DOĞA KORUMANIN TARİHSEL GELİŞİMİ DERS 4 4.1 Korumanın İlk Aşamaları Doğa koruma anlayışının ilk örneklerine M.Ö. 19. yüzyılın başlarından itibaren rastlanılmaktadır. Bu dönemlerdeki doğa koruma çalışmalarında daha çok, çölleşme ve kuraklıkla mücadele için ağaçlık alanların korunması ve yaban hayatı rezervleri oluşturma girişimlerine ağırlık verilmiştir. Diğer yandan, çeşitli felsefe ve din yaklaşımlarında insanın doğayla birlikteliği vurgulanmış, doğal ve kültürel varlıklara dinsel anlamlar-değerler yüklenmiştir. İlerleyen dönmelerde yaban hayatının ve bazı doğal alanların yasal olarak korunması uygulamaları gündeme gelmiştir. Bu kapsamda örneğin Mısırda su kuşlarının avlanması yasaklanmıştır. 4.2 Doğa Korumanın Son Birkaç Yüzyıllık Gelişimi Doğa koruma kavramının gerçek anlamda gelişimi son birkaç yüzyıllık döneme denk gelmektedir. Kavramsal boyuttaki bu değişimin oluşmasında iki unsur etkili olmuştur. 1-Endüstri devrimi ve özellikle Avrupa ve Kuzey Amerika’daki nüfus patlamasının kırsal alanlarda neden olduğu değişimdir. 2-Ekoloji biliminin gelişmesiyle dünyadaki yaşamın kökeninin, işlevlerinin ve anlamının çok daha iyi anlaşılmış olmasıdır. 19. yüzyıl içinde ve 20. yüzyıl başlarında çevre koruma harekelerinin bir parçası olarak doğa koruma alanındaki gelişmelerin arttığı, doğa ve çevre koruma örgütlerinin kurulduğu, doğa koruma hareketinin bilimsel temellerini ortaya koyan yayınların ortaya çıktığı görülmektedir. Doğa korumayla ilgili konulardaki uluslararası girişimler 20. yüzyılın başından itibaren artış göstermiştir. 1913 yılında Bern’de 13 ülkenin katıldığı ilk “Uluslararası Doğa Koruma Konferansı” yapılmıştır. Birinci Dünya savaşından sonra uluslararası düzeyde ikinci bilimsel toplantı olan “Uluslararası Doğa Koruma Kongresi” 1923 yılında Paris’te düzenlenmiştir. 1933 yılında “Afrika’nın Bitki ve Hayvan Varlığının Yerinde Korunması Uluslararası Londra Sözleşmesi” imzalanmıştır. Bu sözleşme, nesli tehlike altındaki ya da nadir türlerin bir kıta düzeyinde korunduğu ilk sözleşmedir Daha çok 1980’li yıllara kadar olan dönemde etkili olan dört farklı doğa koruma yaklaşımı: 1-Romantik Yaklaşım 2-Kaynakları İşleterek Koruma Yaklaşımı 3-Arazi(yeryüzü) Etiği ya da Evrimsel Ekoloji Yaklaşımı 4-Roma Kulübünün Yaklaşımı Romantik Yaklaşım Romantizm 18. yüzyılın sonlarında Avrupa’da doğan ve gelişen bir akımdır. Bu akımın içinde tarihsel ve doğal unsurlar önemli bileşenleri oluşturmaktadır. Doğanın dramatik şekiyazarların doğa ile insan arasındaki derin ruhsal bağlantıyı vurgulaması dönemin önemli özellikleri lde resmedilmesi, arasındadır. 19. yüzyılda doğa şehir yaşamının stresinden kaçmak için bir fırsat olarak görülmüş ve birçok ülkede korunması yönünde tedbirler alınmaya başlanmıştır. Doğa koruma hareketleri içindeki baskın romantik görüş insanları doğanın insan müdahalesiyle korunması düşüncesinden (nature conservation) daha çok doğanın olduğu gibi korunması fikrine (nature preservation) yöneltmiştir. Kaynakları İşleterek Koruma Yaklaşımı ABD ormancılık örgütünün başındaki ilk yönetici olan Gifford Pinchot 20. yüzyılın başlarında kaynakların işletilip kullanılarak korunabileceği yaklaşımını geliştirmiştir. Bu yaklaşım insan yararını ( yarar amacı güden) odak noktası yapan yaklaşım içinde şekillenmiştir. Kamusal arazilerin ve ormanların, halkın gereksinmelerine ve kullanımına sunulması gereken ve yönetim aracılığıyla (insan müdahalesi) işletilerek korunması gereken kaynaklar şeklinde değerlendirmiştir. Bu görüş bugünkü çevre koruma yaklaşımlarını etkilemiştir. Arazi(yeryüzü) Etiği ya da Evrimsel Ekoloji Yaklaşımı 1949 yılında Aldo Leopold, dinamik bir koruma anlayışına dayanan evrimsel ekoloji yaklaşımını geliştirmiştir. Leopold, araziyi kullanmada insanın sorumluluklarının altını çizerek ekoloji ile etiği birleştiren bilim adamı olarak tarihe geçmiştir. Adı geçen yazarın temel yaklaşımı “ Bir şey biyolojik topluluklarının güvenilirliği, sağlamlığı ve güzelliğini korumayı gözetiyor ise doğru şeydir. Eğer başka bir eğilimi varsa yanlıştır.” şeklinde olmuştur. Bu yaklaşım daha sonra günümüzdeki “Derin Ekoloji” yaklaşımın temelini oluşturmuştur. Yazar yeryüzü ya da arazi etiğini bir tür ahlaki ehliyet konusu olarak başlatmaktadır. Leopold etiğin genişletilmesinden söz etmekte ve bize “ yeryüzü ya da arazi etiğinin, bir topluluğun sınırlarını, toprakları, suları, bitkileri ve hayvanları ya da bir bütün olarak araziyi kapsayacak şekilde genişlettiğini” söylemektedir. Roma Kulübünün Yaklaşımı Bu dönemdeki yön verici çalışmalardan biri de Roma Kulübü (The Club of Rome) tarafından 1972 yılında yayımlanan “Büyümenin Sınırları (The Limits to Growth)” adlı rapordur. Bu rapor ile ekonomik gelişme ve doğal kaynakların karşılıklı etkileşimi çerçevesinde, kaynakların tasarruflu kullanılması ve büyüme hızının yavaşlatılması gereğinin kalkınma politikalarında benimsenmesi zorunluluğu ilk kez kapsamlı şekilde dile getirilmiştir. Roma Kulübü Büyümenin Sınırlarından sonra 1974’te ikinci raporunu yayımlamıştır: Dönüm Noktasındaki İnsanlık. Bu rapor, birincisinin aksine, dünyanın tek bir sistem olarak görülmesi tezine karşı çıkmış ve kültürel ve ekonomik farklılıkların göz önünde tutulması gereğine işaret ederek, dünya çapında bir çöküntüden çok bölgesel çöküntülerin olacağını öngörmüştür. Bu tür çöküntülerin önlenmesi ise, rapora göre, ancak dünya çapında önlemlerle olanaklıdır. 4.3.Doğa Koruma Alanında Son Dönemdeki Gelişmeler-1980 Sonrası Dünya nüfusunun hızlı bir şekilde artması ve buna paralel kalkınma çabaları doğal kaynaklara yönelik baskının da artması ve çeşitlenmesi anlamına gelmektedir. En son nüfus sayımı istatistikleri ve ilgili hesaplamalara göre 2011 yılı sonu itibariyle dünya nüfusunun 7 milyar civarında olduğu tahmin edilmektedir. Nüfusun 2020 yılında 7,6 milyar, 2050 yılında ise 9,4 milyar olacağı tahmin edilmektedir. Burada nüfusun nicelik olarak artışıyla birlikte doğal kaynak kullanım ve yönetim seçenek ve modelleri de önem kazanmaktadır. Doğal kaynakların kullanımında doğa korumayı temel almayan geleneksel yaklaşımlara devam edilmesi durumunda bu kaynaklara yönelik tahribat geri dönülemez boyutlara ulaşacaktır. Doğa koruma alanındaki son dönmedeki önemli gelişmelerden biri “Dünya Koruma Stratejisi”nin ortaya konulmuş olmasıdır. Belirtilen strateji 1980’de UNESCO, FAO, WWF, IUCN ve UNEP’i içeren sivil toplum örgütlerinin girişimleri ile gündeme getirdikleri bir yaklaşım sistemidir. Dünya Koruma Stratejisinin yaygınlaştırılması sorumluluğunu üstlenmiş ve küresel problemlerin çözümünde tek bir yaklaşımı esas olarak hükümetlere sunmuşlardır. Ortaya konan strateji 3 temel konuya dayanmaktadır. 1- Dünya üzerindeki türlerin ve populasyonların (hem bitki hem hayvan), insanların etkilerinden korunamadığı ve bu etkilere karşı direnme yeteneklerini yitirdikleri belirtilmiştir. Stratejinin önerilerinden biri bu yeteneğin kazandırılması ve düzenlenmesi yönünde olmuştur. 2- Biyosferin fiziksel öğelerinin (toprak, su, hava ) sürdürülebilir olması ve korunması, bu kaynakların modern bilimin ışığında kirletilmeden ve zarar görmeden kullanılmasına bağlıdır. 3- Doğal yaşam ortamları ve türlerin yok olması sonucu genetik çeşitlilikte ciddi biçimde azalma meydana geleceği görüşü hakim durumdadır. Bu da pek çok canlı türünün neslinin tükenmesi endişesinin temelini oluşturmaktadır. Dünya Koruma Stratejisinin temel yaklaşımı, gelecekteki gelişmelerin tümünün (tarım, ormancılık, sulak alan yönetimi, madencilik v.b.) ekosistemlerin korunması güvence altına alınarak sürdürülmesidir. 1980 sonrası dönemi tanımlayan en önemli adımlardan biri de “Ortak Geleceğimiz” adlı raporun yayımlanması olmuştur. Global çaptaki çevre sorunlarının ulaştığı durumu ve çözüm önerilerini ortaya koyan rapor, BM tarafından 1983 yılında oluşturulan ve başkanlığını o zamanki Norveç Başbakanı Gro Harlem Brundtland’ın yaptığı “Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu” tarafından hazırlanmış ve 1987 yılında yayımlanmıştır. Bu raporla birlikte, 1992 yılında Rio’da düzenlenen Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı ve 1997’de yapılan Kyoto İklim Değişikliği Konferansı Dünya kamuoyunun çevre ve doğa korumaya yönelik ilgisinin artmasında belirleyici olan önemli girişimlerdir. Stockholm’den tam 20 yıl sonra, 1992 yılında Rio de Janeiro’da gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı da, uluslararası arenada atılan en önemli adımlardan biridir. 200’e yakın Devlet Başkanının bizzat katılımıyla gerçekleşen konferans sonrasında 2’si uluslararası sözleşme niteliğinde ve bağlayıcılığı olan 5 temel belge ortaya çıkmıştır: Rio Deklarasyonu, Gündem 21, Orman Prensipleri, Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi, İklim Değişikliği Sözleşmesi. 2002 yılında Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Johannesburg kentinde Birleşmiş Milletler Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi düzenlenmiştir. Zirvede sürdürülebilir kalkınmanın uygulanmasında karşılaşılan güçlüklerin nasıl aşılacağı üzerinde durulmuş; katılımcılar çevre koruma, yoksulluğun giderilmesi, insan hakları, iyi yönetişim ve katılım konusundaki yükümlülüklerini tekrar ortaya koymuşlardır. Yine, son yıllarda özellikle iklim değişikliklerinin önlenmesi, doğal kaynaklarının ve biyolojik çeşitliliğin korunması ile ilgili uluslararası toplantı (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli toplantıları, Avrupa’da Ormanların Korunması Bakanlar Konferansı süreci, IUFRO ve FAO gibi kuruluşların düzenlediği Dünya Kongreleri vb.) ve diğer girişimlerin sayısında önemli artış olmuştur. 4.4 Sürdürülebilir Kalkınma ve Çevre Etiği Çevre ve doğa koruma alanındaki hem araştırma hem de uygulamaya yönelik girişimlerin 1970’li yıllardan sonra ivme kazanmış, özellikle 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren çevre koruma ve kalkınma çabalarını uyumlu hale getirmek için önerilen sürdürülebilir kalkınma anlayışı güncelliğini korumuştur Sürdürülebilir Kalkınma Doğal kaynaklar üzerindeki baskıların endüstri devrimiyle birlikte arttığı, daha sonraki yıllarda kalkınma girişimleri ve yüksek tüketim düzeyiyle daha da hızlandığı ortadadır. Ortak Geleceğimiz” adlı raporda (Brundtland Raporu) Sürdürülebilir kalkınmayı “Bugünün gereksinmelerini, gelecek kuşakların da gereksinmelerini karşılayabilme olanağından ödün vermeksizin karşılamaktır” şeklinde tanımlamıştır. Sürdürülebilir kalkınmanın sağlanabilmesi için gerekli gördüğü şartlar aşağıda sıralanmıştır: Karar alınmasında vatandaşların etkin katılımını sağlayacak bir siyasal sistem, Kendi çabasıyla ve sürdürülebilir biçimde üretim fazlası ve teknik bilgi sağlayabilecek bir ekonomik sistem, Uyumsuz gelişmelerden doğan gerilimlere-çatışmalara çözüm bulabilen bir sosyal sistem, Kalkınma için gerekli ekolojik tabanı korumaya saygı gösteren bir üretim sistemi, Durmadan yeni çözümler arayabilecek bir teknolojik sistem, Ticaret ve finansmanda sürdürülebilir düzenleri destekleyen bir uluslararası sistem ve Esnekliğe, kendini düzeltme yeteneğine sahip bir yönetim sistemi. Çevre Etiği İnsanın çevreye karşı sorumluluklarının genel bir ifadesi olan çevre etiği kapsamında pek çok yeni anlayış ortaya atılmakta ve yayılmaktadır. Etik, ne yapmamız, nasıl davranmamız, ne tür insanlar olmamız gerektiğini belirleyebilmek için geçmiş yaşantılarımızı bilinçli olarak bugüne yansıtmamızı gerekli kılar. Genel olarak çevre etiği, insanlar ve doğal çevreleri arasındaki ahlaki ilişkilerin sistemli olarak incelenmesidir. Çevre etiği, ahlak kurallarının insanların doğal dünya karşısındaki davranışlarını yönettiğini varsayar. O halde, bir çevre etiği kuramı bu kuralların neler olduğunu, insanların kimlere ve nelere karşı sorumlulukları olduğunu açıklamak ve bu sorumlulukların neden haklı olduğunu göstermek zorundadır Çevre merkezli etik doğrultusunda yayılan akımların hemen hepsinin ortaklaşa üzerinde birleştiği nokta, dünya üzerinde var olan canlı ve cansız her varlığın bir içsel-öz değerinin bulunduğudur. İnsana yarar sağlasın ya da sağlamasın, kullanılsın ya da kullanılmasın (kullanımla ilgili bir değere sahip olsun ya da olmasın), salt bu öz değer nedeniyle bütün varlıklar korunmalıdır. Sürdürülebilir kalkınmanın gerçekleşmesi için gerekli koşulların yerine gelmesi, toplumun geniş kesimlerinin uzlaşması ve var olan ekonomik-siyasi-sosyal sistemlerin yeniden yapılanması ile olanaklı gözükmektedir. Günümüzdeki bilimsel yaklaşımlar ve yönetsel çabalar söz konusu uzlaşma ve yeniden yapılanmayı kolaylaştırmaya yönelik adımlar olarak görülebilir