uluslararası birlik” tarafından istenmediği biçimindedir. Böylece dört sene daha “geçici hükümet” başta olacaktır! El Şabab güçlerine karşı savaş yaygınlaştırılırken örneğin El Şabab’ın kontrolündeki bölgelerde açlara yardım eden yabancı yardım kuruluşlarına –buna Kızılay vb. de dahildir- yardım çalışmaları, Somali’nin geçici hükümeti tarafından yasaklandı. 16 Ekim 2011 tarihine gelindiğinde ise Kenya ordusu Somali’ye girdi. İlk başta 800’er kişilik iki taburla Somali’ye giren Kenya ordusu, kısa sürede bu sayıyı 4000’e kadar yükseltti. İlan edilen hedef El Şabab’a karşı savaşta El Şabab için önemli olan kent ve bölgelerin işgal edilmesidir. Somali’nin geçici Başkanı vaşta başvurduğu taktik, mümkün olduğunca işgalci güçlerle karşı karşıya gelmeme ve gerilla tipi vur-kaç mücadelesi taktiğidir. Kendi durumları açısından akıllı bir taktiktir. Bu, işgalci güçlerin onları imha etme hedefine varmalarını da zorlaştıran bir taktiktir. panorama ilk başta Kenya ordusunun Somali’ye girmesini “illegal”, “ölçüsüz” ve “gereksiz” olarak değerlendirirken, hemen ertesinde bu adımı Kenya hükümetine “teşekkür” ederek onayladı. El Şabab’ı “her iki ülkenin ortak düşmanı” ilan etti. Kenya’lı bir askeri yetkilinin medyaya yansıyan açıklamasına göre sözkonusu bu işgal adımında ve Somali’deki harekatta ABD’nin savaş uçakları ile Fransa’nın savaş gemileri de yer almıştır. Bu da bir kez daha Somali’de yürütülen savaşın gerçekte emperyalistlerin “taşeron” savaşı olduğunu göstermektedir. Kenya’nın izini Etiyopya 20 Kasım’da takip etti ve Somali’ye yeniden işgal gücü gönderdi. Kenya ve Etiyopya’nın işgal gücünü Somali’ye göndermesine paralel olarak yürütülen tartışma, bu güçleri formel olarak AMISOM güçlerine katma ve böylece resmen işgali genişletmekti. Afrika Birliği, BM Güvenlik Konseyi’nden AMISOM somutunda “Somali’de islamcı örgüt El Şabab’a karşı mücadele eden uluslararası silahlı güçlerin sayısının önemli oranda arttırılmasını” onaylaması talebinde bulundu. BM Güvenlik Konseyi bu talebi 22 Şubat 2012 tarihinde yerine getirdi ve AMISOM gücü sayısını 12.000’den 17.731’e yükseltti. AMISOM gücünde anda beş ülkenin askeri yer almaktadır. Uganda, Burundi, Cibuti, Kenya ve Etiyopya. Hatırlatılması gereken bir nokta, Etiyopya, Kenya ve Cibuti’de 9,5 Milyon insanın aç olduğu, açlıktan ölme tehditiyle karşı karşıya kaldığı bir durumda, bu ülkelerin askerinin Somali’de işgalci güç olarak savaştığıdır. BM ve Afrika Birliği’ne bağlı olarak yürütülen bu savaşın giderleri, milyonlarca aç insana “yardım”dan çok daha yüksektir. Bu olgu bile, emperyalistlerin ve yerli gerici işbirlikçilerinin milyonlarca aç insanın durumuyla, onlara yardım meselesiyle ilgili olmadığını gözler önüne sermeye yeterlidir! İşgalci güçlerin El Şabab güçleriyle savaşında binlerce, onbinlerce masum insan etkilenmektedir. Kimi kaçış yollarında, kimi savaşın doğrudan kurbanı olarak yaşamını yitirmekte, kimi de işgalci güçlerin taciz ve tecavüzüne, işkencesine, talanına ve keyfi tutuklanmalarına vb. vb. edimlere maruz kalmaktadır. İşgalci güçler sadece El Şabab güçlerine karşı savaşmıyor. Savaş içinde masum insanlara karşı savaş cürmü de işlemektedir. Sinik tavırla ifade edildiğinde, işgalcilerin açlara yardımı onların bir an önce öldürülmesi biçiminde oluyor! İşgalcilerin hedefi Ağustos ayına kadar El Şabab güçlerini “imha etmektir”. El Şabab güçlerinin sa- “MİSYON ATALANTA” YA DA “HAREKATI”! BM’nin 2 Haziran 2008 tarihli kararına dayanarak AB’nin 2008 yılı Kasım ayı başında kararlaştırıp 2008 Aralık ayında başlattığı bir askeri harekattır bu “Misyon Atalanta”. Bu “misyon” AB’nin ilk ortak askeri muharebe edimi olarak da kabul edilmektedir. “Misyon”da Almanya, Fransa, İngiltere, Hollanda, İspanya, Yunanistan, İtalya, Belçika ve İsveç yer almaktadır ve diğer birçok Avrupa devleti tarafından da desteklenmektedir. “Misyon Atalanta” NATO ile de işbirliği içinde davranmaktadır. Amacı öncelikle Somali’ye “gönderilen insani yardımları korumak ve korsanları ortaya çıkarıp tutuklamak” gibi ifade edilse de, bu “misyon”un gerçek misyonu, korsanlık yapmaktır! Korsanlık denizde yapıldığı için karada askeri müdahale “izni” yoktu bu “misyon”un! 20 Aralık 2011 tarihinde AB “Misyon Atalanta”nın komutasına karada da askeri harekat yapabilmeyi olanaklı kılmak için “müdahale kurallarını gözden geçirmesi için” başvuruda bulundu... (Siz bunu emir verdi diye okuyun!) Buna göre korsanlarla mücadele şimdiye kadarki müdahale kurallarıyla başarıya ulaşma imkanı yoktur. Karada da müdahale imkanı olmalı ki, sahile ulaşır ulaşmaz korsanlar harekat sahası dışına çıkamasınlar. Hazırlıklar ve tartışmalar ertesinde 23 Mart 2012 tarihinde AB bu konuda ihtiyaç duyduğu kararı aldı ve böylece artık Somali’de korsanlara karşı mücadeleyi karada savaş olarak da yürütmenin yolunu resmen açtı. AB’nin bu kararı BM ile işbirliği içinde Şubat ayı sonlarında Londra’da yapılan “Uluslararası Somali Zirvesi”ndeki tartışmalar ve tavırlarla uyumlu atılan bir adımdır. Haziran ayında da Türkiye’de bir “Uluslararası Somali Zirvesi” daha planlanmıştır. Özetle ortaya koyduğumuz gelişmelerin gösterdiği şey, Somali’deki savaşın yoğunlaştırıldığı ve savaş cephesinin genişletilip güçlendirildiğidir. Seçimlerin 2016 yılına ertelenmesi kararı bile, önümüzdeki dört sene daha Somali’de “normal” bir durumun yaşanmayacığının belgesidir. 26 Nisan 2012 37 panorama “BM İklim Konferansı”ndan arta kalanlar! - DURBAN / GÜNEY AFRİKA - “ 38 BM İklim Çerçeve Anlaşması”nı imzalayan ülkelerin 17. Konferansı (COP 17), Kyoto Protokolü’nü imzalayan ülkelerin ise 7. Konferansı (CMP 7) 28 Kasım – 11 Aralık 2011 tarihlerinde Güney Afrika’nın Durban kentinde yapıldı. Zaman olarak ele alındığında, Konferans’ın yaklaşık beş ay önce yapılmış olduğu öne sürülerek bu konunun güncel olmadığı söylenebilir ve bu açıdan bakıldığında gecikmiş durumdayız. Meseleye ama konferansın yapıldığı tarih olarak değil de, bütün insanlığı, doğamızı, dünyamızı ilgilendiren, eğer ciddi önlemler alınmazsa iklim değişikliğinin bizi bir felakete sürükleyecek potansiyele sahip bir sorun olarak bakıldığında, konunun kendisinin her geçen gün daha da güncel hale geldiği tespit edilmek zorundadır. Bu açıdan bakıldığında da gecikmeli de olsa konferans hakkında tavır takınmak ve bu konudaki gelişmeleri kısa da olsa bilince çıkarmakta yarar var. “BM İklim Konferansı”nın tartışmalarının merkezinde duran konu 2007 yılında Bali’de yapılan konferanstan bu yana Kyoto Protokolü’nün 2012 yılı sonunda “ilk aşama” olarak ifade edilen sürenin biteceği olgusuna dayanılarak bu protokolün uzatılması ya da yerine yeni bir anlaşmanın geçirilmesi konusuydu, konusudur. Bali’deki konferansın sonuçlarıne göre bu işin 2009 yılı sonlarında Kopenhag’ta yapılan konferansta sonuçlandırılması gerekiyordu. Sonuçlandırılamadı! Kopenhag’daki konferanstan beklentileri olanlar tam bir hayal kırıklığına uğradı, konferans kelimenin gerçek anlamıyla fiyaskoyla sonuçlandı. 2010 yılında Cancun’da yapılan konferansa hazırlık için birçok toplantı, görüşmeler ve pazarlıklar Konferansın en önemli kararı olarak gösterilen sonuç ise, en geç 2015 yılına kadar tüm ülkeleri içeren ve herkes için geçerli olan bir yeni anlaşmanın sonuçlandırılması ve bunun 2020’de yürürlüğe girmesi istediğidir. Bunun için çalışmalara 2012 yılında başlanması kararlaştırılmıştır. gerçekleştirildi. Kopenhag fiyaskosu gözönüne alınarak konferanstan beklentiler çok düşük düzeyde ele alındı. Sonuçta Cancun konferansında da herhangi bir anlaşmaya varılamadı. Cancun’da “Kopenhag Mutabakatı”nın onaylanmasının ötesinde çıkan esas sonuç, 28 Kasım –9 Aralık 2011 tarihlerinde Durban’da yapılması planlanan konferansta yeni bir anlaşmanın sonuçlandırılmasının istenmesiydi. (Kopenhag ve Cancun konferansları hakkındaki tavrımız için dergimizin 140. ve 149. sayılarına bakabilirsiniz.) İstek ve niyetler iyi olabilir ama yaşamın gerçekliği her zaman istek ve niyetlerle örtüşmüyor! 28 Kasım 2011 tarihinde konferans planlandığı gibi başladı. Durban’da yapılmış olması olgusu ile böylesi bir konferansın ilk kez Afrika kıtasında yapılmış olmasıyla bir ilk’e imza atıldı! Konferansın planlandığı gibi 9 Aralık 2011 tarihinde bitmemesi ve 11 Aralık sabahına kadar uzatılmasıyla da en uzun konferans olmaya imza atıldı... Yeni bir anlaşma ise yeniden geleceğe ertelendi! İklimi koruma adına yeniden fiyasko yaşandı. 2007’den 2011’e kadar yapılan konferanslarda, toplantılarda vb. vb. anlaşmaya varılamamış olmanın temelinde yatan çelişkilere bilimsel olarak bakıldığında, başka bir sonuç da beklenemezdi. Kyoto Protokolü’nün iklim değişikliğinin küresel sıcaklığın artışını 2 dereceye kadar yükseltmeden ısınmayı önlemesi için yetersiz olduğu taraflarca kabul edilmektedir. ABD emperyalizmi Kyoto Protokolü’nü zaten onaylamamıştır. Son yıllarda karbondioksit vb. zehirli gazları atmosfere salmada ABD’yi geçen Çin ise Kyoto Protokolü kararlaştırıldığında “gelişmiş panorama ülkeler” arasında sayılmadığından, bu protokol Çin için bağlayıcı değildir. Zehirli gazların atmosfere salınımına karşı ciddi önlem alınmak isteniyorsa bu iki emperyalist güç için de bağlayıcı olan bir anlaşma gerekiyor. Kuşkusuz bu Kyoto Protokolü’nü değiştirip tüm dünya ülkeleri için geçerli hale getirerek de yapılabilir, yeni bir anlaşma yaparak da! Mesele ama öncelikle emperyalist güçlerin dünyayı yeniden paylaşım dalaşındaki hedef ve çıkarlarının zıtlığındadır. Emperyalistler-kapitalistler için ekonomik, siyasi ve askeri çıkarlar iklimi korumaktan çok daha önemlidir ve de önceliklidir. Tekniğin gelişmesiyle birlikte bu çıkarlar örtüşüyorsa o zaman bu yönde adımlar atılır. Örneğin güneş enerjisi ya da rüzgar enerjisi için gerekli olan tekniği elinde tutan güçler –ABD, Almanya ve Çin gibi ülkeler- hem bu alanlarda dünya pazarına egemen olma dalaşında yer almakta hem de kendilerini “doğa dostu” olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Ya da Çin gibi, ekonomik kalkınmasını “sürdürülebilir” kılabilmek için ve enerji gereksiniminde dışa bağımlılığı azaltmak için yenilenebilir enerji –güneş ve rüzgar vd.- alanlarına daha fazla yatırım yapılmaktadır. Anda Çin hem zehirli gazları atmosfere salmada, hem de yenilenebilir enerji konusunda birinci sıradadır. Bu durum çelişkili görünse de, çıkış noktasının iklimi koruma olmadığı, tersine daha fazla kar ve amacın dünyanın en büyük ekonomik gücü olmak olduğu gerçeğinin ürünü ya da sonucudur. ABD ve Çin emperyalistlerinin içinde yer almadığı bir anlaşmanın, Rusya, Japonya ve Kanada gibi emperyalist güçler tarafından kabul edilmeyeceği de son yıllardaki tavırlarda ortaya çıkmıştı. Bu tavırları Durban’daki konferansta da sürdü. Bu duruma bakıldığında, bu güçleri bağlayıcı yeni bir hedefi olmadan Kyoto Protokolü’nün uzatılmasının sadece “ehven-i şer” olarak bir değeri vardır. DURBAN KONFERANSI’NDAN NELER ÇIKTI? Kyoto Protokolü’nün devamı olabilecek ve “ikinci dönem” olarak ifade edilen dönem için atmosfere salınan zehirli gazların azaltılması hedeflerinin belirleneceği bir anlaşmanın Durban konferansında çıkmayacağı -yukarıda kısaca değindiğimiz çelişkilere bakıldığında- kesindi. Kyoto Protokolü yerine geçecek yeni bir anlaşmanın ise taslağı bile yoktu. Böylesi bir durumda “çevreci” diye tanımlanan kesimlerin beklentileri içinde öne çıkan yan, Kyoto Protokolü’nün andaki haliyle uzatılması ve bu süreçte yeni bir anlaşmanın sonuçlandırılması idi. Bu durum, dergimizin 149. sayısında yaptığımız şu tespiti yeniden haklı çıkarıyordu: “Daha şimdiden belirli olan, ister Kyoto Protokolü’nün uzatılması, isterse de yeni bir anlaşmanın kabulü durumunda da, 2012 yılında Kyoto Protokolü’nün süresinin bitmesiyle yeni anlaşmanın yürürlüğe girmesi sürecinde boşluk olacağıdır.” (sayfa 77) Kyoto Protokolü’nün uzatılması bağlamında “çevrecilerin” bir bölümünün beklentileri “buruk bir zafer” ile sonuçlandı. Şöyle ki, Kyoto Protokolü Durban’da uzatıldı! Ama ne zamana kadar uzatıldığı –sözkonusu olan 2017 ya da 2020’dir- açık bırakıldı. Eğer istek ve temenniler gerçekleşirse, bu 39 panorama 40 konudaki karar bu sene Katar’da yapılması planlanan “BM İklim Konferansı”nda verilecek. “Buruk zafer” ama esasında bu tarihin belirlenmesinin açık bırakılmasında değil, Rusya, Japonya ve Kanada’nın Kyoto Protokolü’nü imzalamış güçler olarak bu uzatmada yer almayacaklarını ve kendilerini bağlayacak herhangi bir söz vermeyeceklerini açıklamalarına; konferanstan hemen sonra Kanada’nın resmen Kyoto Protokolü’nden geri çekildiğini (siz çıkış verdiğini diye de okuyabilirsiniz) açıklamasına bağlı olarak ortaya çıkan durumla ilgilidir. Kanada’nın bu adımı, aslında Kyoto Protokolü’nü imzalayan ve onaylayan bir güç olarak sorumluluğunu yerine getirmediği, bu nedenle de yaklaşık 14 Milyar Dolar kadar ceza vermekten kurtulmak için de attığı yapılan yorumlar arasındadır. Kyoto Protokolü’nü imzalamış ülkeler arasında atmosfere en çok zehirli gaz salan ülkeler –Rusya, Japonya ve Kanada- uzatmada yer almadığı durumda, Kyoto Protokolü’nü imzalayanlardan geri kalan bütün ülkeler birlikte ele alındığında zehirli gaz salınımının %15-16 civarındaki orandan sorumlu olanlar sözkonusudur. Bunların da gerçekte önceden konan hedeflere uygun davranmadığı bilindiğinde, zehirli gaz salınımının azaltılmasında önemli bir oranın sözkonusu olamayacağı açıktır. Yani azaltılacak olanın oranı %15-16 değildir bu durumda. Bu oranın %20 civarında azaltıldığını kabul ettiğimizde, yaklaşık %3 civarında bir azalma sözkonusu olacaktır. Kuşkusuz ki her azaltma iyidir. Ama bu oran dünyamızın iklim felaketiyle barbarlık içinde çöküşünü engelleyebilecek bir oran değildir. Konferansın en önemli kararı olarak gösterilen sonuç ise, en geç 2015 yılına kadar tüm ülkeleri içeren ve herkes için geçerli olan bir yeni anlaşmanın sonuçlandırılması ve bunun 2020’de yürürlüğe girmesi istediğidir. Bunun için çalışmalara 2012 yılında başlanması kararlaştırılmıştır. Bu istek ilanına ABD, Çin ve Hindistan da katılmıştır. Hindistan alınan kararda sözkonusu edilen yeni anlaşmanın bağlayıcı yükümlülükler meselesinde kimi ifadelere itiraz ederek ve formülasyonu değiştirmeyi kabul ettirerek buna onay vermiştir. Bağlayıcılık veya yükümlülükten çok “üzerine anlaşılan geçerli anlaşma” ya da “herkes için geçerli bir düzenleme” diye tercüme edilebilecek bir ifade konmuştur. Bu “yumuşatma” başta Greenpeace temsilcileri olmak üzere birçok kesim tarafından eleştirilen bir noktadır. Daha şimdiden çıkabilecek bir anlaşmanın bağlayıcı olmayacağına dikkat çekil- mektedir ve bundan da haklıdırlar. Gerçekten herkesi yükümlülük altına koyan bağlayıcı bir anlaşmanın 2015 yılına kadar sonuçlandırılması -kendimizi sınırlamamak için mümkün değil demiyoruz ama- zor görünüyor. Ya da sözkonusu anlaşmanın içeriği suyasabuna fazla dokunmayan bir içeriği olacaktır. Konferansın bu iki kararı dışında önemli gösterilen bir diğer kararı da “Yeşil İklim Fonu” olarak adlandırılan ve 2020 yılından itibaren yıllık 100 Milyar Doları gelişmekte olan –gerçekte bağımlı- ülkelerin kullanımına sunulması için oluşturulan fon hakkındaki karardı. Gerçekte bu konuda yeni bir şey yoktu. Bu fonun oluşturulması Kopenhag ve Cancun konferanslarında konuşulmuş ve kararlaştırılmıştı. Kopenhag’daki karara bakıldığında bu fon için 2010-2012 yılları 25,2 Milyar Dolar ayrılması gerekiyordu. Durban’da alınan karar ise şimdiye kadar işlerlik kazandırılmayan bu fonu işler hale getirmektir. Daha önce yapmaları gereken ama yapmadıkları bir işi yapmak için alınan bir kararın, tutarsızlık, bağımlı ülkelere verilen sözlerin yerine getirilmemesi olarak değil de “önemli” bir karar olarak kamuoyuna sunulması durumu da sahtekarlığın bir belgesidir. 2012 yılında bu fonun işler hale getirilmesi kararı dışında bilince çıkarılması gereken nokta, 2020 yılında öngörülen yıllık 100 Milyar Dolar’ın kaynağının, bu paranın nereden, kimden geleceği vb. sorununun açık bırakılmış olduğu olgusudur. Konferansın sonuç belgesinin 100 sayfa civarında olduğu bilindiğinde iklim meselesi tartışmasında konuyla ilgili diğer konularla ve detaylarla ilgili birçok karar alındığı tespit edilerek konferansın “başarılı” olduğu yönlü değerlendirme yapan konferans katılımcılarının bu yönlü değerlendirmeleri de, Durban Konferansı’nın kararlarının da iklimi katletme siyasetini sürdürdüğü gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. Sözkonusu yeni anlaşma 2015 tarihine kadar sonuçlandırılıp 2020 yılında yürürlüğe gireceğini kabul etsek bile, pratikte 8-9 sene daha atmosfere zehirli gaz salınımı bağlamında iklimi zehirleme, doğamızı kirletmeye devam edilecek! Konferanstaki tartışmalarda, pazarlıklarda blokların, ya da cephelerin nasıl olduğu, hangi ülkelerin kimle davrandığı, detaylarda neler yapıldığı da işin özünü değiştirmemektedir. Emperyalistlerden, onların kurum ve kuruluşlarından bu konuda da gerçek çözüm beklemek abesle iştigaldir. 27 Nisan 2012 UİD-DER (Uluslararası İşçi Dayanışma Derneği) UİD-DER 2006 yılında kuruldu. Marksist Tutum dergisi ile benzer görüşler savunuyor. İşçi sınıfı içinde çalışan ve belli bir tabanı olan bir grup. İşçi Dayanışması adlı bir gazete çıkarıyorlar. Amaçlarını „sömürü düzenini yıkarak, çocuklarımıza ve tüm insanlığa sınıfsız, sömürüsüz, barış ve mutluluk dolu bir dünya bırakmak isteyenlerin yolu“ olarak açıklıyorlar. İşçi Dayanışma Derneği’nin oluşumundan önce on yıllık bir geçmişleri var. Sendikalarda İşçi Öz-Eğitim gruplarını oluşturduklarını, çalışmalarının karşılığını aldıklarını ve Uluslararası İşçi Dayanışma Derneği’ni kurmaya karar verdiklerini anlatıyorlar. İnternet siteleri: http://www.uidder.org. SSS (Sınırsız, Sınıfsız, Sömürüsüz)Sosyalizm Dergisi SSS-Sosyalizm çevresi, köklerinin 1980 askeri faşist darbesi sonrası sürece kadar gittiğini, ancak 1987 yılındaki milletvekili seçimlerinde örgütlenen ‘bağımsız sosyalist adaylar’ kampanyası sonrasında farklı eğilimlerden “Troçkistler” ile yaşanan ortak pratik içinde biçimlendiklerini belirtiyorlar. SSS-Sosyalizm çevresi farklı Pablocu eğilimlerle birlikte 2002 yılına kadar birlikte hareket eder. Pablocu eğilimlerle birlikte hareket etmenin nedeni olarak, IV. Enternasyonal tarihine ilişkin olarak “bilgisiz”liklerinin önemli rol oynadığını belirtiyorlar. 1987 yılında İşçi Sözü gazetesi yayınlanmaya başlanır. Bir süre sonra parti ve partileşme konusunda yaşanan tartışmalar sonucunda bölünme meydana gelir. SSS-Sosyalizm çevresi 1989’da İşçi Sözü gazetesinden ayrılır ve Pablocularla birlikte “Patronsuz Generalsiz Bürokratsız Sosyalizm” (PGBS) gazetesini çıkarmaya başlar. 1990’da parti kurma girişimleri sürecinde “Stalinist”lerle siyasi işbirliği konusunda tartışmalar yaşanır. SSS-Sosyalizm çevresi 1992’de, PGBS’den ay- rılır. Daha sonraki süreci ‘SSS Sosyalizm’den dinleyelim: “1993 yılında, bizden sonra PGBS’den ayrılmış olan ve Morenocuların ağırlıklı olduğu bir ekip ile bir süre tartışma yürüttükten sonra birlikte Enternasyonal Bülten (EB) dergisini çıkartmaya başladı. Dergi, ilk sayısından itibaren LİT’e (Uluslararası İşçi Birliği) ve Nahuel Moreno’ya sempatisini ifade ediyordu. Ancak bu durum, özümsenmiş bir programatik yaklaşımın ya da bütünsel bir eğilimin ürünü değildi. EB içinde, Ernest Mandel’in Birleşik Sekreterliğine “karşı duran” Moreno’ya genel bir sempati vardı ama bu sempatinin ardında herhangi bir bilgi birikimi yatmıyordu. Biz EB içerisinde LİT’çilerin varlığını bir zenginlik sayar ve onlardan öğrenmeye çalışırken, LİT’ciler başka hesaplar içindeydi. Birlikte başlattığımız EB süreci, LİT’in içimizdeki Morenocular ile birlikte 1995 yılında gerçekleştirdiği bir darbe ile sona erdi. Biz, EB’yi, yalanlar ve düzmece bilgiler üzerine kurulu bir uluslararası ilişkinin parçası olmayı kabul edenlere bırakarak ayrıldık.” (Bkz. http://www.sosyalizm.eu/?page_id=2) SSS-Sosyalizm çevresi Enternasyonal Bülten’den ayrıldıktan sonra yeni kurulmuş olan Özgürlük ve Dayanışma Partisi’ni (ÖDP) çalışma alanlarından birisi olarak belirler. ÖDP’nin sosyalist bir işçi partisine dönüşemeyeceği saptamasını yapan SSS-Sosyalizm çevresi, ÖDP içerisinde kendi programları doğrultusunda çalışma yaparak yeni alanlar açmak ve zamanı geldiğinde ÖDP’den ayrılmayı hedefler. ÖDP içerisinde PGBS (Patronsuz Generalsiz Bürokratsız Sosyalizm) çevresi ile 1998’de yeniden birleşme sağlanır. Ama bu birleşme de fazla uzun sürmez. 1999’da PGBS’de ayrılık yaşanır ve ayrılanlar İşçi Mücadelesi / DİP Girişimi’ni oluştururlar. PGBS içinde 2002’de yeniden bir ayrışma yaşanır ve ayrılanlar sonradan İşçi Kardeşliği Partisi’ni kurarlar. Ayrılanlar PGBS gazetesinin yasallığını SSS- Sosyalizm çevresine vermezler. Bu yüzden 2002’de Sınıfsız Sınırsız Sömürüsüz Sosya- kavganın doğrusu / doğrunun kavgası Geçen sayımızda Türkiye’li Troçkist örgütleri tanıtmaya başlamış ve savundukları kimi görüşleri hakkında bilgi vermiştik. Bu sayımızda Türkiye’li Troçkist örgütleri tanıtmaya devam ediyoruz. ✒ TROÇKİZM ÜZERİNE V 41 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 42 lizm dergisi yayınlanmaya başlar. Toplam dokuz sayı çıkar. Ocak 2006’da Sendikal Sol Muhalefet Bülteni yayınlanmaya başlanır. SSS-Sosyalizm çevresi uzunca bir süredir, politik görüşlerini internet yayıncılığını kullanarak www.sss-sosyalizm.org üzerinden yapmaktadır. SSS-Sosyalizm, Troçki önderliğindeki 4. Enternasyonal’in kuruluş belgelerine sahip çıkar, sonrasındaki önderlikleri (Pabloculuk-Morenoculuk-Mandelcilik vs.) revizyonist olarak tanımlar. 4. Enternasyonal’in yeniden inşasını savunur. İşçi Mücadelesi Dergisi’ni (DİP) Pabloculukla suçlar. Bu anlamda “Ortodoks Troçkizm”in AA-KK/T’de ki temsilcisi SSS- Sosyalizm çevresidir. Troçkist örgütler arasında farklılıklar bulunmasına rağmen kimi konularda ortak paydalarda birleşiyorlar. Bunlardan bir tanesi Lenin’i savunur gözüküp Lenin’i ve tarihsel gerçekleri çarpıtmalarıdır. Şöyle diyor SSS-Sosyalizm: “1917’de Rus işçi sınıfı iktidarı ele geçirmiş ve Sovyetler üzerinde yükselen bir işçi devleti kurmuştu.” (Bkz. http://www.sosyalizm.eu/?p=3166) Troçkistler, işçi sınıfı dışındaki sınıfların konumunu anlayamadıkları için çokça işçici kesiliyorlar. Köylülüğün özellikle de yoksul köylülüğün devrimde oynayabileceği rol gözardı ediliyor. Kurulacak iktidarlar hep “işçi devleti” olarak adlandırılıyor. Bilindiği gibi 1920’de sendikalar bağlamında bir tartışma yürütülür. Lenin sendikalar meselesinde Troçki’nin görüşlerini amansız olarak eleştirir. Lenin şöyle der: “Fakat böyle gayri ciddi şeylerle uğraşan Troçki yoldaş hemen bir hataya düşüyor. Ona göre, işçi sınıfının maddi ve manevi çıkarlarını savunmak işçi devletinde sendikaların görevi değildir. Bu bir hatadır. Troçki yoldaş “işçi devleti”nden söz ediyor. İzninizle bu bir soyutlamadır. 1917’de işçi devleti diye yazmamız anlaşılır bir şeydi; fakat bugün birisi gelip bize “burjuvazinin olmadığı, devletin işçi devleti olduğu bir ortamda işçi sınıfını niçin, kime karşı savunmak gerekiyor” derse eğer, apaçık bir hataya düşmüş olur. O tam bir işçi devleti değildir, mesele de bu ya zaten. Troçki yoldaşın temel hatalarından biri burada¬dır. Şimdi genel ilkelerden amaca uygun müzakereye ve kararnamele¬re geçtik, fakat pratik ve amaca uygun olana girişmekten alıkonulmak [s.33] isteniyoruz. Bu olmaz. Gerçekte bir işçi devleti değil, bir işçi-köylü devletimiz var.“ (Lenin Seçme Eserler, Cilt 9, sf. 34 İnter Yayınları) Troçki’nin proletarya diktatörlüğü ve sosyalizm kavramları konusunda savunduğu görüşler Marksizm- Leninizme aykırıdır. Troçki’nin köylülük konusundaki görüşlerini biliyoruz. Troçki’ye göre; proletarya diktatörlüğü sosyalist önlemler almaya başladığında köylülükle tamamıyla çatışmaya girmelidir. Troçki, kır proletaryası ve yoksul köylülüğün de sosyalizm mücadelesine kazanılmasına karşı çıkar ve şöyle der: “Böyle yapmakla proletarya, yalnızca, devrimci mücadelesinin ilk aşamaları boyunca kendisini destekleyen tüm burjuva gruplarla değil, kendisiyle işbirliği yaparak iktidara geldiği köylülüğün geniş kitleleriyle de düşmanca bir çatışmaya girecekti.” (Troçki, 1905, Önsöz, Tarih Bilinci Yayınları) Troçki’ye göre proletarya diktatörlüğü, köylülüğün yoksul tabakası kazanılmadan, küçük burjuvazinin etkisi kırılmadan ‘aşamasız ve sürekli’ olarak proleter devrim gerçekleştirilmelidir. Troçki’nin söyledikleri açık. Bu yüzden Troçki ve takipçilerinin “işçi devleti”nden bahsetmelerinin nedeni yoksul köylülük ve kır proletaryasının önemini, işçi sınıfının bu sınıflarla ittifak yapabileceği olgusunu görmemelerinden dolayıdır. İşçi devleti kavramının içeriği böyle doldurulduğu için yanlıştır. Lenin’in dediği gibi “bir işçi devleti değil, bir işçi-köylü devletimiz var.” Lenin’i dillerine pelesenk edenlerin Lenin’inden öğrenmeleri gerekir. Tabi öğrenme diye bir dertleri varsa. Bürokrasi Meselesi SSS-Sosyalizm şöyle diyor: “1920’lerin başlarında Sovyetler Birliği’nde bürokrasi hızla güçlenmeye başladı. Sovyet bürokrasisinin Marksizm’e açtığı savaş, “tek ülkede sosyalizm” sözde kuramı altında özetlendi. Bürokrasinin Stalin önderliğindeki ulusalcı kanadı karşısında Marksizmin – Leninizmin bayrağını taşıyanlar Troçki ve Sol Muhalefet oldu. SSCB’deki Sol Muhalefet, Stalinist bürokrasiye karşı mücadelede binlerce kadrosunu kaybetti ve yenilgiye uğradı. Stalin’in elindeki devasa baskı ve infaz aygıtı, Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren Merkez Komite’nin neredeyse tamamının da aralarında yer aldığı bütün bir Bolşevik devrimciler kuşağını, kabaca 1924-1936 yılları arasında ortadan kaldırdı. Stalinist bürokrasi, işçi devletinin gerçek organları olarak Sovyetlerin varlığına son veren ve işçi sınıfını iktidardan bütünüyle uzaklaştıran 1936 Anayasası ile birlikte, gerçekte işçi devletinin sonunu ilan etmişti.” (Bkz. http://www.sosyalizm.eu/?p=3166) Tek Ülkede Sosyalizm meselesinde daha önce tavır takındığımız için burada bir kez daha üzerinde durmayı gerekli görmüyoruz. Ama 1920’lerin başlarında ne olduğuna bakalım. kavganın doğrusu / doğrunun kavgası yaparken askeri deneyimin en kötülerine (bürokratizm, kendini beğenmişlik) dayanıyordu. Troçki, sendikaların ordu tarzında, ‘zor’ ilişkisi içerisinde yönetilmesini, Savaş Komünizmi döneminde zorunlu olarak kurulan sendikal organların ayrıcalıklarının devam ettirilmesini savunuyordu. Oysa iç savaşın bitmesi ile sendikalarda normal yaşama dönülmesi gerekiyordu. Sendikalarda ikna, eğitim ve sosyalist inşaya bilinçli katılım temel yöntemdi. Lenin, ‘Sendikalar, Mevcut Durum Ve Troçki Yoldaşın Hataları Üzerine’ başlıklı makaleyi şöyle sonlandırıyordu: “Sonuç: Troçki ve Buharin’in tezleri bir dizi teorik hata, bir dizi ilkesel yanlışlık içeriyor. Siyasi olarak, meseleye tüm yaklaşım tarzı tam bir densizliktir. Troçki yoldaşın “tez”leri politik olarak zararlıdır. Onun politikası son tahlilde sendikaları bürokratikçe hırpalama politikasıdır. Ve Parti Kongremizin bu politikayı mahkûm ve reddedeceğinden eminim.” (Bkz. Lenin, SE, Cilt 9, sf. 51, İnter Yayınları) Görüldüğü gibi Lenin Troçki’nin tezlerinin zararlı olduğunu, bu politikanın bürokratik olduğunu söylüyor. Lenin ile Troçki arasında temel ayrım noktalarından bir tanesi de işçi kitlelerine yaklaşım sorunu idi. İşçi kitlelerine yaklaşımda ikna yöntemi mi yoksa zor yöntemi mi kullanılacaktı? Lenin, Troçki ile ayrılıklarından bahsederken bu konuda şöyle diyor: “Var olan gerçek görüş ayrılıkları, yukarıda saydıklarım bir yana bırakılırsa, kesinlikle genel ilke sorunlarıyla ilgili değildir. Buna karşılık, Troçki yoldaşla aramdaki yukarıda saydığım “görüş ayrılıklarına” işaret etmek zorundaydım, çünkü son derece kapsamlı bir konu olan “Sendikaların Rolü ve Görevleri” konusunu seçen Troçki yoldaş, bana göre, proletarya diktatörlüğü sorununun özüyle bağıntılı olan bir dizi hataya düşmüştür. (abç) Fakat bunu bir yana bırakırsak, ortaya şu soru çıkıyor: Çok gereksinim duyduğumuz tek adammışçasına işbirliği bizde gerçekten neden mümkün olmuyor? Kitleye nasıl yaklaşılacağı, kitlenin nasıl kazanılacağı, kitleyle nasıl bağ kurulacağının yöntemleri üzerine görüş ayrılıkları yüzünden mümkün olmuyor. Meselenin püf noktası budur. Ve kapitalizm koşulları altında kurulan, kapitalizmden komünizme geçişte kaçınılmaz olan, uzak gelecekte tartışmaya açık kuruluşlar olarak sendikaların özelliği tam da buradadır. Bu, sendikaların tartışmaya açık olacakları uzak bir gelecektir; torunlarımız bunun üzerine sohbet edeceklerdir. Bugün önemli olan ise kitlelere nasıl yaklaşılacağı, onların nasıl kazanılacağı, onlarla nasıl birleşileceği, çalışmanın (proletarya diktatörlüğünü ✒ İç savaş döneminde Savaş Komünizmi uygulanmıştı. İç savaş sona erdikten sonra, ülke barışçıl iktisadi inşaya geçmiş, savaşın ve emperyalist ablukanın ürünü olan katı Savaş Komünizmini sürdürmek için bir neden kalmamıştı. Tersine bu siyasetin sürdürülmesi, proletarya diktatörlüğünün sürüdürülmesi için elzem olan orta köylülüğün müttefik olarak kazanılması siyasetini imkânsız kılacaktı. Troçki ve hempaları ise, Savaş Komünizmini gevşetmeye gerek olmadığını, tam tersine vidaların daha da sıkıştırılması gerektiğini savunuyorlardı. Troçki, Lenin ve Bolşevik Parti Merkez Komitesi üyelerinin çoğunluğuna karşı mücadeleyi başlattı. Troçki, 1920 Kasımı’nın başlarında toplanan V. Tüm-Rusya Sendikalar Konferansı Komünist Fraksiyonunun oturumunda, “vidaları sıkıştırma” ve “sendikaları sarsma” gibi şiarlarla ortaya çıktı. Parti içerisinde yürüyen tartışmada Troçki ve yandaşlarının tezleri mahkûm edildi. 8 Mart 1921’de toplanan X. Parti Kongresi’nde, sendikalar üzerine tartışmanın sonuçları toparlandı ve Troçki’nin görüşleri ezici bir çoğunlukla mahkûm edildi. Troçki’nin bürokrasiye karşı savaşıp savaşmadığına bakalım. Öncelikle güya bürokrasiye karşı savaşan Troçki’nin sendikalar konusundaki tavrı ile başlayalım. Lenin, Rusya’da iç savaşın sona ermesi ile birlikte kitlelerin yönetilmesinde yeni yöntemlere geçişi savunuyor, kitlelere emir vermekten vazgeçilmesi gerektiği ve sendikaları komünizmin okulu olarak değerlendiriyordu. Troçki, sendikalar konusunda bürokratik tavır takınarak, sendikaların rolünü gözardı ederek sendikalarda askeri yöntemlerin uygulanmasını savunuyordu. Sendikalarda örgütlenmiş işçi sınıfının “zor” yoluyla sosyalizmin inşasına katılması mümkün değildi. İşçi sınıfı ancak bilinçli bir mücadele ile sosyalizmin inşasına katılabilirdi. Troçki, Savaş Komünizmi döneminde uygulanmak zorunda olunan askeri yöntemleri egemen kılmak istiyordu. Lenin, Troçki’nin bu çabasını şöyle mahkûm eder: “Değerli bir askeri deneyim mevcut: Kahramanlık, uygulamada titizlik vs. Askeriye içinde en kötü unsurların deneyiminde kötü bir şey var: Bürokratizm, kendini beğenmişlik. Troçki’nin tezlerinin, onun bilgisi ve isteği dışında, askeri deneyimin en iyilerinin değil, en kötülerinin destekçisi olduğu görülmüştür.(abç) Siyasi yöneticinin sadece kendi politikasından değil, yönettiklerinin yaptıklarından da sorumlu olduğunu unutmayın.” (Lenin, SE, Cilt 9, sf. 46, İnter Yayınları) Troçki, Savaş Komünizminden kalma yöntemlerin sürdürülmesinden yana tavır takınıyordu. O bunu 43 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 44 gerçekleştirme çalışmasının) karmaşık transmisyonlarının nasıl sağlanacağıdır. Dikkat edin, çalışmanın karmaşık transmisyonları dediğimde Sovyet aygıtını kastetmiyorum. Orada daha ne tür transmisyon karmaşıklığının görüleceği apayrı bir konudur. Şimdilik sadece soyut ve ilkesel olarak, kapitalist toplumdaki sınıflar arasındaki ilişkilerden sözediyorum; orada proletarya var, proleter olmayan emekçi kitleler var, küçük-burjuvazi var ve burjuvazi var. Sovyet aygıtı içinde bürokratizm olmasa bile, sadece bu açıdan bile, kapitalizm tarafından yaratılmış olan şey transmisyonların olağanüstü karmaşıklığına yol açmaktadır. Ve sendikaların “görevi”nin zorluğunun nerede olduğu sorusunu sorarken öncelikle bu düşünülmelidir. Gerçek görüş ayrılığı, yineliyorum, kesinlikle Troçki yoldaşın onu gördüğü yerde değil, bilakis kitlelerin nasıl kazanılacağı, kitlelere nasıl yaklaşılacağı, onlarla nasıl birleşileceği sorununda yatmaktadır.” (abç) (Bkz. Lenin, SE, Cilt 9, sf. 31-32, İnter Yayınları) Lenin’de sorunun konuluşu böyledir. İşçi kitlelerini askeri yöntemlerle harekete geçirmeyi önerenler nasıl oluyor da bürokratizme karşı mücadele ettiklerini söyleyebiliyorlar? Görüldüğü gibi 1920’li yıllarda Sovyetler Birliği’nde bürokrasiye karşı mücadele eden Troçki değil, Lenin önderliğindeki Bolşevikler idi. Troçki’nin sendikalar üzerine görüşlerindeki teorik hatalar, basit bir yanlış anlama değildir. Bu, Troçki’nin proletarya diktatörlüğü, sosyalizm, tek ülkede sosyalizmin inşası konularındaki teorik kavrayışsızlığının ve çarpıtmalarının sonucudur. Proletarya diktatörlüğünün ülke içinde ve uluslararası alanda birbirine bağlı iki temel görevi vardır. Birincisi, ülke içinde sosyalizmin inşası, proletarya ve yoksul köylülüğün ittifakının sağlanması; ikincisi, dünya proleter devriminin desteklenmesidir. Bu iki görev birbirine bağlıdır. Tek ülkede sosyalizmin inşa edilmesi, dünya devrimi için büyük imkânların yaratılması anlamına gelir. Tek ülkede sosyalizmin inşa edilmesi, diğer ülkelerde gelişen proleter hareketler sonucu kapitalist kuşatma yarılabilinir. Bu yüzden tek ülkede sosyalizmin kuruluşu dünya devriminin gelişiminin önemli halkalarından birisidir. Troçki’nin sendikalar konusundaki teorik hatası bu ikili görevi kavramamasının bir sonucudur. Troçki teorik hatalar yapmakla kalmıyor, sosyalizm kavramını çarpıtıyor ve tek ülkede sosyalizmin gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu söylüyor. Tek ülkede sosyalizm mümkün olmadığına göre, proletarya diktatörlüğünün tek görevi dünya devrimidir sonucuna ulaşıyor. Proletarya diktatörlüğünün, kendi ülkesinde sosyalizmi inşa etmek gibi bir derdi yoksa, tek amacı gerekirse diğer ülkelere fiili müdahaleyle dünya devrimini ‘desteklemek’se, o zaman sürekli bir savaş hali mevcuttur. Proletarya diktatörlüğü diğer kapitalist ülkelere savaş açmalıdır. Troçki’ye göre uluslararası proletaryaya ancak bu şekilde yardım edilebilinir. Bu bakış açısı sosyalizme ve dünya devrimine ihanettir. Troçki’nin planında lafta çok enternasyonalist görünümlü intihar vardır, ama ülke sınırları içerisinde sosyalizmin inşası yoktur. Troçki bu bakış açısından yola çıkarak sendikaları yorumlar. Tek ülkede sosyalizm mümkün olmadığına göre, proletarya diktatörlüğü diğer ülkelerle doğrudan savaşa girmek zorunda olduğundan, sendikalar askeri yöntemlerle yönetilmelidir. Troçki tek ülkede sosyalizmin inşasını mümkün görmediği için sendikalarda askeri yöntemlerin esas alınması gerektiğini savunuyordu. Lenin ile polemiğinin sebeplerinden birisi de budur. Lenin, bu gerçeği görmüş, Troçki’nin sadece sendikalar konusunda değil, proletarya diktatörlüğü konusunda da hatalı fikirlere sahip olduğunu belirtmiştir: “çünkü son derece kapsamlı bir konu olan “Sendikaların Rolü ve Görevleri” konusunu seçen Troçki yoldaş, bana göre, proletarya diktatörlüğü sorununun özüyle bağıntılı olan bir dizi hataya düşmüştür” İşte Troçki’nin proletarya diktatörlüğünün özüyle bağlantılı olan hataları, sendikalar konusundaki hatalarının temel nedenidir. Troçki bürokrasiye karşı savaş açmamış tersine bürokrasiyi savunmuştur. Tarihsel gerçeklik budur. Bu sorunu uzun uzun anlatmamızın nedeni, Troçkist yalanları ve çarpıtmalarını açığa çıkarmak içindir. SSS-Sosyalizm grubuna göre; “Marksizmin – Leninizmin bayrağını taşıyanlar Troçki ve Sol Muhalefet” imiş. Şimdi Troçki’nin “Sol Muhalefet”i nasıl örgütlediğine bakalım. Troçki Lenin’in hastalanması ve ölümüyle birlikte Bolşevik Partiye karşı açıktan ve hizipçi savaşımına hız verdi. Lenin’in ölümünden hemen önce yapılan (16-18 Ocak 1924) 13. Parti Konferansı’nda Troçkist muhalefet kendini açıkça ortaya koyuyordu. Zor dönemlerde Troçki ya partiyi terketmesi veya karşı cepheden partiye saldırması ile biliniyordu. 1923 Sonbaharında Almanya ve Bulgaristan’daki devrim yenilgiye uğramıştı ve ülke içinde ekonomik sıkıntılar yaşanıyordu. Lenin, hasta yatağında yatıyordu. Tam da bu dönemde Troçki, Bolşevik Partiye karşı saldırıya geçti. Troçki, parti içindeki tüm anti-Leninist unsurları etrafında topladı ve muhalif bir platform kavganın doğrusu / doğrunun kavgası novyev ve Kamanev partinin çoğunluğu tarafından alınan kararlara uymayı, parti birliğini ve disiplinini reddeden bir tutum takındılar. Onlar parti karşıtı bir grup olarak özerkliklerini korumak istiyorlardı. Bu doğrultuda Parti XIV. Kongresi’nin kararlarını kabul etmediler. Kongrenin birlik çağrılarını da pratik tutumlarıyla reddettiler. 1926 Yazında parti karşıtları Troçkistler ve Yeni Muhalefet (Kamanev ve Zinovyev) başta olmak üzere tüm anti-Leninist akımları içerisinde toplayan Birleşik Muhalefet Bloku oluşturuldu. 1921’de X. Parti Kongresi’nde hizip kurmayı yasaklayan parti kongresinin kararına karşı meydan okuyordu muhalefet. Muhalefet Blokunda Troçkistlerden, Yeni Muhalefete, eski demokratik merkeziyetçilerden, Menşevik teorilerin savunucularına, bütün yozlaşmış ve anti-Leninist konumda bulunan akımlar yer alıyordu. Muhalefet blokunun ideolojik birliği yoktu. İdeolojik birlik yoktu ama SSCB’de sosyalist inşanın engellenmesi, partinin Leninist çizgiden uzaklaştırılması noktalarında ortak paydaları vardı. Bu nokta bütün karşı devrimci unsurların birlikte hareket etmesi için yeterli idi. Sosyalizm karşıtı muhalefet, parti ve sosyalizm karşıtı çizgisini ‘sol’ sloganlarla gizlemeye çalışıyordu. Sosyalizme karşı her saldırı ‘sosyalizm’i savunma adına yapılıyordu. Troçkizm’in en önemli özelliklerinden biri olan ikiyüzlülük Muhalefetin genel çizgisi idi. 1926 sonbaharında Muhalefet, Moskova, Leningrad ve diğer kentlerdeki fabrika parti toplantılarında kendi platformunu dayatıp tartışmaya kalkıştı. Parti üyeleri, muhalefetin dayatmalarına sert karşılık verdi ve hatta kimi yerlerde parti toplantılarından atıldılar. Merkez Komitesi, muhalefet yandaşlarını, partiye karşı yıkıcı faaliyetlerine karşı daha fazla hoşgörülü yaklaşılamayacağını belirterek muhalefeti yeniden uyardı. Bu uyarı sonucu Muhalifler, Merkez Komitesine bir açıklama gönderdiler. Bu açıklamanın altında Troçki, Kamenev, Zinovyev ve Sokolnikov’un da imzaları bulunuyordu. Açıklamada kendi hizipçi faaliyetleri mahkûm ediliyor ve partiye sadık kalınacağına söz veriliyordu. Bu açıklamaya rağmen, Muhalefet Bloku varlığını sürdürüyor ve yandaşları parti düşmanı illegal faaliyetlerini artırıyorlardı. Muhalifler bu dönemde illegal bir matbaa kurdular, yandaşlarından üye aidatı toplamaya başladılar ve platformlarını daha da yaygınlaştırdılar. Kasım 1926’da toplanan XV. Parti Konferansı’nda, Aralık 1926’da toplanan Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Genişletilmiş Plenumunda Troçkist- ✒ ortaya çıkarttı. Platforma 46 Muhalifin Açıklaması adı verildi. Açıklamalarında, ciddi bir iktisadi kriz doğacağı ve Sovyet iktidarının yıkılacağı kehanetinde bulundular. Muhalefet, bu durumdan çıkış yolu olarak parti içinde hiziplere ve gruplaşmalara özgürlük talep ediyordu. 46’lar Platformunun hemen ardından, Troçki’nin, parti kadrolarına yazdığı bir mektup devreye sokuldu. Bu mektupta Troçki daha önce bilinen eski Menşevik görüşlerini tekrarlıyordu. Bu iki belge Troçkistler tarafından parti üyelerinin tartışmasına sunuldu. Troçkistler açıkça partiye meydan okuyor ve parti içinde genel bir tartışma açılmasını istiyorlardı. Parti bu isteği kabul etti ve parti içinde genel bir tartışma açıldı. Bu genel tartışma sonrasında Troçkistler parti içinde ağır yenilgi aldılar. Sadece üniversite ve devlet dairelerindeki hücrelerin küçük bir kısmı, Troçkistler lehinde oy kullandı. Ocak 1924’te XII. Parti Konferansı toplandı. Konferans, Troçkist muhalefeti mahkûm etti. Konferansın aldığı kararlar, daha sonra XIII. Parti Kongresi ve Komintern V. Kongresi tarafından da onaylandı. 1924 Sonbaharında Troçki’nin „Ekim Dersleri“ adlı makalesi yayınlandı. Troçki bu makalesinde Ekim Devriminin önderi Lenin’e ve partiye saldırdı. Stalin 1924 yılında yayınlanan „Leninizmin Temelleri Üzerine“ adlı eserinde Troçkizmin teorik temellerini açığa çıkardı ve mahkûm etti. Aralık 1925’te XIV. Parti Kongresi toplandı. Bu Kongrede Zinovyev ve Kamenev’in başını çektiği bir muhalefet grubu ortaya çıktı. Parti, SSCB’de sosyalizmin inşa edilmesi için ülke sanayisinin geliştirilmesini savunuyordu. Bu doğrultuda, sanayinin ihtiyacı olan makinelerin kendi imkânlarıyla üretilebilmesi gerekiyordu. Ancak bu yolla kendi sanayisini geliştirebilen bir ülke konumuna gelinebilirdi. Muhalefet ise, sosyalist sanayinin öncelikli üretim araçları üretimine ve partinin sanayileşme planına karşı çıkıyordu. Bunun yerine ülke sanayisinin yalnızca hammadde ve tüketim maddeleri üretmesi ve ihraç etmesi gerektiğini, üretim araçları üretmemesi gerektiğini savunuyordu. Bu plana göre makineler üretilmemeli, emperyalist ülkelerden ithal edilmeli, ülke bir tarım ülkesi olmaya devam etmeliydi. Muhalefetin sanayileşme planı, sosyalizmin temeli olan sanayileşmeyi inkâr eden, sosyalizmi yıkıma götüren ve ülkeyi emperyalizmin sömürgesi bir tarım ülkesine dönüştüren bir plandı. Zinovyev ve Kamenev’in başını çektiği muhalefetin bu planı XIV. Parti Kongresi’nde mahkûm edildi. Zi- 45 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 46 ler ve Zinovyevciler Bloku üzerine tartışıldı. Alınan kararda blok yandaşlarının Menşevik pozisyonlara düşmüş bölücüler olarak damgalandı. Tüm bu tartışmalara rağmen blok yandaşları partiye karşı saldırılarını şiddetlendirdiler. 1927’de “83’ler Platformu” adı altında anti-Leninist bir platform kuruldu. Bu platform parti üyeleri arasında yaygınlaştırıldı ve Merkez Komitesinden yeni genel bir parti tartışması talep edildi. Troçki’nin kitapları dışında kitap okuma ihtiyacını hissetmeyenlere, okuyucunun affına sığınarak Stalin’den uzun bir alıntı yapmak istiyoruz. Stalin, burada muhalefetin ne olduğunu, nereye evrimlendiğini ve parti içerisinde gerçek gücünün ne olduğunu ortaya koymaktadır. Bu tespitler tarihsel gerçeklerdir. Troçkist yalanlar bu tarihsel gerçekleri ortadan kaldıramaz. “Bu platform, bütün muhalif platformlar içinde en yalancı ve en ikiyüzlü olanıydı. Lafta, yani platformlarında, Troçkistler ve Zinovyevciler parti kararlarına riayet edilmesine karşı hiçbir itiraz getirmiyorlar ve partiye sadakatten yana olduklarını açıklıyorlardı, gerçekte ise parti kararlarını en kaba şekilde ihlal ediyor ve parti ve onun Merkez Komitesi karşısında her türlü sadakatle alay ediyorlardı. Lafta, yani platformlarında, partinin birliğine karşı hiçbir itiraz getirmiyorlar ve bölünmeye karşı çıkıyorlardı, gerçekte ise partinin birliğini en kaba şekilde ihlal ediyor, bölünmeye doğru rota tutuyor ve daha şimdiden, anti-Sovyet, karşı-devrimci bir parti haline gelmek için bütün özelliklere sahip olan kendi ayrı, illegal-anti-Leninist partilerini kurmuş bulunuyorlardı. Lafta, yani platformlarında, sanayileşme politikasından yana olduklarını açıklıyor ve hatta Merkez Komitesini, sanayileşmeyi yeterince hızlı yürütmemekle suçluyorlardı, gerçekte ise partinin Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin zaferine ilişkin kararına kara çalıyor, sosyalist sanayileşme politikasıyla alay ediyor, bir dizi işletmenin kapitülasyonlar şeklinde yabancılara verilmesini talep ediyor ve bütün umutlarını, SSCB’ndeki bu yabancı kapitalist imtiyazlara bağlıyorlardı. Lafta, yani platformlarında, köylü işletmelerinin kollektifleştirilmesi hareketinden yana olduklarını açıklıyor ve hatta Merkez Komitesini, kollektifleştirmeyi yeterince hızlı bir tempoda yürütmemekle suçluyorlardı, gerçekte ise köylüleri sosyalist inşa çalışmasına çekme politikasıyla alay ediyor, işçi sınıfı ile köylülük arasında “çözümü imkânsız çatışmalar”ın kaçınılmazlığı düşüncesini vaaz ediyor, umutlarını kırdaki “kültürlü kiracılar”a, yani Kulaklara bağlıyorlardı. Bu, muhalefetin bütün yalancı platformları arasında en yalancısıydı. Partiyi aldatma hedefini güdüyordu. Merkez Komitesi derhal bir genel tartışma açmayı reddetti ve muhaliflere, bir genel tartışmanın ancak Parti Tüzüğü uyarınca, yani Parti Kongresinde iki ay önce açılabileceğini bildirdi. Ekim 1927’de, yani XV. Parti Kongresinden iki ay önce, Parti Merkez Komitesi genel parti tartışmasını açtı. Tartışma toplantıları başladı. Tartışmanın sonuçları Troçkistler ve Zinovyevciler bloku için acınacaktan da öte oldu: 724,000 Parti üyesi, Merkez Komitesinin politikası lehinde; 4,000 ya da yüzde 1’den daha az parti üyesi de Troçkistler ve Zinovyevciler bloku lehinde oy kullandı. Parti düşmanı blok hezimete uğratıldı. Böylece parti, ezici çoğunluğu itibariyle, blokun platformunu oybirliğiyle reddetti. Yargısına, blok yandaşlarının bizzat başvurduğu partinin açıkça ifade edilen iradesi buydu. Ama bu ders de blok yandaşlarının aklını başına getirmedi. Partinin iradesine boyun eğecekleri yerde, partinin iradesini boşa çıkarmaya karar verdiler. Daha tartışma sona ermeden, kendilerini yüzkızartıcı bir yenilginin beklediğini görerek partiye ve Sovyet Hükümetine karşı daha keskin mücadele biçimlerine başvurmaya karar verdiler. Moskova ve Leningrad’da açık bir protesto gösterisi yapmayı kararlaştırdılar. Gösteri günü olarak seçtikleri 7 Kasım, her yıl Sovyetler Birliği emekçilerinin bütün ülkede devrimci halk yürüyüşleri yaptığı Ekim Devriminin yıldönümüydü. Yani Troçkistler ve Zinovyevciler, paralel bir gösteri yapmaya hazırlanıyorlardı. Ama bekleneceği gibi, blok yandaşları sokağa bir avuç uzantıları dışında kimseyi çıkarmadılar. Bu uzantılar ve onların elebaşıları genel gösteriler karşısında ezildiler, sokaklardan süpürülüp atıldılar. Şimdi artık Troçkistlerin ve Zinovyevcilerin antiSovyet batağa batmış olduklarına hiç şüphe kalmamıştı. Genel parti tartışması sırasında Merkez Komitesine karşı partiye başvurmuşlardı; şimdi ise, düzenledikleri cılız gösteriyle, partiye ve Sovyet devletine karşı düşman sınıflara başvurma yolunu tutmuşlardı. Bolşevik Partiyi kundaklamayı kendilerine hedef edindiklerine göre, işi ister istemez Sovyet devletini kundaklamaya kadar vardırmak zorundaydılar, çünkü Sovyetler Birliği’nde Bolşevik Parti ile devlet birbirinden ayrılmaz. Böylece Troçkistler ve Zinovyevciler blokunun elebaşıları, kendilerini parti dışına çıkarmış olurlar, çünkü anti-Sovyet batağa saplanan kişilere Bolşevik Parti kavganın doğrusu / doğrunun kavgası muhalefete karşı yürütülen mücadelenin öyküsü kısaca böyle... SSS-Sosyalizm Grubu, Ekim Devrimini gerçekleştiren MK üyelerinin neredeyse tamamının imha edildiğini iddia ediyor. Merkez Komitesi’nin 10 Ekim (23 Ekim) tarihli oturum tutanaklarına göre; oturumda bulunanlar Lenin, Zinovyev, Kamanev, Stalin, Troçki, Sverdlov, Uritski, Jerzinski, Kollontay, Bubnov, Sokolnikov ve Lomov’dur. Bu toplantıda ayaklanma sorunu görüşülüyor. Lenin’in ayaklanma üzerine önergesi oylanıyor. Karar 10’a karşı 2 oyla alınıyor. Kim karşı çıkıyor ayaklanma kararına? Kamanev ve Zinovyev. Bunlar ayaklanmaya karşı çıkmakla kalmıyorlar, Bolşevik Parti’nin ayaklanma kararı aldığını Menşevik basına da anlatıyorlar. Kamanev ve Zinovyev ✒ saflarında daha fazla tahammül etmek imkânsızdı. 14 Kasım 1927’de, Merkez Komitesi ve Merkez Kontrol Komisyonu’nun birleşik oturumu, Troçki ile Zinovyev’i partiden ihraç etti.” (Bkz. Stalin, Eserler, Cilt 15, sf. 324-325, İnter Yayınları) Görüldüğü gibi Ekim Devriminin 10. yıldönümünde Troçkistler, partiye ve Sovyet hükümetine karşı, karşı cepheden açıkça gösteri yapma girişiminde bulundular, ama hüsrana uğradılar. 1923 yılının sonunda başlayan tartışma, 1927 yılının sonuna kadar devam etti. Troçkizm, parti çoğunluğuna karşı başka bir parti kurmayı hedefleyen veya parti içinde iktidarı bir iç savaş yoluyla almayı amaç edinmiş bir hizip haline geldi. Troçki, tartışmayı parti organları ve kongrelerde yapılan bir tartışma olmaktan çıkararak, partiden Lafta, yani platformlarında, sanayileşme politikasından yana olduklarını açıklıyor ve hatta Merkez Komitesini, sanayileşmeyi yeterince hızlı yürütmemekle suçluyorlardı, gerçekte ise partinin Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin zaferine ilişkin kararına kara çalıyor, sosyalist sanayileşme politikasıyla alay ediyor, bir dizi işletmenin kapitülasyonlar şeklinde yabancılara verilmesini talep ediyor ve bütün umutlarını, SSCB’ndeki bu yabancı kapitalist imtiyazlara bağlıyorlardı. ayrı, sözde ‘Stalin grubundan’ bağımsız, parti merkezinin kararlarını dikkate almama hakkını kendinde gören bir hizip olarak yürüttü. Troçkistler, SB’de sosyalizmin inşasını engellemeye çalıştılar. Sosyalizmin inşasını engelleyemeyeceklerini gördükleri noktada parti içinde darbe yapma veya ayrı bir parti kurma noktasına kadar geldiler. Troçkistlere karşı ideolojik mücadele sonuna kadar yürütüldü. Parti çoğunluğu Troçkizmin karşı devrimci çizgisini reddetti. Troçkizmin çarpıtmaları, iftiraları ve egemen hale gelmesi halinde Sovyetler Birliği’ni yok oluşa götürecek politikaları mahkûm edildi. Ancak Troçki, parti içi demokrasinin en temel ilkesi olan azınlığın çoğunluğa tabi olması ilkesini kabul etmedi. Parti merkezinin dışında kendi merkezi olan, parti kararlarını kabul etmeyen ayrı bir grup ve giderek ayrı bir parti örgütleme çalışmalarından vazgeçmedi. Troçki’nin partiden atılması böyle bir tartışma ve açıktan karşı devrim cephesine geçiş sürecinin ürünüdür. Lenin’in ölümü ertesinde “Sol Muhalefet”in şekillenişi ve bu ayaklanma konusunda, birkaç günlük bir karşı çıkıştan sonra Merkez Komitesi’nin kararına uyuyorlar. Ayaklanma kararının alındığı MK’da 12 kişi var. Peki yargılananlar ve haklarında yargılamalar temelinde ölüm kararı alınanlar kimler? Zinovyev, Kamanev, Troçki ve Sokolnikov, yani dört kişi. Geriye kaç kişi kaldı? Sekiz. Demek ki Ekim ayaklanması kararını alan MK üyelerinin tamamı yok olmamış! Tarihi gerçekler bunlar. Troçkistlerin iddiaları yalanlar ve gerçeklerin çarpıtması üzerine kurulu. Bunların neler olduğunu uzun uzun anlattık, anlatmaya devam edeceğiz. 1936 Anayasası ile birlikte SB’de işçi devletinin varlığına son verilmiş! İddia bu. 1935 Şubat ayında SSCB VII. Kongresi, SSCB Anayasasını değiştirme kararı alır. SSCB’nin yeni Anayasa taslağı, Stalin önderliğinde oluşturulan Anayasa Komisyonu tarafından yazılır. Bu taslak 5,5 ay süreyle tüm ülkede açık ve kamu oyu önünde tartışılır. 1936 Kasım’ında VIII. Sovyet Kongresi, Anayasa tasarısını görüşmek için toplanır. Tartışmalar ertesinde VIII. Sovyet Kongresi SSCB’nin 47 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası yeni Anayasasını oybirliği ile onaylar. Milyonların katıldığı tartışma süreci ile kabul edilen dünyanın en demokratik anayasasıdır 1936 SSCB Anayasası. 1936 SSCB Anayasası, proletarya ve emekçilerin sosyalist devletin gerçek sahipleri olduğunu açıklamaktadır. Onlarca ulus, milliyet ve nüfusu onbinlerle ölçülen halkların proletarya devleti SSCB için korku değil zenginlik kaynağı olduğunu, her birine ekonomik, siyasal, toplumsal yaşamda kendisini güçlendirmesi için tüm olanakları nasıl seferber ettiğini gösteren bir Anayasadır. Anayasa toplam 146 maddeden oluşmaktadır. Bu Anayasa bugün de bize yol göstermeye devam ediyor, edecek. (Bu Anayasanın tam metni için bkz. Stalin, Eserler, Cilt 14, sf. 107-134, İnter Yayınları) Daha fazla bilgi için SSS-Sosyalizm grubunun internet adresine bakılabilinir. http://www.sosyalizm.eu/ Devrimci İşçi Partisi (DİP) 2002 yılının başında yayına başlayan İşçi Mücadelesi Dergisi, Troçki’nin “yozlaşmış işçi iktidarı” teorisini savunmaktadır. Derginin ayrıca belirli aralıklarla çıkardığı Enternasyonalist Gençlik adlı gençlere yönelik bir yayını ve bir gençlik grubu var. İşçi Mücadelesi Dergisinin Haziran 2007’de yaptığı bir çağrı ile parti kuruluş çalışmalarına başlandı. Bu grup Şubat 2011’de yapılan bir kongre ile Devrimci İşçi Partisi adını aldı. Gerçek adlı bir gazete çıkarıyorlar. Sungur Savran grubun önderi konumunda. Gerçek, Devrimci İşçi Partisi’nin merkez yayın organıdır. Bu grup aynı zamanda “Devrimci Marksizm”(Teorik-Politik Dergi)’yi çıkarmaktadır. DİP Dördüncü Enternasyonal’in Yeniden Kuruluş Koordinasyonu’nun (DEYK) üyesidir. Sungur Savran, bugün Troçkistlerin “Troçkizm” adına hitap etmesinin doğru olmadığını, Troçkistlerin sadece Marksizm adına konuşması gerektiğini belirtmektedir. Marksist olma iddiasındaki DİP, Troçkizmin Marksizm-Leninizme taban tabana zıt olan temel önermelerini savunmaktadır. Troçki’nin sosyalizm anlayışı, tek ülkede sosyalizmin zaferi sorunu, ‘sürekli’ devrim teorisi, sömürge ülkelerde devrimin görevleri, proletarya diktatörlüğüne yaklaşım, köylülüğün devrimci rolünün inkârı, saf proleter devrim teorisi, Sovyetler Birliği kazanımlarını ret etme vb. görüşleri savunmaktadır. (bkz http://dip.org.tr/) Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) 48 Bu partinin öncü kadroları geçmişte Kurtuluş Hareketi içinde yer almış kişilerden oluşmaktadır. Kurtuluş içinde, Şevket Doğan Tarkan’ın içinde yer aldığı bir grubun işçi iktidarı, işçi demokrasisi, SSCB’deki rejimlerin niteliği ve parti gibi konularda yürüttüğü tartışmalar üzerine ayrılması ile grubun ilk nüveleri oluşmaya başlamıştır. Bu çevre 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinin ardından yurtiçi ve yurtdışında çalışmalarını sürdürür. Darbe koşullarında illegal olarak Sosyalist İşçi gazetesi yayınlanır. Daha sonra İşçiler ve Politika, İşçiler ve Toplum dergileri yayınlanır. İşçiler ve Toplum dergisinde yapılan tartışmalar grubun bugün bulunduğu çizgiye evrimlenmesinde önemli bir rol oynar. İşçiler ve Toplum çevresi kendisinin açıkça Troçkist ilan eder. SSCB ve Doğu Bloğu rejimlerini devlet kapitalisti olarak tanımlar. 1992 yılı sonunda “Sosyalist İşçi” adlı dergi yayınlanmaya başlar. Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP), 1997 yılında Türkiye’de kurulmuş bir yasal partidir. Genel başkanı Şevket Doğan Tarkan’dır. Bu parti haftalık Sosyalist İşçi gazetesi ve iki ayda bir çıkan Altüst dergisini yayınlamaktadır. Daha önce yayınlanmış Enternasyonal Sosyalizm ve Antikapitalist isimli aylık dergileri de bulunmaktadır. (Bkz.www.dsip.org.tr) Antikapitalist Parti (AKAP) DSİP’ten kopanlar 1998’de İşçi Demokrasisi adlı gazeteyi çıkarır. 1999’da İşçi Demokrasisi’nde bir ayrışma yaşanır. Bölünme ertesinde “Yeni İşçi Demokrasisi” yayınlanır. 1999’daki Seattle eylemiyle başlayan Antikapitalist Küresel Direniş hareketiyle daha yakın bir bağ kurabilmek için isimleri ve gazetenin adı “Antikapitalist” olarak değiştirilir. Ardından devrimci partinin önemini vurgulayarak, partileşme sürecini başlatıp ismini Anti Kapitalist Parti Ön Girişimi olarak değiştirdi. Tony Cliff ’in görüşlerini savunan ve Uluslararası Sosyalist Akım’ın üyesi olan grup kendini feshederek Eşitlik ve Demokrasi Partisi’ne katıldı. EDP içerisinde Marx-21 adlı bir dergi çıkarıyorlar. Tony Cliff, İngiltere Sosyalist İşçi Partisi’nin kurucularındandır. Troçkist yalanların ve tarihsel gerçeklerin çarpıtılmasında rol oynayan önemli bir aktördür. Sovyetler Birliği’nin “dejenere işçi devleti” olduğu teorisini kanıtlamak üzere 1947’de “Rusya’da Devlet Kapitalizmi” broşürünü yayımladı. Bu broşür daha sonra genişletilerek kitap halini aldı. Cliff ’e göre, Stalinist bürokrasi Rusya’da kendisini tek ve bütünleşmiş bir sömürücü sınıf halinde örgütlemiş ve işçi sınıfının Ekim Devrimi’yle elde ettiği tüm kazanımlar ortadan kaldırılmıştı! Kapitalist ülkelerde olduğu gibi Sovyetler Birliği’nde de sosyalizmi inşa etmek için devrim- Sosyalist Demokrasi için Yeniyol çevresi kendilerini, 1978 yılında yayınlanmaya başlayan Sürekli Devrim ve 1980’de yayınlanan Ne Yapmalı adlı dergilerin sürdürücüsü olduklarını belirtmektedirler. Ne Yapmalı’dan sonra Enternasyonal ve İlk Adım dergisi yayınlanır. Sosyalist Demokrasi için Yeniyol kendi konumlarını şöyle anlatıyorlar: “Diğer yandan sosyalist yeniden yapılanma ve birleşik partilerin oluşumu için muhakkak ki sadece çeşitli grupların bir araya gelmesinden ibaret olarak anlaşılamaz. Bu aynı zamanda günün sorunlarına verilecek ortak yanıtlarla, yani ortak bir eylem programının benimsenip içselleştirilmesiyle mümkündür. Bu yaklaşımların bir ifadesi olarak önce 1994 yılındaki Birleşik Sosyalist Kampanya’ya ardından da Birleşik Sosyalist Parti’nin (BSP) inşasına katıldık. Esas olarak BSP, GBK birleşmesi ile 1996 yılında kurulan Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) muhakkak ki Türkiye’de sosyalistlerin bu güne kadarki en büyük birleşik parti deneyimidir. Yeniyol halen ÖDP içerisinde partinin inşasına ve eylemliliğine katkıda bulunmaya çalışmaktadır.” (Bkz. http://www.sdyeniyol.org/index.php/ yeniyol/49-sosyalist-demokrasi-icin-yeniyol) Bu akım Ernst Mandel’in görüşlerini savunuyor. Ernst Mandel, 1946’dan ölümüne kadar (1995) IV. Enternasyonal’in önder kadrosunda (Uluslararası Sekreterlik, ardından Birleşik Sekreterlik ve Uluslararası Yürütme Komitesi) yer aldı. Şimdiye kadar IV. Enternasyonal’in XV dünya kongresi yapıldı. Sosyalist Demokrasi için Yeniyol, IV. Enternasyonal tarihini anlatırken şöyle diyorlar: “IV. Enternasyonal 1930’larda, 20. Yüzyılın en karanlık günlerinde doğdu. Stalinizm Sovyet Rusya’da ve dışarıdaki komünist partilerde gücü elinde bulunduruyordu. Faşist veya totaliter İtalya, Portekiz, Almanya, İspanya ve Fransa’da iktidardaydı. Sosyalist partilerin üzerinde militarist ve savaş kışkırtıcısı bir hava esmekteydi. Tüm bu gelişmeler korkunç bir dünya savaşına zemin hazırlamaktaydı. IV. Enternasyonal bu durumu farketti ve direndi. Birçok fedakârlıklarda bulunduk; dünyayı yönetenlerle pazarlığa oturmadık. Despot Sovyet bürokrasisi veya faşist ya da demokratik olsun batı kapitalizmiyle uzlaşmadık. İki ayak üzerindeki söylemimize bağlı kaldık: Demokratik; “emekçilerin kurtuluşu kendi eserleri olacaktır”, enternasyonalist; sosyalizm ya enternasyonal olarak varolur ya da olmaz.” (Bkz.http://www.sdyeniyol.org/index.php/doerduencue-enternasyonel) Lenin’in ölümü ertesinde „Sol Muhalefet“in nasıl şekillendiğini yukarda açıkladık. İdeolojik mücadelede yenilgiye uğrayan muhalefet sosyalizmin anavatanını ortadan kaldırmak için sabotaj eylemlerine başladı. 1921 yılında toplanan Parti Kongresi’nde, Stalin Parti Genel Sekreteri seçildi. Troçki, kendi şöhretini ve gücünü kaybediyordu. Bunu kabullenemeyen Troçki kendi illegal örgütlenmesini ve muhalif çalışmalarına başlamıştı. Troçki, 1938’de yazdığı bir broşürde kendi ağzından illegal komplo çalışmalarını şöyle anlatıyordu: “1923’de Leon tamamen muhalefet çalışmasına daldı. Böylelikle on yedisinde tam anlamıyla bilinçli bir devrimcinin yaşamını sürmeye başladı. Komplo çalışması, illegal buluşmalar ve muhalefet belgelerinin gizlice çıkarılıp dağıtımı sanatını çabucak kavradı. Komsomol (Komünist Gençlik Örgütü) kısa sürede kendi muhalefet lider kadrolarını yetiştirdi.” (Troçki, Leon Sedov: Oğul-Dost-Savaşçı) Leon, Troçki’nin oğludur. Troçki’nin 1938’de yazdıkları bir itiraftır. Kendi ağzından muhalefetin ne zaman çalışmalara başladığı, “komplo çalışması”nın nasıl örgütlendiğini anlatmaktadır. Yeniyol’un en “karanlık dönem” dediği dönem SB’de sosyalizmin inşasına girildiği dönemdir. Tüm ülkede muazzam bir sanayi inşası gerçekleşiyordu. Sosyalizmin inşa edilmesinin yanı sıra, ülke içindeki sınıf mücadelesi ve parti içi mücadele keskinleşiyordu. Bu mücadelede Kulakların direnişi bastırıldı. Troçkistler partiden kovuldu. Troçkistlerin ve sağ oportünistlerin görüşlerinin SBKP(B) üyeliği ile bağdaşmadığı ilan edildi. Bolşevik Parti tarafından Troçkistler ideolojik yenilgiye uğratıldı. Troçkistler işçi sınıfı içerisindeki bütün desteklerini kaybettiler. “Karanlık” denilen dönemde sosyalizm sanayide muazzam başarılar kazanıyor, orta köylülerin kollektif çiftliklere ve kollektif tarıma yönelmesi hareketi başlıyordu. Karanlık dönem, Troçkistler açısından bir gerçeği ifade ediyordu. Sovyetler Birliği’nde proletarya diktatörlüğünün kavganın doğrusu / doğrunun kavgası Sosyalist Demokrasi için Yeniyol Kararlı direniş ✒ den başka yol kalmamıştı! Sovyetler Birliği’ni ortadan kaldırma görevi sadece emperyalistlerin görevi değildi. Troçkistler de bu göreve soyunmuşlardı. Bugün dünyada Tony Cliff ’in görüşlerini savunan bir çok grup vardır. Bu gruplar Uluslararası Sosyalist Akım’a üyedirler. Tony Cliff, 9 Nisan 2000’de yaşamını yitirdi. (Bkz. http://www.marx-21.net/) 49 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 50 güçlenmesi, uluslararası burjuvazinin Sovyetler riyle tam olarak örtüşüyordu. “SSCB’nin askeri gücüBirliği’ne duyduğu kini artırmıştı. Alman faşizmi nü yeniden elde edebilmesinin tek yolu Kremlin’deki bu durumda, emperyalist burjuvazinin can düşmanı Bonapartist rejimin alaşağı edilmesidir. Kim ki, doğSovyetler Birliği’ni dize getirme görevini üstlenmişti. rudan ya da dolaylı olarak Stalinizmi müdafaa etmeye Bu somut tehlike karşısında Sovyetler Birliği savunma kalkarsa, kim ki onun ordusunun gücünü abartırsa, gücünü daha da kuvvetlendirmeye yöneldi. Sovyetler o devrimin, sosyalizmin ve ezilen halkların en büyük Birliği, savunmada esas gücünü uluslararası prole- düşmanıdır. - 10 Ekim 1938” (Troçki, Stalinizmin polis tarya ve ezilen halklardan alıyordu. Dış siyasette de aygıtı, sf. 188) Sovyetler Birliği, Hitler Almanyası’na karşı emperya“Ekim devriminin kazanımları halka, o ancak daha listlerin Sovyetler Birliği’ni tecrit etme ve iki cephede önce Çarcı bürokrasi ve burjuvaziye karşı harekete geçsavaşa sokma çabasına karşı bir koalisyon kurmaya tiği gibi Stalinist bürokrasiye karşı da harekete geçecek çalışıyordu. Diğer batılı emperyalist güçler ise faşiz- yetenekte olduğunu göstermesi şartıyla hizmet edecekmi destekleyerek onu saldırıya teşvik ediyordu. Bu tir. (…) Bu ancak tek bir yolla olabilir: işçilerin, köydurumda 1939’da Sovyetler Birliği, Almanya’nın kar- lülerin ve Kızıl Ordu askerlerinin, baskıcıların ve paşılıklı saldırmazlık anlaşması önerisini kabul etmek razitlerin yeni kastının karşısına dikilmesiyle. Bu kitle zorunda kaldı. Böylece saldırıya karşı hazırlanabil- kalkışmasını hazırlamak için, yeni bir parti gerekir, o mek için iki yıl kazanmış oldu. da 4. Enternasyonal’dir. (Troçki, Mayıs 1940, Staliniz22 Haziran 1941’de Nazi sürüleri Sovyetler Birliği’ne min polis aygıtı, sf. 302-303) saldırdığında, sosyalist inşanın barış içinde- 2 Mayıs 1945’te kurtarılmış Berlin’de, ki inşa süresi bitmişti. Kızıl Ordu askerlerinin göndere çektiği Stalin’in saldırı tehlikesi Kızıl Bayrak dalgalanıyordu. olduğuna dair ihtarları, sosyalizmin tam olarak başarıya ulaştığını sananlara karşı verdiği mücadelenin ne kadar haklı olduğu bu saldırıyla ortaya çıktı. 2 Mayıs 1945’te kurtarılmış Berlin’de, Kızıl Ordu askerlerinin göndere çektiği kızıl bayrak dalgalanıyordu. Kızıl Ordu askerleri Stalin önderliğinde kahramanca bir mücadele vermiş, sadece SSCB’yi düşmandan kurtarmakla kalmamış, savaşı Berlin’de sonlandırarak Nazilerden bütün Daha fazla alıntılar yapılabilinir. Bu bağlamda yapdünya halklarını kurtarmıştı. tığımız alıntıların hangi tarihte söylendiğine okuPeki bu dönemde Troçkistler ve IV. Enternasyonal yucunun dikkat etmesi gerekir. Bu tespitler yapıldıhangi siyaseti izledi? Troçki, tıpkı emperyalistler gibi ğından yedi ay önce İngiltere ve Fransa, Almanya’ya Sovyetler Birliği hükümetini yıkma çağrıları yaptı. O savaş ilan etmişti. Stalin, Hitler Almanyası’nın Sovyet1938’de şöyle diyordu: “Ülkenin güvenliği sabotajcı- ler Birliği’ne saldıracağını biliyordu ve zaman kazanların ve teslimiyetçilerin otokratik kliği yok edilmeden maya çalışıyordu. Almanya’nın müttefiki olan Finsağlanamaz” (Stalinizmin polis aygıtı, sf. 169) Bu çağrı landiya üç aylık savaşın ardından Sovyetler Birliği’ne işgal planlarını daha kolay gerçekleştirebilmek için teslim olmuştu. Sovyetler Birliği’ne saldırı hazırlıklabir iç savaşı provoke etmek isteyen Nazilerin istekle- rının yapıldığı bir dönemde, Troçki ve hempaları da Naziler 1941 yılında Sovyetler Birliği’ne saldırdıklarında Ukrayna’da Nazi uşağı bir milliyetçi hareket kurdular. Bu milliyetçi hareket binlerce Yahudi, Polonyalı ve komünistleri katletti. Nazi orduları 1944’de geri çekilmeye başladı. Ukraynalı faşist gruplar Kızıl Ordu hatlarının gerisine saldırılar düzenlediler. Ernst Mandel, bu faşist grupların hareketlerini “antibürokratik politik devrimin” bir parçası olarak değerlendirdi. 1988’de Mandel şöyle yazıyordu: “İkinci dünya savaşı boyunca, 4. Enternasyonal’in Ukrayna milliyetçi hareketinin potansiyelini görmezden gelmesi ağır bir hataydı. Enternasyonal Ukrayna’da devrimci bir ulusal kurtuluş hareketinin varlığından ancak savaştan beş yıl sonra haberdar oldu, o sırada Ukraynalı gerillalar son muharebelerini veriyordu.” (Günümüzde Troçkizm, Paris, 1988, s.23, Fransızca) Sosyalizmin anavatanına saldıran herkes Troçkistlerin dostudur. Mandel, Ukrayna’daki bu milliyetçi grubun varlığından geç haberdar olduğundan yakınmaktadır. „Savaşa karşı direniş sergiledik, batı kapitalizmi ile uzlaşmadık“ söylemleri gerçeği ifade etmemektedir. (Bkz. www.sdyeniyol.org) Sosyalist Alternatif Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin kurulması ile birlikte Sosyalist Alternatif bu parti içerisinde yer aldı. Sosyalist Alternatif, 1997 yazından itibaren, Özgürlük ve Dayanışma İçin Sosyalist Alternatif adıyla yayın hayatına başlar. Daha sonra ÖDP içerisinde yaşanan tartışmalar ertesinde Sosyalist Alternatif ikiye bölünür. Çevrenin bir bölümü daha sonra Sosyalist Emek Hareketi (SEH) adını alır. Diğer bölümü daha sonra Sosyalist Demokrasi Partisi’ne (SDP) dönüşecek Sosyalist Eylem Platformu (SEP) çalışmaları içinde yer alır. Ayrılık döneminde kısa bir süre iki Sosyalist Alternatif dergisi birden yayınlanır. SEH içinde yer alan çevre bir sayı daha çıkarıp derginin yayınına son verirken, SEP içinde yer alanlar, “Eşitlik ve Özgürlük İçin Sosyalist Alternatif” adıyla derginin yayınını bir süre daha devam ettirirler. Eylül 2002’de Sosyalist Demokrasi Partisi kurulur. Sosyalist Alternatif, SDP’nin kuruluş sürecinde aktif rol üstlenir. SDP’nin kuruluşunun ön günlerinde Sosyalist Alternatif ’in bileşen- İşçi Cephesi İşçi Cephesi, kendisini şöyle tanımlamaktadır: “İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Türkiye’de devrimci bir işçi partisinin inşası için mücadele ediyoruz. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş veriyoruz. Sermayenin baskı ve şiddet rejimine karşı mücadele ediyoruz ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.” (Bkz. http://www.iscicephesi.net/ana-sayfa/hakkimizda) İşçi Cephesi, bir siyasi akım olarak, 1979 yılında ortaya çıkmıştır. Süreli yayın olarak ilk sayısını 1980 Şubat’ında çıkarmış, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından yayınına ara vermek zorunda kalmıştır. 1980 sonrası dönemde, bir akım olarak kendini Zemin, İşçi Sözü, Sınıf Bilinci, Sosyalizm ve 11. Tez dergilerinde ifade etmiştir. 1990’ların başından itibaren de Enternasyonal Bülten dergisinin etrafında örgütlenmiştir. İşçi Cephesi, Ocak 2009 tarihinden bu yana, kendi adını taşıyan aylık gazete etrafında faaliyetlerini sürdürmektedir. Ayrıca düzensiz aralıklarla Mesafe adlı dergileri de yayınlanmaktadır. Ayrıca, Uluslararası Birlik Komitesi’nin (International Liaison Committee) kurucu üyesidir. İşçi Cephesi Arjantin‘li Nahuel Moreno’nun çizgisini savunmaktadır. Moreno, ikinci dünya savaşından sonra 4. Enternasyonal içerisinde önemli rol oynayan bir aktördür. 25 Ocak 1987’de yaşamını yitirmiştir. İşçi Cephesi, Nahuel Moreno’yu şöyle anlatmaktadır: „Moreno’nun saflarında mücadele ettiği ve örgütsel bir bütünleşmeye sahip olmamakla birlikte, bürokratik aparatlardan bağımsız bir devrimci akım ya da hareket olarak tanımladığı uluslararası Troçkist hareket, artık bu biçimiyle mevcut değil. Geride kalan 20 yıl bo- kavganın doğrusu / doğrunun kavgası Ernst Mandel Ukraynalı Nazileri Savunuyor lerinden biri olan Devrimci Marksist Birlik Grubu bir parti grubu olarak kuruluşunu ilan eder. Bunu izleyen günlerde SDP’nin parti tüzüğünün parti gruplarına tanıdığı parti içi yayın çıkarma hakkı kullanılarak, Birlik Bültenleri yayınlanmaya başlanır. Toplam dört sayı basılan bu bültenlerin, SDP ve Birlik Grubu içinde yaşanan tartışmalar nedeniyle dördüncü sayıdan sonra Birlik Bülteni‘nin yayınına ara verilir. (Bkz.www.sabirlik.wordpress.com) ✒ Hitler’in paralelinde çağrılar yapıyordu. 1938-1940 arasında, bütün antikomünist demeçleriyle Troçki ve çevresindeki gruplar bilinçli ya da bilinçsiz olarak Nazilerin hizmetindeki provokatörlere dönüştüler. 51 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası yunca gerçek bir oportünizm dalgası bu hareketin pek çok önemli sektörünü tozu dumana katarak barikatın diğer tarafına attı. Devrimci kampı çoktan terk eden bu kesimler, burjuva demokrasisinin ve parlamentarizmin, devlet ve sivil toplum fonlarının ya da sendikal bürokrasi aygıtlarının arasında yitip, ayırt edilemez hale geldiler. Öte yandan DE’nin yeniden inşası mücadelesi boyunca Moreno’nun haklı uyarılarının muhatabı olmuş bir dizi “Ulusal Troçkist” örgütlenme ve tarikatlaşmış yapı, şaşmaz doğrucular olarak sekter ve steril bir deli gömleğinin içinde varlıklarını sürdürmekteler. Moreno’nun liderliğini üstlendiği Ortodoks Troçkist akım ise, uzun ve sarsıntılı bir dönemin parçalanmışlıklarını bizzat Moreno’nun tavsiyesine uyarak, her zamankinden fazla işçi sınıfına yönelmek, her zamankinden fazla Marksist olmak ve her zamankinden fazla Enternasyonalist olmak doğrultusunda aşma çabasıyla güçlü adımlar atıyor.“ (Bkz. http://www.iscicephesi.net/uluslararasi/dorduncu-enternasyonalininsasi/1535-nahuel-morenosuz-25-yil) Troçkist akımların homojen bir yapıya sahip olmadığını, aralarında önemli farklılıklar olduğunu yazının akışı içerisinde anlattık. Aralarında önemli farklılıklar olmasına rağmen, Sovyetler Birliği’ne yaklaşım, Stalin’e karşı tavır, Troçki’yi efsaneleştirme, tek bir ülkede sosyalizmin inşa edilmeyeceği, köylülüğün devrimde oynayabileceği rolünün inkârı vb. konularında ortak paydaları var. Yukarda yazılan satırlar kimi Troçkist gruplar hakkında yapılan değerlendirmelerdir. Troçkist akımları eleştirmenin yanısıra, bu akımların savunduğu görüşler ve aralarındaki farklılıkları da okuyucularımıza anlatıyoruz. (Bkz.http:// iscicephesi.net ) Türkiye Birleşik İşçi Partisi (TBİP) 52 2006 yılında “İşçilerin Kardeşliği Partisi” girişimcileri tarafından, 15-16 Haziran İşçi Direnişi’nin 36. yıldönümünde Zeki Kılıçaslan’ın genel başkanlığında İşçi Kardeşliği Partisi kuruldu. 27-28 Şubat 2010 tarihlerinde gerçekleştirilen Birinci Olağanüstü Konferans ve Kongresinde partinin ismi Türkiye Birleşik İşçi Partisi (TBİP) olarak değiştirildi. İşçi Kardeşliği adlı bir gazete çıkarıyorlar. Bu parti 2 Ocak 1991’de Barselona’da kurulan, İşçilerin ve Halkların Uluslararası Bağlantı Komitesi (ILC)‘nin bir bileşenidir. TBİP genel başkanı Zeki Kılıçaslan Numan Kurtuluş ile görüşerek HAS Parti kurucuları arasına katıldı. 12 Haziran 2011 seçimlerinde HAS Parti İstanbul 3. Bölge 1. sıra adayı olarak seçimlere katıldı. (Bkz.www.ikp. org.tr) Komünist Zemin 2004 sonbahar aylarında yayın faaliyetine başlayan Komünist Zemin Troçkist bir gruptur. Tarih çarpıtıcılığı ve yalan makinalarının devreye sokulması Troçkistlerin yöntemidir. Adına „Komünist“ etiketi yapıştıran „Komünist Zemin“ grubu da açıkça yalan söylemekte ve tarih çarpıtıcılığı yapmaktadır. Şöyle yazıyorlar: „İkinci Enternasyonal’in bu ihaneti karşısında Lenin, Trotskiy, R. Lüxemburg ve K. Liebknecht’in yanı sıra küçük bir azınlık, İkinci Enternayonal’in sınıf uzlaşmacı çizgisi karşısında, sınıf savaşı şiarını yükselterek, İkinci Enternasyonal’in sınıf uzlaşmacı çizgisini mahkûm ettiler.“ (Bkz. http://komunistzemin.org/images/stories/File/bildirge.pdf) Troçki, Lenin ile birlikte İkinci Enternasyonal’in ihanetine karşı mücadele etmiş!!! Bu savununun doğru olup olmadığına bakalım. Lenin “Emperyalist Savaşta Kendi Hükümetinin Yenilgisi Üzerine” adlı makaleyi 1915’te yazdı. Bu makale, Bolşevik Parti MK Manifestosu’nda ve Bern Konferansı’nda ortaya atılan, Bolşevizmin savaş sürecindeki en önemli şiarlarını savunmak için kaleme alınmıştı. Emperyalist savaşı içsavaşa dönüştürme ve “kendi hükümetinin yenilgisi” şiarı, Bolşeviklerin savunduğu şiarlardı. Bu şiarlar, gizli sosyal-şovenizm, anavatan savunuculuğu arasına keskin bir ayrım çizgisi çekiyordu. Bu şiarlar, Kautsky, Troçki, Martov ve Menşevik Örgütleme Komitesi taraftarları gibi gizli sosyal-şovenlerin “enternasyonalizmi”nin gerçek karakterini ortaya koyuyordu. Lenin şöyle yazıyordu: „Devrimci sınıf, gerici bir savaşta kendi hükümetinin yenilgisini istemek zorundadır. Bu bir aksiyomdur. Ve bu aksiyom sadece sosyal-şovenlerin inan¬mış yandaşları ya da çaresiz uşaklarınca inkâr edilmektedir. Birincilerine, örneğin Örgütleme Komitesi’nden Zyemkovski (bkz. “İzvestiya” No. 2), ikincilerine ise Troçki ve Bukvoyed, Almanya’da Kautsky dahildir. Rusya’nın yenilgisini istemek, diye yazıyor Troçki, “hiçbir nedeni olmayan ve hiçbir biçimde gerekçelendirilemeyecek olan, savaşa ve onu yaratan koşullara karşı devrimci mücadele yerine, mevcut koşullar altında son derece keyfî bir şekilde en ehvenişere yönelmeyi koyan sosyal-yurtseverliğin politik yöntemine verilen bir tavizdir.” (“Naşe Slovo” No. 105)[31] İşte Troçki’nin oportünizmi savunmak için her zaman kullandığı kibirli safsatalara tipik bir örnek. “Sa- kavganın doğrusu / doğrunun kavgası lerin kaynağını Stalin’de arıyor! Şu bürokrasi meselesinde tavır takındık. Burada bir kez daha üzerinde durmayı gerekli görmüyoruz. Uluslararası gelişen devrimleri Stalin bastırmış! „1921-1927 yılları arasında İtalya, Almanya, Fransa, İngiltere ve Çin başta olmak üzere, gelişen yeni devrimci dalga, hem kapitalizmi hem de Sovyet bürokrasisinin iktidarını tehdit etti ve Sovyet bürokrasisi ile uluslararası burjuvazi bu ortak tedirginliklerinden dolayı «el birliği» ile gelişen devrimci dalgayı durdurmayı başardılar.“ Söylenenler sadece burada yazılanlarla sınırlı değil. „Stalinist politika, 1933 yılında faşist partiyi iktidara taşıdı.” İspanya’da faşizmin iktidara gelmesinin nedeni de Stalinist politika imiş !!! Şöyle devam ediyor Troçkist baylarımız. „Savaş, Alman faşizminin yenilgisiyle sonuçlanmıştı, ama dünya devrimci proletaryası kazanamamıştı. Kazanan taraf ise hem dünya emperyalist sistemi hem de Hitler orduları Sovyetlere saldırdıktan sonra Müttefik Kuvvetler’le (A.B.D, İngiltere, Fransa) ittifak kuran Stalinist bürokrasi olmuştu.“ (Bkz.http:// komunistzemin.org/images/stories/File/bildirge.pdf) Stalin, Marx, Engels, Lenin’le birlikte, MarksizmLeninizmin bir klasiğidir. Stalin, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasının unutulmaz mimarıdır. Stalin, anti-faşist savaşta dünya proletaryasının ve ezilen halklarının büyük dayanağı sosyalist Sovyetler Birliği’nin büyük önderidir. Stalin, Nazi İmparatorluğunun yıkılmasında esas rolü oynayan Kızıl Ordu’nun başkomutanıdır. Stalin, Leninizmin yılmaz savaşçısı ve uygulayıcısı, geliştiricisi, bütün dünya MarksistLeninistlerinin en büyük öğretmenlerinden biridir. Stalin, Troçkistler için bir nefret sembolüdür, bir kızıl çuhadır. Çünkü o Troçkistlerin ipliğini pazara çıkarmanın ve planlarını boşa çıkarmanın bir sembolüdür. O‘nun önderliğinde sosyalist Sovyetler Birliği, bir kızıl kale olarak dünya proletaryasına kurtuluşun yolunu, sosyalizmin nasıl inşa edileceğini göstermiştir. Troçkistler ve emperyalist burjuvazi, Stalin’e ve O’nun şahsında sosyalizme, komünizme düşmanlıklarını ortaya koymakta ve kin kusmaktadırlar. Almanya’da faşizmin iktidara gelmesinin, dünya emperyalizminin dünya çapında katliamlara girişeceklerinin işareti olduğu dönemde, Sovyetler Birliği’nde sosyalizm inşa ediliyordu. İnsanın insan tarafından sömürüsü ortadan kaldırılmış ve böylece sosyalizm, dünya proletaryasının bir düşüncesi olmaktan çıkıp, bir ülkede elle tutulur bir gerçek olmuştu. Stalin, Sovyetler Birliği emekçilerini proleter enternasyonalizmi ile eğitti. Teslimiyetçi ve milliyetçi ✒ vaşa karşı devrimci mücadele”, bundan anlaşılan eğer kendi hükümetine karşı ve savaş sırasında devrimci eylemler değilse, II. Enternasyonal kahramanlarının kullanmayı bal gibi bildikleri boş ve içeriksiz haykırışlardan biridir. Sadece biraz düşünmek, bunu görmeye yeter. Savaş sırasında kendi hükümetine karşı devrimci eylemler ise, tartışılmaz bir kesinlikle, böyle bir yenilgiyi sadece istemek değil, aynı zamanda fiilen teşvik etmek demektir. (“Keskin zekâlı” okurlar için şunu belirtelim: Elbette bu, hiçbir şekilde, “köprüleri uçurmak”, başarısız askeri grevler örgütlemek ve genel olarak devrimcileri yenilgiye uğratmak için hükümete yardım etmek anlamına gelmiyor.) Troçki safsatalarla kendini kurtarmak istiyor ve üç ağaçlı bir ormanda yolunu şaşırıyor. Rusya’nın yenilgisini istemek, ona, Almanya’nın zaferini istemekmiş gibi geliyor (Bukvoyed ve Zyemkovski, Troçki’yle paylaştıkları bu “düşünceyi”, daha doğrusu bu yanlış düşünceyi çok daha açık dile getiriyorlar). Ve Troçki bunda “sosyal-yurtseverliğin yöntemi”ni görüyor! Düşünmeyi beceremeyenlere yardım etmek için Bern Kararı (“Sosyal-Demokrat” No. 40) şu açıklamayı yapmıştır: Bütün emperyalist ülkelerde proletarya şimdi kendi hükümetinin yenilgisini istemelidir. Bukvoyed ve Troçki bu gerçeği atlamayı tercih ettiler ve Zyemkovski (işçi sınıfına her şeyden önce burjuva akıllarını açıkyüreklilikle ve safdillikle yineleyerek hizmet eden bir oportünist) şu sözlerle “güzel bir çam devirmiştir”: Saçma, zafer ya Almanya’nın, ya da Rusya’nın olacak (“İzvestiya” No. 2). (Bkz. Lenin, Seçme Eserler, Cilt V, Sf. 153-154, İnter Yayınları) Gerici bir savaşta kendi hükümetinin yenilgisini istemek devrimci bir ilkedir. Bolşeviklerin ilkesi de budur. Sosyal şövenlerin tavırlarını biliyoruz. Bir de sosyal şövenlere uşaklık edenler var. Sosyal şövenlere uşaklık edenlere örnek olarak Lenin, Troçki ve Bukvoyed, Almanya’da Kautsky’i saymaktadır. Rusya’nın yenilgisini istemek Troçki’ye göre, „sosyal-yurtseverliğin politik yöntemine verilen bir tavizdir.” Lenin‘e göre, Troçki oportünizmin savunusunu yapmak için kibirli safsatalara başvurmaktadır. Troçki’ye göre, Rusya’nın yenilgisini istemek, Almanya’nın zaferini istemektir. Bir tarafta sosyal şövenizme, anavatan savunucularına karşı mücadele eden Lenin var. Diğer tarafta ise, Kautsky’nin yedeğinde hareket eden Troçki var. Demek ki, Troçki İkinci Enternasyonal’e karşı değil, tam tersine sınıf uzlaşmacılığı çizgisini savunmuştur. Gerçek durum budur. Devam ediyor „Komünist“ Zemin ve tüm kötülük- 53 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası düşüncelere karşı mücadele içinde Çin devriminin, İspanya iç savaşının, Almanya, İngiltere, vs. işçi sınıfının mücadelesinin desteklenmesi gerektiğini ortaya koydu. Stalin, aynı zamanda diğer ülkelerin komünistlerine devrimin gelişmesi ve güncel sorunları üzerine yazıları ve uyarılarıyla ve emperyalistlerin manevra ve politikalarını şaşmaz biçimde teşhir ederek dolaysız yardımda bulundu. Sovyetler Birliği’nde proletarya diktatörlüğünün güçlenmesi, uluslararası burjuvazinin Sovyetler Birliği’ne duyduğu kini artırmıştır. Alman faşizmi bu durumda, emperyalist burjuvazinin can düşmanı Sovyetler Birliği’ni dize getirme görevini üstlenmiştir. Bu somut tehlike karşısında Sovyetler Birliği savunma gücünü daha da kuvvetlendirmeye yöneldi. Sovyetler Birliği, savunmada esas gücünü uluslararası proletarya ve ezilen halklardan alıyordu. Dış siyasette de Sovyetler Birliği, Hitler Almanya’sına karşı emperyalistlerin Sovyetler Birliği’ni tecrit etme ve iki cephede savaşa sokma çabasına karşı bir koalisyon kurmaya çalışıyordu. Diğer batılı emperyalist güçler ise faşizmi destekleyerek onu saldırıya teşvik ediyordu. Bu durumda 1939’da Sovyetler Birliği, Almanya’nın karşılıklı saldırmazlık anlaşması önerisini kabul etmek zorunda kaldı. Böylece saldırıya karşı hazırlanabilmek için iki yıl zaman kazanmış oldu. 22 Haziran 1941’de Nazi sürüleri Sovyetler Birliği’ne saldırdı. Nazi sürüleri Stalingrad kuşatmasında yenildiler. Stalingrad yenilgisi ile birlikte savaşın seyri değişti. Sovyetler Birliği’nin lehine gelişmeye başladı. SB’nin en başından itibaren savunduğu ve fakat ABD-Fransa-İngiltere tarafından uzun süre ret edilen Anti Hitler Koalisyonu bu şartlarda kuruldu. Batılı emperyalistler Normandiya’dan çıkarma yaptılar. Hitler orduları, doğuda Kızıl Ordu tarafından Berlin’e kadar kovalandı ve Berlin’deki parlamento binasına kızıl bayrak dikildi. Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği, savaşı kazanmakla kalmamış, Doğu Avrupa ülkelerindeki faşist iktidarlara da son verilmişti. Tarihsel gerçekler bunlardır. Bu gerçekleri adına Komünist etiketi yapıştıranlar da karartamaz. Bu gruba da çağrımız ellerini komünizmden çekmeleridir. Sınıf Mücadelesi 54 Sınıf Mücadelesi uzun bir dönemden beri yayın yapmaktadır. Sınıf Mücadelesi, UKB (Uluslararası Komünist Birlik)‘in üyesidir. UKB „Marks, Engels, Rosa Luxemburg, Lenin ve Troçki’nin fikir ve geleneklerine bağlı bir akım“ olduğunu iddia etmektedir. Sınıf „Troçki’nin bugüne kadar Marksizmle ilgili herhangi bir sorunda kesin ve sağlam bir görüşü olmamıştır. O, her zaman, şu ya da bu görüş ayrılığının yarattığı “yarıklara sızma” yolunu bulur, ve ikide-bir taraf değiştirir. Şu anda Bundcuların ve likidatörlerin dostudur. Ve bu bayların partiye karşı tutumları hiç de olumlu bir tutum değildir.“ Bkz. Lenin, Seçme Eserler, Cilt 4, Sf. 295-296, İnter Yayınları) Mücadelesi, IV. Enternasyonal’in yeniden kurulması gerektiğini savunmaktadır. Bu birlik, özel mülkiyet, pazar ekonomisi, rekabet ve kâr temellerine dayanan kapitalist sistemin insanlığın geleceğini değil, geçmişini temsil ettiğini düşünmektedir. Kapitalist sistem yerine, dünyada tüm insanlara eşit, maddi ve kültürel olanaklar sağlayacak maddi olanakların ve üretim araçlarının edinilebilmesi için toplumsal temellerde işleyecek yeni bir düzenin gerekli olduğunu savunmaktadır. Seçtikleri yolu şöyle ortaya koyuyorlar: „Bizler bolşevizmi, Ekim 1917 Rus devrimini, Komünist Enternasyonal’in ilk yıllarını, Lenin ve Troçki dönemini ve bu geleneği sürdüren, Stalinist yozlaşmaya karşı hem III. Enternasyonal içerisinde hem de dışında mücadele eden Sol Muhalefeti destekliyoruz. Bu ise bizi, bugün Türkiye’de var olan birçok siyasi akımdan ayırıyor.“ (Bkz.http://www.sinifmucadelesi.net/spip. php?article78&lang=tr) Burada söylenenler birçok Troçkist akımın savunduğu ve söylediği tezlerdir. Söylenenlerin ve yazılanların tarihsel gerçeklikle hiç bir ilgisi yoktur. Bolşevizm ile Troçkizm birbirinin karşıtı iki ayrı dünya görüşüdür. Bolşevizmi savunduğunu iddia edenler, Troçkizm’den ellerini çekmek zorundadırlar. Ekim Devrimi ve kazanımlarını ortadan kaldırmaya çalışanlar, SB’de sosyalizmin inşasını engelleyenler Lenin’i savunamaz. Lenin ve Troçki dönemi aynı kefeye konulamaz. Troçki, Lenin’e karşı mücadelesi ile tanınmaktadır. Lenin ve Bolşevizme karşı mücadele Yazımızı Lenin’in iki alıntısı ile sonlandıralım. “Dost görünüşlü Troçki, düşmandan daha tehlikelidir! “Polonyalı marksistleri” genel olarak Rosa kavganın doğrusu / doğrunun kavgası tığı değerlendirmelerin sadece küçük bir bölümüdür. Lenin, „vasiyeti“inde Troçki’nin Bolşevik olmadığını açıkça yazdı. Troçki asla bir Bolşevik değildi. O sadece rüzgâr kimin arkasından esiyorsa onunla hareket eden bir kişilikti. Bolşevik-Menşevik ayrışmasında Menşeviklerden taraf olan Troçki bir süre sonra da kendisinin hizipler üstü olduğunu iddia ederek Menşeviklerden ayrıldı. Bu süre içinde Alman oportünistleriyle yediği içtiği ayrı gitmeyen Troçki Bolşeviklere karşı da savaşa devam etti! Lenin, Troçki’nin güvenilmez biri olduğunu söylerken haklıydı. Şubat Devriminden sonra Rusya’ya dönen Troçki bir süre sonra rüzgârın Bolşeviklerden yana esmesini de hesaba katarak Bolşeviklerin safına geçmek istedi. MK Troçki‘nin bu talebini görüştüğünde Stalin’in de desteğiyle Troçki Bolşevik Partiye alındı. Bu dönem birçok eski Menşevik ve Bolşeviğin Bolşevik saflara geçtiği olağanüstü bir dönemdir. Troçki, Lenin’in hastalığı ve ölümünün ardından Stalin’e karşı parti içinde bir muhalefet örgütlemeye başladı. Zinovyev, Kamanev, Buharin ve onların yandaşları tarafından oluşturulan ve başında Troçki’nin bulunduğu bu muhalefet başlangıçta Stalin’e karşı oluşturulmuş olsa da zamanla devrim karşıtı bir klik haline geldi. Stalin’in acımasız bir ‚cani‘ olduğunu iddia edenler, Stalin’in bu karşı devrimci muhalefete neden bu kadar sabırlı davrandığını, neden yıllarca ideolojik bir tartışma yürüttüğünü açıklamak zorundadırlar. Troçkizme karşı 1920’lerin başlarından itibaren başlayan, Lenin’in ölümünden sonra sertleşen ideolojik mücadele; 1927’ye dek – çizgisi küçük burjuva çizgi olarak teşhir edilmesine rağmen - MK’da olduğu şartlarda sürdürüldü. Ondan sonraki dönemde de 1935’te Troçkistler SBKP(B) Merkez Komitesi üyesi Kirov’u bir suikastle öldürene ve ekonomik alanda sabotajlara, yani bizzat karşı devrimci eylemlere geçene kadar, onlara karşı şiddet uygulanmadı. Pratik olarak karşı devrimin saflarına geçtikten sonra, artık sorun devrimle karşı devrimin çatışmasına dönüşmüştü. Bu noktada iktidarı elinde tutan proletaryanın, devleti aracılığı ile de karşı devrimcilerin üzerine yürümesi en doğru şeydi. Bu anlamda Sınıf Mücadelesi Bolşevizmi değil, Troçkizmi savunuyor. Sınıf Mücadelesi’ne çağrımız; Bolşevizmden, Lenin’den ellerini çekmeleridir. (Bkz. http://www.sinifmucadelesi.net/) ✒ eden Troçki, Ekim Devriminin ön günlerinde Bolşevik Parti’ye alınmıştır. Troçki gerçek anlamda Bolşevizmi hiç bir zaman savunmamıştır. Bolşevizme yaklaştığı bir dönemde zaman zaman kendi görüşlerini bir süreliğine geri plana itmiştir. Olgular ve tarihsel gerçeklik budur. Lenin’in Troçki hakkında yaptığı kimi değerlendirmeler şöyledir: “Troçki Bolşevizmi çarpıtıyor, çünkü Rus burjuva devriminde proletaryanın rolü konusunda hiç bir zaman kesin bir görüşe varamamıştır.” (“Rusya’da Partiİçi Anlayışın Tarihsel Önemi”, Tasfiyecilik Üzerine, Sol Yayınları, Sf. 159) „Rusya’da Marksist hareketin eski katılımcıları Troçki figürünü çok iyi bilirler ve onlar için onun hakkında konuşmaya değmez. Fakat genç işçi kuşağı onu bilmiyor ve onun hakkında konuşmak gerekir, çünkü o, gerçekte aynı şekilde Tasfiyecilikle Parti arasında yalpalayan beş yurtdışı grupçuğunun tümü için tipik olan bir figürdür.“ (Lenin, Seçme Eserler IV, Sf. 216, İnter Yayınları) “Öte yandaysa Troçki, sadece kendi kişisel yalpalayışlarını temsil ediyor, başka bir şeyi değil. 1903’te Menşevikti, Menşevikliği 1904’te bıraktı, 1905’te yeniden Menşeviklerin arasına döndü ve sadece ultradevrimci sözler parlatmakla yetindi, 1906’da Menşeviklerden bir kez daha ayrıldı, 1906’nın sonlarında Kadetlerle seçim anlaşması yapılmasını savundu (yani bir kez daha Menşeviklerle birlik oldu), 1907 ilkyazında, Londra Kongresinde, ‘siyasal eğilimlerden çok bireysel görüş tonlarında’ Rosa Luxemburg’dan ayrıldığını söyledi. Troçki bir gün hiziplerden birinin ideolojik stokundan, ertesi gün ötekinin stokundan çalar ve bu nedenle de kendisinin hizipler üstü olduğunu ilan eder. Teorik olarak, Troçki, tasfiyeciler ve Otzovistlerle hiç bir noktada görüş birliğinde değildir, ama uygulamanın kendisinde Goloscular ve Vperyodcularla tam bir görüş birliğindedir... “Troçki’nin Rus sosyal-demokrasisinde ‘genel parti’ eğilimini mi, yoksa ‘genel parti karşıtı’ eğilimi mi temsil ettiğine okurlar karar versin.” (“Rusya’da Parti-İçi Anlayışın Tarihsel Önemi”, Tasfiyecilik Üzerine, Sol Yayınları, Sf. 172-73) “Bu gerçek gösteriyor ki, biz Troçki’ye ‘hizipçiliğin en kötü kalıntılarının temsilcisi’ derken haklıyız. “Gerçi kendisi hizip-dışı olduğunu iddia ediyor ama, Rusya’daki işçi sınıfı hareketiyle pek az yakınlığı olanların bile bildiği gibi Troçki, ‘Troçki hizbi’nin temsilcisidir.” (“Birlik Birlik Diye Birliğe Vurulan Darbe”, Tasfiyecilik Üzerine, Sol Yayınları, Sf. 362) Yukarda yazılanlar Lenin’in Troçki hakkında yap- 55 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 56 Luxemburg”’un yazdığı her yazının destekleyicileri olarak sınıflandırabilmek için Troçki, kanıt olarak, “özel konuşmalar”dan başka bir şey gösteremez (yani Troçki’nin, varlığını sürdürmek için her zaman gıdasını sağladığı basit dedikodudan başka bir şey gösteremez). Troçki, “Polonyalı Marksistleri” onursuz ve vicdansız kimseler olarak, kendi inançlarına ve partilerinin programına saygı göstermekten bile aciz kimseler olarak bize sunmaktadır. Dost görünüşlü Troçki!“ (…) „Troçki’nin bugüne kadar Marksizmle ilgili herhangi bir sorunda kesin ve sağlam bir görüşü olmamıştır. O, her zaman, şu ya da bu görüş ayrılığının yarattığı “yarıklara sızma” yolunu bulur, ve ikide-bir taraf değiştirir. Şu anda Bundcuların ve likidatörlerin dostudur. Ve bu bayların partiye karşı tutumları hiç de olumlu bir tutum değildir.“ (Bkz. Lenin, Seçme Eserler, Cilt 4, Sf. 295-296, İnter Yayınları) „Yaklaşan devrimde sınıfların karşılıklı ilişkisini açığa çıkarmak devrimci partinin baş görevidir. Örgütleme Komitesi bu göreve yan çiziyor, Rusya’da “Naşa Dyelo”nun sadık müttefiki olmayı sürdürüyor ve yurtdışında, hiçbir şey ifade etmeyen “sol” laflar atıp tutuyor. Troçki ise “Naşe Slovo”da bu göreve yanlış bir çözüm getiriyor: 1905’deki “orijinal” teorisini tekrar ediyor ve geçen tüm on yıl boyunca, yaşamın neden bu mükemmel teorinin yanından geçip gittiğini düşünmek istemiyor. Troçki’nin orijinal teorisi[42], Bolşeviklerden, proletaryanın kararlı devrimci mücadele yürütmesi ve politik iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi çağrısını alıyor, Menşeviklerden ise köylülüğün rolünün “yadsınması”nı. Köylülük içinde bir ayrışma, bir farklılaşma süreci yaşanmıştır; onun olası devrimci rolü giderek azalmıştır; Rusya’da “ulusal” bir devrim imkânsızdır: “Emperyalizm çağında yaşıyoruz”, “em¬peryalizm” ise “burjuva ulusla eski rejimi değil, proletaryayla burjuva ulusu karşı karşıya getiriyor.” İşte size “emperyalizm” sözcüğüyle tuhaf bir oyun örneği. Eğer Rusya’da artık proletarya ile “burjuva ulus” karşı karşıya duruyorsa, bu şu anlama gelir: Rusya doğrudan doğruya sosyalist devrimin arifesindedir!! O zaman (1912 Ocak Konferansı’nın ortaya attığı ve daha sonra 1915’te Troçki tarafından yinelenen) “çiftlik sahiplerinin topraklarına el konması” şiarı yanlıştır, o zaman “devrimci işçi hükümeti” değil, “sosyalist işçi hükümeti” söz konusudur!! Troçki’de kafa karışıklığının ne ölçülere ulaştığı şu cümleden anlaşılıyor: Proletarya kararlılığıyla “proleter olmayan(!) halk kitleleri”ni de peşinden sürükleyecekmiş (No. 217) Troçki bunu söylerken şunu hiç düşünmemiştir: Eğer proletarya, proleter olmayan kırsal kitleleri, çiftlik sahiplerinin topraklarına el koymak için peşinden sürükleyip monarşiyi yıkmayı başarabilecekse, bu tam da Rusya’da “ulusal burjuva devrimin” tamamlanması, proletarya ve köylülüğün devrimci-demokratik diktatörlüğü olacaktır! 1905-1915 yılları arasındaki on yıl —bu büyük on yıl— Rus devriminde iki, sadece iki sınıf çizgisinin bulunduğunu kanıtlamıştır. Köylülüğün farklılaşması, bizzat köylülük içindeki sınıf mücadelesini güçlendirmiş, politik olarak uyuyan pekçok unsuru sarsıp uyandırmış ve kır proletaryasını kent proletaryasına yakınlaştırmıştır (Bolşevikler 1906’dan beri kır proletaryasının ayrı örgütlenmesinde ısrar etmişler, bu talebi Menşevik Stockholm Kongresi kararına da sokmuşlardır). “Köylülük’le, Markov-Romanov-Kvostov arasındaki uzlaşmaz çelişki ise daha da güçlenmiş, büyümüş ve şiddetlenmiştir. Bu, Paris’te kaleme alınan onlarca Troçki makalesindeki binlerce safsatanın bile “çürütemeyeceği” kadar açık bir gerçektir. Gerçekte Troçki, köylülüğün rolü¬nün “yadsınması”ndan sadece, köylüleri devrim için harekete geçirme isteğinde olmamayı anlayan Rusya’daki liberal işçi politikacılarına yardım etmektedir. Ve bugün asıl mesele budur. Proletarya, iktidarın ele geçirilmesi için, cumhuriyet için, çiftliklere el konması için, yani köylülüğün kazanılması için, köylülük içindeki devrimci güçlerin tümünün meydana çıkarılması için, burjuva Rusya’nın askeri-feodal “emperyalizm”den (= Çarlık) kurtarılmasına “proleter olmayan halk kitleleri”nin katılması için mücadele ediyor — ve mücadele etmeyi acımasızca sürdürecek. Ve proletarya, burjuva Rusya’nın Çarlıktan, çiftlik sahiplerinin toprak üzerindeki egemenliğinden kurtarılmasından, zengin köylüleri kır proleterlerine karşı mücadelelerinde desteklemek için değil, tersine — Avrupa’nın proleterleriyle ittifak halinde sosyalist devrimi gerçekleştirmek için yararlanacaktır. Aralık 1915“ (Bkz. Lenin, Seçme Eserler, Cilt 5, Sf. 173-175, İnter Yayınları) Lenin’in söylediklerini yorumlamaya gerek yok. Tüm Troçkistlere çağrımız ellerini Lenin’den çekmeleridir. Mart 2012 (Devam edecek) eğerli YDİ Çağrı çalışanları ve okurları, bu başlığı okuduğunuzda sizin de soykırıma, soykırımlara itirazınız olduğunu, sizin de soykırımlara karşı olduğunuzu düşünerek bu mektubumun gereksiz olduğunu da düşünebilirsiniz. Ama sizden biraz sabır isteyerek, meramımın ne olduğunu anlamanızı ve eğer eleştiriniz varsa bu derginin sayfalarına yansıtmanızı arzu ettiğimi en başta belirtmek istiyorum. Sizin de takip ettiğiniz gibi Türkiye’de son dönemde soykırım tanımının kullanımında neredeyse bir enflasyon yaşandı, yaşanıyor! Bu özellikle Dersim ve genelde Kürt sorunuyla ilgili tartışmalarda kendisini gösterdi, gösteriyor. Kürtlerin uğradığı katliamlar, zulüm ve baskılar, takibatlar vb. vb. dile getirilirken hemen her şey “soykırım” olarak gösteriliyor, baskı, zulüm ve katliamlar soykırım ile aynı kefeye konuyor. Benim bu katliam, zulüm ve baskıların “soykırım” olarak gösterilmesine itirazım var! Bu aynı kefeye koyma tavrının sonuçta soykırımı, soykırım barbarlığını olduğundan daha hafif göstermeye hizmet ettiğini düşünüyorum. Hele bunu Ermenilere ya da Yahudilere yönelik soykırımla eşitleme sözkonusu olduğunda itirazım daha da büyümektedir. Burada sorun sadece bir kavramı kullanıp kullanmama sorunu değil, aynı kefeye konamayacak kimi tarihi gerçekliklerin, olayların vahametini bilinçlere çıkarıp çıkarmama ve buna uygun bir müca- deleyi verip vermeme meselesidir. Ben Kürt kökenli, sınıf bilinçli bir işçiyim. Ez Kurdım, Karkerım, Komunistım! TC’de ulusal baskının, zulmün, TC tarihinde yaşanan katliamların bilincindeyim. Bugün belki eskisi gibi işlemiyor artık ama ilkokula başladığımız güne kadar anadilimizi konuşurken, Kürt oldugumuzu öğrenip bilmişken, öğretmenlerin bize bizim var olmadığımızı anlatmalarının ne demek olduğunu da iyi biliyorum! Her seferinde “Türküm, doğruyum, çalışkanım...” söyletilirken korkudan sadece içimizden küfür edebildiğimiz, ya da tepki olarak Türk yerine Kürt diye telafuz ettiğimiz durumları da bugün gibi hatırlıyor, biliyorum... Yaşanan baskıları, inkar ve asimilasyon politikasını anlatmaya kelimenin gerçek anlamında kitaplar yetmez! Bu baskılara, zulme karşı mücadele haklıdır, meşrudur ve de zaruridir! Buna rağmen ama bunu soykırımla aynı kefeye koymak yanlıştır. Mücadele, sadece bir olayın “soykırım” olarak adlandırılması durumunda veya buna dayanarak verilirse; ya da “kendimize” uygulanan baskılara karşı kamuoyunun desteğini alabilmek için yaşanan baskıları, katliamları “soykırım” olarak adlandırırsak, bu, sözkonusu toplumun demokrasi bilincinden yoksun olduğunu gösterir sadece. Mesele her tür baskıya, zulme, haksızlığa karşı mücadele etme meselesidir. “Küçük” boyuttaki barbarlığa karşı mücadele kültürü olma- okur mektubu D ✒ “Soykırım”a itirazım var! 57 ✒ okur mektubu yınca “büyük” barbarlığa karşı mücadele kültürü de gelişemez! Yani başka bir deyimle demokratik haklar için mücadele kültürünün gelişmediği bir toplumda, sosyalizm için, sosyalist bir toplum için mücadele de gelişemez! KİMİ ÖRNEKLER Aktardığım alıntılarla tek tek uğraşmanın yazıyı uzatacağının bilinciyle, mümkün olduğunca yorumlar yapmama yolunu seçtim. Tartışmaya biraz malzeme sunuyorum. “Dersim’de yaşanan; daha 1930’lu yılların başların- Eskişehir, Balıkkesir vb. batı illerine sürüldü.” (aynı yerden.) “Soykırım” tespitinin durumu abartma ve katliamla eşitleme temelinde yapıldığını ve buna itirazım olduğunu her alıntıdan sonra tekrarlamak istemiyorum, ama burada “Dersim’de geriye kalanlar”ın sürgün edildiği tespitine dikkat çekerek abartılı bir yaklaşımın kendisini nasıl gösterdiğini de tespit etmek gerekiyor. “CHP hiç kuşkusuz Dersim soykırımının baş sorumlusudur. (...) Oysa Dersim 37-38 soykırımı üzerinde siyasal rant Kemal Bülbül bize “toplu katliamların” soykırım olduğunu anlatıyor! Birincisi soykırım tanımı için sadece “toplu katliam” yaşanması yetmiyor, uluslararası sözleşmelerin bu konudaki dayanağı olan 1948 yılındaki BM kararı daha da geniştir. İkincisi katliamlar toplu yapılmıyor mu? Aynı anda bir aileyi katletme de bir toplu katliamdır, bir ulusa mensup insanların bir kesimini yaşadığı şehir, mahal ya da bölgede katletmek de toplu bir katliamdır. Mesele bu kadar basitleştirildiğinde hemen her katliamı - Maraş, Sivas ve Çorum katliamları gibi- “soykırım” olarak adlandırabilirsiniz. Ama yanlış olur! 58 da planlanan; İsmet Paşa’nın 1935 tarihli Kürt Raporu ve Celal Bayar’ın 1937 tarihli Şark Raporu ile esasları belirlenip uygulamaya konan ve 1937-38’de sonlandırılan bir soykırımdır.” (Mehmet Bayrak, Yeni Özgür Politika, 5 Aralık 2011) “Dersim’de uygulanan soykırım kararları ve planları ise Türkiye Cumhuriyeti’nin gizli arşivinde yer alır. Raporların çoğu Bakanlar Kurulu ve Meclis’te alınır. Ancak gizli tutulur. Yıllarca gizli tutulan soykırım planları ve kararlarının bir bölümü açığa çıktı. Açığa çıkan belge ve raporlardaki bilgiler uygulamaların soykırım olduğunu gösterir.” (Baki Gül, Yeni Özgür Politika, 21 Kasım 2011) Baki Gül Dersim’de katledilenlerin sayısı hakkında da şunları yazıyor: “Dersimliler 50 ile 70 bin arasında insanın öldürüldüğünü söyler. Devletin resmi rakamları ise 12 bin Dersim’linin katledildiğini söyler. Dersim’de geriye kalanlar Türkiye’nin batısındaki Manisa, Denizli, sağlamaya çalışmak ahlaki ve insani yanı olmayan bir vicdansızlıktır. (...) Dersim soykırımının yanı sıra, cumhuriyet döneminde yaşanan tüm katliamlarla (Koçgiri, Zilan, Ağrı, Çorum, Maraş, Sivas, Gazi) ilgili de devlet arşivlerini açıklamayacaksın!” (Ferhat Tunç, Yeni Özgür Politika, 3 Aralık 2011) Ferhat Tunç AKP’yi eleştirmektedir ve bu tespitleri yapmaktadır. Burada en azından şu soru ortaya çıkmaktadır: Dersim’de yaşanan eğer bir “soykırım” ise, Koçgiri, Zilan ve Ağrı’da yaşananlar neden katliam oluyor? Ya da Dersim’deki katliamı bu katliamlardan kalite olarak farklı kılan “soykırım” yapan nedir? Devletin bu katliamları planlı gerçekleştirilen katliamlardır. Koçgiri, Zilan ve Ağrı’da katledilenlerin sayısı mı bu farkı oluşturuyor? Ya da buralarda sürgünler yaşanmadı mı? vb. vb. “1937’de Dersim’de toplu katliam yapılmıştır. ‘Toplu katliamlar’ için uluslararası sözleşmeler ve evrensel 28 Nisan 2012 Almanya’dan bir Çağrı okuru okur mektubu “Ermeni soykırımı suç Kürt soykırımı serbest” başlıklı yazısında Ali Özşerik İsviçre’de 50-60 bin kadar Kürt nüfusun yaşadığına dikkat çekerek bunları “Yani ulusal, fiziksel, kültürel, çevresel soykırımlara uğrayan bir halkın sürgündeki yüzü.” (Yeni Özgür Politika, 27 Mart 2012) olarak göstermektedir. İsviçre’yi Ermeni soykırımını tanıyıp, inkarını suç sayarken neden Kürtlere “soykırımlar uygulayan Türkiye”ye ile ticari ilişkileri sürdürdüğü yönlü eleştiri getirmektedir. Bunu yaparken açıkça Ermenilere yönelik soykırım ile Kürtlerin uğradığı baskıları aynı kefeye koymaktadır. Buna göre hem Ermenilere hem de Kürtlere uygulanan “soykırımdır”, ama sadece biri –Ermenilere yönelik olanı- kabul edilmektedir. Yazının sonunda şu tespit var: “Ermeni soykırımını kabul ederek, Kürt soykırımına tolere edilmeyeceğini hatırlatalım.” (aynı yerden) Almanya’da Baden Würtemberg eyaletinin Eyalet Kamu Düzeni Dairesi Şubat ayı ortalarında, Muzaffer Ayata hakkında siyasal faaliyetlerde bulunması, makale yazması vb. konuda yasaklama kararı verdi. Bu karar kuşkusuz ki karşı çıkılması gereken bir karar ve buna karşı mücadele verilmesi haklı ve meşrudur. Fakat bu yasağa karşı çıkılırken, örneğin YEK-KOM Başkanı Yüksel Koç “bu ceza, Hitler faşizmine açık yeni bir cezadır.” (Yeni Özgür Politika, 25 Şubat 2011) tespitini yapıyor, ya da M. Delila bu yasağı “Belki Türkiye gibi cezaevine atmadı, ama cezaevine atmadan dünyada benzeri az görülen bir siyasi soykırım örneği ortaya koydu.” (Yeni Özgür Politika, 21 Şubat 2012) biçiminde değerlendiriyor. Almanya’yı eleştirme adına “Ermeni soykırımının suç ortağı olması, Yahudi soykırımını gerçekleştirmiş olması bu gericiliğe az gelmiş olmalı ki şimdi de Türk devletinin Kürt soykırımının destekçisi oluyor.” (aynı yerden) tespiti yapılıyor. Burada Ermenilere ve Yahudilere yönelik gerçekleştirilen soykırım gerçekliği, Kürtlere yönelik baskılarla aynı kefeye konmaktadır. Bunu ister Kürtlere yönelik baskıların olduğundan çok daha fazla abartıldığı; isterse de soykırımın basitleştirildiği yönünde ele alın, iki açıdan da yanlıştır. Bu ve benzeri yaklaşımların ortaya konduğu alıntılar çoğaltılabilir. Fakat bu konuda tartışmayı başlatmak için bu kadarı yeterlidir, fazladır bile. ✒ hukuk ‘Soykırım’ tanımını yapar. Bu bağlamda Dersim katliamı bir soykırımdır.” (Kemal Bülbül, Yeni Özgür Politika, 19 Kasım 2011) Kemal Bülbül bize “toplu katliamların” soykırım olduğunu anlatıyor! Birincisi soykırım tanımı için sadece “toplu katliam” yaşanması yetmiyor, uluslararası sözleşmelerin bu konudaki dayanağı olan 1948 yılındaki BM kararı daha da geniştir. İkincisi katliamlar toplu yapılmıyor mu? Aynı anda bir aileyi katletme de bir toplu katliamdır, bir ulusa mensup insanların bir kesimini yaşadığı şehir, mahal ya da bölgede katletmek de toplu bir katliamdır. Mesele bu kadar basitleştirildiğinde hemen her katliamı - Maraş, Sivas ve Çorum katliamları gibi- “soykırım” olarak adlandırabilirsiniz. Ama yanlış olur! Günümüzdeki gelişmelerin değerlendirilmesi için de birkaç örnek verelim. “Süreç içerisinde yaşanan gerilimlerinin ardından ise 31 Mayıs 2010 tarihini işaret eden Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, Kürtlerin yaşadığı durumu bir soykırım olarak nitelendirerek, ikinci uyarısını yaptı.” (Alper Atalay/Nagihan Akarsel, Yeni Özgür Politika 17 Şubat 2012) Kürt milleti hala ezilmektedir. TC Kürtlere karşı hala savaş yürütmektedir. Ulusal baskı, zulüm sürmektedir. Ama güncel olarak yaşanan olayları bir “soykırım” olarak adlandırmak en hafif deyimle gerçeklerle alay etmektir. Bu siyaset temelinde dile gelen kimi tespitler ise şöyledir. KCK’ya karşı gözaltı, tutuklama ve saldırılar sözkonusu edilerek şu söyleniyor: “Son siyasi soykırım operasyonunda İstanbul’da gözaltına alınanların(...)” (Yeni Özgür Politika, 16 Şubat 2012) “Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan (...) 15 Şubat’ı ‘Kürt soykırım günü’ olarak ilan etmiş bulunuyor. (...) Komployu ve soykırımı lanetleyen protesto eylemleri Şubat başından itibaren gittikçe yoğunlaşan bir hal almış bulunuyor.” (Selahattin Erdem, Yeni Özgür Politika, 13 Şubat 2012) “Bazıları en büyük Kürt şehri İstanbul’dur diyorlar. Bu doğru değildir. İstanbul Kürtleri öğütüp Türkleştiren bir soykırım değirmenidir.” (Mustafa Akarsu, Yeni Özgür Politika, 17 Nisan 2012) Bu yaklaşımlar temelindeki kimi eylemlerde atılan sloganlar ya da taşınan pankartlarda öne çıkanı: “Önderliğimizi Özgürleştirelim, Soykırıma Son Verelim” ya da “Öcalan’a Özgürlük, Soykırıma Son” biçiminde ifade edilen slogandı ve bu, eylemlerin temel yaklaşımıydı. 59 ✒ okur mektubu “BU KADAR DA OLURMU YA!” DEMEYİN! BİR DE ŞU BİZİM ŞOVEN UZMANIMIZI DİNLEYİN! Uzmanımız sorunun daha ortaya konuluşunda “kurnazlık” yapmaya çalışıyor. Ülke sınırları içerisinde sınıf zıtlığı ve sınıf mücadelesi önce bir kenara konuluyor. Türkiye işçi sınıfından bahsedilirken, özenle Türkiye sermaye sınıfının tanımının ve varlığının tespitinden uzak duruluyor. B 60 izim ülkede yalnız sebzenin meyvenin değil, şovenizmin ve şovenlerin de çok çeşidi var. Şovenin turancısı, ırkçısı, emperyalist milliyetçisi, misak-i millicisi, ümmetcisi, liberali …Ne ararsanız bulursunuz şovenizm pazarında. Bu pazarda sendikalar ve sendika yöneticileri ve onların çok sayıda imtiyazlı uzmanları da oldukça aktifler. Şovenizm pazarında işçi sınıfı adına pazarlamacılık yapan “yetenekli” uzmanlardan birisinin en büyük “uzmanlık” alanlarından birisi de şovenizmi “işçi dostu” kılıfıyla pazarlamak. “Uzmanımız” bu konuda birçok makalenain yanı sıra, görüşlerini “bilimsel verilerle” temellendirmek amacıyla bir kitap da kaleme aldı. Kitabının başlığı “Avrupa Sendikacılığı Enternasyonalizm mi, Çağdaş Misyonerlik mi?” (Yıldırım KOÇ, Ulusal Eğitim Derneği Yayınları, Ankara Şubat 2006) Uzmanımızın bakış acısıyla sorunun ortaya konuluşu şöyle: “Türkiye işçi sınıfı ve sendikacılık hareketi günümüzde çok önemli sorunlarla karşı karşıyadır. Bu sorunların bir bölümü doğrudan işçi sınıfıyla, bir bölümü ise vatanımız ve halkımızın sorunlarının çözümünden geçmektedir. Vatanımızın ve halkımızın sorunlarının çözümü için işçi sınıfının bu mücadeleye etkili bir biçimde katılması gereklidir. Bu sorunların aşılmasında: -hangi programlar belirlenecek, -hangi ittifaklar esas alınacak, -kimlerle nasıl işbirliği yapılacaktır? İşçisiyle, kamu çalışanıyla, işsiziyle, emeklisiyle bir bütün olarak işçi sınıfımız ve sendikalarımız, “küreselleştiği” ifade edilen dünyada, sorunların çözümünde işçi sınıfının uluslararası dayanışma ve işbirliğini mi temel alacaktır? Enternasyonalist anlayışla işbirliği ve dayanışmaya hazır bir uluslararası işçi sınıfı ve sendikacılık hareketi var mıdır? Yoksa anti-emperyalist, ulusalcı ve emekten yana bir ittifak mı gereklidir? Kitapta belirtileceği gibi, bu iki ittifakın aynı anda gerçekleşmesi olanaklı değildir.(s. 7) Uzmanımız sorunun daha ortaya konuluşunda “kurnazlık” yapmaya çalışıyor. Ülke sınırları içerisinde sınıf zıtlığı ve sınıf mücadelesi önce bir kenara konuluyor. Türkiye işçi sınıfından bahsedilirken, özenle Türkiye sermaye sınıfının tanımının ve varlığının tespitinden uzak duruluyor. Hemen ardından tüm “millici”(?) sınıfları kapsayan “vatan” ve “halk” kavramları ile Türkiye işçi sınıfı ile Türkiye egemen sermaye sınıfı arasındaki sınıf çelişkileri yok sayılıp, sınıf işbirliğinin çerçevesi sunuluyor. İşçi sınıfının ‘kendi’ ülkesinde ‘kendi’ sermaye sınıfına, kendi baş düşmanına karşı sınıf savaşımı tatil edildikten ve baş düşmana karşı mücadele Türkiye işçi sınıfının bir sorunu olmaktan çıkarıldıktan sonra, işçi sınıfı ile sermaye arasındaki sınıf işbirliğinin ana noktaları belirleniyor. Sınıf işbirliğinin ana noktaları olarak: -hangi programlar belirlenecek, -hangi ittifaklar esas alınacak, -kimlerle nasıl işbirliği yapılacaktır? diye soruyor. Bu sorulara yanıtları açık ve net: okur mektubu man gözüyle bakmalı ve öyle davranmalıdır. Böylece işçi sınıfının “millici” ittifakından yola çıkarak çok açık ve kaba şoven “Türkün Türkten başka dostu yoktur!” anlayışına gelip dayandık. Bu anlayışa uygun olarak “Türk”ün, “Türk işçi sınıfı”nın düşmanı olması gereken ABD ve AB ülkeleri işçi sınıfının neden düşman olması gerektiğini “uzmanımız” şu gerekçelerle izah etmeye çalışıyor: “Avrupa’nın emperyalist ülkelerinde birkaç istisna dışında düşen sendikalaşma oranlarına karşın, geçek ücretlerin ve sosyal güvenlik harcamalarının artmaya devam etmesidir. Ayrıca, sendikal hak ve özgürlüklere yönelik ciddi bir tehdit yoktur.” (s 21) “Avrupa işçi sınıfları ve sendikaları, emperyalist sömürüden pay almaktadır. Bu pay sayesinde, son yıllarda bile ciddi ölçüde bozulmayan bir rahatları ve önemli güvenceleri vardır. Avrupa işçi sınıflarının (bugün için) tuzları kurudur. Bu nedenle de, kendi emperyalist devletleriyle ve sermayedarlarıyla tam bir işbirliği içinde, çağdaş misyonerlik görevlerini yerine getirmektedir.”(s.10) “Avrupa’nın emperyalist ülkelerinin işçi sınıflarının tarihsel olarak yeniden ilerici bir nitelik kazanabilmeleri, emperyalist sömürünün azaltılabilmesine bağlıdır. Emperyalist sömürü devam ettiği sürece, emperyalist ülke işçi sınıfları (bugün olduğu gibi, küçük bir azılığın dışında) sömürücülerin destekçiliğini yapacaktır. Bu nedenle, Türkiye gibi emperyalist baskı ve sömürü altındaki ülkelerde verilen anti-emperyalist mücadele, insanlığı gelişiminin önünü açacak güçtür.” (s.10-11) ABD ve Avrupa emperyalist ülkelerinde “geçek ücretlerin ve sosyal güvenlik harcamalarının artmaya devam etme”ktedir iddiası, ABD ve Avrupa hakim sınıflarının istatistiki üçkağıtlarla ayakta tutmaya çalıştıkları bir iddiadır. Uzmanımız Yıldırım Koç’un ABD ve AB ülkeleri işçi sınıfını düşman göstermek amacıyla bu yalanlara sarılması ancak onun ne kadar “seviyeli” siyaset yaptığının bir göstergesidir. Uzmanımız yalanını “Aydınlık” gazetesindeki köşe dostu Mehmet Ali Güler’in verdiği şu bilgiyle karşılaştıracak olursak, örneğin ABD işçi sınıfının sosyal durumu hakkında biraz daha gerçekçi verilere sahip oluruz: “Yoksulluk oranı 2011’de yüzde 15,1’e yükseldi; 46,2 milyon ABD’li yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Yani her altı ABD’liden biri artık yoksul! Ve her on ABD’liden biri de işsiz! (ABD’de işsizlik oranı yüzde 9,2 iken, siyahlar arasında bu oran yüzde 20) ✒ “Türkiye işçi sınıfı ve sendikacılık hareketi, tarihinin en büyük saldırısıyla karşı karşıyadır. İşçi sınıfımıza saldıran güçler, aynı zamanda vatanımıza ve halkımızın diğer sınıf ve tabakalarına da (Kim bu sınıf ve tabakalar acaba ?BN!) saldırmaktadır. Saldırgan güç, ABD emperyalizmi ve AB emperyalizmidir; ulus ötesi sermayedir. Türkiye işçi sınıfının kurtuluş mücadelesi, Türkiye’nin kurtuluş mücadelesi ile birebir örtüşmektedir. Türkiye işçi sınıfının katkısı olmadan Türkiye’nin kurtuluşu, Türkiye’nin kurtuluşu mücadelesine girmeden de işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesi mümkün değildir. (s. 109) Uzmanımıza göre Türkiye işçi sınıfının programı, ulus ötesi sermaye sınıfları ile çıkar çatışmasında “millici” sermaye sınıfının çıkarlarını üzerlenmesi ve “milli” burjuvazinin “emir ve komuta zinciri” altında hizaya girmesinden oluşmalıdır. Uzmanımız bu programı “işçi sınıfı”nın çıkarları için öne sürdüğünden, açık kaba şovenler gibi “işçisi ve işvereniyle kader birliği” yapalım diyemiyor, aynı düşünceyi demogojik “vatan”ın, “halk”ın veya “Türkiye’nin çıkarları” gibi kavramlar arkasına gizlenerek savunma yolunu tercih ediyor. Uzmanımıza göre “vatan”ın, “Türkiye’nin çıkarları” için işçi sınıfı kendi sınıf mücadelesi programından vazgeçirildikten ve ‘kendi’ burjuvazisi ile sınıf işbirliği programı alternatif olarak ortaya konduktan sonra, “kader birliği” yapan sınıfların hedefi, düşmanı sosyal güçler de bu programın doğal sonucu olarak şöyle belirleniyor: “Avrupa’nın emperyalist ülkelerinin işçi sınıfları ve sendikaları, bu mücadelede müttefikimiz değildir; düşmanımızın müttefikidir.” (s. 109) “Uzmanımızın” kitabının amacı, “emperyalist sömürüden pay alanların ve emperyalistleri ortak olarak görenlerin, emperyalizme karşı mücadele temelinde gelişecek bir işçi sınıfı ve sendikacılık hareketinin müttefiki olamayacaklarının anlatılmasıdır. Avrupa’nın işçi sınıfları, kendi sermayedarları ve hükümetlerini ‘toplumsal ortak’ olarak görmektedir ve çalışma ve çabalarının büyük bölümü, bizim düşmanımız olan bu kesimlerle, sosyal diyalogu geliştirmek ve anlaşmalar yapmaktır. (s. 8-9) Eğer ABD’nin ve Avrupa’nın emperyalist ülkelerinin işçi sınıfları Türkiye işçi sınıfının müttefiki değil de, tam tersine “milli” sermaye ile işbirliği yapan Türkiye işçi sınıfının düşmanlarının müttefiki ise, Türkiye işçi sınıfı ile ABD ve AB ülkeleri işçi sınıfları birbirine düşman güçlerdir ve birbirlerine karşı düş- 61 ✒ okur mektubu 62 Missisipi, Tennessee, Louisina, Kentucky, Alabama gibi eyaletlerde sağlık sigortası olmayanların oranı yüzde 20’lere kadar çıkıyor” (Mehmet Ali Güler, Aydınlık,11 Ekim 2011) Gelelim AB ülkeleri işçi sınıfının durumuna. Bu ülkeler içersinde en dikkat çeken ülke Almanya’dır. Alman emperyalizmi yalnız AB’nin en büyük emperyalist büyük gücü olmakla kalmamakta, dünya çapında uzun yıllardır “ihracat şampiyonluğu”nu başka hiçbir emperyalist ülkeye kaptırmamaktadır. Alman emperyalistlerinin, Alman tekellerinin kasaları muazzam karlarla doludur ve 2008 krizi ve ardından gelen mali depremler Alman tekellerinin gücünün büyümesini engellememiştir. Almanya işçi sınıfının maddi ve sosyal durumu Alman tekellerinin mali durumu ile tümüyle ters yönde gelişmiştir. Alman tekelcileri, büyük sermayedarları zenginliklerine zenginlik katarken Almanya işçi sınıfının en geniş kesimlerinin sosyal yaşamı Federal Almanya tarihinin en ağır sosyal depremini yaşamıştır. Dünyanın yeniden paylaşımında iştahı kabaran ve daha da saldırganlaşan Alman emperyalizmi, rakiplerine karşı daha güçlü olabilmek amacıyla -Almanya işçi sınıfının sosyal ve ekonomik kazanımlarına karşı büyük bir saldırı örgütlemiş, bunda önemli derecede başarılı olmuş ve sosyal hakları ve ücretleri çok önemli oranda ortadan kaldırmış (2000-2010 arasında reel ücretlerde %4,5 oranında ücret düşüklüğü sağlamış), - nerede ise toplam 40 milyon çalışanın ¼’ini oluşturan 9-10 milyon işçiyi en düşük ücretlerle güvencesiz işlerde (“Prekaer çalışma”) çalışmaya mahkum etmiş, -Federal Almanya tarihinde ilk defa çok yoğun sayıda işçinin oluşturduğu “çalışan yoksullar” tabakasını oluşturmuştur. Özelleştirme, taşeronlaştırma, kiralık işçilik, sendikasızlaştırma sistematik olarak uygulamaya konulmuştur. Bu gerçek gelişme hakkında bilgi sahibi olması gereken şoven “uzmanımız”ın, gerçek veriler yerine boyanmış ve cilalanmış “resmi” verilere rağbet göstermesi bir “uzmanlık” hatası değil, bilinçli bir siyasi tercihtir. “Kendi” egemen sınıfını “mağdur” göstermek amacıyla emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfının durumunun değerlendirilmesinde de Alman emperyalizminin resmi istatistiklerine dayanarak gerçekleri gizleme yolunu tercih etmiştir. Hadi diyelim ki, şoven “uzmanımız”ın iddia ettiği gibi, Almanya’ ve diğer emperyalist ülkelerin birço- ğunda işçi sınıfının ücretlerinde ve sosyal haklarında gerileme değil ilerleme oldu. Diyelim ki reel ücretler arttı (böyle dönemler yaşandı da). Bundan ne sonuç çıkar? Emperyalist ülkenin tekelci sermaye sınıfının işçi sınıfını sömürmesi ve baskı altına alması ortadan mı kalkar? Emek ile sermaye çelişkisi yok mu olur? İşletmelerdeki sermayenin işçi sınıfı üzerinde kurduğu despotik diktatörlük son mu bulur? Emperyalist devletin işçi sınıfı üzerinde oluşturduğu sınıf hakimiyeti azalır mı? Tekelci sermaye diktatörlüğü ‘kendi’ işçi sınıfını düşman olarak görmekten vaz mı geçer? Hayır, tam tersine bu karşılıklı sınıf çelişkisi ve düşmanlığı potansiyeli daha da artar. Neden? Zira ücret artışı ancak iki yolla olabilir? Ya, emperyalist ülkenin işçi sınıfı “kendi” sermayedarına karşı zorlu bir mücadele ve direniş örgütleyerek, örneğin grevlerden geçerek zorla ücret artışını elde eder. Ya da emperyalist sermaye elde ettiği muazzam karların küçük bir bölümünü “sus payı” olarak işçi sınıfının daha çok imtiyazlı kesimlerine sunar. Böyle bir durumda tekelci sermaye, işçi sınıfının belirli bir kesime verdiği küçük bir armağanın karşılığı olarak işçi sınıfının en geniş kesimlerinden daha büyük fedakarlık ve taviz ister. Her iki durumda da işçi sınıfının geniş kesimleri ile sermaye sınıfı arasındaki objektif çelişkiler azalmaz, artar, yumuşamaz keskinleşir. Emperyalist ülkelerin tekelci sermayesi bu gerçeğin tümüyle bilincindedir. İşçi sınıfı ile kendi sınıfı arasında artan sınıf çelişkilerinin, sınıf çatışması potansiyelinin gerçeklik haline gelmesini engellemek amacıyla siyasi sınıf diktatörlüğünü daha üçlü ve diktatörce yetkilerle donatır, grev hakkı başta gelmek üzere her türlü demokratik hakkı budar, kullanılmasını engellemeye çalışır. Diğer yandan da, işçi sınıfı içerisinde kendine, küçük ama etkili, sosyal temeli dar ama mali gücü yüksek ve örgütlü bir imtiyazlı işçi tabakası yaratır ve işçi sınıfını aynı zamanda içerden kontrol etmek için etkili bir sitem kurar. Merkezinde kazançları, yaşam biçimleri ve dünya görüşleri ile tamamen burjuvalaşmış olan işçi aristokrasisinin ve sendika bürokrasisinin durduğu bu imtiyazlı işçi kesimi, tekelci sermayenin işçi sınıfı içerisindeki en önemli ve en etkili sosyal ve Şovenizm bizim uzmanımızın etine ve kemiğine büründüğünden sendikal mücadelesindeki en önemli hareket noktası kendi burjuvazisinin çıkarlarını savunmak olduğundan, bu çıkarlar için ne gibi fedakarlıklara katlandığını bir anı ile şöyle pekiştiriyor: “Kitabın yazarı, Avrupa Sendikalar Konfedarasyonu’nun 1999 yılındaki 9. Genel Kurulda yaptığı konuşma sırasında….. yuhalandı. Konfederasyonun Genel Sekreteri Emilio Gabaglio’nun , Türkiye’de bölücü terör örgütü elebaşının ölüm cezasına çarptırılması nedeniyle onunla dayanışma içinde olduklarını belirten bir konuşma yapması üzerine söz alan yazar, bu tavra karşı çıktı ve ülkemizde bazılarının demokrasi desteği bekledikleri bazı Avrupalı delegeler tarafından yuhalandı. Özellikle İtalyan sendi- Ya da emperyalist sermaye elde ettiği muazzam karların küçük bir bölümünü “sus payı” olarak işçi sınıfının daha çok imtiyazlı kesimlerine sunar. Böyle bir durumda tekelci sermaye, işçi sınıfının belirli bir kesime verdiği küçük bir armağanın karşılığı olarak işçi sınıfının en geniş kesimlerinden daha büyük fedakarlık ve taviz ister. kaların temsilcilerinin, bölücü teröriste destek olma konusunda Avrupa Sendikaları Konfederasyonu genel kurulundan bir karar çıkartma çabaları, ancak genel kurulda büyük gerginlik yaratılacağı tehditleriyle engellenebildi.” (s. 15-16) İşte kendi pratiği ile ispatlanan kendi ‘milli’ burjuvazisi ile işbirliğinin vardığı yer. Uzmanımızın bu ‘fedakarlığı’ kuşkusuz ulusal sermayedarların, halklar hapishanesi olan ülkenin egemen sisteminin hoşuna çok gitmiş, egemenlerin nazarında uzmanımız “çook takdir” toplamıştır. Emperyalist ülkelerin imtiyazlı işçi aristokratları ile sendika bürokratlarının emperyalist boyunduruk altında tutulan halkların direniş güçlerine “terörist” diye saldırması ile bizim uzmanımızın kendi ulusunun şovenlerinin bakı altına aldığı ve ezdiği bir başka ulusun başkaldıran siyasi önderlerini “bölücü başı” diye tanımlayıp, şoven saldırıya ortak olması arasında ne kadar fark vardır? ABD ve AB ülkeleri emperyalistleri ile küçük emperyalist ülkelerin sermaye sınıfları arasında ne kadar ilkesel fark varsa, emperyalist ülkelerin şoven işçi aristokratları ile sendika bürokratlarıyla bizim “küçük” emperyalist ‘millici’ burjuvazimizin şoven uzmanı Yıldırım Koç arasında da ancak o kadar fark vardır. Şubat 2012 Ali Osman Başeğmez okur mektubu ŞOVENİZMİN ULAŞTIĞI ŞOVEN KUDURMUŞLUK! ✒ ideolojik dayanağıdır. Bu imtiyazlı tabaka aynı bizim “Türk ulusalcı” uzmanımız gibi sürekli ve sistematik olarak işçi sınıfına “milli birlik”, “sınıf işbirliği” politikasını aşılar. Onlar için birinci ve ilk değer “vatanın çıkarları”dır. Sınıf işbirliğine değişen tarihi dönemece göre farklı isimler takılmıştır. Kimi zaman bunun adı “refah toplumu”, kimi zaman “endüstriyel demokrasi” vb. olmuştur. İkinci Dünya Savaşından sonra sınıf işbirliğinin kabul gören yeni adı “sosyal diyalog” ve “sosyal ortaklık” olmuştur. Bu ideolojiye göre işverenler ve işçiler farklı düşman sınıfların üyeleri değil, dost sınıfların ortak çıkarlara sahip ortağıdır. Bu ideolojiyi savunanların amacı, işçi sınıfını sermayeyle ortak çıkarlar adına, tümüyle sermayenin kölesi yapmak ve işçi sınıfını sınıf mücadelesi yolundan saptırmaktır. Sınıf işbirlikçilerinin tümünün işçi sınıfı ile sermaye sınıfı arasındaki ilişkide pusulası nasıl sermaye sınıfına dönükse, ‘kendi’ ulus sermayesi ile ulus ötesi sermeye arasındaki ilişkide de pusulası hep ‘kendi’ ulusal besleyicisine dönüktür. Bunların ‘ulusal’ tekelci sermaye ile ‘ulus ötesi’ sermaye ile çelişkilerinde siyasetini belirleyen öncelikle ‘ulusal’ şoven çıkarlardır. Bizim ‘Türk ulusalcısı’ uzmanımız Koç, diğer (emperyalist) ülkelerin şovenlerine kızsa da, kızgınlığı ilkesel değil, sadece onların savunduğu şovenizmin başka ülkenin sermaye sınıfının çıkarlarına öncelikle hizmet ediyor oluşu ama şovenizm alanında bizim uzmanımız diğerleri ile tamamen hemfikir. 63 ✒ okur mektubu B 64 Rosa Lüksemburg Konferansı’ndan erlin’de yayınlanan Junge Welt adlı günlük gazete tarafından her yıl düzenlenen Rosa Lüksemburg Konferansı’nın 17. 14. Ocak 2012’de yapıldı. Her yıl bir ana tema etrafında değişik ülkelerden gelen temsilcilerin katılımı ile yapılan Rosa Lüksemburg konferansının bu yılki ana teması “Biz Dünyayı değiştiriyoruz” idi. Konferansın birinci bölümünde Tunus’tan, Küba’dan, Portekiz’den konuşmacılar yer aldı. Konferansa Tunus’tan konuşmacı olarak katılan Sami Bin Gazi, Tunus Komünist İşçi Partisi adlı örgütün Gençlik Örgütü Yönetimi adına bir konuşma yaptı. Toplantıyı yönetenin “şimdiye kadar yapılmış olan bütün Rosa Lüksemburg konferanslarının en genç enternasyonal konuğu ve konuşmacısı” olarak içinde anti sömürgeci mücadele sonucu kazanılan bağımsızlığın sonuçta gerçek bağımsızlık olmadığını, sömürge yapının yıkılması ertesinde kurulan yapıda da yeni sömürgeci tipte bağımlılığın sürdüğünü anlattı. 7 kasım 1987’de bir askeri darbe ertesi başa gelen Bin Ali rejiminin halka verdiği hiçbir sözü yerine getirmediğini, kısa süre içinde gerçek yüzünün ortaya çıktığını; Bin Ali rejiminin mafyalaşmış işbirlikçi burjuva kesimlerinin faşist diktatörlüğü olduğunu anlattı. Bu rejime karşı halk içinde gelişen nefretin sonunda büyük bir kitlesel patlamaya dönüştüğünü, bu patlama için bir seyyar satıcı gencin kendine yapılan hakaret ve haksızlıklara karşı kendini yakarak protesto tanıttığı Sami Bin Gazi 20 yaşlarında bir gençti. Fakat yaptığı konuşma ve konuşma ardından gelen sorulara verdiği cevaplarda iki şeyi çok iyi gösterdi: Birincisi, doğrudan bir devrim hareketinin, o harekete katılanlara çok şeyi birden pratik içinde öğrettiği gerçeği. İkincisi, “akıl yaşta değil baştadır” özdeyişinin gerçekliği! Sami Bin Gazi konuşmasında kısaca Tunus’ta halkın sömürgeciliğe karşı mücadele tarihini, bu tarih eyleminin bir kıvılcım olduğunu; iki ay içinde çığ gibi büyüyen silahsız kitle gösterilerinin rejim tarafından silahla bastırılmaya çalışıldığını; fakat korku duvarını aşan emekçi yığınların geri çekilmeyeceğinin görüldüğünü, sonunda Bin Ali’nin rejimi kurtarmak için ülkeyi terk etmek zorunda kaldığını anlattı. Bin Ali’nin apar topar kaçışı ertesinde kurulan hükümetlerin, Bin Ali rejimini Bin Alisiz sürdürmeye çalıştıklarını, devrimin bitmediğini, sürdüğünü an- ✒ 23 Eylül 2011’de yapılan seçimlerden Al Nahda adlı partinin en güçlü parti olarak çıktığını, Al Nahda’yı İslama da dayanan, fakat batıda anlaşıldığı biçimde İslamcı (şeriatçı) olmayan liberal burjuva partisi olarak değerlendirdiklerini, devrimci solun seçimlerde başarılı olmadığını, bunda imkanların sınırlı olmasının, Bin Ali dönemi ve sonrasında devrimci solun burjuvazinin baş düşmanı olarak sürekli baskı ve saldırı altında olmasının rolü olduğunu anlattı. Şimdi esas tartışmanın Anayasa konusunda yürüdüğünü ve yürüyeceğini belirtti. yalizmle işbirliği içinde olan rejimler olduğunu; emperyalizmin yalnızca ABD emperyalizmi veya batılı emperyalistler olmadığını, Rusya’nın, Çin’in de emperyalist olduğunu, batılı emperyalistlerin yıkmaya çalıştığı rejimlerin, Rusya, Çin gibi başka emperyalistlerce desteklendiğini anlattı. Bu rejimlere karşı da isyanın haklı olduğunu, bunların her türlü muhalefete karşı en zalimce yöntemleri kullanan faşist rejimler olduğunu anlattı. Gelen bir başka soru bağlamında da, İslamcı gruplar bağlamında batıda yapılan ve bunların hepsini aynı kefeye koyan yaklaşımın yanlışlığına dikkat çekti. Örneğin Mısırda batı medyasında “radikal İslamcı” olarak adlandırılan Salafistlerin çok değişik gruplardan oluştuğunu, bunların bir bölümünün batıda “ılımlı İslamcı” olarak adlandırılanlardan bir farkı olmadığını vb. belirtti. Kısacası gencecik Sami Bin Gazi, önemli bir bölümü uzun yıllardır Avrupa’da sol içinde yer almış, çoğu revizyonist eski tüfeklere devrim konusunda –devrimden aldığı dersleri aktararak- ders verdi. Bir Her Şeye Rağmen okuru/Berlin 16. 01. 2012 okur mektubu lattı. 23 Eylül 2011’de yapılan seçimlerden Al Nahda adlı partinin en güçlü parti olarak çıktığını, Al Nahda’yı İslama da dayanan, fakat batıda anlaşıldığı biçimde İslamcı (şeriatçı) olmayan liberal burjuva partisi olarak değerlendirdiklerini, devrimci solun seçimlerde başarılı olmadığını, bunda imkanların sınırlı olmasının, Bin Ali dönemi ve sonrasında devrimci solun burjuvazinin baş düşmanı olarak sürekli baskı ve saldırı altında olmasının rolü olduğunu anlattı. Şimdi esas tartışmanın Anayasa konusunda yürüdüğünü ve yürüyeceğini belirtti. Kendilerinin Tunus devrimi –ve ertesinde gelişen batıda Arap Baharı olarak adlandırılan- devrimlerin evet şimdiye kadar başta olan bir çok diktatörü devirdiğini ve fakat bunun dışında Arap toplumlarının hiçbir temel sorununun henüz çözülmüş olmadığını, devrimlerinin derinleştirilerek sürdürülmesinin kaçınılmaz görev olduğunu anlattı. “Siyasi demokrasi ile ekonomik demokrasi birbirinden ayrılamaz. Gerçekten demokrasi isteyen emperyalizme bağımlı kapitalizmin yıkılması için çalışmalıdır; gerçek demokrasi için emperyalizme bağımlı kapitalizmin yıkılması mutlak gerekliliktir.” dedi. Sami Bin Gazi, konuşmasının sonunda, Magrip’te ve Ortadoğu’da Arap halklarının devrimci isyanının önemine vurgu yaparak, Arap Baharı denen şeyin “21.yüzyılın ilk devrimleri olarak oyunun kurallarını sorguladığı”nı belirtti. Sami daha sonra gelen soruları cevaplandırdı. Gelen sorulardan biri, emperyalizmin Arap Baharında oynadığı rol üzerine idi. Bu bağlamda Sami, emperyalistlerin tabii ki devrim patladıktan sonra bu devrimlerin önünü almak için her türlü araca başvurduğunu, fakat devrimlerin emperyalistler tarafından planlandığı şeklindeki yaklaşımları kendilerine de hakaret olarak kavradıklarını anlattı. Sonuç olarak ayaklanan halktı. Açlığa, yoksulluğa, haksızlığa, hırsızlığa isyan etti. Demokrasi ekmek talip etti. Yapmasa mıydı diye sordu. “Evet, ayaklanmalar ertesinde başa gelen yine halk değil. Ama halk ayaklandığında bir şeylerin değişebileceğini gördü” dedi. Gelen bir başka soruda, Tunus’ta durumun Sami’nin anlattığı gibi olabileceği, fakat örneğin Libya’da Kaddafi rejimini devirenin emperyalistler olduğunun açık olduğu; Suriye’de de benzer bir durumun yaşanabileceği itirazı geldi. Bu itiraza karşı, Sami Kaddafi rejiminin de; Beşar Esad rejiminin de faşist ve emper- 65 yaşam temellerini koruma mücadelesi FUKUSHIMA UYARISI ÜZERİNDEN 1 YIL GEÇTİ J 66 aponya 11 Mart depremi insanlık tarihinde çok önemli bir olaydır. Bugün olayla ilgili olarak Japonya ve bir dizi ülkede anma törenleri yapıldı. Dikkatler esas olarak depremin açtığı hasar, yıkım ve yaralar üzerine yoğunlaştı. Elbette Almanya ve bir dizi ülkede dikkatler cılız da olsa Atom tehlikesi üzerine de çekildi. Mersin’de güçlü olmasa da 11.03.2012 deki anti-Atom yürüyüşünü selamlarken, büyük insanlığın yine bu önemli sorunu umursamaz halde kendi derdinde olduğunun da bilincindeyiz. 11 Mart 2011’de Japonya’da yaşanan 9 şiddetindeki depremin yol açtığı zararın sonuçları ve andaki durum: • Bu felaket, 23 bin insanın ölümü ve kaybına sebep olmuştur, • 23 metre yüksekliğe ulaşan dalgaların yarattığı Tsunami hatırı sayılır yıkıma neden olmuş, • Emperyalist Japonya’da 1 milyon üzerinde insan evsiz barksız kalmış, • Fukushima ve çevresindeki Atom Santrallerinin yarattığı hasar, yaydığı radyasyon ateş üzerine dökülen benzinin çok daha fazlası tehditler yaratmış, yaratmaya devam etmektedir. • Burjuva rakamlarına göre maddi zararın miktarı sırf Atom Santrallerinin açtığı felaket ile 220 milyar Euro‘yu bulmuştur, (bu para bugünkü hesaplara göre 10 bin işsizin 5 yıl boyu 700 TL aylık maaşla çalıştırılması anlamına gelir.) • Felaket sırasında Fukushima bölgesinde yapılması gereken bölgeyi tahliye işi 2 milyon insan yerine 70 bin kişiyle sınırlı kalmıştır. • Özellikle Fukushima felaketi sırasında ve sonrasında gösterilen tepkiler, tam bir cehalet unsurudur. Felaket anında ve sonrasında gösterilen panik ve örgütsüzlük yapılan hesapların yanlışlığında ve doğanın gücünün ciddiye alınmamasından kaynaklanmıştır, • Felaketten birkaç gün sonra, felaketin boyutlarını anlayanlar, ülkeyi terk edip başka ülkelere gitmenin yollarını aramıştır. • Bilim insanları anda devam eden atom tehdidinin daha 40 yıl güncel kalacağı (Prof. Yamana Hajimu’nu ifadesi) tespitini yapmakta, reaktörlerin tehdidi henüz kontrol altına alınamadığı da bir yıl Emperyalist bir ülke olan Japonya’da, doğa felaketi gerçek bir felakete dönüşmüştür. Böyle bir felaketin geri bıraktırılmış bir ülkedeki sonuçlarını düşünmek bile korkunç derecede ürkütücüdür. Emperyalist bir ülke olan Japonya’da, doğa felaketi gerçek bir felakete dönüşmüştür. Böyle bir felaketin geri bıraktırılmış bir ülkedeki sonuçlarını düşünmek bile korkunç derecede ürkütücüdür. Biz dedik ve demeye devam ediyoruz: ATOM Öldürür. Bilinen bir gerçeğe bir vurgu daha yapıyoruz! Atomdan enerji sağlama en tehlikeli ve en pahalı enerji sağlama yöntemidir. Bugün ülkemizde, Japonya’daki tehdidin 1. yılında cılız da olsa çıkan sese rağmen, hala bu sorunun ciddiyetini kavramayan kanun yapıcıların, cahillik ve çıkar hesaplarının diyetini gelecek nesillerin ödeyeceği doğru dürüst kavranmış değildir. Ülkemiz hakim sınıfları ve onların siyasi temsilcilerinin bu yönlü aldıkları ve uygulayacakları her karar yalnız atom tüccarlarının kesesini doldurmakla kalmayacak, ülkelerimiz açısından asırlar boyu sürecek olan tehdidin de temelini atacak ve atmaktadır. Bugün atoma karşı olmak yalnız çevrecilerin sorunu değil, işçi sınıfı ve tüm emekçi halkın en önemli sorunlarından biri olmaya devam ediyor ve edecektir. Sorunu işçi sınıfının ve emekçilerin diğer sorunlarının arka planına iten anlayışlar yanlış bilinç taşımaktadır! Atoma karşı mücadelesine işçi sınıfı ve onun ideolojisi önderlik etmediği sürece, bu mücadele burjuvazinin etkisinden asla kurtulamaz. Gerçek kurtuluşun rayına oturamaz. Doğa felaketleri gerçek felaketlere dönüşmeden önü alınabilir! Ülkelerimizde yeterli yenilenebilir enerji kaynağı mevcuttur! Çernobil uyardı, Fukushima haykırdı! Daha ötesine varmadan Atomdan vazgeçmek zorunluluktur! Atom öldürür, doğa güldürür! 11 Mart 2012 yaşam temellerini koruma mücadelesi sonraki bir gerçektir. • İşinden, evinden-barkından olanların, zarar tazminatı için Atom Şirketi Tepco’ya verdikleri dilekçelerin sayısı 35 bine ulaşmıştır. Her gün Tepco’nun merkezi Koriyamo’ya verilen dilekçe sayısı fazlalaşmaktadır. • Bugün bölgedeki içme suyunda ve çevrede yetişen her şeyde radyasyon değerleri normalin çok üstündedir. • İyod tabletlerinin dağıtılmaması sonucu insanlarda yaygınlaşan gırtlak kanseri ve Lösemi (kankanseri) korkusuyla yerli içecek ve yiyecekten uzak durulmaktadır. • Bugüne kadar kimse çevreye ve denize ne kadar radyasyon sızdığı konusunda bilgi sahibi değildir. İleri sürülen teoriler içinde birine göre, felaket sonucu serbest kalan radyoaktif miktarının Çernobil’de serbest kalandan çok fazla miktarda olduğudur. • Reaktörlerin andaki durumu hakkında gerçek bilgiler hala saklanmaktadır. • Bugüne kadar yapılmış olan felaket planlarının hepsi teoride kalmış, pratikte hiçbir değer ifade etmedikleri Fukushima gerçeğiyle bir kez daha su yüzüne çıkmıştır. • Gelinen yerde Tepco tazminat ödemekten kurtulmak için her türlü dalavereye başvurmaktadır. Tazminatı hak edenlere tazminatın devlet kasasından vergiler ile ödenme hesapları yaparken, kendini temize çıkarma cambazlıkları içinde bürokratları satın alma peşindedir. • Azami kar hırsı Çernobil’den yeterince ders çıkarılmadığını bir kez daha ispatlamıştır. • 1 yıl sonra bugün Japonya’daki 54 Atom reaktöründen sadece 2 tanesinin faal olması yanıltıcı olmamalı, çünkü atom lobisi yine hareke geçmiş durumdadır. • Birçok ülkede gerileyen atom lobisi yeniden başını kaldırmış saldırı anını bekleme durumunda uzun vadeli hesaplar yapmaktadır. • Bir dizi burjuva devlet, başta Almanya, güneş enerjisi için verilen mali devlet desteğini geri çekerken, enerji ihtiyacını atoma bağımlı kılmanın yatırımlarının planları içindedir. 67 O, Bolşevik Mücadelede Yaşıyor! Bolşevizm Yenecektir!