Önsöz Allah’a hamd-ü senâlar; resulüne salat ve selamlar olsun. Bu kitabın hazırlıkları, ramazan ayı için bir vaaz kitabı hazırlamak niyetiyle başladı. Daha sonra sadece ramazan ayına tahsis edilmeyip, el altında her zaman bulunabilecek bir yardımcı eser hazırlanmasının uygun olacağı kanaatine varıldı. Bu nedenle kitabın içinde ramazan ayı öncesi ve esnasında işlenmesi uygun olan konularla beraber diğer birçok dinî konuya da yer verildi. Böylece 45 başlıktan oluşan bir vaaz kitabı hazırlanmış oldu. Kitapta belirlenen konular, ayet, hadis ve muhtelif destek bilgilerle işlenmeye çalışıldı. Mümkün mertebe bir sohbet üslubu kullanıldı. Naklî bilgilerin kaynakları verilmeye çalışıldı. Zayıf veya uydurma kabilinden bilgi ve nakillere tergîb ve terhîb için de olsa yer verilmemeye çalışıldı. Özellikle camilerde hizmet eden imam-hatiplerin ellerinin altında hazır bir eser olmasının yanında, her okurun da faydalanması amacıyla anlaşılır bir dil ile konuların işlenmesine gayret sarf edildi. Tespit edilen konu başlıkları değişik yazarlar tarafından ele alındığı için, zaman zaman üslup farklılıkları olabilir. Ancak genel anlamda insanımızın anlayabileceği ortak bir üslup korunmaya çalışıldı. Dua ve niyazımız, bu mütevazı kitabın, “(Resulüm!) Sen, Rabbin’in yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır.”1, “Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt müminlere fayda verir.”2 ayetlerinde ve “Din nasihattir.”3 hadîs-i şerifinde yerini bulan tebliğ, davet ve irşat hizmetlerinde bir kilometre taşı olmasıdır. 1 Nahl suresi, 16:125 2 Zâriyât suresi, 51:55 3 Müslim, İman, 95 9 Bu kitabın hazırlanmasında bilhassa kalemleri ile bize katkı sağlayan Prof. Dr. Nihat Temel, Prof. Dr. Yunus Vehbi Yavuz, Prof. Dr. Adem Apak, Prof. Dr. Saffet Köse, Doç. Dr. İsmail Sağlam, Yrd. Doç. Dr. Abdullah Akın, Dr. Yusuf Işık, M. Hulusi Ünye, İlhan Bilgü, İbrahim Cücük, Bekir Bilgin, Abdurrahim Güçlü, Murat Kubat, Hacer Çakmak, Bilal Kaçmaz ve Zeki Şeker gibi hocalarımıza teşekkür eder, kitabın hazırlanması aşamalarında destek veren bütün kardeşlerimize şükranlarımızı sunarız. Müslüman ve İbadet Şuuru Gayret bizden, muvaffakiyet Allah’tandır. İrşad Başkanlığı Ramazan ayı Müslümanların heyecanla bekledikleri, nice sıkıntılara ve mahrumiyete rağmen hep sevinçle karşıladıkları bir aydır. Her şeyden önce bu ay bir oruç ayıdır. Oruç sabah imsak vaktinden akşam güneş batıncaya kadar Allah’ın normal zamanlarda insanlara helal kıldığı, yeme, içme ve eşler arasındaki zevciyet ilişkileri gibi temel ihtiyaçlardan uzak durulmasıdır. İnsanın hayatını sürdürebilmesi için gerekli olan lezzetlerden bir süreliğine kendini Allah için geri çekmesidir. İşte Müslüman, ramazan ayı geldiğinde oruç adı verilen böyle bir ibadet ile Rabbi’nin emirlerini yerine getirmektedir. Lakin ramazan ayı sadece oruç ayı değildir. O ayda ayrıca, ramazan gecelerinin ihya edilmesi için müekked bir sünnet olan ve teravih diye meşhur olan gece namazı da vardır. Ramazan gecelerinin ihyası denildiğinde İslam uleması ağız birliği etmişlercesine bu ihyanın ancak teravih namazı ile mümkün olabileceğini söylemişlerdir. Öte yandan, yeni bebek olsun, yaşlı olsun, zengin hükmündeki tüm Müslümanların fakir olan diğer kardeşlerine fitre denilen sadakadan vermeleri de önemli bir ramazan ibadetidir. Fitre, ramazan ayının ibadetidir. Zira oruç tutamayan kimseler de hem teravih ile hem de fitre ile mükelleftirler. 10 Bu ay Müslümanların, gün boyu açlık ve susuzlukla mücadele ettikten sonra karınlarını doyurmak, susuzluklarını gidermek ve nihayetinde de verdiği nimetler için âlemlerin Rabbi’ne şükretmek durumunda oldukları iftar vaktinde, diğer Müslümanlarla birlikte oldukları aydır. Müslümanlar bu ay içerisinde o kadar misafir kabul ederler ve misafirliğe giderler ki, bu ayı hiç bilmeyenler, ramazan ayının bu anlamda sanki bir davet ayı olduğunu düşünürler. Bu da Müslümanların kalplerini yumuşatır ve kardeşliklerini güçlendirir. Bundan dolayı sevinçleri açık bir şekilde görünen Müslümanlar bu 11 Dikkat edilirse Müslümanlar, özellikle yılın uzun ve sıcak günlerindeki o sıkıntıları bir nevi oyun ve eğlence hâline getirerek aşmaktadırlar. Bu oyun ve eğlenceler, oyunun da eğlencenin de meşru olanlarındandır. Yoksa, Müslümanlar, oyun ve eğlenceye dalmazlar. Ramazan ayındaki eğlence faaliyetleri dahi ibadet ve kulluk şuuru ile eda edilir. İşte bu ibadet şuuruyla en sıkıntılı günler bile bir eğlenceye dönüşür ve sabrın tadına varılır. Öte yandan, Bakara suresinde buyurulduğu gibi bu ay Kur’an ayıdır. Şöyle buyurur Rabbimiz: “Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’an’ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden ramazan ayını idrak edenler o ayda oruç tutsun. Kim o ayda hasta veya yolcu olursa (tutamadığı günler sayısınca) başka günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık, Allah’ı tazim etmeniz, şükretmeniz içindir.”1 Kur’an bu ayda inmiş, Cebrail (a.s.) ramazan ayında baştan sona Kur’an’ı Peygamber Efendimiz’den dinlemiş, Müslümanlar da bu muhteşem hadiseyi her ramazan ayında, adına mukabele dedikleri bir usulle devam ettiregelmişlerdir. Unutulmamalıdır ki, Kur’an’ın okunması, onun anlaşılması gayreti demektir. Her ne kadar Kur’an’ın sadece okunması bile bir ibadet iken, anlaşılması ve bu anlaşılma sonrasında hayata tatbik edilmesi daha da mükemmel bir ibadettir. Müslüman’ın ibadet şuuru, ubudiyet yani kulluk şuuru da bunu gerektirmektedir. Yoksa Kur’an diğer kitapların hiçbirisi gibi değildir. O, Rabbimiz’in bizlere gönderdiği mesaj olduğuna göre, mutlaka hayatımızın temelini oluşturmalıdır. Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: َ صا َم َر َم َ ض ِاحتِ َسا ًبا ُغفِ َر َل ُه َما ت ََقدَّ َم مِ نْ َذن ِْبهِ َمنْ َقا َم َل ْي َل َة ا ْل َق ْدر َ َْمن ْ َيما ًنا و َ ان ِإ ِاحتِ َسا ًبا ُغفِ َر َل ُه َما ت ََقدَّ َم مِ نْ َذن ِْبه ْ َإيما ًنا و َ “Kim inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek ramazan orucunu tutarsa geçmiş günahları affolunur; kim inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek Kadir Gecesi’ni ihya ederse, geçmiş günahları affolunur.”2 12 1 Bakara suresi, 2:185 2 Buhârî, Savm, 6 Peygamberimiz (s.a.v.) böyle buyurarak ramazan ayının rahmet iklimine erebilmenin yolunu bize göstermiştir. Bu yol oruç ibadetinin karşılığını sadece Allah’ın vereceğine inanmak ve O’nun emirlerine uymaktır. Zaten, ibadetin ibadet, kulluğun da kulluk olabilmesinin ilk şartı, sadece Allah’a, O’nun istediği şekilde ibadet etmektir ve hayatı bu şuur üzerine inşa etmektir. İbadet namaz gibi, oruç gibi birtakım davranışları da ihtiva eder. Ama asıl ibadet ve kulluk, işte bu birtakım davranışlarda bulunmayı değil; üstün bir şuur hâlini, güçlü bir bilinci ifade eder; sadece ve sadece Allah Teâlâ’ya kul olup, diğer bütün kulluklardan azade olma hâlini anlatır. En’âm suresindeki şu ayetler kılınan namazların ve yapılan diğer tüm ibadetlerin yalnızca Allah’ın emri ve rızası için yapılması gerektiğini ortaya koyar: “De ki: Şüphesiz be­nim namazım, nüsüküm (ibâdî fiillerim), haya­tım, ölümüm hep, âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. O’nun ilahlığında hiç kimse pay sahibi değildir. Ben bununla emrolundum ve ben benliklerini Allah’a teslim edenlerin öncüsü olacağım.”3 İşte bu ayetlerle, ibadetin gerçekte nasıl ve niçin yapılacağı ortaya konulmuştur. Burada açık bir ibadet tarifi vardır. O da ibadetlerin bir davranış biçimi değil, bir anlayış olduğudur ve o anlayışın da hayata aktarılması gerekir. Kısacası, namaz ve oruç gibi ibâdî davranışlarımız hep, âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. Biz hayatı bu bilinçle yaşar ve ölümü de bu bilinçle karşılarız. Biz, başından sonuna kadar bütün bir hayatı yalnızca Allah için yaşama bilinci ile geçirmekle ve O’na teslim olmakla emrolunmuşuzdur. Zaten insanların ve cinlerin yaratılış gayesi Allah’a ibadet olduğuna göre, oruç vesilesi ile pek çok ibadeti bir anda, bir arada, arka arkaya yapma imkânına kavuştuğumuz bu ramazan ayında o gayeye daha fazla adım atmak durumundayız. Bu ayda adımlarımız sıklaşmalı, 29-30 gün gibi bu kısa zaman dilimini çok iyi değerlendirmeli, kalbimiz bu ayın rahmetinden, bereketinden ve nihayetinde mağfirete vesile olacak özelliklerinden faydalanabilmelidir. Nasıl ki yüce Rabbimiz, “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”4 buyuruyorsa, bize de bu ramazan ayında, ayağımıza getirilen, önümüze serilen kulluğumuzu gösterebilme, ortaya koyabilme fırsatlarını değerlendirmek düşer. 3 En’âm suresi, 6:162-163 4 Zâriyât suresi, 51:56 Müslüman ve İbadet Şuuru ayda daha çok eğlenir, birbirlerinin yüzünü güldürür ve karşılığında da onların hayır dualarını beklerler. 13 “Farz namazdan sonra en faziletli namaz, gece yarısı kılınan namazdır. Ramazan ayından sonra en faziletli oruç, Allah’ın ayı olan muharrem orucudur.”49 Hz. Peygamber, Abdullah b. Ömer (r.a.)’ı överken şöyle buyurur: Allah Resulünden Hayat Örnekleri ص ّلِي مِ نْ ال َّل ْي ِل َ نِ ْع َم ال َّر ُج ُل عَ ْبدُ ال َّلهِ َل ْو َك َ ان ُي “Abdullah ne iyi bir adam. Bir de geceleyin namaz kılsa!”50 Abdullah (r.a.) da ondan sonra geceleyin pek az uyur olmuştur. Ebu’d-Derdâ (r.a.)’ın öğle sıcaklığının susuzluğu ve gece ibadetleri olmasaydı bu dünyayı yaşamaya değer bulmayacağı söylenmektedir. Namazlar, efdaliyet açısından sıralanacak olursa sırasıyla farz namazlar, vitir namazı, sabah namazının sünneti, teheccüd namazı, kuşluk namazı, müekked olan sünnetler, (öğlenden önceki dört rekât ve sonrasındaki iki rekât; akşamdan sonraki iki rekât; yatsının farzından sonraki iki rekât), gayri müekked olan sünnetler (ikindi ve yatsının ilk dört rekâtlık sünnetleri) ve diğer nafile namazlardan evvâbîn, hâcet ve abdest gibi namazlar gelir.51 Her şeyimizde biricik önderimiz olan Muhammed Mustafa (s.a.v.) bizler için hem sözleri hem de yaşantısı ile en büyük ve en bağlayıcı örnektir. O insanlara bazen emreder, bazen tavsiye eder, çirkin gördüğü şeyleri de kınardı. Hz. Peygamber’in hayatı bizler için her anımıza düstur ve rehber olacak birçok örnek sunar. Hz. Peygamber’in ümmeti olan bizler için Allah’a iman ve imanın esaslarına şeksiz şüphesiz teslimiyet gerekir. Resûlullah (s.a.v) bu hususta şöyle buyurmuştur: “Müminler dünyada üç gruptur. Birinci grup, Allah’a ve resulüne iman eder ve bu imanında asla şüpheye düşmez ve malıyla, canıyla Allah yolunda cihat eder. İkinci grupta ise (öyle müminler vardır ki) insanlar mallarını ve canlarını onlara emanet ederler. Üçüncü grupta ise mala tamah etmesinden dolayı Allah’ın nefsiyle baş başa bıraktığı müminler vardır.”1 Cebrail (a.s.) Hz. Peygamber’e gelerek; “İman nedir?” diye sorunca Efendimiz buyurdu ki: ان َأ ْن تُ ؤْ مِ نَ ِبال َّلهِ وَ َم َلائِ َكتِ هِ وَ ُك ُت ِبهِ وَ ِبل َِقائِ هِ وَ ُر ُسلِهِ وَ تُ ؤْ مِ نَ ِبا ْل َب ْع ِث ُ يم َ ا ْل ِإ “İman, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, O’nun huzuruna çıkacağına, peygamberlerine ve öldükten sonra dirilmeye inanmandır.”2 Hz. Peygamber’in tavsiyeleri arasında Allah’ın emrettiği ibadetlerin yerinde ve zamanında yapılması, namazın kılınması, orucun tutulması, zekâtın verilmesi, haccın ifası, buna ilave olarak yetimlere, yoksullara, hısım ve akrabalara, yolda kalmışlara seve seve yardımda bulunulması gibi birçok güzel davranış vardır. Bu tavsiyelerin bazıları şöyle ifade edilmiştir: 30 49 Müslim, Sıyâm, 203 50 Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 140 51 Kâmil Miras, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, IV, 30-31 1 Ahmed b. Hanbel, Müsned, XVII, 102 2 Buhârî, İman, 36 31 Bir başka hadislerinde de Peygamberimiz işaret parmağını ve orta parmağını birleştirip işaret ederek şöyle buyurmuştur: “Üç sınıf insan vardır ki Allah onları sever. Üç sınıf insan da vardır ki Allah onlara buğzeder. Allah’ın sevdiği kimseler: Bir kimse, bir topluluğun yanına gelerek onlardan, aralarındaki bir akrabalıktan değil de, Allah rızası için sadaka istedi. Kimse bir şey vermedi. Ancak o topluluktan biri onların aralarından ayrıldı ve o fakire, Allah’tan ve o fakirden başka kimsenin bilmediği bir ortamda bir şeyler verdi. (İkincisi) Bir grup gece boyu yol aldılar. Kendilerini uyku bastırınca, konakladılar ve kafalarını koyup uyudular. Ancak onlardan biri uyumadı. Kalktı, bana yalvardı ve ayetlerimi okudu. (Üçüncüsü) Disiplinli bir birlikteki bir kişi (o birlikle beraber) düşmanla karşılaştılar. Diğerleri kaçtı, fakat o tek başına ölene veya galip gelene kadar savaştı. Allah’ın sevmediği üç kişi ise; yaşlı zinakâr, kibirli fakir ve zalim zengindir.”6 ِيم َل ُه َأوْ لِغَ ْي ِرهِ َأنَا وَ هُ وَ َكهَ ا َت ْي ِن فِ ى ا ْل َج َّنة ِ َِكافِ ُل ا ْل َيت ون وَ َلا َ اب هُ ْم ا َّل ِذينَ َلا َي ْس َت ْر ُق َ َي ْد ُخ ُل ا ْل َج َّن َة مِ نْ ُأ َّمتِ ي َس ْب ُع ٍ ون َأ ْل ًفا ِبغَ ْي ِر ِح َس يعوا َذ ا َأ ْم ِر ُك ْم ت َْد ُخ ُلوا َج َّن َة َر ِ ّب ُك ْم ُ وَ َأ ِط “Rabbiniz’e karşı gelmekten sakının, beş vakit namazınızı kılın, ramazan orucunuzu tutun, mallarınızın zekâtını verin, yöneticilerinize itaat edin. (Böylelikle) Rabbiniz’in cennetine girersiniz.”3 ِسهُ ْم ِ ب ا ْل َم َس َّ َأ ِح ْ اكينَ وَ َجال “(Ey Ebû Zerr!) Fakirleri sev ve onlarla otur.”4 “Gerek kendisine ve gerekse başkasına ait herhangi bir yetimi görüp gözetmeyi üzerine alan kimse ile ben, cennette işte böyle yan yanayız.”5 Sahip olmamız gereken özelliklerden birisi de mühim ve tehlikeli durumlarda asla sarsılmadan, gevşeklik göstermeden, Allah’a güvenerek hareket etme şuurudur. Hadiste şöyle buyurulmuştur: ون َ َي َت َط َّي ُر َ ون وَ عَ َلى َر ِ ّب ِه ْم َيتَوَ َّك ُل “Ümmetimden yetmiş bin kişi sorgusuz sualsiz cennete gireceklerdir. Onlar büyü yapmayanlar, uğursuzluğa inanmayanlar ve Rableri’ne tevekkül edenlerdir.”7 َث َلا َث ٌة ُي ِح ُّبهُ ْم ال َّل ُه وَ َث َلا َث ٌة ُي ْبغِ ُضهُ ْم ال َّل ُه َف َأ َّما ا َّل ِذينَ ُي ِح ُّبهُ ُم ال َّل ُه َف َر ُج ٌل َأتَى َق ْومًا Başka bir hadiste de, “Eğer siz Allah’a gereği gibi güvenseydiniz Allah kuşları doyurduğu gibi sizi de rızıklandırırdı. Kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları hâlde, akşam dolu kursaklarla dönerler.”8 buyurulmuştur. َف َأعْ َطا ُه ِس ًّرا َلا َي ْع َل ُم ِب َع ِط َّيتِ هِ ِإ َّلا ال َّل ُه وَ ا َّل ِذي َأعْ َطا ُه وَ َق ْومٌ َسا ُروا َل ْي َل َتهُ ْم َح َّتى Müslümanların taşıması gereken bir başka ahlaki vasıf da, ana babaya ve büyüklerine itaat etmek, onların kalplerini kıracak en ufak sözden ve işten uzak durmaktır. Bunu şu hadîs-i şeriften anlıyoruz: َ َف َس َأ َلهُ ْم ِبال َّلهِ وَ َل ْم َي ْس َأ ْلهُ ْم ِب َق َرا َبةٍ َب ْي َن ُه وَ َب ْينَهُ ْم َف َم َن ُعو ُه َف َت َخ َّل ف َر ُج ٌل ِب َأعْ َق ِاب ِه ْم َ َب ِإ َل ْي ِه ْم مِ َّما ُي ْعدَ ُل ِبهِ َن َز ُلوا َفو ُوسهُ ْم َف َقا َم َأ َحدُ هُ ْم َ ِإ َذا َك َّ ان ال َّن ْومُ َأ َح َ ض ُعوا ُرء َ اب َش ْي ًخا ل ِِس ّنِهِ ِإ َّلا َق َّي ِض ال َّل ُه َل ُه َمنْ ُي ْك ِرمُ ُه ِع ْندَ ِس ّنِه ٌّ َما َأ ْك َر َم َش ِص ْدرِ ه َ َي َت َم َّل ُقنِي وَ َي ْت ُلو آ َياتِ ي وَ َر ُج ٌل َك َ ان فِ ي َس ِر َّيةٍ َف َلقِ َي ا ْل َعدُ وَّ َفهُ ِزمُ وا وَ َأقْ َب َل ِب َّ َح َّتى ُيقْ َت َل َأوْ ُي ْف َت َح َل ُه وَ ال َّث َلا َث ُة ا َّل ِذينَ ُي ْبغِ ُضهُ ْم ال َّل ُه الش ْي ُخ ال َّزانِ ي وَ ا ْل َفقِ ي ُر “Genç bir kimse yaşlılığından dolayı bir ihtiyara ikram ederse, Allah da ihtiyarlığında ona ikram edecek bir kimse ikram eder.”9 3 Tirmizî, Cum’a, 80 4 İbn Hibbân, Sahih, II, 76 5 Buhârî, Talâk, 25; Edep, 24; Müslim, Züht, 42 6 7 8 9 ُ ا ْل ُم ْخ َت َّ ال وَ ا ْلغَ ن ُِّي ُالظ ُلوم 32 Tirmizî, Sefer, 4 Buhârî, Taharet, 8 Tirmizî, Züht, 33; İbn Mâce, Züht, 14 Tirmizî, el-Birr ve’s-sıla, 74 Allah Resulünden Hayat Örnekleri ص ُّلوا َخ ْم َس ُك ْم وَ ُصومُ وا َش ْه َر ُك ْم وَ َأدُّ وا زَ َكا َة َأ ْموَ ال ُِك ْم َ َِات َُّقوا ال َّل َه َر َّب ُك ْم و 33 onu elde etmek için çaba sarf etmektir. Reğîb kelimesi ise, reğabeden türemiş olan bir isimdir ve kendisine rağbet edilen, arzulanan, talep edilen şey demektir. Bu kelimenin müennesi, reğîbedir. Reğîbenin çoğulu da reğâibdir. Her cuma gecesi kıymetlidir. İki kıymetli gece bir araya geldiğinden bu gecenin kıymeti daha da artar. Allah, bu gecede, müminlere her türlü ihsan ve ikramda bulunur. Bu geceye hürmet edenleri affeder. Bu gece yapılan dua kabul olur, namaz, oruç, sadaka gibi ibadetlere, sayısız sevaplar verilir. Regaip Gecesi’ni ibadetle geçirmeli, kazası olan, hiç değilse bir günlük kaza namazı kılmalıdır. Kazası olmayan da nafile namaz kılmalı, Kur’ân-ı Kerîm okumalı, tespih çekmeli, tövbe istiğfar etmelidir. Perşembe gününü oruçlu geçirip, gecesini de ihya etmek çok sevaptır. Çünkü recep ayında oruç tutmak faziletlidir. Allah, bizi rahmetinden mahrum eylemesin. Bu mübarek ayları ve içerisinde bulunan kandillerimizi cümlemiz hakkında hayırlara, iyiliklere, güzelliklere vesile kılsın. Feyzinden, bereketinden cümlemizi hissedar eylesin. Unutmayalım ki recep tohum ekme, şaban sulama, ramazan ise hasat ayıdır. Yıl, ağaç gibidir. Recep; ağacın yaprakları, şaban; meyvelerin olgunlaşması, ramazan ise olgunlaşmış meyvelerin toplanmasıdır. Miraç Kandili Miraç, Hz. Peygamber’in Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya, oradan da göğe yaptığı yolculuğu ifade eden kavramdır. Sözlükte, yukarı çıkmak, yükselmek anlamına gelen urûc kökünden türemiş bir alet isim olan miraç kelimesi, yukarı çıkma vasıtası, merdiven demektir. Miraç Kandili yüce yaratıcımızın var etmiş olduğu biz kullarına bol bol tecelli ettiği, bağışlanmak için yüce katına yönelenlere ve tövbe ile istiğfarda bulunanlara tövbe kapılarını açtığı, dualara icabet ettiği rahmet deryası bir gecedir. Bu sebeple bizi bu güne eriştiren Allah’a hamdediyoruz. Miraç Kandili kamerî takvime göre recep ayının yirmi yedinci gecesidir. Miraç hadisesi, hicretten bir buçuk yıl kadar önce meydana gelmiştir ve çok büyük bir mucizedir. Miraç mucizesinin meydana gelişi şöyle olmuştur: Hz. Peygamber, bir gece Kâbe’nin yakınında bulunan Hicr-i İsmâil’de uyku ile uyanıklık arası bir durumda iken Cebrail (a.s.) gelmiş ve onu Burak adındaki bir bineğe bindirerek, önce Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya götürmüş, oradan da göklere yükseltmiş ve Sidretü’l-Müntehâ denilen en üst makama ulaştırmıştır. Hz. Peygamber, daha sonra bu makamı da geçerek Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna erişmiştir. Bu gece Hz. Peygamber’in şahsında Miraç Mucizesi olarak gerçekleşen, İsrâ ve Miraç olarak iki bölümden oluşan olayın ortak adıdır. İsrâ, gece yürüyüşü demektir. Hz. Peygamber’in bir gece Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya gidişinin adıdır. Miraç ise, Hz. Peygamber’in Mescid-i Aksâ’dan semaya yükselişinin adıdır. İsrâ olayı Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılmaktadır. Bundan dolayı da İsrâ’ya inanmak farzdır. Miraç olayı ise Hz. Peygamber’in hadislerinde geçmektedir. Kur’an’da İsrâ şöyle anlatılmıştır: “Kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) 68 69 Necm suresinde ise, İsrâ gecesine şöyle işaret buyurulmuştur: “Kendisi en yüksek ufukta iken sonra (Muhammed’e) yaklaştı. (Yere doğru) sarktı. O kadar ki (birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu. Bunun üzerine Allah, kuluna vahyini bildirdi. (Gözleriyle) gördüğünü kalbi yalanlamadı. Onun gördükleri hakkında şimdi kendisi ile tartışacak mısınız? Andolsun onu, önceden Sidretü’l-Müntehâ’nın yanında bir defa daha görmüştü. Cennetü’l-me’vâ da onun yanındadır. Sidre’yi kaplayan kaplamıştı. Gözü kaymadı ve sınırı aşmadı. Andolsun o, Rabbi’nin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü.”2 Buhârî’de çok uzun bir şekilde zikredilen bir hadiste, Hz. Peygamber miracı bize şöyle anlatmıştır: ُ َِب ْي َنا َأنَا ِع ْندَ ا ْل َب ْي ِت َب ْينَ ال َّنائِ ِم وَ ا ْل َيقْ َظ ِان وَ َذ َك َر َي ْعنِي َر ُج ًلا َب ْينَ ال َّر ُج َل ْي ِن َف ُأت يت ّ ِ يما ًنا َف ُش َّق مِ نْ ال َّن ْح ِر ِإ َلى َم َر اق ا ْل َب ْط ِن ُث َّم َ ِب َط ْس ٍت مِ نْ َذهَ ٍب مُ ل َِئ ِح ْك َم ًة وَ ِإ َ يت ِبدَ ا َّبةٍ َأ ْب َي ُ ِيما ًنا وَ ُأت ون ا ْل َبغْ ِل َ ُض د َ ُغ ِس َل ا ْل َب ْطنُ ِب َم ِاء زَ ْم َز َم ُث َّم مُ ل َِئ ِح ْك َم ًة وَ ِإ - ‘Cibrîl’dir.’ dedi. - ‘Yanındaki kimdir?’ denildi. Cibrîl tarafından: - ‘Muhammed’dir.’ diye cevap verildi. - ‘Ona buraya gelsin diye davet gönderildi mi?’ soruldu. Cibrîl: - ‘Evet.’ dedi. - ‘Merhaba gelen zata. Bu gelen kişinin gelişi ne güzeldir!’ de­nildi.”3 Hadisin devamında Hz. Peygamber, Rabbimiz tarafından gönderilmiş olan peygamberlerle buluştuğunu dile getirmiş ve namazın farz kılınışını bizlere aktarmıştır. Hz. Peygamber, miraçtan döndükten sonra yaşamış olduğu olayları birer birer anlattı. Bunu işiten Mekkeli müşrikler dalga geçmek için etrafına toplandılar. Bir kısım müşrikler, madem ki oraya gittin ve içinde namaz kıldın, o zaman Mescid-i Aksâ’yı bize anlat dediler. Bunun üzerine yüce Allah Mescid-i Aksâ’nın şeklini Hz. Peygamber’in gözünün önüne getirdi. Onların sordukları gibi tafsilatlıca Mescid-i Aksâ’nın özelliklerini teker teker saydı. Bu olay Hz. Peygamber’in lisanından şöyle anlatılmıştır: ُ وَ َف ْو َق ا ْل ِح َمارِ ا ْل ُب َر َ ِالس َما َء الدُّ ْن َيا ق َ ت َم َع ِج ْب ِر ُ ْاق َفان َْط َلق ْيل َمن َّ يل َح َّتى َأ َت ْي َنا ٌ َل َّما َك َّذ َب ْتنِي ُق َر ْي ُ ْس َف َطفِ ق ُ ش ُق ْم َ ت فِ ي ا ْل ِح ْج ِر َف َج َلا ال َّل ُه لِي َب ْي ت ِ ت ا ْل َمقْ ِد َم ْر َح ًبا ِبهِ وَ َلن ِْع َم ا ْل َم ِجي ُء َجا َء “Kureyş beni yalanlayınca, Hicr’de ayağa kalktım. Yüce Allah benimle Beyt-i Makdis arasındaki uzaklığı giderdi. Ben de ona bakarak bütün özelliklerini onlara haber verdim.”4 ُ ال ِج ْب ِر َ ِال ن ََع ْم ق َ ِال مُ َح َّمدٌ ق َ ِيل ق َ يل وَ َق ْد ُأ ْر ِس َل ِإ َل ْيهِ َق َ يل َمنْ َم َع َك َق َ هَ َذا َق يل “Bir keresinde ben Beyt’in (Kâbe’nin) yanında uyurla uya­nık arası bir hâlde bulunuyordum. (Hz. Peygamber burada iki kişi ara­ sındaki adamı zikretti ve şöyle devam etti.) Derken bana içine hikmet ve iman doldurulmuş altından bir tas getirildi. Karnım göğüs­ten alt tarafına kadar yarıldı. Sonra zemzem suyu ile yıkandı. Hikmet ve iman ile dolduruldu. Ve bana katırdan kü­çük, eşekten büyük beyaz bir hayvan getirildi ki, o Burak’tır. Aka­binde ben Cibrîl’in beraberinde gittim. Nihayet dünya semasına vardık. 70 - ‘Kim o?’ denildi. 1 İsrâ suresi, 17:1 2 Necm suresi, 59: 7-18 ُِأ ْخ ِب ُرهُ ْم عَ نْ آ َياتِ هِ وَ َأنَا َأن ُْظ ُر ِإ َل ْيه Bu arada müşriklerin bir kısmı, Ebû Bekir (r.a.)’a giderek onun miraç olayını tasdik edip etmeyeceğini sormak istediler. Ona Resûlullah’ın söylediklerini anlattılar. Ebû Bekir (r.a.) da, “Eğer bunu o söylediyse, mutlaka doğrudur. Ben bundan daha akla uzak görünenleri tereddütsüz kabul ediyorum.” dedi ve onlara tokat gibi cevap verdi. İsrâ gecesinin sabahında Cebrail (a.s.) geldi ve Resûlullah’a nasıl namaz kılınacağını ve namaz vakitlerini birer birer öğretti. Hz. Peygamber daha önceleri beş vakit namaz farz kılınmadan önce 3 Buhârî, Bed’u’l-halk, 6; Müslim, İman, 264 4 Buhârî, Fezâilu’s-sahabe, 70 Miraç Kandili bir gece Mescid-i Harâm’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz o, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”1 71 Oruç Nedir ve Bize Sabrı Nasıl Öğretir? Oruç, Arapçada savm kelimesi ile ifade edilen bir kavramdır. Sözlükte ise yemekten, içmekten ve konuşmaktan kendini engelleme olarak tanımlanır. İslam’daki tarifi ise şöyledir: İmsak vaktinden güneşin battığı vakte kadar bir kişinin yeme, içme ve cinsel ilişkiden uzak durmasıdır. İslam’ın beş temel emrinden biri oruçtur. Müslüman, akıllı ve ergenlik çağına ulaşan herkese ramazan ayında oruç tutmak farzdır. İbadetlerin bir kısmı söz ile yapılır. Bir kısmı bedenle yapılır. Bir kısmı mal ile yapılır. Bir kısmı da hem mal hem de bedenle yapılır. Sözlü ibadetin örneği dua, zikir, hayra çağırma, iyilikleri emredip kötülüklerden sakındırma, ilim öğretme, insanları irşat etmedir. Bedenle yapılan ibadetin örneği namazdır. Mal ile yapılan ibadetler ise zekât, kurban, sadaka ve hayırlardır. Hem mal hem de bedenle yapılan ibadetler ise hac ve Allah yolunda cihattır. Aziz Müslümanlar! Bir ibadet türü daha vardır ki, ne sözle, ne bedenle, ne de malla ilgili olup sadece kişinin kendini bazı işlerden engellemesinden ibarettir. Bu ibadet de oruçtur. Oruç, sabah imsak vaktinin girmesinden güneşin batmasına kadar belli eylemleri yapmamaktan müteşekkil ruhani bir ibadettir. Oruç, Allah’a yaklaşmak niyetiyle insanın kendine koyulan yasaklara uyması ve bunlara riayet etmesidir. Orucun geçerli olması için başlangıcında niyetin bulunması şarttır. Niyetsiz gerçekleştirilen eylemler ibadet değil, belki âdet olur, normal bir iş olur. Oruç, iradeye bağlı, mizanda ağırlığı olan ruhi bir eylemdir. 90 Oruç, İslam’dan önceki dinlerde bilinen çok eski bir ibadettir. Dolayısıyla semavi dinlerin ve peygamberlerin ortak bir ibadetidir. Ancak keyfiyeti ve kemiyeti farklılık göstermektedir. İslam’da farz kılınan oruç bir ay ile sınırlandırılmıştır ve ramazan ayına mahsustur. Bunun azaltılması yahut çoğaltılması mümkün değildir. Fakat gerek Hristiyanlıkta gerekse Yahudilikte yer alan oruç, başlangıcında farklı, bugün aldığı şekil ise çok daha farklıdır. Birçok ilaveler yapılarak günümüze kadar gelinmiştir. Oruç Ehl-i kitap’ta bir kısım ilave ve değişikliklere uğramıştır. İslam’da ise farz olan tek bir oruç vardır, o da bir aydır.1 İslam’da orucun farz oluşu Kur’an, sünnet ve icma ile sabittir. Ayette şöyle buyurulmuştur: “Ey inananlar! Sizden öncekilere yazıldığı gibi, size de sayılı günler olarak oruç yazılmıştır. Kim hasta olur yahut yolculukta olursa başka günlerden sayılı günlerde, tutamadığı orucunu kaza etsin. Oruç tutmakta zorlananlar, bir yoksulun yiyeceği kadar fidye/bedel ödesin; daha fazlasını gönüllü olarak kim yaparsa bu onun için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz, oruç tutmanız sizin için çok hayırlı bir iştir. Ramazan ayı, Kur’an’ın içinde indirildiği bir aydır; insanlara kılavuz ve hidayet türünden beyyineler/deliller kapsar. Kim ramazan ayında bulunursa oruç tutsun; kim hasta olur yahut seferde olursa diğer günlerden sayılı günlerde kazasını yapsın. Allah size kolaylık vermek ister, zorluk vermek istemez. Sayıyı tamamlayasınız, yol gösterdiği için Allah’ı yüceltesiniz, umulur ki Allah’a şükredersiniz.”2 Yukarıdaki ayetlerde Allah, tarihte başka ümmetlere farz kıldığı oruç ibadetini Müslümanlara da farz kıldığını net bir şekilde açıklamıştır. Orucun böylece insanlığın ortak bir ibadeti olduğunu da bizlere haber vermiştir. İbadetlerin ifasında toplumun şartlarını ve mükelleflerin çeşitli hâllerini dikkate alan Rabbimiz, hastalık ve yolculuk hâlini istisna ederek bu gibi durumlarda, yolculuğun sona erdiği ve hastalığın iyileştiği zamana kadar tehir edilmesine ruhsat vererek bu ibadetin ifasında kullarına kolaylık sağladığını ifade etmiştir. Hastalık ve yolculuk dışında, oruç tutmakta zorlanan kimselerin tutamadıkları her bir güne karşılık, bir fakiri doyurarak bunun telafi edilmesi gerektiğini hükme bağlamıştır. Geçici hastalıklar sebebiyle, ramazan ayında oruç tutamayanlar, iyileşince onu ramazan dışındaki günlerde kaza edeceklerdir. Fakat oruç tutmakta zorlananlar, yani iyileşmeyip hastalığı devam edenler tutamadıkları günler için bedel ödemek suretiyle oruç ibadetine katılmış olacaklardır. Dolayısıyla, yüce Allah oruç ibadetinin ifasını sağlıklı, huzurlu ve gönül hoşluğu içinde yerine getirilmesini istemektedir. Bununla beraber, ibadetlerin yerine getirilmesinde bizlere kolaylık ilkesini öğretmiştir. 1 Yûsuf el-Karadavî, el-İbadetü fi’l-İslam, Beyrut: Dâru’l-irşad, 1971, s. 70-72 2 Bakara suresi, 2:183 91 temiz olanından verin. Görmeden almanız dışında, almayacağınız bir malı vermeye kalkmayın.”31, “Sevdiğiniz şeylerden vermedikçe takvaya ulaşamazsınız.”32 Yüce kitap Kur’an’ın infaka ısrarla vurgu yapması, İslam’da paylaşmanın önemi hakkında fikir vermektedir. Müslüman sadece kendisi için yaşayan bir varlık değil aynı zamanda toplumu için de yaşayan, sevinen, üzülen ve toplumuyla bütünleşen bir kuldur. İslam hukukuna göre, kişinin aile fertlerine bakmak için yapmak zorunda olduğu tüm harcamalara nafaka denilmektedir. Bu yükümlülük yerine getirilmediği takdirde mahkeme kararı ile ödettirilir. Eş nafakası, çocuk nafakası, ana-baba nafakası bunlardan bazılarıdır. Yine bir Müslüman’ın kendisine yahut aile fertlerine yaptığı harcamaların her bir lokmasında sadaka sevabı bulunduğu hadislerde açıklanmıştır. Bununla birlikte sadakanın kapsamı hadislerde çok geniş tutulmuştur.33 Genel olarak infaktan, topluma yapılan ihtiyari harcamalarla hayır ve hasenat anlaşılır. Fakat ilgili ayetleri toplum yararına yatırım yapmak suretiyle iş sahası açmak şeklinde de değerlendirebiliriz. Sosyal ve iktisadi yapının güçlendirilmesi için yapılan tüm harcamaları da buna katmak mümkündür. O takdirde Allah rızasına dayalı olarak toplum yararına yapılan yatırımlar infak kabul edilerek, kişileri alan el olmaktan kurtarıp veren el durumuna yükseltmek de Allah’ın vereceği ecir ve mükâfatların içinde değerlendirilir. Ayet ve hadislerin ruhundan anlaşıldığına göre, Allah rızası düşüncesine dayalı olarak yapılan tüm harcamalar ile iş hayatındaki yatırımlar da insana ibadet sevabı kazandırır. Buna göre zekât, vakıflar ve karşılıksız borç (karz-ı hasen) vermede olduğu gibi infakın ve sadakaların da kurumlaştırılması gerekir. 148 31 Bakara suresi, 2:267 32 Âl-i İmrân suresi, 3:92 33 Müslim, Zekât, 54-56 Mazlum ve Mağdurlarla Dayanışma İnsan yeryüzünün gözbebeğidir. Yeryüzü kendisine emanet edilmiştir. Yeryüzünde iyi ve kötü yöndeki tüm gelişmeler insanın isteği doğrultusunda şekillenmektedir. İnsanlar birbirlerinin hem problemi hem de çözümü olabilmektedir. Aslolan insanın insana hayır ve iyilik getirdiği, umut verdiği bir hayatın inşa edilmesidir. İnsan insana ancak dayanışma, yardımlaşma ve paylaşma bilinci içerisinde umut olur. Dayanışmanın, paylaşmanın ve yardımlaşmanın olmadığı, zenginlerin daha zengin, fakirlerin daha fakir, açların daha aç, tokların daha tok olduğu bir dünyada dengeler bozulmuş, sıkıntılar artmış, toplumsal çözülme başlamış demektir. Artan dünya nüfusu, adaletsiz taksimat ve paylaşımdan uzak insan düşüncesi sıkıntıları daha da artırmıştır. Yeryüzünde huzuru temin edecek anlayış ancak ve ancak dayanışma, paylaşma ve yardımlaşma zemini üzerinde yükselebilir. İnsan sosyal bir varlıktır. Hayatını tek başına devam ettirmesi mümkün değildir. Neslin devamı ancak iki kişinin birlikteliği ile gerçekleşir. Çocukların yetişmesi ve kendi ayakları üzerinde durabilmesi uzun zaman aldığı için anne ve babanın sıcak ilgisine ihtiyaç duyulmaktadır. Sosyal bir ortamda doğan ve büyüyen insanın dayanışma içerisinde olması kadar doğal bir şey yoktur. Dayanışma, yardımlaşma ve paylaşma insanı güzelleştiren fiillerdendir. İnsan, elinde olandan karşılıksız verince mutlu olur. Psikologlar bugün zengin olduğu hâlde mutlu olamayan, serveti olduğu hâlde hayattan lezzet almayan, dünyalık mal ve mülkü çok olduğu hâlde sevinemeyen insanlara, mallarından muhtaçlara vermek suretiyle onları mutlu ederek, mutlu olmayı tavsiye etmektedir. Müslümanlar sadece kendilerinin mutlu olmasına çabalamaz; mutlu olmak için mutlu etmeye çalışır. Diğer insanları mutlu etmenin karşılığındaki mutluluk bir ödül olarak bize ikram edilir. 149 İnancımız dünya hayatının kısa bir süreden ibaret olduğunu, Allah katında vadedilen şeylerin daha kalıcı ve hayırlı olduğunu söyler. Bu inanç bizleri Allah’ın verdiği rızıklardan vermeye ve paylaşmaya götürür. Kendisine bahşedilenleri birer emanet bilen ve verilen emanetin içinde mağdur, muhtaç ve ihtiyaç sahiplerinin hakkı olduğunu düşünen kimse paylaşma eylemini daha rahat gerçekleştirir. Varlığını ve sahip olduğunu zannettiği şeyleri bir emanet gözüyle değil de, sonsuza kadar elinden çıkmayacak bir metaymış gibi gören ve eşyaya bu düşünceyle bakan insan yerine göre, “Ben kazandım, neden vereyim ki? Kazancıma nereden ortak oluyormuş? Benimle birlikte mi kazandı? Kazanana kadar ne bedeller ödedim ve ne sıkıntılar çektim. Neden paylaşayım ki!” gibi soru ve yaklaşımlarla paylaşımsızlığı tercih edecektir. Toplum içerisindeki insanlar eğilimlerinin, karakterlerinin, önüne açılan imkânların değerlendirilmesinin bir neticesi olarak statü ve zenginlik elde etmiş olabilir. Unutulmaması gerekir ki, fakiri de zengini de, rütbelisi de rütbesizi de, belli bir makama sahip olan ı da olmayanı da aynı toplumun birer parçasıdır. İnsanların toplumsal olarak farklı durumlarda olması, toplumsal dayanışmanın sağlanması ve toplumsal bütünlüğün oluşması için gerekli bir durumdur. Bir toplumda fakir de zengin de olacak ki, aralarında dayanışma, paylaşma ve yardımlaşma vuku bulsun. Zenginler kendi durumlarından hareketle fakirleri hor ve aşağı görürse bu toplumsal çöküşün başladığı nokta olur. Dünyada insanların farklı makam ve mevkide, birilerinin fakir diğerlerinin zengin olması onların derecelerini göstermez. Allah katında zengin fakirden daha “torpilli” değildir. İnsanlar arasında hüküm verilirken hak ve adalet hususu makam ve mevkiye, zenginlik durumuna göre belirlenmemelidir. Aksi takdirde eli güçlü olan güçsüz olanı ezmiş ve ona zulmetmiş olur. 150 Kimi zaman insan kendi kendine zulmeder. Cimrilik insanın kendi kendine zulmetmesi olarak ifade edilebilir. Paylaşamayan insan cimridir. Cimrilik, insanın kendine yapabileceği en büyük kötülüktür. Cimri olan kimse kolay kolay veremez. Verememek aslında doğal bir durum değil, bir hastalıktır. Cimri olan kimse verdikçe fakirleşeceği korkusuyla davranır. Oysa Müslüman verdikçe zenginleştiğini hem bilir hem de yaşar. Vermek ve paylaşmak bir noktada özgürleşmektir. Mala ve mülke mahkûm olmamak, onun esaretine girmemektir. İnsanın verebilmeyi öğrenebilmesi için fazla mal ve mülkünün olması gerekmez. İnsan ister fakir olsun ister zengin olsun mutlaka verebileceği, paylaşabileceği bir şeyler vardır. Paylaşmayı, yardımlaşmayı ve dayanışmayı hayatının her anında gördüğümüz Hz. Peygamber’in şu hadisi bu ifadeyi doğrular niteliktedir: ٍِات َُّقوا ال َّنا َر وَ َل ْو ِب ِش ِّق ت َْم َرةٍ َف َمنْ َل ْم َي ِج ْد َف ِب َكل َِمةٍ َط ِ ّي َبة “Yarım hurma vermek suretiyle de olsa kendinizi cehennem ateşinden koruyunuz. Bunu da bulamayan güzel bir söz ile kendini korusun.”1 Çoğu defa paylaşmak, paylaşılan şeyden daha tatlıdır. Ekmeği paylaşmak, ekmeğin kendisinden daha tatlıdır. Bu tadın değerini ancak tadan bilir. Bu bakımdan paylaşmaktan zevk almaya çalışılmalıdır. Yeryüzünün kendisine emanet edildiği insan yeryüzünü imar etmekle görevlidir. Yeryüzünde böyle ulvi ve ağır bir yük taşıyan insan bu sorumluluktan kaçtığı ve görevini kötüye kullandığı zaman yeryüzünü imar değil imha; tamir değil tarumar; inşa değil mahvetmiş olur. Vaziyet öyle bir hâl alır ki, en sonunda imha ettiğini imar, tarumar ettiğini tamir, mahvettiğini de inşa ettiğini zanneder. Yeryüzünde fesat çıkardıkları hâlde yeryüzünü ıslah ettiklerini iddia ederler. Yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar, güçlerini ve iktidarlarını koruma ve genişletme adına çoğu defa zulmederler. Kendilerinin refah ve mutluluğu için milyonlarca insanın zorluk çekmesi, ezilmesi onları rahatsız etmez. Günümüzde yeryüzündeki paylaşımın ne derece adil olduğuna bakmamız durumu izah etmeye yeter. Bugün dünyadaki nimetlerin adaletsiz paylaşımı milyarlarca insanı mazlum ve mağdur hâle getirmektedir. Bugünün sözüm ona ileri ve gelişmiş dünyasında hâlen açlıktan insanların öldüğünü duymamız ve görmemiz, susuzluktan yahut kirli sudan dolayı ortaya çıkan hastalıklar sebebiyle insanların hayatlarını kaybettiğini bilmemiz, bazı şeylerin yolunda gitmediğini göstermektedir. Mazlum ve Mağdurlarla Dayanışma Paylaşmak, yardımlaşmak ve dayanışma içerisinde olmak bir yönüyle mutlu ederek mutlu olmanın diğer adıdır. 1 Müslim, Zekât, 66 151 dünyası için çalışsın diye Rabbimiz bize bu dünyada sadece tattırıyor. Tattırıyor ki, esas doyumluk dünyayı arayalım... Bizler cân-ı gönülden inanmaktayız ki, her samimi arayış sonunda aranılan bulunacaktır. Bu dünyada aynı davayı benimseyen bir dostluk ailesi oluşturursak ve onu her türlü tehlikelerden korursak, bu dostluk ahiret âleminde de Rabbimiz’in rahmetiyle bizi mutluluk dünyasında buluşturacaktır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: ِإ َذا َأ َرا َد ال َّل ُه ِبا ْل َأمِ ِير َخ ْي ًرا َج َع َل َل ُه وَ زِ ي َر ِص ْد ٍق ِإ ْن ن َِس َي َذ َّك َر ُه وَ ِإ ْن َذ َك َر َأعَ ا َن ُه “Allah, iyiliğini murat ettiği kimseye, unuttuğunu hatırlatacak ve hatırında olanı yapmaya yardım edecek iyi ve sâlih bir dost nasip eder.”9 Gerçek dostun dostluğunu elde edebilmek en büyük dileğimizdir. Dostluk ve İbrâhim (a.s.)’ın Dostluğu Rabbimiz Müslümanların birbirleri ile olan ilişkilerini kardeşlik esası üzerine kurmaları gerektiğini, “Hiç şüphesiz müminler elbette ki kardeştirler.”1 ayetiyle çok veciz bir şekilde emretmektedir. Bu ayette söz konusu olan kardeşlik aynı zamanda dostluğu da içermektedir. Çünkü sahabet, sadakat, refakat, hıllet, velayet gibi kelimelerle de ifade edilen dostluk sarsılmaz. Bu dostluk aynen kardeşler arasındaki gibi sarsılmaz bir ilişkiyi, dayanışmayı, sevgiyi ve saygıyı içerir. Bu dostluğun kuralları vardır. Bu kurallara uyulduğu müddetçe Allah, birbirlerini kendi rızası için seven ve sayan dostlar üzerindeki rahmetini artırır. Dostluk ancak karşılıklı muhabbetle canlanır, güç bulur ve yayılır. Öyle ki, Hz. Peygamber imanın, cennete girebilmenin bile İslam’ın öngördüğü karşılıklı sevgiyle mümkün olabileceğini şöyle bildirmiştir: َحا ُّبوا َأوَ َلا َ وَ ا َّل ِذى ن َْف ِسى ِب َى ِدهِ َلا ت َْد ُخ ُل َ ون ا ْل َج َّن َة َح َّتى تُ ؤْ مِ نُوا وَ َلا تُ ؤْ مِ نُوا َح َّتى ت الس َلا َم َب ْي َن ُك ْم َ َأدُ ُّل ُك ْم عَ َلى َش ْي ٍء ِإ َذا َف َع ْل ُت ُمو ُه ت َّ َحا َب ْب ُت ْم َأ ْف ُشوا “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size yaptığınızda birbirinizi seveceğiniz bir yol göstereyim mi? Aranızda selamı yayın.”2 Resûlullah, bizlere dostluğun temelinin muhabbet olduğunu böyle bildirmektedir. Allah, Tevbe suresinde bütün müminleri, erkek olsun kadın olsun birbirinin dostu, velisi ve kendisini kardeşinden mesul hisseden kimseler olarak tarif etmektedir: “Erkek ve kadın bütün müminler 220 9 Ebû Dâvûd, Harâc, 4 1 Hucurât suresi, 49:10 2 Müslim, İman, 54 221 Ayette ayrıca müminlerin sıfatları da sıralanmış, iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, namaz kılmak, zekât vermek, Allah’a ve resulüne itaat etmek bu dostlukların en temel özelliği sayılmıştır. Demek ki dostluk belirli kuralları olan bir iletişim ve etkileşim hâlidir. Bu hâl laf ile değil eylemlerle ortaya dökülür. Dostlar birbirinin velisi olduğuna göre, dostunun iyiliğini isteyecek, kötülüklere bulaşmasına engel olacak ve ona her an yardımcı olacaktır. En önemlisi de dostunu Allah’a ve resulüne itaate çağıracak, ona daima hatırlatmalarda bulunacaktır. Bu anlamda İslam’ın öngördüğü dostluğun ilk adımı Allah’a dostlukla başlar. Bu şekildeki dostluk, Allah Kur’an’da nasıl tarif etmiş, nasıl kendisine ibadet ve kulluk yapılmasını istemişse o şekilde gerçekleşebilir. Kısacası Allah’ı dost bilmek, O’na iman ve o imana göre amel etmekle mümkündür. Dostluğun ikinci adımı Allah’ın elçisi Hz. Muhammed (s.a.v.)’e iman edip, onun getirdiği dine göre hayatı tanzim etmektir. Bu dini insanlara hikmetle tebliğ eden Hz. Peygamber’e dostluk ancak böyle gerçekleşebilir. Ayette işaret edildiği gibi, “Gerçek müminler, yalnızca, Allah’a ve resulüne iman edenler ve (bu konuda) bütün şüphelerden uzak duranlardır. Allah yolunda bütün malları ve canlarıyla cihat edenlerdir. İşte onlardır sadık olan ve sözlerinde duran.”4 Bunu böyle bilip, böyle inanan Müslümanlar kendilerini bu dine göre ayarlayacaklar ve hayatlarını bu dine göre düzenleyeceklerdir. Kurtuluşa sâlih amellerle ve birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmekle ulaşacaklardır. Yoksa kendilerinin mümin olduklarını iddia etseler de bu iddialarını amelleriyle ispat edemedikten sonra kendilerine yazık olanların ve hüsrana uğrayanların tarafında olacaklardır. Nitekim Asr suresi bu gerçeği şöyle beyan etmektedir: “Asra yemin olsun ki insan mutlaka ziyandadır. Ancak iman edenler, sâlih amel işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.”5 222 3 Tevbe suresi, 9:71 4 Hucurât suresi, 49:15 5 Asr suresi, 103:1-3 Yeryüzünde tevhid inancını yeniden dirilten ve hayatında Allah’tan başkasının dostluğunda gözü olmayan büyük ulü’l-azm, yani azamet ve kararlılık sahibi peygamberlerden biri olan İbrâhim (a.s.) kulluğunda öylesine samimi, öylesine dostluk sahibidir ki, bizzat Allah tarafından dost edinilmiştir. Allah’ın dost edinmeye ihtiyacı yoktur. Lakin İbrâhim (a.s.) kulluğundaki samimiyeti, ihlası ve teslimiyetiyle bu dostluğa hak kazanmıştır. Bu yüzden Allah tüm insanlara İbrâhim (a.s.)’ın yolunda olmayı ve kendisine gerçek teslimiyet örneği olarak onun yoluna uymayı emretmektedir. Hz. Peygamber’in risaletiyle yeniden ortaya çıkan ve dirilen bu dostluk, kurtuluşa erdiren tek dostluktur. Allah bu hususta şöyle buyurmaktadır: “Onlarda (İbrâhim ve ashabında) sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı arzu edenler için güzel bir örnek vardır. Ama kim de aksine giderse, bilsin ki Allah ganî ve hamîddir.”6 Başka bir ayette İbrâhim (a.s.)’ın yolu en doğru yol olarak tarif edilir: “İyilik yaparak kendisini Allah’a teslim eden ve İbrâhim’in dinine dosdoğru olarak tabi olan kimseden, din bakımından daha iyi kim olabilir? Allah, İbrâhim’i dost edinmişti.”7 İbrâhim (a.s.) bu dostluğu nice imtihanlardan geçerek kazandı. Ateşe gülerek atıldı. Bu hâlde bile tek kurtarıcı ve tek dost olarak yalnızca Allah’ı kabul etti. Oğlunu kurban etmekten bile çekinmedi. Çünkü onun niyeti çok halisti. Hanımını ve çocuğunu kuş uçmaz, kervan geçmez bir yere yine Allah’ın dilemesi ile ama gerçek bir teslimiyetle bıraktı. Kendisine kim ne yaparsa yapsın, kötülükle muamele etmedi. Allah’ın kendisine verdiği her nimeti ailesiyle paylaştığı gibi Allah’ın diğer kullarına ve hayvanata dahi yine Allah rızasını umarak verdi. Allah için Kâbe’yi yeniden inşa edip insanları ziyarete çağırdı. Her imtihanını samimiyetle kazandı. Allah da ona bu ihlası ve dostluğu karşısında bol bol nimet verdi. O büyük insan işte bu dostluğu çeşitli imtihanları kazanarak elde etti: Onun bu imtihanı Kur’an’da da anlatılır: “Şunu da unutmayın ki, bir zamanlar İbrâhim’i Rabbi birtakım kelimelerle imtihan etti. O, onları sona erdirince Rabbi ona, ‘Ben seni bütün insanlara imam yapacağım.’ buyurdu. İbrâhim, ‘Zürriyetimden de yap!’ dedi. Rabbi ona, ‘Zalimler benim ahdime nail olamaz!’ buyurdu.”8 6 Mümtehine suresi, 60:6 7 Nisâ suresi, 4:125 8 Bakara suresi, 2:124 Dostluk ve İbrâhim (a.s.)’in Dostluğu birbirlerinin velileridirler (dostlarıdırlar). İyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirirler. Namazı kılarlar. Zekâtı verirler. Allah’a ve resulüne itaat ederler. Allah işte bunları rahmetiyle kuşatacaktır. Çünkü Allah azîzdir, hakîmdir.”3 223 Zamanı Değerlendirmek ve İnsanın Kendisini Hesaba Çekmesi her nefis yarın için, yani kıyamet günü için ne hazırlamış, Allah’a ne takdim etmiş olduğuna baksın. Hesap sorulmadan önce nefsini muhasebeye çekip kendi hesabına nazar etsin. Bu yazıda şu soruların cevabını arayacağız: Zaman ne demektir ve zamanı değerlendirmek nasıl olur? Değerli işler yapabilmek için zamanı nasıl kullanmalıyız? Her an ölüm gelebilir düşüncesiyle kendimizi nasıl hesaba çekeriz? Ayette ayrıca, insanın her gün korunmak için yarına faydalı olacak ne iş yaptığını düşünmesinin gerekli olduğu da hatırlatılmaktadır. Allah’tan korkun! Bu cümle dış anlamı itibariyle öncekini tekit etmek için tekrar edilmiştir. Allah sevgisiyle emir ve vazifelerin yerine getirilmesi gerekir. Allah korkusuyla yasaklanan şeylerden ve fenalıklardan sakınılması farklılık arz etmektedir. Allah’tan korkun da kötülük yapmayın. Zira Allah, her ne yaparsanız haberdardır. Yarın ona göre ceza veya mükâfat verecektir.” Zaman, içinde bulunduğumuz andır. Geçmiş zaman elimizden çıktı, ibret alalım. Gelecek zaman henüz elimizde değil, hazırlıklı olalım. Esas zaman, içinde bulunduğumuz andır. Değerlendirmemiz gereken zaman, sorumlu olduğumuz ve içinde ebedi cenneti barındıran kısa ve değerli olan anlardan oluşan ömrümüzdür. Allah, Kur’an’da dünya ömrümüzü bugün, sonsuz olan cennet hayatını ise yarın diye isimlendirmiştir. Ayette, “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarına (ahirete) ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”1 buyurulmaktadır. Bu ayet insanın dünyada, dünya için değil, ahiret için var edildiğini ve ahirete yatırım için görevli olduğunu ortaya koymaktadır. Bugün, yarın içindir. Bugünden yarın kazanıldığına göre, günlerimizi iyi değerlendirmeliyiz. Yolcu olduğunu idrak eden kişinin hedefinin ahiret olması kaçınılmazdır. Hem ahirete mani olan dünyaya önem vermemek hem de ölüme hazırlıklı olmak gerekir. Elmalılı Hamdi Yazır’ın “Hak Dini Kur’an Dili” adlı tefsirinde bu ayete dair çok kıymetli yorumlar bulunmaktadır. “Ey Allah’a, resulüne ve ahiret gününe inanıp iman şerefi ile müşerref olmuş bütün müminler! Hep Allah’tan korkun. Nifaktan, münafıklardan, küfürden, kâfirlerden, zulümden, zalimlerden ve şeytanın şeytanlığıyla o kötü akıbete düşmekten sakınıp Allah’ın korumasına sığının. Her işinizde O’nun emir ve nehyini tutarak azabından korunun ve 314 1 Haşr suresi, 59:18 Kıyamet gününe yarın denilmesinin iki anlamı olduğu ifade edilmiştir. Birincisi yarının dünden yakın olması itibariyle kıyamet yarın olacakmış gibi telakki edilerek çalışmaya teşvik edilmesidir. İkincisi de Rahmân suresinde geçtiği üzere Allah katında zamanın, birisi teklif zamanı olan dünya devri, diğeri de ceza ve mükâfat zamanı olan ahiret devri olmak üzere iki günden ibaret olduğuna işarettir. Buna göre bugün dünya, yarın ahiret demektir. Zamanı değerlendirmek değerli işler yapmakla olur. Kıymetli ve değer verilen bir varlık olduğumuzu bilmek için bu kıymetin farkında olmak gerekir. Değerli olduğumuzun ispatı her şeyin bizim için yaratılmasıdır. Ayette, “Allah’ın, göklerde ve yerdeki (nice varlık ve imkânları) sizin emrinize verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmediniz mi? Yine de, insanlar içinde bilgisi, rehberi ve aydınlatıcı bir kitabı yokken Allah hakkında tartışan kimseler vardır.”2 Her şey insan için, insan da Allah’a kulluk için yaratılmıştır. Bütün planlamalar da buna göre yapılmalıdır. Kulluk için bir kulluk programı, bu program için bir planlama, bu planın uygulanması için de bilgi, rehber ve aydınlatıcı bir kitaba ihtiyaç vardır. Bilgi, vahiydir. Rehber, davasında ve şahsiyetinde açığı olmayan masum, kâmil ve en mükemmel insan Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. Aydınlatıcı bir kitap insan için lazım olan her şeyin ve bütün problemlerinin çözümünün bulunduğu kitaptır. Bu da kıyamete kadar gelecek bütün insanlar için akıllara ve ruhlara şifa kaynağı olan Kur’an’dır. Zamanı değerlendirmek için dünya ve ahirette bizi kurtaracak işleri yapmamız gerekir. Bu husus âyet-i kerîmede şöyle ifade edilir: 2 Lokmân suresi, 31:20 315