Prof. Dr. Birol AKGÜN Son Dönemeç 7 Haziran

advertisement
Son Dönemeç 7 Haziran
Türkiye kritik bir seçime doğru gidiyor. Siyasi partiler
milletvekili adaylarını belirledi ve halkın beğenisine
sundu. Parti liderleri ilan etikleri seçim beyannamelerini, miting meydanlarında her gün halka anlatıyorlar. Son on yıldaki seçimlerin hepsi önemliydi.
Ama bu seçim pek çok yönüyle bir ilk ve gerçekten
de tam bir dönüm noktasıdır. Zira Türkiye ya siyasi
istikrarını koruyarak kaldığı yerden demokratik reformlarına devam edecek ya da 1990’lı yıllarda olduğu gibi koalisyonlara geri dönüp yerinde saymaya ve patinaj yapmaya başlayacak. Dileğimiz güçlü
Türkiye adına istikrarın devam etmesidir.
Tüm dünya ciddi bir siyasi ve ekonomik krizle boğuşurken, Orta Doğu ve İslam dünyası içten içe
yanarken yüz yıldır ilk kez siyasi ve ekonomik anlamda kendi ayakları üzerinde durmaya başlayan
Türkiye’nin yoluna devam etmesi gerekiyor. Gezi
olayları ve 17-25 Aralık ile devam eden iç ve dış
operasyonlara direnebilmesi ve başta İslam dünyası
olmak üzere tüm mazlumların ümidi olmayı sürdürebilmesi için Türkiye’nin istikrarı bozulmamalıdır.
Zira son on yılda demokratik güçler eski Türkiye’yi
tasfiye için önemli bir dayanışma sergilediler ve vesayetin geriletilmesi hususunda başarılı da oldular.
Ancak Türkiye’nin elde ettiği demokratik kazanımları kalıcı kılabilmesi için şimdi kurumsal inşa sürecini
başlatması gerekiyor. Çözüm sürecinin geleceği,
darbelerin yolunu kapatacak yeni bir anayasanın
yapımı ve siyasi istikrarın sigortası olarak görülen
başkanlık sistemine geçişin yolu “demokratik devrim” hikayesinin devam etmesine bağlıdır.
Tarihin bu kritik konjonktüründe yapılacak olan seçimlerde tek bir oy dahi önem addediyor. HDP’nin
ilk kez parti kimliği ile gireceği seçimlerde % 10 barajını geçmesi durumunda iktidar partisinin Anayasayı değiştirecek güce ulaşması kolay olmayacaktır.
CHP ilginç şekilde ilk kez ideolojik temelde siyaset
yapmıyor; daha çok sosyo-ekonomik sorunların çözümüne yönelik popülist söylem ve önerilere dayalı
bir seçim kampanyası yürütüyor. AK Parti ise ilk kez
Erdoğan’sız bir seçime giriyor. Önümüzdeki seçimlerin bu anlamda yeni genel Başkan Davutoğlu için
de bir siyasi test niteliği taşıdığında hiç şüphe yok.
Pek çok sürprize açık, çok bilinmeyenli bir denkleme
dönüşen parlamento seçimlerinin yapılacağı 7 Haziran günü herkes için gerçekten çok uzun olacak.
Yalnızca Türkiye’de yaşayanlar değil, küresel ve
bölgesel aktörler ile Suriyeli mülteciler gibi seçimlerin gündemine oturan mazlum halklar için de
7 Haziran seçimleri önemlidir. 24 Nisan tarihinde
arka arkaya “Ermeni soykırımı” açıklamaları yapan
Batılı aktörlerin amacı yalnızca masum Ermenilerin
acılarını paylaşmak değildi elbette. Tarih üzerinden
Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak ve mümkünse seçime
giden Türkiye’deki ideolojik-siyasi akrabaları lehine
Türk halkının iradesini etkileme çabalarıydı.
Unuttukları bir şey varsa eğer, o da Anadolu insanının engin tarihi tecrübesi, güçlü basireti ve derin
irfanıdır. Demokrasilerde herkes halkın ma’şeri vicdanına, sağduyusuna ve hakemliğine güvenmek
zorundadır.
Saygılarımla.
Prof. Dr. Birol AKGÜN
SDE Başkanı
İÇİNDEKİLER
STRATEJİK DÜŞÜNCE • SAYI: 66 • MAYIS 2015
61
Türkye Kmlk Poltkalarına Teslm Olacak Mı?
Dr. Murat Yılmaz..................................................................................... 6
Yemen’de Hus Darbes ve Körfez Cephes’nn Zorlukları
Doç. Dr. Ahmet Uysal ..........................................................................61
Seçme Gderken
Abdulkadr Selv Röportajı................................................................... 9
Tanrısı Nemess Olanın Tarh
Prof. Dr. Yasn Aktay ...........................................................................64
HDP’nn Seçm Beyannames
Doç. Dr. Vahap Coşkun .......................................................................14
Batı’ya Nasıl Güvenelm K! (Ermen Soykırımı İddası)
Prof. Dr. Talp Özdeş ............................................................................68
MHP’nn Seçm Bldrges Görücüye Çıkıyor...
Prof. Dr. Turgay Uzun .........................................................................18
Kürt ve Alev Kmlğnde Kamufle Olmuş Gerçekler!
Alper Tan ................................................................................................73
Seçmn Nabzı
İhsan Aktaş Röportajı .........................................................................22
Küresel Ekonom Kan Kaybedyor
Doç. Dr. Selm Kayhan ........................................................................78
CHP’nn Seçm Stratejs
Herkes İçn Beklent Oluşturmak
Prof. Dr. Bekr Berat Özpek ..............................................................28
Büyümedek Yavaşlamaya Neşter
Prof. Dr. Muhsn Kar ............................................................................82
Balyoz’a Beraat: Vesayet Sstem Btt M?
Aydın Bolat ............................................................................................32
Makbul Türkler’n, Makbul Kürtlerle Ateşten İmthanı
Orhan Mroğlu .......................................................................................37
Çağlayan ve Fenerbahçe Saldırıları;
Elektrklern Keslmes Aynı Merkezn İş M?
Bülent Orakoğlu ...................................................................................40
İran-ABD (Batı) Barışının Muhtemel
Küresel ve Bölgesel Etkler
Prof. Dr. Brol Akgün............................................................................48
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İran Zyaret ve
Türkye-İran İlşkler
Doç. Dr. Mehmet Şahn.......................................................................53
Çn-İran İlşkler
Doç. Dr. Erkn Ekrem...........................................................................56
Alt Yapıdan Üst Yapıya Geçş: GAP Yenden
Doç. Dr. Bahar Burtan Doğan ...........................................................86
Papa’nın Soykırım İftrasının
Ardındak Ekonomk Gerçekler
Dr. M. Levent Yılmaz ...........................................................................89
Yüz Yıl Sonra 1915’ Konuşmak Basın Bldrs
SDE Haber ..............................................................................................98
Uluslararası Surye Sempozyumu
SDE Haber ........................................................................................... 101
Uluslararası İslamofob Çalıştayı
SDE Haber ........................................................................................... 108
Dünyada ve Türkye’de 1 Mayıslar:
Çalışanların 1 Mayıs’a Bakışları Panel
SDE Haber ........................................................................................... 109
18
06
Stratejik Düşünce ve
Araştırma Vakfı İktisadi
İşletmesi Adına Sahibi
Dr. Nurol Canbolat
Genel Yayın Yönetmeni
Prof. Dr. Birol Akgün
www.sde.org.tr
32
Andreas Gross le Avrupa Üzerne
Zeynep Songülen İnanç .....................................................................94
14
48
89
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Yasin Aktay
Doç. Dr. Mehmet Şahin
Dr. Murat Yılmaz
Dr. Cemil Ertem
Orhan Miroğlu
Aydın Bolat
Alper Tan
28
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Muhsin Kar
Prof. Dr. Murat Çemrek
Doç. Dr. Yusuf Tekin
Doç. Dr. B. Berat Özipek
Bülent Orakoğlu
Dr. M. Levent Yılmaz
Prof. Dr. Mustafa Aydın
Prof. Dr. Şaban H. Çalış
Prof. Dr. H. Tahsin Fendoğlu
Prof. Dr. Haluk Alkan
Prof. Dr. Talip Özdeş
Prof. Dr. Ali Şafak
Prof. Dr. Mehmet Şişman
Prof. Dr. Osman Can
Doç. Dr. Yaşar Akgün
Doç. Dr. Caner Arabacı
Dr. Zafer Aydın Ecemiş
Mehmet Akif Ak
Bayram Girayhan
Veli Şirin
Sinan Tavukcu
Yazı İşleri Müdürü
Mehmed Cahid Karakaya
Yayın Asistanları
Adem Karaağaç
İbrahim Kaya
Hasan Gökmeşe
Reklam Sorumlusu
Gamze Kılıç
Fotoğraflar
AA, İHA, ShutterStock
Yönetim Yeri
Ç. Emeç Bulv. A. Öveçler Mah.
4. Cad. 1330 Sokak No: 12
Çankaya / Ankara
Tel: 0 312 473 80 45
Faks: 0 312 473 80 46
Tasarım-Baskı
Başak Matbaacılık ve
Tan. Hiz. Ltd. Şti.
Tel: 0 312 397 16 17
www.basakmatbaa.com
Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik
Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846
Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu
uyarınca kaynak gösterilerek kısmen
yapılacak alıntılar dışında önceden izin
alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz
ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide
yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri
ile
SDE
Akademik
Personeli’nin
çalışmaları dışındaki diğer görüş ve
değerlendirmeler, yalnızca yazarının
düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin
kurumsal görüşünü temsil etmemektedir.
06
Türkye Kmlk Poltkalarına Teslm Olacak Mı?
Dr. Murat Yılmaz
Seçme Gderken
Abdulkadr Selv Röportajı
14
HDP’nn Seçm Beyannames
Doç. Dr. Vahap Coşkun
MHP’nn Seçm Bldrges Görücüye Çıkıyor...
Prof. Dr. Turgay Uzun
22
İhsan Aktaş Röportajı
Prof. Dr. Bekr Berat Özpek
28
Balyoz’a Beraat: Vesayet Sstem Btt M?
Aydın Bolat
Makbul Türkler’n, Makbul Kürtlerle Ateşten İmthanı
Orhan Mroğlu
40
18
Seçmn Nabzı
CHP’nn Seçm Stratejs Herkes İçn Beklent Oluşturmak
32
09
Çağlayan ve Fenerbahçe Saldırıları;
Elektrklern Keslmes Aynı Merkezn İş M?
Bülent Orakoğlu
37
İÇ POLİTİKA
TÜRKİYE KİMLİK POLİTİKALARINA
TESLİM OLACAK MI?
Dr. Murat YILMAZ
SDE İç Politika ve Demokratikleşme
Programı Koordinatörü
7
Haziran 2015 genel seçimlerine neredeyse
1,5 ay kaldı. Böylece 30 Mart 2014 yerel seçimleriyle başlayan, 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle devam eden uzun seçimin üçüncü turu tamamlanmış olacak. Meşruiyete
riayet edilmeden paralel yapının devlet imkânlarını
kullanarak siyasi alanı tanzim etmek için gerçekleştirdiği gayrimeşru dinlemelerden ve siyasi amaçlı
iddianamelerden, sokak hareketlerinden silahlı propagandaya, yurt dışındaki kara propagandadan
ekonomik kriz senaryolarına varana kadar her yolun
denendiği dönemin yorgunluğuyla 7 Haziran seçiminin ana hikâyesi hala berraklaşmış değil…
6
MAYIS 2015
Türkiye, 27 Mayıs darbesinden sonra kurulan vesayetçi rejimle son 13 yılda hesaplaştı ve sonuçta
vesayetçi sistem çöktü. Bu hesaplaşma döneminde siyasi kutuplaşma, vesayet sistemiyle mücadele
eden AK Parti ile vesayet sisteminin bir siyasi uzvu
olarak vesayet sistemini savunan CHP arasında yaşandı. Bu kutuplaşma her iki partiyi hem oy oranı
hem de temsil ettikleri tezler itibarıyla Türkiye’nin 2
ana partisi haline getirdi. Vesayet sistemiyle mücadele veya Türkiye’de egemenliği kimin kullanacağını
belirlemek için yapılan savaş, vesayet sisteminin ve
kurumlarının, dolayısıyla CHP’nin ağır yenilgisiyle
sonuçlandı. Bu yenilgi CHP’nin oylarında büyük bir
azalmaya henüz yol açmadıysa da, CHP’nin tezlerinin 2 ana tezden biri olma özelliğini ve dolayısıyla
ana muhalefet pozisyonunu sona erdirdi. Bu durumu, 30 Mart yerel seçimlerinde CHP’nin paralel yapının propaganda sahnesine dönüşmesinde ve 10
Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Kemalist
bir aday gösterememesinde net bir şekilde gördük.
Vesayet sisteminin çöküşü, PKK şiddetinin müzakere süreci dolayısıyla sona erme ihtimalinin belirmesi, Suriye’deki iç savaşın mezhebi karakteri ve en
son Kobani kuşatması etrafındaki gelişmeler yüzyıllık etnik, mezhebi kimlik sorunlarının önündeki barajın yıkılarak siyasetin ana gündemi haline gelmesine
yol açtı. Kimlik meseleleri etrafında yaşanabilecek
bir kutuplaşmanın AK Parti-CHP kutuplaşması yerine, kimlik meseleleri etrafında yeni bir kutuplaşmanın önünü açması beklenebilirdi. Kimlik partilerine
dönüşen MHP-HDP kutuplaşmasının önünün açılması beklenebilecek bu yeni dönemde, HDP’nin
CHP’nin bıraktığı boşluğu doldurmaya başladığı ve
Kobani mitini iyi kullanarak ana kutuplardan biri olmayı başardığı görülüyor. Fakat aynı şey MHP için
söylenemez. Bunun sebebi üzerinde durmak gerekiyor. MHP’nin HDP’nin karşı kutbu olarak ortaya
çıkmaması, sadece MHP yöneticilerinin tercihi veya
başarısızlığıyla ilişkili değildir. Buradaki asıl sebep,
HDP’nin kimlik politikaları eksenindeki yükselişinin
AK Parti’ye sert muhalefet ekseninde gelişmesidir.
HDP’nin etnik temelde gelişen kimlik politikalarının
karşısındaki asıl güç etnik bir başka parti değil, etnik kimliğe savrulmayan ana akım siyasi partilerdir.
Bu partiler de AK Parti ve CHP’dir. Bu bağlamda
HDP’nin, CHP ve AK Parti karşısındaki politikalarını
ele almakta fayda var.
Selahattin Demirtaş ve HDP, 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde AK Parti adayı Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan karşısında CHP-MHP’nin çatı
adayı belirleme sürecinde yapılan hata ve eksiklerden çok iyi faydalandı. HDP ve Demirtaş, bir yandan
müzakere sürecinin verdiği imkânla, Türkiyelileşme,
siyasileşme ve demokratikleşme vurgusuyla PKK’nın
silah bırakması seçeneğini kullandı, diğer yandan da
CHP-MHP cephesinin bıraktığı boşluğu Erdoğan
karşıtı sert bir siyasi söylemle doldurdu. Demirtaş,
CHP ile yakın, hatta onu ittifaka zorlayan, bir pozisyonda ısrar etti. Böylece CHP seçmenini Demirtaş’a
karşı yumuşattı. CHP Kemalist veya solcu bir aday
göstermeyince de bir kısım CHP ve sol seçmeni
Demirtaş’a oy verme konusunda ikna etmek mümkün oldu. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde katılımın
MAYIS 2015
7
düşük olması sayesinde Demirtaş % 9,8 nispetinde
oy alarak baraj konusundaki psikolojik engeli aşmış
oldu. HDP oyunu neredeyse % 50 arttırmış olmanın
ve CHP-MHP bloğunun dışında bir siyasi söylem
ve seçenek inşa etmenin moraliyle 7 Haziran 2015
seçimlerine gidiyor.
HDP’nin 7 Haziran seçim stratejisi ikili bir siyasi
söylem üzerine oturuyor ve iki farklı seçmen kitlesini
hedefliyor. İlk seçmen kitlesi, HDP’nin hâlihazırdaki
tabanı ve müzakere sürecinin verdiği yumuşamayla
başka partilere oy veren Kürt seçmenlerdir... İkinci
seçmen kitlesi ise Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde
ilişki kurulan CHP ve sol seçmendir. İlk seçmen
kitlesine daha ziyade müzakere sürecinde rol oynayan Öcalan ve HDP temsilcileri hitap ederken;
ikinci seçmen kitlesine Erdoğan, Davutoğlu ve AK
Parti karşıtlığı üzerinden Demirtaş, HDP içerisindeki
Ertuğrul Kürkçü gibi sosyalist aktörler ve KCK sözcüleri hitap ediyor. Bu iki kesime hitap eden sözcü
ve söylemlerin zaman zaman birbirleriyle çelişmesine
rağmen, bir kriz olmadıkça durumun tevil edilebildiği
görülüyor. Bu iki dili telif edilemez hale getirebilecek
gelişmeler, müzakere sürecinin 7 Haziran seçimleri öncesi hızlı ilerlemesi ve mesela PKK’nın 7 Haziran öncesi silah bırakma ve şiddetten vazgeçme
kararı alacağı bir kongre toplaması veya müzakere sürecinin son ermesi olabilir. HDP ve Demirtaş,
10 Ağustos öncesi CHP’ye ve AK Parti’ye yönelik
söylemini zenginleştirerek devam etmektedir. CHP,
Demirtaş’ın bu dili karşısında mecburi bir çaresizlik
yaşamaktadır. Çünkü HDP’nin seçim barajını aşması,
Erdoğan ve AK Parti’nin hareket alanının daraltılması
açısından elzemdir ancak HDP’ye barajı aştırabilecek oylar CHP’den gideceği için CHP’yi ve Kemal
Kılıçdaroğlu’nu zayıflatacaktır. CHP, HDP’ye karşı
cevabını, ertelediği kadro değişimini 7 Haziran seçimleri vesilesiyle gerçekleştirerek, önseçimlere giderek verdi. CHP ön seçimlerinde, bir yandan Kılıçdaroğlu karşısındaki parti içinde mücadele edebilecek
hizipler temizlendi, diğer yandan da Alevilerin ve sert
AK Parti karşıtlarının önü açıldı. CHP böylece, Aleviler üzerinde HDP’ye kayabilecek tabanını konsolide
etmiş oldu ve aynı zamanda 8 Haziran’dan itibaren
yaşanabilecek parti içi iktidar mücadelesinde Kılıçdaroğlu hizbinin elini güçlendirmiş oldu.
Selahattin Demirtaş ve HDP, 7 Haziran seçimlerinde
CHP üzerinde başarılı olan stratejinin bir benzerini AK
Parti’ye karşı da uygulamayı amaçlamaktadır. Buna
8
MAYIS 2015
göre HDP, bir yandan müzakere sürecinin sağladığı yumuşama ve PKK’nın silah bırakma ihtimaliyle
barajı aşmak ve müzakere sürecinin devamı için AK
Parti tabanından oy almak hesabı yaparken, diğer
taraftan Erdoğan karşıtlığı üzerinden sert bir şekilde
eleştirerek kendi tabanını konsolide edip AK Parti’yi
müzakere baskısıyla kendisine karşı savunmasız bir
hareketsizliğe mahkum etmek istemektedir. Demirtaş ve HDP’nin bu seçim stratejisi, AK Parti’yi Kürt
sorunu ve müzakere süreci üzerinden kurt kapanına
almak isteyen muhalefet stratejisiyle örtüşmektedir.
HDP’nin AK Parti stratejisi işlerse, HDP, AK Parti
tabanını yumuşatırken, MHP de AK Parti tabanındaki reaksiyoner oyları koparacaktır. Fakat AK Parti
daha önce 2009 yerel seçimlerinde karşılaştığı bu
kurt kapanına karşı tedbir almakta gecikmedi. 6-8
Ekim’de Demirtaş’ın da çağrısıyla yaşanan ve 50 kişinin öldürüldüğü sokak kıyımlarından sonra Başbakan Davutoğlu önce “kamu düzeni” sonra da, kamu
düzeni için “iç güvenlik paketi” formülüyle HDP’nin
etrafına bir set çekmişti. Demirtaş, HDP ve Kandil
bu sedde rağmen AK Parti’yi kurt kapanına alacak
stratejide ısrar edince Erdoğan’ın müdahalesiyle, AK
Parti savunma pozisyonunu terk etti.
AK Parti, Suriye ve Irak iç savaşlarıyla yükselen ve
Türkiye’de de vesayet sisteminin mirasından dolayı makes bulan kimlik politikaları karşısında, kimlik
politikalarına savrulmamıştır. AK Parti, 14 Nisan’da
Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından açıklanan
seçim beyannamesinde görüleceği üzere insan özgürlüğü ile insan onuru arasında, özgürlük ile güvenlik arasında anayasal demokrasi çerçevesinde bir
denge arayarak Türkiye’nin istikrar, kalkınma, demokrasi ve barış adası olma arzusunu taşıyan siyasi
aktör olma iddiasını devam ettiriyor. AK Parti, vesayet sisteminin tasfiye edildiği egemenlik savaşında
kazandığı zaferin yurt içinde ve yurt dışında yarattığı
kaçınılmaz tahribatı telafi edecek ve Türkiye’yi orta
gelir tuzağı ile orta demokrasi tuzağını aşıracak yeni
ve nitelikli bir reform hamlesine ihtiyaç duymaktadır. Bu, yıkılan köhne binanın tasfiyesi ve kaba inşaatın bitmesinden sonra, iç mimari ve ince işçiliği
icap ettiriyor. Bu yüzden de usulden üsluba daha
fazla özen ve rızanın devşirileceği bir siyasi çabaya
ihtiyaç var. AK Parti, kendi içinde kurumsallaşma
ve parti kurullarının ortak aklıyla iş yapma sürecinden başlayarak bunu Türkiye ölçeğine yayacak bir
kurucu aktör sorumluğuyla hareket ederse, nitelikli
reformların ve nitelikli kalkınmanın önü açılacaktır.
röportaj
Seçime Giderken
Röportaj: İbrahim KAYA
Abdulkadr Selv kmdr?
Usta gazetec ve yazar Abdülkadr Selv 1964
senesnde Svas’ın Yıldızel lçesnde dünyaya
gelmştr. Yükseköğrenmn Gaz Ünverstes
Metalurj bölümünde okuyup mezun
olmuştur.
Ünlü gazetec karyerne Yen nesl ve
Yen asya gazeteler le başlamıştır. Çeştl
basın kuruluşlarında muhabrlk ve haber
müdürlüğü yapmıştır. Şuan Yen Şafak
Gazetes Ankara Temslcsdr.
Gazetecnn, Muhsn Yazıcıoğlu’nun hayatını
anlatan “İşkence koğuşlarından syaset
meydanlarına: Alperen”, 2010 senesnde
yazmış olduğu “İçmzdek Glado le
yüzleşmek” ve 2011 senesnde yazmış olduğu
“Ateşten Yıllar: Syasette Sad Nurs tartışması”
sml 3 adet ktabı bulunmaktadır.
Usta gazetec evl ve 3 çocuk sahbdr.
SDE Asistanı
Hazran seçmlerne gderken partlern seçm stratejlern değerlendrr msnz?
Her parti adaylarını belirlerken farklı stratejilerle hareket etmiş. Örneğin AK Parti Güney Doğu’da HDP’nin varlığına göre, Orta
Anadolu’da Milliyetçi Hareket Partisi’ni dikkate
almak suretiyle, büyükşehirlerde ise hem kendi oy tabanını korumak için hem de CHP, HDP
ve MHP’nin aday profiline dikkat ederek adaylarını belirlemiş. Bir anlamda partiler adaylarını
belirlerken bir diğerini de dikkate almışlar ama
ben aday profillerine baktığımda ilk kez bu
sefer, çok yeni ve genç isimlerin ve kadınların
milletvekili listelerinde yer aldığını görüyorum.
Tabi bunda üç dönemden dolayı aday gösterilmeyenlerin de payı var ama tüm siyasi partilere baktığımızda -MHP’yi dışarıda tutuyorum% 60-70 seviyelerinde listelerde değişim var.
MAYIS 2015
9
Bu süreçte aday profillerinden ziyade değişimin
listelere damgasını vurduğunu söyleyebiliriz.
AK Part’nn seçm beyannamesnn açıklandığı toplantıda
bulundunuz. Bze kısaca oradak ortamdan bahseder msnz? Beyannamede, başka br fade le Yen Türkye Sözleşmes’nde ne gb
farklılıklar görüyorsunuz?
AK Parti’nin seçim beyannamesini açıklandığı toplantı, gerçekten bir demokrasi şöleni gibiydi. Sanki
bir kongre gibiydi ama orada sadece seçim beyannamesi açıklanıyordu. O nedenle heyecanlı ve kıpır
kıpır buldum. Yeni Türkiye Sözleşmesi’nin farkına
gelecek olursak; bence bu sözleşme ile siyaset,
bir seviye ve bir derinlik kazandı. Çünkü halkı yönetmek isteyenler yönetmeye talip oldukları halka
“Ben seni bu esaslar dâhilinde yönetmek istiyorum,
böyle bir Türkiye vizyonum var” diyor. Halk da beğenirse, “sen beni bu ilkeler ışığında yönetebilirsin”
gibi karşılıklı bir akitleşme söz konusu. Siyaseti biz
tartışma, polemik, kavga ve gerilim dili olarak görüyoruz ama bu Yeni Türkiye Sözleşmesi ile birlikte
siyasete bir perspektif kazandırılmış oldu. Bu açıdan önemsiyorum.
AK Part üç dönem kuralından dolayı 7 Hazran Genel Seçmlerne büyük oranda yenlenerek gdyor. Szce bu yenlenme, AK
Part’nn oylarını öneml ölçüde etkler m?
Mutlaka etkileyecektir ancak AK Parti, öncelikli
olarak genel seçimlerde zafer kazanmakla birlikte;
genç, değişik ve dinamik olan yapısını da korumayı
esas alıyor. Bu kural bence Türk siyasetinde bir dönüm noktası olacak. AK Parti böylece geleneği geleceğe taşırken, diğer taraftan kendi iç değişimi ile
yaşlı bir parti olmaktan kurtulacak, hangi yaşa gelirse gelsin değişen, yenileşen genç bir parti imajını
koruyacak. Türk siyasetinde gelenek ve birikim çok
önemli ancak gelenek ve birikim ile birlikte Türkiye
gibi genç ve dinamik nüfusun yüksek olduğu bir ülkede gençleri de siyasete katmak; onların enerjilerinden, onların hayallerinden, onların hedeflerinden
de yararlanmak gerekiyor.
CHP’ye geçecek olursak CHP aday seçmnn br bölümünü ön
seçm le yaptı. Bu durum CHP’ye genel seçmlerde nasıl br katkı
sunacak? CHP’nn seçm stratejlern nasıl değerlendryorsunuz?
CHP’ye şu yönde bir katkısı olmasını bekliyorum:
CHP’deki ön seçim genelde Kürt-Alevi ağırlıklı bir
aday profili ortaya çıkardı. Böylece CHP kendi doğal tabanı olarak gördüğü Alevi oylarını HDP’ye
kaptırmamış olacak. Bu CHP’nin yeni kitlelere açılmasını da önlemiş olacak ancak kendi oyunu da
muhafaza edebilecek. Ben CHP’nin seçim stratejisini biraz Cem Uzan’a benzetiyorum, daha çok sokağı esas alan bir strateji olarak görüyorum. İdeolojik bir kampanya yürütmüyorlar, daha çok popülist
bir kampanya yürütüyorlar. Süleyman Demirel’in
“Onlar ne verirse ben beş fazlasını vereceğim”
mantığının hâkim olduğu bir Kemal KılıçdaroğluCem Uzan ortak kampanyası yürütüyorlar.
MHP bu seçmde dğer partlere nazaran daha pasf br poltka zlyor. MHP’nn bu seçmlerdek rolü nasıl olur?
MHP çok uzun bir süredir pasif politikalarla varlığını sürdürüyor. Ülkücü kesimin dinamik gençliğe
dayalı partisi gitti, onun yerine yaşlılar partisi geldi.
Krizlerden beslenen bir parti olmayı tercih ediyorlar
ama keşke MHP; Türkiye’ye yeni bir vizyon ortaya
koyabilse, Orta Doğu’da yeni bir vizyon ortaya koyabilse, milliyetçi düşüncenin günümüz olaylarına,
10
MAYIS 2015
süreçlerine bakış açısını ortaya koyabilse… O zaman Türkiye siyasetine daha yararlı bir parti haline
gelir.
HDP’ye geçecek olursak; anketlerde HDP’nn oyları baraja
çok yakın seyredyor. Szce HDP, barajı geçeblr m? Geçmes durumunda nasıl br mecls öngörüyorsunuz?
Devlet Bahçel kongrede bütün delegelern oyunu alarak seçld. Ancak MHP, 12-13 senedr seçmler kaybedyor. Bunu nasıl
okumak lazım?
HDP eğer terörle, silahlı propaganda ile arasına
çok net bir ayrım koyabilirse barajı geçme ihtimali
var. Bu şunu gösteriyor ki, Türk halkı hiçbir partiye
önyargılı değil. HDP’ye dahi oy verebiliyor, bunu
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de gördük. Selahattin Demirtaş, kendisine açılan bu krediyi bir
Türkiye partisi olmak için değerlendirmek yerine,
tam tersine PKK ile HDP arasına sıkışmış bir profil çiziyor. Eğer HDP; silahlı propaganda, terör ve
PKK’nın silahı konusunda net bir tavır ortaya koyamazsa o zaman barajın altında kalır. Bu aşamada
HDP’nin en önemli rakibi PKK gözüküyor. Eğer barajı aşarsa mecliste dört siyasi partinin de grupları
ile temsil edildiği bir sistem söz konusu olacak. Bu
demokrasi açısından, katılımcı demokrasiyi güçlendiren bir sistem olur. Bu arada barajı sadece anti
- Erdoğancılık ile geçerse bunun Çözüm Süreci’ne,
Türkiye’nin sorunlarının çözümüne bir faydası değil
MHP başbuğ kültüründen gelen, liderin sorgulanmadığı bir hareket. Mevcudu muhafaza etmeyi daha çok tercih ediyorlar. Bu anlayıştan dolayı
Bahçeli; partisi barajın altına düştüğü zaman, tüm
partilere istifa edin çağrısı yaptığı halde, kendisi
istifa etmedi. Ancak bu dahi sorgulanmadı. İddiasız bir şekilde mevcudu muhafaza ederek devam
etmeyi düşünüyor. Önemli olan parti kongrelerini
kazanmak değil, önemli olan Türkiye’de seçimleri kazanmak. Parti kongrelerini kazanarak kendi
kendinizle yarışmış olursunuz. Tek taraflı yarış, size
Türkiye’yi yönetme hakkını vermiyor. MHP bir süredir Bahçeli etrafında bir kısır döngüye girdi. Bu kısır
döngüden çıkmak için de bir çaba yok, tam tersine
kısır döngü daha da derinleşiyor.
MAYIS 2015
11
muoyu buna reaksiyon gösterir. Eğer Hükümet,
bu konuda dışarıya karşı bu tepkileri göğüsler ise
kamuoyu yanında yer alır, pasif kalırsa kamuoyu
Hükümeti bu konuda tenkit eder. Görünen o ki
kamuoyu da Hükümet de buna hazırlıklı. Her 24
Nisan geldiğinde benzer şeyler yaşanıyor.
Genel seçmlerden sonra Başkanlık sstemne yönelk tartışmaların daha yüksek sesle yapılacağı anlaşılıyor. Bu konuda sz
neler düşünüyorsunuz?
tam tersine zararı olur. HDP; siyaseti geren, kaosa
ve krize oynayan bir parti olur. Erdoğan karşıtlığı;
HDP’nin, barajı geçse bile Meclis’te uzun ömürlü
bir parti olmasına engel olur.
HDP’nn barajı aşması veya barajın altında kalması çözüm
sürecnde br değşklğe neden olur mu?
Elbette ki bir süreliğine; ya bir ivme kazandırır, ya
da bir türbülansa yol açar, süreci olumlu ya da
olumsuz etkiler. Ama şu var; HDP bu sürecin mimarı değil, bu sürecin aracısı. HDP bu süreçten
beslenen bir parti. Bu sürecin mimarı Recep Tayyip
Erdoğan’dır. Erdoğan, Türk halkı karşısında en büyük riski alıp onun altına iradesini koyan, Türkiye’de
kredisi tüm kesimlerde geçerli olan birisi. Bir başka unsur ise, tüm riski alarak masayı devirmeden
ayakta tutan Hükümet’tir. Bir diğer unsur da İmralı... O nedenle saydığımız aktörler Erdoğan, Hükümet ve İmralı, Çözüm Süreci’nde devam etme
kararı alıp iradelerini sürdürdükleri sürece HDP’nin
tavrı sadece kısa süreli türbülansa ya da ivmeye
neden olur.
Seçme gderken brçok üzücü olay le karşılaşıyoruz. Szce
bu olaylar seçm etklemeye yönelk provokatf eylemler m?
Seçm gününe yaklaşırken daha büyük provokasyonlar beklyor
musunuz?
12
MAYIS 2015
Daha büyük provokasyonların olmasından endişe ediyorum. Çünkü Türkiye’de ne zaman seçim
atmosferine girilse, seçimlere etki etmek adına
birtakım mühendislik faaliyetleri yürütülür. Özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bu ayyuka
çıkar. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde; hükümetlere muhtıra verecek, darbe yapacak kadar sancılar geçmişte yaşanmıştır. 367 kararı, 28 Şubat
Post-modern ve 12 Eylül Askeri Darbesi, 12 Mart
Müdahalesi bu sancılara örnektir. Bugünkü seçim
sürecinde ise savcımızın şehit edilmesi ile birlikte,
kaos ve kriz isteyenlerin düğmeye bastıklarını düşünüyorum. Fakat milletin buna karşı gösterdiği
reaksiyon, bence bu işi çok daha büyük olaylara
götürmelerinin önündeki en büyük engel. Eğer milletten bu konuda bir yılgınlık, bir korkaklık ya da bir
destek bulsalardı o süreci provoke etmek isterlerdi
ama millet onlara kırmızı kart gösterdi.
Dış perspektften bakmak gerekrse; Papa’nın 1915 Ermen
Olayları’na lşkn br açıklaması var. Bunun akabnde de Avrupa
Parlamentosu’ndan br karar çıktı. Bunlar seçm etkler m?
Bunlar daha çok 24 Nisan 2015 nedeniyle yüzüncü yıl sendromundan kaynaklanan girişimler. Eğer
bunu Türkiye’ye yönelik bir baskı ve tehdit unsuruna dönüştürmeye kalkarlarsa Türkiye’de iç ka-
Bu tartışmaların yapılması kaçınılmaz çünkü Türkiye de parlamenter sistem; darbe dönemlerinde
örselenmiş, meclisin üzerinden tanklar geçmiş…
Askeri vesayet, yargı vesayeti, bürokrasi vesayeti
ile birlikte milli iradenin vesayetler tarafından cendereye alındığı bir dönemde, Türkiye’deki parlamenter sistemin gerçekten milli iradenin temsil edildiği bir parlamenter sistem olmadığı görülmüştür.
Ayrıca Türkiye’de Cumhurbaşkanı’nın doğrudan
halk tarafından seçilmesi ile birlikte zaten sistemde
bir ikili güç odağı ortaya çıktı. Bu çok sürdürülebilir bir durum değil. Geçmişte cumhurbaşkanları
ile başbakanlar arasında çok ciddi sorunlar yaşandı. Bunların hiçbiri Türkiye’ye zarar vermek ve birbirleri ile kavga etmek isteyen cumhurbaşkanı ve
başbakanlar değildi. Netice itibariyle sistem, kriz
ve sorun üretiyordu. Artık bu çok sürdürülebilir bir
sistem değil. Seçimlerden sonra kaçınılmaz olarak
bu yeniden gündeme gelecek. Türkiye çok tartışmasız bir şekilde, ya parlamenter sistemi düzgün
bir parlamenter sistem yapacak ya da Başkanlık
sistemine geçecek. Darbe dönemlerinin, ara rejimlerin demokrasimiz üzerinde yaptığı tahribata, zayıf
siyasi iktidarların, koalisyon hükümetlerinin kurulduğu dönemlerde yaşanan siyasi istikrarsızlıklara
bakacak olursak, Türkiye’nin çok zaman ve enerji
kaybettiğini açıkça görürüz. Birlikte yola çıktığımız
ülkeler 30-35 bin Dolar gelir seviyesindeyken biz
on bin Dolara yeni ulaştık. O nedenle Türkiye’nin
bundan sonra daha hızlı kalkınması, daha hızlı büyümesi, daha iyi büyümesi için Başkanlık sistemini tartışmasız bir şekilde gündeme almalı ve daha
fazla zaman ve kan kaybetmeden biran önce gerçekleştirmeli.
Nasıl br Başkanlık stem Türkye’ye daha uygun olur?
Demokratik bir Başkanlık sistemi olduğu takdirde,
güçler dengesinin çok iyi bir şekilde tanzim edilmesi şartıyla adının Amerikan sistemi, Brezilya sistemi
ya da Fransız sistemi olması o kadar önemli değil.
Biz aslında sistemler konusunda çok deneyimi olan
bir ülkeyiz. 1876’dan bu yana, tek partili dönemle
ve darbelerle kesintiye uğrasa da önemli bir birikimimiz var. Burada yapılacak olan şudur: İcrayı denetleyecek, yargının, yasamanın güçlü olduğu bir
sistem kurulması elzemdir. Bu sistem kurulduğu
takdirde Türkiye; seçim tarihlerinin çok önceden
belli olduğu, seçimlerin demokratik yöntemlerle bağımsız hakimler tarafından denetlendiği ve herkesin
seçimlere katılabildiği bir ülke olur. Böyle bir ülkede de başkanlık sistemi diktatörlüğe gitmez çünkü
ömrü bir sandıktan diğer sandığa giden bir diktatör
olmaz. Diktatörler sandığa girmezler. Zaten Türkiye tercihini yapmıştır. Demokratik başkanlık sistemi
olduğu sürece hiçbir sorun olmadan Türkiye yoluna devam eder, kaybettiğimiz yüz yıllık açığı kapatırız ve Türkiye uçar.
1982 Anayasası brçok yönden Türkye’nn önünü tıkamaktadır. Yen Anayasa’da nelere öncelk verlmeldr?
Darbe Anayasasının Türkiye’nin önünü açmasını
beklemiyoruz. Darbe Anayasası darbe lideri Kenan Evren’in devlet başkanlığına göre, güvenlik ve
yasaklar esas alınarak yapılmıştır. Ben Türkiye’nin
çok büyük ve geniş Anayasalara da ihtiyacı olduğuna inanmıyorum. Ormanlarla ilgili konulardan
akarsularımıza kadar her şeyin Anayasada yazmasına gerek yoktur. Anayasa, temel mutabakat metnidir. Bu da temel hak ve özgürlükler esas alınmak
suretiyle yapılmalıdır. Vatandaşlık tanımı herkesi
kuşatacak bir şekilde yapılmalıdır. Herkesin kendini eşit vatandaş olarak görebildiği kucaklayıcı bir
şekilde yapılmalıdır. Adaleti, özgürlükleri ve özünde
insanı yansıtan on maddelik bir Anayasa Türkiye
için yeterlidir.
Çok teşekkür edyoruz zaman ayırdığınız çn.
Ben teşekkür ediyorum.
MAYIS 2015
13
İÇ POLİTİKA
lerini yeni seçmenlere dikiyorlar. Nitekim HDP’den
gelen tüm açıklamalar da bunu teyit ediyor. Hemen
her HDP’li, Demirtaş’ın kazandığı oyu bir hareket
noktası olarak kabul ediyor ve bunun üzerinden ne
kadar oya ihtiyaç duyulduğunun hesabını yapıyor.
HDP’nin beyannamesinin de tamamen bu fikre
göre kaleme alındığını söylemek mümkün. Bölgeden gelecek oyların barajı aşmaya yetmeyeceğini,
ancak metropollerde anlamlı bir oy artışıyla amacına varabileceğini düşünen HDP, beyannamesinde
Türkiye’nin Batısındaki seçmenlerin hassasiyetlerine sesleniyor.
HDP’NİN SEÇİM BEYANNAMESİ
Doç. Dr. Vahap COŞKUN*
Akademisyen
7
Haziran’da yapılacak olan genel seçimlerde
en çok, HDP’nin seçim barajını aşıp aşmayacağı ve yeni oluşacak parlamentoda bulunup bulunmayacağı hususu merak ediliyor. Politik
tartışmaların merkezinde bu soru var, herkes bu
soruya cevaplar arıyor, HDP’nin Meclis’teki varlığının ve yokluğunun olası sonuçları üzerine yorumlar
yapıyor.
İlginin HDP’nin üzerinde yoğunlaşması aslında son
derece doğal. Diğer üç partinin üç aşağı beş yukarı ne kadar oy alabileceği kestirilebiliyor. Buna
göre parlamentonun nasıl şekillenebileceğine dair
tahminler de yürütülebiliyor. Ama asıl HDP’nin alacağı sonuç önemli. Çünkü diğer partilerin bir-iki
puan eksik veya fazla almaları ile HDP’nin bir-iki
puan eksik veya fazla alması arasında siyasal dengeleri etkileme bakımından çok büyük bir fark var.
HDP’nin elde edeceği netice anayasal rejimin değişip değişmeyeceğinden, değişecekse nasıl değişeceğine, çözüm sürecinin seyrinden yeni bir anayasanın yapılıp yapılamayacağına kadar birçok hayati
mevzua direkt tesir edecek. Dolayısıyla HDP’nin
tartışmaların odağında yer almasında, göstereceği
14
MAYIS 2015
performansın kendisi kadar diğer partilere de dert
olmasında şaşılacak bir durum yok.
HDP’nin barajı geçebilmesi ise, üç seçmen grubunu biraya getirebilmesine bağlı. HDP ancak; a)
geleneksel tabanını muhafaza ettiğinde, b) Cumhurbaşkanlığı seçiminde kazandığı yeni seçmenlerini elde tuttuğunda ve c) hatırı sayılır miktarda yeni
seçmen kazandığında hedefine ulaşabilir. Çünkü
Demirtaş’ın 10 Ağustos’ta aldığı her oyu tek tek
muhafaza etse dahi HDP’nin hanesine -asgari600-700 bin oy daha yazdırması gerekiyor.
“Büyük İnsanlık”
Bu gereklilik altında HDP seçmenlerin karşısına
“Büyük İnsanlık” isimli beyannamesiyle çıkıyor. 50
sayfadan ve 12 başlıktan oluşan bu beyannameye bakıldığında HDP’nin bilhassa “yeni kazanılacak
seçmen” üzerinde odaklandığı görülüyor. HDP kurmayları muhtemelen geçmişten bugüne gelinceye
değin her şart altında kendine oy verenler ile Cumhurbaşkanlığı seçiminde Demirtaş’ı tercih edenlerin, bu seçimde de başka yere gitmeyeceğini hesap
ediyorlar. Bunları “elde var bir” olarak görüp göz-
Birkaç hedef kitlesi var HDP’nin. Bunların başında; nefret düzeyinde AKP’ye ve Erdoğan’a karşıt
olanlar, CHP’ye oy veren Aleviler ve “Beyaz Türkler”
geliyor. HDP beyannamesinde bu grupları memnun
edecek bir dil kullanıyor. Bu bağlamda beyannamede vurgulanması gereken dört önemli nokta var:
1. Başkanlık Karşıtlığı
HDP’nin seçim stratejisi, Erdoğan ve AKP karşıtı bir
temel üzerine oturuyor. Toplumun sol ve seküler
kesimlerinde AKP’nin 13 yıldır süren iktidarına ve
Erdoğan’ın şahsına karşı biriken bir öfke ve hatta
nefret var. AKP’nin anayasal düzeni değiştirmeyi ve
parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçmeyi bir hedef olarak belirlemesi bu kesimlerdeki
endişe, öfke ve nefreti kabartıyor. CHP’nin mevcut
haliyle AKP’yi durdurma yönünde bir umut vermemesi bir arayışı beraberinde getiriyor. HDP bu arayışa bir yanıt olma iddiasıyla seçime giriyor. AKP’nin
ancak kendisinin parlamentoya girmesi halinde
frenlenebileceğini söylüyor ve tamamen AKP karşıtı
argümanlara dayanan bir söyleme yaslanıyor.
Nitekim seçim beyannamesinde HDP, parlamenter
sistemi demokratikleştireceklerini belirtiyor ve başkanlığa karşı olduğunun altını şu cümleyle çiziyor:
“HDP, açık bir biçimde karşı olduğu ‘Başkanlık
Sistemi’nin anayasa değişikliklerinin temel koşulu haline getirilmesini kabul etmeyecek, Başkanlık
sistemine geçit vermeyecek.”
Kısa vadeli ve konjonktürel siyasi hesaplar açısından bakıldığında bu tavrın bir açıklaması var. HDP
“başkanlık bistemine açıkça karşı olduğunu” söyleme ihtiyacı hissediyor. Çünkü AKP karşıtlığı sebebiyle kendine oy verecek/vermeyi düşünecek seçmenlere bir teminat vermesi gerektiğini düşünüyor.
Böylelikle ileride AKP ile işbirliği yapacaklarına ve
birlikte anayasayı değiştireceklerine dair iddiaları
boşa çıkarmaya çalışıyor. Başka partilere oy veren
ama AKP’yi cezalandırma noktasında kendi partisinin performansını yeterli bulmayan seçmenleri kendi tarafına, saflarına çekmek için AKP karşıtı söylemi
en uç noktalara taşıyor.
Fakat uzun vadeli ve ilkesel düzeyde bakıldığında
HDP’nin tavrı yanlış. Herhangi bir anayasal rejim
(parlamentarizm, yarı-başkanlık, başkanlık) mutlak
olarak doğru/iyi veya yanlış/kötü değildir. Zira her
üç rejim de demokratik rejimlerdir. Bunların iyi örnekleri olduğu gibi kötü örnekleri de vardır. Önemli
olan nasıl kurgulandıklarıdır. Bu itibarla siyasi partiler kategorik olarak bu rejimlerin yanında veya karşısında durmaktan imtina etmelidir. Mesela yerel
demokrasiyi genişleten, kontrol-denge mekanizmalarına yer veren ve Kürt meselesinin çözümü için
muazzam olanaklar yaratan bir başkanlık sistemi
önerisi gelirse, HDP nasıl bir tavır alacaktır? “Hayır,
Kürt meselesini çözse de biz başkanlık sistemini
istemeyiz” mi diyecektir? Eğer derse, bunu seçmenlerine nasıl izah edecektir?
2. Aleviler İçin CHP İle Mücadele
HDP’nin barajı aşıp aşmamasında Alevilerin tercihi
çok belirleyici olacak. Aleviler, bugüne kadar genel
olarak CHP’ye oy verdiler ve hatta denilebilir ki CHP
siyasi varlığını Alevilere borçlu. Eğer Alevilerin verdiği destek olmasaydı CHP, Türkiye siyasetindeki
bugün taşıdığı ağırlığa sahip olmayacaktı.
HDP, Alevi vatandaşların bu tercihini değiştirmeye
çalışıyor. Alevilere, şimdiye kadar CHP’nin arkasında durduklarını ama CHP’nin onlara gerektiği gibi
sahip çıkamadığını söylüyor. Eğer HDP’ye oy verirlerse, Alevileri daha iyi temsil edeceklerini ve haklarını daha iyi savunacaklarını iddia ediyor. Bunun için
de beyannamede Alevilerin taleplerine yer veriliyor.
Mesela Diyanet İşleri Başkanlığı’nın lağvedileceği,
zorunlu din dersi uygulamasına son verileceği, cem
evlerine ibadethane statüsünün tanınacağı, “özgürlükçü laiklik ilkesini ortadan kaldıran 4+4+4 uygulamasına” son verileceği belirtiliyor.
Araştırmalar CHP ile HDP arasında % 4’e varan bir
oy geçişinin imkân dâhilinde olduğunu gösteriyor.
Bu rakam her iki parti için de hayati bir önem taşıyor. Eğer Alevilerin bir kısmının oylarının kendisine
MAYIS 2015
15
HDP kurmayları muhtemelen geçmişten bugüne
gelinceye değin her şart altında kendine oy verenler
ile Cumhurbaşkanlığı seçiminde Demirtaş’ı tercih
edenlerin, bu seçimde de başka yere gitmeyeceğini
hesap ediyorlar. Bunları “elde var bir” olarak görüp
gözlerini yeni seçmenlere dikiyorlar. Nitekim
HDP’den gelen tüm açıklamalar da bunu teyit
ediyor. Hemen her HDP’li Demirtaş’ın kazandığı oyu
bir hareket noktası olarak kabul ediyor ve bunun
üzerinden ne kadar oya ihtiyaç duyulduğunun
hesabını yapıyor.
akmasını sağlarsa HDP’nin barajı aşması mümkün
olacak. CHP ve Kılıçdaroğlu için ise Alevilerin oyunu
kaybetmesi, zor günlerin başlaması anlamına gelecek. CHP % 25’in altına düşerse Kılıçdaroğlu’nun
koltuğunu muhafaza etmesi güçleşecek.
Buna mukabil CHP, Alevi oylarını kendinde tutmayı
başarırsa, CHP’nin oylarını bir miktar artırma ihtimali
doğacak, Kılıçdaroğlu rahatlayacak ve konumunu
tahkim edecek. Fakat bu durumda da HDP’nin barajın üstüne çıkması güçleşecek.
Bu nedenle seçime kadar olan sürede, Alevi oylarını almak için CHP ile HDP arasındaki rekabetin
kızışacağı, Alevileri kendi taraflarına çekmek için iki
partinin sert bir mücadeleye gireceği öngörülebilir.
3. Kimlik Değişimi
HDP’nin seçim beyannamesinde öncelikli olarak
gözetilen grupların yanı sıra, toplumda mağdur
olan/edilen tüm kesimlerin duyarlılıklarına da hitap
edilmiş. HDP, mağdurların sözcülüğüne soyunmuş;
Kürtlerin, Alevilerin, LGBT’lilerin, kadınların, çocukların, işsizlerin, vb. taleplerine ses vermek istemiş.
Bu, HDP’nin “Kürt partisi” olmaktan çıkıp bir “sol
parti”ye dönüşme yolunda attığı bir adım olarak
okunabilir. Elbette HDP’nin öteden beri kendini sol
olarak nitelendirdiği söylenebilir. Ama halk nezdinde
HDP geleneği hep bir “Kürt partisi” olarak yer edindi. HDP de öncelikli olarak bir Kürt partisiydi, bir sol
partisi değil. Seçim beyannamesi, HDP’nin bu algıyı
değiştirmek için kararlı olduğunu gösteriyor. HDP
16
MAYIS 2015
artık bir Kürt partisi olarak değil de sol parti olarak
anılmayı talep ediyor.
HDP’ye dönük önemli eleştirilerden biri de, yapıcı
değil yıkıcı bir siyaset tarzının olmasıydı. Sürekli olarak yapılanları eleştirmesi ama çözüm adına bir plan
ve proje ortaya koymamasıydı. Beyannamede HDP
bu tavrını değiştirmeye çalışmış. Eğitimden sağlığa,
çevreden iş güvencesine, dış politikadan yargıya,
şehircilikten ekonomiye birçok alanda vaatlerini
sıralamış. Böylelikle negatif değil pozitif bir siyaset
izleyeceğinin işaretlerini vermiş.
4. HDP ve Çözüm Süreci
“Kürt Sorunu ve Çözüm Süreci” beyannamenin 12
ve 13. sayfalarında yer alıyor. Burada dikkat edilmesi gereken üç önemli konu var:
a. HDP, Dolmabahçe Mutabakatının önemini hatırlatıyor ve burada deklere edilen 10 maddeyi çözümün ilkesel çerçevesi olarak kabul ediyor. Bilindiği
üzere Öcalan tarafından yazılan on maddede, demokratik siyasete, özgür ve anayasal vatandaşlığa,
kadın ve çevreye dair toplumsal taleplere, çözüm
sürecinin sosyo-ekonomik yapısına dair hükümler
var. Öcalan, bu on maddenin yeni bir anayasada somutlaşması gerektiğini belirtiyordu. Burada
önem taşıyan husus; adı geçen on maddenin bugün HDP’nin oylarına talip olduğu kesimleri rahatsız
edecek bir içeriğe sahip olmaması, tersine birçok
yerde örtüşmesidir.
b. HDP, “birlikte yaşama iradesine” vurgu yapıyor
ve çözümü Türkiye’nin sınırları içinde sağlamayı
esas alıyor. Zaten “demokratik cumhuriyet ve
ortak vatan” Öcalan’ın on maddesinin özünü teşkil ediyordu. Öcalan, milletin demokratik ölçütlerle
yeniden tanımlanmasını ve bunun çoğulcu demokratik sistem içinde yasal ve anayasal güvencelere
bağlanmasını istiyordu.
HDP de buna paralel olarak, devletin tüm ayrımcı
ve anti-demokratik uygulamalarına rağmen Türkiye
halklarının bir arada yaşamaya devam ettiğini belirtiyor. Tarihi dayanakları olan bu birlikteliğin demokratik bir cumhuriyetin de temelini oluşturduğunu iddia
ediyor ve HDP’nin siyasi misyonunu da “demokratik
cumhuriyetin inşası” olarak belirliyor. HDP, çözümü
ve barışı da bu minvalde değerlendiriyor ve başta
Kürt meselesi olmak üzere Türkiye’nin tüm demokrasi sorunlarının çözümü için çalışmayı taahhüt ediyor.
Bu, çözümü, Türkiyelileşme siyaseti içinde okuyan
bir dil. HDP, klasik seçmeninin kendi çerçevesini
kabul ettiğinden emin, bu nedenle çözüm sürecine
dair konuşurken de daha ziyade Türkiye’nin Batısına konuşuyor ve buradaki seçmenlere bazı güvenceler veriyor. HDP, Türkiye’nin birliğine aşırı hassasiyet gösteriyor. Çünkü ancak sınırları tartışma
konusu olmaktan çıkararak Türkiye’nin her yerinde
siyaset yapabileceğini ve herkesten oy isteyebileceğini görüyor. Birlik konusunda teminat vererek,
geçmişteki olaylar nedeniyle kendisi hakkında oluşan algıyı ve endişeleri silmek istiyor. Şüphesiz bu
zaman alacak. Fakat “birlik siyaseti”nin bu derece
açık ilanı, HDP’nin kimlik değiştirme ve Türkiye partisi olma iradesinin güçlüğüne karine teşkil ediyor.
c. HDP “her koşulda silahsız çözümü ve demokratik siyaseti savunacağının” sözünü veriyor.
“Her koşulda” ifadesinin kullanılması iki açıdan
önemli: İlkin, bu sözün verilmesi çözüm sürecinde
bundan sonraki dönemde karşılaşması muhtemel
bazı problemlerin ancak demokrasiyle giderilebileceğini benimsemek ve başka bir çare aramamak
anlamına geliyor. İkincisi, her koşulda silahsız ve
demokratik siyasetin arkasında durulacak olması, bundan böyle PKK’nin herhangi bir gerekçeyle
Türkiye’de tekrardan silahlı mücadeleye girişmesini
kabul edilemez kılıyor. Zannımca HDP beyannamesinin en önemli taahhüdü budur.
Bu meyanda çözüm sürecinin öneminin ve değerinin altı bir kez daha çizilmelidir. Çözüm süreci
sayesinde bütün siyasi aktörler, ülkenin tüm sorunlarına ancak demokratik siyaset içinde bir çare
bulunabileceğini kabul eder bir noktaya geldiler. Bir
başka ifadeyle süreç, demokratik yönde zihinsel bir
dönüşüme ve sıçramaya yol açtı. Sadece bu bile,
sürecin Türkiye demokrasisine ne kadar büyük bir
katkı yaptığını göstermeye yeter.
Siyasetin Merkezine Hareket
HDP’nin genel seçimlere parti olarak girme kararı
vermesi onu yeni yükümlülüklerin altına soktu. HDP
artık sadece belli bir kimliğe değil Türkiye’deki her
kimliğe ve bireye seslenmek durumunda. HDP’nin
her kesimle ilişkiye geçmesi, herkesin isteklerine
kulaklarını açması, endişelerini gözetmesi, taleplerini bilmesi ve bunlara karşılık vermesi gerekiyor.
Bütün vatandaşlara derdini anlatması, bütün vatandaşların derdini dinlemesi ve herkesin hassasiyetlerine saygı göstermesi, Doğu ile olduğu kadar Batı
ile de konuşması icap ediyor ki, bu beyannamede
HDP daha ziyade Batı ile konuşuyor.
HDP, bütün Türkiye’nin temsilciliğine soyunduğuna göre artık ondan ülkenin her problemine dair
sözünün olması bekleniyor. Bir tek Kürt meselesi
artık HDP’ye yetmez. HDP’nin ekonomi, dış politika, şehircilik, sağlık, eğitim, çevre, ulaşım vb. diğer
konularda da sorunları bilmesi, bunlar için uygulanabilecek çözümler üretmesi gerekiyor. Dolayısıyla parti olarak seçime girmek HDP’yi hem alanını
(tüm Türkiye) hem muhataplarını (tüm seçmenler)
ve hem de ilgilerini (tüm sorunlar) genişletmeye ve
büyütmeye zorluyor.
HDP’nin beyannamesini de bu eksende değerlendirmek lazım. Elbette HDP’nin vaatleri eleştiriye
oldukça müsait. HDP’nin iktidara gelmeyeceğinin
verdiği rahatlıkla bütün iyi niyetlerini bir sepetin içinde topladığı söylenebilir. Bazı vaatlerin gerçeklikle
bağının kopuk olduğu belirtilebilir. Bazı vaatlerindeki tutarsızlıklara değinilebilir. Fakat kanımca asıl
önemli olan her kesimi yakalamaya çalışan bir programla halkın önüne çıkmaktır. Bu, siyasetin merkezine yürüme iradesinin göstergesidir. Merkeze yolculuk devam ettikçe, söylem ve eylemde aşırılıklar
zamanla törpülenecektir…
* Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi.
MAYIS 2015
17
İÇ POLİTİKA
1980 öncesnde, kendsn deolojk olarak “ülkücü” dye tanımlayan kesmden destek gören ve
Orta Anadolu’nun küçük kentlernden sınırlı oy desteğne sahp olan MHP, 90’lar le brlkte
metropollerdek genç seçmenlere açılarak, terör olaylarından şkâyet eden ve daha sert önlemler
alınmasını steyen mllyetç ve muhafazakâr kesmlern sözcüsü olmayı başardı. AK Part ve MHP’nn
toplumsal tabanlarının benzerlğ nedenyle k part arasında oy geçşkenlğnn yüksek olması, özellkle
bu yörelerde seçm rekabetn artıran öneml br unsur. Bu nedenle MHP’nn 7 Hazran’da yapılacak
seçmlerdek performansı hemen tüm partler ve hükümet kompozsyonu açısından da öneml.
unsur. Bu nedenle MHP’nin 7 Haziran’da yapılacak seçimlerdeki performansı hemen tüm partiler
ve hükümet kompozisyonu açısından da önemli.
MHP’NİN
SEÇİM BİLDİRGESİ
GÖRÜCÜYE ÇIKIYOR...
Prof. Dr. Turgay UZUN*
Akademisyen
7
Haziran seçimlerine az bir zaman kala partiler seçim bildirgelerini açıklamaya devam
ediyorlar. Parlamentoda yer alan partilerden
Milliyetçi Hareket Partisi’nde de seçim bildirgesine yönelik ana hatlar ortaya çıkmaya başladı. Türk
siyasal yaşamının köklü partilerinden olan Milliyetçi
Hareket Partisi 1980 sonrası ilk seçim başarısını
1999 seçimlerinde göstererek sürpriz bir biçimde
% 18 civarında bir oy alarak 57. Hükümetin koalisyon ortağı oldu. 2002 seçimlerinde tekrar geleneksel tabanına çekilen parti, % 8 oy alarak meclis
dışında kaldı. 2011 ve 2014 seçimlerinde % 14’ler
18
MAYIS 2015
civarında oy alarak bu düzeylerde oy desteğini
devam ettirdi. 1980 öncesinde, kendisini ideolojik
olarak “ülkücü” diye tanımlayan kesimden destek
gören ve Orta Anadolu’nun küçük kentlerinden sınırlı oy desteğine sahip olan MHP, 90’lar ile birlikte
metropollerdeki genç seçmenlere açılarak, terör
olaylarından şikâyet eden ve daha sert önlemler
alınmasını isteyen milliyetçi ve muhafazakâr kesimlerin sözcüsü olmayı başardı. AK Parti ve MHP’nin
toplumsal tabanlarının benzerliği nedeniyle iki parti
arasında oy geçişkenliğinin yüksek olması, özellikle bu yörelerde seçim rekabetini artıran önemli bir
7 Haziran seçimlerinde MHP seçim bildirgesinin,
“ekonomi ve sosyal politikalar”, “yolsuzluk”, “güvenlik ve terörle mücadele” ve “dış politika” olarak
dört ana eksene oturtulduğu görülüyor. Öncelikle
dikkat çeken husus, bildirgenin ana hedefinin AK
Parti’nin seçim başarılarının nedenleri olarak gösterilen unsurlar üzerinde yoğunlaşarak, halktan
destek gören ve AK Parti’ye oy akışını gerçekleştiren uygulamaların devlet politikası ve “anayasal
hak” olduğu ve iktidarın el değiştirmesi nedeniyle
bu uygulamaların devam edeceği yönünde MHP
olarak halka garanti vermek. AK Parti bugüne kadar geliştirdiği sosyal yardım mekanizmaları sayesinde geniş bir kesimden destek almaya devam
ediyor. Muhalefet ise bu yardımların gelir dağılımı
adaletsizliği üzerinde yapısal çözümler geliştirmekten uzak, yoksul ve yardıma muhtaç kesimlerin
desteğini almak yönünde bir uygulama olduğunu
ifade ediyordu. MHP ve CHP’nin seçim bildirgelerinde de benzer biçimde, sosyal yardımların devam edeceği güvencesi verilerek bu desteği kendilerine çevirme stratejisi izledikleri görülmektedir.
Nitekim, MHP seçim bildirgesinde vatandaşa, “Bu
yardımlar zaten senin Anayasal hakkın. MHP iktidarında yardımlar aynen devam edecek” mesajı
açık biçimde veriliyor.
Ekonomik Çözümler ve Vaatler
Bildirgenin, ekonomik çözümler ve vaatler başlığı
altında, “işsizlik ve üretim” konusunda bir açılım
sergilendiği dikkat çekiyor. MHP’nin geleneksel
söylemi ve ideolojisinde önemli bir yer tutan “sana-
yileşme” ve kalkınmanın milli kaynaklar kullanılarak
gerçekleştirilebileceğine yönelik inancın burada da
devam ettiği ve üretim artışının sağlanması yoluyla
işsizliğe yönelik çözümler üretilebileceği, milli kaynakların seferber edilerek yatırımlara devlet desteği sağlanacağı ve böylelikle yeni istihdam alanları
açılarak işsizlik oranının aşağı çekileceği söylemine
yer verildiği görülüyor. “Üreten Ekonomi Programı” olarak adlandırılan bu program ile hem işsizliğin makul düzeylere çekilmesi hem de enflasyon
oranının % 5’ler civarına kalıcı biçimde indirilmesi
hedefleniyor. Yine büyüme oranının da % 7’lere
çekilerek istihdam ve üretim artışı sağlanacağı
ifade ediliyor. Programda, daha güçlü ve küresel
krizlere dayanaklı bir ekonomik yapının temel hedef olarak belirlendiği dikkat çekiyor.
MHP geleneğinde önemli bir yer tutan tarıma
ve köylüye yönelik verilen önemin bu bildirgede
de devam ettiğini görüyoruz. Geleneksel olarak
orta sınıflara dayalı bir toplumsal tabanı bulunan
MHP’nin, bildirgede saydığı çözüm önerileri ve
vaatlerle bu kesimlerden kaynaklı oy desteğini artırma isteğinde olduğunu söyleyebiliriz. 1980 öncesi dönemde “Tarım Kentleri” projesiyle tarımsal
kalkınmayı sağlamayı hedefleyen MHP’nin, bütün
seçimlerde özellikle Orta Anadolu’da yaşayan kesimlerden önemli miktarda oy aldığı görülmekte.
Bildirgede, AK Parti’nin tarım politikası eleştirilerek,
tarımsal alanların genişletileceğinden söz edilirken,
küçük çiftçilerin aldıkları mazot, gübre, ilaç, tohum
ve fideden ÖTV ve KDV alınmayacağı, orta ve büyük ölçekte üretim yapan çiftçiler için de tarımsal
girdiler üzerindeki ÖTV ve KDV’nin kademeli olarak
yüzde 50 oranında düşürüleceği vaat edilmektedir.
MAYIS 2015
19
Finansal piyasalar ve bankacılık alanında da
MHP’nin daha teknik ve önceki bildirgelere göre
nispeten detaylı değerlendirme ve çözüm önerileri
sunduğunu söylemek mümkün. Bildirgede, Ziraat Bankası’nın yeniden yapılandırılacağı ve kamu
bankası olarak kalacağı ifade edilirken, Merkez
Bankası’nın bağımsızlığına vurgu yapılıyor. Halk
Bankası’nın özelleştirileceği, Vakıfbank ve Türkiye
Kalkınma Bankası’nın yeniden yapılandırılacağı ve
yönetimlerindeki kamu ağırlığının azaltılacağı dikkat çeken vaatler arasında yer alıyor. MHP’nin piyasaya müdahale edecek girişimlerden kaçınmakla birlikte devletin tümüyle piyasadan çekilmesi
fikrini benimsemediği de görülüyor. Bu bağlamda,
özelleştirmelere devam edileceği ancak “stratejik
kurum ve kuruluşların” özelleştirilmeyeceği ve yöntem olarak halka arzın ve meslek kuruluşlarına öncelik verilmesinin planlandığı belirtiliyor.
Yolsuzlukla Mücadele ve Yargı
MHP’nin seçim beyannamesinde bir başka önemli
başlık ise “adalet” ve “yolsuzlukla mücadele”. Bildirgede, özellikle 17-25 Aralık olayından sonra,
AK Parti’yi yolsuzluk ekseninde zayıflatmayı hedef
alan muhalefet stratejisinin, bu programda da devam ettiği, yolsuzlukların önemli bir sorun olduğu
ve MHP iktidarında kamu yönetiminde yolsuzluğun önüne geçilmesi için gereken reformların ya-
20
MAYIS 2015
pılacağı üzerinde durulurken; 17-25 Aralık’a özel
vurgu yapılıyor ve yolsuzluk yapanlardan “tek tek
hesap sorulacağı” dile getiriliyor. “Geciken adaletin adalet olmadığı” ilkesinden hareketle, adil ve
hızlı yargılamanın sağlanması için gerekli altyapı
oluşturulacağı, yargı bağımsızlığının teminat altına
alınacağı gibi vaatler üzerinde durularak, hukuk
devletinin temel ilkeleri olan “kişi masumiyeti” ve
“suçsuzluk karinesi” gibi ilkeler özellikle öne çıkartılarak adaletin, temel hak ve özgürlüklerin güvencesi ve devletin temel amaçlarından biri haline getirileceği ifade ediliyor. Bu noktalardan, hükümetin
Gülen Cemaatine yönelik aldığı tavır ve yaşanan
olaylar bağlamında Cemaatin oylarına da MHP’nin
“göz kırptığı” ve yargısal süreçlerde mağduriyet
yaşadığı düşünülen kitlelere MHP’nin “güvenli bir
adres” olduğu gösterilmeye çalışıldığı söylenebilir.
Diğer yandan, yargı ile ilgili olarak yüksek yargıda
reform yapılacağı ve kuvvetler ayrılığı ilkesini korumaya yönelik düzenlemelerin gerçekleştirileceği
ifade ediliyor.
Anayasa Reformu ve Çözüm Süreci
MHP’nin seçim bildirgesinde yeni bir anayasaya ihtiyaç olduğu belirtilirken, MHP’nin yapacağı
yeni anayasa temel hatlarıyla tanımlanıyor. ‘Toplum Sözleşmesi Belgesi’ niteliğinde, toplumsal
uzlaşmayla yeni bir Anayasa hazırlanacağı ve yeni
Anayasa’da Cumhuriyet’in temel niteliklerinin korunacağı ifade edilirken, özellikle başlangıç kısmındaki ilk üç maddenin korunacağı teminatı veriliyor.
Bu doğrultuda, MHP iktidarında Cumhuriyetin temel nitelikleri, Türk milli kimliği, demokratik rejim
ve temel insan hakları gibi değerlerden vazgeçilmesine, bunların tartışılmasına izin verilmeyecek.
Özellikle MHP’nin ideolojik söyleminin burada etkili
olduğu ve AK Parti’nin anayasa projesi ile birçok
noktadan farklılaştığı dikkat çekiyor. Türk kimliğinin anayasada vurgulanması ve diğer milli niteliklerin öne çıkartılarak korunacağı teminatı verilerek,
çözüm sürecinde konuşulan “Türk” sözcüğünün
anayasada yer almayacağı ve “yurttaş” vurgusunun hakim olacağı yeni anayasaya karşı bir duruş
sergilendiği görülüyor. MHP’nin mezhep, inanç ve
etnik köken gibi özellikleri, millî bütünlüğün ayrılmaz parçası olarak değerlendirmesine karşın bunların anayasada yer alamayacağını, etnik ayırımcılığın önünü açan düzenlemelere izin verilmeyerek
“tek millet-tek devlet” esasına dayalı üniter yapının
korunacağı bildirgede ifade ediliyor.
Bildirgede, “Temiz yönetim ve siyaset” anlayışının
hakim kılındığı, demokrasiye aykırı uygulamaların
bertaraf edildiği teşebbüs, örgütlenme, temel hak
ve hürriyetlerin güvence altına alındığı bir anayasa
vaat ediliyor. Türkçe’nin korunacağı, Kürtçe gibi
Türkçe dışındaki dillere statü kazandırılmasına izin
verilmeyeceği belirtilen bildirgede, ülkenin bölünmez bütünlüğüne özelikle dikkat çekiliyor. Milliyetçi ideolojiye sahip bir parti olması nedeniyle MHP,
farklı anlamalara ve dolambaçlı anlatımlara gitmeden açık bir biçimde Türk kimliğinin ağırlıklı olduğu
ve alt kültürel grupların anayasada tanımlanmadığı
bir anayasa vaat edilmesi açısından da seçmene
net bir mesaj veriyor. Diğer yandan, çelişkili gibi
görünse de, MHP’nin bundan önceki bildirgelerinden farklı olarak daha güçlü biçimde demokrasi,
hukuk devleti ve sivil toplum vurgusu yaptığı ve bu
söylemle özellikle dezavantajlı kesimler, Aleviler ve
Kürt oylarına da MHP’nin eskisinden daha güçlü
biçimde talip olduğu söylenebilir. Nitekim MHP’nin
milletvekili adaylarına bakıldığında sınırlı da olsa bu
profile sahip adaylara yer verdiği görülmektedir.
Bildirgede çözüm süreci ile ilgili olarak PKK ile sürdürülen müzakerelerin sonlandırılacağı ve “milli birlik ve beraberlik” düzleminde bir politika izlenece-
ği söylenmektedir. Bildirgede, iktidarın yürüttüğü
çözüm süreci ve İmralı müzakereleri eleştirilirken,
“güvenlik” başlığı altında, “terörle mücadele” konusuna özel vurgu yapılıyor. Terör suçları için genel
siyasi affın asla gündeme gelmeyeceği, Öcalan’ın
örgütü yönetmesinin engellenerek müzakerelere
derhal son verileceği belirtiliyor. Sorun ile ilgili MHP
askeri çözüme ağırlık vererek PKK’nın zayıflatılarak geriletilmesi yöntemini benimsediği görülmekle
birlikte, bölgeye yönelik yatırımların ve kaynak aktarımının sağlanarak bölgenin ekonomik durumunun iyileştirilmesini hedeflediği görülmektedir.
Dış Politika
MHP çizgisinin AK Parti hükümetine kadar genel
olarak devletin geleneksel dış politika stratejisiyle
örtüştüğü söylenebilir. Başta Kıbrıs olmak üzere
uluslararası sorunlarda milli çıkarlar bağlamında
tavır alınacağı ifade edilirken, Avrupa Birliği ile ilişkiler konusunda ise AB üyeliğinin bir kader sorunu
olarak görülmediği ve üyelik müzakerelerinin yine
Türkiye’nin eşit taraf olduğu gerçeğinden hareketle sürdürülmesi gerektiği belirtiliyor. Bildirgede,
Irak’ın toprak bütünlüğü tartışılmayacağı, Irak’taki
Türkmen varlığı korunacağı, Kuzey Irak bölgesinin,
Türkiye için güvenlik tehdidi olmaktan çıkarılacağı ifade ediliyor. Kafkasya - Balkanlar - Orta Doğu
üçgeninde de iş birliğinin geliştirilmesini ve istikrarın hâkim olmasını sağlayacak bir dış politika takip
edileceği belirtiliyor. MHP iktidarında, Türkiye’nin
içinde yer aldığı bölgeyi istikrarsızlaştıracak hiçbir “küresel projenin” içinde yer alınmayacağı,
Türkiye’nin, Doğu-Batı ve Kuzey-Güney ekseninde hava, deniz ve kara taşımacılığı ile haberleşme
alanlarında küresel bir köprü ve koridor yapılacağı
ve Orta Asya ve Hazar havzası enerji kaynaklarının
dış piyasalara ulaştırılmasında bir enerji köprüsü
ve terminali olmanın ötesinde, bu durumu stratejik ve vazgeçilmez bir üstünlüğe dönüştürüleceği
vaat ediliyor. Kapsamlı ve detaylı değerlendirme ve
çözüm önerilerine yer verilen seçim bildirgesinin
seçmene ne düzeyde ulaşacağı ve kabul göreceği
ve seçmenin ne oranda MHP’ye destek olacağını
görebilmek için elbette 7 Haziran akşamını beklememiz gerekiyor.
* Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü
öğretim üyesi.
MAYIS 2015
21
röportaj
Seçimin Nabzı
Röportaj: Adem KARAAĞAÇ
SDE Asistanı
İhsan Aktaş kmdr?
1964 yılında Bayburt’ta doğan İhsan Aktaş
lkokul, ortaokul ve lse öğrenmn Bayburt’ta
btrmş, lsans eğtmn se Uludağ Ünverstes İlahyat Fakültes’nde tamamlamıştır.
Yüksek lsans eğtmn Uludağ Ünverstes
Sosyal Blmler Ensttüsü Dn Eğtm Ana
Blm Dalı’nda gerçekleştrmş olan Aktaş,
doktorasını se Arel Ünverstes Fen
Edebyat Fakültes Şehrclk Bölümü’nde
sürdürmektedr.
İnglzce ve Arapça blen Aktaş, Mll Gençlk
Vakfı Başkan Yrd. ve Başkanlık görevlernde
toplam on yıl süreyle bulunmuştur.
Aktaş, SDE Yüksek İstşare Kurulu üyesdr.
GENAR ARAŞTIRMA Yönetm Kurulu
Başkanlığı görevn yürüten Aktaş, 3 çocuk
babasıdır.
22
MAYIS 2015
AK Parti’nin diğerlerinden ayrıldığı bir nokta da yeni
anayasayı yaparsak başkanlık sistemini de geçiririz
düşüncesi var. Aslında AK Parti, yeni anayasa ile
birlikte Kürt meselesini, Türkiye’deki toplumsal kesimlerin diğer problemlerini çözmeye ve ülke vatandaşları ile devlet arasında kalıcı bir sözleşme yapma
fırsatını elde etmeye çalışıyor. Statükonun devam
etmesini isteyenler de çeşitli yöntemler ile bunun
önünü kesmeye çalışıyorlar. Bence bu seçimin en
ilginç tarafı Sayın Cumhurbaşkanının kendi iradesini
ve siyasi hayatını ortaya koymak pahasına başlattığı
çözüm sürecini, HDP’nin AK Parti’yi zayıflatarak, bir
şekilde engellemeye çalışmasıdır. Bakalım seçimlere kadar bu süreç nasıl işleyecek.
Seçm beyannamelern ve stratejlern nasıl değerlendryorsunuz? Kmler dersne çalışmış, kmler çalışmamış görünüyor?
Seçmlern yaklaştığı şu günlerde syas manzara nasıl
gözüküyor? Genel seçmlere yön verecek tartışma konuları szce
nelerdr? Önümüzdek günlerde bu tartışmalara yen konuların
eklenmesn beklyor musunuz?
7 Haziran seçimlerine geçmiş seçimlere oranla biraz
daha farklı bir iklimde giriliyor. AK Parti’nin başlatmış
olduğu çözüm süreci, öncelikli olarak, AK Parti ve
HDP’nin olumlu şekilde destek görmesine sebep
oldu. Süreç içerisinde AK Parti ile HDP arasındaki
tartışmalar enteresan bir şekilde milliyetçi kesimde
bir uyanmaya sebep oldu. Bu seçimde ülkenin ikinci
partisi CHP’de sinerji yani oy artışı olmayınca diğer
iki muhalefet partisinde, MHP ve HDP’de oy artışı
oldu. Bugüne kadarki seçimlerin doğasına aykırı bir
seçim süreci işliyor. Normal şartlarda ana muhalefet partisi sinerjiyi oluşturur, toplumu arkasına alır,
iktidarı eleştirir ve topluma iktidarı değiştirmeyi vaat
eder. Ama CHP’de böyle bir durum yoktur. Birkaç
parametreye bakacak olursak; Türkiye’nin demokratikleşmesi, sistemin yerleşmesi meselesi bitmiyor.
Bugün hala 12 Eylül Anayasası ile yaşıyoruz. Bu
seçimin karakteristik özelliklerinden birisi de yeni
anayasa yapma fikri. Yeni anayasa yapma fikrinde
Seçim beyannameleri aslında AK Parti’nin milletin
önüne koyduğu bir kültürdür ve bugüne kadar da
bu konuda başarılı oldu. AK Parti’nin iddiası şu; bizim seçim beyannamelerimiz hükümet programıdır.
Bu seçimde CHP’de dersine iyi çalışmış gözüküyor.
Özellikle bugüne kadar yapılan seçimlerde ağırlıklı
olarak laiklik ve ideolojik meselelerden yola çıkardı.
Bence mesele sadece laiklik ya da başka dini konular
değil, CHP’de AK Parti’yi sistem dışı görme eğilimi
vardı. Bu ülkenin gerçek sahibi biziz, siz ne kadar
büyük olursanız olun bu ülkeyi biz kurduk, biz yaşatacağız, siz sistem dışısınız düşüncesi vardı. Fakat
geçen zaman zarfında şu görüldü ki CHP ne kadar
dışlayıcı olursa olsun, AK Parti toplumun yüzde elliye
yakın desteğini almaya devam ediyor. Cumhuriyetin
sahibi biziz, bizim dışımızda herkesi dışlarız zihniyetinin artık geçerli olmadığı ortaya çıktı. Bu arada
AK Parti’nin sürekli demokrasi ve özgürlüklerden
yana tavır takınması aslında seçim beyannamelerinde CHP’yi de bir çizgiye getirdi. CHP’nin seçim
beyannamesine baktığınız zaman sosyal yardımlar
birinci, ekonomi ikinci sırada. Yani doğrudan toplumun ihtiyaçlarına yönelmiş. Bu açıdan olumlu bir
gelişme olarak değerlendiriyorum. Dikkat ederseniz
birkaç gündür ideolojik meseleler değil ekonomi tartışılıyor. Vaatlerin abartılı olduğu, bütçenin nereden
karşılanacağı gibi daha makul bir zeminde tartışmalar
yaşanıyor. Bu yönüyle ben AK Parti’nin diğer partileri
de dönüştürdüğünü düşünüyorum.
Yaptığınız anketlerde seçmen terchlernde belrgn br değşm var mı? İlgnç sonuçlar çıkıyor mu?
2011 seçimlerinden bugüne kadar çok köklü değişiklikler olmadı. MHP ve HDP’nin oyları birkaç puan
artarken AK Parti ve CHP’nin oyları birkaç puan
düştü. Bütün partiler aşağı yukarı oylarını muhafaza
ediyor. AK Parti % 46-48, CHP % 24, MHP % 1415, HDP’de % 9 bandında gözüküyor. Bir önceki
seçime baktığınızda % 5’lik bir değişim var.
Esk Türkye’y blmeyen ve bu seçmde lk kez oy kullanacak
gençlern tutumunu nasıl görüyorsunuz?
Partileri tek tek değerlendirecek olursak; MHP’de
genç seçmenin oyu biraz daha fazla, kadın seçmen
oranı da AK Parti ve CHP’ye oranla düşük. Fakat
özellikle batı bölgelerde kadın seçmenler erkek
seçmenler kadar MHP’ye oy veriyor. HDP’de terör
ile yakın duran görüntüsü nedeniyle kadın seçmeni
tedirgin eden bir durum var. CHP’de genç seçmen
oranı çok düşük, 18-25 yaş arasındaki genç seçmen ile 55 yaş üstü seçmen oranında nerdeyse yarı
yarıya bir düşüş var. CHP bu anlamda gençler açısından gelecek vaat etmiyor. AK Parti’de genç ve
yaşlı seçmen birbirine yakın, MHP ve HDP’de genç
seçmen fazla, CHP’de ise büyük bir genç seçmen
kaybı var. Bunlar sandığa gitmiyor olabilirler, protesto ediyor olabilirler veya marjinal küçük partilere
oy veriyor olabilirler.
Kadın seçmenn terchlernde farklılık var mı? Özellkle Kürt
kadın seçmenn terchlernde br farklılık görüyor musunuz?
Kadın seçmenler daha ziyade sağduyulu bir şekilde
merkez partilere yakın dururlar. Yani AK Parti’nin
kadın seçmen oranı her zaman erkek seçmenden
MAYIS 2015
23
fakat buna karşılık halkın % 60’ının da sosyal yardımlardan memnun olduğunu gördük. AK Parti’nin
uygulamış olduğu sosyal yardım politikalarından
halkın % 60’ı memnun. CHP muhtemelen bunu
görmüştür. O gün örselediği, aleyhte konuştuğu
kesimlere bugün projelerle mesaj veriyor. Muhalefetin yapmış olduğu bu tür çalışmalar iktidarın yaptığı
işi doğrulayan çalışmalardır.
MHP’nn zledğ seçm stratejsn nasıl anlamamız lazım?
Partnn sesszlğ nedenyle henüz kamuoyu bunu kavramış değl.
Dünyadaki en kolay strateji MHP’nin izlediği seçim
stratejisi. Bence iyi bir oyun kurdular ve oturup bekliyorlar. HDP yükseldikçe MHP’de yükselmiş oluyor. Birleşik kaplar kanunu gibi HDP kendi kovasına
su doldurduğu zaman MHP’nin kovasına da su doldurmuş oluyor.
MHP çözüm sürec üzernden br söylem alanı buldu. Bunun
MHP’ye katkısı ne olur?
fazladır. Hâkezâ CHP’de de yaşam tarzı endişesi
olan ve bu nedenle oy veren kadın seçmen kitlesi
var. HDP’de kadın seçmen oranı erkek seçmenden
yarı yarıya daha düşüktü, ilk kez bu seçimde Türkiye partisi olma iddiasından dolayı Batı’dan oy almaya başlayınca, bu anlamda bir toparlanma başladı.
MHP’de Batı bölgelerde kadın seçmende oy artışı
var. Sonuç olarak AK Parti ve CHP’nin kadın seçmeni, MHP ve HDP’ye oranla daha fazla.
Kürt seçmende HDP syasallaştı düşüncesyle onu destekleme yönünde br eğlm var mı?
Bugüne kadar Kürt seçmende AK Parti ile HDP’nin
oyları eşit dağılıyordu. Bir Kürt partisi barajı aşsın
diye Kürt seçmende eşitlik HDP lehine bozulmuştur.
HDP, Kürt seçmenin birinci tercihi durumunda, AK
Parti ikinci konuma geçti. Bu iki partinin Kürt oylarının % 85’ini alacağını hesap edersek, % 45-40,
% 47-38 HDP öne geçti.
Sol eğlmn güçlü olduğu kıyı şerdnde seçmen hala bu
eğlmn koruyor mu?
Türkiye’de bizim anladığımız anlamda bir sol eğilim
kalmadı. Baktığınız zaman sol eğilimi küçük marjinal gruplar temsil ediyor. CHP biraz ulusalcı, biraz
24
MAYIS 2015
cumhuriyetçi, biraz rejimi kuran parti, biraz da hayat tarzından dolayı bir karma parti görünümünde.
Kıyı şeridi dediğiniz zaman, Antalya’da son yerel
seçimleri AK Parti kazandı, Mersin’de dört partinin birbirine yakın oyu var. Mersin ve Adana 1980
yıllarının siyasetine benziyor. Türkiye’de siyaset ikili
gidiyor, AK Parti var ve diğerleri var. Sadece Adana ve Mersin’de üç veya dört parti başat olabiliyor.
Mersin’de dört partinin de oyları % 20 civarında, bir
parti biraz öne çıktığı zaman kazanmış oluyor.
Part bazında değerlendrrsek, CHP, seçm bldrgesnde
lk defa sosyal devlet anlayışıyla gençlere ve alt gelr grubuna
seslend. Bu söylemn CHP’nn oylarına olumlu yansıyacağını
düşünüyor musunuz?
Bir konuda partiler çalışırlarsa, kafa yorarlarsa ve
halkı düşünürlerse, bundan olumlu karşılık alırlar.
Bir önceki seçimde, hatırlayın, CHP yoksul seçmeni
çok örselemişti, çok aşağılamıştı, bir kömüre ve bir
makarnaya onurunuzu satıyorsunuz diye çok ağır
ifadeler kullanmıştı. Biz o zaman bir araştırma yapmıştık: “CHP, sosyal yardımları çok örseliyor, aleyhtarlık yapıyor, acaba toplumun beğenisi nedir?”
diye. Bizim yaptığımız araştırmada toplumun %
4’ünün sosyal yardıma muhatap olduğunu gördük
Çözüm süreciyle alakalı iktidar ile HDP’nin geçtiğimiz üç dört ay içerisinde lüzumsuz tartışmaları oldu.
Bu bir devlet politikasıdır, öndeki tartışma ne olursa
olsun çözüm süreci yürümeye devam ediyor. Bunu
toplum önünde bir didişmeye, bir düelloya dönüştürmek aslında AK Parti’ye zarar verdi. Nihayetinde
ağır bir süreçtir, devletin vaatleri vardır, vereceği tavizler vardır. Diğer taraftan Kürt tarafının zorlanarak
kabul edeceği konular vardır. Belki çok daha diplomatik yürütülmesi gereken süreçti ama bunu medya önüne fazla taşıdılar. Bir de Kobani olaylarını ben
hiç tekin görmedim, Suriye’nin içerisine IŞİD diye
bir bela soktular. Sadece ülkelerin ve bölgenin politikasını tasarımlamak için oluşturulmuş bir cinayet
grubudur IŞİD. Bağımsız bir grup olduğunu düşünmüyorum. Batı istihbarat gruplarının elinde, bir gün
Türkiye’yi şekillendirmek için, bir gün Irak’ı şekillendirmek için, gerekirse başka bir ülkeyi terbiye etmek
için camcı dükkânına sokulmuş öküz gibi istedikleri dükkâna sevk edip ülkeleri şekillendirdikleri bir
örgüt. Kobani’de, hiçbir gerekçesi olmadığı halde,
IŞİD’in Kürtlerin üzerine saldırması 150 bin insanın
Türkiye’ye geçmesine neden oldu. Türkiye’de bir
infial oldu, Güney Doğu’da insanlar öldürüldü… Bu
olaylar HDP’nin kamuoyunda destek kaybetmesi olarak yorumlandı ama Kürtleri yanına çekmesi
açısından kendi adına iyi oldu. Türkiye’deki birçok
mesele dış sorunlardan bağımsız değil ve Türkiye
ile birçok devletin meselesi var. Almanya olsun, İngiltere olsun birçok devletin öncelikli hedefi çözüm
sürecini engellemek. Bunun için de Batılı müttefikler IŞİD’in, Kobani saldırısı gibi planlar yapmaktadır.
Türkiye için acı bir durum var. Türkiye ile meselesi
olan devlet çok ve her devletin Türkiye’de uzantıları var. Bu uzantılarını da istedikleri zaman harekete
geçirebiliyorlar. Devletimiz güçlendikçe, kurumlarımız olgunlaştıkça, bu uzantıların etkilerinin azalacağını düşünüyorum.
HDP’nn barajı geçebleceğn düşünüyor musunuz? Barajı
geçememe htmalne karşı tabanını hareketlendrmek adına sert
br dl kullanıyor. Szce bunun etks olacak mı?
Yaptığımız anketlerde HDP’nin barajı geçmediği
görünüyor ama nihayetin de bu anketlerin de hata
payı vardır. Sonuç % 9 da olabilir % 10 da olabilir.
O yüzden biz iki ihtimali de değerlendiriyoruz ama
daha önemli olan bir şey var. Şu an HDP ikircikli bir
pozisyon kullanıyor. Birincisi Güney Doğu’da kendi
örgütlediği terör örgütünün gücünü kullanarak tehdit yoluyla oy almaya çalışıyor. Batı’da da hürriyetçi
gözükerek oy almaya çalışıyor. Yeri gelmişken bir
olay anlatayım. Hüda-Par Genel Başkan Yardımcısının bir ifadesi olmuştu; mezranın birisinden iki
seçmen aramış: “Biz sizin partinize oy vermek istiyoruz bizi koruyabilir misiniz?” demişler. Hüda-Par’lı
yetkililer de: “Köylerden kazara bize yüz bin oy verecek olsalar, biz yüz bin kişiyi koruyacak orduyu
nereden bulalım?” diye cevap vermişler. Seçmeni
korumak devletin görevi ama Doğu’da böyle bir
durum var maalesef. Aslında HDP ile PKK Güney
Doğu’nun yeni Kemalistleri... Kemalist rejim nasıl
bugüne kadar milleti dışlayıp, baskı altına alıp tehditle işini gördüyse, Güney Doğu’da da HDP işini
doğrudan tehdit ile yürütüyor. Batı’da da demokrat bir parti olarak görünüyor. Batılılar, HDP veya
PKK’yı çok sevdiklerinden değil, acaba AK Parti’ye
zarar verip Cumhurbaşkanına karşı durabilir miyiz
ideali ile hareket ediyorlar. AK Parti’ye nefretten
başka ideali olmayan bir sınıf türedi maalesef. Daha
ziyade Batı yanlısı, yabancı vakıflar ile de iş tutan,
kendi ülkesinin kültüründen ve gerçeklerinden kopuk ve ülke yönetimine nefret kusan bir sınıf var.
Hükümet aleyhine, Cumhurbaşkanı aleyhine ittifak
kurabileceği kimi bulursa birlikte hareket edecekleri ortak alan üzerinden nasıl zarar verebiliriz diye
düşünen bir sınıf bu. Bu sınıfı bugün HDP kullanır,
MAYIS 2015
25
yarın başkası kullanır, yeri geldiğinde Alman vakıfları
kullanır, yeter ki sizde böyle bir potansiyel olsun.
AK Part 367’den fazla mlletvekl çıkarablr m? AK Part’dek lder değşm oy oranlarında herhang br değşklğe
sebep oldu mu?
Bizim araştırmalarımızda iktidarı değiştirecek bir
tablo gözükmüyor. Özellikle de iktidarı ana muhalefet partisinin girişimlerinin değiştireceği düşünüldüğünde, iktidar değişimi hiç mümkün gözükmüyor.
Böyle bir durum herhalde dünyanın hiçbir seçiminde yoktur. CHP seçim sürecinde oy kaybettiği için
diğer iki muhalefet partisine işi yükleyerek, “siz çok
çalışın, ben iktidara geleyim” mantığı yürütüyor. Şu
an kendi oyumu koruyabilir miyim, koruyamaz mıyım derdinde. HDP barajı aşsa da iktidarı değiştirecek bir durum görünmüyor. Barajla ilgili de partilerin
şöyle bakması lazım; biz önümüzü kış tutalım, yaz
gelirse bahtımıza. HDP barajı aşabilir de, aşamayabilir de ama başta AK Parti olmak üzere siyasi
partilerin hesabı, HDP’nin barajı geçmesi üzerine
yapması lazım.
AK Part’nn yen anayasa ve başkanlık vaadnn seçmendek
karşılığı nasıl olur?
Başkanlık sistemi ve mecliste tartışılan birçok demokratikleşme yasaları toplum içerisinde entelek-
tüel algı gibi duruyor. Sadece yeni anayasada bu
durum farklı, toplumun % 70’i yeni anayasa istiyor.
Bu durumun oy oranına yansıması fazla olmayabilir
ama toplumda bir beklenti var. Mesela yeni anayasa beklentisi AK Parti’de % 85’lere ulaşırken
CHP’de % 56 oranında. Oy oranına az veya çok
yansıyabilir ama yeni anayasa vaadi toplumda karşılık bulmuştur. Nihayetinde toplum değişiyor, dünya değişiyor, bütün devlet yapılanmasının bu düzene ayak uydurması lazım. Bir ülkenin de en temel
kanunu anayasadır. Eğer anayasamız yenilenir ve
çağa uygun hale gelirse, toplum da kendisini daha
hızlı bir şekilde yeniler diye düşünüyorum.
AK Part şmdye kadar katıldığı bütün seçmlerde oy oranını artırdı. Bu seçmlerde AK Part’nn oy oranıyla lgl ne gb br
beklentnz var?
AK Parti’nin şöyle bir şanssızlığı var; 2011 seçimlerinde % 50’ye yakın oy aldı. Bu çok yüksek bir oy oranı.
Onun da geri planında muhtıralar ve diğer partilerin
zayıf tutumları vardı. O çok zirve bir oy oranıydı. Bu
oy oranını tekrarlaması büyük bir başarı olur ama
% 50’ye yakın oy alacağını düşünüyorum. Bugünkü
tabloda AK Parti ve CHP’de bir durağanlık var, diğer
partilerde ise küçük bir oy artışı var. Tabi sahaya
inildiği zaman kampanyalar bunu değiştirebilir.
Sürprz bekledğnz br l var mı? Adaylar açıklandıktan
sonra böyle br tesptnz oldu mu?
Adaylar politikayı büyük illerde çok etkilemiyorlar. Fakat bıçak sırtı yerlerde kamuoyunda sevilen adayların
etkisi olur. Ama Güney Doğu ile alakalı AK Parti ve
HDP adaylarının seçmende memnuniyetsizliğe sebep olduğu yönünde bir algı var. İki parti açısından da
çok iyi hesap edilmemiş gibi duruyor. Mesela Van’da
konuştuğum HDP’li vatandaşlar: “Biz Kürt’üz, partimizi de seviyoruz ama adayları tanımıyoruz ki niye
sevdiğimizi bilelim” gibi bir espri yapmışlardı.
Seçmler öncesnde yaşanan ve yaşanacak provokasyonlar
seçmler nasıl etkler?
Seçimden önce SDE’de seçim riskleri ile ilgili bir
toplantı yapmıştık. O toplantıda konuşulanlar ile
bugün yaşanan provokasyonlar benzer hadiseler;
savcının şehit edilmesi gibi… Bu ülkenin çok enteresan bir konumu var. Dünyada, Türkiye ile ilgili
hesabı olan çok fazla ülke var. Dolayısıyla kaos’tan
26
MAYIS 2015
da her seçim öncesi medet umulur. Biz bugüne kadar şunu gördük; kaos ortamı ve kaos senaryoları
ortalama vatandaşı devlete daha yakın tutuyor. Nihayetinde bir devlet kendi ülkesinde kaos çıkarmak
istemez. Bu ancak kaostan medet uman ya uluslararası müstemleke devletlerin ya da içeride bunların temsilciliğini yapan, uşaklığını yapan insanların
işidir. Cinayetler olabilir, insanlar öldürülebilir ama
nihayetinde bunun seçimleri etkileyecek bir karşılığı
olmuyor, uğraşanlar da boşuna uğraşmasınlar.
Paralel yapı seçmlern neresnde? Bu yapıyı seçmler etkleyecek güce haz görüyor musunuz?
Yerel seçimlerde ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde görüldü ki paralel yapının Türkiye’de seçmen
sayısı olarak veya potansiyel olarak bir karşılığı yok.
Yüzde bir mi yarım mı tartışmaları yapılıyor… Fakat
onlar asıl yetenekli oldukları alana yöneldiler. Diğer
partilere lojistik ve istihbarat desteği vererek, AK
Parti’yi gözden düşürmeye çalışıyorlar. Ben 5-6 yıl
önce bu örgütün insanları itibarsızlaştırma, gözden
düşürme sistemini bildiğini fark ettim. Bu aslında
devletlerin işidir, kimisini yok ederler, kimisini var
ederler, kimisinin itibarını yükseltirler. Bir cemaat
bu itibarsızlaştırma modelini nereden biliyor? Bu bir
modeldir, birikimdir, deneyimdir. Sonradan gördük
ki paralel yapının insanları itibarsızlaştırma veya iti-
bar kazandırma konusunda birlikte çalıştığı başta
İsrail olmak üzere uluslararası güçler var. Paralel
yapı paranoyak ve vehimli bir harekettir. Dünyadaki güç dengelerine bakar, en güçlü kimse dünyada
Allah’a tapmak yerine gider ona taparlar, öyle vehimli ve korkak bir durumları vardır. Şimdi paralel
yapı en yetenekli olduğu itibarsızlaştırma, gözden
düşürme ve ellerindeki devletten çaldıkları bilgiler ile
diğer partilere lojistik destek sağlama alanına yöneldi. CHP ile sıkı ittifak yapıyor fakat ben paralel
yapının HDP’ye oy vereceğini düşünüyorum.
2015 genel seçmnde 2014 yerel seçmlerne yakın br sonuç
beklyor musunuz? 8 Hazran sabahı nasıl br güne uyanacağız?
Toplamda baktığınız zaman büyük bir değişiklik
yok. CHP’nin genel seçim oyları yerel seçimlerden düşük olur, o yüzden bu seçimlerde CHP’nin
oylarında % 4-5 puanlık bir düşüş bekliyorum. AK
Parti’nin yerel seçimlerden biraz daha yüksek %
46-47, MHP’nin yerel seçimlerden daha düşük,
HDP’nin ise yerel seçimlerden daha yüksek oy almasını bekliyorum. Bir önceki genel seçime biraz
daha yakın, yerel seçime göre de CHP’nin daha
çok oy kaybedeceği bir seçim sonucu bekliyorum. Sonuçlar da hareketliliğe sebep olacak konu
HDP’nin barajı aşıp aşmaması.
Çok teşekkür edyoruz bze vakt ayırdığınız çn.
MAYIS 2015
27
İÇ POLİTİKA
maktadır. Ancak bu yapılırken, CHP’nin tarihi, temel
ideolojisi ve dayandığı dar
bir sosyal tabana dair anlamlı bir eleştiri, sorgulama
veya reddediş söz konusu
edilmemekte, bu anlamda
partinin Atatürkçü ideolojisi
muhafaza edilmektedir.
Bu çerçevede gerek parti
adına yapılan açıklamalarda, gerekse de “Yaşanacak Bir Türkiye” başlıklı
2015 seçim beyannamesinde göze çarpan ve “Yeni
CHP”nin söylemlerine yansıyan üç temel özelliğinden
söz edilebilir:
CHP’NİN SEÇİM STRATEJİSİ
HERKES İÇİN BEKLENTİ OLUŞTURMAK
Prof. Dr. Bekir Berat ÖZİPEK*
Akademisyen
C
umhuriyet Halk Partisi (CHP) 2015 Genel
Seçimlerine, öncekilerden farklı bir strateji
ve söylem ile özenli bir siyasal iletişim diliyle
hazırlanmış bir Beyanname ile çıkmaktadır. Bu strateji, aslında CHP’nin son yıllarda içine girdiği imaj
ve söylem değişiminin bir devamı ve sonucu olarak
değerlendirilebilir.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun lider olmasıyla birlikte başlayan ve “Yeni CHP” kavramında somutlaşan deği-
28
MAYIS 2015
şim, partinin temel ilkelerinde ve ideolojisinde anlamlı bir farklılaşma olmaksızın, partinin söylem ve
imajının yenilenmesini ifade etmektedir.
Bu yeni durumda, Cumhuriyetin temel ilkeleri, laiklik ve ulusalcılık temaları geriye itilmekte, din ve
vicdan özgürlüğüne ilişkin hak taleplerinin “irtica”
olarak tanımlanarak “mütedeyyin” kesim doğrudan
hedef alınmamakta veya orduyu göreve çağırmaya ilişkin militarist mesajlara başvurmaktan kaçınıl-
Bu yeni durumda,
Cumhuriyetin temel
ilkeleri, laiklik ve
ulusalcılık temaları geriye
itilmekte, din ve vicdan
özgürlüğüne ilişkin hak
taleplerinin “irtica”
olarak tanımlanarak
“mütedeyyin” kesim
doğrudan hedef
alınmamakta veya
orduyu göreve çağırmaya
ilişkin militarist
mesajlara başvurmaktan
kaçınılmaktadır.
İkili dil: Seçim sürecinde CHP, birbirinden farklı,
hatta karşıt kesimlere aynı
anda hitap etmek ve onların oyunu alabilmek için ikili bir dil kullanmaktadır.
Atatürkçülüğü ve ona dayalı resmi ideolojiyi terk
etmeden aynı anda sosyal demokrat bir dil de kullanmakta, Kürt Sorununa çözümden yana olmakla
ulusalcı duyarlılıkları aynı anda seslendirmekte, din
ve vicdan özgürlüğüne taraftar ve karşıt isimlere
milletvekili listelerinde aynı anda yer vermekte1 ve
iktidar partisinin yeni havaalanı gibi projelerini açıkça reddeden eski CHP’den farklı olarak onlara karşı
çıkmamakta, ama onları reddeden kesimleri de ihmal etmeyen bir dille “yeniden değerlendirmek”ten
söz etmektedir.
Bu ikili dil, ülkenin en temel sorunlarıyla ilgili açık bir
tutum almayarak veya alınan tutumu bir “belirsizlik
perdesi”yle gizleyerek, söz konusu temel sorunla ilgili olarak iki zıt pozisyon alan kesimlerin aynı anda
ikna edilmesine ilişkin stratejinin bir ürünü olarak
değerlendirilebilir. Örneğin seçim beyannamesinde
laiklik ilkesinde CHP açısından yeni bir tanımla, bu
ilke evrensel anlamını çağrıştıracak doğru bir yaklaşımla “devlet tüm inançlara ve bireysel tercihlere
eşit mesafede duracak, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
bu ilke çerçevesinde hareket etmesi sağlanacaktır”,
“zorunlu din dersi kaldırılacaktır” ve “cemevlerini diğer ibadethaneler gibi yasal
statüye
kavuşturacağız”
denmektedir. Bu vaatler
özgürlükçü bir nitelik taşımakta olup, AK Parti’ninkinden daha ileri bir noktayı
ifade etmektedir. Ama aynı
CHP, eski anti-demokratik
ve anti-liberal laiklik anlayışının göstergesi olan “dini
siyasete alet etmeme” kalıbını da tekrarlamakta ve
daha da önemlisi, anayasa
önerisinde din ve vicdan
özgürlüğünü keyfi biçimde
sınırlandırmaya kaynaklık
eden 1982 anayasasının
yasaklama kriterlerini yeni
anayasaya da taşımak istemektedir.2
Kürt Sorunu konusunda da aynı muğlak yaklaşımın
tercih edildiği görülmektedir. Örneğin beyannamede
“Kürt sorunu, birinci sınıf demokrasiyle, daha fazla
özgürlükle ve siyaset yoluyla çözülecektir. Çözüm,
TBMM’de tüm siyasi partilerin katılımıyla, geniş bir
uzlaşı ve mutabakatla sağlanacaktır. Atılacak adımlarda hukuk kurallarının bağlayıcılığı gözetilecek ve
kamu vicdanının yaralanmasına izin verilmeyecektir”
denilmektedir. Ama sorunun hem daha fazla özgürlükle çözüleceğini söylemek, hem de buna TBMM’de
tüm partilerin, bu kapsamda doğal olarak MHP’nin
de katılımıyla mutabakat şartı koymak, aslında çözüm konusunda sorumluluğu MHP’ye yıkarak eski
pozisyonunu korumaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Özellikle MHP’nin anadilde eğitim ve
vatandaşlık başta olmak üzere, çözüm için zaruri
olan sivil ve siyasi haklara itiraz edeceğini öngörmek
güç değildir. Öte yandan “atılacak adımlarda hukuk
kurallarının bağlayıcılığının gözetileceği”ne ilişkin
vurgu da, bu hukuki çerçeve ile çözümün mümkün
olamayacağı göz önüne alındığında, olası bir iktidar
durumunda herhangi bir köklü adım atmamanın
peşin mazereti olarak okunmalıdır. “Kamu vicdanını
MAYIS 2015
29
yaralaması”ndan söz edilmesi de aynı bilinçli belirsizlik dilinin bir örneğidir. Burada kamu vicdanını yaralayacak olan nedir? Kürtlere iade edilecek haklar
mı, yoksa bu hakların yeterince tanınmaması mı?
Atılacak adımların buna izin vermeyeceği söylendiğine göre ilki doğru olmalıdır.
Abartılı ekonomik vaatler: Beyannamede,
emeklilere dini bayramlarda birer maaş ikramiyeden
asgari ücreti net 1.500 TL yapmaya, 437 TL’lik 65
yaş aylığını 900 TL’ye çıkarmaktan imar affına, genç
girişimcilere verilen şirket kredilerine özel teşvikler
sağlamaktan işsizlik sigorta fonundan yararlanmayı yarı yarıya kolaylaştırmaya, 800 bin işsizi asgari
ücret karşılığında ödeme alacakları 9-12 aylık eğitim programlarına yerleştirmekten mazotun litresini 1,5 TL’ye düşürmeye, tarım sektöründe çalışanların sosyal güvenlik primlerini 30 yaşına kadar
Hazine’den karşılamaktan yeni iş kuracak kadın
girişimcilere faturalı harcamaları karşılığında 33 bin
TL’si avans olmak üzere 88 bin TL hibeye kadar
ciddi bir kaynak gerektiren uzun bir vaatler listesine yer verilmektedir. Beyannamede, öğrencilerin
askerlik hizmetlerini yaz tatillerinde üçer aylık dönemler halinde tamamlayabilmesini sağlamak veya
yurtdışında alınan “askerlik yapamaz” belgesinin
Türkiye’de de geçerli sayılmasından altı aylık mama
ve bebek bezinden oluşan “bebek sandığı”na ve
yerel düzeyde “Emekli Meclisleri”nin kurulmasına
30
MAYIS 2015
kadar çok sayıda vaatte somutlaştığı üzere
hiçbir kesimin unutulmadığı görülmektedir.
Ancak bu vaatlerdeki
zenginlik, çeşitlilik ve
yer verilen geniş alan
ölçüsünde, bütün bu
vaatlerin karşılanması
için gereken kaynaklarla ilgili bir bölüme yer
verilmediği görülmektedir. Seçmenin bu kadar
ayrıntılı biçimde anlatılan ve büyük miktarlarda ayrılacağı önerilen
kaynağın nasıl sağlanacağı konusunda aynı şekilde ayrıntılı bilgi sahibi
olmasının ihmal edilmiş olması önemli bir eksikliktir.3
Yabancı düşmanlığı ve mültecilerin hedef alınması: CHP’nin bu seçim sürecinde sıklıkla kullandığı ve bütün politik tartışmaların ötesinde endişe
verici olan stratejisi, ülkedeki Suriyeli sığınmacılara
yönelik ayrımcı önyargı ve nefrete seslenmesi ve
onu çoğaltmasıdır. MHP dâhil hiçbir siyasi parti,
“1,5 milyon Suriyeliyi almak vatana ihanettir” diyen
Kılıçdaroğlu kadar ayrımcı bir dil kullanmamıştır.
Özellikle bu vaatlerini nasıl karşılayacağına ilişkin
genel eleştirileri cevaplarken emeklilere verilebilecek çift maaşın kaynaklarından biri olarak “2 milyon
Suriyeliye 5.5 milyar dolar para buluyorsun” diyerek, toplumun bir kesimini mültecilerle karşı karşıya
getiren bir dil kullanması, “Ben Suriyelileri göndereceğim dedim, vay efendim sen nasıl gönderirsin”
diyerek bunu tekrarlaması, Kılıçdaroğlu CHP’sini
Avrupa’daki aşırı sağ partilerle aynı siyasi tavır ve
söylem kümesinde değerlendirmeyi mümkün kılmaktadır. CHP liderinin “Suriyeli kardeşlerimizi de
geri göndereceğiz. ‘Kusura bakma’ diyeceğiz. Git
kendi ülkene. Her insan doğduğu toprakta mutlu
olur” şeklindeki sözleriyle Ermeni Tehcirinin 100. yılında yeni bir tehcir vadetmesi, İttihat Terakki-CHP
siyasi geleneği ve çizgisinin sürekliliğini göstermesi
bakımından anlamlı olup, “yeni CHP” iddialarının
geçerlilik düzeyinin ne kadar düşük olduğunu da
göstermektedir.
“Yeni CHP”nin farklı duyarlılık ve siyasi tutumları
aynı anda kazanmaya ilişkin söylemleri, eskisinden
farklı olarak bu partinin başarılı bir siyasal iletişim
stratejisiyle hareket ettiğini düşündürmektedir. Sığınmacılarla ilgili olarak tercih edilen dilin, toplumda o insanlara yönelik ayrımcı önyargının düzeyi ve
onun sağlayacağı oya ilişkin kamuoyu yoklamalarına dayanıyor olması da mümkündür.
Dipnotlar
Örneğin, bir yandan İslami görüşleriyle tanınan ve doğal olarak başörtüsü yasağına karşı olan Mehmet
Bekaroğlu’na, diğer yandan 28 Şubat sürecinde başörtülü kadınlara yönelik ihlal üreten yasaklamalarda
ifadesini bulan faşizan laikliğin savunucularından Şanal Saruhan’a milletvekili listelerinde yer verilmektedir.
Bekaroğlu’nun seçilmesi kolay olmayan bir sıradan, ama
Saruhan’ın Kemal Kılıçdaroğlu’nun da önünde 1. sıradan aday gösterilmiş olması, bu süreçte hangi duyarlılığın daha gerçek veya sahici olduğuna bir karine olarak
Bu anlamda, özünü koruyan ama formunu revize
değerlendirilebilir.
etmiş olan bir siyasi partiyle karşıya olduğumuz 2 TBMM’nin Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun hazırladığı
“Anayasa Taslak Metni”ndeki CHP önerisi, 1982 Anayasöylenebilir. Eski CHP, diğer milliyetçi partilerin
sasının bir dizi ihlal üreten ve hukuki bir anlam ifade edekaba ve vülger ayrımcılığından çok daha ince ve
meyecek ölçüde muğlak ifadelerle dolu olan bu maddeyi, yeni anayasada da şu bölümüyle muhafaza etmeyi
sofistike bir ayrımcılığı temsil ediyordu. Dersim’de
öngörmektedir: “Din, vicdan, inanç ve ibadet özgürlüğü,
anaları ağlatan devlet pratiği, 2000’li yıllarda bu pardevletin sosyal, ekonomik, siyasal veya hukuki temel düti tarafından, MHP’ninkinden farklı olarak çok daha
zenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya
siyasal veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla
ince ve diplomatik bir dille, çözüm diye sunulabilikullanılamaz. Kimse dini veya dini duyguları ya da dince
yordu. Ancak insan haklarına aykırılık bu diplomakutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanatik zarafete rağmen nispeten görünür durumdaydı.
maz. Bu fıkraya ilişkin yaptırımlar kanunla düzenlenir.”
Bugün ise Kemalizm’in mağduru bir kimlikten gelen 3 Eğer bütün bunlar için kullanılacak kaynak “yolsuzlukları
engelleyeceğiz ve paramız olacak”tan ibaret değilse, bu
Kılıçdaroğlu’nun liderliğinde, bu nispi görünürlüğün
kaynak iktisadi anlamda başlıca
daha da azaldığı, demokiki biçimde sağlanabilir: Üretilen
milli gelir pastasından bir kesirasi mesajlarının daha çok
Son dönemde
me ayrılan dilim artırılarak veya
verildiği ama sığınmacılara
pasta büyütülerek. CHP’nin bu
Türkiye’nin geride
yönelik yaklaşımda da beiki konuda da suskun kalmasının
anlaşılır bir durumu ifade ettiğini
lirginleştiği üzere eski zihnibıraktığı düşünülen
tespit etmek mümkündür. Çünyet ve tutumun da perdenin
kü eğer birinci yol seçilecekse,
seçim
ekonomisi
ve
arkasından zaman zaman
yani milli gelir pastasından bir
kesime ayrılan dilim artırılacaksa,
bu kapsamda gerçekle
başını uzattığı bir durum
bu durumda başka bir kesimin
söz konusudur. Son döpayı azaltılacak demektir. Örbağlantısı olmayan
nemde Türkiye’nin geride
neğin eğitime ayrılan dilimin arSüleyman Demirel ve
tırılması tarım sektörü pahasına
bıraktığı düşünülen seçim
olmayacaksa hangi sektör veya
ekonomisi ve bu kapsamCem Uzan tarzı seçim
kesim aleyhine olacaktır? Seçim
beyannamesinde bundan bahda gerçekle bağlantısı olvaatlerinin belirgin
sedilmesini beklemek anlamlı
mayan Süleyman Demirel
değildir. Eğer ikinci seçenek söz
biçimde CHP’de nüksetmiş
ve Cem Uzan tarzı seçim
konusuysa, yani pasta büyütülecekse, bu kez bunun iktidarın
vaatlerinin belirgin biçimde
olması da ayrı bir soruna
“neo liberal” olarak eleştirilen
CHP’de nüksetmiş olması
ekonomi politikasından başka
işaret
etmektedir.
da ayrı bir soruna işaret ethangi yöntemle yapılacağının
izah edilmesi ve aynı anda bu
mektedir.
kadar geniş bir yeniden-dağıtımcı politikayla büyümenin nasıl entegre edileceğinin gösTarihi tecrübe, toplumun tüm kesimlerini aynı anda
terilmesi gerekir ki böyle bir çaba öteden beri yoktur.
memnun etmenin imkânsızlığına ve ortalama insanın akıl ve vicdan sahibi bir varlık olarak, kolayca
ikna olamayacağına işaret ediyor.
1
* İstanbul Ticaret Üniversitesi öğretim görevlisidir. Ağırlıklı
olarak çağdaş siyasi teoriler, insan hakları ve ifade özgürlüğü
alanında çalışmalar yapmaktadır.
MAYIS 2015
31
İÇ POLİTİKA
Kuvvetleri Komutanı E. Org. Aytaç Yalman, “Balyoz
diye bir planı hiç duymadık.” dediler. Yeni bilirkişi
heyeti de davadaki dijital verilerin “sahte” olduğu
yönünde rapor hazırladı.
Balyoz Mu Kumpas Mı?
BALYOZ’A BERAAT
VESAYET SiSTEMi BiTTi Mi?
Aydın BOLAT
SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı
Balyoz’a Beraat
A
nayasa Mahkemesi’nin verdiği “Hak İhlali” kararının ardından tahliye edilen 236 tutuksuz sanığın yeniden yargılandığı Balyoz
Davasında, Anadolu 4. Ağır Ceza Mahkemesi tüm
sanıkların beraatına karar verdi. Davaya konu dijital verilerin sahte olduğunun anlaşıldığını belirten
mahkeme, sahteciliği yapanlar hakkında suç duyurusunda bulundu. Davada beraat edenler arasında
eski 1. Ordu Komutanı E. Org. Çetin Doğan, eski
Hava Kuvvetleri Komutanı E. Org. Halil İbrahim Fırtına, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı E. Oramiral
32
MAYIS 2015
Özden Örnek, Gen. Kur. eski 2. Bşk. E. Org. Ergin
Saygun, E. Org. Bilgin Balanlı, MHP İstanbul Milletvekili E. Korg. Engin Alan, CHP Milletvekili Adayı E.
Kur. Alb. Dursun Çiçek de bulunuyor.
Temyiz Hakkı Saklı!
Ancak Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı adına
Başsavcıvekili Mehmet Aydın ve Başsavcıvekili Abdurrahman Üşenmez, beraat kararı veren Anadolu
4. Ağır Ceza Mahkemesi’ne karara ilişkin temyiz
incelemesinde bulunulacağını belirterek: “Usul ve
yasaya aykırı hususları içermesi nedeniyle, kararın
bozulması için temyiz yoluna gidilecektir. Gerekçeli
kararın yazılmasından sonra, dosyanın Başsavcılığımıza gönderilmesi kamu adına talep olunur.” denildi. Mahkeme gerekçeli kararı yazıp Başsavcılığa
gönderdikten sonra, Başsavcılık temyiz talebinden
feragat edebilir ya da gerekçeli temyiz dilekçesi
sunabilir ve Yargıtay yolu açılır. Yargıtay incelemesinde beraatın onanması yönünde bir karar verirse
karar kesinleşir, değilse başa dönülür. Yani Balyoz
Davasında beraat kararı henüz kesinleşmemiştir.
Balyoz Davası Süreci
“Balyoz”, 2003 yılının Mart ayında 1. Ordu Komutanlığında dönemin hükümetini devirmek için hazırlandığı iddia edilen askeri darbe planıydı.
20 Ocak 2010 tarihinde Taraf gazetesinde yayımlanan “Balyoz Harekât Planı” haberi üzerine başlatılan soruşturma sonucunda 361 sanık yargılandı,
sanıklardan 237’si Eylül 2012’de toplam 3 bin 904
yıl hapis cezasına çarptırıldı. Mahkûmiyet kararları
Yargıtay’da onanan sanıklar, bireysel başvuru hakkından yararlanarak Anayasa Mahkemesi’ne gitti.
Anayasa Mahkemesi 18 Haziran 2014 tarihinde,
Balyoz Davasında dijital deliller ve tanık dinlenmesi
konusunda hak ihlali olduğuna karar verdi. Bütün
sanıklar ardı ardına tahliye edildiler.
Anadolu 4. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen yeniden yargılamada tanık olarak dinlenen dönemin
Genel Kurmay Başkanı E. Org. Hilmi Özkök ve Kara
Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan yaptığı açıklamada, “Milli orduya kumpas kuruldu.” dedi. Akdoğan, 24 Aralık 2013 günü Star Gazetesi’ndeki köşe
yazısında, “Millet; kendi ülkesinin milli ordusuna,
milli istihbaratına, milli bankasına, milletin gönlünde
yer edinen sivil iktidarına kumpas kuranların bu ülkenin hayrına bir iş yapmış olmayacağını çok iyi bilir.
Amaca ulaşmak için her yolu mübah görenlerin nasıl hastalıklı anlayışlar ürettiğini çok iyi bilir.” ifadesini
kullanmıştı. Akdoğan’ın “kumpas” açıklaması farklı
boyutlarda tartışılırken, yolsuzluk iddialarıyla da birlikte hızlı gelişmeler yaşanmıştı. Hükümet, HSYK
başta olmak üzere yargıda ciddi yasal değişiklikler
gerçekleştirmiş ve ÖYM’leri de kapatarak yetkilerini
ceza mahkemelerine devretmişti.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yakın bir
tarihte Harp Akademileri Komutanlığı’nda komuta
kademesinin ve kurmay subayların katıldığı toplantıda yaptığı konuşmada: “Suçluyla suçsuzun, gerçekle yalanın, doğruyla yanlışın aynı torbaya konularak yürütüldüğü bu operasyonlarla, şahsım başta
olmak üzere, tüm ülke yanlış yönlendirildi, aldatıldı.
Kurumlarımızın içinde örgütlenmiş, güçlü medya
desteğiyle teçhiz edilmiş bir yapının, Türkiye’yi ele
geçirmek için yürüttüğü bir kumpasa, bir darbe teşebbüsüne hep birlikte maruz kaldık. Samimiyetle ifade ediyorum; eski Genelkurmay Başkanımız
başta olmak üzere, birlikte mesai sarf ettiğim için
yakından tanıdığım pek çok komutanın tutuklanmasına şahsen gönlüm hiçbir zaman razı olmadı.
Tereddütlerimi, itirazlarımı o dönemde bu işin sorumlularına ifade ettim, hatta kamuoyu önünde
de dile getirdim. Ama o zaman önümüze konan,
ancak çoğunun sahte ve çarpıtılmış olduğu daha
sonra ortaya çıkan belgeler, bilgiler karşısında hukuka saygı gereği, yapacak bir şeyimiz kalmadı. Bu
süreçte, Başbakan ve Hükümet olarak bizim de
Genelkurmay Başkanımızın ve Türk Silahlı Kuvvetlerimizin de hukuk devleti ilkesine saygının gereğini yerine getirmek dışında bir duruşumuz olmadı.
Uzun süredir temkinle yaklaştığım, faaliyetlerini
takibe aldığım bu yapı, biliyorsunuz, 17-25 Aralık
2013’te doğrudan hükümeti devirmeye ve adeta
MAYIS 2015
33
Türkiye’ye topyekûn el koymaya yönelik bir teşebbüse girişti. Yolsuzluk kılıfı altında başlattıkları bir
operasyonla, şahsımla birlikte ülkemizin tüm milli
kurumlarını, milli projelerimizi hedef aldılar. Milletimizin desteğiyle bu teşebbüsü akamete uğrattık.
Türkiye için bir tehdit olarak değerlendirdiğimiz paralel devlet yapılanmasına karşı süratle gerekli tedbirleri almaya başladık. Bu meseleyi Milli Güvenlik
Kurulumuzun da takibine aldık.
Tüm kurumlarıyla devlet olarak bu konuda kararlı
bir duruş içindeyiz. Milletimiz de, gerek mahalli seçimlerde, gerekse Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde
ortaya koyduğu iradeyle bu konuda devletinin yanında olduğunu gösterdi. Hukuk devlet sınırları içinde, kararlılıkla, azimle bu yapının üzerine gidiyoruz,
gitmeye devam edeceğiz.
Geçmişte hangi sıkıntıları yaşamış olursak olalım,
T.C. Devletinin “Demokratik, laik, sosyal bir hukuk
devleti” vasıflarından asla taviz vermeyeceğiz. Türkiye, demokrasi ve insan hakları yolundaki mücadelesinden asla vazgeçmeyecek. Vatandaşlarının
inanç özgürlüklerinin teminatı olan laiklikten asla
geriye gitmeyecek. Sosyal devlet ilkesinin gereği
olarak tüm vatandaşlarının refahtan pay almasını
sağlamaya devam edecektir.” dedi.
Bir tarafta 1. Ordu karargâhında 5-7 Mart 2003 tarihinde icra edilen Balyoz Plan Semineri’nin bir darbe
hazırlığı ve provası olduğu yönünde iddia var. Diğer
tarafta Balyoz Davası üzerinden orduya kumpas
kurulduğu, aslında TSK’nin yıpratılarak, zayıflatılmasının amaçlandığı iddiası…
TSK’nin geçmişteki sicili, bu tür darbe iddiaları ortaya çıktığında bunların ciddiye alınmasını haklı kılıyor. 27 Mayıs 1960, 9 Mart-12 Mart 1971, 12 Eylül
1980, 28 Şubat 1997 darbeleri, sayısız müdahale
ve muhtıralar bunun acı örnekleridir. İçerisindeki yapısal bir zarfla darbeci geleneği hep yaşatmış cunta
oluşumlarına, muhtıra heveslerine, demokrasiye ve
siyasete müdahale çabalarına yakın tarihimiz maalesef defalarca şahit olmuştur.
Sahiciliği kimse tarafından tartışılmayan ses kayıtları ve resmi yazışmalar Balyoz Plan Semineri’nin
bir darbe hazırlığı olduğu konusunda ciddi şüpheler uyandırıyor. Plan seminerindeki üslup ve bazı
konuşmalarda kamu hizmetinde olanların uyması
gereken demokratik terbiyeyle ilgili çok problemli
durumlar var. Seçilmiş siyasi otoriteye ve hükümete
34
MAYIS 2015
Balyoz davasıyla anlaşıldı k;
bazıları abartıldığı kadar güçlü
değlmş. Bazılarının amacı
demokras değl kend gücünü
pekştrmekmş. Brlernn
her türlü krl çamaşırı ortaya
dökülünce gerçek kmlkler fşa
oldu. Ülkenn hal pür mealnn
özet de resmedlmş oldu.
karşı saygısızlık, görevi kötüye kullanmak, işgüzarlık, emirlerin uygulanmaması, itaatsizlik, durumdan
vazife çıkarmak ne ararsan var… Askeri yetkililerin
hükümet otoritesine yönelik saygısız dil kullanmaları, emir komuta sorunu, orgeneral düzeyinde disiplinsizlik sorunu var.
Plan seminerini organize eden bazı komutanların iyi
niyetli olmadıklarını gösteren önemli ifade ve çabalar sezilebiliyor. Ancak askeri hiyerarşi ve emir komuta gereği plan seminerinde bulunan çok masum
askerler de var.
Bir de dijital deliller var... Hepsi dijital ortamda üretildiği iddia edilen, hemen hemen hiç birisinde ıslak
imza olmayan belgeler… İşte bu belgeler üzerinden
TSK’ya kumpas iddialarını güçlendiren çok ciddi
çelişkilerden söz ediliyor. Sahte oldukları söylenen
bu dijital delillerle birlikte, kumpasın görünen tarafında; mahkeme heyeti, soruşturma savcıları, tutuklama yapan hâkimler, polis fezlekelerini hazırlayanlar, aramaya katılan polisler ve TÜBİTAK bilirkişileri
var deniliyor. Kumpasa kamuoyu yaratmak için çabalayan gazeteler, gazeteciler…
Arka planda ise yabancı istihbarat örgütleri, cemaatin ileri gelenleri, belki bazı siyasiler… Hatta ABD
derin devleti, yani CIA’dan bahsediliyor. 1 Mart
tezkeresi nedeniyle TSK’yi cezalandırmak istemesi
olasılığı ve Yeni Orta Doğu’yu şekillendirirken mıntıka temizliği yapmak ihtiyacı v.s.
Balyoz Darbesi mi, kumpas mı? Belki biraz Balyoz,
biraz kumpas… Yani darbe hazırlığı çabası da var,
onu istismar ederek kumpas kurmak da… Çünkü
yeni bir vesayet ihya edebilmek için var olan vesayet gücünü etkisizleştirmek gerekli görülmüş. Aslında; çok haklı ve herkes tarafından kolayca kabul
görecek “darbe” iddiasıyla orduya kumpası kamufle
etmek; yine çok haklı ve savunulamayacak “yolsuzluk” iddiasıyla hükümete darbeyi gizlemek istediler.
İşte bu süreç paralel yapıya devlete sahip olmanın
yolunu açacak operasyondu.
Balyoz’a Beraat Kararına Tepkiler…
Genelkurmay Başkanlığı’ndan, beraatla sonuçlanan
Balyoz Davasına ilişkin yapılan yazılı açıklama şöyle:
“Kamuoyunda “BALYOZ DAVASI” olarak adlandırılan, çeşitli sahte delillerin kullanıldığı ortaya çıkan ve
süreç içerisinde Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarını
derinden üzen bu dava beklediğimiz şekilde beraat
ile sonuçlanmıştır.
Türk Silahlı Kuvvetleri olarak; hukukun üstünlüğüne
saygının gereği ve adil yargılanma ilkesi çerçevesinde, söz konusu yargılamanın hakkaniyete uygun
neticeleneceğine olan inancımız sürekli olarak muhafaza edilmiş, verilen karar ile birlikte bu yöndeki
inanç ve beklentilerimizin haklılığı ortaya çıkmıştır.
Yaptığımız suç duyuruları kapsamında, etkili ve süratli
soruşturma yapılarak silah arkadaşlarımızı, ailelerini
ve Türk Silahlı Kuvvetlerini derinden yaralayan kişilerin tespit edilerek, adil bir yargılama sonucunda hak
ettikleri şekilde cezalandırılmaları beklenmektedir.”
Balyoz Davasında net bir tutum takınmadığı için
eleştirilere hedef olan Eski Genelkurmay Başkanı
Emekli Orgeneral Hilmi Özkök, söz konusu davada mahkemenin tüm sanıklar için beraat kararı vermesinden çok büyük mutluluk duyduğunu söyledi.
Özkök, “En samimi duygularımla şunu söylemek
isterim ki, çok mutluyum” dedi.
Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ, gazetecilerin, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın,
Harp Akademileri Komutanlığı’nda yaptığı konuşmada, “Kurumlarımızın içinde örgütlenmiş bir yapı-
MAYIS 2015
35
İÇ POLİTİKA
nın yürüttüğü bir kumpasa hep birlikte maruz kaldık” açıklamasıyla ilgili soruyu yanıtladı. Türkiye’de
söylenen sözlerin artık fazla önemi ve değeri olmadığını düşündüğünü belirten Başbuğ; “Önemli olan
bu sözlerin arkasında hareket, eylem ve fiillerin olması... Sadece sözler bir şey ifade etmiyor. Ayrıca
bu bütün yaşananlar, Türk milletinin gözü önünde
yaşandı. Türk milleti her şeyi gördü. Ben Türk milletine güveniyorum. Her şeyi, yaşananları en iyi şekilde değerlendireceğine yürekten inanıyorum” dedi.
Başbakan Davutoğlu da Balyoz Davası beraatı kararı üzerine; “Kumpas olması bazı unsurların masum
olduğu anlamına gelmiyor. Bu ülkede e-muhtırayı
biz yaşadık.” dedi.
TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Burhan Kuzu da başka herhangi bir delil ortaya çıkmadığı takdirde Balyoz Davasının bittiğini belirtti. Kuzu,
Balyoz Davası’na ilişkin verilen tezat kararların halkın yargıya olan güvenini sarstığını belirterek, “hukukçu olarak ortada kalıyoruz” dedi. “Elbette ki bu
insanların yatmış olması bizi sevindirmez. Mantık,
adalet yerini bulsun. Bir hukukçu olarak dehşete
düşüyorum. Ağırlaştırılmış müebbet, müebbet vs.
tonlarca ceza yağıyor, arkasından başka bir mahkeme geliyor “beraat” diyor. Şimdi hangisi doğru
bunların? Hukukçu olarak ortada kalıyoruz. Hapis
mi doğru, bu mu doğru? Böyle olunca da milletin
adalete güveni sarsılmış oluyor. Tamamı mı suçlu, tamamı mı suçsuz? Bunlar nasıl ayıklanacak?
2010’da getirdiğimiz AYM’ye bireysel başvuru sayesinde bu adamlar önce tahliye oldular şimdi de
beraat ettiler…” dedi.
Sonuç: Beraat Ettiniz Ama Hepiniz Masum
Değilsiniz!
Balyoz Davası, Ergenekon Davası, Casusluk davaları ve diğerleri ülke ve toplum açısından bir hayal
kırıklığı olmamalıdır. 27 Mayıs ihtilalini, 12 Mart ve
12 Eylül’ü, 1993 örtülü darbesini ve 28 Şubat müdahalesini, 27 Nisan e-muhtırasını yaşamış bir millet olarak ümitlenmiştik. Davalar başladığında diğer
NATO müttefikleri gibi gladio yapılarından bir arınma
ve güçlü-ileri demokrasiyi kurmamız için gerekli “iç
hesaplaşma” ve bir “yüzleşme” gerçekleştirebileceğimiz beklentisi vardı. Vesayet sistemini bitirmek
şansı doğmuştu. Ancak Gladio’dan Neo-gladio’ya
geçileceğini kimse hesaplamamıştı. Yani bir vesayetten başka bir vesayete kapılmak hesapta yoktu.
36
MAYIS 2015
Balyoz dâhil derin davalar “eski Türkiye’nin”, Kemalist statükonun tasfiyesi, bürokratik vesayet rejiminin son bulması ve darbelerin mahkûm edilmesinin
sembolü idi.
MAKBUL TÜRKLER’İN,
MAKBUL KÜRTLERLE
Paralel yapı; darbelerle, askeri vesayetle ve statükoyla mücadele sürecini yeni bir vesayet odağı inşa
etmenin imkânı olarak istismar etti. Derin vesayet
rejimini tasfiye etme çabasına, siyaseti ve devleti dizayn etme ihtirası galebe çaldı. Geciktirilen, bulandırılan, sahteciliklerle hedefinden saptırılan adalet
zulüm oldu ve hak tecelli etmedi. Önce tahliyeler
şimdi de beraat kararları; bu davaların yanlışlığından, haksızlığından, yersizliğinden ve temelsizliğinden değil, paralel yargının dava sürecindeki hukuk
ihlallerinden, maksatlı hatalar, yanlışlar ve aksaklıklarından kaynaklandı. Bu davalar aslında haklı ve
doğru zemindedirler. Sonuçta beraat kararları kesinleşmiş de değildir. Beklenti şudur: Usül hataları,
hak ihlalleri ve mağduriyetler hukuk içinde giderilsin
ama darbe suçluları da cezasız kalmasın.
ATEŞTEN iMTiHANI
Paralel yargıya yönelik tepki ve tedbirlere sığınılarak
bu derin davalar çökertilmemeli, içleri tamamen boşaltılmamalı, aklanmamalı ve cezasız bırakılmamalıdır. Aksi halde millet vicdanı yaralanır, değişim iradesi
sarsılır, iç ve dış riskler harekete geçer, yazık olur.
Gelinen bu aşamada herkesin ciddi bir özeleştiri
yapma sorumluluğu vardır. Ordu, siyaset, devlet
ve kişilerin yaşanan sürecin muhasebesini yaparak
dersler çıkarması gerekmektedir. Hukuksuzluk, delilsizlik ve hak ihlalleri üzerinden işleyen süreçlerin
devlete, millete, hukuka ve demokrasiye katkısı olamaz. Gerçek bir hukuk devletine ulaşmak istiyorsak
her şeyi demokrasi ve hukuk zemini üzerinde gerçekleştirmek sorumluluğu vardır.
Balyoz Davasıyla anlaşıldı ki; bazıları abartıldığı kadar güçlü değilmiş. Bazılarının amacı demokrasi değil kendi gücünü pekiştirmekmiş. Birilerinin her türlü
kirli çamaşırı ortaya dökülünce gerçek kimlikleri ifşa
oldu. Ülkenin hali pür mealinin özeti de resmedilmiş
oldu.
Son söz:
Kuruların yanında yaşların yanmadığı, yaşları kurtarmak için kuruların da korunmadığı, adaletin ve
hukukun tecelli ettiği adil bir Türkiye, Yeni Türkiye
umuduyla…
Orhan MİROĞLU
SDE Tarih ve Toplumsal Hafıza
Araştırmaları Programı Koordinatörü
A
teşten imtihanı diyorum çünkü, Türkiye’nin
siyasi tarihi boyunca pek denenmemiş bir
şey, 7 Haziran seçimlerinde deneniyor.
sonra da, çözüm gelip kapıya dayandığında, halkın
inkâr sürecine karşı toplumsal tepkileri arttığında,
bu sorunu, şiddetle buluşturdu.
Makbul Türkler, Makbul Kürtlerin sandalına binerek
nehri geçmeye çalışıyor. Makbul Türkler, cumhuriyet döneminin ayrıcalıklı kesimiydi. Cumhuriyet’in
kuruluşundan başlayarak oluşturdukları iktidar biçimi, özü itibariyle patrimonial (babadan kalma) bir
iktidar biçimiydi. Bu iktidar biçimi, Türkiye’ye pahalıya patladı. Bu iktidar biçimi inkâr ve yok sayma
politikalarını hayata geçirerek, Kürt sorununu üretti,
12 Eylül 1980 sonrası dönemde devletin şiddeti
kendi karşıtını üretti ve siyasetin belirlendiği alan,
hem devlet hem örgüt tarafından yaklaşık otuz yıl
boyunca silahların ve şiddetin gücüyle belirlenen bir
alan oldu.
AK Parti iktidarıyla beraber, inkâr süreci bitti, devlet,
Kürt taleplerini şiddetle bastırma alışkanlığını terk
MAYIS 2015
37
Makbul Türkler, Makbul Kürtlern sandalına bnerek nehr geçmeye çalışıyor.
Makbul Türkler, cumhuryet dönemnn ayrıcalıklı kesmyd. Cumhuryet’n
kuruluşundan başlayarak oluşturdukları ktdar bçm, özü tbaryle patrmonal
(babadan kalma) br ktdar bçmyd. Bu ktdar bçm, Türkye’ye pahalıya
patladı. Bu ktdar bçm nkâr ve yok sayma poltkalarını hayata geçrerek,
Kürt sorununu ürett, sonra da, çözüm gelp kapıya dayandığında, halkın nkâr
sürecne karşı toplumsal tepkler arttığında, bu sorunu şddetle buluşturdu.
etti. Ama bu defa da HDP/PKK’yle tanımlanan siyaset, 90’lı yılların yöntem ve araçlarıyla hareket etmeye, şiddet alanını boşaltan devletin yerini almaya
başladı.
Mardin’deyim ve milletvekili adayı olarak seçim çalışmalarını aday arkadaşlarımla beraber sürdürüyorum. İlçe başkanlarımızı dinlerken, içime ağır bir hüzün oturuyor. Kızıltepe ilçe örgütümüz, sonuncusu
6-7 Ekim olaylarında olmak üzere tam üç kez yakılıp
yıkılmış. Bu sadece bir örnek…
Durum diğer yerlerde de farklı değil. Partili arkadaşları dinlerken, aklıma 90’lı yıllarda yakılıp yakılan
HEP/HADEP binaları, bombalanan genel merkezler
geliyor. Bu yüzden geçen hafta yazdığım yazı, ‘AK
Parti, 90’lı yılların HEP’i gibi’ başlığını taşıyordu.
HEP ve daha sonra kurulan partiler, 90’lı yıllarda,
diğer partilere göre, nasıl ki eşitsiz ve dezavantajlı
olarak seçime giriyorlardıysa, AK Parti de aradan
geçen bunca yıldan sonra aynı dezavantajlarla seçime giriyor.
Kırsal alanda çalışmak yer yer imkânsız, gidilebilen
köylerin çoğu, korucu ya da PKK’ye boyun eğmemiş, nüfuslu ailelerin köyleri. Bazı ilçelerde parti flaması ve bayraklarıyla dolaşmak göze alınamayacak
kadar riskli bir şey.
Mardin Kadın Kollarından bir arkadaşımız, tamamen güvenlik nedeniyle parti sembolleriyle giydirilmiş araç istemiyordu!
Bölgede adıyla sanıyla maruf yeni bir sınıf, adına rahatlıkla ve tereddüt etmeden ‘Makbul Kürt’ diyebileceğimiz yeni ve muktedir bir sınıf var. Bu sınıf, bölgede devletten sonra en büyük işveren olan HDP’li
belediyelerden besleniyor. Kendisi dışındaki Kürt’ü,
38
MAYIS 2015
ötekileştiriyor. Kürtleri ikiye ayırmak mümkün: ‘Makbul Kürtler’ ve her bakımdan ötekileştirilen, Kürtlükleriyle alay edilen, baskılanan Kürtler… Gri bölgede
kalanlar ise, ulusal bir psikolojinin yarattığı mahalle
baskısıyla susturulmuş vaziyette.
‘Makbul Kürtler’in yönettiği, ama tabanı önemli
oranda savaş mağdurları kitlesinden oluşmuş HDP,
baraja rağmen ve kanaatimce kendi zeminini feda
etmek pahasına, seçimlere, ‘Makbul Türkler’in çıkarları doğrultusunda giriyor. Seçim beyannamesi
iktidarını kaybetmiş ‘Makbul Türklerin’ yani bir zamanların makbul vatandaşlarının hassasiyetleri düşünülerek kaleme alınmış.
‘Suriye iç savaşının sona ermesi için’ çalışacakmış
HDP, ama bu arada İsrail’in katliamlarını da durduracakmış. İsrail’in yaptığı katliam, ama Esat’ın
yaptığı değil! Esat’a hiçbir şekilde toz kondurmayan HDP, aslında sadece CHP’nin değil, Doğu
Perinçek’in seçmenine de göz kırpıyor sanki!
Haziran seçimleri öyle görülüyor ki, ‘Makbul Türklerle’
‘Makbul Kürtler’in AK Parti’ye karşı son bir siyasi
şans olarak kucaklaşmayı denediği bir seçim olacak.
Bu kucaklaşmanın, bir üst aklın marifetiyle, bir siyasi
tasarı olarak hesaplanıp hayata geçirildiğinden hiç
şüphe yok. Dolayısıyla şu bir gerçek ki, HDP’nin seçimlere parti olarak girmesi, Kürt Sorunu ve Çözüm
Sürecinin bir ihtiyacı olarak değil, iktidarı kaybetmiş
‘Makbul Türkler’in bir ihtiyacı olarak kurgulandı.
Türkiye’nin ‘Makbul Vatandaşı’ olan beyaz Türkler,
iktidarlarını kaybettiler. CHP iktidara taşınamadı. Teşebbüsün ötesine geçemeyen darbe girişimleri, Gezi,
17-25 Aralık, mezhep kışkırtıcılığı ve tabi ki PKK’nin
yeniden silahlı mücadele alanına çekilmesi… bütün
bunlar denendi ve hiçbir sonuç alınamadı.
Haziran seçimlerinde, belki de son bir şans olarak,
yeni bir şey deneniyor. Mahiyeti ve yaratabileceği
sonuçlar üzerine bir kaç şey söylemek lazım:
ren kürdü, siyasal şiddeti elinde bulunduran yegane
güç olmanın verdiği çeşitli imkanlarla baskılamaya
gayret ediyor.
Doğu’da, savaş mağdurlarının siyasi hafızası, daha
doğrusu hala devam eden yas ve acıdan ibaret
mağduriyetler üzerinden sürdürülen politika, bugün
artık kendi ‘Makbul Kürt’ünü yaratmış görünüyor.
‘Biz’ ve ‘onlar’ söylemi HDP’nin en kıymetli söylemi.
Kürtler’in yoğun olarak yaşadıkları şehirlerde,
1999’dan bu yana yerelde iktidar olmak, meyvelerini vermeye başladı. Yeni bir sosyoloji ve yeni bir
sınıfsal ayrışma ve bu ayrışmanın gerekli kıldığı siyasi tercihler, bugün HDP’nin yol haritasını belirleyen
faktörler haline geldi.
HDP’nin savaş mağdurlarından ibaret ana kitlesi
içinden çıkıp gelen ve , yerel iktidarın imkanlarından
yararlanan yeni bir elit zümre, bu siyaseti baştan
sona kontrol ediyor.
Bir dönem, devletin zulmüne karşı bedel ödeyenlerin itibar gördüğü bu siyaset alanını idare edenler, bugün, çatışma dönemlerinin ağır yükü altında
ezilip kalmış insanların geleceği için hiçbir tahayyüle
sahip değil.
Maddi imkanlar, refahtan eşit oranda yararlanma
söz konusu olduğunda, mağdurların payına bir şey
düşmüyor, onların payına düşen savaşın hatıraları
ve acılarıyla avunmaktan başka bir şey değil.
Savaşın, acı ve hatıralarının, 90’lı yıllarda olduğu
gibi, slogan ve sembollerle siyasal alana taşınması,
HDP’nin bölgedeki yegane politikası durumunda.
Savaş psikolojisini ve bu psikolojinin üstüne inşa
edilen bir çeşit ‘Kürt ulusalcılığı’, ‘makbul Kürt’ kimliğini elde etmenin de bir yolu aslında.
‘Makbul Kürt’, kendi ötekisi gibi gördüğü, makbul
olmayan, hayatın her alanında öteki muamelesi gö-
Meclise ‘Biz’ gitmeliyiz, ‘ötekiler-onlar’ değil!
Ama Batı’da durum farklı. Batı’da, sütten çıkmış kaşık gibi, siyaset yapmaya çalışıyor HDP. Çünkü ne
de olsa savaşın acılarını bile hatırlamak, Türk ulusalcıların oyunu almaya engel olabilir!
Batı’da bu yüzden tek söylemi var HDP’nin: AK
Partiyi durdurmayı vaat etmek.
HDP, yeni anayasayı, çözüm sürecini, ve başkanlık
sistemini tartışmanın bile mümkün olmayacağı eski
Türkiye’yi iktidar kaybına uğrayanlarla beraber geri
getirmek istiyor.
Yani, her ikisi de ulusalcılıktan beslenen, iki ulusalcı
ideoloji, bu seçimde kader birliği yapıyor.
‘Makbul Türkler’, Türkiye’ye büyük acılar yaşatmış
bir çatışmanın mağdurları üzerinden, iktidarı yeniden elde etmek için bir savaşın yarattığı ‘makbul
Kürtler ’le işbirliği yapıyor.
Kürt savaşının mağdurlarını, iktidarlarını kaybetmiş
‘makbul Türklerin’, bir basamağı haline getirenler,
yası da acısı da büyük insanları, Beyaz Türkler sarılsın diye, seçimin ortasına bir cankurtaran simidi gibi
fırlatıp atanlar, hiç şüpheniz olmasın, seçimi kazansalar bile kaybedecekler.
Bir sözüm de, olup bitenleri sükunetle izleyen, Kürt
demokrat dostlarımızadır. HDP, ulusal kulvarlara
cephe açar, ve işi büyütüp sadece Kürtler’ in değil,
Türkiye’nin CHP’si olmak isterken, bu siyaset aynı
zamanda Kürdistan’ı kantonlara bölüp paramparça
etmek isterken, AK Parti ve HDP arasında, ‘gri bölgede’ kalmak, çok mu ‘Kurdi’ bir tavır acaba?
Hazran seçmler öyle görülüyor k, ‘Makbul Türklerle’ ‘Makbul Kürtler’n AK
Part’ye karşı son br syas şans olarak kucaklaşmayı denedğ br seçm olacak.
Bu kucaklaşmanın, br üst aklın marfetyle, br syas tasarı olarak hesaplanıp
hayata geçrldğnden hç şüphe yok. Dolayısıyla şu br gerçek k, HDP’nn
seçmlere part olarak grmes, Kürt sorunu ve çözüm sürecnn br htyacı olarak
değl, ktdarı kaybetmş ‘Makbul Türkler’n br htyacı olarak kurgulandı.
MAYIS 2015
39
İÇ POLİTİKA
ÇAĞLAYAN VE FENERBAHÇE SALDIRILARI;
ELEKTRİKLERİN KESİLMESİ
AYNI MERKEZİN İŞİ Mİ?
Bülent ORAKOĞLU
SDE Başkan Danışmanı
T
ürkiye, 7 Haziran 2015 tarihinde yapılacak
olan genel seçimler nedeniyle “seçim sath-ı
mailine” girildiği bir süreçte, 31 Mart saat
10.36’da neredeyse ülke genelinde aynı anda
elektriklerin kesilmesi, arızanın “Enterkonnekte sisteminin” çökmesinden kaynaklanması nedeniyle
kesintinin uzun sürebileceği şokunu yaşarken; bu
kez, 12.36’da Çağlayan Adliyesi’nde Berkin Elvan
davasına bakan savcı Mehmet Sevim Kiraz’ın iki
DHKP-C militanı tarafından odasında rehin alınması
ve infaz edilmesi ile ikinci bir şok yaşadı.
Terörist saldırılar
sonrasında DHKP-C terör
örgütünün, devletin bir savcısını
şehit etmesini neredeyse basit bir
eylem gibi göstererek skandal
açıklamalara imza atan, teröre meşruiyet
kazandırma ve destek vermeye yönelik,
terör örgütünün propaganda amaçlı
fotoğraflarını yayınlayan medya
kuruluşları bir kez daha millet
iradesine ihanet işinde
suçüstü yakalandılar.
40
MAYIS 2015
Türkiye genelinde sistemin çökmesi veya çökertilmesi sonucu yaşanan uzun süreli elektrik kesintisi,
Çağlayan Adliyesi’nin teröristlerce basılarak önemli
davalara bakan bir savcının şehit edilmesi, aynı gece
terör örgütüne mensup bir teröristin intikam amaçlı,
Vatan caddesindeki Emniyet Müdürlüğü önündeki
güvenlik görevlilerini hedef alan uzun menzilli silahlı
ve bombalı saldırısı, Rize deplasmanından dönen
Fenerbahçe otobüsüne düzenlenen silahlı saldırıda futbolcuların hayatlarına kastedilmesi, PKK’nın
Ağrı-Diyadin Provokasyonu, seçim öncesi birbirinden bağımsız spontane gelişmiş olaylar zincirini mi
gösteriyor? Yoksa Yeni Türkiye’nin kaderini belirleyecek, 7 Haziran seçimleri öncesi süreci maniple
ederek, Kaos ve istikrarsızlık yaratacak eylem ve
organize olaylar ile iktidarı zayıflatma stratejisi ve
taktikleriyle hareket eden bu amaçla klasik ve siber
terör kartlarını öne süren üst aklın devreye girdiğine
mi işaret ediyor?
Asimetrik Savaş’ın yaygın bir tanımı: “Meşru olarak
harp etmeden, özel hayati hedeflere alışılmamış
usullerle saldırı, siber ve bilgi savaşı şeklinde halkın
yaşam ve psikolojisini felç eden hatta kitle imha silahları dahi kullanarak yapılabilecek her türlü savaştır” şeklindedir.
Asimetrik tehdit kavramının diğer bir tanımlaması ise “Yarattığı ani ve hazırlıksız durum nedeniyle
ülkelerin siyasi, sosyal ve ekonomik sistemlerinde
istikrarsızlığa neden olan, düşük seviyede kuvvet ve
teknoloji kullanarak etkin olmayı amaçlayan tehdit
algılaması” biçiminde ifade edilmektedir. Küreselleşmiş dünyamızda, asimetrik tehditlerden biri ve
en önemlisi siber terör olarak değerlendirilir.
Bugüne kadar karşılaşılan olaylar incelendiğinde,
klasik ve siber terör eylemleri arasında, amaç-etkifiziksel risk gibi birçok açıdan, çok farklı hususlar
içerdikleri açıkça görülmektedir. Geleneksel terör
eylemi yoluyla yapılmak istenen propaganda geniş
kitlelere ulaşabilse de eylemin bizatihi kendisi lokaldir. Ancak siber terörde, eylemin etki alanı, bilgisayarı yönlendiren ‘fare’nin bir hareketiyle inanılmaz
şekilde genişletilebilir. Bir tıklama ile devlete ait binlerce internet sitesi aynı anda çökertilebilir.
Menderes hükümetini iktidardan uzaklaştırmak için
uyguladıkları kara propaganda ve dezenformasyon
yöntem ve taktiklerinin, günümüzde bire bir AK Parti ve üst düzey yöneticilerine uygulandığı bir süreçten geçiyoruz.
55 yıl önce rahmetli Menderes’in, darbe öncesi
yaptığı radyo konuşması günümüze ışık tutacak
mahiyette; sanki 2013 tarihli Gezi Kalkışması’ndaki
olaylar dile getirilmiş. “Belirli merkezlerden yönetilen
hadiselerde, Ankara ve İstanbul başta olmak üzere
sokağı ele geçiren küçük gruplar arasına karışmış
yıkıcı propaganda ile görevlendirilmiş ajanların halkı
Demokrat Parti aleyhine kışkırtarak nasıl sokağa döktükleri ve darbeye zemin hazırladıkları” anlatılmıştı.
Örneğin, metropollerde bilgisayarlar aracılığıyla
yönetilen su ve elektrik dağıtım şebekelerinin merkezlerine yapılacak olan siber saldırılar o şehirde
yaşayan tüm bireyleri doğrudan etkileyecektir. Şer
güçlerce gerçekleştirilen, bu tür bir terör saldırısına hedef olan bir devlet kurumunun içine düşeceği
karmaşanın yarattığı toplumsal huzursuzluk, çeşitli
psikolojik harp veya harekât yöntemleri ve algı operasyonları ile ülkeyi idare eden üst düzey yöneticilere veya iktidara yönlendirilerek, mevcut otoriteye
karşı bir güvensizlik ve nefret dalgası oluşturulması
hedeflenebilir.
1’nci Gezi Kalkışması ile ilgili sokak terörü ve eylemleri Türkiye geneline yayılarak sürerken, dönemin
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, hackerlerin Türkiye
elektronik haberleşme ve finans sektörünün internet ağlarını çökertmek, elektrik sistemlerini bozarak, kentleri karatmak için saldırılar yaptığını ancak
bunlara karşı teknik savunmayla hepsinin akim bırakıldığını açıklamıştı. Ancak 31 Mart saat 10.36’da
neredeyse, Türkiye genelinde elektriklerin kesilmesi
kentlerde hayatı felce uğratmakla kalmadı, milyonlarca insanın günlük yaşamının altüst olmasına neden oldu.
Tıpkı 27 Mayıs’ta olduğu gibi. 55 yıl önce darbecilerin, 27 Mayıs 1960 darbesi ile şehit ettikleri Adnan
Yetkililer yaptıkları açıklamalarda “Enterkonnette
Sistemin” çökmesinden kaynaklanan bir kesinti ya-
MAYIS 2015
41
55 yıl önce
darbecilerin, 27 Mayıs 1960
darbesi ile şehit ettikleri Adnan
Menderes hükümetini iktidardan
uzaklaştırmak için uyguladıkları kara
propaganda ve dezenformasyon
yöntem ve taktiklerinin, günümüzde
bire bir AK Parti ve üst düzey
yöneticilerine uygulandığı
bir süreçten geçiyoruz.
şandığını açıkladılar. Enterkonnette sistem sadece
elektriği bir yerden bir yere ileten sistem değil. Değişik gerilim ve yüklerde elektriği taşıyan, bu akımı
dengeleyen merkezlerden geçirerek ihtiyaç olan
yöne yönlendiren akıllı bir sistem... Bu sistem daha
çok bilgisayarlar tarafından yönetiliyor.
2007’de yaz aylarında elektrik talebinin çok yüksek
olduğu saatlerde o anki elektrik fiyatını beğenmeyen bazı üreticiler “ben arızalandım” diyerek şalteri
kapattı. Elektrik üretimindeki bu azalma yüzünden
sistem sıkıntıya girdi ama sıkıntı Türkiye’nin belli bir
bölgesiyle, Ege ile sınırlı kaldı. Çünkü enterkonnette
sistemin “aklı” arzdaki bu yetersizliği dengeledi.
lararası bir programına, kısa bir süre için emniyetteki görevim nedeniyle katılmıştım. Toplantıya katılan
Yunanistan Delegasyonundan bir konuşmacının
neredeyse bire bir konjonktürel olarak Yunanistan’ın
dış politikasını savunurken, Türk Delegasyonunda
yer alan İGD sözcülerinin, Türkiye’yi yerden yere
vuran açıklamaları doğrusu her açıdan ibretlik bir
duruma işaret ediyordu.
Peki, sistem bu kez bu dengelemeyi neden yapamadı, tümüyle yurt çapında çöktü? Bu çöküntünün
ekonomik maliyeti hayli yüksek ama toplumda yaratılmak istenen manevi maliyet, yetkililerin 7 saat
gibi beklenenden çok kısa bir sürede sistemi yeniden devreye sokmasıyla ucuz atlatıldı.
7 Haziran 2015 genel seçiminin, Yeni Türkiye ve
hedefleri açısından hayati bir önem taşıdığı yadsınamaz bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Devlet
yönetiminde milli iradeyi önceleyen özgürlükçü, insanı ve insan onurunu yücelten, hukuk devleti nosyonları ile öne çıkmış, Yeni Anayasa ve Başkanlık
Sistemine geçmiş, bölgesinde ve dünyada güçlü
bir Türkiye’yi, kendi ülke çıkarları için tehdit olarak
gören bazı Orta Doğulu ve Batılı ülkeler, genel seçimde AK Parti’yi sandığa gömmek amacıyla, Türkiye’deki yerli işbirlikçi etki ve nüfuz ajanları ile birlikte topyekûn saldırıya geçmiş görünüyorlar.
Bu nedenlerle son iki haftada ülkemizde yaşanan
yukarıda açıkladığımız olayların, bir merkezden idare edilen klasik ve siber terör saldırılarının asıl amacı,
çözüm sürecini bozmak suretiyle, 1 Mayıs’ta, Gezi
Kalkışmasının 3’üncü yılında sokak terörüne çok
sayıda katılımın sağlanması olduğu anlaşılıyor.
Gezi’nin 3’ncü sene-i devriyesinden sadece 4 gün
sonra, Genel Seçimlerin yapılacak olması, 20-25
milyon taraftar desteğine sahip Fenerbahçe takımına yapılmak istenen katliam girişiminin arka planını
da açıkça gözler önüne seriyor. ÇAYKUR Rizespor
maçından dönen Fenerbahçe futbolcularını taşıyan
otobüse yapılan saldırının yapıldığı yer ve şoförün
hedef alınması, otobüsün 110 km’ye yaklaşan hızıyla
şarampole yuvarlanmasının amaçlandığı anlaşılıyor.
Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel
Komutanlığı’ndan olayı araştırmak için görevlendirilen 50 kişilik terör ve istihbarat konularında uzman
ekipler yaptıkları çalışmalarda Fenerbahçe otobüs
şoförünü hedef alan silahlı saldırının tamamen profesyonelce gerçekleştirildiğini, tetikçinin bu konularda deneyimli olduğunu belirtiliyorlar. Karanlık
güçlerin, Fenerbahçe futbolcularını taşıyan otobüse
düzenledikleri suikast saldırısı ile seçimler öncesinde Fenerbahçe taraftarlarını sokağa dökerek sokak terörünü iktidar aleyhine azdırma gayreti içinde
oldukları; olay yerinde bulunan av tüfeğinin hedef
şaşırtmak için saldırganlar tarafından olay yerine bırakıldığı anlaşılıyor.
7 Haziran öncesi güvenlik ve istihbarat birimlerimize
ve birlik beraberliğimizi bozmaya yönelik sokak terörüne geçit vermeyen yüce milletimize bu kez de
önemli görevler ve ödevler düşüyor.
DHKP-C, Grup Yorum, CHP, Esed ilişkileri
Hatırlayabildiğim kadarıyla 1977 veya 78 yılında, İstanbul’da Moskova eğilimli TKP çizgisindeki
İGD’nin (İlerici Gençler Derneği) bölgesel veya ulus-
42
MAYIS 2015
Aradan geçen 35 yıl gibi uzun zaman diliminde, ülkemizde bu konuda bırakın olumlu bir gelişme yaşanmasını, tam tersine bir durum söz konusu oldu.
Kendi ülkesinin, Orta Doğu veya Suriye’ye yönelik devlet politika ve stratejilerine, eleştiri sınırlarını
aşarak karşı çıkan, kanlı Suriye Rejimi’ne ve 21’inci
yüzyıl kasabı Esed ve DHKP/C terör örgütüne açık
destek veren bir ana muhalefet partisi, marjinal Vatan Partisi, millet iradesine karşı devşirilmiş, Doğan
ve Paralel örgüt medyasının açık işbirliği ile oluşturduğu şer koalisyon cephesi tüm güçleri ile iktidarı
hedef alarak etkisizleştirmeye çalışıyorlar.
31 Mart 2015 tarihinde, Savcı Mehmet Selim Kiraz,
2 DHKP-C’li terörist tarafından şehit edilmiş, aynı
gün terörist Elif Sultan Kalsen, Vatan caddesindeki
Emniyet Müdürlüğü önündeki güvenlik görevlilerine
intikam amaçlı uzun menzilli silahlı ve bombalı saldırı
düzenlediği sırada kısa bir süre içinde etkisiz hale
getirilmişti.
Bu terörist saldırılar sonrasında DHKP-C terör örgütünün, devletin bir savcısını şehit etmesini neredeyse basit bir eylem gibi göstererek skandal
açıklamalara imza atan, teröre meşruiyet kazandırma ve destek vermeye yönelik, terör örgütünün
propaganda amaçlı fotoğraflarını yayınlayan medya
kuruluşları bir kez daha millet iradesine ihanet işinde
suçüstü yakalandılar.
DHKP-C’li teröristlerin propaganda amaçlı fotoğrafını yayınlayan Doğan Grubu’na ait yayın organları
(Hürriyet, Radikal, Posta, CNN Türk, Kanal D), Paralel Yapı Medyası ( İMC TV, Samanyolu TV, Bugün
TV, Zaman, Bugün, Millet, Taraf), Sözcü, Ortadoğu, Yeniçağ, Cumhuriyet ve Bir gün gazeteleri gibi
basın organlarına ülke menfaatlerine aykırı ve etik
olmayan gazetecilik faaliyetleri nedeniyle akreditasyon uygulanarak cenaze törenine alınmamışlardı.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ise
DHKP-C terör örgütünün Türkiye’de gerçekleştirdi-
MAYIS 2015
43
ği tüm sansasyonel terör eylemlerinde olduğu gibi
son terörist saldırılar sonrasında da yine hükümeti
ve güvenlik güçlerini suçlayan açıklamalar yaptı.
Kılıçdaroğlu, Çağlayan Adliyesi’ndeki terör eyleminde hükümetin parmağı olduğunu öne sürerek, resmi
twitter hesabı üzerinden attığı tweetlerde akıl almaz
iddialarda bulunmuştu. Kılıçdaroğlu “Hükümetin
kesinti sonrası ‘Terör saldırısı olabilir’ açıklaması,
rehin alma olayında parmağı olduğunun göstergesi midir? Adliyenin var olan jeneratörü devredeyse,
bu malzemelerin içeri sokulmasında kimler yardım
etmiştir? Bu malzemelerin adliyeye sokulmasında
yaşanan elektrik kesintisi etkili mi olmuştur? Yoksa
elektrik bu iş için kasıtlı mı kesilmiştir?” diyebilmişti.
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun geçmişte de
eleştiri sınırlarını aşan “Esed ve DHKP-C yanlısı” tutum ve davranışları, MİT ve Türk Polisinin kurumsal
kimliğine yönelik iftiraları sabırları zorlayan marjinal
açıklamaları, başta güvenlik güçleri olmak üzere kamuoyunda tepkilere neden olmuştu.
Kılıçdaroğlu, Adana ve Hatay’da, Paralel Örgüte mensup polis, jandarma ve savcılar tarafından
organize bir şekilde durdurulan, Türkiye’yi, teröre
destek veren ülkeler kategorisine aldırmaya yönelik kumpas ve algı operasyonlarına destek vererek,
Suriye’de Bayır-Bucak Türk’lerine insani yardım
malzemesi götüren MİT tırları için “MİT silah kaçakçılığı” yapıyor iddiası ve iftirasını ortaya atmıştı.
Ankara Dikmen Polisevi ve Emniyet Genel Müdür-
lüğü binasına DHKP/C’li militanlarca yapılan çifte
roketatarlı saldırılar ile ilgili olarak, “Polis evine yapılan saldırı iğrenç bir tezgâh” açıklaması, Reyhanlı
saldırılarını El-Kaide bağlantılı İŞİD adlı örgütün üstlendiği yönündeki asparagas iddialar üzerine “hem
hükümetin hem emniyetin El-Kaide ile işbirliği içinde
olduğu” yönündeki akla ziyan suçlamaları bir bütün
olarak düşünüldüğünde, yanlış bilgilendirme sonucu siyasi gaf ve hatalara mı işaret ediyor yoksa işin
içinde bir bit yeniği mi var sorusunu ister istemez
akıllara getiriyordu.
7 Haziran 2015 genel seçimleri nedeniyle seçime
katılan siyasi partiler aday listelerini YSK’ya bildirmişlerdi. DHKP-C terör örgütü ile organik bağ
içinde bulunan, Grup Yorum‘un eski solisti Hilmi
Yarayıcı, CHP tarafından 2011 genel seçimlerinde
Hatay’da 7’nci sıradan aday gösterilmiş, sıralamayı beğenmediği için istifa etmişti. Bu kez 7 Haziran
2015 genel seçimlerinde Yarayıcı’nın Hatay CHP
listesinde 1’nci sırada milletvekili adayı gösterilmesi,
Kılıçdaroğlu’nun iktidar ve güvenlik güçlerini hedef
alan gayri milli açıklamalarının ardındaki esrar perdesinin aydınlanmasına vesile oldu.
Savcı Mehmet Kiraz’ın odasını basan iki terörist,
astıkları flamalarla ‘karargâh evi’ne çevirdikleri odada talepleri gerçekleşmediği için şehit Savcı’mızın
vücudunu kesici aletle yaralamış, işkence müziği
olarak da Grup Yorum’un parçalarını dinletmişti.
Bugüne kadar DHKP-C’ye insan ve para finansı
sağlamakla suçlanan Grup Yorum bu hain saldırıdan sonra bir kez daha gündeme gelmişti.
Daha önce defalarca Esed’e kayıtsız şartsız desteğini bildiren Grup Yorum, Esed diktatörlüğünü
en açıktan savunan grup olarak biliniyor. EsedMuhaberat-Grup Yorum ilişkisi şüphesiz Dursun
Karataş’ın, 1994 yılında DHKP-C’yi Şam’da kurması ve örgütün Şam’ın arka bahçesi olarak muhaberat tarafından kullanılmasıyla yakından ilgili.
DHKP-C Terör örgütünün, Gladyo’nun maşası ve
taşeron bir örgütü olması, legal faaliyetlerini daha
gizemli kılarken, Terör Örgütünün illegal ve legal unsurlarının, Batılı ülkelerin derin yapı veya gizli servisleri ile ilişkileri, Türkiye’de medya ve siyaset mekanizmaları içindeki gücünün bilinen kaynağını! deşifre
veya açık edilebilecek operasyonel çalışmalara hız
verilmesini elzem hale getiriyor.
44
MAYIS 2015
PKK’nın, Ağrı- Diyadin Provokasyonu
Ağrı’nın Diyadin ilçesi Yukarıtütek Köyü kırsalında,
Bahar Şenliği etkinliği adı altında bölücü örgüt mensupları tarafından organize edilen toplantıda vatandaşlara HDP’ye oy vermeleri yönünde baskı ve tehditte bulunulduğu ihbarı üzerine olay yerine intikal
eden Jandarma Komando birliğine PKK’lılar tarafından ateş açılması üzerine çıkan çatışmada 3’ü hafif
4 asker yaralandı; 5 PKK’lı etkisiz hale getirildi.
Doğan ve paralel yapı medyası Sözcü ve Cumhuriyet gazeteleri akla ziyan bir yaklaşımla ‘terör’ün
AK Parti’nin oylarını arttırdığı için” bu provokasyonun arkasında hükümetin olduğu iddialarını dillendirdiler. Oysa Kandil’in Provokasyon için özellikle
Ağrı ilini seçmesi HDP’nin 1’nci sıra adayı ile ilgili
bir durum. Zira Leyla Zana, HDP’nin kabul etmediği ‘Başkanlık Sistemi’ için biz parlamenter sistemin
devam edemeyeceğini 2000’li yılların başından beri
söylüyoruz. Benim için kimin başkan olacağı önemli
değil. Bizim için, bu halkın bütün değerleri için, bütün farklılıkları için o sistemin içeriği önemli. Bireylerle uğraşırsak, mevcut sistemin yaptıklarını unutmuş
olacağız. Bizim sorunumuz şahsiyetlerle, bireylerle
değil. Bizim sorunumuz bizatihi bu sistemin kendisiyledir” açıklamasında bulunmuştu.
Günümüzde ‘silah bırakma’ çağrısının ardından,
Ağrı 1’nci sıra adayı Leyla Zana’nın, Çözüm süreci
ve Başkanlık Sistemine geçilmesinde AK Parti’ye
verdiği destek nedeniyle, Kandil’in Zana üzerinden
çözüm sürecini hedef alması açık bir provokasyona işaret ediyor. Ağrı Valisi Musa Işın yaptığı açıklamada, PKK içinde çözüm sürecini sabote etmek
isteyenler olduğuna dikkat çekerek, “Devlet içinde
devlet gibi hareket etmek istiyorlar. Etkinlik adı altında eli silahlı teröristlerin propaganda yapmasına
izin veremezdik” demişti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ise yaptığı konuşmada,
“Bugün Ağrı Diyadin’de askerleri hedef alan saldırıda
barışı dinamitlemeyi, çözümü baltalamayı amaçlayan
bölücü terör örgütü güvenlik güçlerimize saldırıda
bulundu. Bu saldırıyı şiddetle kınıyorum. Çatışmalar
halen devam ediyor. 25 terörist askerlerimize karşı çatışmanın içinde. Malum siyasi parti bu terör örgütünün
bu eylemleri ile oy toplama gayreti içinde. Demokrasi
diyorlarsa bunun yolu silahtan geçmez, sandıktan geçer. Bu kafayla hiçbir zaman bunlar bir yere varamaz.
Kimileri hala eski alışkanlıklarını sürdürerek halkımızın
iradesine ipotek koymaya çalışıyorlar. Kamu düzenini
bozmaya yeltenenlere asla müsamaha gösterilemez.
Seçim öncesi Türkiye’yi karıştırmak isteyenler her
fırsatı kullanıyor.” açıklamasında bulunmuştu.
MAYIS 2015
45
DIŞ POLİTİKA
İRAN-ABD (BATI) BARIŞININ
MUHTEMEL KÜRESEL VE BÖLGESEL ETKİLERİ
Prof. Dr. Birol AKGÜN
SDE Başkanı
İ
ki yıldır sürmekte olan İran ve P5+1 (ve Almanya)
arasındaki nükleer krizi aşmaya yönelik diplomatik
görüşmeler nihayet uzlaşıyla sonuçlandı. Tarafların uzlaştığı ve 30 Haziran tarihine kadar son şekli
verilecek olan çerçeve belgesi (temel parametreler)
basına yansıdı. Başkan Obama Amerikalılara, Cevat Zarif de kendi halkına anlaşmanın kendi beklentilerine cevap verdiği ve kendileri açısından diplomatik başarı olduğuna ilişkin açıklamalar yaptılar.
Aslında her iki taraf için önemli olan ve anlaşmayı
“tarihi bir dönüm noktası” haline getiren şey, uzlaşılan parametrelerden çok otuz yıldır kopuk olan
İran-ABD (Batı) siyasi ilişkilerinin normalleşmesidir.
Eğer her şey yolunda giderse İran, nükleer programına sınırlı ölçüde devam edecek, on yıl boyunca sıkı bir denetime tabi tutulacak ve buna karşılık
48
MAYIS 2015
olarak da 1979’dan bu yana İran’a uygulanan tüm
yaptırımlardan kurtulacaktır. Başka bir deyişle artık
İran İslam Cumhuriyeti, ekonomi-politik anlamda
uluslararası sistemin normal bir parçası haline gelecektir. Böyle bir tarihsel antlaşmanın siyasi, stratejik
ve jeopolitik sonuçları olacağı kesindir ve bölgenin
önemli bir aktörü olarak biz de bu sonuçları önümüzdeki yıllarda yakından hissedeceğiz.
Tarafların Temel Siyasi Motivasyonları
Tahran ve Washington’u Lozan’da zorlu da olsa bir
antlaşmaya götüren bazı temel stratejik, siyasi ve
ekonomik motivasyonlara değinmek gerekir.
ABD açısından uzlaşma: ABD açısından İran ile
uzlaşmanın arka planındaki birkaç önemli stratejik
çıkarı görmek gerekir. Öncelikle stratejik açıdan
ABD’nin değişen küresel politikalarına bakılmalıdır.
ABD, Bush dönemindeki tek taraflılık politikasını yürütecek eski gücüne sahip değil. O nedenle zayıflayan hegemonyasını sürdürebilmek için yeni strateji
olarak offshore balancing, yani küresel sorunları
bölgesel ortaklar üzerinden çözmeyi öncelemektedir. Nixon dönemi detente politikasıyla Obama dönemindeki bu reset politikalarının bu bağlamda ciddi bir benzerlik gösterdiği söylenebilir. Diğer yandan
ABD ulusal güvenlik strateji belgelerinde ABD açısından esstrateas tehdit olarak Çin görülmektedir.
O halde ABD, orta ve uzun vadede Çin’i çevrelemek ve Rusya’yı dengelemek için Orta Doğu ülkeleriyle ilişkilerini yeniden tasarlamak istemektedir. İşte
Washington’un İsrail’e rağmen İran’la yakınlaşma
siyaseti, ABD’nin yeni büyük (grand) stratejisinin bir
sonucudur. Öte yandan Obama doktrini olarak bilinen ve askeri araçlar yerine diyalog ve diplomasinin
ABD dış politikasının temel aracı haline getirilmesini
öngören yaklaşım da İran ile uzun ve zorlu müzakere sürecinin yolunu açmıştır. Son olarak içeride
ve dışarıda çok başarılı bulunmayan Nobel Barış
Ödüllü Obama için İran ile stratejik açılımı başarıya
ulaştırmak aynı zamanda kişisel siyasi bir tutkuya
dönüşmüştür. Kongreden gelen bütün baskılara
rağmen Obama, Küba’nın ardından ABD’nin düşmanlarıyla ülkesini barıştıran siyasi bir lider olarak
tarihe not düşmek istemektedir ki, bunu da başarmış gözüküyor. Her şeyin yolunda gitmesi durumunda Obama’nın başkanlık döneminin sonlarına
doğru, siyasi jübile yapma adına Tahran’ı ziyaret
etmesi hiç sürpriz olmayacaktır.
İran açısından uzlaşma: İran, siyasi tarihinde hiç
bu kadar uzun bölgesel tecride maruz kalmamıştır. Ancak İslam Devrimi sonrasında halkın desteğini sağlama konusunda İslami yönetim güçlü bir
meşruiyete sahip olsa da, küresel ve bölgesel düzlemde çok kapsamlı yaptırımlara ve ambargolara
maruz kalmıştır. Bu nedenle devrim liderliği vaat
ettiği pek çok şeyi halkına sunamamıştır. Özellikle
2010 yılından itibaren artırılan 4. Kuşak yaptırımlar
İran’ı ekonomik olarak dünyadan kopartmış ve İran,
petrolünü satamayacak ve para transferini dahi yapamayacak duruma gelmiştir. Diğer yandan petrol
fiyatlarındaki % 50’ye varan düşüşlerin yarattığı
gelir kayıpları ve İran’ın, Irak ve Suriye’de yürüttüğü askeri operasyonların artan maliyeti de Tahranı
diplomatik müzakerelere zorlamıştır. Bu anlamda
Obama yönetiminin zorlayıcı diplomasi aracı olarak
Eğer her şey yolunda gderse İran,
nükleer programına sınırlı ölçüde
devam edecek, on yıl boyunca
sıkı br denetme tab tutulacak ve
buna karşılık olarak da 1979’dan
bu yana İran’a uygulanan tüm
yaptırımlardan kurtulacaktır.
tasarladığı smart yaptırımların gerçekten başarılı olduğu söylenebilir.
İç politika ve güvenlik açısından bakıldığında ise,
aslında İran için Nükleer faaliyetlerin bir amaç olduğu kadar bir diplomatik pazarlık aracı olduğu görülmektedir. Gerçekten nükleer faaliyetlerin amacı; rejimin güvenliğini garanti altına almak kadar, siyasi ve
ekonomik izalosyonu aşmak ve İslam Devrimi’nin
uluslararası meşruluğunu sağlamak için Batıyı diplomasi masasına çekmenin bir siyasi aracı olarak
da tasarlanmıştır. Bu anlamda da İran’ın straejisinin
başarılı olduğunu kabul etmek gerekir.
Son olarak, müzakerelerin başarılı olmasında, Orta
Doğu’da ve özellikle Irak ve Suriye’de giderek güçlenen ve hatta küresel boyut kazanan El Kaide ve
IŞİD gibi örgütlerin ABD ve İran’a yönelik yarattığı
ortak tehdit ve ortak düşman algısı da aktörlerin yakınlaşmasında önemli bir psikolojik zemin yaratmıştır. Bugün artık İran ve ABD Tikrit Operasyonu’nda
görüldüğü üzere de facto olarak askeri işbirliği yapmaya başlamışlardır ki, bunun bölgesel düzlemde
ciddi yansımaları olacağı açıktır.
Karşılaşabilecek Sorunlar
Nihai antlaşmaya yönelik çerçeve parametrelerin
üzerinde mutabakata varılması her şeyin bittiği anlamına gelmiyor. Tarafları pek çok zorluklar bekliyor.
Obama ve Ruhani’nin siyasi iadesine rağmen, her
iki tarafta da anlaşmaya karşı çıkanlar ve eleştirenler var. ABD’de neo-con çevre ve İran’da radikal
muhafazakârları ikna etmek kolay olmayacaktır.
Kaldı ki İsrail ve S. Arabistan gibi ABD üzerinde
etkili olan bölge ülkeleri de antlaşmaya karşıdırlar.
Tüm bu nedenlerle, taraflar nihai antlaşmaya varamayabilirler; varsalar da uygulamada sorun çıkabilir
veya gelecek on yıl içinde her iki ülkede ortaya çıkacak olan yeni siyasi aktörler de antlaşmayı iptal
MAYIS 2015
49
edebilirler. Tüm bu olasılıklara karşı şimdilik her iki
başkentteki siyasi aktörlerin antlaşmaya sadakatleri
tam gibi durmaktadır ve halklarını ikna konusunda
önemli mesafe kat ettikleri de söylenebilir.
Muhtemel Küresel Etkileri
Antlaşmanın en önemli küresel siyasi sonucu İran’ın
30 yıl aradan sonra uluslararası politikaya meşru ve
normal bir aktör olarak geri dönmesi ve Batı dünyası ile barışması olacaktır.
Yaklaşık 1,6 milyon km2 coğrafi büyüklüğe sahip
olan İran’ın jeopolitik ve jeo-stratejik olarak çok
ciddi bir derinliği, tarihsel ağırlığı ve güçlü bir siyasi/
dini kimliği vardır. Siyasi etki alanı, Afganistan’dan
Akdeniz’e uzanan bir hattı kapsamaktadır. 2014 yılı
itibariyle nominal olarak 400 milyar Dolarlık bir milli
gelire sahiptir. Yaklaşık 78 milyonluk bir nüfusu olan
İran’da kişi başı mili gelir 5000 Dolar civarındadır.
En önemli gelir kaynağı ise petrol ve doğalgazdır.
İspatlanmış enerji rezervleri bakımından Rusya’dan
sonra dünyada ikinci sıradadır. Bu özellikleriyle İran,
bir bölgesel güç olma potansiyeline ve küresel politikaları etkileme kapasitesine sahiptir. Dolayısıyla
İran’ın normalleşmesinin, bölgesel güç denklemini
değiştirme ve küresel ittifaklar sistemini etkileme
gibi önemli sonuçları olacaktır.
Diğer yandan İran, İslam dünyasındaki nüfusun %
13’ünü oluşturan Şii mezhebinin Humeyni versiyonunu temsil etmektedir. Ancak Şiiliğin asıl tarihsel ve teolojik merkezi olan Kerbela ve Necef’in Irak’taki siyasi
karışıklıkların yarattığı krizler nedeniyle, İran’ın askerisiyasi desteğine bağımlı hale geldiği için ideolojik ola-
50
MAYIS 2015
rak da giderek İran’ın etkisi altına girmektedir. Şunu
söylemek yanlış olmaz: Son yıllarda İran’ın bölgedeki
gücünü artıran asıl faktör İran’ın yumuşak gücünden
çok acımasız biçimde uyguladığı askeri yöntemlerdir.
Lübnan’da, Suriye’de, Irak’ta ve Yemen’de İran’ın
gücünü artıran temel neden, buralarda oluşan iç karışıklık ortamından İran’ın azami derecede istifade
etmesidir. Ağır yaptırımlara ve askeri tehditlere rağmen İran’a bölgede geniş bir manevra alanı açılmış,
ABD’nin bıraktığı boşluğu bölgedeki Türkiye ve S.
Arabistan gibi diğer aktörler doldurmakta isteksiz ve
mütereddit davranınca İran’ın eli güçlenmiştir. Bugün
Suriye’de İran’ın desteklediği 60 bin kişilik bir yabancı
savaşçı ordusu olduğu söylenmektedir. Irak’ta merkezi hükümetin ordusu yanında İran destekli ciddi
bir Şii milis gücü oluşturulmuştur. Kasım Süleymani
bölge ülkelerinde İran’ın etkisinin görünen sembolik
gücü haline gelmiştir.
Yemen’deki İran destekli Husiler üzerinden oluşan
kutuplaşma neticesinde S. Arabistan öncülüğünde
kurulacağı açıklanan ortak Arap gücünün bölgede
İran’ın gücünü dengeleyip dengeleyemeyeceğini
önümüzdeki aylar ve yıllar bize gösterecektir. ABD
ile İran arasındaki antlaşma sonrasında İran’ın bölgesel ve küresel düzlemdeki rolü üzerine iki senaryo
öngörmek mümkündür.
İki Senaryo
Birinci senaryo, iyimser bir yaklaşımla İran’ın gerçekten rasyonel ve sorumlu bir uluslararası aktör
haline gelmesi olasılığıdır. Buradaki temel varsayım
şudur; İran gibi tarihsel olarak, güçlü bir devlet ve
toplum geleneğine sahip bir aktör için uluslararası
sistemden dışlanmak kabul edilebilir bir durum değildir. Bu mantıktan hareketle, İran’ın nükleer güç
olma girişimi esasen ulusal güvenliğini temin etmeye yönelik caydırıcılık arayışı olduğu kadar, siyasi rejiminin kimliği nedeniyle kendisini dışlayan ABD ve
diğer Batılı ülkeleri diplomasi masasına çekmenin
de bir aracı olarak planlanmıştır. O nedenle Lozan
Antlaşması, 30 yıl aradan sonra İran Devrimi’nin siyasi açıdan normal kabul edildiğinin tescilidir. Batı
için de dışlamayla elde edemediği sonuçları, yapıcı ve ihtiyatlı bir işbirliği (constructive engagement)
yoluyla elde etmeyi deneme imkânını kullanmasıdır.
Beklenen siyasi sonuç, İran’ın hem küresel düzlemde hem de bölgesel düzlemde ifsat edici bir (spoiler) siyasi aktör olmaktan vazgeçmesi ve uluslararası hukuka uyan iyi niyetli bir “normal” aktör olmasıdır. Nitekim Cumhurbaşkanı Ruhani’nin antlaşma
sonrası İran TV’lerine çıkıp, Batının vardıkları antlaşmaya sadık kalmaları durumunda kendilerinin de
antlaşma hükümlerine uyacaklarına ilişin neredeyse
yemin etmesi bu konudaki beklentileri artırmaktadır.
İran kamuoyuna bakıldığında Dışişleri Bakanı
Zarif’in Tahran’a dönüşünde sokaklara taşan kitlesel sevinç gösterileriyle karşılandığı görülmektedir. Başka bir deyişle, İran’daki dar muhafazakâr
kesimler dışında, geniş halk kitlelerinin İran’ın Batı
ile her türlü alanda işbirliği yapmasını çoktan satın
aldığını söylemek mümkündür. Nitekim Ruhani’nin
konuşmasındaki şu cümleler tam da bu siyasi zihniyet değişiminin yansıması olarak okunabilir: “Birileri
bizim ya tüm dünyayla savaşmamız ya da büyük
güçlere teslim olmamız gerektiği kanısındalar. Biz
ikisine de karşıyız. Üçüncü bir yol daha var. Dünya
ile işbirliği yapmamız pekâlâ mümkündür.”
Kötümser senaryo ise; İran devrimci elitinin otuz
yıllık anti-Batı retoriğini terk etmekte zorlanması
ve Lozan’da varılan nükleer antlaşmayı daha önceki dönemlerde yaptıkları gibi suiistimal ederek
oyalama taktiği gütmesi ve zamana oynamasıdır.
Bu durumda Ruhani-Zarif ikilisinin temsil ettiği normalleşme taraftarlarının kaybetmesi ve sertlik yanlısı muhafazakârların sistem içinde güç kazanması
muhtemeldir. Siyasi takiyye geleneği göz önüne
alındığında İran için bu tür ikili oynama olasılığı her
zaman vardır. Böyle bir politika, ABD’nin zayıfladığı, bölgenin içine çöktüğü bir konjonktürde İran’ın
artan bölgesel gücünü konsolide etmesine fırsat
da sağlayabilir. Antlaşma metnindeki yoruma açık
muğlak noktalar da İran’ın elini güçlendirebilir. Üstelik ABD ve Rusya arasındaki artan kutuplaşma
da İran’ın Rusya ile ittifakını güçlendirmesine fırsat
sağlayabilir.
Bu iki senaryodan hangisinin uygulamada ağırlık
kazanacağını önce Haziran sonuna kadar sürecek
olan yoğun diplomasinin sonuca ulaşıp ulaşamayacağı ve eğer ulaşırsa, özellikle Temmuz ayından
itibaren tarafların varılan antlaşmanın ruhuna uygun
şekilde davranıp davranmayacağı ile ortaya çıkacaktır. Ancak İran rejiminin gerek ekonomik, gerek
siyasi ve gerekse toplumsal açıdan nefes alabilmesi için ciddi bir rehabilitasyona ihtiyaç duyduğu
çok açıktır. İçeride devrimin vaat ettiği adil ve eşitlikçi bir yapının kurulamaması, özellikle toplumun
önemli bir kesimini oluşturan gençlerin dışa açılma
talepleri, dibe vuran ekonominin ayağa kaldırılması
için bu antlaşmaya ihtiyaç vardır. Cumhurbaşkanı
Ruhani’nin TV’de neredeyse yemin edercesine antlaşmaya sadık kalacaklarını vurgulaması da bunun
işaretidir. Kaldı ki, Batı dünyasının da antlaşmanın
uygulanması konusunda gerek ince denetim sistemi kurması, gerekse bugün İran’ın canını çok sıkan
ekonomik yaptırımları topyekûn kaldırmak yerine
gerektiğinde hemen geri getirilmek üzere “askıya
alma” maddesini antlaşmaya yazması gibi tedbirleri
göz önüne alındığında İran’ın bu uzlaşma metnini
çok fazla esnetme imkânı da bulunmamaktadır.
İran Bölgesiyle de Barışmalıdır!
Yalnız burada vurgulanması gereken konu şudur; Batının zorlayıcı diplomasi ile İran’ın nükleer
programını şimdilik durdurması için geliştirdiği parametreler, İran’ın bölge halkları ile ilişkilerinde de
geçerli olacak mıdır? Zira uluslararası kamuoyunun
beklentisi, İran’ın barışçıl amaçlı nükleer faaliyetlerine devam edebilmesi ama buna karşın İran’ın da
uluslararası hukuk ve diplomasi geleneklerine uygun hareket eden bir normal ülkeye dönüşmesidir.
Bu çerçevede özellikle Irak, Suriye ve Yemen gibi
komşu coğrafya ülkelerinde silahlı gruplar oluşturmaktan vazgeçmesi ve bu ülkelerde kalıcı iç barışın
ön şartı olan halkların demokratik dönüşüm taleplerinin karşılanmasında yapıcı bir işbirliği ve diyalog
sürecine destek vermesidir. Aksi halde İran, bugün
ABD ile nükleer dosyasını halletmiş bir devlet olsa
bile, başta S. Arabistan olmak üzere Arap ülkeleriyle yaşamakta olduğu kutuplaşmanın sıcak bir sa-
MAYIS 2015
51
DIŞ POLİTİKA
Ateş çemberne dönüşen
bölgenn stkrarlı geleceğ,
İran syas eltlernn yalnız
Batıyla değl, kend Müslüman
coğrafyasıyla da kırılan lşklern
toparlamasından ve sarsılan
karşılıklı syas güvenn yenden
nşa edlmesnden geçyor.
vaşa dönüşmesi riski giderek yükselecektir. Kendisini İslami bir Cumhuriyet olarak tanımlayan ve tüm
Müslümanların sorunlarını kendi sorunu olarak gören bir ülke olan İran, bu konuda Türkiye, Pakistan,
Mısır ve S. Arabistan gibi ülkelerle ciddi bir diyaloğa
başlamalıdır. Ateş çemberine dönüşen bölgenin istikrarlı geleceği, İran siyasi elitlerinin yalnız Batıyla
değil, kendi Müslüman coğrafyasıyla da kırılan ilişkilerini toparlamasından ve sarsılan karşılıklı siyasi
güvenin yeniden inşa edilmesinden geçiyor.
İran İle Nükleer Uzlaşının Temel Parametreleri
• İran, nükleer bomba yapmak için uranyum zenginleştirilmesinde kullanılabilen santrifüjlerini yaklaşık 3’te 2 oranında azaltmayı kabul etti. Haziran’da
varılacak anlaşmayla, İran’ın şu anki 19 bin civarındaki santrifüjlerinin sadece 5 bin kadarının faaliyet
gösterilmesine izin verilecek.
• Ayrıca İran, uranyum zenginleştirmesini, 15 yıl
boyunca, nükleer silah yapmaya yetmeyecek düzey olan % 3,67 ile sınırlayacak ve zenginleştirilmiş
uranyum stokunu da 10 bin kilogramdan 300 kilograma düşürecek. Kalan tüm santrifüjler ile zenginleştirilmiş altyapılar ise Uluslararası Atom Enerji
Kurumu’nun (UAEK) izlediği depolarda tutulacak ve
bunlar, sadece işleyen santrifüjler ile ekipmanın değiştirilmesinde kullanılacak.
• İran’ın şu anda bir tane nükleer bomba yapmak
için yeterli materyale ulaşma süresi 2-3 ay iken, bu
zaman en az bir yıla çıkarılacak.
• Fordo’da uranyum zenginleştirilmeyecek.
• Çerçeve anlaşmaya göre İran, 15 yıl boyunca
uranyum zenginleştirilmesi amacıyla yeni bir tesis
de inşa etmeyecek.
• Anlaşma kapsamında İran, Fordo’daki tesisini en
az 15 yıl uranyum zenginleştirmek için kullanmaya-
52
MAYIS 2015
cak, sadece barışçıl amaçlara yönelik bir tesis haline getirecek. İran ayrıca, bu tesiste 15 yıl boyunca
uranyum zenginleştirilmesiyle ilgili Ar-Ge faaliyetleri
yürütmeyecek ve nükleer fizyona girebilen “fisiyon”
maddesi bulundurmayacak.
• Anlaşma çerçevesinde, Fordo’dan 3’te 2 civarındaki santrifüjler ile ilgili altyapılar sökülecek ve UAEK’in
izlemesi altına verilecek. Kalanlarla da uranyum zenginleştirmeyecek.
• Uzlaşı noktasında, İran 10 yıl boyunca sadece
Natanz nükleer tesisinde ve sadece birinci nesil 5
bin 60 IR-1 ile uranyum zenginleştirebilecek, uranyum zenginleştirmedeki daha gelişmiş santrifüjleri
ise UAEK’in denetimindeki depolara kaldıracak.
• İran’ın nükleer faaliyetlerinin izlenebilmesi ve şeffaflığın sağlanabilmesi açısından UAEK’in, Natanz
ve Fordo dahil İran’ın nükleer tesislerine düzenli
girişi olabilecek. Müfettişlerin İran’ın nükleer programının tedarik zincirine ve uranyum madenlerine
de erişimi olacak. İran’a, UAEK’in şüpheli gördüğü
veya gizli tesis olduğu iddialarının yer aldığı noktaları inceleyebilmesine imkan vermesi zorunluluğu
getirilecek. İran, UAEK’ye daha fazla erişim ve bilgi
sağlayan UAEK’in ek protokolünü uygulamayı da
kabul etti.
• İran, P5+1 ile karar kılınan dizayna göre ve nükleer silah elde etmeye uygun plütonyum üretmeyecek şekilde Arak’taki ağır su reaktörünü yeniden
inşa edecek. Reaktörün, silah yapmaya uygun plütonyum üreten orijinal ana kısmı ise imha edilecek
ve ülkeden çıkarılacak.
CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN’IN İRAN ZİYARETİ ve
TÜRKİYE–İRAN İLİŞKİLERİ
Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN
• İran, bu reaktördeki kullanışmış yakıtları ülkeden
gönderecek, kullanılmış nükleer yakıtı geliştirme ve
yeniden üretme işlemlerine girmeyecek.
• UAEK’in İran’ın nükleerle ilgili tüm kilit adımları attığını teyit etmesinin ardından ABD ve AB’nin, İran’a,
nükleer programına yönelik getirdiği yaptırımlar askıya alınacak. BM Güvenlik Konseyi’nin de İran’ın
nükleer meselesiyle ilgili tüm geçmiş yaptırımları,
İran’ın kilit kaygıları gidermesiyle eş zamanlı olarak
kaldırılacak. Ancak, hassas teknolojilerin transferiyle
ilgili bölümler yeni bir BM Güvenlik Konseyi tasarıyla
tekrar düzenlenecek.
• İran’ın herhangi bir zamanda taahhütlerinden
cayması halinde ise bu yaptırımlar geri yerine getirilecek.
SDE Dış Politika ve Uluslararası
İlişkiler Programı Koordinatörü
C
umhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 7
Nisan’da İran’a günü birlik önemli bir ziyaret gerçekleştirdi. Daha Erdoğan’ın ziyareti
başlamadan tartışmalar başladı. Erdoğan’ın ziyaretten önce İran’a yönelik sert açıklamalar yapması
ve İran’dan gelen tepkiler ziyareti daha da dikkate değer hale getirdi. Erdoğan yaptığı açıklamada
“Bölgede, Yemen’de gelişmeler, gerçekten tahammül sınırlarını zorlamaya başlamıştır. İran’ın
böyle bir açıklama yapması, şu ana kadar Irak ve
Suriye’deki gelişmelerde de kendisini göstermiştir. İran, bölgeyi kendine domine etmenin gayre-
ti içerisindedir. Buna müsaade edilebilir mi? Bu
bizi de Suudi Arabistan’ı da Körfez ülkelerini de
rahatsız etmeye başlamıştır. Tahammül mümkün
değil. İran’ın bunu görmesi lazım” dedi. Kısaca,
Erdoğan, İran’ın bölgesel hegemonya peşinde olduğunu ve bunun bölgenin istikrarını bozduğu yönündeki fikirlerini açıkça beyan etti. Aynı zamanda
Yemen’deki İran destekli Husi yayılmasına karşı on
Arap ülkesinin bir araya gelerek başlattığı operasyonu desteklediğini açıkladı. Ziyarete yakın bir tarihte yapılan söz konusu açıklamalara İran’dan cevap
gecikmedi. 5+1 ülkeleri ile İran arasındaki müzake-
MAYIS 2015
53
releri yürüten Dışişleri Bakanı Cevad Zarif yaptığı
açıklamada, “Stratejik hatalar ve hırslı politikalarla
bölgede onarılmaz hasarlara neden olanların, sorumlu politikalar benimseyerek kapasitelerini barış
ve huzurun sağlanmasında kullanmaları iyi olur”
diyerek Türkiye’yi suçladı. İşte karşılıklı yapılan bu
açıklamalardan dolayı tüm gözler Erdoğan’ın İran
ziyaretine çevrildi. Ziyaret sırasında iki ülke arasında gerginliklere neden olacak bir tavır bekleyenlerin
sayısı az değildi.
Ziyaret beklenildiği gibi olumsuz geçmedi. Ziyarette işbirliği teması öne çıktı. Her iki ülkeden önemli
sayıda bakanın katıldığı Yüksek Düzeyli İşbirliği toplantısı yapıldı. Her ne kadar ziyarette ikili ilişkiler ön
plana çıksa da başta Irak ve Yemen olmak üzere
bölgesel konuların da ele alındığı yapılan açıklamalarda dile getirildi.
Ziyarette en fazla öne çıkan konunun ekonomi olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ekonomik konuların
ağırlıklı olduğu sekiz anlaşmanın imzalandığı açıklandı. Toplantı sonrası yaptığı açıklamada Erdoğan,
görüşmede, gaz fiyatını gündeme taşıdığını ve en
pahalı gazın İran’dan alındığını söylediğini açıkladı.
Enerji Bakanı Taner Yıldız ise İran doğalgazı piyasa fiyatına düşürürse İran’dan alınan gazda artırıma
gidilebileceğini belirtti. Fakat İran’dan bu konuda
tatmin edici bir cevap alındığı söylenemez. Mevcut
durumda yaklaşık 14 milyar Dolar olan iki ülke arasındaki ticaret hacminin 30 milyar Dolara çıkarılmasının hedeflendiği açıklandı.
54
MAYIS 2015
Ziyaretin başta ekonomik başlıklar olmak üzere ikili
ilişkiler açısından da faydalı olduğu söylenebilir. Fakat başta Yemen olmak üzere bölgesel konularda
işbirliği teması vurgulansa da ortak hareket etmenin
zor olduğu rahatlıkla anlaşılmaktadır. Bugün itibariyle Orta Doğu’da var olan ve bölgeyi derinden etkileyen konuların neredeyse tamamında Türkiye ile
İran farklı düşünmekte ve ona göre hareket etmektedirler. Suriye’deki iç savaş ve Malatya Kürecik’e
NATO Radar Üssü’nün kurulmasından beri başlayan iki ülke arasındaki bölgedeki gelişmelere farklı bakışlar, Irak ve Yemen’de yaşananlarla artarak
devam etti.
Suriye’de 2011 yılının Mart ayında başlayan halk
ayaklanmasının iç savaşa dönüşmesi ve Esad rejiminin katliamlara devam etmesi Türkiye ile İran’ı
farklı cephelere itti. İki ülke tamamen farklı cephelere destek verdiler/veriyorlar. Türkiye, Esad rejimi
katliamları artırmaya devam edince halk hareketlerini meşru gördüğünü beyan ederek muhaliflere
destek vermeye başladı. İran ise tam tersi Esad rejimine siyasi, ekonomik ve askeri desteğini artırarak
devam ettirdi. Dini, idealist ve devrimci dış politik
söylemini bir tarafa bırakan İran, reelpolitiğin en acımasız örneğini Suriye’de halkı katleden Esad rejimine destek vererek gösterdi/göstermektedir. İran’ın
buradaki gayesi 1979’dan beri “direniş ekseni”nin
önemli bir halkası olan Suriye’deki Esad rejimini
ayakta tutmaktır. Esad rejiminin yıkılmasıyla “direniş
ekseni”nin çökeceğini ve dolayısıyla Lübnan’daki
Şiilerle/Hizbullah’la ilişkisinin büyük oranda kopacağını düşünmektedir. Ayrıca İran, Suriye’de Esad
rejiminin düşecek olmasının Irak’ta Şiiler aleyhine,
dolayısıyla İran aleyhine, sonuçlarının da olacağını
hesap etmektedir.
Türkiye ile İran arasında diğer bölgesel anlaşmazlık
konularının başında Irak gelmektedir. 2003 yılında
ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra İran’ın Irak’taki varlığı artarak devam etmektedir. 2011 yılında ABD muharip güçlerini Irak’tan çektikten sonra Irak, İran’ın
neredeyse tarihinde görmediği kadar rahat hareket
edebildiği bir alan haline dönüştü. IŞİD’in Irak’ın
ikinci büyük kenti Musul’u ele geçirmesinden sonra
hızla Irak içlerinde ilerlemesinin, İran’a iyice Irak’ın
içlerine nüfuz etme fırsatı verdiği rahatlıkla söylenebilir. IŞİD’e karşı mücadele adı altında İran destekli Şii milislerin/Haşti Şaabilerin bir anlamda Irak’ta
İran’ın öncü gücü gibi hareket ettikleri görülmektedir. İran destekli Haşti Şaabilerin arazide yaptıklarına
bakıldığında, yapılanların IŞİD terörüne karşı mücadeleden farklı yönlerinin de olduğu anlaşılmaktadır.
İran’ın Irak’taki orantısız varlığının/nüfuzunun sadece Irak’ın değil, bölgenin de istikrarsızlığının artmasına neden olduğu görülmektedir. Irak’ta görüldüğü
gibi, İran’ın bölgesel güç oluşturma çabalarından,
Arap ülkelerinin neredeyse tamamı gibi Türkiye de
kaygı duymaktadır. Türkiye’nin, her gelişmekte olan
ülke gibi, Irak’ta istikrarın sağlanacağı bir sürecin
başlatılmasının çabası içinde olduğu görülmektedir.
Çünkü Irak’ın istikrarı yakalaması başta güvenlik ve
ekonomik olmak üzere tüm yönlerden Türkiye’nin
faydasına olacaktır. Türkiye için Irak’ın istikrarı hayati önem taşırken, İran kendi güvenliği için Irak’ın
istikrarını tehlikeye atabilmektedir.
Türkiye ile İran son dönemde Yemen’de yaşananlar konusunda da ayrı düştüler. İran, Yemen’de
yayılmacı bir politika takip ederek ülkeyi iç savaşa
doğru sürükleyen Husilere ve onun silahlı kolu olan
Ensarullah’a destek vermektedir. Lübnan Hizbullah’ına, Irak’taki Haşti Şaabiler diye adlandırılan Şii
milislere ve Yemen’deki Ensarullah’a İran’ın desteği
göz önünde bulundurulduğunda, İran’ın bölgede
Hizbullah deneyimi üzerinden bazı ülkelerin iç politikalarına ve bölgeye derinlemesine müdahil olmak
istediği görülmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan,
İran destekli Husilere karşı müdahale etmek üzere
bir araya gelen on Arap ülkesine desteğini açıklayarak İran’ın Yemen’deki faaliyetlerinden rahatsızlık
duyduğunu açıkça dile getirmiştir.
Ezcümle, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İran ziyareti
başta ekonomik konular olmak üzere ikili ilişkiler
açısından olumlu görülse de iki ülke arasında bölgesel konularda ciddi farklılıkların olduğu açıkça
kendini göstermektedir. Fakat önemli anlaşmazlık
konuları olsa da iki ülke her zaman ilişkileri belli bir
düzeyde tutabilme ve diplomasiyi kullanabilme başarısını gösterebilmişlerdir. Öyle anlaşılıyor ki; ekonomik konularda gelişmeler yaşansa da Türkiye ile
İran arasındaki bölgesel rekabetin devam edeceği
rahatlıkla görülmektedir.
MAYIS 2015
55
DIŞ POLİTİKA
ÇİN-İRAN İLİŞKİLERİ
Doç. Dr. Erkin EKREM
SDE Uzmanı
Varılan Anlaşmaya Göre Atılması Gereken Adımlar
İran, nükleer bomba yapmak için uranyum zenginleştirilmesinde kullanılabilen santrifüjlerini yaklaşık
3’te 2 oranında azaltmayı kabul etti. Haziranda varılacak anlaşmayla, İran’ın elinde bulunan 19 bin civarındaki santrifüjlerin sadece 5 bin kadarının faaliyet
gösterilmesine izin verilecek.
2 İran, uranyum zenginleştirmesini, 15 yıl boyunca,
nükleer silah yapmaya yetmeyecek düzey olan yüzde 3,67 ile sınırlayacak ve zenginleştirilmiş uranyum
stokunu da 10 bin kilogramdan 300 kilograma düşürecek. Kalan tüm santrifüjler ile zenginleştirilmiş
altyapılar ise Uluslararası Atom Enerji Kurumu’nun
(UAEK) izlediği depolarda tutulacak ve bunlar, sadece
işleyen santrifüjler ile ekipmanın değiştirilmesinde
kullanılacak. Nükleer silaha sahip olmak için yüzde
90 oranında zenginleştirilmiş uranyum gerekiyordu.
Tehlike sınırı ise yüzde 20 olarak belirtiliyordu. Anlaşılan oran, Batı’nın istediği oranı karşılıyor.
3 İran’ın şu anda bir tane nükleer bomba yapmak için
yeterli materyale ulaşma süresi 2-3 ay iken, bu zaman en az bir yıla çıkarılacak. Çerçeve anlaşmasına
göre İran, 15 yıl boyunca uranyum zenginleştirilmesi
amacıyla yeni bir tesis de inşa etmeyecek.
1
Tartışmalı Bir Anlaşma
N
isan ayının başında İran’ın nükleer programına ilişkin 5+1 ülkeleriyle Lozan kentinde
yürütülen müzakerelerde tarafların büyük
ölçüde uzlaştığı bildirilmiştir. Söz konusu mutabakat taslağı üzerindeki çalışmalar 30 Haziran’a kadar
tamamlanacaktır. Bu çerçevesel müzakerenin sonucu Batılı ülkeleri memnum ederken, İsrail ve bazı
Arap ülkeleri bu durumdan memnun olmamış gözükmektedirler. Gelişmeleri ‘tarihi’ olarak niteleyen
ABD Başkanı Barack Obama şunları ifade etmiştir:
“İran’ın nükleer silah elde etmemesine yönelik teyit
edilebilir bir anlaşmada, İran’ın İsrail’i tanımasını şart
koşmak demek, İran tamamen dönüşüm geçirmeden herhangi bir anlaşma imzalamayacağımızı söylemekle gerçekten aynı şey. Dolayısıyla, bunun ha-
56
MAYIS 2015
4 Anlaşma kapsamında İran, Fordo’daki tesisini en az
15 yıl uranyum zenginleştirmek için kullanmayacak,
sadece barışçıl amaçlara yönelik bir tesis haline getirecek. İran ayrıca, bu tesiste 15 yıl boyunca uranyum
zenginleştirilmesiyle ilgili Ar-Ge faaliyetleri yürütmeyecek ve nükleer fizyona girebilen “fisiyon” maddesi
bulundurmayacak.
5 Uzlaşı noktasında, İran 10 yıl boyunca sadece Natanz
nükleer tesisinde ve sadece birinci nesil 5 bin 60 IR-1
ile uranyum zenginleştirebilecek, uranyum zenginleştirmedeki daha gelişmiş santrifüjleri ise UAEK’in
denetimindeki depolara kaldıracak. İran, “IR-2, IR-4,
IR-5, IR-6 veya IR-8” olarak adlandırılan modellerdeki
santrifüjleri ise uranyum zenginleştirmek için en az
10 yıl boyunca kullanmayacak ve gelişmiş santrifüjleriyle sadece sınırlı Ar-Ge yapabilecek.
6 İran’ın nükleer faaliyetlerinin izlenebilmesi ve şeffaflığın sağlanabilmesi açısından UAEK, Natanz ve
Fordo dâhil İran’ın nükleer tesislerini düzenli olarak
denetleyebilecek. Müfettişlerin İran’ın nükleer programının tedarik zincirine, uranyum madenlerine de
erişimi olacak. İran, UAEK’nun şüpheli gördüğü veya
gizli tesis olduğu iddialarının yer aldığı noktaları inceleyebilmesine olanak verecek. İran, UAEK’na daha
fazla erişim ve bilgi sağlayan UAEK’nun ek protokolünü uygulamayı da kabul etti.
7 İran, P5+1 ile karar kılınan dizayna göre ve nükleer
silah elde etmeye uygun plütonyum üretmeyecek
şekilde Arak’taki ağır su reaktörünü yeniden inşa
edecek. Reaktörün, silah yapmaya uygun plütonyum
üreten orijinal ana kısmı ise imha edilecek ve ülkeden
çıkarılacak.
8 İran bu reaktördeki kullanılmış yakıtları ülkeden gönderecek, kullanılmış nükleer yakıtı geliştirme ve yeniden üretme işlemlerine girmeyecek. İran ayrıca 15 yıl
boyunca ek bir ağır su reaktörü de inşa etmeyecek.
9 İran’ın bu taahhütlere uyması halinde ise ülkeye yönelik bazı yaptırımlar kaldırılacak. UAEK’nun İran’ın nükleerle ilgili tüm kilit adımları attığını teyit etmesinin
ardından ABD ve AB’nin, nükleer programına yönelik
İran’a getirdiği yaptırımlar askıya alınacak. BM Güvenlik Konseyi’nin de İran’ın nükleer meselesiyle ilgili tüm
geçmiş yaptırımları, İran’ın kilit kaygıları gidermesiyle
eş zamanlı olarak kaldırılacak. Ancak, hassas teknolojilerin transferiyle ilgili bölümler yeni bir BM Güvenlik
Konseyi tasarıyla tekrar düzenlenecek. İran’ın herhangi bir zamanda taahhütlerinden cayması halinde ise bu
yaptırımlar yeniden getirilecek.
talı bir yargı olduğunu düşünüyorum. Çünkü rejimin
yapısının değişip değişmeyeceğine bel bağlayamayız, nükleer silah istemememizin asıl nedeni de bu
zaten. Ama tabi eğer İran birdenbire Almanya’ya,
İsveç’e veya Fransa’ya benzerse, o zaman onların
nükleer altyapılarına yönelik konuşmalar da farklı
olur.” Ancak İsrail Savunma Bakanı Moşe Yaalon,
İran’ın nükleer programı hakkında yapılan anlaşmanın tarihi bir hata olduğunu belirtmiştir. ABD ile İsrail
arasında İran’ın nükleer programı konusunda anlaşmazlık olduğunu dile getiren Yaalon, anlaşmanın
İran’ın üzerindeki engelleri kaldıracağını, dolayısıyla
da teröre desteğe dönüşecek olan maddi gelirin de
artmasına neden olacağını ileri sürmüştür. Ancak
ABD tarafından İran’a yönelik beyan edilen eylem
planı parametrelere göre umut vermektedir.
Bu anlaşma İran tarafından olumlu olarak görülmüş, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani Twitter’daki hesabında: “Çözüme ulaşıldı.” ifadesini kullanırken, İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif de Twitter
hesabında: “Çözüm bulundu, taslak üzerinde çalışmaya hazırız.” diye açıklama yapmışlardır. İran
toplumu varılan anlaşmayı İran’a yönelik ambargonun kalkması olarak algılamıştır. Ancak ABD Beyaz Saray Sözcüsü Josh Earnest’in ifadesine göre,
müzakerelerde nihai anlaşmaya varılması halinde
yaptırımların tamamı hemen kaldırılmayacak, ABD
ve uluslararası toplum bunun İran’ın nükleer programını teyidine bağlı olarak aşamalı gerçekleşecektir. İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif
bunun üzerine; ABD’nin anlaşmaya aykırı hareket
etmesi halinde, nükleer programı sürdüreceklerini
söylemiştir. İran Dışişleri Bakanı Zarif, Avrupa Birliği
Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini’nin de ABD’li yöneticilerin
açıklamasına tepki gösterdiğini iddia etmiştir. Anlaşıldığı gibi nihai anlaşmaya varmadan söz konusu
anlaşma tartışmaya yol açmıştır.
5+1 ülkeleri İran’ın nükleer silahlara sahip olmasını
önlemeyi, İran da kendisine yönelik ekonomik yaptırımların kaldırılmasını hedeflemiştir. Bu konudaki nihai anlaşmanın nasıl sonuçlanacağı da meçhuldür.
Nitekim Kuzey Kore nükleer sorunu üzerindeki müzakereler benzer sorunlardan dolayı henüz çözüme
ulaşamamıştır. İran’ın nihai anlaşmaya sadık kala-
MAYIS 2015
57
İran nükleer sorunu, Nükleer
Slahların Yayılmasının
Önlenmes Antlaşması’nın öneml
eksklklern göstermştr. Nükleer
projelern svl ve askerî olarak
net br ayrımının yapılamaması,
nükleer enerj kullanma hakkı
le nükleer slahları üretme
yasağı arasında gr bölgelern
mevcut olması ve bazı ülkelern
nükleer enerjnn barışçıl
amaçlarla kullanımı bahanes le
nükleer slahları gelştrmesnn
engellenememes gb sorunlar
çözüm beklemektedr.
madığı veya eksik uygulamalar yaşandığı takdirde
yaptırımlar tekrar gelebilir mi? Gelirse nasıl uygulanabilir? Yaptırım uygulamasının kalkması ile birlikte
İran’ın bölgesel gücü kaçınılmaz olarak artacaktır.
Bu durum ABD, İsrail ve Suudi Arabistan gibi güçlerin çıkarlarını nasıl etkileyebilir? İşte önümüzdeki
süreç bu soruların cevap bulacağı kaygı verici bir
süreçtir.
İran nükleer sorunu üzerinde varılan dönemsel anlaşma, Batı ile İran arasındaki diplomatik mücadele için bir açılım niteliğindedir. Bu gelişme, ABD ve
İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine saldırmasını da
önlemiş olacaktır. Aynı zamanda ABD ile İran arasındaki 30 yıllık diplomasi krizine de son verilmiş gibidir. Ancak İsrail’in güvenliği ile ilgili konularda ABD
Kongresi’nin nasıl davranacağı ve İran’ın nükleer
tesislerinin, özellikle askerî nitelikteki tesislerinin,
nasıl denetim altına alınacağı konuları hala sorun
olarak gündemdedir. İran nükleer sorunu, Nükleer
Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’nın
önemli eksikliklerini göstermiştir. Nükleer projelerin
sivil ve askerî olarak net bir ayrımının yapılamaması, nükleer enerji kullanma hakkı ile nükleer silahları üretme yasağı arasında gri bölgelerin mevcut
olması ve bazı ülkelerin nükleer enerjinin barışçıl
58
MAYIS 2015
amaçlarla kullanımı bahanesi ile nükleer silahları geliştirmesinin engellenememesi gibi sorunlar çözüm
beklemektedir.
Söz konusu anlaşma üzerinde yapılan tartışmalar ve
gidişatın belirsiz olması, İran’ın yaptırımdan kurtulup
dışa açılma politikası için bir fırsat yaratmaktadır.
Çin-İran İlişkilerinde Yeni Bir Dönem
Çin ve İran arasındaki diplomatik ilişkiler 16 Ağustos 1971’de, yani Çin-Türkiye diplomatik ilişkilerinin
tesis edilmesinden (4 Ağustos 1971) hemen sonra gerçekleşmişti. İran İslam Devrimi’nden sonra
da Çin-İran ikili ilişkileri belli bir düzeyde gelişmişti. 1980’li yılların sonuna doğru, özellikle de Çin’in
ilk defa 1993 yılında petrol ithalatçısı olarak enerji
bağımlısı konumuna düşmesiyle ikili ilişkiler hızlı gelişmeye başlamıştı. Batı’nın İran’a uyguladığı ambargodan dolayı zaman zaman etkilemiş olmasına
rağmen Çin-İran ikili ilişkileri güven içinde ilerlemişti.
İran’ın nükleer sorunun bir ölçüde çözümlenmesi
ile birlikte ikili ilişkilerin önemli bir ivme kazanacağı
muhtemeldir. Nitekim İran, 5+1 grubuyla geçici bir
anlaşma yapmasının ardından ikili ilişkilerini artırmak
için Çin’e bir heyet göndermiştir.
Çin-İran Ticaret İlişkileri (Milyar Dolar)
Yıl
Hacim
İhracat
İthalat
Artış %
2010
29.38
11.09
18.29
38.5
2011
45.11
14.76
30.35
53.5
2012
36.467
11.603
24.864
-19.1
2013
39.542
14.148
25.394
8.4
2014
51.851
24.345
27.506
31.5
İki ülke arasında üst düzey görüşmeler bu yeni
ilişkilerin bir göstergesidir. Asya-Afrika Konferansının 60. yıl dönümü ile Yeni Asya-Afrika Stratejik
Ortaklığı’nın 10. yıl dönümü Anma Töreni’ni düzenlemek için Endonezya’nın başkenti Cakarta’da gerçekleşen Asya-Afrika Zirvesi’ne katılan İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, Çin ve İran arasındaki
derin dostluk ilişkilerine değinerek, “iki ülke, ilişkilerinde, bölgesel ve küresel meselelerde birçok ortak çıkar ve hedeflere sahip” ifadesini kullanmıştır.
İran ile ilişkilerini geliştirmeye büyük önem verdiğini
ifade eden Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, geçmişteki mirası üstelenip geleceğe doğru yol almanın
(chéng-qián qi-hòu) öneminin arttığı bir döneme
girildiğini dile getirmektedir. Her düzeydeki ilişkilerin karşılıklı stratejik güveni artırdığını da ifada eden
Xi Jinping, Bir Kuşak ve Bir Yol Projesi (İpek Yolu
Ekonomik Kuşağı ve 21. Yüzyıl Deniz İpek Yolu)
Anahattı üzerinde hızlı tren, otoyol, inşaat malzemeleri, tekstil, telekomünikasyon, elektrik enerjisi ve
inşaat makineleri işbirliği yapabileceklerini de belirtmiştir. Nükleer sorun üzerinde İran ve ilgili taraflarla
iletişimi sağlayacağını söyleyen Başkan Xi Jinping,
söz konusu nükleer müzakere sürecinde biran önce
adil, eşitlikçi, karşılıklı yarar ve kazan-kazanı sağlayan kapsamlı bir anlaşmanın yapılması için yapıcı
rolünü icra etmeye devam edeceğini ifade etmişti.
Cumhurbaşkanı Ruhani de enerji, bilim ve teknoloji,
demiryolları, limanlar ve diğer altyapı alanlarında Çin
ile işbirliği yapılmasını arzu ettiğini belirtmiştir.
nayi, tarım, ulaştırma ve metro sistemleri, barajlar,
balıkçılık ve çimento fabrikaları alanlarında yatırımları bulunmaktadır. Çin, İran’dan günde ortalama
630 bin varil ham petrol ithal etmekte, bu rakam
Çin’in petrol ihtiyacının % 12’isini oluşturmaktadır.
Çin’in İran petrol ve doğalgazı üzerinde yaklaşık 86
milyar Dolar yatırımı vardır. Dünyada dördüncü ve
bölgesinde ikinci petrol kaynağına sahip olan İran,
Çin’in üçüncü petrol tedarikçisi ülkesidir. Çin de
son 10 yıldan beri İran’ın birinci ticaret ortağı ülke
statüsünü korumakta ve İran’ın en büyük petrol ve
petrol dışı ürün pazarını oluşturmaktadır. İki ülke
2024 yılına kadar ikili ticaret hacmini 200 milyar Dolara çıkarmayı hedeflemektedir. 2010 yılında İran’a
yönelik kapsamlı yaptırım uygulamasından bu yana
Çin, İran için en güvenilir ticaret ortağı olmuştur.
İran, Çin ile olan güçlü ilişkileri sayesinde Batı’nın
yaptırımından kısmen kurtularak para biriminin devalüe olmasını önlemeye çalışmıştır.
Bundan önce de Çin ile İran liderlerinin görüşmeleri
olmuştu. İran’ın yeni Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, Eylül 2013’te, Şanghay İşbirliği Örgütü’nün Bişkek zirvesinde Başkan Xi Jinping ile görüşmüştü.
Mayıs 2014’te iki lider Şanghay kentinde düzenlenen Asya’da İşbirliği ve Güven Arttırıcı Önlemler
Konferansı’nda tekrar görüşmüştü. Şubat 2015’te
Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin İran ziyareti ve İran
Cumhurbaşkanı Ruhani, Meclis Başkanı Ali Laricani, Ayetullah Ali Hamaney’in danışmanı Ali Ekber
Velayeti ve Dışişleri Bakanı Cevad Zarif ile yaptığı
görüşmeler, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in İran’ı
ziyaret edeceğinin işaretini vermektedir.
Ayrıca İran’ın nükleer çalışmasının başlangıcında
Çin’in teknoloji ve kaynak temini de söz konusudur. Bu nedenle İran’ın nükleer çalışmasına ve hassas teknolojisine destek verdiği gerekçesi ile Çin’in
bazı şirketleri ABD tarafından cezalandırılmıştır.
Karadan havaya ve havadan havaya füzeleri, savaş
uçakları, radar sistemi ve hızlı saldırı füze gemilerinin üretimi konusunda Çin’in, İran’a önemli ölçüde
yardımı olmuştur.
Çin-İran ticaret ilişkileri 2000-2011 yılları arasında
ortalama % 40 artış ile ilerlemiştir. 2011 yılında ikili
ticaret tarihin en yüksek seviyesine ulaşmıştır. 2012
yılında ticaret hacmi bir önceki yıla göre 8 milyar
Dolar azalmış ve Çin’in İran’dan petrol ithalatı % 10
düşmüştür. Petrol dışı ticaret ise 13 milyar Dolar seviyesine inmiştir. Bu durum, uluslararası yaptırımın
bir sonucu olarak görünmektedir. Bu tarihten sonra
ikili ticaret ilişkileri artışa geçmeye başlamıştır. İran,
Çin’e en çok enerji ile madeni (kömür, çinko, kurşun,
bakır) ve kimyasal ürünleri satarken, Çin ise demir
ve çelik, madencilik, silahlar, elektronik ürünler, ulaşım ekipmanları, taşımacılık, otomobil ve oyuncak
satmaktadır. Ayrıca, Çin’in İran’da enerji, kimya sa-
5+1 grubuyla varılan anlaşmalar, zor durumda olan
İran ekonomisinin iyileşmesine yararlı olacaktır. Ka-
5+1 ülkeler İran’ın nükleer
slahlara sahp olmasını
önlemey, İran da kendsne
yönelk ekonomk yaptırımların
kaldırılmasını hedeflemştr. Bu
konudak nha anlaşmanın nasıl
sonuçlanacağı da meçhuldür.
Ntekm Kuzey Kore nükleer
sorunu üzerndek müzakereler
benzer sorunlardan dolayı
henüz çözüme ulaşamamıştır.
MAYIS 2015
59
DIŞ POLİTİKA
potansiyel nükleer gücü ile
de bölgede dominant güç
olmaya çalışmaktadır. Bütün
bunlar İran’ın arzu ettiği Büyük İran (Iran-zaman) rüyasını gerçekleşmesine fırsat ve
zemin hazırlamaktadır.
sım 2013’te varılan geçici anlaşmaya göre İran’ın
günde ortalama 1 milyon varil daha petrol ihraç
etmesine izin verilmişti, yaptırım öncesi İran günde
2,3 milyon varil petrol ihraç edebiliyordu. Haziran
2014’ten beri petrol fiyatının % 40’a oranında düşmesi sebebiyle İran ekonomisi muazzam bir baskı
ile karşı karşıya kalmış, bütçe açığı ve mali zorluklar
yaşamaya başlamıştı. Dünyanın birinci ticaret ülkesi
ve ikinci ekonomik gücü olan Çin, enerjiye duyduğu muazzam ihtiyaçtan dolayı İran için istikrarlı bir
pazar oluşturmaktadır. Bu bağlamda İran nükleer
sorunu üzerinde kısmen ya da kapsamlı anlaşmaya
varılması ile birlikte Çin-İran ekonomik ve ticari ilişkilerinin daha fazla artacağı beklenmektedir.
Bölgesel işbirliği de Çin-İran arasındaki önemli konulardan biridir. ABD’nin, Afganistan ve Irak’a yönelik düzenlediği askeri saldırı ile birlikte İran doğusundaki Taliban Hükümeti ile batısındaki Saddam
Yönetiminin düşmanca tehdidinden kurtulmuştu.
Tahran Hükümeti bir yandan Orta Doğu’ya yönelik Şii kuşağı stratejisini geliştirerek bölgesel etkisini
oluştururken, diğer yandan Çin ve Rusya ile ilişkilerini geliştirerek 2005’te elde ettiği Şanghay İşbirliği
Örgütü gözlemci ülke statüsü sayesinde de Orta
Asya’da Pers etkisi yaratmaktadır. Sınırlı ekonomik
gücü ile kavuştuğu ciddi askei kapasitesiyle İran
bölgesel güç olma yolunda ilerlerken, sahip olduğu
orta menzilli balistik füze sistemi (S-300 hava savunma füze sistemini satın alması söz konusu) ve
60
MAYIS 2015
İran’ın bölgesel bir güce
dönüşmesi ve Rusya ve
Çin ile birlikte bölgede etki
sağlaması ABD ve Batı için
büyük bir tehdit olarak algılanmaktadır.
Zbigniew
Brzezinski’nin Büyük Satranç Tahtası’nda, RusyaÇin-İran stratejik ittifakının
bir Avrasya gücü oluşturarak, Batı’nın bölgedeki
çıkarlarını tehdit edeceğini ve Atlantik güçleriyle mücadele edebileceğini tahmin etmektedir.
İran’ın, Çin ve Rusya ile işbirliği yapabileceği en
uygun zemin ise Şanghay İşbirliği Örgütü’dür.
Şanghay İşbirliği Örgütü’nün 2015 zirvesi Temmuz
2015’te Başkurdistan’ın başkenti Ufa’da düzenlenecektir. Örgüte gözlemci ülkelerden Hindistan ve
Pakistan’ın resmi üye olması söz konusudur. Gözlemci konumda olan İran’ın ise nükleer sorunundan dolayı resmi üyeliği askıya alınmıştı. Tahran ile
5+1 grubu arasında yapılan geçici anlaşma İran’a
örgüte üye olmanın yolunun açıldığı anlamına gelmektedir. Rusya’nın desteğini alan İran’ın üyeliği
toplantının gündemine gelebilir. Çin’in sürdürmekte
olduğu Bir Kuşak ve Bir Yol Projesi kapsamında
Doğu Türkistan’ın Kaşgar’ından Pakistan’ın Gwadar limanına uzanan ekonomik koridorun bir uzantısı ise Pakistan-İran doğalgaz boru hattıdır. İki milyar
Dolarlık söz konusu boru hattı Çin tarafından inşa
edilecek ve bu hat Pakistan’ın doğalgaz ihtiyacını
karşılamakla birlikte Pakistan-İran enerji işbirliğini de
arttıracaktır. Çin ise Orta Asya enerji boru hatlarını
Doğu Türkistan’a bağladığı gibi İran-Pakistan-Doğu
Türkistan doğalgaz boru hattını da bağlamış olacaktır. Barış Boru Hattı adı verilen bu bağdan dolayı
Çin-İran ilişkileri de artacak ve İran’ın Çin yanındaki
jeopolitik ve enerji stratejisindeki konumu da önem
kazanacaktır.
YEMEN'DE HUSİ DARBESİ VE
KÖRFEZ CEPHESİ’NİN ZORLUKLARI
Doç. Dr. Ahmet UYSAL
SDE Uzmanı
Y
emen, fakir ve dünyanın en kritik bölgelerinden birinde yer alıyor. Afrika ve Hint kıtalarını
birbirine bağladığı gibi İslam’ın kutsal şehirleri
Mekke ve Medine’ye de yakındır. Ama en önemlisi Kızıl Denizi Akdeniz’e bağlayan Bab el-Mendeb
Boğazı’na sahiptir. Kuzey’de Suveyş Kanalı’nın
stratejik önemi iyi bilinmesine rağmen buranın önemi yeteri kadar takdir edilmez. Yemen diğer Arap
Baharı ülkeleri gibi kötü yönetim, yoksulluk, işsizlik
ve dış müdahalelerden mustarip olduğu için Tunus
ve Mısır’dan sonra gösteriler Yemen’e de sıçramış
ve uzun süredir ülkeyi yöneten Al Abdullah Salih
2011 yılında düşmüştür.
Yemen demokratik tecrübesi az olmasına rağmen
devrimden sonra görece demokratik geçiş için iki
yıl ulusal diyalogla yoluna devam edebilmişti. Ancak
Mısır ve Libya’da şahit olduğumuz gibi Yemen’de
de demokrasiden hoşlanmayan Körfez ülkeleri ve
eski rejimin adamları demokratik geçişi engelleyecek
hamleler yapmışlardır. Körfez ülkeleri hem demokrasiden hem de İhvan-ı Müslimin Hareketi’nden rahatsız oldukları için süreci kendi lehlerine olacak şekilde
tasarlamaya çalışmışlardır. Bu durumun en önemli
göstergesi, diğer Arap Baharı ülkelerinde görülmeyen bir şekilde, Ali Abdullah Salih’in Partisi’nin ulusal
diyalog koalisyonunda kalmasını şart koşmalarıydı.
Mısır’da devrimden sonra demokrasiye geçiş sürecini ordunun yönetmesinin getirdiği bir tuzağa benzer
şekilde, daha önce ülkeyi sol cumhuriyet ideolojisi
ile yöneten Salih ve adamları, Mısır’dakinin tersine
MAYIS 2015
61
ABD’de yapılan değerlendrmelere
göre Körfez ülkelernn ABD’ye
danışmadan böyle br harekete
grştkler anlaşılsa da bölgede
mezhep çatışmasından ve slah
satışlarından ABD’nn genel olarak
memnun olacağı söyleneblr.
Yemen operasyonuna 14 ülkenn
destek verdğ düşünüldüğünde,
operasyonun özellkle Körfez
ülkeler ve Mısır tarafından
yönetldğ gözükmektedr. Dğer
ülkeler daha çok moral ve lojstk
destek vermektedrler.
Suud’a haber vermeden, Eylül 2014’te bir Husi darbesi gerçekleştirmişlerdir. Salih döneminde orduda
ciddi bir Zeydi azınlık hâkimiyeti olduğu için Salih’e
bağlı komutanlar, Zeydi olan Husilere Başkent San’a
ve diğer önemli şehirleri açmışlar, hatta cephanelikleri bile teslim etmişlerdir. Lübnan Hizbullah’ı gibi
İran’ın stratejik bir kolu olarak hareket eden Husilerin
Arap Yarımadası’nın güneyine hakim olmaları, Irak
ve Suriye’den sonra Körfez ülkelerinin İran’a yakın
yönetimlerce sarılması anlamına geldiğinden, bu gelişmeler Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez
ülkelerinde ciddi rahatsızlık uyandırmıştır.
Yemen’deki darbenin eski Suud Kralı Abdullah’ın
ölüm döşeğinde iken gerçekleşmesi ABD’nin zımni
izniyle olduğu ihtimalini güçlendirmektedir. Diğer bir
ihtimal ise ciddi İhvan ve demokrasi antipatisi olan
eski Suud Kralı’nın ve Birleşik Arap Emirlikleri kampının Yemen’de başa gelmesini istemedikleri İhvan
çizgisindeki Islah Partisi ile Husileri çatıştırmak istemesi olabilir. Ancak buradaki zorluğu gören Islah Hareketi bu mücadeleye girmekten kaçınmış
ve beklentileri bozmuştur. Bu arada Körfez ülkeleri
Yemen’in tekrar bölünmesine de razı olmuş görünüyorlardı. Ancak, Ocak 2015’te Husiler’in Başkent
San'a’yı ele geçirdikten sonra Sünni bölgesi olan
Aden’e yürümeleri Suudi ve diğer Körfez yönetim-
62
MAYIS 2015
lerinde paniğe yol açmış ve Husileri durdurmak için
Saddam’ın Kuveyt’i işgalinden bu yana görülmemiş
operasyona 26 Mart’ta başlamışlardır.
parçalanmışlığından güç almaktayken,
daha sonra aleyhlerine dönebilecek bir
projeye sıcak bakmaları kolay değildir.
ABD’de yapılan değerlendirmelere göre Körfez ülkelerinin ABD’ye danışmadan böyle bir harekete
giriştikleri anlaşılsa da bölgede mezhep çatışmasından ve silah satışlarından ABD’nin genel olarak
memnun olacağı söylenebilir. Yemen operasyonuna 14 ülkenin destek verdiği düşünüldüğünde,
operasyonun özellikle Körfez ülkeleri ve Mısır tarafından yönetildiği gözükmektedir. Diğer ülkeler
daha çok moral ve lojistik destek vermektedirler.
Türkiye de operasyona söylemsel destek vermiştir.
Bu destek hem Türkiye’nin savunduğu demokratik
prensiplere hem de çıkarlarına uygun olduğu için
yerinde olmuştur. Türkiye ve Pakistan ayrıca Suudi
Arabistan’a bir saldırı olursa ülkeyi savunacaklarını deklare etmişlerdir. Özellikle, Suriye ve Irak’tan
sonra İran’ın, Arap Yarımadası’nın güneyini kontrol
etmesi Türkiye’nin de çıkarlarına terstir.
Bu operasyon yeni Suud Kralı Selman
için de bir test olacaktır. Öncelikle küçük ada ülkesi Bahreyn’e tankları göndermesi sayılmazsa Suud liderliğinde
girilen böyle bir operasyon ilktir. IŞİD’e
ve El Kaide’ye karşı yapılan müdahaleler, sadece hava bombardımanı ile
sonuç alınamayacağını göstermiştir. Ali Abdallah
Salih’e bağlı yerleşik ordu, darbeyi desteklediği için
kara operasyonu da gerekmektedir. Kara operasyonun yapılıp yapılmayacağı ve yapılsa bile başarılı
olup olamayacağı onların Husilere karşı başarısı kadar, İran ve ABD’nin tavrıyla da bağlantılıdır. Ayrıca başarı, yerel olarak alanda Husilerle mücadele
edecek Islah (İhvan) Hareketi’nin desteğine ve bu
hareketle ilişkilerin normalleşmesine bağlıdır. Yemen coğrafyasının zorluğu da düşünüldüğünde buradaki başarısızlık jeo-stratejik açıdan olduğu kadar
ekonomik ve siyasi olarak da Suudi Arabistan’da
karışıklığa yol açabilecektir.
Ancak operasyon sanıldığı kadar kolay sonuç alacak
durumda değildir. Öncelikle dış savunmalarını ABD
üstleriyle sağlayan Körfez ülkeleri, dış ülkede operasyon yapmaktadırlar. Bu konuda tecrübeleri pek
olmadığı gibi kendi aralarında yürütmeye çalıştıkları
işbirliği ve hatta küresel stratejileri farklılaşmaktadır.
Örneğin ABD’nin, her ne kadar istihbarat desteği vereceğini ve silah satacağını söylese de, İran’a nükleer
anlaşmada neler vaat ettiği net değildir. Mısır devriminde olduğu gibi ABD Hükümeti’nin söyledikleri ile
yaptıkları arasında fark olması mümkündür. Körfez
ülkeleri ve Katar arasında Arap Baharı politikalarında farklılık vardı. Yeni Suud Kralı Selman ile Mısır
ve Arap Emirlikleri arasında da farklılaşma olduğu
görülmektedir. Ancak, son zamanlarda Suud, İhvan
konusunda söylemini yumuşatmıştır.
Arap kamuoyunu meşgul eden en önemli mesele ‘ortak ordu’ meselesidir. Ortak Arap ordusu
projesi konuşulsa da çok kolay değildir. Örneğin,
Mısır, Yemen benzeri krizlere ortak çözüm bulunması için ortak Arap ordusu kurmak istemektedir.
Ancak Sisi’nin bu fikri savunmasının asıl sebebi,
Yemen’den çok Hafter darbesine yardım etmek ve
Libya’nın petrolünü kontrol etmektir. Ayrıca böyle
bir ordu inşası için Sisi 200 milyar dolar talep etmektedir ki bu miktarın sağlanması kolay değildir. Daha
da önemlisi İsrail ve Amerikan çıkarları Arapların
Suud Yönetimi, Mısır ve Libya’da yaptığının tersine
Yemen’de Abdurabbu Mansur Hadi’yi desteklemektedir. Ancak bazı eski bakanların Husilerin elinde esir
olduğu için Hükümet görevini yapamamakta ve direniş için organize güçler bulunmamaktadır. Halktan,
gönüllülerden ve bazı demokrasi yanlısı askerlerden
oluşan direniş cephesi en başta koordinasyon sıkıntısı çekmektedir. Hem etkin çalışacak bir hükümet
olmadığı gibi bir ordu olarak hareket eden Husilere
karşı duracak ciddi bir kuvvet oluşturmak zaman almaktadır. Ancak hava saldırıları ile sonuç alınmaya
çalışılmakta ve bu da yeterli olmamaktadır.
Pakistan Parlamentosu’nun Suudi Arabistan’a kara
askeri göndermeyi reddetmesi kara operasyonu ihtimalini zayıflatmış ve Arabistan’ı mesafe koymaya çalıştığı Sisi’ye mahkûm etmiştir. Mısır’da da 1960’lardaki kötü Yemen tecrübesi bu konuda Mısır’ın müdahalesini zorlaştırmaktadır. Yemen halkı arasında
yaygın silahlanma olgusuna rağmen, halkın elindeki
küçük silahların merkezi ordudan alınan tank, top
ve ağır silahlara karşı direnmesi zor olduğu gibi halk
komiteleri örgütlü ve eğitimli değildir. Gönüllülerin eğitilmesi, örgütlenmesi zaman alacaktır. Diğer taraftan
BM Güvenlik Konseyi’nde Husi darbecilerine silah
ambargosu konusunda karar alınmıştır. Yemen’in
havadan ve karadan silah ablukası altında olmasına
karşın, İran bir askeri filo göndermiştir. Bu filonun
savaşa katılıp katılmayacağı ve katılırsa nasıl bir tepki
ve sonuç alacağı da belli değildir.
“Yemen’e sahip olamazsınız, belki kiralayabilirsiniz“ mealindeki Arap atasözü, Yemen misyonunun
kolay olmadığına işaret etmektedir. Suud’un kara
operasyonuna kendi güney sınırından girmesi icap
etmekte ama bu bölge Zeydi bölgesi olduğu gibi
dağlık ve zor bir bölgedir. Diğer taraflardan müdahalenin maliyeti yüksek olacağı gibi daha uzun
zaman alacaktır. 1960’larda Mısır’ın enerjisini tüketen yüksek maliyetli Yemen müdahalesi, 1967’de
Abdunnasır Yönetimi’nin İsrail karşısında yenilgisine
yol açmıştı. Bu yenilgiden sonra Abdunnasır’ın geleceği büyük darbe almış, İsrail ve Batı ile işbirliğine
giren bir Mısır karşımıza çıkmıştı.
Birçok şehrin Husilerin eline geçmesi sebebiyle
kara harekatı şehir direnişi ve sokak çatışmalarına
dönüşeceği için insani maliyet de artacaktır. Ayrıca,
savaş dolayısıyla oluşmaya başlayan mülteciler ayrı
bir insani ve güvenlik meselesi olmaya başlamıştır.
Suriye’den sonra yeni bir mülteci sorununun yönetilmesi de ayrı bir zorluk taşımaktadır. Körfez ülkelerinin bu konuda ciddi bir tecrübesi olmadığı gibi
bu konudaki yetenekleri de test edilmemiştir. Özellikle Suudi Arabistan, eski otoriter rejimin adamlarını destekleyerek, kendisini büyük bir çıkmaza
sokmuştur. Bu çatışma İran ve Suud arasında uzlaşma ile çözülmediği takdirde, ihtimaller alandaki
mücadele kadar bölgesel ve uluslararası güçlerin
öncelikleriyle de yakından ilgili olduğu için, 2015
Yemen operasyonu belirsizliğini koruyacaktır. Ancak Suriye’den sonra Yemen ve Suudi Arabistan’ı
da zor günlerin beklediği açıktır.
MAYIS 2015
63
DIŞ POLİTİKA
Tanrısı Nemesis
Olanın Tarihi
Prof. Dr. Yasin AKTAY
SDE Onursal Başkanı
P
apa’nın geçtiğimiz yüzyılın ilk soykırım olarak
1915 yılında Ermenilere yapılanları zikretmesiyle Türkiye’ye karşı açıklama yapma sezonu hem erkenden açılmış oldu hem de bu hareket
beklendiği gibi diğer açıklamalara cesaret verdi.
Avrupa Parlamentosu da (AP) geçtiğimiz günlerde
Papa’dan aldığı teşvikle Tanrı Krallığında yer kapmaya çalıştı.
AP’de yapılan görüşmelerde, tarihle ilgili lise seviyesinde bilgisi olamayacak tipler, ezberletilmiş ve önceden yazılmış metinleri kurulda okuyarak, Ermeni
Soykırımı deyimini kullandı ve toplamda Türkiye’nin,
bu soykırımı yapmış olduğunu kabul etmesi, kendine kahretmesi, gereğini yapması, örneğin tazminatı
ödemesi, ölen masum bir buçuk milyon insanın yaşayan torunlarına mallarının iadesinin gerektiği gibi,
akla gelebilecek her şey söylendi.
AP’nin Ermeni propagandasının baskılarına dayanamayarak nihayet böyle bir karar almış olduğu söylenebilir. Gerçekten de Ermeni diasporası bu konuda
olağanüstü bir lobi faaliyeti yaptı ve bu faaliyetleriyle
en sıradan Avrupalı parlamenterin ensesinde boza
pişirdi. Bu konuda elbette ki Türkiye’nin mukabil bir
çalışma yürütmemiş olduğu da söylenebilir.
Kabul edilmeli ki Ermeni diasporasına mensup insanlar Avrupa’nın her ülkesinde doğuştan orada
bulunmuş insanlardan oluşuyor, her ülkenin dilini
akıcı bir biçimde konuşan mensupları var ve bu
üyeler kendi iddialarını anlatma konusunda sürekli
ve ısrarlı bir çaba içinde oldular. Bu çabalar, 100 yıl
önce ne olup bittiğine dair hangi masalı isterlerse
insanlara ezberletmeyi mümkün kılacak türdendi.
En inanılmaz yalanı bile bu yoğunlukta ve bu ısrarda
tekrarlayanın muhatabını inandırması mümkündür.
Gerçeklik gerçekler âleminde olandan ibaret değil,
büyük ölçüde algıladığımız şeylerden oluşuyor. Ger-
64
MAYIS 2015
çekleri değiştiremeyenler, gerçekliğin algısını oluşturarak insanları kendi dünyalarına tıkabiliyorlar. Bu
tabii ki dürüst ve ahlaki bir yol değildir. Ama bu mücadelede kimden ahlaklı olmasını bekleyebilirsiniz ki?
Ermeni Diasporası, kendi tezlerini anlatma konusunda inanılmaz bir sebat ve ısrar içinde oldu. Bu işi
hayatlarının tek davası kılmış durumdalar. O yüzden
de aslında acınacak durumdalar. Onların gerçekliğini var eden tek şey de hem başkalarına hem de
kendilerine anlattıkları ve neticede kendilerini içine
hapsetmek zorunda kaldıkları bu Türk algısıdır.
Hrant Dink’in daha iyi anlaşılabilecek şekilde düzenlenmiş ifadesiyle Türk nefreti Ermenilerin kanını
zehirleyen, onların varlığını tüketen tehlikeli bir şeye
dönüşmüş durumda.
nu, hele Anadolu’nun bütün savaşan evlatlarının
cephelerde olduğu bir dönemde, Osmanlı tebası
Ermeni çetelerininse Rus üniforması giyerek Müslümanları katletmekle meşgul olduğu bir dönemde
alındığını biliyor musunuz?
Bu katliamlarda kaç Müslüman Türk, Kürt, Arap
evladının hayatını yitirdiğinden haberiniz var mı? Bir
tek Ermeni mi ölmüş bu dönemde? Ermenilerin acılarını da saygıyla analım ama bir tek onların canı mı
candı? Diğerlerininki can değil miydi?
Ayrıca, gerçekten biliyor musunuz, Ermeniler nereye nakledildi? Osmanlı arazisinin dışına mı kovuldular? Yoksa Osmanlı toprakları içinde sadece yerleri
mi değiştirildi?
Kısaca böylesi bir olay bağlamında
Yine kabul edelim ki Türkler, en
akla ilk gelebilecek bu basit sohaklı oldukları konuda bile
rular bile duyurulamamıştır.
sadece haklılıklarına güve1915’e,
yani
tarihe
niyor, bu haklılığı ifade
İşin aslı tam bir Türk soygitsek de, Türkiye bir savunma
etmeye ayrıca fazla bir
kırımına hazırlanılan 1.
önem atfetmiyorlar.
değil bir iddia makamında olacak
Dünya Savaşı şartlaHaklılığını bıktıracak
rında, bu soykırıma
konumdadır. Osmanlı askeri yedi
şekilde anlatarak
karşı kendini savudüvele karşı bilmem kaç cephede
bir de çevreye ranarak, Çanakkale
savaşırken Ermeni çetelerini kışkırtıp
hatsızlık
vermesavunmasıyla, Erdevlete isyan ettiren, muhtemelen
mek gibi bir mahmeni nüfusu ülkecupluk var adeta.
Balkanlarda yaptıkları soykırımın bir
nin başka bölgeTürkiye’nin
son
tekrarını da Anadolu’da yapmaları
lerine nakletmekle,
zamanlarda bu açıİstiklal Savaşı’yla var
için hazırlayan odaklar içinde Vatikan
ğı görerek önemsekalabilmiş Anadolu
da
vardı,
bugün
Ermeni
soykırımı
meye başladığı kamu
Müslümanlarından bir
iddialarına sahip çıkan
diplomasisi faaliyetleri
türlü alınamamış bir intide Ermeni meselesindeki
birçok ülke de vardı.
kam vardır. İçlerinde ukde
algıyı düzeltmeye yetmedi.
kalmış bir Türk Soykırımı varHer gün Ermeni diasporasının
dır.
Balkanlarda gerçekleşmiş
her yere sirayet etmiş militanlarınolanın
Anadolu’da
gerçekleşememiş
dan defalarca “Ermeni soykırımı” deyimini
olmasının
hıncı
vardır.
duymaya alışmış kulaklara, alternatif bir sesi duyurmaya yetmemiştir bu çabalar.
Örneğin, nereden çıktı şu 1,5 milyon rakamı? Durup dururken mi oldu bu ölümler? Ermeni çetelerinin 1870’li yıllardan itibaren yaptıkları katliamları
biliyor musunuz?
Ya Balkanlardan açıkça ve kastı mahsusa ile katledilen yüzbinlerce, milyonlarca Müslüman Türk evladından haberiniz var mı? Ermeni tehciri kararının
tam da Balkan trajedisinin üstüne gelmiş olduğu-
Papa da AP’de normalde üstlerine vazife olmayan
böylesine riskli bir konuya giriyorsa, bunun arkasında haçlı bir motivasyon aranmasına da açık hale
gelmişler demek.
Yoksa ne bilsin parlamenterler 1915’te ne olup bittiğini? Sadece lobi faaliyetlerinin propagandasıyla
tarihte neler olup bittiğinin anlaşılamayacağı, bununla sadece bir tarih algısının pazarlanabileceğini
herkesten çok onların bilmesi gerekiyor.
MAYIS 2015
65
Ama bir malın pazarlamacısı ne kadar usta ve ısrarlı olursa olsun, o malın alıcısı da bir tercih yapmış oluyor neticede. Hem AP hem Papa dünyada
bugün bile olup biten o kadar insanlık suçu varken
yüzyılın derinliklerinden gelip kendilerine vicdan görüntüsünde intikamlarını ve kinlerini pazarlayanların
çürük mallarını almayı tercih etmiştir.
Bu sahte malı tercihte kimse kusura bakmasın, ben
sadece haçlı motivasyonunu görüyorum.
Kin ve Nefretle Yazılan Tarih
Ermenilerin Türklerle olan kan davası kendine Hıristiyan dünyasında taraftar toplamakta fazla zorlanmıyor. Gerçi onu tatmin edecek, gözünü doyuracak
kadar bir destek yok yine de, ama Ermeniler, birçok ülkenin parlamentosundan olağanüstü çabalar
neticesinde 1915 yılında yaşananların bir soykırım
olduğu yönünde kararlar çıkarmayı başarmıştı.
Birçok ülke Türkiye’nin bu konudaki hassasiyetini
bildiği ve Türkiye ile aralarını bozmak istemediği için
bu desteği vermekten kaçınıyor ve bu durum bile
Ermeni intikamcılarını büyük bir tatminsizlik duygusuna gark etmeye yetiyor. Bazı ülkelerin veya aktörlerin vereceği veya vermeyeceği destek bu noktada
epeyce dert haline gelmiş oluyor mesela.
Obama’nın mezkûr tarihte yapacağı bir anma konuşmada “soykırım” sözcüğünü kullanıp kullanmaması hem Ermeni diasporası açısından hem de
Türkiye tarafından çok önemseniyor tabi. Obama
veya ondan önceki ABD liderleri de her seferinde iki
arada bir derede kalarak her iki tarafın beklentilerine
cevap verecek özgün bir ifade bulmaya çalışıyorlar.
Bakalım 100. yılda Obama bu iki taraflı baskıya bakarak ne diyecek?
66
MAYIS 2015
Her ne demiş olursa olsun, bunun 1915 yılında yaşanmış olanların niteliğini değiştiremeyeceği çok
açık. Neticede 100 yıl önceki hadiselerle ilgili yeni
bir gerçek ortaya çıkarılarak bu durum ifade edilmiş
olmayacak. Tam tersine olay, daha önce de defalarca ifade ettiğimiz gibi 100 yıl önce değil bugün
cereyan ediyor.
larını hatırlamaz, ama bizzat Haçlıların kışkırtmalarıyla ayaklandırılan Ermenilerin, Osmanlı halkına karşı
tam bir katliamın ortasındayken son derece makul
bir tedbir olarak yapılan tehcir uygulamasını bir trajedi
olarak hatırlar. Bu hafızanın ciddiye alınabilecek bir
tarafı yoktur. Müslüman Türk’e karşı kinle, nefretle,
intikam duygusuyla beslenen hasta bir hafızadır.
Obama gibi, bu yıl da ne diyeceği merakla beklenen Katoliklerin ruhani lideri Papa Francesco erken
davrandı. 1915 olaylarının 100. yıldönümü sebebiyle Vatikan’da düzenlediği ayinde, “20. yüzyılın ilk
soykırımının Ermenilere yapıldığını” söyledi bile.
Daha önce de ifade etmiştik. 1915’e, yani tarihe gitsek de, Türkiye bir savunma değil bir iddia makamında olacak konumdadır. Osmanlı askeri yedi düvele karşı bilmem kaç cephede savaşırken Ermeni
çetelerini kışkırtıp devlete isyan ettiren, muhtemelen Balkanlarda yaptıkları soykırımın bir tekrarını da
Anadolu’da yapmaları için hazırlayan odaklar içinde
Vatikan da vardı, bugün Ermeni soykırımı iddialarına
sahip çıkan birçok ülke de vardı.
Söyledi de ne oldu? 1915 yılına ait gerçekliğe biraz
daha mı yaklaşmış olduk? O gün yaşanan olaylarla
ilgili bizi aydınlatan yeni bir bilgiye mi ulaşmış olduk?
Yoksa en arkaik duygularla hareket eden ve Müslüman Türk’e karşı nefret duygularıyla hareket etmekte olan Ermeni tarafının güttüğü ilkel kan davasına
bir prim mi vermiş olduk?
Dahası, 1915’ten sadece bir kaç yıl önce
Balkanlar’dan toplu katliamlarla yok edilen ve sürülen 3 milyona yakın Müslüman Türk’ü hiç hatırlamayıp “20. yüzyılın ilk soykırımının Ermenilere yapıldığını” söylemenin anlamı nedir? Gerçekten Papa,
insanlığa karşı işlenen suçlar veya tarihsel acılara
dair bir duyarlılıktan hareket ediyorsa, önce lütfen
bir Balkanları, sonra Ermeni tehciriyle aynı tarihlerde dört bir cephede ve toplumda ölen yüzbinlerce
Müslüman Türk’ü de hatırlasaydı ya?
Hatırlamaz, hatırlayamaz, çünkü Papa’nın hafızası
ırkçı ve haçlı bir hafızadır. O haçlı zihniyetinin yaptık-
Aslında Ermeni soykırımı iddialarının arka planında içlerine ukde kalmış, başarılamamış bir “Anadolu Müslümanı soykırımı” vardır. Bu ihtimal hiç
de bugünden farazi olarak kurgulanan bir ihtimal
değil. 1915’te tehcir planını devreye sokan veya
o günlerde devlet sorumluluğunu taşıyan bütün
Osmanlı devlet ricalinin hepsinin (Talat Paşa, Enver Paşa, Sait Halim Paşa, Trabzon Valisi Cemal
Azim, “Teşkilât-ı Mahsusa”nın yöneticisi Bahattin
Şakir, yanısıra Azerbaycan eski Başbakanı Fetali
Han Hoyski, eski Adalet Bakanı Halil Bey Hasmemmedov ve daha niceleri) Ermeni Taşnak örgütünce
akıllara durgunluk veren bir sürek avı neticesinde
bulunup suikastla vurularak öldürüldüğünü hatırlamamız belki yeter de artar bile. Bu suikastlar Taşnak örgütünün Erivan’daki 9. Kurultayında kararlaştırılmış, adına Yunanca intikam tanrıçası anlamına
gelen “Nemesis operasyonu” denilerek önemli bir
bütçe tahsisi ve büyük bir organizasyonla sistemli
bir biçimde uygulamaya konulmuştur. Operasyonun hedefinde Tehcirde katkısı olan yüzlerce insan
vardır ve bunların öldürülmesine karar verilenlerinin
birçoğu da öldürülmüştür.
Osmanlı’nın aldığı tehcir tedbirinin hiç de haksız olmadığını gösteren yeterince çarpıcı bir örnektir bu.
Aktif bir biçimde çalışmakta olan ve gözünü kan
bürümüş çetelerin çok daha büyük bir Müslüman
katliamı girişiminde olduklarını teyit eden bir örnek.
Aslında söz konusu olan intikamsa Ermeni örgütleri tarafından bu intikam defalarca alınmıştır: Zaten
1870’li yıllardan itibaren propaganda çerçevesinde
girişilmiş katliamlar var. İşgal kuvvetlerinin saflarında
Türklere karşı açık işbirliği var. İngilizlerin işgal yönetiminin gözetimi altında kurulmuş mahkemelerde
idama mahkûm edilmiş olanlar var. ASALA’nın suikastlarıyla öldürülmüş diplomatlar var.
İntikam tanrıçasını kendine rehber edinince, intikamı
da bir hayat tarzı haline getirmek mukadder oluyor.
İntikamı bir tanrı gibi tasavvur eden, böylece gözünü
intikam ateşi bürümüş bir yapıyı doyurmanın imkânı
olmaz. İntikama doymayan, intikam duygusuyla beslenen hasta bir kan davasıdır Ermeni davası.
Bu hastalığını yüz yıl önceye davet eden burada da
sadece kendi acılarını önemseyen çağrısının peşine
düşenlerin artık ne duruma düştüklerini görmelerini
umuyoruz.
Akıllılarının Papa olduğunu varsayarsak, bu umudumuzun boş bir umut olduğunu bilsek de...
MAYIS 2015
67
DIŞ POLİTİKA
“Müşriklerin, Allah’ın ve peygamber yanında bir ahitleri (söz vermeleri/anlaşmaları) nasıl olabilir ki? Onlar size karşı dürüst davrandıkları müddetçe siz de onlara dürüst davranın. Çünkü
Allah (ahdi bozmaktan) sakınanları sever. Nasıl olabilir ki! Onlar size galip gelirlerse, sizin
hakkınızda ne bir ahit, ne de antlaşma gözetirler. Onlar ağızlarıyla sizi razı ediyorlar, hâlbuki
kalpleri (buna) karşı çıkıyor. Çünkü onların çoğu yoldan çıkmışlardır. Bir mümin hakkında ne
ahit tanırlar ne de anlaşma. Çünkü onlar saldırganların ta kendileridir.” Tevbe, 9/7, 8, 10
M
ümin bir kabileye baskın düzenleyerek Hudeybiye anlaşmasını bozan putperestlerle
ilgili yukarıdaki ayetler, kendisini Allah’tan
müstağni görüp büyüklenen, kendi dışındakileri küçümseyen, nefsi arzularının peşinde koşarak dünyevi çıkarlar karşılığında Allah’ın ayetlerini feda eden
kimselere ve özellikle de Kur’an’ın “mütref” adını
verdiği politik liderlere ve kompradorlara güven olmayacağına vurgu yapmaktadır. Ayetlerde, insan ve
toplumları sömürmeyi ilke edinen, her türlü zulüm,
hile ve düşmanlıkla müminleri Allah yolundan çevirip
kendi süfli emellerine köle etmek isteyen inkârcıların,
güçlü oldukları takdirde müminler hakkında hiçbir
ahit ve zimmet gözetmeyeceklerine, sözleşmelerine
ihanet edeceklerine açıkça işaret edilmektedir. Son
zamanlarda Türkiye ve İslam dünyası olarak muhatap olduğumuz birtakım durumlar, birtakım güç
merkezleri ve global aktörler tarafından üzerimizde
çevrilmeye çalışılan dolaplar tam da bu ayetlerin
muhtevasına uygun bir durum arz etmektedir.
BATI’YA
NASIL GÜVENELiM Ki!
(Ermeni Soykırımı İddiası)
Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ
SDE Uzmanı
68
MAYIS 2015
Katolik dünyasının lideri Papa Fransuva’nın Ermeni
soykırımı iddiasına sahip çıkan talihsiz açıklamasının
hemen akabinde, söz birliği etmişçesine, Avrupa
Parlamentosu’nun 1915’te yaşananları “soykırım”
olarak nitelendiren karar tasarısını oy çokluğuyla kabul etmesi oldukça manidardır. Rusya devlet başkanı Viladimir Putin’in de koroya dâhil olup Ermeni
soykırım iddialarına sahip çıkması, Batı ve Hıristiyanlık dünyası için tam bir tarafgirliğin, ikiyüzlülük ve
münafıklığın göstergesi durumundadır. Dün Birinci
Dünya Harbi’nde Osmanlı imparatorluğunun topraklarını yağmalamak için ittifak ve işbirliği içerisinde olanlar, bugün de aynı şeyi yapıyorlar. Türkiye 7
Haziran seçimlerine doğru giderken Papa, Avrupa
devletleri ve Rusya tarafından gündeme getirilen,
tarihi gerçeklerle bağdaşmayan soykırım iddiasının
gerisinde İslam ve Türk düşmanlığı üzerine kurulu bir zihniyet yatmaktadır. Söz konusu bu menfur
zihniyet devreye girdiğinde, Batılı politik aktörler ve
dini liderler için insan hakları, özgürlükler, hukukun
üstünlüğü, objektiflik, insaf ve merhamet kavramları
fazla bir anlam ifade etmemektedir.
Ermeni meselesi bahane edilerek Türkiye’ye karşı ortaya konulan tavır, Hıristiyan dünyası ile İslam
dünyası arasında barış ve diyalog köprüleri kurmayı
amaçlayan sözüm ona dinler arası diyalog projelerinin de samimi olmadığını, içinin boş olduğunu
göstermiştir. Ne yazık ki Batı dünyası şimdiye kadar
ülkemize ve İslam dünyasına yaklaşımlarında hep
ikiyüzlü, çifte standartlı politikalar izlemiş, taahhütte
bulunduğu sözlerinin çoğunu yerine getirmemiştir.
Bir taraftan demokrasi havariliğine soyunurken, diğer taraftan İslam dünyasında ve ülkemizde meydana gelen demokratik gelişmelerin önünü kesmek,
darbeleri, diktatörlükleri ve totaliter rejimleri desteklemek, anarşi ve terörü teşvik etmek için elinden
geleni arkasına koymamıştır. Gezi parkı eylemlerinden beri ülkemiz üzerinde oynanan oyunlar, Arap
Baharı’nın Arap kışına döndürülmesi, Mısır’da darbecilere, Suriye’de kendi halkını katleden bir tiranlık
rejimine verilen destekler bu söylenenlerin ispatıdır.
Kur’an’da, yukarıda yaptığımız açıklamalarımıza delil teşkil eden başka ayetler de vardır:
“İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri senin hoşuna gider. Hatta böylesi kalbinde olana (samimi olduğuna) Allah’ı şahit
tutar. Hâlbuki o, hasımların en yamanıdır. Hâkim
konuma (yönetme durumuna) geldiğinde, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini ve nesli
helak etmek için koşar. Allah ise bozgunculuğu
sevmez.” Bakara, 2/205 “Onlara: ‘Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın’, denildiği zaman, ‘Biz ancak
ıslah edicileriz (barıştan yanayız)’ derler. İyi bilin ki
onlar, bozguncuların ta kendileridir, lakin farkında
değillerdir.” Bakara, 2/11-12
Batı’nın, Ortaçağda, yirminci yüzyılda ve günümüzde İslam dünyasında gerçekleştirdiği yıkım ve
tahribat, ayetlerde işaret edilen bu bozgunculuğun,
harsı ve nesli helak etmenin en açık örneklerinden-
MAYIS 2015
69
Papalık ve Batı dünyası, Müslümanları suçlayacak yerde, önce kend krl
tarhleryle yüzleşmek durumundadır. Batı dünyası başta olmak üzere bütün
nsanlık, 1992 yılının Şubat ayında Rusya’nın 366 numaralı motorze alayına
at zırhlı araçların ve asker personeln desteğnde Ermenstan Slahlı Kuvvetler
tarafından Azerbaycan’ın Hocalı kentnde Müslüman Azer Türklerne karşı
şlenen soykırımı görmek durumundadır.
dir. Haçlı seferlerinden beri sömürgecilik zihniyetiyle
dini de istismar edip araçsallaştırarak İşgal ettikleri
her yerde vahşet ve barbarlığın en uç örneklerini
sergilemişler, kadın, çocuk, yaşlı, sivil ayrımı yapmadan herkesi kılıçtan geçirip acımasızca katletmiş, her tarafı kan gölüne çevirmişlerdir. İspanya’da
işgal ettikleri şehir ve bölgelerde Müslümanlara ve
Yahudilere hayat hakkı tanımayıp onları zorla Hıristiyanlaştırmaya çalışmışlardır. Batı’nın son yüz elli yıllık sömürgecilik tarihi, sadece Müslümanlara karşı
değil, kendi dışındaki bütün insanlığa karşı zulmün,
zorbalığın, katliam ve soykırımların zirve yaptığı bir
dönemin tarihidir. Batı’nın sadece Afrika’da milyonlarca insanın katledilip bir o kadarının köleleştirilmesiyle sonuçlanan insanlık dışı uygulamaları,
tarihte hep kara bir leke olarak hatırlanmaya devam
edecektir. Ermeni soykırım tasarısına sahip çıkanlar,
önce Çanakkale’de 250 bin Müslüman gencin şehit
edilmesinin hesabını vermelidirler! Ayrıca Afrika’dan,
Hindistan’dan, Avustralya’dan, Yeni Zelanda’dan
toplayarak bilinçsizce harbe sürdükleri, ölümlerine
neden oldukları gencecik insanların hesabını vermelidirler. Fransa’nın Cezayir’de gerçekleştirdiği
büyük katliam henüz unutulmadı. Afrika’daki kabile
savaşlarının gerisinde de Batı emperyalizmi vardır.
1994’te Ruanda’da bir milyona yakın Afrikalının
soykırıma uğratılması, tamamen Fransa’nın orada
uyguladığı sömürgecilik politikasının bir sonucudur.
Ne yazık ki bu politika, ABD başta olmak üzere diğer Batılı devletler tarafından da destek görmüştür.
1945’te Japonya’da Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan
atom bombaları, bu şehirleri harabeye çevirmiş, yüz
binlerce insanın ölümüne, sakatlanmasına ve hastalanmasına neden olmuştur. Nazi Almanya’sında
Yahudi soykırımına imza atarak Siyonizm’i insanlığın
başına bela eden yine Batı’nın kendisidir. Balkanlarda Sırp ordusu ve milisleri tarafından BM’e bağlı
70
MAYIS 2015
Hollandalı askerlerin gözetimleri altında Müslüman
Boşnaklara uygulanan katliam ve soykırım, dünya
durdukça Batı medeniyeti için kara bir leke olarak
anılacaktır!
Osmanlı Devleti’nin hükmü altında asırlarca sadık
bir millet olarak yaşayan Ermenilerin 19. yüzyılın
sonlarıyla yirminci yüzyılın başında siyasi bağımsızlık talebiyle silahlı milisler kurup isyan etmeleri modernitenin öne çıkardığı etnik milliyetçilik rüzgârının
da etkisiyle Batılı devletlerin ve Rusya’nın kışkırtmalarıyla olmuştur. Gerek Balkanlardaki ayaklanmalar
gerekse Ermeni isyanı, Emperyalist emellerin gerçekleştirilmesi için Osmanlı devletinin din ayrılığı ve
azınlıklar üzerinden parçalanmasına hizmet etmiştir.
19. yüzyılın başlarından itibaren Anadolu’daki Ermenilere yönelik misyoner okullarının sayısının hızla
artmış olması bir tesadüf değildir. Anadolu’daki Ermeni milliyetçiliği Batı ve Rusya tarafından açıkça
desteklenmiş, bunun sonucunda Doğu Anadolu’da
bağımsız bir Ermenistan devleti kurmak için Osmanlı Devleti’ne isyan edip Müslüman halka karşı
savaşmayı planlayan silahlı örgütler ve komitalar
oluşmuştur.
Temelinde Batılı devletlerin kendi aralarındaki çıkar
mücadelesinin yattığı Birinci Dünya savaşı, Osmanlı
coğrafyasındaki halkları derinden etkilemiştir. Ermeniler Batılı devletler ve Rusya tarafından Osmanlı’ya
ve Müslüman halka karşı kışkırtılmış, Ermeni komitacıları Van, Muş, Bitlis, Erzurum, Yozgat, Erivan
gibi Müslümanların yaşadığı bölgelerde, şehir, köy
ve kasabalarda Müslüman halka karşı birçok öldürme, yaralama ve yakma eylemleri gerçekleştirmişlerdir. Birçok Ermeni gönüllüsü ve milis kuvvetleri
Kurtuluş Savaşı’nda İngiliz ve Fransızların yanında
yer alırken, Osmanlı Rus harbinde Rus ordusunun
saflarına katılarak Osmanlı kuvvetlerine karşı aktif
olarak savaşmış, Müslüman halka karşı yapılan tahrip ve katliamlara fiilen iştirak etmiştir. Erzurum’un
Ruslar tarafından işgali, Ermenilerin Osmanlı’ya ve
Müslümanlara karşı Ruslarla ittifakı sayesinde gerçekleşmiştir. Sarıkamış Harekâtı’nda Ermeni Gönüllü Tugaylarının Rus kuvvetlerinin başarısında önemli
etkileri olmuştur. Bütün bu durumların gerisinde
Doğu’nun ve İslam coğrafyasının zenginliklerini yağmalamayı amaç edinen Haçlı zihniyeti olmuştur.
Osmanlı’nın Ermeni vatandaşlara uyguladığı zorunlu
tehcir politikası, devlete karşı yapılan isyanın, TürkKürt Müslüman halka verilen zararların ve savaş
şartlarının getirdiği güvenlik politikasının bir sonucu
olarak devreye girmiştir. Tehcirin hedefinin göçe tabi
tutulanların devletin belirlediği yerlerde iskân edilmesine yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Bu konuda
devletin bir soykırım kararı olmadığı gibi, Ermenileri
yok etmek için bir halk iradesi de olmamıştır. Tehcir sırasında bir trajedi yaşanmış olmakla beraber,
konu ile ilgili kaynaklar Müslüman halkın tehcire
tabi tutulan Ermenilere nazik davrandıklarını, birçok
Müslüman ailenin Ermeni komşularını koruduklarını
ifade etmektedir. Bu konu ile ilgili yazılıp anlatılanlar, tehcir edilen Ermenilere karşı birtakım fanatikler
tarafından yapılan suistimallerin devlet tarafından
çok ağır şekilde cezalandırıldığı yönündedir. Tarihi
gerçekler çarpıtılıp tahrif edilerek barışa hizmet edilemez. Ne yazık ki emperyalist devletlerin emellerine hizmet eden Ermeni İsyanları, hem Müslüman
halka hem de Ermenilere çok büyük zararlar
vermiş, her iki taraftan
da binlerce insanın hayatına ve mağduriyetine neden olmuştur.
Tehcir sırasında birçok
masum Ermeni’nin yerini yurdunu terk edip
hastalanması, hayatını
kaybetmesi, saldırıya
uğraması, acı ve sıkıntılar çekmesi elbette ki
üzücü bir durumdur.
Ama meydana gelen
olayların tek taraflı yorumlanması objektif ve
dürüst bir tavır olmadığı
gibi, sadece yaraları kaşımaya, kin, nefret ve düşmanlıkları artırmaya hizmet eder. Hâlbuki hadiselere dürüstlük ve adalet prensiplerinden yaklaşmak,
gerçeklerle yüzleşmek, acıları beraber paylaşmak
gerekir.
Dün ülkeyi kaos ve istikrarsızlığa mahkum etmek,
devleti zaafa düşürmek, ülkenin birlik ve bütünlüğünü bozmak için etnik terörü destekleyen, mezhep
çatışması yaratmak için taş ören örgütleri devreye
sokup cinayetler işletenler, başarısız olacaklarını
anlayınca tekrar Ermeni meselesini gündeme getiriyorlar. Amaç istikrar içerisinde ilerlemesine devam
eden, bölgesinde demokratik, sosyal ve hukuki yapısıyla örnek teşkil eden, içeride ve dışarıda barış,
huzur ve güvenliğe dayalı siyaset izleyen, tarihi misyonundan hareketle Türk ve İslam dünyasına açılan
Türkiye’nin önünü kesmek! Afganistan ve Irak’ta 12
milyon Müslüman’ın katledilmesinden sorumlu Batı,
bunun hesabını vermek yerine yüzyıl önceki Ermeni
konusunu sahipleniyor! Srebrenitsa’da Müslüman
soykırımına destek verip göz yumanlar, Suriye’de
yüz binlerce insanın rejim tarafından katledilmesine
seyirci kalanlar, Filistin’de çocukların Siyonist yönetim tarafından öldürülmesine gözlerini kapatanlar, Ermeni konusunda birdenbire vicdanlı ve merhametli kesiliyorlar! Batı dünyası ve Rusya, Stalin
döneminde Kırım’dan Sibirya buzullarına sürülen
milyonlarca Müslüman Kırımlının akıbetini, Karabağ
meselesini, Rus desteği ile Ermeni milisler tarafın-
MAYIS 2015
71
DIŞ POLİTİKA
Dün Brnc Dünya Harb’nde Osmanlı mparatorluğunun topraklarını yağmalamak
çn ttfak ve şbrlğ çersnde olanlar, bugün de aynı şey yapıyorlar. Türkye 7
Hazran seçmlerne doğru gderken Papa, Avrupa devletler ve Rusya tarafından
gündeme getrlen, tarh gerçeklerle bağdaşmayan soykırım ddasının gersnde
İslam ve Türk düşmanlığı üzerne kurulu br zhnyet yatmaktadır. Söz konusu
bu menfur zhnyet devreye grdğnde, Batılı poltk aktörler ve dn lderler çn
nsan hakları, özgürlükler, hukukun üstünlüğü, objektflk, nsaf ve merhamet
kavramları fazla br anlam fade etmemektedr.
dan Müslüman Azerilere karşı gerçekleştirilen Hocalı katliamını hiç gündeme getirmiyor, hatırlamak
bile istemiyor! Ama artık bu gerçeklerin gündeme
getirilerek sorumluların yüzlerine çarpılmasının
zamanı gelmiştir! Papalık ve Batı dünyası, Müslümanları suçlayacak yerde, önce kendi kirli tarihleriyle yüzleşmek durumundadır. Batı dünyası başta olmak üzere bütün insanlık, 1992 yılının Şubat
ayında Rusya’nın 366 numaralı motorize alayına ait
zırhlı araçların ve askeri personelin desteğinde Ermenistan Silahlı Kuvvetleri tarafından Azerbaycan’ın
Hocalı kentinde Müslüman Azeri Türklerine karşı işlenen soykırımı görmek durumundadır. Hocalı katliamının yirminci yüzyılın en acımasız katliamlarından
biri olduğunda şüphe yoktur. Bu konuya dair tarihe
vesika olarak yazılan, katliama tanıklık yapan fotoğrafların yer aldığı bir eserde, 1992 yılının Şubat ayının 25’ini 26’sına bağlayan geceden bir sahne şöyle
anlatılıyor:
“Saldırı başlayınca, Hocalı halkı Azerbaycanlıların
yaşadığı en yakın yerleşim birimlerine ulaşmak için
bir yol bulmak ümidiyle evlerini terk etti, ama buna
hiçbir fırsat verilmedi. Hocalıyı işgal eden Ermenistan Silahlı Kuvvetleri sivil halkı hunharca katletmeye girişti. Dehşetli bir geceydi o. Alevler, katledilenlerin bağırma sesleri, gözleri önünde yakınlarının canına kıyılanların feryatları, soğuk ve karanlık gecede uykudan korku ve ürpermeyle uyanan
çocukların ağlaması, yerlerinden kıpırdanmaya
bile fırsat bulamayan yaşlıların inlemeleri dört bir
yanı sarmıştı… Ermeni askerleri kaçıp canını kurtarmak isteyen silahsız, sivil insanları kurşuna diziyor, yakaladıklarını vahşice katlediyorlardı. Çocuk,
yaşlı demeden insanların gözlerini oyuyor, kafasını
72
MAYIS 2015
kesiyor, derisini yüzüyor, kadınların karnını yırtıyor,
göğüslerini kesiyor, çocukları öldürüyorlardı. Sokaklar ve yollar insan cesetleriyle doluydu…”1
Adı dipnotta verilen kaynakta, Rus bayrağı altında
Ermeni milisler tarafından Azeri Türklere karşı icra
edilen çok daha acı ve dehşet verici olayların yaşandığı anlatımları görmek mümkündür. 1915 olaylarının Papa, Avrupa Parlamentosu ve Rusya tarafından soykırım olarak ifade edilmesi, İslam dünyasına
ve ülkemize yönelik kötü niyetlerin bir tezahürü olarak okunabilir. Batı dünyası, temsil etmekte olduğu
sömürge politikaları ve icra ettiği soykırımlarla yüzleşmek durumundadır. Asıl tarih ve hukuk önünde
kendilerini savunmaları gerekenler, kuzu postuna
bürünmüş canavarlar değil mi? Ermenilerin de emperyalizmin dümen suyuna girip konuyu istismar
zeminine çekmek yerine kendilerini de sorgulamaları, Türkiye’nin iyi niyetli yaklaşımlarına olumlu cevap vermeleri beklenir. Çünkü içerisinde yaşanan
coğrafya ortak, tarih ortak, acılar ortaktır. Kayıplar
her iki taraftan da olmuştur. Eski yaraları kaşıyarak,
ayrımcılık üzerinden kin ve nefret pompalayarak,
farklı olana düşmanca bakarak barış gerçekleştirilemez. Türkiye, her şeye rağmen; önüne konulan
bütün engellemelere, üzerinde oynanmak istenen
oyun ve senaryolara rağmen, medeniyetinin asli
kaynaklarından ve tarihi misyonundan aldığı ruhla
büyük yürüyüşüne devam edecektir.
Dipnot
1
Bk. Ganire Paşayeva-Havva Memmetova, Hocalı Soykırımı (Tanıkların Dilinden), Bakü 2013, s. 9
KÜRT VE ALEVİ
KİMLİĞİNDE
KAMUFLE OLMUŞ
GERÇEKLER!
Alper TAN
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
2015
’in Nisan ayı, Birinci Dünya Savaşı
sırasında yaşanan 1915 olaylarının
yoğun biçimde tartışılmasıyla geçti. Papa başta
olmak üzere 28 AB üyesi ülkenin 11’i, 1915 olaylarını “soykırım” olarak kabul ediyor. Avrupa’nın
önde gelen kurumlarından Avrupa Parlamentosu,
1987’de aldığı kararla zaten “soykırım” saymıştı. 15 Nisan 2015’te yaptığı toplantıda bir adım
daha atarak bunu, Ermeni diasporasının “soykırım” konusunda sembolleştirdiği “24 Nisan” tarihinin “Dünya soykırım günü” olarak kabul
edilmesi kararı aldı. ABD Başkanı Obama’nın bu
seneki 24 Nisan’da ne diyeceği beklendi. Neyse “soykırım” dememiş oldu. “Büyük katliam”
dedi!
Bu hikâyeler yıllardır hatta bir asırdır konuşuluyor. 1915’in üzerinden tam 100 yıl geçti. 1915
olaylarına “soykırım” diyenler neye göre söylüyorlar? Hani şu pozitif bilimlere çok büyük değer
veren Batı ülkeleri, bunu söylerken hangi bilimsel gerçeklere dayandırıyorlar kararlarını? Kaç
Ermeni’nin kim tarafından nasıl öldürüldüğünü,
kim hangi belgelere dayanarak ispat etti? Hiç!
MAYIS 2015
73
Batı ve Batının yörüngesinekonomik, kültürel ve askeri
Kürt meselesi ve
deki devletler, birçok konuda
ittifaklarını daha fazla güçlenolduğu gibi bu konuyu da
dirmeli. İslam ülkeleri aralaAlevi meselesinde
gerçeğe ulaşmak ve 1915’i
rındaki uluslararası kurumları
çözümden yana destek
aydınlatmak için değil, başka
kuvvetlendirmeli ve daha
olmayan, aksine çözüm
maksatlarla kullanıyorlar. Biz,
fazla işlevsel hale getirmeli.
çabalarını sabote etmek
ne kadar masum olduğuBirçok alanda yeni ve ortak
muzu savunarak veya “Biz
üzere çalışan, kendilerini
kurumlar ihdas edilmeli. Baöldürmedik, aslında ontının “Haçlı bloku”na karşı
Kürt kimliğiyle veya Alevi
lar bizi öldürdüler” diyeni bir “İslam bloku” acikimliğiyle tanıdıklarımızın
yerek “ağlak veya utanlen inşa edilmeli.
önemli bir kısmı aslında
gaç” bir üslupla savunmacı
Orta Doğu’da yaşananlara
reflekslerle asla tezlerimizi
kendini Alevi veya Kürt
bakarsak topyekûn bir sakabul ettiremeyiz. Bunun
kimliği altında kamufle
vaşın ortasında olduğumuz
sebebi açık. Karşı taraf geretmiş Ermeni vatandaşlar
hemen anlaşılacaktır. Böyle
çeğe ulaşmak için değil, bizi
olduğu
gerçeği
ile
bir savaşta hiçbir İslam ülkesi
bir kere daha cezalandırmak
tek başına tam başarı sağlaamacıyla saldırıyor. Bu saldırıyüzleşmeliyiz.
yamaz. Başarının yolu ittifak
nın temelinde hiç şüphesiz ve
ve ittihattan geçiyor. Müslükesinlikle din temelli açık bir
man
ülkelerle
hızlı
şekilde,
her alanda entegrasyona
dayanışma var. Osmanlı’yı, Türkiye’yi “soykırım”la
suçlamanın bilinçaltında “Haçlı ruhu” var. En başlamalıyız. Başlayan entegrasyonları hızlandırmaönemli sebebi budur. Bu tarz postmodern saldırı- lıyız.
larla “soykırımcı-katil” olarak gösterilen Türkler,
Haçlı ruhunun, ülke içindeki kötü niyetli, açık ve gizli
Müslüman topluluklar nazarında “itibarsızlaştırıluzantılarına karşı da son derece dikkatli ve tedbirli
maya” ve “yalnızlaştırılmaya” çalışılıyor.
olmalıyız.
Biz savunmacı davrandıkça onlar daha çok üzeOsmanlı döneminde her etnik ve dini grup inancırimize gelecekler. Hiç şüphe yok ki Papa’nın,
nı, örf ve âdetini geniş bir özgürlük çerçevesinde
AP’nin, Avrupa ülkelerinin aldıkları bu kararlar, ABD
sürdürüyordu. Cumhuriyet döneminde uygulanan
Kongresi’nin her sene “Bak biz de soykırım deriz
despot devlet politikaları, toplumun tüm kesimlerini
haa!” tarzında hareketleri, Türkiye’ye karşı yapılmış
postmodern saldırılardır. Bizim onlara vereceğimiz baskıladı, ezdi ve asimile etmeye çalıştı. “Tektipcevaplar da aynı türden cevaplar olmalıdır. Biz de çi” bir vatandaşlık empoze edildi. Bu da insanların
onlara postmodern taarruzda olmalıyız. Ancak böy- gerçek kimliklerini gizlemelerine yol açtı.
le hareket edersek sonuç alabiliriz.
Osmanlı Ermenilerinin bir kısmı, işgalci devletlerle
ve
komşumuz işbirliği yapıp isyanlar çıkarmaya ve çete faaliyetleErmeni
vatandaşlarımızla
Ermenistan’la olan ilişkilerimiz elbette iyi ve olum- rine başlayınca, devlet, Ermenilerin tehcir edilmesilu olmalı. Tarihte ve günümüzde yaşanan karşılıklı ne dair kararlar aldı ve uygulamaya çalıştı. Tehcir
olumsuzluklar oturulup baş başa konuşulmalı ve sadece şimdiki Türkiye sınırlarının dışına yapılmadı.
çözüme kavuşturulmalı. Ama Türkiye “Ermeni Şimdiki sınırlar içinde de yer değiştirmeler oldu.
meselesi”ni Türklere ve Müslümanlara karşı bir Yapılan araştırmalar, bu noktada fazla bilinmeyen,
kılıç gibi kullanmaya çalışan Haçlı zihniyetine, anla- farklı gerçekleri gösteriyor.
dıkları dilden cevaplar vermeli.
Anadolu’da bir yerden başka bir yere göç ettirilen
Görünen gerçek şudur ki; Batı dünyası Haçlı ruhu
etrafında safları sıklaştırıyor. Böyle bir koalisyona
karşı Türkiye tek başına kalmamak için aynı tarzda hareket ederek Müslüman ülkelerle, siyasi,
74
MAYIS 2015
Ermenilerin, taşındıkları yeni yerleşim bölgelerinde
kendilerini kamufle etmek ve korumak için Ermeni
kimliğini gizledikleri anlaşılıyor. Müslüman isimleri
kullanarak kendilerini daha çok Alevi veya Kürt ola-
rak tanıttıkları belirtiliyor. İçlerinde çok aşırı Türkçü görünenlerden tutun da, hatta
Müslüman din adamı olarak
tanınan isimlerden bile söz
ediliyor. Devletin de onların
başına olumsuz işler gelmemesi için bunları deşifre
etmediği anlaşılıyor.
PKK yönetimi içinde, çözüm
sürecine ayak direten, hatta
çözüm isteyen PKK yöneticilerini devre dışı bırakmaya
çalışan kesimlerin kahir ekseriyetini Kürt kimliği ile tanıdığımız, “kamufle” olmuş
Türkiye ve Suriye Ermenilerinin oluşturduğu söylenebilir.
HDP’nin seçim beyannamesinde “soykırım” gerekçesiyle “Ermenistan’dan özür
dileyeceğini” beyan etmesi
bu makalede anlatmaya çalıştığımız gizli “misyon”un bir
tezahürü gibi görünüyor. HDP
bu vaadiyle, temsil ettiğini
söylediği Kürtleri de “soykırımcı” ilan etmiştir. Çünkü
Osmanlı Ermenileri, DoğuGüneydoğu’da Kürtlerle içi
içe yaşıyorlardı. Eğer HDP’nin
iddia ettiği gibi bir soykırım
oldu ise, bu suçlamanın en
fazla muhatabı Türklerden
çok, Kürtlerdir. Aslında HDP
içine yerleşmiş “kripto zihniyet” Kürtlerin temsilcisi görünen HDP’ye böyle taahhütler yaptırarak Kürtlerden
de “intikam” almış oluyor!
1915’in üzerinden
tam 100 yıl geçti. 1915
olaylarına “soykırım”
diyenler neye göre
söylüyorlar? Hani şu
pozitif bilimlere çok
büyük değer veren
Batı ülkeleri, bunu
söylerken hangi bilimsel
gerçeklere dayandırıyorlar
kararlarını? Kaç
Ermeni’nin kim tarafından
nasıl öldürüldüğünü, kim
hangi belgelere dayanarak
ispat etti? Hiç!
Yine aynı şekilde yeni devlet anlayışının Alevi meselesini çözme konusunda son derece istekli ve kararlı olmasına rağmen meseleyi “Cem evleri ibadethane olmalıdır” veya “Alevilik İslam’ın yorumu değil ayrı bir dindir” dayatmasına getirip,
çözüm arayışlarını sabote eden kesimlerin hepsini
değil ama büyük çoğunluğunu da aynı kapsamda
değerlendirmek gerekir. Tabii ki tüm Aleviler bu şekilde görülmemeli. Aleviliğin gerçek talepleri karşılanmalı ve mağduriyetler giderilmeli.
Kısaca belirtmek gerekirse Kürt meselesi ve Alevi
meselesinde çözümden yana destek olmayan, aksine çözüm çabalarını sabote etmek üzere çalışan,
kendilerini Kürt kimliğiyle veya Alevi kimliğiyle tanıdıklarımızın önemli bir kısmı aslında kendini Alevi
veya Kürt kimliği altında kamufle etmiş Ermeni vatandaşlar olduğu gerçeği ile yüzleşmeliyiz.
Bu yüzleşme, kesinlikle onlara “düşmanlık” şeklinde olmamalı. Onların bu tür kamuflaja ihtiyaç
duymadan, kimliklerini açıkça ortaya koyabilecekleri siyasi ve sosyal ortamlar sağlanmalı. Bu sayede gerçek Kürt ve gerçek Alevi vatandaşlarımız
da kimliklerini işgal eden kesimlerin tasallutundan
kurtarılmalılar. Kendilerini, farklı kimliklerle saklayarak “korunmaya” veya “mücadeleye” mecbur
hissedenler de içinde oldukları marazi durumdan
kurtarılmalılar.
Gerçek Kürtlerin ve gerçek Alevilerin, kimliklerini
işgal eden, kimliklerini ve ilişkilerini zehirleyen dış
unsurların etkilerinden kurtulmaları gerekiyor. Aksi
halde, “Kürt kimliği” veya “Alevi kimliği”ne bürünmüş “Ermeni politikaları,” geniş Kürt ve Alevi
kitleleri bu örtülü faaliyetler altında istismara devam
etme eğilimi taşıyor.
Devlet, hiç kimsenin gerçek kimliğine karşı olmamalı, kimlikleri asimile etmeye yeltenmemeli. Ancak
gizli/örtülü faaliyetler uğruna kimliklerin istismarına
ve ilişkilerin zehirlenmesine de izin vermemeli. Gerçek kimlikler aydınlandığında, Türkiye vatandaşı
olan Ermenilerin sayılarının şimdilerde söylendiği
gibi 40-50 bin değil aslında bundan kat kat daha
fazla olduğu anlaşılacaktır. Hatta kimlikliklerin gizlenerek hangi kritik makamların tutulduğu da gün
yüzüne çıkacaktır.
Önümüzdeki süreçte bu konularda sarsıcı ve şok
edici gelişmeler olur ve bazı gerçekler ortaya dökülürse şaşırmamak gerekir. Kişilerin ve grupların
kamuflajdan çıkarılıp gerçek kimliklerine kavuşturulmalarının hayırlı ve faydalı olacağını düşünüyoruz. Tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi... Böyle
bir durum, Türk, Kürt, Arap, Alevi, Ermeni; herkesi
daha mutlu edebilir.
MAYIS 2015
75
Küresel Ekonom Kan Kaybedyor
Doç. Dr. Selm Kayhan
Büyümedek Yavaşlamaya Neşter
Prof. Dr. Muhsn Kar
Alt Yapıdan Üst Yapıya Geçş: GAP Yenden
Doç. Dr. Bahar Burtan Doğan
Papa’nın Soykırım İftrasının Ardındak
Ekonomk Gerçekler
Dr. M. Levent Yılmaz
EKONOMİ
KÜRESEL EKONOMİ
KAN KAYBEDİYOR
Doç. Dr. Selim KAYHAN*
Akademisyen
Global Ekonomideki Belirsizlikler
Global ekonomideki belirsizlikler 2008 krizinin etkilerinin silinmesine engel oluyor. Belirsizlikler tüketim
ve yatırım harcaması kararlarının alınmasında olumsuz etki yapıyor. Belirsizliklerden bir tanesi petrol
fiyatlarındaki dalgalanmalar. Petrol fiyatlarındaki düşüş sanayi üretiminin artması için olumlu bir gelişme
olsa da petrol ihracatçısı ülkelerin alacakları karar
ile olası arz daralması küresel ekonomiyi olumsuz
etkileyecek. Risk unsuru olan bu durum küresel
çapta üreticileri ve yatırımcıları belirsizlik içerisinde
bırakıyor.
Bir diğer belirsizlik ise, küresel finans piyasalarındaki dalgalanmalardan kaynaklanıyor. ABD Dolarının
son dönemde hızlı bir şekilde değer kazanması ve
Dolar karşısında özellikle gelişmekte olan ülke para
birimlerinin değer kaybetmesi, bu ülkeler için ciddi
enflasyon risklerini gündeme getiriyor. Enflasyonun
yükselişi ile birlikte finansal sistemde meydana gelmesi muhtemel aksaklıklar belirsizlikleri daha da
derinleştirebilir.
Politik istikrarsızlıklar ve sosyal gerginlikler bir diğer
belirsizlik sebebi. Rusya ve Ukrayna arasında toprak ilhakına uzanan anlaşmazlık, Suriye ve Irak’taki
terörist faaliyetler, Yemen’deki iç savaş jeopolitik
belirsizlikleri gündeme getiriyor. Tüm bunlar başta
Avrupa olmak üzere tüm dünyanın enerji güvenliğini
tehdit ediyor.
K
üresel ekonomik göstergeler hem gelişmiş
hem de gelişmekte olan ekonomilerdeki durgunluğun veya yavaşlamanın devam ettiğini
gösteriyor. IMF’ye göre, her iki ülke grubunun durumları farklılık gösteriyor. Gelişmiş ülkelerin temel
sorunları, kriz öncesi döneme göre üretimde devam açıkları ve hedefin altında kalan enflasyon oranı iken; gelişmekte olan ülkeler için ise hedeflenen
enflasyon oranının üstünde gerçekleşen enflasyon
oranı ve makroekonomik politikaları uygulayabilmek
için kurumsal kapasitenin yetersizliği risk oluşturmaktadır. Petrol üreticisi ülkeler için ise düşen petrol fiyatları ile birlikte yüksek enflasyon riski.
Tüm bunlar ise küresel çapta reel ekonomik ve finansal sorunların halen devam ettiğini gösteriyor.
Zira 2008 yılında yaşanan krizin ardından toparlanmaya çalışan dünya ekonomisi, 2014 yılında yaşa-
78
MAYIS 2015
nan politik olaylar ve meydana gelen riskler (Orta
Doğu, Rusya-Ukrayna krizleri) küresel krizin etkilerinin devam etmesine neden oluğu gibi uzun vadeli
ekonomik durgunluk, işsizlik oranında artış ve büyümede yavaşlama konularını gündeme getirdi.
Belirsizliklere paralel olarak, global ekonomideki problemlerin 2015-2016 döneminde de devam
edeceği anlaşılıyor. IMF, ülke ekonomilerinin 2014
yılı performansına bakarak 2015 yılı global büyüme
tahminini % 3,5’ten % 3’e düşürdü. Gelişmiş ülkelerin 2015 yılında % 2,2 ve gelişmekte olan ülkelerin
ise % 4,8 oranında büyümesi tahmin ediliyor. Latin
Amerika bölgesi için büyüme oranını % 1,5’a düşürürken, Avro bölgesi ve Sahraaltı Afrika bölgesi
için de benzer bir projeksiyon söz konusu. Bu ise
durgunluğun hem gelişmiş hem de gelişmekte olan
ülkeler için devam ettiğine işaret ediyor.
Faiz oranlarında ve risk primlerinde artışa sebep
olan bu belirsizlikler, yatırım ve tüketim harcamalarının baltalanmasına neden olurken, ekonomik büyümenin istenen oranlara ulaşmasını engelliyor.
Gelişmiş Ülkeler Aynı Oranda Toparlanmıyor
Gelişmiş ülkeler, iş çevrimlerinin (konjonktürel dalgalanmaların) farklı evrelerinde bulunuyor. ABD ve
İngiltere’nin toparlanma dönemine girdiği ve üretim
çarklarının yavaşta olsa dönmeye başladığı görülüyor. Atlantik’in iki yakasında durum iyi iken, Avrupa
anakarasında durum o kadar iyi değil. Avro bölgesi
ve Japonya ekonomilerinde ekonomik aktivitede
durgunluk devam etmekte, düşük talep ve deflasyonist riskler halen mevcut. Bu ise iş çevriminin daralma evresinde olduğunu gösteriyor. Dahası, gelişmiş ülke ekonomilerindeki bu farklılıklar gelişmekte
olan ülkelerde de konjonktürel farklılıkların meydana
gelmesine neden oluyor. İhracatlarının önemli kıs-
mını ABD ya da İngiltere gibi ülkelere yapan ülkeler
daha yüksek büyüme hızlarına ulaşırken, Avro bölgesinin ticarî ortakları daha düşük büyüme performansları ile yüzleşmek zorunda kalıyor.
IMF, ABD’nin 2015 yılına ait büyüme oranı öngörüsünü % 4,6’ya yükseltti. Zira ABD’de tarım dışı
işsizlik oranı % 5,9’a düştü. Bu gelişmeler ABD’de
faiz artırımını savunanların elini güçlendirse de muhtemel bir faiz artırımının zaten değerlenen Doların
daha fazla değerlenerek ihracat kanalı ile reel ekonomiyi olumsuz etkileyeceğinden korkuluyor. Zira
olumlu gelişmelerin yanında talepteki canlanmanın
yeterli olduğu tartışılmakta. Örneğin talepteki değişimin önemli bir göstergesi olan inşaat sektörü istatistikleri halen zayıf bir seyir izliyor. Japonya 2014
yılının ikinci çeyreğinde % 7,1 küçüldü. IMF, 2015
yılında Japon ekonomisinin büyüme oranı tahminini
% 0,8’e düşürdü.
IMF, Avro bölgesindeki büyüme tahminini 2015 yılı
için % 0,6 puan aşağı çekerek, bu yıl büyümenin
ancak % 1,1 oranında gerçekleşeceğini öngördü.
Zira bölgedeki işsizlik oranı % 10’un üstünde, genç
işsizlik oranı ise % 20’nin üstüne çıkmış durumda.
Avro bölgesinin en büyük ekonomisi olan Almanya ise, 2014 yılının ilk çeyreğinde % 0,2 oranında
küçüldü. Bu oran Avro bölgesindeki durgunluğun
önemli bir tezahürü. Rusya ile karşılıklı yaptırımlar,
Alman ekonomisindeki daralmanın önemli sebeplerinden bir tanesi. Avro alanının diğer iki önemli ekonomisi Fransa ve İtalya’daki ekonomik gelişmelere
bakıldığında ise benzer bir tablo görmek mümkün.
Avrupa Merkez Bankası’nın faiz oranları ile ilgili
herhangi bir değişikliğe gitmemesi, bunun yanında
parasal genişleme (quantitative easing) programının
Mart ayında başlamasının bölgedeki canlanma için
yeterli olup olmayacağı merak konusu. Avro bölgesinde, otomobil satışları gibi çok az değişkende
olumlu değişmeler yaşansa da, IMF başkanı Lagarde bunların Avro bölgesi için ileriye yönelik olumlu
sinyaller olduğu görüşünde. Programın, küresel kriz
sonrası İngiltere ve ABD ekonomilerinde başarılı olması bölge ülkeleri için umut olsa da Avro bölgesindeki başarısı belirsizliğini koruyor.
Yükselen Ekonomilerde Büyüme Yavaşlıyor
2008 sonrası dönemde gelişmiş ülkelerdeki daralmayı dengeleyerek küresel ekonomik performansa
MAYIS 2015
79
önemli destek veren yükselen ekonomilerde de, büyümenin tempo kaybettiği ve yavaşladığı gözleniyor.
Neredeyse tüm ülkeler için 2014 yılı büyüme oranları
hayal kırıklığı oluşturdu. Bu nedenle IMF’nin 2015 yılı
büyüme öngörüleri aşağı doğru revize edildi. Büyüme hızının düşmesinde ihracattaki daralma, güven
endekslerinde görülen azalma ve yerel politikalardaki
başarısızlıkların etkili olduğu görüşü hakim.
Gelişmekte olan ülkelerin birçoğunda enflasyonist
baskılar devam etmekle birlikte, düşük talep, yüksek atıl kapasite ve gerileyen emtia fiyatları nedeniyle, küresel düzeyde enflasyonist baskı azaldı.
Brezilya ve Türkiye gibi ülkelerde ise enflasyonist
baskı halen devam ediyor. İşsizlik problemi ise gelişmekte olan ülkelerde, gelişmiş ülkelere nispetle
daha iyi durumda. Bu ülkelerde, yavaşlayan ekonomik büyümeye rağmen istihdam olanaklarındaki artış, yükselen işgücü arzını ve/veya işgücüne katılım
oranındaki olumlu gelişmeleri massetmeye yeterli.
2014 yılında Çin ekonomisinde konut sektörünün
yavaşlaması reel ekonomiye ait göstergelerin zayıflamasına ve büyüme oranlarında azalmaya neden
oldu. Her ne kadar IMF, Çin ekonomisinin büyüme
tahminlerini değiştirmese de, görüntü Çin’de de
ekonomik büyümenin mevcut konumunu sağlaması için tedbirlerin alınması gerektiğini gösteriyor. Nitekim Çin hükümeti 2014 yılında mini bir teşvik paketi uyguladı. Paket ile birlikte tüketim ve yatırımların
arttırılması amaçlanırken, hükümetin borçlanma ve
altyapı yatırımları ile ilgili gevşetici maliye politikası
niteliğindeki ek tedbirleri de ekonomi üzerinde belirli bir miktar etkili oldu. Geçtiğimiz günlerde ise Çin
Merkez Bankası zorunlu karşılık oranlarını düşür-
IMF, ABD’nn 2015 yılına at büyüme
oranı öngörüsünü % 4,6’ya yükseltt. Zra
ABD’de tarım dışı şszlk oranı % 5,9’a
düştü. Bu gelşmeler ABD’de faz artırımını
savunanların eln güçlendrse de muhtemel
br faz artırımının zaten değerlenen Doların
daha fazla değerlenerek hracat kanalı le
reel ekonomy olumsuz etkleyeceğnden
korkuluyor.
80
MAYIS 2015
mek suretiyle yatırımların finansmanında maliyetleri
azaltacak bir hamle yaptı. ABD’deki canlanmanın
ihracat kanalı ile Çin ekonomisine olumlu katkı yapması bekleniyor.
Rusya ekonomisinde; siyasi gerilim, Avrupa Birliği
ile karşılıklı yaptırımların etkisi ve tüketici güven endeksindeki azalmayla tüketim ve yatırım harcamaları
azaldı. Petrol fiyatlarındaki düşüş Rusya’nın ihracat
gelirlerini düşürürken, endüstriyel üretimdeki azalma da Rus ekonomisinin 2015 yılında toparlanma
ihtimalini düşürmekte. Nitekim ülkeden çıkan sermaye ve düşen petrol fiyatları Ruble’nin değerinin
düşmesine neden olurken, Rus Merkez Bankası’nın
yedi milyar ABD Doları tutarındaki piyasa müdahalesini de etkisiz bıraktı.
IMF, raporunda, gelişmekte olan ülkelerin büyüme
oranlarında etkili olan unsurları iç ve dış faktörler
olarak iki sınıfta tasnif etmekte. Yurtdışı kaynaklı
faktörler;
• ABD gibi büyük ekonomilerdeki toparlanma gelişmekte olan ülkelere yönelik mal talebini artıracağından, gelişmekte olan ülkelerin ihracatlarında da
artış yaşanacak olması,
• Avro bölgesindeki durgunluğun ticaret ortağı konumundaki ülkelerin büyüme oranlarını düşürmesi,
• Düşük emtia fiyatları 2013 öncesi dönemde kalmaya devam edeceğe benziyor. Emtia üreticisi olan
gelişmekte olan ülkelerin ise kriz sonrası dönemde
ulaştıkları yüksek büyüme oranlarına tekrar ulaşmak için zorlu bir sınav içerisine girecek olması,
• Düşük petrol fiyatlarının, petrol ihraç eden ülkelerdeki ticari aktiviteleri yavaşlatacak olmasıdır.
Yurtiçi kaynaklı faktörler ise;
• Siyasi yönetimlerin uyguladıkları politikalar,
• Farklı gerekçeler ile toplum içerisinde oluşan sosyal gerginlikler,
• Yapısal reformların uygulanmasında yaşanan
problemlerden oluşuyor.
Gelişmekte olan ülkelerin istikrarlı bir büyüme trendi
yakalaması için ise önlerinde bir takım riskler mevcut;
Finansal piyasalarda küresel kriz sonrası
dönemde oluşan riskler: Gelişmekte olan
ülkelerde büyümenin finansmanında kullanılan
dış kaynakların gelişmiş ülkelerin politikalarını
normalleştirmesi ile nasıl etkileneceği belirsiz.
Avro Bölgesi’ndeki ve Japonya’da devam
eden durgunluğun oluşturduğu riskler: Avro
Bölgesi’nde enflasyon oranı hedeflenenin altında
çıkarken toplam talepteki yetersizlikler sürekli hale
geldi. Tüm bu gelişmeler, büyüme potansiyelinin
düşmesi şeklinde tezahür eden seküler daralmanın
bir göstergesi olabilir. Bu ise hem Avro Bölgesi hem
de Japonya’nın ticari ortakları konumundaki gelişmekte olan ülkeleri olumsuz etkileyecek, dış ticaret
kanalı ile durgunluk girdabının içine çekebilecek.
Çin’in ekonomik yavaşlamasında yaşanabilecek dengesizliklerin meydana getireceği
riskler: Her ne kadar Çin hükümeti konut sektöründeki daralmanın ekonomiyi durgunluğa çekmesini önlemek amacı ile bir dizi tedbir alsa da olası
bir sert dalgalanma, Çin gibi büyük bir ekonomiye
hammadde tedarik eden az gelişmiş ve gelişmekte
olan ülkeleri olumsuz etkileyecektir. Son bir ayda üç
büyük firmanın iflas istemesi, üstelik bunlardan bir
tanesinin devlete ait olması Çin ekonomisi için ciddi
risklerin varlığının bir tezahürü.
Jeopolitik gerginlikler bir diğer önemli risk
unsuru: Rusya ile Ukrayna arasında yaşanan gerginlik, Orta Doğu’da yaşanan ve yaygınlaşan terör
faaliyetleri, Yemen’de yaşanan iç savaş ve benzeri
gelişmeler enerji güvenliğini gündeme getirmekte.
Bu durum farklı kanallardan, doğrudan gelişmiş ülkeleri, dolaylı bir şekilde de gelişmekte olan ülkelerin ekonomik büyüme oranlarını olumsuz etkileme
riskleri taşıyor.
Afrika kıtasında yaşanan Ebola salgını ekonomik büyümenin karşısındaki risk unsurlarından bir tanesi: Her ne kadar son aylarda vaka sayısında azalma görülse de Afrika ve kıta ile bağlantılı
ekonomiler için tehlike devam etmekte. Bu durum
işgücü kaybının yanında Afrika ülkelerinin başta Avrupa olmak üzere dünyanın geri kalanı ile olan gerek
sosyal gerekse ekonomik ilişkilerinin kısıtlanmasına,
ticari ilişkilerin zayıflamasına neden olabiliyor.
Global ekonomide gerek gelişmiş gerekse gelişmekte olan ülkeleri etkileyen üç önemli konu bulunuyor. Bunlardan bir tanesi ABD faiz oranındaki
artışın 2015 sonrası dönemde küresel finans koşullarında daralmaya neden olma ihtimali. Bu ihtimalin
daha şimdiden ülke politikalarında etkileri görülmeye başlanırken bazı gelişmekte olan ülkelerde döviz
kuru baskısı kendini göstermeye başladı bile.
ABD Dolarının son dönemde hızlı
br şeklde değer kazanması ve Dolar
karşısında özellkle gelşmekte olan ülke
para brmlernn değer kaybetmes, bu
ülkeler çn cdd enflasyon rsklern
gündeme getryor. Enflasyonun yükselş
le brlkte fnansal sstemde meydana
gelmes muhtemel aksaklıklar belrszlkler
daha da dernleştreblr.
İkincisi ise emtia fiyatlarındaki dalgalanmalar. Özellikle petrol fiyatlarındaki düşüşün makroekonomik
etkilerinin takip edilmesi gerekiyor. Bununla birlikte
petrol üreticisi ülkelerin oluşturduğu OPEC’in arzı
arttırması petrol ve diğer emtia fiyatlarının mevcut
seviyede kalacağını gösteriyor.
Üçüncüsü, gelişmekte olan ülkelerin ihracat performansları gelişmiş ülkelerdeki toparlanmadan farklı
şekillerde etkilenecek. ABD’deki hızlı büyüme bazı
gelişmekte olan ülkeleri itecek iken, diğerleri Avro
bölgesinin ve Japon ekonomisinin anemik toparlanması ile geride kalacak.
Potansiyel büyüme oranının arttırılması hedefine
yönelik yapılması gerekenler; kısa vadede toplam
talebi desteklemek, orta vadede ise potansiyel
büyümeyi artırmak için altyapı yatırımlarına ağırlık
vermek. Yükselen ekonomilerin özellikle birkaç hususu yakından takip etmesi lazım. Öncelikle başta
ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerin toparlanma sürecine girmesi ile birlikte gelişmekte olan ülkelerin
para politikalarını daha normal (paranın bol olmadığı) finansal koşullara göre düzenleme noktasında
hazırlıklı olmaları gerekiyor. İkinci olarak, gelişmekte
olan ülkelerin bu dönemde karşılaşabilecekleri iş
çevrimlerinin genişleme kısmında mali olanaklarını
ihtiyaç olduğu dönemde kullanmak üzere sağlamlaştırmalıdırlar. Son olarak, gelişmekte olan ülkeler
istihdam, büyüme ve ticareti teşvik eden yapısal reformları bir an önce uygulamaya koymalıdırlar.
* Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler
Fakültesi İktisat Bölümü öğretim üyesidir.
MAYIS 2015
81
EKONOMİ
bir politika paketi görünümündedir. Paket içerisinde işgücünün niteliğinin ve verimliliğinin arttırılması,
işsizliğin azaltılması, katma değer üretecek inovatif
faaliyetlerin arttırılması ile üretim yapımızın niteliksel
dönüşümünün sağlanması ve son dönemde üretime katkısı azalan girişimcilerin imalat sanayine geri
dönmesini sağlayacak uygulamalar bulunmaktadır.
Nitelikli İşgücünün Oluşturulması
BÜYÜMEDEKİ YAVAŞLAMAYA
Neşter
Prof. Dr. Muhsin KAR
SDE Ekonomi Programı Koordinatörü
T
ürkiye’de siyasi iktidar, son birkaç yıldır, küresel ekonomideki yavaşlamanın ve artan
belirsizliklerin olası etkilerini minimize etmek
için bilinçli olarak yavaşlamayı tercih etti. Bu tercihin yapılmasında ekonomik yapının etkili olduğu
açık. Zira yurt içindeki tasarruf yetersizliği, yüksek
büyüme hedefinin ancak dış tasarruflarla sağlanmasını olanaklı kılıyor. Belirsizliklerin artması ise, dış
kaynağa ulaşımı da zorlaştıran ve pahalılaştıran bir
unsurdur. Dış şoklardan mümkün olduğunca az etkilenmek ve mali disiplinini bozmamak için, AK Parti
iktidarı düşük büyüme performansına razı oldu. Ancak Türkiye, 2014 yılında potansiyel performansının
(yaklaşık % 5) oldukça altında bir büyüme oranı (%
2,9) yakalayabildi. Ayrıca tüketici güven endeksi,
sanayi üretim endeksi ve kapasite kullanım oranı
82
MAYIS 2015
gibi öncü göstergelerdeki zayıflık ve gerileme, 2015
yılı büyümesinin de Orta Vadeli Planda (OVP) hedeflenen büyümenin altında kalınacağı tartışmalarını
başlatmıştı.
Ekonomideki yavaşlamayı hisseden AK Parti hükümeti, ekonomik canlanmayı sağlayabilmek için çok
boyutlu bir eylem planı açıkladı. Başbakan Prof. Dr.
Ahmet Davutoğlu tarafından açıklanan “İstihdam,
Sanayi Yatırımı ve Üretimi Destekleme Paketi”nin
bir yandan yatırım talebinin arttırılarak işsizliğin azalmasına diğer yandan nitelikli üretimin artmasına
katkı verecek şekilde düşünüldüğü görülüyor. Zira
paket konvansiyonel, tek boyutlu makro ekonomik
politikaların ötesinde ekonominin farklı problemlerini çözebilmek amacı ile hazırlanmış, çok boyutlu
yesindedir. Ne yazık ki 28 Şubat sürecinde İmam
Hatip Liselerine karşı alınan önlemler mesleki eğitim
veren ortaöğretim kurumlarına olan talebin azalmasında etkili oldu. Paket ile hayata geçecek olan
işbaşı eğitim uygulaması bu eksikliğin üstesinden
gelebilmek adına önemli bir adım.
Diğer yandan Ar-Ge ve tasarım faaliyetlerine yönelik teşviklerin üretim yapısında oluşturacağı değişiklik işgücü talebinin de niteliğini değiştirecektir.
Bu Thomas Friedman’ın ünlü kitabı Lexus ve Zeytin
Ağacı’nda bahsettiği, nesiller arasındaki nitelik farklarından doğan işsizliğin oluşması ihtimalini ortadan
kaldırmaya dönük bir uygulamadır. İşgücünün işbaşı eğitimi, bu tür işsizliğin ortadan kaldırılması için
de önemli bir manevra olacağa benziyor.
İstihdamı arttırmaya yönelik hazırlanan paket, işgücünün işbaşında eğitilmesini öngörüyor. Bu sayede işgücü eğitim almak suretiyle nitelikli işgücüne
dönüşürken işveren de istihdam edeceği işgücünü
ihtiyaçları çerçevesinde yönlendirme şansı bulacak,
bunun yanında işveren kendisi için önemli bir maliyet kalemi olan sosyal güvenlik harcamalarını da
dört yıla kadar minimize edebilecektir. İşverenin
Üretimin Arttırılması
maliyetlerindeki azalma ile artan işPakette dikkat çeken bir diğer
gücü talebi, istihdamı arttırarak
nokta ise teşviklerde öncehem işsizliği azaltacak hem
liğin imalat sanayine vede özellikle imalat sanaAvro alanında
rilmiş olmasıdır. 2008
yindeki üretimin artmaküresel finans krizinin
yaşanacak
parasal
bolluk
sına neden olacaktır.
dünya
ekonomisi
Dahası
yurtiçinde
Türkiye gibi istikrarlı ekonomilerin
üzerindeki
etkileri
maliyetlerdeki azalhala devam ediyor.
finansal sisteminde değerlenecek,
ma ile alternatif dış
Özellikle Avrupa
piyasalar karşısın2008 küresel finans krizi sonrası
Birliği,
durgunda daha rekabetluğu
aşmak
için
ABD’de
uygulanan
benzer
politikanın
çi bir üretim yapısı
farklı
politikalar
yakalanacaktır.
gelişmekte olan ülke finans sistemleri
deniyor. Benzer
Paketin hem kısa
üzerinde bıraktığı etkiye benzer bir
şekilde ABD işsizlik
hem uzun vadede
oranlarındaki düşüş
etkiyi Türkiye finans
etkin olması bekve üretim endeksleleniyor. Kısa vadede
sistemine yansıyacaktır.
rindeki artış için uzun
işsizliği azaltırken, uzun
bir süre parasal genişvadede, işgücünün işbaleme politikaları uyguladı.
şında alacağı eğitim ile alaTürkiye’de ise, son birkaç yıldır,
nında uzman işgücü oluşturulması
diğer gelişmekte olan ülkelerde olplanlanıyor. Türkiye gibi genç nüfusun
duğu gibi potansiyel milli gelir büyüme hızında
toplam nüfusa oranının yüksek olduğu bir ekonobir yavaşlama gözleniyor. Bunu imalat sanayi enmide kalifiye işgücünün ya da mesleki bilginin az
deksinde olduğu kadar diğer öncü göstergelerde
olması aslında temel sorun. İngiltere, Almanya ya
de görmek mümkün. Göstergeler, eğer müdahale
da ABD gibi gelişmiş ülkelerde mesleki eğitim veedilmez
ise, ilerleyen dönemlerde büyüme perforren ortaöğretim kurumlarına olan talebin, toplam
mansının
daha da düşeceğini işaret ediyor.
talebin % 70’inden fazla olması aslında üretimde
mesleki eğitimin ne derece önemli olduğunun bir
göstergesidir. Aynı oran Türkiye’de % 30’lar sevi-
Büyüme hızındaki yavaşlamanın en önemli sebebi
yatırımların finansmanı için gerekli olan tasarrufla-
MAYIS 2015
83
rın yetersizliğidir. Özellikle uzun vadeli tasarrufların
arttırılması için daha önce uygulanmaya başlayan
bireysel emeklilik sistemi teşviki ve konut kredisi desteğiyle 2015-2017 Orta Vadeli Program’da
(OVP) tasarrufların % 17 seviyesine çıkarılması
planlanıyor.
sı amaçlanıyor. Böylece mevcut işgücü, verimliliği
daha yüksek sektörlerde ve nicel olarak daha yüksek miktarlarda istihdam edilebilecektir.
Pakette üretimin arttırılması için öne çıkan bir diğer
husus ise, yatırım talebini arttırmak için özel sektör
üretimini destekleyici maliye politikalarının hayata
geçiriliyor olmasıdır. Zira işgücünün istihdam edilmesi ve eğitilmesinin yanında özel sektörün yapacağı yatırımlara yönelik teşviklerde ciddi artışlar söz
konusudur. Özellikle teknoloji yoğun yatırımlar
özendiriliyor.
Bu noktada Avrupa Birliği’nde yaşanan ekonomik
krizin atlatılması için Avrupa Merkez Bankası’nın
uygulamaya koyduğu parasal genişleme (quantitative easing) programı, yatırımların finansmanı noktasında “İstihdam, Sanayi Yatırımı ve
Üretimi Destekleme Paketi”nin
Paket, 2015-2017 dönemi
başarısını arttıracağı muhteOVP’sinde belirtilen kamu
OVP ile
meldir. Zira Avro alanınharcamalarının özel sekda yaşanacak parasal
verimliliğin arttırılması
törün üretken faaliyetbolluk Türkiye gibi islerini destekler niteamaçlanırken,
işbaşı
eğitim
tikrarlı ekonomilerin
likte olması, kamu
finansal sisteminprogramında da istihdam
harcamalarının
de değerlenecek,
oranı
artarken
işgücünün
tarım
Ar-Ge faaliyetle2008 küresel firini desteklemek
sektöründen daha üretken olan imalat
nans krizi sonrası
suretiyle özel sekABD’de uygulasanayine kaydırılması amaçlanıyor.
törün cari açık venan benzer poliBöylece
mevcut
işgücü,
verimliliği
rilen
sanayi kollarıtikanın gelişmekte
na
yönlendirilmesi
olan ülke finans
daha yüksek sektörlerde ve nicel
hedefi ile uyumlu bir
sistemleri üzerinde
olarak daha yüksek miktarlarda
şekilde
hazırlanmıştır.
bıraktığı etkiye benzer
Örneğin,
işbaşı eğitim
istihdam
edilebilecektir.
bir etkiyi Türkiye finans
programlarında
sosyal
sistemine yansıyacaktır.
güvenlik ödemelerine getiBir diğer önemli sebep de
rilen muafiyetler ile birlikte teşistihdam olanaklarının ve toplam
viklerdeki artışlar, Kaynak Kullanımını
faktör verimliliğinin yeterince artmamasıDestekleme Fonu (KKDF) oranının sıfırlanması
dır. 2015 Ocak ayı işsizlik oranı, son beş yılın en OVP ile uyumludur.
yüksek seviyesine, % 11,3’e yükseldi. 2012 yılından beri işgücüne katılım oranı artarken istihdam Üretimde Niteliksel Dönüşüm
olanakları aynı oranda artmıyor ve bu da işsizliğin
artmasında etkili oluyor. Yani yaratılan iş alanları,
çalışma çağına gelmiş ve çalışmak isteyen kişileri massetmede yetersiz kalıyor. Bu durum yeni iş
alanlarının açılmasının yolunun ancak yeni yatırımlardan geçtiğini gösteriyor. Paket ile birlikte,
2015-2017 dönemi OVP’sinde belirlenen hedeflere
ulaşmak amaçlanıyor. Zira OVP ile verimliliğin arttırılması amaçlanırken, işbaşı eğitim programında da
istihdam oranı artarken işgücünün tarım sektöründen daha üretken olan imalat sanayine kaydırılma-
84
MAYIS 2015
Paketin bir diğer önemli boyutu ise, Ar-Ge ve tasarım faaliyetlerini desteklemesidir. 2023 hedefleri kapsamında ulaşılması planlanan millî gelir ve
ihracat rakamlarının, mevcut üretim kapasitesinin
tamamının kullanılması durumunda dahi neredeyse yakalanması imkansız görünmektedir. Orta gelir tuzağı şeklinde adlandırılan bu durumda, üretim
kapasitesinin tamamının kullanılmaya başlamasının
ardından milli gelirdeki artış durağanlaşıyor. Zira
geliri arttırmak için kullanabilecek ek bir kapasite
bulunmuyor. Birçok gelişmekte olan ülke üretim
teknolojisini değiştirmediği sürece bu tuzağa saplanıp kalmıştır.
teknolojisindeki değişim ile birlikte artık katma değeri daha yüksek ürünler üretilecektir.
Grafik-1’de yükselen ülkelerden bazılarının kişi başına GSYİH’leri (2005 sabit fiyatlarıyla) yer almaktadır.
Grafik, İrlanda ve Güney Kore’nin diğer ülkelerden
yıllar itibariyle nasıl ayrıştığını ve fark attığını ortaya
koyuyor. 1980’li yıllarda Türkiye, Malezya, Brezilya
ve Güney Afrika ekonomileri, Güney Kore ile benzer
kişi başına milli gelir seviyesinde iken; Güney Kore,
ekonomisinde gerçekleştirdiği yapısal değişimle
muadili ülkeler ile arayı açmış durumdadır. Benzer
şekilde, İrlanda’da Avrupa Birliği’ne girişinin ardından uyguladığı politikalarla yabancı sermaye açısından bir üretim üssüne dönüşmüş ve kişi başına
gelirini oldukça kısa sayılabilecek bir dönemde katlayarak arttırmıştır. Diğer yükselen ekonomilerden
ayrışan her iki ülkenin katma değeri yüksek ve bilgi
yoğun mal üreten ekonomilere dönüşmesinin bu
ayrışmada önemli bir faktör olduğu açıktır.
Konuya dış ticaret boyutundan da bakmak gerekiyor. Türkiye yıllarca, Avrupa için önemli bir tekstil
merkezi iken; 2000’li yıllara gelindiğinde otomotiv
sektörü ihracatın en önemli kalemi oldu. Bu değişim ne yazık ki katma değeri yüksek mal üretmeye
başlandığı anlamına gelmiyor. Zira ithal girdisi yüksek olan sektörün ekonomiye katkısı ya da katma
değeri mevcut durumda ancak işçilik ile sınırlı iken,
olası Ar-Ge ve tasarım faaliyetlerinin desteklenmesi
sonucu gerçekleştirilecek ulusal otomotiv üretiminin ihracı, katma değeri yükseltecektir.
Teknoloji yoğun ürünlerin ülke içerisinde üretilmesi
ile ekonomi ve ödemeler bilançosu sadece ihracat
kanalı ile etkilenmiyor. Aynı zamanla ithalatın yapısı
da değişiyor. Ar-Ge ve tasarım faaliyetleri sonucunda elde edilen yeni teknoloji ile yerli üretimin artması, ileri teknoloji ithalatında da ciddi
düşüşlere sebep olacaktır. Bu ise,
Grafik-1: Seçilmiş Ülkeler İçin Kişi Başına GSYİH (2005 Sabit Fiyatlarıyla)
2015-2017 OVP’de de vurgulandığı
gibi orta ve ileri teknoloji ithalatının
azaltılması yoluyla cari açığın azaltılmasına önemli bir katkı yapacaktır.
Sonuç Yerine…
Kaynak: Dünya Bankası
Paket, üretim yapısının orta gelir tuzağından kurtulacak şekilde değiştirilmesini de amaçlıyor. Bu çerçevede inovatif düşüncenin önünün açılması önem
arz ediyor. İnovatif düşüncenin hayata geçirilmesi
ise, Ar-Ge faaliyetleri ve paket içerisinde vurgu yapılan tasarım faaliyetleri ile mümkündür. Bu tip faaliyetler ile oluşan yeni bilgi, icat, know how, patent
ve benzeri çıktının artmasına neden olacak, üretim
Her şeyin ötesinde, açıklanan bu
paket ile hükümet, ekonomideki
yavaşlamanın farkında olduğunu ve
büyümenin yeniden hızlandırılması
için alması gereken önlemlerin neler
olduğunu bildiğini gösteriyor. Yatırım
teşviklerindeki artış ile hem üretimi
hem de istihdamı arttırmaya yönelik tedbirler alıyor. Bu sayede hem
ekonomik büyümede son dönemde yaşanan yavaşlamayı telafi etmek hem de artan
işsizlik probleminin çözülmesi öngörülüyor. Diğer
yandan işbaşı eğitim programı ile işgücünün nitelik
kazanması, Ar-Ge ve tasarım faaliyetlerine verilen
destekler ile de üretim teknolojisinin yükseltilmesi
planlanıyor. Diğer bir ifadeyle, paket içerisinde planlanan destek ve teşviklerin reel ekonomiye katkısı
çok yönlü olarak ortaya çıkacaktır.
MAYIS 2015
85
EKONOMİ
Güneydoğu Anadolu Bölges’ne, özellkle son yıllarda yapılan kamu yatırımlarının payı gderek
artmaktadır. GAP Bölges yatırımlarının toplam kamu yatırımları çersndek payı 1990-2007
dönemnde ortalama % 7 ken, bu oran 2008-2012 dönemnde % 11’n üzernde gerçekleşmştr.
ALT YAPIDAN
ÜST YAPIYA GEÇİŞ
GAP YENİDEN
Doç. Dr. Bahar BURTAN DOĞAN*
Akademisyen
İ
ktisat biliminin bir alt disiplini olarak İkinci Dünya
Savaşı sonrasında gelişen kalkınma iktisadının anlamı da önemli değişikliklere uğradı. İlk başlarda
büyüme ile kalkınma birbirinin yerine kullanılırken,
iktisadi kalkınma ilerleyen yıllarda, yoksulların; barınma, beslenme, eğitim ve sağlık gibi temel gereksinimlerini kapsayan temel ihtiyaçlar yaklaşımına,
ardından çevresel faktörlerin dikkate alındığı sürdürülebilir kalkınma anlayışına, ve son olarak insani
(beşeri) kalkınma yaklaşımına doğru evrilmiştir. Diğer taraftan ilk başlarda gelişmiş ülkelerle aradaki
gelişmişlik farkının azaltılmasının devlet müdahalesi
ile mümkün olduğu anlayışının bir sonucu olarak, ithal ikameye dayalı korumacı ve planlamacı bir yaklaşım benimsenmiştir. Ancak özellikle 1970’li yıllardan itibaren liberal bakış açısının ön plana çıktığı ve
kalkınma anlayışının piyasa güçlerine bırakıldığı bir
döneme girilmiştir.
86
MAYIS 2015
Ülke coğrafyasında dengeli bir gelişme sağlanması hedefi, ülke ekonomisi için hedef alınan yüksek
bir kalkınma hızı kadar önemlidir. Dengeli gelişme
amacı doğrultusunda alınması gereken tedbirlerin
ve uygulanacak politikaların, beşeri ve fiziki kaynakların dağılım deseni ile tutarlı olması ve kamu yatırımlarının dağılımında ekonomik coğrafyanın ve bölgesel gelişmenin dikkate alınması, kısacası; mekân
ile ilişkinin sağlanması oldukça önemlidir.
Bölgesel Kalkınma Yaklaşımında Dönüşüm
İktisadi kalkınmanın tüm toplumsal kesimleri ve bölgeleri kapsaması için, kalkınmacı devlet anlayışının
uzantısı olarak merkezden geliştirilen plan ve programların değişik bölgelerde uygulanması yaklaşımı,
yaygın bir şekilde uygulanmıştır.
Bu çerçevede 1970’lere kadar bölgesel kalkınmada
hâkim model konumundaki ekzojen (dışsal) kalkın-
ma yaklaşımı çerçevesinde kalkınmanın, “kalkınma
kutupları” olgusunda olduğu gibi, gelişmiş bölgelerden az gelişmiş ya da geri kalmış bölgelere doğru yayılma göstereceği kabul görmüştür. 1970’li
yılların sonlarına doğru bu tür modeller, bölgelerin
sürdürülebilir kalkınmasını desteklemediği için terk
edilmeye başlanmış, büyük ölçüde yerel kaynaklara
dayalı, yerel aktör ve dinamikler tarafından gerçekleştirilen ve sürdürülen bir kalkınma anlayışı olarak
tanımlanabilen endojen (içsel) kalkınma yaklaşımı
ön plana çıkmıştır.
Endojen bölgesel kalkınma ise; bölgesel önceliklere, yerel kaynaklar ve yerel faaliyetlerin endojen potansiyellerine önem veren bir kalkınma stratejisidir.
Bu kalkınma anlayışı; yerel–bölgesel aktör ve dinamiklerin kalkınma sürecinin başlaması, planlanması,
uygulanması ve izlenmesi faaliyetlerine aktif olarak
katılımına imkân sağlamaktadır.
Endojen kalkınma yaklaşımının iktisat politikaları
kapsamında gündelik yaşama en somut yansıması hiç kuşkusuz ki bölgesel kalkınma ajanslarıdır.
Bölgesel Kalkınma Ajansları’nın temel kuruluş nedenleri; bölgesel stratejilerin uygulanması, yerel ve
bölgesel girişimciliği destekleme, alt yapı hizmetlerinin sunulmasına yardımcı olma, özel sektörün yakın
geleceği için yerel–bölgesel çözümler araştırma ve
bölgesel talepleri karşılayacak yeni ürün ve hizmet
üretimi için finansal garantiler ve çözümler arama
şeklinde özetlenmektedir. Genel olarak kalkınma
ajansı kavramının 1980’lerde yaygınlaşan kamu
işletmeciliği anlayışı ve küreselleşme ile artan yerel
rekabetle birlikte 1990’larda yaygınlaşan yönetişim
anlayışının bir ürünü olduğu söylenebilir. Buna göre
bölgesel kalkınma ajansları, yeni kalkınmacılık anlayışının örgütsel biçimi olarak tanımlanabilir.
GAP’ın Bölgesel Gelişmeye Katkısı
Bu bağlamda bölgesel kalkınma ajansları, küreselleşme süreci ile birlikte şiddetlenen rekabet koşullarında özel sektör ile yerel aktörlerin kalkınma sürecine aktif katılımlarını sağlamakla görevli ana unsur
konumuna yükselmiş olup, Türkiye’de de Güneydoğu Anadolu Projesi için kurulan GAP Kalkınma
İdaresi’ni Avrupa Birliği’ne uyum çalışmaları çerçevesinde çıkarılan “Kalkınma Ajanslarının Kuruluşu,
Koordinasyonu ve Görevleri Hakkında Kanun”un
08 Şubat 2006 tarihinde yürürlüğe girmesi bölgesel
kalkınmaya yeni bir dinamizm imkanı sağlamıştır.
Bölgeler arası gelişmişlik farklarının ekonomilerin
tek başına kendi dinamiklerinin işleyişiyle mümkün
olamaması, kamunun devreye girmesi zorunluluğunu beraberinde getirmiştir. Ülkemiz de Dünya geneli için geçerli olan bu eğilimden payını almış ve
planlı ekonomiye geçişle birlikte bölgeler arasındaki
gelişmişlik farklarının ortadan kaldırılması amacıyla
devlet tarafından finanse edilen projeler ivme kazanmıştır. Bugüne kadar hazırlanan bölgesel kalkınma plan ve programları arasında en etkin olarak
uygulananı Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) olmuştur. Cumhuriyet tarihimizin en kapsamlı projesi
olan GAP, entegre bölgesel kalkınma yaklaşımı ve
sürdürülebilir insani gelişme felsefesi ile uluslararası
literatüre geçen ve marka değeri olan bir projedir.
Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ne, özellikle son yıllarda yapılan kamu yatırımlarının payı giderek artmaktadır. GAP Bölgesi yatırımlarının toplam kamu
yatırımları içerisindeki payı 1990-2007 döneminde
ortalama % 7 iken, bu oran 2008-2012 döneminde
% 11’in üzerinde gerçekleşmiştir. Bölgede okullaşma oranlarında artış sağlanmıştır. 2007-2008 eğitim
öğretim yılında brüt okullaşma oranları okul öncesi
eğitimde (4-5 yaş) % 22,6, ilköğretimde % 103,1 ve
ortaöğretimde % 57,8 iken, 2013-2014 eğitim öğretim yılında okul öncesi eğitimde (4-5 yaş) % 32,2,
ilköğretimde % 114,5 ve ortaöğretimde % 86,6
olarak gerçekleşmiştir. 2007-2008 eğitim öğretim
yılında ilköğretimde derslik başına düşen öğrenci
sayısı Türkiye genelinde 32 iken, 2013-2014 yılı itibariyle 3 birimlik iyileşme sağlanarak 29’a gerilemiş, GAP Bölgesi’nde ise 44 iken 5 birim iyileşerek
39’a düşmüştür.
Birinci GAP Eylem Planı
Birinci GAP Eylem Planı’na özgü bir program olan
ve daha sonra diğer bölgelere yaygınlaştırılan Sosyal Destek Programı (SODES) ile meslek edindirme,
MAYIS 2015
87
EKONOMİ
sosyal içerme, kültürel, sanatsal ve sportif faaliyetler
gibi alanlarda 2008-2013 döneminde yaklaşık 420
milyon TL kaynakla 3.242 proje desteklenmiştir. Köy
Altyapısını Destekleme Projesi (KÖYDES) kapsamında 2005-2013 yılları arasında GAP Bölgesi’ndeki illere yaklaşık 1,25 milyar TL ödenek tahsis edilmiştir.
2005-2014 döneminde yol projelerinde 13.964 km
stabilize, 15.629 km asfalt olmak üzere toplamda
yaklaşık 31 bin km yol yatırımı yapılmıştır. İçme suyu
yatırımlarında 1.715 susuz ve 6.282 suyu yetersiz
üniteye içme suyu yatırımı götürülmüştür. Su ve
Kanalizasyon Programı (SUKAP) kapsamında GAP
illerinden 77 içme suyu projesi, 119 kanalizasyon
projesi olmak üzere toplam 196 proje yer almaktadır.
Sanayi altyapısını geliştirmeye yönelik 7 adet organize sanayi bölgesi (OSB) ve 8 adet küçük sanayi sitesi
(KSS) tamamlanmış; Bölge’deki OSB sayısı 17’ye,
KSS sayısı ise 36’ya yükselmiştir. Plan döneminde
tamamlanan 1.405 ha büyüklüğünde 7 OSB’deki
tüm parsellerde üretime geçilmesi halinde yaklaşık 35.000 kişiye istihdam olanağı sağlanacaktır.
Tamamlanan 1.150 işyerlik 8 KSS ile, 5.500 kişiye
daha sağlıklı koşullarda çalışma olanağı sağlanmıştır.
Diğer taraftan, Türkiye geneli ve GAP Bölgesi’nde
ABD Doları bazında Kişi Başına Gayrı Safi Katma
Değer meblağlarının yıllar içindeki seyri Tablo1’dedir. Tablo-1’deki veriler, Türkiye genelinde
2011 yılı GSKD’sının 2007’ye kıyasla % 11,82 oranında arttığını ortaya koyarken, bu oran GAP Bölgesi için % 26,80 olmuştur. Tablo 1’deki verilerden
de anlaşılabileceği üzere 2008 yılında uygulamaya
konulan Birinci GAP Eylem Planı, projenin tamamlanması adına kamu yatırımlarının önemli oranda
arttırıldığını net bir şekilde göstermektedir.
dönüşümleri beraberinde getirmesinden esinlenerek hazırlanan ve 8 Mart günü Başbakan Davutoğlu
tarafından açıklan İkinci GAP Eylem Planını, bölgesel gelişme açısından yeni bir soluk olarak değerlendirmek mümkün. Planın beş ana ekseni olarak
lanse edilen; ekonomik kalkınmanın hızlandırılması,
sosyal gelişmenin güçlendirilmesi, şehirlerde yaşanabilirliğin arttırılması, altyapının geliştirilmesi ve
kurumsal kapasitenin arttırılmasıyla, yaşam standartları ve kalitesinin geliştirilmesi hedeflemektedir.
Planda; tarımdan turizme, eğitimden sağlığa, 26.7
milyar değerinde toplam 115 proje var.
Ayrıca İkinci GAP Eylem Planı, çözüm sürecinin başarısının sigortası olacaktır. Bunun yanı sıra, İkinci
GAP Eylem Planı’nın; ülkemizin yanı başında yaşanan yüzyılın en büyük insanlık dramının sahnesi
konumundaki Suriye’den ülkemize olan olumsuz
yansımaların etkisinin bertaraf edilmesi ve uzun vadede de bu ülkenin restorasyonu için gereksinim
duyulacak altyapı, insan kaynağı ve lojistik ihtiyaçların karşılanabilmesi için gereksinim duyulan faktörlere yatırım olması açısından oldukça kritik misyonu
bulunmaktadır. Bu misyonun başarılmasıyla, hem
ülke içi barış ve güven ortamı ile Çözüm Sürecinin
başarısı, hem de bölgesel konumumuz perçinlenmiş olacaktır.
* Dicle Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat
Bölümü öğretim üyesidir.
Tablo–1: Türkiye ve GAP Bölgesi’nde Gayrı Safi Katma Değer (GSKD) ve Kişi Başına GSKD ($)
İİBS Düzey 2
2007
2008
2009
2010
2011
TRC1
TRC2
TRC3
TRC
TR
4.157
3.417
3.405
3.660
8.267
4.597
3.724
3.812
4.044
9.384
3.925
3.380
3.549
3.618
7.769
4.909
4.165
4.531
4.535
8.926
4.952
4.282
4.689
4.641
9.244
Gaziantep, Adıyaman, Kilis
Şanlıurfa, Diyarbakır
Mardin, Batman, Şırnak, Siirt
GAP Bölgesi
Türkiye
Kaynak: Kalkınma Bakanlığı ve GAP İdaresi Başkanlığı, 2014: 22.
88
MAYIS 2015
EKONOMİK GERÇEKLER
İkinci GAP Eylem Planı’nın büyümeden ziyade kalkınma odaklı olduğunu ve iktisadi gelişmeye ilave
olarak toplumsal gelişimi hızlandırmaya, istihdamı
arttırmaya odaklı, insani kalkınmayı teşvik eden yeni
politikalar içerdiği tartışmaya mahal bırakmayacak
şekilde ortaya koyulmaktadır.
GAP’a Yeni Soluk
Birinci GAP Eylem Planı ile sağlanan üstün performans ve insan odaklı yatırımların bölgede önemli
PAPA’NIN
SOYKIRIM İFTİRASININ
ARDINDAKİ
Dr. M. Levent YILMAZ
SDE Uzmanı
2015
yılı Nisan ayına damgasına vuran en
önemli konulardan birisini Papa’nın
Türkiye’ye yönelik olarak ifade ettiği Ermeni Soykırımı
iftirası oluşturuyor. İlk etapta sadece tarihi ve dini temelleri olduğu düşünülen bu konunun aslında uluslararası yansımaları olan pek çok ekonomik konuyu da
içerisinde barındırdığını göz ardı etmemek lazım.
Gezi eylemleri ile başlayan,
ardından 17-25 Aralık ile devam
eden ve nihayetinde Papa’nın
açıklamasına kadar geçen sürecin
temelinde yatan en önemli unsur
“söz dinlemeyen” Türkiye’nin inşa
ediliyor olmasıdır. Türkiye bu süreç
içerisinde, içeriden ve dışarıdan
pek çok örtülü finansal operasyona
maruz kalmış, 200 milyar Doların
üzerinde kayıplara yol açan sokak
eylemlerini yaşamış, elektrik sistemi
sabote edilmiş, savcısı makamında
şehit edilmiş ve çözüm süreci sürekli
sekteye uğratılmaya çalışılmıştır.
Peşinen söylemek gerekir ki; Türkiye’yi soykırım iftirasıyla kıskaca almaya çalışanlarla, ekonomi üzerinden esaret kurmaya çalışanların ipi aynı yerin elinde…
Soykırım iftirasının ısıtılıp ısıtılıp gündeme getirilmesinin
ardında, Türkiye’nin son 10 yılda hayata geçirdiği, küresel sonuçları olan projeler ve küresel finans oligarşisine karşı net tavrının etkisinin olduğunu unutmamak
lazım. Papa’nın açıklaması esasen bireysel veya tekil
bir durum değil, uzunca bir süreden bu yana Türkiye’ye
karşı yürütülen küresel propagandanın da devamı niteliğini taşımaktadır. Gezi Parkı eylemleri ile başlayan ve
ardında gizli servislerin, bazı yabancı vakıfların ve paralel yapının olduğu ispat edilmiş sürecin, 17-25 Aralık
darbe planı ile devam ettiğini, 6-8 Ekim olayları ile çok
ciddi aşama kaydedilen çözüm sürecinin baltalanmaya çalışıldığını unutmamak lazım. Papa’nın açıklaması
esasen, Türkiye’ye yeni bir cephe daha açmak amacı
taşımaktadır. 7 Haziran seçimlerine giderken özellikle finansal bazı operasyonlara maruz kalan Türkiye’yi
uluslararası ilişkiler alanında da yıpratmayı hedefleyen
bu açıklamaya karşılık Türkiye’den gelen “arşivleri
açma” teklifinin karşılık bulmaması da art niyetin en büyük ispatıdır.
MAYIS 2015
89
Türkiye’nin cesaretle ve kararlılıkla hayata geçirdiği
Çözüm Süreci projesinin halkta olumlu karşılanması
ve artan toplumsal barış umudunun küresel arenadaki pek çok çevreyi rahatsız ettiği bilinmektedir.
Ancak çözüm süreci ile birlikte toplumsal barışın
yanı sıra yine oldukça önemli bir konuda da fayda
sağlanacaktır. Yaklaşık 100 yıldır, savaşlar, mezhep
çatışmaları, diktatör yönetimler ve terör ile kapalı
tutulmaya çalışılan İpek Yolu hattı, bölgede barışın
ve huzurun tesis edilmesi ile yeniden canlanacak ve
Orta Doğu’daki Müslümanların refah artışı beraberinde küresel aktör olma fırsatını da sağlayacaktır.
Özellikle Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi ile Türkiye
arasında sürekli gelişen diplomatik ve ticari ilişkilerin
Batı’da yol açtığı endişe dillerine, söylemlerine ve
politikalarına yansımaktadır. Bu süreçte Erdoğan’ın
resmi İran ziyareti kapsamında: “Benim dinim Sünnilik değil, inanıyorum ki, sizin dininiz de Şia değildir”
diyerek, İranlı yöneticilere yaptığı mezhepsel değil dini
birlik çağrısının ardından gelen Papa’nın açıklaması
son derece manidardır. Hele nükleer müzakerelerin
olumlu geçmesinin ardından iki ülkenin yerel para
birimleri ile ticarete ilişkin aldığı prensip kararının ardından ortaya çıkan potansiyelin Batı’da oluşturduğu
şok etkisini de göz ardı etmemek gerekir.
90
MAYIS 2015
Öte yandan Türkiye’nin, İran ile ilişkilerinin düzelmesi, Kuzey Irak ile gelişen ticari ve siyasi ilişkiler,
Suriye politikasının ne kadar doğru olduğunun anlaşılması gibi başlıklar; Türkiye’nin bölgesel lider ve
küresel aktör olma yolunda hızla ilerlemesini sağlamıştır. Bu durum ortaya çıkınca da zamanında kapımıza bir sorun olarak bırakılan Ermenistan kozunun
oynanması gereği ortaya çıkmıştır.
İpek Yolu’nun hem enerji hatlarıyla (TANAP, TÜRK
AKIMI ve Kuzey Irak Petrolü) hem de lojistik projeleriyle (3. Köprü, 3. Havaalanı, Kanal İstanbul, Hızlı
Tren Hatları ve Limanlar) yeniden hayata geçirilmesinin Anadolu’ya 3000 yıllık tarihi misyonu olan, ticaret kavşağı olma özelliğini yeniden kazandıracağı
hemen hemen herkes tarafından tahlil edilmektedir.
Bununla birlikte IMF ile yeni bir stand-by anlaşmasının imzalanmaması ve IMF’e olan borcun bitmesinin ardından bağımsız ekonomi politikaları geliştirebilen bir Türkiye’nin, Erdoğan gibi uluslararası
vizyonu olan bir lider eşliğinde “Başkanlık” sistemini
dillendirmesinin Batı’yı rahatsız etmesinden başka
bir sonucu olamazdı.
Gezi eylemleri ile başlayan, ardından 17-25 Aralık
ile devam eden ve nihayetinde Papa’nın açıkla-
masına kadar geçen sürecin temelinde yatan en
önemli unsur “söz dinlemeyen” Türkiye’nin inşa ediliyor olmasıdır. Türkiye bu süreç içerisinde, içeriden
ve dışarıdan pek çok örtülü finansal operasyona
maruz kalmış, 200 milyar Doların üzerinde kayıplara
yol açan sokak eylemlerini yaşamış, elektrik sistemi sabote edilmiş, savcısı makamında şehit edilmiş
ve çözüm süreci sürekli sekteye uğratılmaya çalışılmıştır. Hemen hemen hepsinin temelinde yatan
ekonomik nedenler göz önünde bulundurulursa ve
Türkiye’nin tüm bu saldırıları başarı ile püskürtüp,
daha da güçlenerek olayların içinden çıktığı göz
önünde bulundurulursa, Papa’nın açıklamaları ve
zamanlaması daha net anlaşılacaktır.
Yeni Türkiye İnşa Ediliyor
Bir yandan Türkiye’ye karşı yapılan tüm bu saldırılar devam ederken bir yandan da Yeni Türkiye’nin
inşası devam etmektedir. Özellikle “Başkanlık” sistemine ilişkin oluşan toplumsal farkındalık ve bu konuya verilen desteğin her geçen gün artması inşa
sürecini de hızlandırmaktadır. Üretim ve istihdam
odaklı, reel sektörün uygun koşullarda finansmanının hedeflendiği yeni bir ekonomik modelin temel-
lerinin atılması da gelecek adına önemli bir avantaj
olarak karşımıza çıkmaktadır.
KOBİ’lerin uygun koşullarda finansman imkanlarına
ulaştığı, üretim ve istihdam odaklı, yüksek katma
değeri olan ürünlerin üretildiği, Ar-Ge ve bilimsel gelişmeler için uygun ekonomik ortamın tesisinin daha
da kolaylaşacağı, yatırım ortamının iyileştiği ve bürokratik engellerinin kalktığı bir ekonomik patika için
“Başkanlık” sistemi büyük önem arz etmektedir.
Ekonomik istikrar ve siyasi istikrar birbirinden ayrılmaz iki önemli unsurdur. Esasen Türkiye’nin son
dönemde elde ettiği kazanımlarda güçlü ekonomi
politikalarının yanı sıra siyasi istikrarın sağladığı güven
de önemli bir rol almıştır. Türkiye koalisyon hükümetleri döneminde karşılaştığı en küçük bir riskte
bile hemen siyasi ve ekonomik krize girerken, siyasi
istikrarın tesis edildiği 2002 sonrası dönemde çok
daha büyük krizlerle (2008 Küresel Krizi, E-Muhtıra,
7 Şubat MİT Krizi, Gezi Olayları, 17-25 Aralık Darbe Girişimi) başa çıkmayı başarmıştır. Bu bakımdan
önümüzdeki süreç açısından en önemli konuyu siyasi
istikrarın devamlılığı oluşturmaktadır.
MAYIS 2015
91
Andreas Gross le Avrupa Üzerne
Zeynep Songülen İnanç
Yüz Yıl Sonra 1915’ Konuşmak
Basın Bldrs
SDE Haber
Uluslararası Surye Sempozyumu
SDE Haber
Uluslararası İslamofob Çalıştayı
SDE Haber
Dünyada ve Türkye’de 1 Mayıslar:
Çalışanların 1 Mayıs’a Bakışları Panel
SDE Haber
GENEL
Bu itibarla Avrupa’daki krizlerin aşılmasında demokrasinin yeniden tanımlanmasının ve doğrudan
demokrasi uygulamalarının temel alınmasının önemine dikkat çekti.
ANDREAS GROSS İLE AVRUPA ÜZERİNE
Zeynep SONGÜLEN İNANÇ
SDE Uzmanı
S
tratejik Düşünce Enstitüsü’nde 14 Nisan 2015
Salı günü saat 10.30’da “Avrupa Demokrasisinin Karşılaştığı Krizler ve Çözüm Yolları”
başlıklı bir konferans düzenlendi. Konferansın konuşmacısı değerli bilim adamı ve politikacı Andreas
Gross’dı. Gross, politika ve sosyoloji üzerinden modern demokrasiyle ilgilenen ve özellikle Avrupa çapındaki demokrasi üzerine düşünen bir entelektüel.
20 yılı aşkın süredir İsviçre Parlamentosu’nda, İsviçre Sosyal Demokrat Partisi’nden milletvekili olarak görev yapıyor. 1995 yılından itibaren ise Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi’nin üyesi ve
Asamble’deki sosyalist grubun lideri. 2014 yılında
Asamble’ye “Daha İyi Bir Avrupa Demokrasisi: Fe-
94
MAYIS 2015
deral Avrupa’nın Meydan Okumalarıyla Karşı Karşıya Gelmek” başlıklı bir rapor sundu. Akademik ve
siyasi görevlerinin yanı sıra Gross, otuz yıldan fazla
zamandır sivil toplum örgütleriyle demokrasi üzerine çalışmalar yürütüyor. Bu çalışmaların kurumsal
bir yansıması olarak 1998 yılında kurulan Doğrudan
Demokrasi Atölyeleri (Atelier pour la Démocratie Directe) çerçevesinde çalışmalarını sürdürüyor.
Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde verdiği konferansta Gross, neden demokrasinin daha fazla
Avrupa’ya ve Avrupa’nın daha fazla demokrasiye
ihtiyacı olduğunu tezleriyle irdeledi. Öncelikle kendisini tanımlarken, Avrupa’ya inanan biri olduğunu ve
bunun ötesinde demokrasiye inandığını ifade etti.
İlk olarak Gross, demokrasinin çelişkili zamanlardan geçtiğini belirtti. Bir yandan demokrasinin bir
değeri olarak iyi yönetişimin evrensel olarak kabul
gördüğünü, öte yandan demokrasinin özünü kaybettiğini belirtti. Demokrasinin yalnızca seçimlere
katılmaktan ve meclise milletvekili göndermekten
ibaret olmadığını dile getirdi. Konuşmacı, doğrudan
demokrasiden söz ederken iki öncelikli noktayı vurguladı. İlk olarak herhangi bir karardan doğrudan
etkilenenlerin karar alma sürecine doğrudan dâhil
olmaları gerektiğini ifade etti. Ardından doğrudan
demokrasiyi, herkesin kendi hayatını kader gibi yaşamaması ve kendi varlığını ortaya koyarak kendi
hayatını yönlendirmesi olarak tanımladı. Doğrudan
demokrasinin birey için yer açtığını ve bireyi siyasal
bir varlık olarak etkin kıldığını ekledi. Bir anlamda
doğrudan demokrasinin, bireylerin kendi hayatlarının iplerini kendi ellerinde tutmaları anlamına geldiğini ortaya koydu. Doğrudan demokrasinin özgürlük ile olan yakın bağının altını çizdi ve demokrasinin
çatışma üzerinden anlaşılabileceğini öne sürdü. Çatışmanın şiddet anlamına gelmediğini aksine özgürlük alanının ancak zihni çatışmalar ve karşılaşmalar
ile gelişebileceğini savundu. Bu doğrultuda demokrasinin hiçbir zaman tamamlanmayan ve bitmeyen
bir süreç olduğuna işaret etti.
Gross, demokrasinin mikro seviyede gücün dağılması ve paylaşılması olduğunu, bu nedenle de demokrasilerde tüm vatandaşların sistemin aktörleri
haline gelmelerinin zorunlu olduğunu vurguladı. Ayrıca vatandaşların, seçimler arasında da sahnede
olmalarının ve kendilerini ifade edebilecekleri geniş
alanlar bulmalarının önemine değindi. Demokrasinin bir öğrenme süreci olmasından hareketle demokrasinin bir ferman işlevi görmemesi gerektiğini ve yalnızca demokrasinin yüzeysel unsurlarıyla
demokratik bir yaşam sürülemeyeceğini ortaya
koydu. Demokrasinin, örneğin üç yüz parçalı bir
sanat eseri olduğunu ve eseri oluşturan parçaların
tümünün işleyişinin sürekli denetlenmesi gerektiğini belirtti. Böylelikle eserin bütün unsurlarıyla var
olabileceğini vurgulayan Gross, bu çerçevede politikacılar ile vatandaşlar arasındaki mesafenin kısalması gerektiğini, politikacıların kibirli ve aşırı gururlu
olmak yerine mütevazı ve alçakgönüllü olmalarının
önemine dikkat çekti.
Konuşmacı, ulusal demokrasilerin yukarıda belirtilen demokrasi unsurlarını yerine getirmek için çok
küçük olduklarını ve fakat küçük meselelerin çözümü için de çok büyük olduklarını ileri sürdü. Ekonomi ile siyaset arasındaki dengenin bozulmasından
ve piyasa güçlerinin demokrasiyi araçsallaştırmalarından dolayı Avrupa’daki merkezi devletlerin, piyasalar lehine güçlerini kaybettiklerini ifade etti. Bu
çerçevede Avrupa’daki ulusal demokrasilerin yetkilerinin ve hareket alanlarının piyasalar karşısında
daralmasını ve vatandaşların devletlerle kurdukları
ilişkilerdeki merkezi eğilimleri demokrasi açısından
sorunlu olarak nitelendirdi.
Gross yaptığı saptamaların ardından devletlerin
güçlerini yeniden tesis etmeleri için demokrasinin ulus-aşırı şekilde veya en azından kıtasal ölçekte düşünülmesinin önemine değindi. Avrupa
Konseyi’nin, Avrupa entegrasyonunun ruhunu
taşıdığına işaret etti. Herkesin saygı duyacağı evrensel demokrasi standartlarına odaklandığını ifade
etti. Bunun için temel çıkış noktası olarak “küresel
seviyede demokrasinin ilham kaynağı ne olmalı?”
sorusunun sorulduğunu ekledi. Ayrıca Avrupa seviyesinde demokrasinin gelişmemesi durumunda
ulus-aşırı seviyede bunun gerçekleşmesinin zorluklarına değindi.
Konuşmacıya göre Avrupa Birliği, tarihinin en derin
krizini yaşıyor ve pek çok Avrupalı için AB, artık bir
“Bozulan Birlik” olarak görülüyor. Ayrıştırıcı ve bozucu güçlerin, bütünleştirici ve birleştirici güçlerden
çok daha etkili olduklarını söyleyen Gross, pek çok
boyutuyla Birliğin hiç olmadığı kadar bölünmüş olduğuna dikkat çekti.
Gross, Avrupa demokrasisini değerlendirirken girdi
ve çıktı meşruiyetlerini irdeledi. Birliğin çıktı meşruiyetinin azaldığını, girdi meşruiyetinin ise her zaman
zayıf olduğunu belirtti. Bunun nedenini, Birliğin yapısının anlaşma temelli olmasına bağladı. Birliğin
temelini oluşturan bir anayasa olmadığı için siyasetin, halkların ve demokrasinin dışlandığını öne
sürdü. 1949 yılında Avrupa Konseyi bünyesinde
Parlamenterler Asamblesi kurulmasının altında yatan nedeni, tüm devletlerin temsilcilerinin katılımıyla
bir anayasa hazırlanması olarak gösterdi. Böylelikle
anayasa temelli bir Avrupa toplumunun yaratılması
MAYIS 2015
95
yona ve sosyo-ekonomik refaha hizmet etmediğini
ve demokrasiyi zayıflattığını belirtti. Oysa AB’nin, ulusal demokratik kazanımları tehlikeye sokmak değil;
korumak üzere oluşturulduğunu ekledi.
hedefine dikkat çekti. Bu yaklaşımın terk edilmesi
ve yetki devrinde yaşanan sorunlardan dolayı Avrupa Konseyi’nin, Avrupa bütünleşmesi sürecinde dışarıda bırakıldığını ifade etti. Anayasa temelli Avrupa
Konseyi fikrinden uzaklaşılarak, antlaşma temelli bir
yaklaşım benimsenince, Avrupa Kömür ve Çelik
Topluluğu’nun hayata geçirildiğini ekledi. AKÇT’nin
ekonomiye odaklandığını ve ekonomik entegrasyonun siyasi entegrasyonu beraberinde getireceğinin
öngörüldüğünü vurguladı. Ancak Gross’a göre günümüzde ekonomik entegrasyon seviyesi çok yüksek olmasına rağmen siyasi entegrasyon zayıf kaldı
ve bu durum Avrupa demokrasisinin gelişmesini
engelledi. Konuşmacı, günümüzde bu bakış açısının devamı olarak hazırlanan Lizbon Antlaşması’nın,
ikinci iyi çözüm olarak Bakanlar Konseyi tarafından
kabul edildiğinden söz etti. Bir başka deyişle siyasi
entegrasyon ile ekonomik entegrasyon kendi alanlarını belirleyemediler. Gross’a göre ekonominin,
siyasi alanı aşındırarak etkisiz kılmasından dolayı
AB’nin işleyişi, devletler ve halklar arasında milliyetçilik, egoizm ve yeni gerginlikler üretti. Bu haliyle
mevcut yapının ne Avrupalıların çoğunluğuna ne de
küresel sisteme hizmet edemeyeceğini belirtti.
Konuşmacıya göre ekonomik entegrasyon ile siyasi
entegrasyon arasındaki dengenin bozulmasına ek
olarak AB’nin güç merkezleri arasındaki denge de
bozuldu. Buna göre Avrupa Adalet Divanı, antlaşmaları yalnızca piyasa mantığı çerçevesinde Anayasa gibi yorumluyor. Herhangi bir ulusal devletin sosyal düzlemde bile olsa karşı çıkması veya düzeltmesi mümkün kılınmamış. Buna ek olarak Bakanlar
Konseyi de yapısal olarak bu konuda yetkili değil.
Gross, 1984 yılında Jacques Delors’un parasal birliği
önerirken, parasal birliğin siyasi birliğin öncülü olarak
işlev göreceğini düşündüğünü dile getirdi. Delors’a
göre Avro’ya dâhil olmak, çeşitliliğin ve farklı halkların
bir araya gelmeleri anlamına geliyordu. Gross, bu
öngörülerin doğru çıkmadığını ve ekonomik entegrasyon ile siyasi entegrasyon arasındaki ayrışmanın
arttığını ileri sürdü. Bu nedenle Delors’un 2010 yılında
verdiği bir demeçte demokrasi ile piyasa arasındaki dengenin kaybolmasından dolayı AB’nin ruhunu
kaybettiğini ifade ettiğini aktardı.
Gross’a göre AB usulü bu federasyon, merkezi
referanslara dayanıyor ve bu nedenle de Bakanlar
Konseyi yani ulusal çıkarları temsil eden organ nihai
sözü söyleme hakkını elinde tutmaya devam ediyor.
Bunun sonucunda Parlamento, Bakanlar Konseyi
karşısında güçlü hale gelemiyor. Bu durumda konuşmacıya göre Divan, bir politikayı empoze etmenin
aracı haline geliyor ve bir politika alanıyla ilgili tartışma
imkanlarını ortadan kaldırıyor. Gross, yürütmenin ve
“hukuk yoluyla entegrasyonun” hâkim olduğu bu
antlaşma temelli federasyon modelinin, entegras-
96
MAYIS 2015
Gross, pek çok araştırmacının Avro birliğinin, demokratik bir siyaset alanıyla uyumlu biçimde tasarlanmadığı konusunda fikir birliği içerisinde olduklarının altını çizdi. Devletler arasındaki yapısal farklılıkların çok büyük ve Avro’yu korumak için yapılan
fedakârlıkların çok fazla olduğunu hatırlattı. Avro
birliğini demokratik bir yapıya kavuşturmak için çok
fazla maddi kaynak gerektiğini ve bu kaynağın bulunmadığını belirtti. Örneğin Yunanistan ile Almanya
arasındaki dengenin sağlanması için hiçbir devlette
bulunmayan bir maddi kaynağa ihtiyaç duyulduğunu dile getirdi. Bu doğrultuda vatandaşların bireysel
hayatlarında demokrasinin kazanımlarını hissetmelerinin de zorlaştığını söyledi.
Konferansın son bölümünde Avrupa demokrasisinin içerisinden geçtiği krizin aşılması için Gross,
Avrupa’nın 1946-1950 yılları arasındaki köklerine
geri dönmesi gerektiğini belirtti. Gerçek bir federal
anayasa yapım sürecinin devreye girmesiyle yeni
bir başlangıç yapılmasını öneren Gross’a göre bu
anayasanın, halkların ve devletlerin çoğunluğunun
oyuyla onaylanması ve biri halklar diğeri senatörler
aracılığıyla devletleri temsil eden iki meclisli bir yasama sistemi kurması gerekiyor. Böylelikle vatandaşları Avrupa entegrasyonuna yeniden dâhil etmek
söz konusu olabilecek ve devletlerin entegrasyonunu, halkların entegrasyonuyla aşmak mümkün hale
gelebilecek. Ayrıca doğrudan demokrasinin Avrupa
sistemine girmesiyle vatandaşlar, entegrasyonun
daha fazla parçası haline gelebilecekler. Böylelikle
vatandaş temelli ulus-aşırı, kıtasal bir gerçek demokrasi inşa etmeye başlanabilecek.
Gross, ulus-aşırı federal Avrupa yapısında yalnızca
merkezi seviyede çözülmesi mümkün olan sorunların federal seviyede ele alınmasının ve bunun dışında kalan ve vatandaşa yakın olması gereken unsurların yerel seviyede çözülmesinin önemine değindi.
Bu şekilde Avrupa’da demokrasinin artmasıyla,
AB’nin bütünleşme kapasitesinin artabileceğine ve
çeşitlilik ile birleşmenin bir araya gelebileceğine işaret etti. Avrupa’nın bütünleşme kapasitesinin önemine dikkat çeken Gross, birilerinin dışarıda kaldığı
bir yapıyla AB’nin barış yapma misyonunu üstlenemeyeceğini savundu.
Konuşmacıya göre Avrupa entegrasyonunun siyasi
katılım ve demokrasi üzerinden yeniden şekillenmesi sürecinde demokrasi tartışmalarını vatandaşlara
taşımak ve vatandaşları bu gelecek tartışmasının
içerisine çekmek son derece büyük önem taşıyor. Zira tüm vatandaşlar, bu demokratik topluluğun birer üyesi olacakları için tartışma süreçlerinin
de doğal öznelerine karşılık geliyorlar. Konuşmacı
bu noktada yüzmeyi öğrenme örneğini vererek,
yüzmeyi öğrenmek için suya girmek gerektiğini ve
suyla temas etmeden yüzmenin öğrenilemeyeceğini belirtti. Özetle Avrupa meselesinin, vatandaşların
yaşamlarındaki gündelik konulardan bir tanesi ha-
line gelmesinin öneminden bahsetti ve bir elit projesi olarak AB’nin sürdürülemeyeceğini savundu.
AB’nin, vatandaşların projesi olarak ikinci bir şansı
olabileceğini eklerken ne kadar uzun süre beklenirse, bu sürecin o kadar zorlaşacağını söyledi.
Gross verdiği aydınlatıcı konferansın ardından Avrupa’daki Müslümanlarla ve genişlemeyle ilgili sorulara yanıt verdi. Avrupa’da Müslümanların çoğunluğunun liberal ve fanatik olmadıklarını ve fakat İslam
ile ilgili algının teröristler üzerinden şekillendiğini
belirtti. Ancak Müslümanlar ile ilgili meselenin dinin
ötesinde toplumsal ve ekonomik sorunlara bağlı
olduğunu dile getirdi. Bu çerçevede Avrupa’daki
demokrasi krizlerinin kamusal alandaki karşılaşmaları sınırlandırdığını ve ötekileşmenin arttığını saptayarak demokrasi sorunlarının çözülmesiyle paralel
şekilde İslam ile sorunların da çözüleceğini düşündüğünü ifade etti.
AB’nin genişlemesiyle ilgili olarak Gross, mevcut
durumda Birliğin bu tür bir kapasitesi bulunmadığına dikkat çekti. AB’nin genel yaklaşımının, herkesi
katılmaya davet etme üzerine kurulması ve bunun
için de siyaset yapısının değişmesi gerektiğini vurguladı. Mevcut yapısıyla ve işleyişiyle AB’nin herhangi yeni bir üyeyi kabul etmesinin zorluğuna ve
bütünleşme perspektifinin korunmasının önemine
değindi. Güçlü merkezi yapısıyla AB’nin daha fazla üye kabul etmeye elverişli olmadığını belirttikten
sonra Gross, Kopenhag Kriterleri’nin özellikle siyasi
olarak önemli olduğunu söyledi. Bulgaristan’ın ve
Romanya’nın üyelikleri sürecinde de AB’nin küresel
politikanın baskısı altında hareket ettiğini, bu ülkelerin yüzlerini doğuya dönmelerinden korktuğu için
bütünleşmeyi kabul ettiğini ve fakat bu korku temelli
ve hızlı yaklaşımın Avrupa için hata olduğunu ekledi.
MAYIS 2015
97
haber
Yüz Yıl Sonra 1915’i Konuşmak
Basın Bildirisi
la ilgili hiçbir Avrupa ülkesi bir yüzleşme içine girerek
yaşananlara yönelik olarak özür dileme hassasiyetini
göstermemiştir. Ayrıca Türkler sadece Çanakkale’de
250 bin insanını kaybederken, Ermeniler de savaş
şartlarının ürettiği güvenlik sorunları nedeniyle 1915’te
zorunlu göçe tabi tutulmuşlar ve bu süreçte pek çok
kişi hayatını kaybetmiştir.
Türkiye’nin Ermeniler konusunda gösterdiği hassasiyet
Batılı ülkelerden çok daha ileri düzeyde olmuştur. Daha
Osmanlı döneminde tehcir dolayısıyla mahkemeler kurulmuş ve tespit edilen sorumlular idam edilerek cezalandırılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı sıfatıyla
Recep Tayyip Erdoğan’ın 24 Nisan 2014 tarihinde
yayınladığı “taziye mesajında” vurguladığı gibi “Birinci
Dünya savaşı esnasında yaşanan hadiseler, hepimizin
ortak acısıdır. Bu acılı tarihe adil hafıza perspektifinden
bakılması, insani ve ilmi bir sorumluluktur.” Tarihin tek
yanlı okunması acı çeken halkların acılarını azaltmayacağı gibi taraflar arasında ihtiyaç duyulan güven,
barış ve diyalog ortamının geliştirilmesine de hizmet
etmeyecektir.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Anadolu’da yaşanan elim hadiselerin 100. Yılı münasebetiyle, son günlerde Avrupa
Parlamentosu (AP) ve Papa Fransuva başta olmak üzere bazı uluslararası aktörlerce yapılan açıklamalarla ilgili
olarak, 20 Nisan 2015 Pazartesi günü SDE öncülüğünde bir grup akademisyence hazırlanan deklarasyon metni
yayınlanmıştır.
SDE öncülüğünde bir grup akademisyence hazırlanan deklarasyon metni:
Uluslararası Aktörler “Ortak Acıları” Türkiye’ye Karșı Siyasi
Silaha Dönüștürmek Yerine Daha Yapıcı Bir Rol Oynayabilirler
Kökeninde Avrupalı Emperyalist güçlerin kendi aralarındaki siyasi ve ekonomik çıkar çatışmalarının bulunduğu I. Dünya Savaşı, Osmanlı coğrafyasındaki halkları
da derinden etkilemiştir. Bu çerçevede 1915’e giden
süreçte, Osmanlı Devleti’nde barış ve huzur içinde
birlikte yaşayan Türkler ve Ermeniler emperyalist politikalardan ve savaştan her anlamda en fazla zarar
98
MAYIS 2015
gören iki halk olmuştur. Türkler ve Ermenilerin ortak
acılarını anlayabilmek için yalnızca Anadolu’da yaşananlara değil, daha geniş bir çerçevede 1900’lü yılların
başından itibaren Balkanlar ve Kafkasya’da yaşananlara da bakmak gerekir. 1918’e gelindiğinde en az iki
milyon insanın yerlerinden kopartılarak Anadolu’ya göç
ettikleri görülmektedir. Bugüne kadar geride kalanlar-
Bu bağlamda bizler de o dönemde hayatını kaybeden
herkesin acılarını paylaştığımızı belirterek, insani duyarlılığımızı bir kez daha göstermek isteriz.
Türkler ve Ermenler Arasındaki Normalleşmeyi
Gerekli Görüyor ve Diyalogu Destekliyoruz
Türkiye’nin önde gelen bir Sivil Toplum Kuruluşu olan
SDE, Türkler ve Ermeniler arasında tarihten kalan sorunların hak ve adalet ilkeleri temelinde çözülmesi için
ister devlet ister STK’lar arasında yapılsın her türlü diyalogun ve işbirliği girişiminin desteklenmesi gerektiğine samimiyetle inanmaktadır. Ancak Başbakan Ahmet
Davutoğlu tarafından da defalarca vurgulandığı gibi
iki halk arasındaki sürdürülebilir barışçıl ilişkiler ancak
ortak bir “adil hafıza” yaratılmasıyla mümkün olabilir.
Bu çerçevede, ilişkilerin normalleştirilmesinin bir yolu
olarak 2009 yılında Türkiye ve Ermenistan devletleri
arasında ve BMGK üyeleri ile AB Dış İlişkiler Yüksek
Temsilcisinin müzaheretinde Zürih’te imzalanan proto-
kollerle çizilen yol haritasının bir an önce uygulamaya
geçirilmesini temenni ediyoruz. Yine protokollerde öngörülen, tarihi olayların araştırılması için ortak bir tarih
komisyonunun kurulması ve iki ülke arasında kapsamlı
diplomatik, ekonomik ve siyasi ilişkilerin geliştirilmesini
de destekliyoruz. Zira şuna inanıyoruz ki, tarihin ve
coğrafyanın kader arkadaşı yaptığı Ermeni ve Türk
halkları eninde sonunda tarihin ağır yükünün yarattığı
kırgınlıkları ve siyasi ön yargıları aşarak yeniden insani,
siyasi ve ekonomik ilişkilerini mutlaka geliştireceklerdir.
İki Halk Arasındaki İlişkilerin Tamirinde
Avrupa’ya da Sorumluluk Düşüyor
Bir asır sonra Türkler ve Ermeniler arasındaki ilişkilerin yeniden normalleşmesi için herkesin ve bu arada
özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın, dolayısıyla savaşta
yaşanan tüm acıların da müsebbibi olan Avrupalı dostlarımızın daha yapıcı roller oynaması istenir ve beklenir.
Hatta yüzyıl önce kendilerinin sebep olduğu insani yaraların sarılması için yapıcı siyasi katkı sağlamak, Batılı
aktörlerin insani, siyasi ve ahlaki yükümlülüğüdür de.
Yaşananlarla birinci derecede yüzleşmesi gerekenler
öncelikle Avrupa ülkeleridir.
Avrupa’nın Tek Taraflı Bakışı Yanlıştır
Buna rağmen, son günlerde Ermenilerce ilan edilen sözde soykırımı anma tarihi olan 24 Nisan 2015
tarihi yaklaştıkça Katolik dünyasının dini lideri Papa
Fransuva’nın yapmış olduğu açıklamalar ve Avrupa
Parlamentosu’nun (AP) aldığı tavsiye kararları, ne yazık
ki bu sorumluluktan uzaktır ve tarihi olayların tek yönlü
olarak okunması üzerine inşa edilmiş çarpık bir bakış
açsısını yansıtmaktadır. Yalnızca Ermenilerin ürettiği
tarihi anlatıyı yansıtan açıklamaları “mutlak gerçeklikmiş” gibi okumak ve Türkiye’nin yıllardır ısrarla vurguladığı, sorunun çözümü için ortak komisyon tekliflerini
ve diaspora da dahil olmak üzere tüm Ermenilerle iyi
niyetle diyalog kurma çabalarını görmezden gelmek
haksızlık ve insafsızlıktır. Bu yaklaşımın uluslararası ilişkilerin temelini oluşturan iyi niyet ve nesafet ilkeleriyle
bağdaşmadığı da açıktır.
MAYIS 2015
99
haber
Yüz Yıl Sonra 1915’i Konuşmak Basın Bildirisi
Papa ve AP’nin Tutumu Uzlaştırıcı Değil,
Kutuplaştırıcı
Katolik dünyanın dini otoritesi olarak kabul edilen
Papa’nın 12 Nisan’da, hiçbir dini ve bilimsel temele
dayanmayan ve tamamen siyasi nitelikli olan 1915
olayları ile ilgili açıklamaları, tarihsel gerçeklerle kesinlikle bağdaşmamaktadır. Papa’nın bu siyasi yaklaşımı,
yakın dönemde Türkiye’ye yaptığı ziyarette vurguladığı
Hristiyan dünyası ile Müslüman dünyası arasında barış ve diyalog köprüleri kurmayı amaçlayan “uzlaştırıcı
Papa” misyonuyla da uyuşmamaktadır.
Papa Fransuva’nın konuşmasından hemen sonra,
Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye’yi “soykırımı” tanımaya ve hatta “24 Nisan’ın dünya soykırım günü
olarak kabul edilmesine” yönelik bir karar almasını da
bir tesadüf olarak görmüyoruz. Batı medyasının önemli
bir kısmının da benzer bir dil kullanması, son olayların
birbirleriyle bağlantılı bir girişim olduğu izlenimini güçlendirmektedir.
Türkiye’ye yönelik bu açıklamaları yapanların ve bu
kararları alanların, geçmişte yaşanan travmalarla yüzleşmeyi teşvik etmek ve inandırıcı olmak için, öncelikle
kendilerinin neden olduğu insanlık trajedileriyle yüzleşmeleri gerekir. Bu çerçevede Katolik Kilisesinin Engizisyon Mahkemeleri’nden başlaması ve Avrupa’nın
1492’de Endülüs’ün Hıristiyanlarca geri alınması
sonrasında Müslümanlar ve Yahudilere karşı yapılan
muameleyi ve Batının emperyalizm döneminde dünyanın dört bir tarafında işlediği siyasi ve askeri günahları
insanlık vicdanında unutulmuş değildir. Ayrıca 1994’te
Ruanda’da, 1995’te Bosna’da işlenen “soykırım” suçları Batının ihdas ettiği uluslararası mahkemelerce de
kabul edilmişken AP ve Papa’nın henüz tam olarak
aydınlanmamış 1915 olaylarından dolayı 24 Nisan tarihini “soykırım günü” kabul etmelerini iyi niyetle telif
etmek hiç mümkün değildir.
Amaç Yükselen Türkiye’nin İmajını Bozmak
Uluslararası aktörlerce yapılan bu son hamlelerin insani
bir duyarlılık adına yapıldığına inanmak çok zordur.
Türkiye’nin yüzyıl sonra yeniden ekonomik olarak güç-
100
MAYIS 2015
lendiği, iç sorunlarını demokratik yöntemlerle çözme
cesareti gösterdiği; sahip olduğu insani-ahlaki değerleriyle uluslararası politikaya yön vermeye çalıştığı ve
Orta Doğu gibi karmaşık bir bölgede istikrar ve denge
unsuru olarak görülmeye başlandığı bir dönemde bu
tür girişimlerin başlatılması; Türk halkı tarafından doğru biçimde değerlendirilecektir. Biz tüm bu girişimleri,
tarihi acıların suiistimal edilerek Türkiye’ye karşı siyasi
bir baskı aracına dönüştürülmesi olarak okuyoruz ve
yanlış buluyoruz.
Uluslararası Suriye Sempozyumu
Oysa Türkiye, Orta Doğu’da gerçek demokrasiye sahip tek ülkedir. Demokrasisini her geçen gün Avrupa
standartlarını merkeze alarak geliştirmekte ve çoğulcu
bir demokratikleşme yönünde önemli adımlar atmaktadır. Türkiye izlediği politikalarla bugün savaşın ve insanlık trajedilerinin yaşandığı Orta Doğu’da tüm halkları
kucaklayacak bir demokratik dönüşümü gerçekleştirebilecek yegâne bölge ülkesidir. Ülkesindeki azınlıkların
hakları konusunda önemli yasal düzenlemelere imza
atan Türkiye’nin, bu aşamada desteklenmesi ve cesaretlendirilmesi yerine baskı altına alınmaya çalışılması
en azından sonuç getirmeyecek yanlış bir stratejidir.
Bu bağlamda, Papa’nın ve AP’nin son yaklaşımları
Türkiye öncülüğündeki Müslüman dünyaya karşı yeni
bir Haçlı Seferi’nin işaret fişeği gibi algılanacak ve
olumlu hiçbir katkı sağlamayacaktır. Tarihte yaşanmış olumsuzlukları kaşıyarak, bölgesinde ve İslam
dünyasında öne çıkan ve lider ülke konumuna gelen
Türkiye’yi küçük düşürme amacı taşıyan bu tutumu
SDE ve imzacı akademisyenler olarak şiddetle reddediyoruz.
Türk ve Ermeni halklarının barışçıl geleceği, dışarıdan
kurgulanan yanlış stratejilerle veya bu halkların ortak
tarihinin tek yanlı siyasi yorumu üzerine inşa edilemez.
Ortak gelecek, Türk ve Ermeni halklarının kararıyla şekillenecektir. Bu nedenle üçüncü tarafların ikili ilişkileri
bu tür kararlarla yanlış yönlere çekmek yerine, gerçekten yapıcı bir rol oynamaları en doğru yaklaşım
olacaktır.
Kamuoyuna önemle arz ederiz.
Stratejik Düşünce Enstitüsü ve Yıldırım Beyazıt Üniversitesi tarafından ortaklaşa düzenlenen “Uluslararası Suriye Sempozyumu: Tarih, Siyaset ve Dış Politika” başlıklı toplantı 24-26 Nisan 2015 tarihinde
Ankara’da gerçekleştirildi. Sempozyuma yurtiçi ve
yurtdışından toplam 34 akademisyen ve araştırmacı katıldı. Alanının önde gelen uzmanlarının katıldığı
sempozyumda, Suriye’nin tarihi, sosyolojisi, siyasi
yapısı ve ekonomik dinamikleri mercek altına alındı.
Özellikle Arap Baharı sürecinde Suriye Krizine taraf
olan aktörler ve pozisyonları ele alınarak, Suriye’nin
geleceğine projeksiyon tutulmaya gayret edildi.
Sempozyum, 24 Nisan 2015 Cuma günü protokol konuşmaları ile başladı. Protokol konuşmalarını; Prof. Dr. Mustafa Eravcı (Sempozyum Düzenleme Kurulu Başkanı), Prof. Dr. Birol Akgün (SDE
Başkanı ve Sempozyum Düzenleme Kurulu Eş
Başkanı) ve Prof. Dr. Metin Doğan (Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörü) gerçekleştirdiler.
Protokol konuşmalarının ardından Prof. Dr. Fred.
H. Lawson, “Suriye Krizi ve Orta Doğu’da Bölgesel
Düzenin Geleceği” başlıklı açılış konuşmasını gerçekleştirdi.
Sempozyum, protokol ve açılış konuşmalarının ardından oturumlarla devam etti. 3 gün boyunca süren oturumlarda Suriye’nin dünü, bugünü ve geleceği; tarih, siyaset ve dış politika perspektiflerinden
alanlarında uzman araştırmacı, bürokrat ve akademisyenler tarafından ele alındı.
Sempozyum 3. gününde değerlendirme toplantısı
ile son buldu.
MAYIS 2015
101
Uluslararası Suriye Sempozyumu
Uluslararası Suriye Sempozyumu Sonuç Bildirisi
2010 yılı sonunda Tunus’ta başlayan Arap Baharı
süreci, Osmanlı Devleti’nin tarihsel mirası olan topraklar üzerinde hızla yayılarak sistemik bir değişim
dalgası başlattı. Mısır ve Libya’da eski kuşak yönetici elitlerin yönetimindeki askeri diktatörlüklere karşı
gelişen halk ayaklanmalarının başarılı olması bölgede demokrasi umutlarını yeşertmişti. Fakat gerek
küresel aktörlerin, gerek devrik rejimlerin devlet
içindeki kalıntılarının eski yapıyı muhafaza etmeye
yönelik çabaları Arap Baharı sürecinin başta umut
edilen neticeleri vermesinin önüne geçmiştir. Arap
Baharının domino etkisinin daha geniş bir coğrafyada hissedilmesi beklenirken, belki de 21. yüzyılın en kanlı tecrübesi olan Suriye Krizi sürecin Orta
Doğu’da duraksamasına ve tersine dönmesine yol
açmıştır. Bu durum, Suriye’de yaşanan sürecin
tarihsel süreklilik içerisinde yeniden ele alınmasını
zorunlu kılmaktaydı. Uluslararası Suriye Sempozyumu bu zorunluluğun bir sonucu olarak tertip edildi
ve Suriye meselesinin bütün yönleriyle ele alındığı,
Türkiye içinde tertip edilmiş ilk Uluslararası Suriye
Sempozyumu olma özelliğini kazandı.
Suriye’de beşinci yılına giren kriz, bölgesel ve
uluslararası güç mücadelesinin yeni arenası olarak, Soğuk Savaş’ın adeta yeniden başlamasına
yol açmıştır. Bunun yanı sıra, süre giden kriz, Orta
Doğu’da tarihsel temelleri olan mezhepsel fay hat-
larını yeniden harekete geçirerek bölgesel denklemleri derinden etkilemiştir. Suriye Krizinin bölgesel ve
küresel düzeydeki etkileri yeni güç hesaplaşmalarının yaşanmasına neden olmuştur. Suriye ve Türkiye
halkları arasında bulunan kadim tarihsel ve kültürel
bağlar yaşanan krizin ülkemizde derinden hissedilmesine yol açmıştır. Siyasi ve insani boyutlarıyla
derin sorunlar üreten Suriye Krizi üzerine bugüne
kadar müstakil bir sempozyum yapılmamış olması
kanaatimizce önemli bir eksiklikti. Bu sempozyumda, tarihsel süreklilik içerisinde, Suriye’de yaşanan
mevcut sürecin ve Suriye’nin geleceğinin interdisipliner bir perspektifle ele alınması hedeflenmekteydi
ve yapılan sunumlar neticesinde Suriye krizine ışık
tutan önemli sonuçlar elde edildi.
3 gün boyunca devam eden toplantıda yerli ve yabancı akademisyenler, Suriye Krizinin 21. yüzyılda
insanlığın tecrübe ettiği en büyük trajedilerden biri
olduğu noktasında ortak kanaatlerini belirtti. 200 binden fazla insanın öldüğü, 10 milyona yakın insanın
Suriye içinde ve dışında mülteci konumuna düştüğü
ve bu durumun giderek tutarlığını kaybeden uluslararası toplumun meşruiyetine zarar verdiğinin altı çizildi.
Sempozyumda yer alan katılımcılar, Suriye Krizinin
çok boyutlu ve çok karmaşık bir hal aldığını ifade
ederek, bu durumun ortaya çıkmasında uluslararası
toplumun ihmalinin bulunduğu açık bir biçimde dile
getirildi. BM ve NATO gibi uluslararası örgütlerin krize
müdahale etme noktasında yetersiz kalmasının Batı
dünyası için ciddi bir tutarlılık ve güvenilirlik sorunu
doğurduğu beyan edildi. Özellikle Baas rejimi tarafından kimyasal silah kullanılmasının ardından yaşanan
sürecin bu güvenilirlik krizini derinleştirdiği konusunda katılımcıların hemfikir olduğu gözlemlendi.
bütün Avrupa’nın yalnızca 200 bin insana kapısını
açması ve ölümden kaçarken Akdeniz’in derin sularına gömülen mültecilerin trajedisinin oluşturduğu
bariz tenakuz şiddetle vurgulandı.
Suriye Krizinin Çözümüne Dair Kanaatler,
Öngörüler
Uluslararası kuruluşların, özellikle Birleşmiş Milletlerin krizin çözümünde daha fazla inisiyatif alması
gerektiği vurgulandı.
Suriyeli mültecilerin sadece Suriye’ye komşu ülkelerin değil, bütün uluslararası kamuoyunun sorumluluk
hissetmesi gereken insani bir yükümlülük olduğu ve
özellikle Batı ülkelerinin mültecilere uyguladığı kapalı
kapı uygulamasını yeniden gözden geçirmesinin zarureti ortak bir kanaat olarak ifade edildi.
Suriye’nin geleceğinde Baas rejiminin yeri olmadığı
ve artık eski düzenin sürdürülemez olduğu belirtildi.
Suriye’de bütün tarafların ve bütün aktörlerin söz
sahibi olacağı demokratik bir yapının tesisinden
başka bir çözüm yolu olmadığı ortak bir muvafakat
zemini olarak belirdi.
Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması gerektiğinin ve yeni sınır projelerinin bölgeyi karmaşadan
çıkaramayacağının altı çizildi. Ulusal güç merkezlerinin ve bölgesel aktörlerin vekâlet savaşına dönüşen
Suriye’nin kendi yolunu ancak kendi dinamikleriyle
bulabileceği dışarıdan yapılan bütün müdahalelerin
krizini daha da derinleştirdiği ve içinden çıkılmaz
hale getirdiği vurgulandı.
Suriye’de en öncelikli yapılması gereken şeyin sivillerin hayatlarının korunmasını ve giderek kötüye giden
insani şartların düzeltilmesini mümkün hale getirecek
uluslararası kamuoyu tarafından desteklenmiş bir yapının oluşturulmasının gerekliliğinin altı çizildi.
Suriye Krizinin en önemli mağduru olan mülteciler ve Türkiye’nin mültecilere karşı izlediği politika ayrı bir oturumda detaylı bir biçimde irdelendi.
Türkiye’nin kriz boyunca izlediği insani politikanın ve
2 milyona yakın insanı misafir etmesinin tarihte eşi
benzeri olmayan bir ev sahipliği olduğu vurgulandı.
Avrupa’nın dillere pelesenk hümanist söylemleriyle,
102
MAYIS 2015
MAYIS 2015
103
Sempozyumla ilgili yapılan röportajlar...
Prof. Dr. BİROL AKGÜN
SDE Başkanı
Değerl hocam! Yaşadığımız dünyada her yerde kan ve gözyaşı var. Özellkle hemen yanı başımızda yaşanan dram son yılların
en büyük dramlarından br… Dünya bu drama sessz kalırken sz
böyle br semner düzenlemeye teşvk eden sebepler nedr?
BMGK de, Çin gibi Rusya gibi aktörler hiçbir zaman arka arkaya iki kez veto gücünü kullanmadı.
Suriye’de 20. yüzyılda kullanılmayan kimyasal silahlar kullanılmasına rağmen Çin ve Rusya iki kere
değil üç kere veto hakkını kullandı. Bunu sorgulamak akademisyen olarak da 21. yüzyıla şahitlik
eden insanlar olarak da bizim hakkımız. Bu konuda
eğer yapılabilecek bir şey varsa yeniden uluslararası sistemin dizaynı konusunda katkılarımızı da yapmak zorundayız. Tarih bundan yüz yıl sonra bin yıl
sonra bugünleri yazarken, bugünleri yargılarken ne
yapıldığını da kaydedecektir. 5 yıldır süren savaşta
yaklaşık 4 milyon insan Suriye’nin dışına kaçmak
zorunda kaldı. Bizim ülkemizde 2 milyondan fazla
mülteci var. Dünyanın hiçbir ülkesinde bizdeki kadar mülteci yok. Bütün Avrupa Birliği’nin barındırdığı mülteci sayısı 60 bini geçmiyor.
21. yüzyılın ortasında Akdeniz’de 700 kişi bir geminin batması sonucu ölüyor. Bu insanlar keyfinden
gitmiyor, göç etmek zorunda oldukları için gidiyorlar. Biz insaniyet göstererek kardeşlerimize karşı
tarihi sorumluluğumuzun gereğini yaptık ve Türkiye
104
MAYIS 2015
Uluslararası Suriye Sempozyumu
olarak kapılarımızı sonuna kadar açtık. Bütün dünyanın kabul ettiği mülteci sayısı maalesef Türkiye’nin
misafir ettiği kadar değil.
Batılıların özellikle de Avrupalıların aynı duyarlılığı
göstermediğini görüyoruz. Bu bir insanlık ve vicdan
sorunudur ama aynı zamanda uluslararası sistemin
de en temel çıkmazlarından, açmazlarından birisidir. Bu toplantıyı yaparken biz bunları da konuşmak
istedik. 1945’te kurulan BM, 5 üyeye veto hakkını veriyor ama bu 5 daimi üyeye verilen veto hakkı
aynı zamanda onlara ahlaki, siyasi ve hukuki olarak
da dünyanın bir yerinde herkesi ilgilendiren güvenlik
sorunu varsa bu soruna müdahale etme sorumluluğu veriyor. Eğer 5 yıldır Suriye’de 300 bin insan hayatını kaybetmiş, 4 milyon insan yurt dışına kaçmış,
yarısı Suriye içerisinde yer değiştirmiş ve her gün
asgari 50-60 kişi ölüyor ise, BM sistemi de gözünü
kapatıp hiçbir şey olmuyormuş gibi orada hareket
ediyor ise bu durumda BM uluslararası alanda büyük ve derin bir meşruiyet krizi ile karşı karşıyadır.
1939’da Polonya işgal edilirken, Mançurya işgal
edilirken, Habeşistan işgal edilirken üç maymunu
oynayan Milletler Cemiyetinin çöktüğü gibi bugün
de BM çöküyor. Bunu görmezden gelemeyiz. Biz
akademisyenlere düşen de bunları dile getirmek,
yazmak, anlamak, anlatmak…
Hiçbir şey değiştiremesek bile tarihe bu anlamda
kayıt düşmek ve vicdani sorumluluğumuzu yerine getirmek en önemli görevimizdir. Bütün dünya
bunu görmezden gelse de bu ülkede, bu coğrafyada yaşayan ve bu coğrafyanın yükünü çekme konusunda her türlü fedakârlığı sonuna kadar yapan
bir ülke, bir devlet, bir millet olarak ve bu ülkenin
akademisyenleri, kurumları olarak biz sorumluluğumuzu yerine getirmeye çalışıyoruz.
Bu sempozyumu yapmak için yola çıkarken düşündüğümüz en önemli konu budur ve umarım bu
anlamda biz akademisyenler üç gün içerisinde tarihi ve siyasi yönleriyle ve geleceğe yönelik olarak
çözüm önerilerimizle dünyaya Ankara’dan bir çağrı
yapabiliriz.
Prof. Dr. MUSTAFA ERAVCI
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi
Öncelkle SDE le brlkte böyle br sempozyumu gerçekleştrdğnz çn teşekkür edyoruz, tebrk edyoruz. Çünkü gerçekten
dünyanın duyarsız olduğu ya da lglendğnde de bzm stedğmz
stkamette lglenmedğ br konuyla yüz yüzeyz. Böyle br sempozyumu düzenleme fkr nereden çıktı?
Dünya’nın, dört yıl geçmesine rağmen, altı milyondan
fazla Suriyeli vatandaş mülteci durumuna düşmesine
rağmen, bir o kadarı da ülke içerisinde evlerinden, yurtlarından yoksun bırakılmasına rağmen ve yüzbinlerce
insan Esed rejimi tarafından katledilmesine rağmen,
ne yazık ki bu konuya ilgi göstermediğini görmekteyiz. Ancak her gün televizyonlarda, basın organlarında
bu tür trajik olaylarla karşılaştığım zaman kendimi hem
dinen hem vicdanen hem de bilimsel olarak sorumlu addettim. Bu bağlamda özellikle SDE’nin Başkanı
Prof. Dr. Birol Akgün kardeşimizle beraber bir ortak
proje geliştirip, dünyanın sessiz kaldığı bu hadiseyi
tekrar dünya gündemine taşıyarak, bu trajediyi, Orta
Doğu’nun bitmeyen kan yarasını durdurmak adına
böyle bir projeyi geçekleştirdik.
Kuşkusuz daha önce Orta Doğu ile ilgili birçok proje
gerçekleştirilmişti, sempozyum düzenlenmişti. Ancak
bu sempozyumun diğer sempozyumlardan belirgin bir
farklılığı vardır. Her şeyden önce Suriye üzerine özellikle
sahanın uzmanlarını bir araya getirerek profesyonel bir
şekilde düzenlenen uluslararası alanda ilk sempozyumlardan birisini gerçekleştirdik. Biz, esas bu bağlamda
uluslararası sahanın bilim aktörleri üzerinden bu meseleyi uluslararası alana taşıyıp, örgütler ve devletler
bazında konuyu gündeme taşıyarak, konuyu canlı hale
dönüştürmek ve burada bir fikir üretmeyi, bir çözüm
aracı olmayı amaçlamaktayız. Temel amacımız bu nokta
üzerine kilitlenmiş durumdadır. Bu çerçevede de sempozyum kitapçığından da anlaşıldığı gibi, özellikle yurtdışından Londra ve Amerika merkezli üniversitelerden
sahanın uzmanlarını çağırarak bu alana çözüm üretmek
adına bu meseleyi taşımayı düşündük.
Bu mesele bizim meselemizdir. Suriye ve Suriyelilerle ortak bir tarihimiz var… 1000 yılın üzerinde Suriye
halkları ile Türkiye halkları ortak bir tarih yaşadılar. Osmanlı Dönemi’nde, 500 yıllık süreç içerisinde Bilad-i
Şam (Suriye) diye nitelendirdiğimiz vilayette hiçbir huzursuzluğun olmaması, bu bölgenin herkesin mutlu olduğu bir coğrafya olması gerçekten dikkate şayandır.
Bugün Suriye’deki krizi daha çok etnik, mezhebi ve
dini parçalanmaya dayalı olarak izah etmelerine rağmen özellikle Osmanlı tecrübesinden faydalanılmaması çok hazindir. Bu sempozyumda, tarih disiplini ile
uluslararası disiplini bir araya getirerek, bu konudaki
tarihsel tecrübemizin bugünü anlamamıza ve yarını
inşa etmemize yardımcı olmasını bir hazine olarak gördük ve bu anlamda da özel oturumlar planladık.
Braz önce bahsettğnz gb gerçekten bölge, son asra kadar
dünyada barış ortamı dye tarf edlen br bölgeyd. Pek, son asırda yaşanan ve sürekl olumsuza gden sürec nelerle zah etmek
mümkün?
Bu, çok açık ve net. Skyes-Picot anlaşmasından sonra yani I. Dünya Savaşı’ndan sonra emperyal güçler
buralarda suni yapılar oluşturdular, suni yapılar ve
diktatörlükler inşa ettiler. Bu yönetim tarzlarıyla, bu
yönetim yapılanmalarıyla ne yazık ki bölgenin kodları,
dokuları uyuşmamaktadır. Bizim tarihe referans vermemizin sebebi de budur. Kuşkusuz tarihi tecrübeden
faydalanarak kodlara uygun bir gelecek inşa edilmesi
gerekmektedir. Bunun özellikle altını çiziyoruz. Kuşkusuz uluslararası örgütlerin ve devletlerin de insani,
demokratik, kültürel, modern bazı parametrelerle,
paradigmalarla beraber bu tarihsel perspektifi de göz
önüne alarak, bölge halkının belirleyeceği bir yönetim
yapılanmasına acilen geçilmesi gerekir. Bir noktaya
daha değinmek gerekirse; burada normalleşmeyi sağladıktan sonra uluslararası ve bölgesel güçlerin buradaki emelleri, amaçları noktasında ellerini buradan
çekmeleri gerekmektedir.
MAYIS 2015
105
Sempozyumla ilgili yapılan röportajlar...
Prof. Dr. METİN DOĞAN
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörü
Surye Sempozyumu’nu düzenleyen kurumlardan br olan
Yıldırım Beyazıt Ünverstes’nn rektörü olarak bu kongrey neden
organze ettnz ve bu kongrenn önem nedr?
Bu sempozyum öncelikle Suriye için, ikinci derecede
de Türkiye için çok önemlidir. Çünkü günlük hayatımız içerisinde her adım başında, her kırımızı ışıkta,
Türkiye’nin her tarafında Suriyeli mültecilerle, Suriyeli
kardeşlerimizle karşılaşıyoruz. Türk halkı bütün Suriyeli
kardeşlerimizi bağrına bastı. Fakat dünya, Suriye’de
yaşanan drama sessiz... Sadece, Müslüman olmayan
Yezidi topluluğunun başına bir şey geldiğinde veya
Sosyalist-Kürt birimlerinin başına bir şey geldiğinde
dünya ayaklandı. Ama 300 bin insanın şehit olduğu
bu drama, dünya halen sessiz. İşte bu sessizliği kırabilmek için, dünyanın ilgisini buraya çekebilmek için,
yanı başımızda yaşanan dramı durdurabilmek adına
biz akademisyenler yaşananları dünyaya duyurmakla
mükellefiz. SDE Başkanı Birol Bey ifade ettiler; Dünya
her konuda ikircikli davranmaya devam ediyor. Hristiyanların veya Katoliklerin başına bir şey geldiğinde
Papa bile sahip çıkabilirken, 300 bin Müslümanın öldüğü bu drama kimse ses çıkarmıyor. Hatta bin yıllar
boyunca Gregoryan olduğu için dışlanmış olan Ermeni
topluluğuna bile Papa’nın sahip çıkması, aslında bize
Hristiyan ülkelerde ya da gelişmiş ülkelerde yeni bir
haçlı zihniyetinin doğduğunu düşündürmektedir. Biz,
bu ikircikli tavrı yenmek istiyoruz.
Aslında bu durum son yılarda, Batı Dünyası’nda ve buralarda
yaşayan Müslümanlara dönük olarak sürekl karşımıza çıkıyor.
106
MAYIS 2015
Uluslararası Suriye Sempozyumu
Yan aynı anlayışı hem kend topraklarında, hem de İslam topraklarında yürütüyorlar, öyle değl m?
Fransa’da yakın zamanda yaşanan olayları biliyoruz.
10 civarında Hristiyan’ın katledildiği ve bütün Müslümanlar tarafından nefretle kınanan hadisede bütün
dünya ayağa kalktı. Ama yanı başımızda her gün yüzlerce, binlerce insan bombalarla öldürülüyor ve kimsenin bundan haberi yok ve bu normal bir olaymış gibi
algılanmaya başladı. Burada şu konuya özellikle dikkat
çekmek istiyorum: Biliyorsunuz Gregoryan Hristiyanlar
bin yıllarca gerçek Hristiyan olarak bile kabul edilmemiş. Belki Müslüman inanışına en yakın Hristiyanlık
mezhebi, en eski mezheplerden birisi. Katolik Papa,
Gregoryanlara sahip çıkıyor. Bu, çok önemli bir şey,
bana göre yeni bir haçlı zihniyetinin doğuşunun göstergesidir.
Bu coğrafya, son yıllarda, son asırda çok karışık br coğrafya
olmasına rağmen özellkle Osmanlı dönemnde barışın hâkm olduğu; lmn, rfanın, medenyetn, kültürün beşğ olan topraklardı.
Ne değşt de br asır çersnde bu bölge, dünyanın en probleml
bölges halne geld?
Osmanlı, hüküm sürdüğü 600 yıl boyunca hiçbir zaman insanların; milliyetine, diline, dinine, ırkına yönelik
olarak bir baskı oluşturmadı. Her zaman bütün milletler Osmanlı yönetimi altında; hem dinlerini hem dillerini
hem de kültürel özelliklerini özgürce ve rahat bir şekilde sürdürebildiler. 20. yüzyılda ateşlenen milliyetçilik çalışmaları, milliyetçilik doktrini yüzünden, -aslında
bir doktrinden ziyade imparatorlukların ve son imparatorluk olan Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanarak, bu parçalanan toprakların nasıl paylaşılacağı ile
ilgili geliştirilmiş olan bir doktrindir- Anadolu haricinde
Balkanlar’da, Kafkaslar’da ve Orta Doğu’da 100 yıldır barış tesis edilemedi. Çünkü burada Skyes-Picot
Anlaşması’yla oluşturulan sınırlar, aslında Osmanlı
İmparatorluğu’nun nasıl parçalanacağı ve bu bölgedeki zengin kaynaklara nasıl ulaşılacağı ile ilgili oluşturulmuş bir siyasi yapıdır. Barış hedefiyle oluşturulmuş
bir siyasi yapı değil, toprakların ve zengin kaynakların
parçalanmasına yönelik oluşturulmuş bir yapıdır. Şii
çoğunluğun yoğun olduğu yerlerde Sünni yönetim ve
diktatörlükler; Sünni çoğunluğun olduğu ülkelerde ise
Şii diktatörlükler ve her zaman kaşınmaya maruz kalabilecek topluluklar oluşturulmuş.
FRED H. LAWSON
California Üniversitesi
Surye’de yaşananların gerçek sebeb nedr?
Suriye’de yaşanan dramın iki temel sebebi var; bunlardan biri ekonomi, diğeri ise ekolojidir. Bölgenin sahip olduğu petrol başta olmak üzere tabii kaynaklar
bölgeye olan ilgiyi arttırmış, paylaşım hesapları ve bu
alandaki anlaşmazlıklar soruna sebep olmuştur. Bu
sorun maalesef artarak devam etmektedir.
İkinci sebep olan ekoloji ise başlı başına bölgedeki tüm
halkların ve devletlerin sorunudur. Özellikle ekonomik
sorunlardan ayrı düşünülmemesi gereken ekolojik sorunlar her geçen gün tesirini arttırmaktadır. Çevresel
etkiler; Suriye’deki sorunun çözümüne değil, kökleşmesine sebep olmaktadır.
Surye ve cvarı, Osmanlı dönemnde barış bölges dye blnrd. Son asırda ne oldu da bu bölge savaşın merkez halne dönüştü?
Evet, Osmanlı zamanında bu bölgede barış hâkimdi.
Bütün dinler ve mezhepler barış içinde hayatlarını sürdürmekteydiler. Ancak Osmanlı’nın son zamanlarında
ve Osmanlı’dan sonra bölge din ve mezhep ayrılığının
körüklenmesi ve milliyet farklılıklarının ön plana çıkması
sebebiyle barış ortamından uzaklaşmaya başladı. Bu
durumun pek çok sebebi var… Ancak en önemli sebep, bölgede yaşayan insanların barışın kıymetini bilmemeleridir.
Surye’de yaşanan bu dramın ortadan kalkacağına ve sorunların çözüleceğne nanıyor musunuz?
Öncelikle şunu ifade etmek isterim: Suriye’de yaşanan sorun son birkaç yılın sorunu değildir. Bu soru-
nun önceki on yıllara uzanan temelleri vardır. Konuyu
tam anlamıyla ortaya koymadan çözüme ulaşmak da
mümkün olmayacaktır. Biliyorsunuz Suriye’de, yerel
toplulukların yönetimi yerine orada bir merkezi idarenin
bütün yapıların üzerine tek başına egemen olmaya çalışması vardı. Suriye ve Irak’ta yeni bir formül bulunabilirse, oradaki bir tür özerkliği, oradaki bir tür çeşitliliği
bir şekilde benimseyen bir yapı ortaya çıkartılabilirse
belki bu yaşadığımız sorunların önemli bir kısmı çözülebilir.
Türkye’de 2 mlyon cvarında mültec var. Avrupa’dak
toplam mültec sayısı dkkate alındığında Türkye’dek çok fazla,
Türkye mülteclere kapısını açmışken hala Batı tarafı konunun
çnde görülmüyor. Szce bunun sebeb nedr?
Bence gerek Avrupa’da gerek ABD’de Türkiye’nin
oynadığı rol yeterince tanınmıyor, bilinmiyor. Türkiye,
mültecilerle ilgilenme konusunda ekonomik ve politik
olarak diğer ülkelerin atmadığı kadar önemli adımlar
attı. Kişisel olarak utanç verici bir durum; ben kişisel
olarak ABD’nin büyük ölçüde rol oynamamış olmasından utanıyorum. Bu uzun vadeli sorunlara yardım
etmenin kendi stratejik yararlarına olduğunu Avrupa ve
ABD neden anlamıyor? Ben de bu konuyu anlamakta
güçlük çekiyorum. Lübnan, Ürdün, Irak gibi yerlerde
kesinlikle mülteciler Türkiye’de gördükleri ilgiyi, rahatlığı
bulamıyorlar. Bu, daha sonra bir takım stratejik sorunlar,
güvenlik sorunları ortaya çıkartacak. Türkiye’nin stratejilerini, Türkiye’nin bu konuya yönelik attığı adımlarını bir
tür model olarak görmeli ve takdir etmeliyiz.
Böyle br konu çn Türkye’de bulunmaktan dolayı mutlu
musunuz? Ne hssedyorsunuz?
Öncelikle Irak’taki, Suriye’deki o kaosa bu kadar yakın
olmamıza rağmen bunun izinin bile olmaması, son derece güvenli ortamda bulunmamız, bir yandan da açık
düşüncelerle bunları tartışabilmemiz gerçekten de çok
önemli… İfadeye yönelik, düşünce alışverişine yönelik
bir ilginin olması gerçekten önemli, gerçekten takdire
değer. Türkiye’de bu kadar geniş bir yelpazeye mensup kişilerin ve üniversitelerin de böylesi bir tartışmaya
girebilmeleri, bu seçeneği benimsemeleri benim için
gerçekten çok önemli. Bu açıdan Türkiye’de olmaktan ve böyle bir sempozyuma katılmaktan dolayı son
derece mutluyum.
MAYIS 2015
107
haber
Uluslararası İslamofobi Çalıştayı
Stratejik Düşünce Enstitüsü tarafından düzenlenen ve
2 gün süren Uluslararası İslamofobi Çalıştayı 29 Nisan
2015 Çarşamba günü protokol konuşmaları ile başladı.
Çalıştayın açılış Açılış konuşmalarını SDE Başkanı Prof.
Dr. Birol Akgün, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar
Başkanı Doç. Dr. Kudret Bülbül ve eski Başbakan Yardımcısı ve Ankara Milletvekili Prof. Dr. Emrullah İşler gerçekleştirdiler.
SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün konuşmasında, Müslüman dünyada yaşanan gelişmelerin uluslararası alandaki negatif algıyı besler duruma geldiğini ve bu gelişmelerin dışarıda yanlış anlaşılmaya mahal verir şekilde
cereyan ettiğini ifade etti. Bu sorunun yalnızca Müslümanların sorunu olmayıp bir uluslararası barış sorunu olduğunu söyleyen Prof. Akgün, Batı dünyasındaki medya
ve entelektüellerle birlikte uluslararası barışa, huzura ve
güvene katkı sağlamak için çalışmalar yapılması gerektiğini belirtti.
Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanı Doç. Dr.
Kudret Bülbül, İslamofobinin bilinmemeden, tanınmamadan kaynaklanan bir korku olduğunu ve masum bir
korku olmayıp belirli çevrelerce teşvik edildiğini belirtti.
İslamofobinin bir diğer nedenin de Avrupa’da yaşanan
108
MAYIS 2015
ekonomik durgunluk olduğunu ifade eden Doç. Dr.
Kudret Bülbül, İslamofobi konusunda uluslararası arenada ciddi bir duyarsızlığın söz konusu olduğunu belirtti.
Avrupa’da artan İslam korkusuna karşı bir umursamazlıığın var olduğunu, bu korkulara yönelik önlemler alınmazsa çok daha vahim sonuçlar doğacağını ve bu sonuçun
da Avrupa’nın içe kapanması demek olduğunu ifade etti.
Prof. Dr. Emrullah İşler, İslam’ın terör ve şiddetle ilişkilendirilmeye çalışıldığını ve İslamofobinin İslam’a ve Müslümanlara duyulan temelsiz ve hoşgörüsüz bir bakış açısını
ifade ettiğini söyledi. İslam korkusu ve nefreti iki milyona
yakın insanı ilgilendiren küresel barışla doğrudan ilintilidir
diyen Prof. İşler, ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının bir
çeşidi olan İslamofobinin, bir insan hakları olgusu olduğunu ifade etti. Prof. İşler, 11 Eylül hadisesi ile başlayan
ve Paris’te Charlie Hebdo saldırısı ile devam eden süreçte İslamofobi daha da ilerlediğini, başta Avrupa’da yaşayan Müslümanlar olmak üzere dünyanın her yerinde yaşayan Müslümanların bu tehdit altında olduğunu belirtti.
Uluslararası İslamofobi Çalıştayı, 1. gününde basına açık
olarak gerçekleştirilen açılış oturumunun ardından iki gün
boyunca kapalı oturumlar şeklinde devam etti. Çalıştay
30 Nisan Perşembe günü kapanış oturumu ile sona erdi.
haber
Dünyada ve Türkiye’de 1 Mayıslar:
Çalışanların 1 Mayıs’a Bakışları Paneli
Stratejik Düşünce Enstitüsü ve Öz Orman İş Sendikası
tarafından hazırlanan “Dünyada ve Türkiye’de 1 Mayıslar:
Çalışanların 1 Mayıs’a Bakışları” raporunun tanıtımı münasebetiyle Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde 30.04.2015
tarihinde yapılan panelin açılış konuşmalarını SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün, TBMM AK Parti Çorum Milletvekili Salim Uslu, TBMM AK Parti Malatya Milletvekili
Ömer Faruk Öz ve Öz Orman-İş Sendikası Genel Başkanı Settar Aslan gerçekleştirdiler.
Tarkan Zengin, alan çalışmasıyla elde ettiği verileri ortaya
koymakta ve dikkat çekici önemli tespitlerde bulunmaktadır. Çalışmada aslında 1 Mayıs’larda yaşanan şiddet
görüntülerinin hem sebepleri hem de müsebbipleri tartışılmaktadır.
Açılış konuşmalarının ardından; çalışma hayatı bakımından ve tüm çalışanlar açısından büyük öneme sahip
olan 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü’nün ülkemizde
oluşturduğu çatışma ve tartışmaların nedenlerini ortaya
koyan raporun tanıtımı gerçekleşti.
Panel kapanışı; 1 Mayıs 1960 tarihinde Türkiye’de işçi
bayramının kutlanmasının yasak olduğu bir tarihte dönemin başbakanı Adnan Menderes’in radyodan kendi sesinden yayınlanan kutlama mesajı dinletilerek son buldu.
“Dünyada ve Türkiye’de 1 Mayıslar: Çalışanların 1
Mayıs’a Bakışları” başlıklı rapor iki bölümden oluşmaktadır. Çalışmanın ilk bölümünde teorik bir çerçeve çizen
Rapor, 1 Mayıs’ın evrensel ölçekte tarihsel gelişimi ile ülkemizde 1 Mayıs’ın tarihsel sürecini içermektedir. Raporda ayrıca ülkemizdeki çalışanların 1 Mayıs’a bakışlarının
içeren araştırma da yer almaktadır.
“Bugün 1 Mayıs işçi bayramı, işçi kardaşlarımıza elemsiz, kedersiz birçok bayramlar idrak etmelerini ve onların da şu anda saadetlerini temenni ederken bu gayede
kendilerine her zaman yardımcı olmanın en aziz emelim olduğunu ifade etmek isterim.” Adnan Menderes
MAYIS 2015
109
V.. Ara
ap-Tü
ürk
k Sosy
yal Biilim
mler Kongre
esi
5tth Ara
ab-Turk
kish
h Congress of Socia
al Sciences
g1(0/ú7$5ú+/(5
+$=ú5$1
+$=ú5$1
1 EYLÜL 2015
30 EYLÜL 2015
Son Özet
Gönderme Tarihi
Kabul Edilen
g]HWOHULQúODQ×
Son Makale
Gönderme Tarihi
Kabul Edilen
0DNDOHOHULQúODQ×
.DG×,\
\D]8
8QLY
YHUVLWHVL
Lütfen özetleri (300-400 kelime)
atcoss2015@gmail.com e-mail adresine gönderiniz.
g]HO7HPD$UDS7UNúOLüNLOHUL
(Ekonomik, Sosyal, Kültürel, Politik)
www.atcoss.org
www.sde.org.tr
GREIGEC
Download