ANKARA ÜNiVERSiTESi iLAHiYAT FAKÜLTESi iSLAM İLİMLERİ ENSTİTÜSÜ YAYINLARI - SAYI : iSLAM iLiMLERi ENSTiTÜSÜ DERGiSi III Müdür Prof. Dr. Neşet ÇAGATAY 3 ENSTiTü YÖNETİM KURULU Müdür Prof. Dr. Neşet ÇAGATAY Genel Sekreter Prof. Dr. İbrahim Agah ÇUBUKÇU Üyeler Prof Dr. Mehmet TAPLAMACIOGLU Prof. Dr. Hüseyin ATAY Doç. Dr. Mehmet HATİBOGI.U ANKARA ÜNİVERSİTESİ BA.SIMEVİ. ANKARA- 1977 1 İSLAMDA DEVLETLER HUKUKU* Prof. Dr. Muhammed HAMİDULLAH Çev. Dr. Ahdulkadir ŞENER GİRİŞ Biz, bu nadir ve değerli kitabı ilim ve fikir adamlarına, araştırıcılara suıimakla mutluyuz. Sözünü ettiğim kitab, İbn Kayyim el-Cevziyye'nin Ahktimu Ehli~z-Zimme adlı eseridir. Bu eserin bölümleri, İslam devletinin İslam ülkesinde oturan yabancı ve azınlıklara karşı olan muamele- lerini ele almaktadır. Bu konu, eski İslam hukukçularının "Siyer" adını verdikleri fıkıh dalının bir kısmını teşkil eder~ Biz, fıkh'ın bu dalına şim­ di "Devletler Umumi ve Hususi Hukuku" adını veriyoruz. Bu kitabı layıkıyla aıılayabilmeleri için okuyucuların, onun bölüıııleri ve ihtiva ettiği şeylerle eski ve yeni milletierin azınlıklarla olan muamelelerindeki usul ve kaideleri karşılaştırmalan gerekir. DEVLETLER HUKUKU TARİHİNDE MÜSLÜMANLARIN PAYI Her insan -belki her hayvan- tabii olarak yakııılanyla yabancılan ayırd edecek şekilde yaratılmıştır. Fıtrat dini olan İslam da, bu gibi fitri~bilmezlikten gelmemiş, etmiş, oııları nın önüne en aksine buııların varlığını kabul olan bir yola sevk ederek, kötüye kullanılmalan~ oıılardan zulüm ve aşırılık gibi kötWükleri uzaklaş­ doğru geçmiş, tırmıştır. İslam hukukçuları, kitaplarında İslam devletinde yaşayan zimmilerle ilgili konulan uzun ve müstakil bölümlerde ele almışlardır. Bu bölümler, Devletler Hukuku ile ilgili araştırmaların renklerini ~şkil et- - * Bu yazının Arapça aslı, İbn Kayyim el-Cevziyye'nin Ahkamıı Elıli':-Zimme (Tahkik: Prof.Dr.Suhhl Salih, l.bası, Matba'atu Cami'ati Dimaşk, Şam 1961) adlı eserinin başında {c. I, s. . 74--95), '~fukaddime fi İ1mi's-Siyer ev Hukukı'd-Duvel fi'l-İslam" başlığı altmda yayunlannıış· tır. Çeviren. 284 _ l\IUR.~l\I:MED HA!\IIDULLAH"ABDULKADİR ŞENER -·- mektedir ki günümüzde kanun koyucular, İslam bilginlerinin bu ilme hizmette ve onun tarilll tekamülünde nasıl bir rol oynadıklannı bunlar sayesinde anlayabilmektedirler. Hukuk ilmi dilinde Devletler Hukuku, "müstakıl veya yarı müsbir devletin başka bir devletle veya ona bağlı bulunan şahıslarla olan barış, savaş ve ayrı kalına (buna gönümüzö.e tarafıszlık adını vermekteyiz) gibi hallerdeki ilişkilerini düzeııleyen kurallar" şeklinde tarif edilmektedir. Şüphesizdir ki bu kaideler, bu büyük insan toplumunda müstakıl iki devlet veya müstakıl bir devlet ortaya çıktığı günden beri tarihin en eski çağlarında bile ele. alınnııştır. Öyle aıılaşılıyor ki bu husus, İslam'dan çok önceleri ortaya çıknııştır. Hatta diyebiliriz ki, tarih öncesi çağlarda bu mesele ele alınmıştır. Montesquieu (ö.ll69 H. /1755 M.) şu ifadesinde çok haklıdır: "Hiçbir millet yoktur ki Devletler Hukukunda bir nizama sahip olmasın. Hatta Kuzey Amerikada esirleı·i yiyen İrokua'lara mensup kabtlelerin bile bu kabilden bir nizanıı vardır. Oıılar da elçilerini gönderiyorlar ve başkalarının elçilerini kabul ediyorlardı. Barış ve savaşla ilgili hükümleri biliyorlardı. Ne var ki oııların şanssızlıkları, hukuk nizamlarının usul bakınırndan sağlam bir esasa takıl dayanmanıış olmasıydı" 1 • Bu konu, eski zamaularda cihanşümul veya devletlerarası bir nitelik taşımadığı gibi bir hukuk ve hatta bir ilim teşkil etıniyordu; çünkü bu konudaki hüküm ve kurallar, devletlerarası bir esasa göre uygulanınıyordu. Sadece yeryüzünde bazı ülkelerde tatbik ediliyordu. Büyük bir ihtimale göre ilkel insaıılar hukuk diye bir şey bilmiyorlardı; ancak "Gücü yeten alır" tarzındaki orman kanununa benzer bir hukuk aıılayışları vardı. İlk çağlarda teşkiladanmış her insan toplumu, İstihlal ve teşkilat bakımından kendisine benzeyen diğer bir toplumun varlık olma hakkını tanınııyordu; ancak toplumda bir kuvvet ve_ otorite görürse, istemiyerek susmak ve onun bu hakkını tanımak zorunda kalı­ yordu. Nesiller birbirini takibedince ve devletçİkler -gerçekte siteler- in bir düşmana karşı savaşmak üzere bazıları aralarında bir aıılaşma yapmak zorunda kalmışlardır. Aralarındaki bu aıılaşma, birbirlerine zımni olarak istiklal, hür ve şerefli bir hayat hakkı tanımayı da içine alıyordu. Bu da İslam'dan çok önceleri ortaya çıkmış olup cihanşümul bir esasa dayanan Devletler Hukuku bakımından bir şey teşkil etmiyordu. sayıları çoğalınca, müşterek 1) :M:ontesquieu, de /'Esprit des Lois, l.clı. 7, Paris 1860. İŞLAlllDA DEVLETLER HUKUKU 285 , Grek medeniyeti de en üstün ve parlak devriıie ulaştığı zaman Dev· letler Hukuku hakımından mevcut nizamlarını din, dil, adet ve gelenekler hakımından birlik halinde yaşadıkları memleketlerde sadece Yunanlılara uygulaınışlardır. Bu nizamlar, Barbariara asla tatbik edilmemiş. tir. Yunanlılara göre Grek kavminden olmayan herkes harhardı. Aris· to'nun deyişiyle, "Yaratılış, Barharların sadece Yunanlılara köle olmaları ııı istemiştir. " 2 Buna göre Yunanlı kumandan her harhar üzerinde, istediği gibi, şart ve durumlar nasıl gerektiriyorsa öylece tasarruf eder; zira Yunanlı olmayan kimsenin akıbeti, onun iki dudakları arasından çıkacak olan sözcüklere bağlıdır. Yahudilere gelince; oıılar, İsrailoğullarından olmayaıılann kendilerille hizmet etmeleri ve oııların hakimiyetille boyun eğmeleri gerektiğiııe, çünkü kendileriııiıı Tanrının seçkiıı kulları olduğuna illanınışlar­ dır. İsrailoğullarına dahil olmayan illsaıılar bu duruma razı olmaziarsa savaşçıları öldürülür, kadın ve çocukları esir edilir, malları ganimet olarak alıııır. Bugünkü Tevrat~ta buna henzer prensip ve emirler mevcut olup huııları Tanrı, Hz.l\'Iusa'ya vahyetmiştir. "Bir şehre karşı savaşmak içill ona yaklaştığın zaman onu harışa çağıracaksın. Eğer sana barış yapma cevabını verirse ve kapılarını sana açarsa içillde bulunan bütün kavim sana çizye verecek ve kulluk edecektir. Eğer seniııle barış yapmayıp savaşmak isterse, o zaman o şehri kuşatacaksın. Tanrın olan Rab onu senin eline verdiği zaman, onun bütün erkeklerini kılıçtan geçireceksill. Ancak kadınları ve çocukları ve hay-vaııları ve şehirde olan herşeyi, bütün malını kendin içill çapul edeceksill. Ve Tanrın olan Rahh'ın sana verdiği düşmanın malını yiyeceksill.'' 3 Bu prensipler, sertliklerille rağmen hiç olmazsa başlangıçta bir yu· muşaklık ifade etmektedir; fakat bu yuınuşaklık, Filistill Araplanna asla yöneltilıniş değildir. Tevrat, derhal ayııı yerde bir istisna yaparak Amalika'yı, yani İsrailoğulları lVIısır'dan çıkmadan önce Mukaddes Top· rak'ta yaşayan Arapları bu yumuşaklıktan istifade ettirmeıniştir. Hz. lVIusa'ya bu kavmin kökünü kazımak ve yeryüzünde oıılardan bir fert bırakılınaması eınredilıniştir: "Bu milletleriii şehirleriııden olmayıp senden çok uzakta bulunan bütün şehirlere böyle yapacaksın. Ancak Tanrın olan Rahh'ın miras olarak sana vermekte olduğu bu kaviınlerill şehirleriııden hiç kimseyi sağ bırakmayacaksın; oııları, Hittlleri, Amor!leri, Kenanlıları, Perizzlleri, Hivlleri, Y ehuslleri, Taııım olan Rahh'ın sana emrettiği gibi yok edeceksin.'' 4 2) Anisto, Siyaset, l.kitap, 7 .fasıl. 3) Tevrat, Tesniye, Bap: 20, ayet: 10-14. 4) Teyrat, Tesniye, Bap: 20, ayet: 15-17. 286 !>IUHAlllr.fED EL.\.MİDULLAH·A.BDULK...\.DİR ŞENER Bilindiği gibi Hz.Musa Filistine gelmeden Tih çöl-iinde ölmüştür. göre Filistin'e girseydi o, bu prensipleri tatbik etmezdi. Bir peyğamber olarak o, bu gibi işleri yapmaktan beridir. Fakat İsrailoğul­ lan, anlaşıldığına göre, vahiy eseri olduğundan şüphe ettiğimiz bu gibi prensipiere harfi harfine saTılmakta hiçbir vicdan azabı duymamışla:r­ dır. Te·v:rat'ın Birinci Samııel kitabında şu sertlik ve tonda sevkedilmiş aynı tarzda emirler tekrarlanınıştır: "Orduların Rabbı şöyle diyor: Ama-. lika'nın İsrail'e yaptığını, lVlısır'dan çıktığı zaman yolda ona karşı nasıl davTandığını anyacağım. Şimdi git, Amalika'·yı vur; onların herşeylerini tamamen yok et; onlara acıma; erkekten kadına, çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür.'' 5 Zannıma Bundan sonra, ineğe tapanların çok olduğu Hindistan'ı kısaca gözden geçirelim: Bura halkı cbedi saadeti, ancak milletlerinden birinci tabakaya mensup olanlara layık görürler. Onlara göre bu tabaka da putların koruyucuları, dini kitapların bekçileri, törelerin mirasçıları durumunda olan Brahmanlardır. Diğer insanlar için artık "tenasüh" yoluyla bir Brahman babadan doğmak ve olgunlaştıktan sonra tekı-ar ölmek kalıyor. Brahman da hayatında kötülük işlerse mensup olduğu tabakadan daha aşağı bir tabakadan yeniden dünyaya gelmek için ölür. Belki de ikinci doğuşunda bir hayvana inkılap eder. V eya ağaca dönüşür~ yahutta· taşa. çevrilir. Buradaki derecesi işlediği kötülükle:re göre. değişir. İnsanlar dört tabaka teşkil ederler: 1) Brahmanlar (din adamlan). 2) Savaşçılar (Kşatriya). 3) Meslek ve ticaret erbabı (Vaiçya) 4) İşçiler ve küçük zanaat sahipleri (Çudra). İnsanlar bu tabakalara doğuştan, babadan oğula mensupturlar. Hiç kimsenin mesleğini değiştirme veya başka bir tabakaya yükselme hakkı yoktur. Hintiliere göre işçiler ve küçük zanaat sahipleri aşağı insanlar tabakasını teşkil ederler. Bunların asıl görevleri Brahmanlara hizmet etmektir. Eğer bu tabakadan birisi dini bir kitap okusa, ceza olarak onlar bunun dilini koparırlar; böyle bir kitabı okunurken dinlese kulağına erimiş kurşun akıtırlar; bu tabaka mensuplarından birisinin gölgesi, yüksek tabakadan birinin üzerine düşse, sonuncusunun y-ıkanması gerekir; onun gölgesi yiyecek bir şey üzerine düşse o şey pis olur ve ona el sürülmez. Brahmanların dörtyüzbin tam·ılan vardır. Talli'ıların sayı­ sı, tapanlardan daha çoktur! En büyük tanrıları inek'tir. Ruhlarının 5) Tev:rat, Birinci Samuel, Bap: 15, ayet: 2-3. · İSLAl\IDA DEVLETLER HUKUKU- 287 temizlenip olgunluk derecelerine ·yükselmesi için ineğin sidiğini içerler. Onlara göre Papa cenapları, halen kendilerinin de .dahil bulunduğu Commonwealth topluluğuna giren hukfunetlerin başı olan İgiltere Kraliçesi ve bütün müslümanlar pis insanlar tahakasındandır. Aşağı tahakaya mensup insanlar seviyesinde hile değildirler. Brahmanların hiçbir yahancıya barış veya savaşta herhangi bir hak taııınıadıklarına şaşmamak gerek. Brahmanların bütün insanlara keyiflerine veya zaman ne getirirse ona göre muamele edişleri de şaşırtıcı olmamalıdır: İtalyanların aslını teşkil eden Romalılara gelince; onlar, medeni· yetlerin:in doruğuna ulaştıkları zaman şöyle diyorlardı: Dünyada üç sınıf kavim vardır: l) Romalılar, 2) Muahedler (Colonia'lar),. 3) Diğer insanlar. Onların muahedlerle olan muameleleri bir takım usul ve kurallara tabi idi. Fakat yabancıları öldürmek, soymak veya yağmalamak yasak değildi. Romalılar, yahancıya "düşman" (hostis) adım verirlerdi. Onlar, kanunlarının lafızlarına, onların ruh ve amaçlarından çok bağ·_ lanmışlar ve bu lafızlara uzun süre tapareasma sarılnıışlardır. Romalıların savaş usullerinden birisi, çarpışmadan önce resmen ilan edilmesiydi. Vitalus Rabipleri Meclisinden bir rahip, savaş açılmasına karar verdikleri devletin sınırına gider, savaşın başladığını ilan etmek üzere i:uızrağını düşman toprağına atardı. Zamanla Roma Devletinin toprakları genişleyince rahipler, komşu ülkelerin arazisinden topladıkları toprakları torhalara doldurup dolaplarında saklamaya haş­ lanıışJardı. Düşman bir kavme savaş açmak istedikleri zaman dolaplarından o düşman ülkeye ait toprak dolu torhayı çıkarırlar, Vitalus Rahihi mızrağını çekip torhaya saplardı. Öyle ki kendisi Roma şehrinden ayrılmaya lüzum görmeden bu işi yapardı. Böyle senıbolik bir hareket, düşmana karşı savaş ilanma yetiyordu; oysa düşman, savaşın_ ilam konusunda hiçbir bilgiye sahip değildi. savaşın Avrupalılar, karanlık çağlardan sonra hıristiyanlık dinini henimse- mişler; fakat İncilde kendilerine siyasi meselelerde yol gösterecek birşey hulamanıışlardır. Yuhanna ineili'nde Hz.İsa'nın, "Benim_krallığım bu dünyadan değildir ... " 6 ve Luka ineili'nde de, "Sezarın hakkını Se-_ zara, Allah'ın hakkım Allah'a verin." 7 sözleriyle karşılaşmaktayız. Hı­ ristiyanlar, devletlerarası ilişkilerinde imperatorların yolundan gitmek zorunda kaldılar. Şarlman -Harun Reşid ile çağdaştır- devrinden itibaren hıristiyanlar, devletlerine "Mukaddes Roma İmperatorluğu'; adım verdiler. Oysa bu devlet, nüktedan ve büyük bir İngiliz hukukçu6) Yuhanna İncili, Bap: 18, ayet: 36. 7) Luka İncili, Bap: 20, ayet: 25. 288 MUHAMMED RA.lllİDULLA.H·A.BDULKA.DİR ŞENER sunun deyişiyle, "ne imperiı.torluk, ne Roma ve ne de mukaddes" idi. Bu devlet, ondabirinin ondabirine sahip olmadığı halde bütün dünyanın kendi mülkü olduğunu iddia ediyordu. Gariptir ki bugün hile Batılı bazı bilginler bu iddianın doğruluğunu kahul etmektedirler. Sözgelişi, çağı­ mızın büyük devletler hukukçusu Oppenheim şöyle der: "Ortaçağda medeni dünyaya, ne ihtiyaç duyulan, ne de hir yeri olan Devletler Hukukuna hiçbir gerek görmeksizin, Roma'nın dahili hukukunu almak: kafi idi." 8 İşte onların höylece kavmiyet damarları kaharnıış ve bütün dünyayı dört yanından çökmekte olan mulcaddes imperetorluklarından iharet sayarken, gururları yüzünden aptal kuyu kurbağasına henzeıniş­ lerdir. Söylediğimiz gilii, hu Avrupalılar, hıristiyanlıkta hukuk ve siyasi nizanılarla ilgili hir şey bulamamışlar ve dolayısıyla savaş ve barış iş­ lerinde diğer milletlerle olan ilişkilerinde keyiflerine göre davrannıışlar­ dır. Hıristiyanlıkta kendileri için örnek olacak hir şey yoktu. Hatta yeni devletler hukukunun kurucusu olan Hugo Grotius (ö.1050 H. /1645 M.), "Savaş ve Barış Hukuku" adlı eserinde aynen şöyle der: "Çağınıızda hıı·is­ tiyanlar, savaşlarında öyle işler yapıyorlar ki huıılardan vahşi hayvanlar hile utanç duyar." Çok tuhaftır ki lııristiyanlar, 1273 H. /1856 M. yı­ lına kadar devletler hukukuna ait hükünılerin sadece hıristiyanlara tatbik edileceğine inanıyorlardı. Bundan daha tuhaf olan şudur: Papa dördüncü Nicolas (687-692 H. /1288-1292 M.) ve Papa altıncı Arrhianos (780-792 H. /1378-1389 M.), "Haksızlık günahtır; fakat müslümanlara verilen söze bağlılık, daha büyük bir günahtır. " 9 tarzında dini bir fetva verirken manevi hiçhir sakınca veya vicdan azahı duymanııştır. Böylece hıristiyanların görüşleri, Yahu dilerin "İsrailoğullarının dışında kalanlardan dolayı bize hiçhir sorumluluk yoktur." şeklindeki görüşle­ rine benzemektedir. Berlin Kongresinde (1856 M.yılı) ilk defa Batılılar, Müslüman Türkiye'yi, devletlerarası hukuk ve veeibelerde eşitlik esasına göre hareket etme bakınundan hıristiyan devletlerin yanında bir üye olarak görmek zorunda kalmışlardır. Bundan yarım yüzy-il sonra aynı imkan Japonya için de tanındı. İşte sonraki gelişmeler böyle haşlanıış oldu. Ancak devletlerarası bir zeminde tanınan hu durum, hıristiyan olmayan devletlere bir hak olarak değil, netice itibariyle hıristiyan devletlerin başkalarına birtakım şartlarla yapmış oldukları hir lutüf olarak görülmüştür. Bu şartların en öneııılisi de hıristiyan olmayan böyle bir devletin medeni ve gelişmiş olmasıydı. Bu ifadeyi gerçekçi hir dille yorumlayacak olursak, 8} Oppenheim, International Laıo, Nşr.Lanterpacht.Naşir de, İkinci Cihan Harbinden sonra devletler hnlrulru ile uğraşan büyük bilginlerdendir. 9) Bak.Origine du Droiı des Gens (E.Nys) d.216. 289 . İSLAliiDA DEVLETLER HUKUKU o. devletin sömürgecilerin her s aldınsına karşı koyacak kuvvet ve İnı­ Medeni olmayan -yani kendisini koruyacak kuvveti bulunmayan- devletin kaderine ise, büyük devletler, istedikleri gibi hakim olacaklardı. Bu zihniyet, günümüzde dahi geçerlidir. Mesela, müstakil bir devletin Birleşmiş lVIilletler Teşkilatma üye olabilmesi için diğer üye devletlerin kabulü şarttır. kanı 1mlunacaktı. :Müslümanlara gelince; onlar, devletler hukukunu -kendi deyişle­ riyle "Siyer" ilmini- kurmuşlar, hiçbir ülkeyi istisna etmemişler ve hiçbir gayr-i müslim sınıfı konunun dışında görmeiııişlerdir. Korkusuz ve tereddütsüz bir şekilde diyebiliriz ki, İslam hukukçuları, bu konudaki araştırmalarıyla Avrupa ve Amerika kültürünün bugün hile ulaşamadı~ ğı seviyeye ondört yüzyıl önce varınışlardır. Bu konudaki İslam prensipleri cihanşümul bir manzara arzetmektedir. İbn Kayyim'in bu eserinde göreceğinıiz gibi, bu prensipler son derecede adil temeller üzerine oturtulmuştur. İnsaflı araştırıcı, devletler hukuku sahasındaki İslam nizaınının, ileride açıklıyacağınıız sırf hukuki manasını incelediği zaman, cilıanşü­ mullüliiğü yanında onun büyüklüğünü daha iyi anlar. Eskiden-İslam'dan önce- bu konuda hakkın veya hukukun şekli tesbit edilmemişti. İlın! ve dikkatli bir tarifle hukukun anlamı, siyasi yüksek otorite tarafından konulan, bu otoritenin ve ona tabi olanların özel davranışlarını düzenleyen pratik kaidelerden ibarettir. Yüksek otorite, bu hukuku ya tek başı­ na kendi iradesiyle veya antlaşma esaslarına göre diğer ülkelerdeki yüksek otoritelerin yardımıyla vazeder. Sonra bu kadarla yetinmez; tersine, bu esasların dışına çıkan her devleti, taraflar arasında adaletle hüküm verme mevkiinde olan mahkeme nezdinde şikayette bulunmak ve davacı olmakla tehdit eder. Eğer araştırıcı,· eski insanlık tarihinde Doğulu veya Batılı bir milletin hukuk külliyatında devletler hukukuna ait hükiiıııleri hulamazsa, İslamın bu konuda açıkça koymuş olduğu esasları bilgi dağarcığına ilave etsin. Müslümanların bu konuda ilk eser telifinin başlangıç noktasını tamı taınına tayin etmek benim için güçtiir. Bu konuda, kendimi ne kadar zorlarsam zorlayım, ilk fıkıh kitabını telif eden İslam bilginini bilemiyorum. Fakat İslamiyyatçılar gibi benim de bildiğim en eski· eser, Zeyd h.Ali (ö.l22 H.f739 M.)'ııin bize kadar ulaşan el-1Uecmfı'ıı'l-Fıkhi adlı fıkılı kitahıdıı·. Yine hildiğime göre, o zamandan günümüze kadar İslam fıkhını konu edinen her kitabın devletler hukuku hükümlerini içine alan bir höliimü (Kitabu's-Siyer} vardır. En basit ifadesiyle bu, devletler hukuku hüküııılerinin İslam hukukçularının nazarında fıkh'ın 290 1\IUHAl\IMED 1lA.liÜDULLAH•A.BDULKA.DİR ŞENER veya İslam hukukunun bir bölümünü teşkil etmiş ve halen de teşkil etmekte olduğunu destekler. Devletler hukuku hükümleri de tıpkı alım­ satım, gelir ve giderler, vergi ve mali teklifler (zekat ve harac gibi), miras ve terekeler, suç ve cezalar ile ilgili hükümler gibi fıkh'ın muhtelif dalları arasında yer almaktadır. İslam hukukçularının devletler hukuku konusunda koymuş oldukları hükünılerle istinhat ettikleri diğer çeşitli fıkhl hükümler arasında mevcut olan bu henzerlik gösteriyor Iq. devletler hukuku alanında ortaya çıkan ihtilafların götürilieceği yer, aralarında İslami hükünıle karar verme mevkiinde bulunan kadı'nın huzurudur. Bazan yabancı devlet, İslam kadısına başvurarak müslüman devlet aleyhinde kendi adına dava açacak veya şikayette bulunacak resmi şahıslar göndermekten aciz olabilir. Bu takdirde İslam ülkesini ziyaret eden bazı yabancılar (bunlara fıkıh dilinde müste'men adı verilir) için bağlı bulundukları yabancı devleti temsil etmek ve onun adına dava açmak iıııkanı vardır. Muhtelif çağlarda ınüste'men kişile­ ı·in bu işi gerçekleştirdiği görülmüştür. Önemli olan, devletler hukuku hükümlerinin dahili hukuk külliyatına sokulması, müslümanlara ait bir şereftir ve bırnun benzerini Yunanlılarda, Romalılarda, Hintlilerde veya bunlardan başka milletlerde görmüyoruz. Yine müslümaııların üstünlüklerinden birisi de, İslam hukukçulabu konu·yıı müstakıl bir şekilde incelemek üzere ele almış bulunmalarıdır. Oysa daha önceleri bu konu diğer ilimiere bağlı olarak inceleniyor ve eski çağlarda siyaset'in bir bölümü şeklinde ele alınıyordu. Yazarlar, bu konu ile ilgili hükümleri genellikle krallara öğütler veren eserler (Nasaihu'l-Müllik) de zik:rediyorlardı. Aristo ve çağdaşı Hintli Kantalya'nın yaptığı gibi. Öyle aıılaşılıyor ki İslam kesİnıinde bu konuda ilk müstakıl dersler veren Ebu Hanife (ö.l50 H. /767 M.) olmuştur. Talebelerinden İmam Muhammed b.el-Hasen eş-Şeybani, İmam Zufer ve diğerleri,ondan rivayet etmek suretiyle "Kitabu's-Siyer" başlığı altında eserler yazmışlardır. Ebu Hanife'nin çağdaşlarından İmam Evza'i de "Kitabu's-Siyer" adlı bir eser kaleme almıştiT . rının . İmam Evza'i'nin aslen Sind10 esirlerinden Beyrutlu bir zat oluşunu söylemek belki bir değer taşır. Nitekim Zehebi bunu Tabakat'ında belirtir11. Ancak ilim adamına yakışmayan ve mesnetsiz bir iddia teşkil eden şey, Evza'i'nin sırf Beyrut'la ilgili oluşuna dayanarak, onun yetiştiği çevre itibariyle Roma hukukunıın tesiri altında kalmış olduğunu sanınaktır. Gerçekte Evza'i'nin devletler hukuku ile ilgili eseri, Ebu Ha10) Sind, şimdi Pakistan'a bağlıdır. ll) Zehebl, Tezkinaıu'l-Huffaz, c.l, s.l68, No. 23. İSLA.:MDA DEVLETLER HUKUKU 291 nife'ye bir reddiye olarak yazılmış ve onun Jm konudaki bazı görüşlerini tenkide hasredilmiştir. Ebu Hanife'nin öğrencisi Ebu Yusuf da ona karşı "er-Reddü ala Siyeril-Evzai" adlı bir eser yazmıştir ki bu eser şimdi matbudur12 • Daha sonra İmam Şafii, hem Ebu Yusuf'un hem de el-Vakıdl'nin "Siyer" kitaplarına birer reddiye yazmıştır. Her iki reddiye de Şafii'nin el- U mm adlı eserinde basılmıştır 13 • Bundan sonra Siyer -veya devletler hukuku- alanında birçok müstakıl eserler yazılmıştır. Bunlann hepsini anlatmak sözü uzatır. Ancak bunların tamamı, Belot, Ayala, Gentilis ve Grotius'dan bin yıl önce yazılmıştır, dersek mübalağa etmiş olmay-ız. YABANCI KAVRAMI Yabancı (ecnebi) kavramı; zaman, mekan ve milletiere göre insan toplumunda mana bakımından değişiklik arzetmektedir. Bu kavram, bazan ırk, renk ve dil ayrılığı gözönüne alınan kan birliği esasına dayanır. Bazan mesken veya doğum yeri; bazan da hayat felsefesi, parti, mezhep ve din esaslanndan birine dayann·. Dünyada İslam'dan başka bütün insanlar için cihanşümul bir din tasa·vvu.r eden kültür ve m~deni­ yetler de vardır; fakat bunların hiçbirisi bu düşünceyi arzu edilen mantık! neticesine ulaştıramamıştır. Cihanşüınul kardeşliği gerçekleştirme bakımından bu medeniyetlerin en yetersizi, ırk ayrınıı esasına dayanan devletin temsil ettiği medeniyettir. Böyle bir devlet, kendi ırktaş ve vatandaşlarından meydana gelen bütün tebaasnıı asla oluşturamaz; çünkü o devlette idare eden ve idare edilenler arasındaki fark elbette ortadan kalkmayacaktır. Renk veya dil birliği esasına dayanan devletlerin durumu da aynıdır; çünkü halkı, bütün bu farkları ortadan kaldı­ racak bir vatandaşlık ve soydaşlıkta birleştirmek son derecede güçtür. Bu görüşle Rus vatandaşlığı yerine "Sov-yet vatandaşlığı", Britanya vatandaşlığı yerine "Commonwealth üyeliği" gibi adlar altında gizlenen coğrafya vatandaşlığı görüşü arasında da bir fark yoktur ... Hayat felsefesi birliği esasına dayanan devlette -ister orada oturan bu hayat felsefesine inansınlaı-, isterse inanmasınlar- uyrukluk hakkını kazanmak, ırk veya çoğrafya unsurlan gibi esaslara dayanan yabancılar 12) Bu eserin tashih ve başiyeleri Ehu'l-Vefa el-Afgiinl tarafından yapılmış olup Haydariibad (Hindistan), İhya'u'l-Ma'arif en-Nu'maniyye marifetiyle basılınıştır. 13) Bak.el-Umm, c.4, s.176-202, c.7, s.302-336. Krş.İhn Hacer, Tavali'ııt-Te'sisfi Menakıbı İbni ldris eş-Şafii, s.87: "Siyer kitabının aslı Ebu Hanife'ye aittir. Evza'i buna bir reddiye yazmıştır. Sonra Ebu Yilimf Evza'i'ye bir reddiye yazmıştır. Şafii de hem Ebu Yusuf'a hem de Evza'i'ye bir reddiye yazrmştır. Bu da "Siyeru'l-Evza'i" diye bilinir ki hana göre bu ·el- Umm'un bir bölümünü teşkil etmektedir. 292 1\IUH.Al\11\IED H.AlllİDULLAH·ABDULKADİR ŞENER d.iğer devlettekinden çok daha kolaydır. Zira iki çocuğu veya iki torunu olan bir kişinin bu çocuk veya torunlarının ona içten düşmanlık besiemesi mümkün olduğu halde, görüş ve ülküleri bir olan iki kişinin birbirlerine duydukları yakınlıktan daha fazla yekd.iğerlerine yakınlık duyan kimselerin bulunması mümkün değildir! Şüphesiz çağdaş hıristiyanlık da cihanşümul bir dindir; fakat cihan· fikri, bu din'e inananların zihinlerinde kardeşlik ve eşitlik · anlaııılarını ifade etmemektedir. Belki bunun sebebi, yukarıda açıkladı­ ğımız gibi, İncil'in din ve siyaseti birbirinden ayırmış olması ve hıristi· yan idarecilerinin bir Peyğamber'in koyduğu güzel bir örnek yerine, imperatorların yolundan gitmiş olmalandır. Oysa Peyğamberle imperator arasında büyük farklar vardır. Burada İslam'ın yüceliği kend.isini göstermektedir; çünkü bilind.iği gibi İslam; ırk, renk ve coğrafi ayırım· ları ortadan kaldırınış, yıkılınası mümkün olmayan kuvvetli bir İslam kardeşliği mirası bırakmıştır ki Batılı yeni akımlar bile ona tesir edememekted.ir. İslam, bütün yönleriyle hayat görüşünü içine alan bir nizamdır. İslam'a göre d.in ve siyaset, bir ağacın dalı ve gövdesi gibi aynı potada yer alır. Bunun bir sonucu olarak İslam devletinde yabancı kavramı, "gay-r-i müslim" kelimesiyle eşanlaııılı bir manaifade eder ve sosyalist devletlerdeki "sosyalist olmayan" tabirine benzer. Fakat yabancının İslam uyrukluğunu kazanması için ne bir otoriteye, ne de bir süre bir yerde oturmaya ihtiyaç vardır. Dolayısıyla hayatta İslam fikrini benimseyen kişinin ırk ve rengi ne ohırsa olsun veya nerede doğarsa doğ­ sun, mesele, dil ile ikrar ve kalp ile tasdikten ibarettir. şümullük Muhtelif medeniyetlerde uyrukluk hakkını kazanmak, işte böyle insan haklarına dahil bir şey olarak kabul ed.ilmeınişti:r; sadece talepten sonra lutfedilen bir atftfet olarak görülmüştür. Bu konudaki birçok talepler de redded.ilmektedir. İslam uyı·ukluğu ise böyle değildir. Sonra İslam'da yabancılık keyfiyeti; ırk, renk ve dil gibi yaratılış veya doğuş~ tan gelen ve tedavisi kaabil olmayan bir şey değildir; ancak o her insanın iradesine bağlı şahsi bir iştir. ÇAGDAŞ BATIDA YABAl~CI MUAMELESi Avrupalıların yabancılara karşı muameleleri son yüzyıllarda iyi Böyle bir gelişme zaruri id.i; çünkü Avrupalılar dünyanın her tarafında çok dolaşıyorlardı; dolayısıyla onların kend.i meıııleketlerinde yabancılara iyilikte bulunmalan gerekiyordu; ta ki yabancıların mensup olduğu devletler de onlara karşılık olarak iyilikte bulunsun. Mütekabiliyet esasına göre başlayan bu yabancılara iyi muagelişmeler gösterıniştir. . İSLA!\IDA DEVLETLER HUKUKU 293 nıele, sonraları umumi siyaset alanında örf ve adet haline geldi. Bunun Fransa'da dikkati çeker. Fransa'nın Napolyon Kanun kiilliyatı, bütün Avrupada kanuni nizamların esasını teşkil eder. Bilindiği gibi Fransız hükumeti Paris'te büyük bir cami ile müslümanlar için özel bir mezarlık ve mezbahada İslami esaslara göre hayvan kesimi kıs­ mının tesisi gibi bazı şeylerin yapılmasına izin vermiştir. Bununla beraber Fransızların müslümanlardan ayrı bazı imtiyazları vardı. Sözgelişi, bir yabancı bir Fransıza karşı davacı olarak Fransız mahkemesine baş­ vuramazdı. Ancak mahkeme, yabancllll11, aleyhine hüküm verildiği ve davalı Fransıza onun mali bir şey ödemesi gerektiği zaman yeteri kadar maddi imkana sahip bulunduğuna kanaat getirirse dava açma hakkı olurdu. Buna göre fakir bir yabancı mahkeme huzurunda hakkını asla arayamazdı. Yabancılar, Fransa'ya yerleşmek veya Fransız uyruğuna girmek isterlerse içtimai hayatlarında Fransızlaşmaları gerekirdi; yani önce isimlerini değiştirmeleri, sonra evlenme, boşanma ve miras gibi şahsi hukuk sahalarında Fransız kanunlarının hükümlerini kabul etmeleri gerekirdi. Bu durumda olan bir müslümana Cuma ve Bayram namazlarını eda etmek için resmi bir izin verilmemesi ciheti tercih edilirdi. Bu, yalnız müslümanlara karşı gösterilen bir taassup değildi; aksine bu, Müslüman, Budist, Yahudi veya başka hangi milletten olursa olsun, yabancının Fransızlaşmasını gerektiren hukuki bir esasın tatbikinden ibaretti. en ileri görünüşii Herkesin bildiği gibi Avmpada bir takım mahalli diişmaiılıklar, hayat felsefesine inanan hıristiyanlar arasında bile alevlenmiş, hatta günümüze kadar bu devletler arasında tutuşan fitne ateşi söndiiriilememiştir. Muhtemelen bu ülkeler arasında sürüp giden savaşların neticelerinde muzaffer olan taraflar, istemiyerek azınlıklara iyi muamele etmek zorunda kalınışlardıi. Böylece bir ülkede oturan yabancıları korumak, onlara iyi davranmak ve güzel muamelede bulunmak, Birinci Dünya Harbinden sonra Çekoslovakya, Yugoslavya ve Yunanistan gibi ülkelerde yapılan antlaşmalarda açıkça ileri sürülen şartlar arasında yer almıştır. Bazı Avrupa devletle:ri de kendiliklerinden ülkelerinde bulunan yabancılara iyi muamelede llulunacaklarını vadetmişlerdir; fakat hukukçular bu türlü vadierin faydasına pek inanmazlar, bir tarafın vadi ile tarafların antlaşmaları arasındaki farkı belirtmeye çalışırlar. Bazı Av:rupa devletleri bu gibi vadleri, ancak miitekabiliyet esasına göre şart­ lı olarak veya en azından karşı devletin mukalıele bilmisilde bulunmamasını gözeterek yerine getirirler. Dolayısıyla bir devlet, ülkesinde oturan yabancılara, bunların tabi olduğu devletin ülkesinde bulunan y-urttaşlarına yaptığı muamele kadar iyi muamelede bulunur. Bir Alman aynı 294 1\IUH..-\.l\Il\IED H.A.l\IIDULLAH·ABDULKADİR ŞENER hukukçusu, bu türlü devletler arası m.ütekabiliyet esasına göre yapılan muamelelere "gönüllülük esasına bağlı hukuk" adını vermenin uygun olacağını söylemiştir. Ancak a&ıktır ki bu hukukun dünyada ittifakla kabul edilen bir niteliği yoktur; sadece bazı Avrupa devletlerinde bilinmektc ve uygulanınaktadır. Genel olarak azınlıkları teşkil eden yabancıların hakları, aşağıdaki maddeleri içine alır: a) Can, ırz ve ınallarının korunması. b) Din, inanç· ve ibadet hürriyetlerinin güven altına alınması. c) Asıl vatandaşlada eşit muamelelere tabi olmaları (bu, çok zordur). d) Tercih ettikleri dille konuşmalarına; isterse bu dil, asıl yurttaşların dilinden ayı·ı olsun, özel~ likle ilk okullarda onu kullanınalarma müsaade edilmesi. e) Şahsi hallerine, nikah, talak, nafaka ve miras konularında ailevi geleneklerine müdahale edilmemesi. f) Toplanma hürriyeti verilmesi. İkinci Cihan Harbinden sonra Birleşmiş lVIilletler Teşkilatı, kabul ettiği meşhur "İnsan Hakları Beyannam.esi"nde bu hakları din, dil ve Üzere üç sıruf halinde ele alınıştır. Bu üç sınıfta özetlenen teminat altına alınınası tatbikat bakınıından zor olabilir. Fakat sııf nazari bile olsa bu sınıflamada insanoğlu için bir hayır vardır. Bu üçlü sıruflam.ada yer alan insanın kültür hakkı, işin en güç olan cilıetini teşkil etmektedir; çünkü gelenekiere bağlı öyle kendisine özgü kültür çeşitleri vardır ki buıılar, Hindistandaki ineğe tapınma gibi, belirli memleket ve çevTelere m.ahsustur. Bu türlü bir tapınma, Brahm.an hukum.etini, ineği kesme ve etini yemeyi yasaklama cihetine sevketmiş­ tir. Hatta bu huklimet, bazı eyaletlerinde bir kısım ağaçların kesilmesini yasaklamak zorunda kalmıştır; çünkü oralardaki halk bu ağaçlara tapınmakta veya oııları kutsallaştırm.aktadır. Bazı ülkelerde öyle kültür ve gelenek çeşitleri vardır ki buıılar umumi ahlak ve din kurallarıy­ la tamamen çatışma halindedir. Bu konuda Hindistan diıılerinden günüınüze kadardevam eden ·yüzlerce ömek Ziikretm.ekmü.ın.kfuıdfu. Bu itibarla herhangi bir devlette veya nizamda yabancı haklarİnı tesbit ve tanzinı eden kanuruarı koyan yasama orgaıılarının kültür ve gelenekler hususunda her zaman ve her yerde mevcut olan bir kısım farkları gözÖ~ nünde bulundurmaları gerekir. kültür olınak haklarııı İSLAM ÜLKESiNDE ZİIVLMİLER Müslüm.aıılar, dini, vatandaşlık için bir esas, ehali ve yabancılar arasında ayırdedici bir unsur olarak kabul etmişlerdir. Buna göre İslam ülkesinde yaşayan gayr-i m.üsliınler yabancıdırlar; fakat düşman değil­ dirler; aksine, zim.ınidirler, yani oıılarııı can, ırz ve malları Allah'ın ve İSLAi\IDA DEVLETLER HUKUKU 295 O'nun ResUlünün zim.metindedir. İslam'da onlar devletler hukukunda sözkonusu edilirler; zira onlar azınlıklara mesunp olup İslam ülkesinde oturan yabancılardır. İşte İbn Kayyim'in bu eseri, zimmilerin hak ve vecibelerini, İslam hukukçularının bu konuda ihtilaf ettikleri meseleleri geniş geniş ele almaktadır. Kitabı tahklk eden arakadışımız Prof. Dr.Subhl Salih'in önsözü, bu meselelerin en önemlilerinin bir özet ve münakaşasını ihtiva etmektedir. Bizim onları burada tekrar etmemize bir gerek yoktur. Burada yeni Batı nizaınlanyla birkaç karşılaştırmaya işaret etmekle yetineceğiz. Bu hususta ilk dikkati çeken şey, Kur'an-ı Kerim'in ziromilere ve müste'menlere (hunlar İslam ülkesini ziyaret eden kimseler olup orada oturan yabancılardan ayı:ıdırlar) tanımış olduğu haklardır ki bunları henüz Batı yeni tanımaktadır. İslam'da zimmilere sırf din, dil ve kültür hürriyeti verilmekle kalınmanıış, ayrıca onlara yaşay-ışları ile ilgili her sahada tam hir muhtariyet verilmiştir. İki zimmi arasında hukuki hir ihtilaf çıktığı zaman medeni ve ceza! her hadisede onlar kendi özel dini esaslarına göre muhakeme edilınişlerdir. Kuı·'an, sadece bu hususa müsaade etmekle kalmamış; aksine, buna uyulmasını emretmiş· tir. "İncil'e bağlı olanlar, Allah'ın onda indirdiği ile hükmetsinler; Allah'm indirdiği ile hükmetmeyenler fasıktırlar.'* Hıristiyanlar hakkın. • ·da Kur'an-ı Kerim'de geçen bu hükmün hir benzeri Yahudiler için de geçınİştir .15 Kur' an," Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler kafirdirler.", "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler zalimdirler .'' diye yalındileri ikaz ve tehdit etıniştir. İslam hukukçuları hurada, Yahu di ve hıristiyanların zikredilmesinin lıasr için olmadığını, ancak temsil kabilinden olduğunu, İslam ülkesinde oturan bütün milletierin kendi din prensiplerine göre amel etmeleri gerektiğini, her milletin kendi kanun, adaletle hükmeden mahkeme ve hakiınlerine sarılmaları icap ettiğini, fakat taraflar kendiliklerinden müslüman kadı huzurunda yargılanmaya razı olduklan takdirde, kadı'nın aralannda hüküm vermesinde bir sakınca bulunmadığını İstin­ hat etınişlerdir. Nitekim Kur'an'da açıkça şöyle buyurulmuştur: "Eğer onlar, sana gelirlerse aralarında hükmet veya onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevi_msen sana asla bir zarar veremezler. Eğer hükmedersen aralannda adaletle hükmet.'' 16 Buhar!, zina eden hir Yahudi erkekle bir Yahudi kadının Medine'de Hz.Peyganıber'in huzuruna gelip hadd 14) l\Iaide Suresi, ayet: 50. 15) Maide Suresi, ayet: •13~!5. 16) Maide Silresi, ayet: 42. 296 lllUH.ı\.1\ll\lED H.ı\.llıiDULL.A.H·ABDULKADİR ŞENER cezası tatbikini istediklerini, Hz.Peyğamber'in de Tev-rat'ı isteyip onun hükümlerine göre recmedilmelerini17 emrettiğini rivayet eder. Yine Bu~· hari, Hz.Peyğamber'in, bir cariyeyi, başını iki taş arasında ezerck, öl. d üren Yahudinin Tev-rat hükümlerine göre aynı şekilde cezalandırılma­ sını18 emrettiğini nakleder. Buna göre müslüman kadı, huzuruna geldikleri zaman, İslam hukukunu değil, zimmilerin kendi hukuklarını tatbik edecektir. İslam hukukçuları, bazan bu gibi olaylarda İslam hukukunun tatbik edilebileceğini söylemişlerdir; fakat bu hususta birtakım şartlar da ileri sürmüşlerdir ki bizim burada onları ayrıntılarıyla anlatmanıız imkansızdır. Eğer muhasım taraflar ayrı ayrı milletiere mensup iseler, bu, deYletler özel hukukuna veya şimdiki tabiriyle "kanuıılar ihtilafına" taalluk eden bir husus olup genellikle böyle olaylarda davahnın kanunu tatbik edilir. İSLAl\'l'IN BAZI HÜKÜMLERDE SERT GÖRÜNEN TUTUMU Birisi çıkıp şöyle diyebilir: İslam, zimmiler veya müste'menler olsun, gayr-i müsliııılere tam bir hürriyet verme konusunda gösterdiği müsamaha ve kolaylığa rağmen, özellikle cizye, genel vergiler ve kıya­ fet ayrılığı gibi bazı hüküııılerinde gereksiz bir sertlik içerisine girmiş­ tir. İşte İbn Kayyim, bu gihi lıüküııılerin gayelerini de ilılaslı bir dille açıklamaya çalışmıştır. Yeteri kadar bilgi edinmek isteyenler, bu eserin ilgili bölümlerine başvurabilirler; yahut bu eserin ayrınıtılı fihristille veya fıkhl terimler indeksine bakmakla yetinebilirler; yahut da arkadaşı­ nıız Prof.Dr.Subhi Salih'in önsö7.ünü dikkatle okuyabilirler. Bununla birlikte biz, ortaya atılan bazı şüpheleri gidermek için İslam'ın azınlıklara muamelede gösterdiği müsamaha ve yüce ruhunu gözler önüne serecek olan belli başlı birkaç meseleyi burada belirtmek istiyo~uz. CİZYE Cizyeyi, mesela, İslam ieat etmiş değildir. Cizye, Araplara komşu olan İranlılarla Romalılarda İslam'dan önce mevcuttu ve askerlik hizmetini yapmayan herkesten alınırdı. İslam da bunu kabul etmiş; askerlik hizmetine katılan zimınilerden cizye almadığı gibi kadınlardan, ergiıılik çağına gelmemiş çocuklardan, ileri bir yaşa ulaşnıış ihtiyarlardan, 17) İbn Kayyim bu olaya kitabının 309. sahifesinde işaret etmiştir. Bak.ve krş. Tev-rat, Leviler, Bap: 20, ayet: 10. 18) Tevrat, Leviler, Bap: N, ayet: 17-20. 1 İSLAliiDA DEVLETLER HUKUKU 297 hayatla ilişkisini kesmiş olan rahiplerden, çalışma imkanı olmayan veya yeterli serveti bulunmayanlardan cizye talep . etmemiştir. Bazı hallerde İslam devleti, iyilik olsun diye zirnınileri cizyeden muaf tutma cihetine yönelmiştjr. Rivayete göre Hz.Peyganıber, "Oğlum İbrahim yaşasaydı, annesi Mariye-i Kıbtıyye'nin hatırı için Kıbtüeri cizyeden muaf tutardım." demiştir. Hz.Ömer de şu meşhur olayda İslam'a geçen hi:ı;metinden dolayı bir Y ahudiyi cizyeden muaf tutmuştur: Kıtlık yılı Mısırlı bir Yahudi Nil nchrini Kızıl Deııiz'e bağlayacak bir kanal açılması fikrini ortaya atmış, Mısır Valisi Amr b.el-As bu yolla erzak yüklü gemileri doğrudan doğruya Mısır'dan Medine'ye en yakın limana gönderme imkanını elde etmiştir. Bu işten dolayı çok menıııun olan Halife Ömer b.el-Hattab, iyi bir fikir verdiği için o Yahudiyi yaşadığı sürece cizyeden affetmek suretiyle mükafaatlandırnııştır 19 • İslam tarihiyle meşgul olanlar, Nceran hıristiyanları Yemen'den Irak'a nakledilince Hz.Ömer'in, "Buraya geldikten sonra onlardan yirmidört ay çizye alın­ mayacaktır."20 dediğini bilirler. Osman b.Mfan da Halife olunca Nceran hıristiyanları hakkında şöyle demiştir: "Ben onların cizyelerinden otuz kat elbise (hulle) indirdim, bunu oıılara Allah rızası için yaptım. " 21 Böylece daha sonra İslam hukukçuları zirnınllerin mali külfetlerini hafifletmişlerdir. Çağınıızda Pakistan HukUıneti 1368 H. /1949 M. yılında Anayasa Meclisinde bir İslam Prensipleri Komisyonu kurmuş ve bu Komisyon üyelerini Sünni ve Şii farkı gözetmeksizin ileri gelen bilginlerden seçmiştir. Bu Komisyon, tavsiyelerini ittifakla karara bağlayıp Hukumete takdim etmiştir. Sözü edilen Komisyon, cizye konusunu incelerken, Hıris­ tiyan, Yahudi, Budist, Brahman, sosyalist ve diğer yabancı devletlerde oturan çağdaş müslümanların durumları üzerinde uzun uzadıya durmuş ve bu deyletlerin milletlerine mensup zirnınilere cizye mükellefiyeti koyduğumuz takdirde oıılar da ülkelerinde yaşayan müslüman kardeşlerimize mukabele hilmisil olmak üzere haksız ve sert muamelelerde bulunurlar diye bir endişe izhar etı:rriştir. Bu Komisyonun cizyeden vazgeçerken İslam'ın müsamahakar ruhunu ihmal ettiğini sanmam; hatta o, bence, İslam'ın bazı çevrelerde ve bazı şartlar altında bir kısım meseleleri nasıl gerçekçi mantıki bir yolla ele almadaki elastikiyetini kavranııştır. 19) Bu zikretmiştir. olayı Suyuti, Husnu'l-ıl:luhadara adlı eserinde Nehru Emir el-Mu'miııin bahsinde · 20) Bak.Mubammed Hamidullalı, el-Vesaik es-Siyasiyye, No. 100. Bu haber, Ebu Yusııf ve İbn Sa'd'den rivayet edilmiştir. 21) M. Hamidullah, aJnı eser, No.103. Bu da Ebu Yusuf ve Ebu Ubeyd'den rivayet edilmiştir. 298 lllUHA.ll!i\IED HAliiİDULLAH·ABDULKADİR ŞENER HARA'G VE DiGER VERGİLER Harac ve diğer her tarafında vergilerinde müslümanların tatbikatı meınle· tarzda değildi; tarihi olay ve gerçekiere göre değişmekteydi. İslam devleti vilayetlerden biriyle biı- alıidrrame imzaladığı zaman bu alıidnamedeki şartlara bağlı kalırdı. Müslümanlarca gayr-i müsliınler arasında bir antlaşma bulunmadığı zaman devlet, uy· gun gördüğü takdirde eski nizann devam ettirme cihetiııe giderdi veya vergileri mükellefler içiıı ağır bulursa hafifletirdi. Bunun içiııdir ki harac İslam devletiııiıı her tarafında aynı ı'ni:ırtarda alınmazdı. Müslümanlar, genel olarak, öşür verirlerdi. Ancak onlar, zimmilerden öşre tabi olmayan bir tarla satın alırlarsa o zaman öşür yeriııe harac verirlerdi. Sa~ halıller ve Dört Halife devriııe ait bu gibi pekçok misali bize hadis ve tarih kitaplan nakletmektedir. Halifeler, bazı şartları değerlendirmektc ve bir kısım vergileri kaldırmakta idiler. Hz.Ömer Mısır, Şam ve hatta Irak'ta, halka kolaylık olsun diye bütün hurma vergilerini affetmişti. Bu olayı Ebu Yusuf IGtabu'l-Harac'ında rivayet etmiştir. ketiıı tarım aynı Müslümanlar, fetihleri sırasında İran nufuzuna tabi olan bazı yerlerde "SuhraH adı verilen bir nizaınla karşılaşınışlardır. Bu "Suhra", ekseriya Kisrii, emir'ler ve yüksek memurlara ait ikta'larla ilgili idi. Onlar, İslam ordularının önünde mağlup olunca, İslam devleti, salıip­ leri kaçan bu araziııiıı tabi olduğu suhra nizanıınİ ortadan kaldırınış, bu toprakları işleyen çiftçilere vermiş ve yüz ölçümüne göre onlardan harac alınıştır. Daha sonra sııhra nizann ile ilgili diğer şeyler de yavaş yavaş kaldırılmıştır. Yurda sokulan ticaret mallarında zimıni, müslümanın ödediği ver· giııiıı iki katını; harbl müste'men, zirnıninin ödediği verginin iki katını öderdi. Buna göre Dört Halife dev-rinde vergi olarak müslüman tiicir, öşrün dörttebirilli (ı jıO un ı /4 ü = % 2,5), zimıni öşrün yansını (1 jıO un ı /2 i = % S), lıarbl müste'men de genellikle öşrünü (ı jıO = % ı o) verirdi. Bazan da İslam ülkesini ziyaret edenlerden, şartlar gözönüne alınarak, vergi külfeti lıafifletilirdi. Mesela, Hz.Ömer, Mediııe'ye gelen N abatilere böyle bir kolaylık tanıınıştır. Asıl yUrttaşlarla yabancılar arasındaki böyle bir ayırım, dünyanın müslümanlar icat etmemiştir ki ilk icat edeııler onlar oldukları içiıı haksız olsunlar. Aksiııe müslümanlar, içti- · mai adaleti gerçekleştirmek içiıı bu usulü beııimsemişlerdir; zira müslümanlar, kadın-erkek, bu hafif "günırük" vergisi yanında, biriktirdikleri ve üzeriııden bir yıl geçen ve ııisaba ulaşan mallarından "zekat" olmak üzere % 2,5 unu veriyorlardı. Biriktirilen ·mallardan alınan bu türlü her tarafında mevcuttu. Bu işi 1 -İSLA.:MDA DEYLETLER HUKUKU 299 vergiden zimmiler muaf tutulduğuna göre, müslümanlada gayr-i müslimler arasındaki bu fark, manevi ve teknik bir niteliktedir; maddi ve gerçek bir mahiyet arzetmez: Müslüman iki vergiyle mükellef olduğu halde, zimm! bir vergiyle yükümlü tutulmuştur. Bundan daha önemlisi, müslümanlara faiz {ı·iha) yasaklandığı halde zimmilere böyle hir yasak konulmamıştır. Oysa faizin sağladığı günlük mcnfaat, ticaretle sağlanan menfaatten çok daha fazla idi. Hele bu, insanların kat kat faiz aldıkları o çağlarda çok önemliydi. Bu durum, hizi, İslam'da müslümanlara zimmlierdcn daha çok vergi yüklendiğini itirafa zorlamaktadır. Belki hu mantık! değildi ve İslam hukukçuları bu konuda müslümanlara daha ağır davramldığını kabul etmiş, hatta duıumu İslam ülkesindeki asıl yurttaşlar lehine değiştirmeyi düşiinmüşlerdir. Şüphesiz ki bu -o tafsüatla birlikte- f:ıkhi bir ictilıaddan iharetti; bir Kur'an emri veya bir Siimıet gereği değildi. Y almz hizi ilgilendiren, İslam vergi hukukunda zimmilere hiç kimsenin zulmetmediğini bu durumun açıkça göstermesidir. KIYAFET AYRILIGI Zimnılyi müslümandan ayırdeden luyafet meselesine Kuı·'an ve hiç dokunulmanııştır. Dolayısıyla bu meselenin din! bir esası yoktur. Bence bu iş, içtimail, siyasi ve zamana bağlı bir şey olup son çağlarda ortaya çıkmış ve sonraları taklidedilegelıniştir. Uzun bir inceleme ve düşünmeden sonra, bu hiikmün zimmilerin aleyhlerinde değiJ, lehlerinde ])ir şey olduğu, onlarıküçük düşürmek için değil, kendi maslahatları icabı buna başvurıılduğu sonucu çıkmaktadır. Siimıette İdare edilen insandaki aşağılık duygusu, onu, luyafet ve süslenme gibi konularda kıral ve hükümdarları körü körüne taklide zorlar. Bazı halifeler, zimı:n!leri kendi luyafetlerini muhafazaya zorlanıış ve şahsi ziynetleri balumından müslümanları taklit etmelerini yasaklamışlarsa, bilrek veya bilmeyerek onlara İslam mulıitlerinde varlık ve kültürlerini korumaları için yardımcı olmuşlardır. Müslümanlar, eğer son zaman.;Iarda Batılıların yaptığı gibi yabancıları hakim milletin kültürü içinde eritıneye zorlasa:Iardı, İslam devletinde yabancı kültürlerin hiç hir izi kalmazdı bugün. İşte bu mukaddiınede bizim hatırımıza gelenler bunlardır. Zimm!lerle ilgili hükünılerin ayrıntılarını öğrenme işini ise, gerçek delil ve nass' • lara, doğru mantık ve sağlam araştırmalara dayanan elimizdeki eser üzerine almıştır.