ِﯾم ﻣن ﱠ ِﺑ ْﺳ ِم ﷲِ ﱠ ِ اﻟر ْﺣ ِ اﻟرﺣ BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM "Hikmet-i aliyye"nin (aliyy yani yüce ve üstün kelimesindeki hikmetin) Kelime-i İsmâîliyye'ye (İsmâil kelimesine) müstenid (dayandırılmış) olmasının sebebi budur (şudur) ki, Hak Teâlâ İsmâil (a.s)’ı ism-i "Aliyy”e (El-Aliyy: ”her bakımdan en üstün ve en yüce olan” ismine) mazhar (görüntü yeri, ayna) kıldı. Onun için himmeti âlî (üstün bir gayret ile Hakka yönelmiş) olup, Hakk'a karşı uhûd-ı sâbıka ve lâhikasında (önceki ve sonraki ahidlerinde, vermiş olduğu sözlerde) va'dine vefâ ederek, (sözlerine sadık kalarak) ibrâz-ı sadâkat eyledi (içten bağlılık ve doğruluk gösterdi). Nitekim Hak Teâlâ onun hakkında “ve cealnâ lehüm lisâne sıdkın aliyyâ” yânî “ve onları lisânda sâdık ve aliyy kıldık”. (Meryem, 19/50) buyurmuştur. Ve bu ülüvv-i mertebesinden (mertebesinin yüksekliğinden) dolayı Rabb'i indinde (katında) marzî (kendisinden râzı olunan) oldu. Yâhut İsmâîl (a.s.) zât-ı câmianın (Zât’a ait tüm isim ve sıfat topluluğunun) mazharı (görüntü mahalli) olan ve ulüvv-i zât (zâti yücelik) sâhibi bulunan Nebî'miz (peygamberimiz) (s.a.v.) Efendimiz'in rûhâniyyetini hâmil (taşıyor) olduğu için, "hikmet-i aliyye" (yüksek, yüce ve üstün olmayla ilgili hikmet) bu kelimeye mukârin (ilişkili) kılındı. Ve "Aliyy" esmâ-i zâttan (Zât’a ait isimlerden) bir isim olduğundan Cenâb-ı Şeyh (r.a) onların hikmetinde, zât hasebiyle, (sebebiyle) o ismin ahadiyyetini; (“tek”liğini) ve esmâ (isimler) ve sıfât (sıfatlar) hasebiyle (sebebiyle) de külliyyetini (bir topluluk halinde olduğunu) beyâna (anlatmaya) şurû' buyurdu (başladı). Ve ism-i Aliyy (Aliyy ismi) İsmâil (a.s)’ın Rabb-i hâssı (öz rabbı, (tasarrufu altında olduğu isim) olup, ondan râzı olduğu gibi, mevcudâttan her bir mevcûdu terbiye eden esmâ-i ilâhiyyeden (ilahi isimlerden) her birisinin dahi (de) kendi merbûb (kullarından) ve mazharlarından (görüntü mahallerinden) râzı bulunduğunu bu fass-ı münîfde (kıymetli eserinde) beyân eyledi (açıkladı). Ma'lûm olsun ki, muhakkak müsemmâ-yı Allâh, Zât ile ahadî, esmâ ile küldür. (1) Kesin olarak bilinsin ki, Allâh ismiyle isimlendirilmiş olan, Zât’ı bakımından bölünmez, parçalanmaz, eşsiz bir “tek” (ahad) ve isim ve sıfatları bakımından ise bir “kül” yani topluluktur. (“bir”lik, çokluklar bütünüdür). (1) Ya'nî "Allah" tesmiye olunan (olarak isimlendirilen) "vücûd"un (varlığın) zâtında hiç bir vech (yön) ile kesret (çokluk) yoktur. Belki (hatta) o vücûd (varlık), zât ile ahaddır. (eşsiz bir tek’ dir) Ve zât-ı ahadiyyet (“tek”in zâtı, sırf zat) tecellîden (ortaya çıkıp, görünür olmaktan, herhangi bir oluşumdan) müberrâdır; (beridir, temizdir) çünkü âlemlerden ganîdir. (zengindir, onlardan yana ihtiyaçsızdır) Ve bu zât için vücûh-ı gayr-ı mütenâhiyye (sonu olmayan vecihler, yönler,sebepler, ilişkiler) vardır ki, esmâ (isimleri) ve sıfâtı (sıfatları) muktezî olan (gerektiren, icabettiren) "ulûhiyyet" (İlâhlık mertebesi) o vücûhu (vecihleri, yönleri, sebepleri, ilişkileri) cem' eder (kendinde toplar). İmdi (buna göre) hazret-i ilâhiyye (ilahi mertebe, Ulûhiyyet mertebesi) kâffe-i sıfât ve esmâ (isim ve sıfatların hepsi) ile berâber "zat"tan ibâret olduğundan, esmâ (isimlere) ve sıfâta (sıfatlara) nazaran (göre) küll mecmû'udur (hepsinin birarada olduğu bir toplamdır, toplulukdur). Misâl: "Akıl" dediğimiz şey bir ma'nâdır ki, zâtında (kendisinde) aslâ kesret (çokluk) yoktur; zât ile ahadîdir. (kendi başına tekliktedir. tek bir şeydir) "Akıl" olabilmek için, nefs-i emirde, (aslında) âsârda (eserlerde) mütecellî olmasına (açığa çıkıp görünür olmasına) lüzûm yoktur. Âsârda (eserlerde) zâhir (görünür) olsa da, olmasa da, zâtında yine akıldır. Binâenaleyh (bundan dolayı) âsârdan (eserlerden) müstağnîdir (zengindir, onlara ihtiyacı yoktur). Fakat onun şuûnât-ı nâmütenâhiyyesi (sonsuz işleri, fiilleri) vardır ki, onları zâtında cem' etmiştir (kendisinde toplamıştır). Devr-i Âdem'den (Âdem zamanından) bu âna kadar zuhûr etmiş (meydana çıkmış) ve bundan sonra da zuhûr edecek (meydana çıkacak) olan âsâr-ı muhtelifesi (çeşitli eserleri) i'tibâriyle (bakımından) o ma'nâ küldür. (bir bütündür) Her bir mevcûd için, Allâh'dan, hâssaten onun Rabb'inin gayrisi yoktur. Onun için kül olması müstahîl olur. (2) Mevcûtların her biri için, Allâh'da (Uluhiyyet, İlâhlık mertebesinde), sadece kendisine hâs (kendisine tahsis edilmiş, özel) olan Rabb’inin yani terbiye edicisi durumundaki İlâhi İsimin dışında başka bir şey yoktur. (Her kul mutlaka Allah’ın isimlerinden biri olan bu özel Rabbinin yani Rabb-i Hâs’ının etkisi ve yönetimi altındadır ki, onun vasıtasıyla eğitilir ve terbiye edilir, kulun Allah'la (Uluhiyyet, İlâhlık mertebesi ile) bağlantısı da o isim yani Rabbi hâs’ı vasıtasıyla olur.) Allah isminin kapsadığı İlâhi İsimler topluluğunun tamamının onun için (o mevcudun Rabb-i hâs’ı) olması imkânsızdır. (2) (Silik kısımlar orjinal metinlerde olmayıp konunun daha iyi anlaşılması için tarafımca eklenmiştir. N. Koçer) Ya'nî her bir mevcûdun (varlığın), "ulûhiyyet" (İlâhlık) mertebesinden aldığı hisse (pay) ve nasîb, ancak kendisinin Rabb-i hâssı (öz Rabbi) olan bir "isim"dir; ve o mevcûdun (varlığın) Allah'a irtibâtı, (bağlantısı) o isim vâsıtasıyladır; ve o ismin "eser"i, o mevcûd (varlık) olduğundan, onun sûret-i zâhiresidir. (açığa çıkıp görünür olmuş suretidir) Ve o "isim", o mevcûdun (varlığın) bâtınıdır (ruhudur, arkasında gizli olan şeydir) ve hakîkatıdır. Vâkıa (gerçi) her bir mevcûd (varlık), âlemlerin Rabb'i olan Allâh'ın mazharıdır. (görüntü mahallidir) Fakat bu mazhariyyet (görüntü yeri, ayna oluş) mevcûdâttan (varlıklardan) herbirinin rubûbiyyet-i mutlakadan (mutlak, kayıtsız Rububiyetten) mazhar (görüntü mahalli) olduğu ism-i hâssın (hâs ismin) rubûbiyyet-i hâssası (ona hâs rububiyeti) haysiyyetiyledir; (yönüyledir) yoksa mertebe-i ulûhiyyetin (Ulûhiyet mertebesinin) mutazammın (içine aldığı, kapsamış) olduğu esmânın (isimlerin) küllîsine (tamamına) mazhariyyet (ayna olmak) her bir mevcûd için müstahîldir. (imkansızdır) Bu mazhariyyet (bu şekildeki görüntü mahalli, ayna oluş) ancak "insân-ı kâmil"e mahsûstur (özeldir). Zîrâ (çünkü) insân-ı kâmil kâffe-i esmâ-i ilâhiyyeyi (bütün ilahi isimlerin hepsini) câmi' olan (kendinde toplayan) "Allâh" isminin mazharıdır; (görüntü mahallidir, aynasıdır) ve insân-ı kâmilden gayrı (başka) hiçbir mevcûdun (varlığın) bu mazhariyyete (görüntü mahalli, ayna oluşa) isti'dâdı (kabiliyeti ve kapasitesi) yoktur. Misal: Kendisinde mi'mârlık, hattâtlık, (yazıcılık) ressâmlık ve marangozluk ve sâire (diğerleri) gibi birtakım sıfât (sıfatlar) olan kimse, bu sıfatlarının icâbâtı (gerekleri) olan isimler ile zâhir olmak (açığa çıkmak) murâd etse (istese); ve meselâ kendisinin ressâm olduğunun bilinmesini istese, bir levha tersîm edip (resim çizip) ortaya atar. Bu levha onun "ressâm" isminin mazharı (görüntü mahaliı, açığa çıktığı yer) olur. Zîrâ "ressâm" isminin taht-ı terbiyesindedir (terbiyesi altındadır). Ve bu şahsın mütaaddid (birçok) isimlerinden levhanın nasîbi, (aldığı pay) hassâten (sadece) "ressâm" ismidir. Maahâza (bununla beraber) o levha, o kimsenin rubûbiyyet-i mutlakası (mutlak, kayıtsız rubiyetinin, idare ve terbiye ediciliğinin) tahtında (kontrolü ve yönetimi altında) olmaktan da vâreste (kurtulmuş) değildir. Çünkü bu şahıs o levhaya ilmiyle, irâdesiyle, kudretiyle ve sâir (diğer) sıfâtıyla (sıfatlarıyla) da mütecellîdir (tecelli edicidir, etki edendir). Şu kadar ki bu rubûbiyet-i mutlakaya (mutlak, kayıtsız rububiyete, idare ve terbiye ediciliğe) o levhanın mazhariyyeti, (görüntü yeri, ayna oluşu) ressâm ism-i hâssının, (ressam hâs isminin) rubûbiyyet-i hâssası (kendisine hâs rububiyeti) cihetiyle (yönüyle, sayesinde) vâkı' olmuştur (gerçekleşmiştir). Binâenaleyh (bundan dolayı) levhanın mi'mâr, hattât (yazı yazan) ve marangoz ve sâir (diğer) isimlerin mazharı (görüntü yeri) olması müstahîldir. (imkansızdır) Zîrâ o levha bu isimlerin mahall-i tecellîsi (açığa çıkıp göründüğü yer) olmak isti'dâdını hâiz (kabiliyetine sahip) değildir. Fakat bu kimse kâffe-i esmâsının (bütün isimlerin) zuhûruna (açığa çıkıp görünmesine) müstaid (istidadlı, müsait) olmak üzere, meselâ bir câmi' binâ etse, bunda mi'mârlığı görünür. Ve üzerine güzel yazılar yazsa hattâtlığı; ve resimler yapsa ressamlığı; ve kürsüler i'mâr etse marangozluğu meşhûd (görünür) olur. Ve câmi' o kimsenin ne kadar isimleri varsa, cümlesinin (hepsinin) mazharı (açığa çıktığı, göründüğü yer) olduğundan, resim levhasına nisbetle (kıyasla), bir mazhar-ı kâmil (mükemmel bir görüntü mahalli) olur. Velâkin ahadiyyet-i ilâhiyyede kimse için kadem yoktur. Zîrâ biri için ondan bir şey vardır; ve diğeri için de ondan bir şey vardır, denilmez; çünkü O teb'îz kabul etmez. İmdi O'nun ahadiyyeti bi'l-kuvve olan cemî'-i esmânın mecmû'udur. (3) Ancak ilâhi “tek”likten yani ahadiyet, sırf Zât mertebesinden kimse için bir nasib yoktur. Çünkü herhangi birisi için O’ndan bu kadar payı ve bir başkası için de O’ndan şu kadar payı vardır, denilmez; çünkü O (ahad yani mutlak “tek” olan Zât) bölünme ve parçalanma kabûl etmez. Bu durumda O'nun mutlak “tek”liği kendisinde bilkuvve (potansiyel/gizli, henüz açığa çıkmamış olarak) mevcut olan bütün isim ve sıfatlarının toplamıdır. (3) Cenâb-ı Şeyh (r.a), balâda (yukarıda) "Allâh" ismi ile müsemmâ (isimlenmiş) olan vücûdun, (varlığın) zât ile ahadî (sırf tek olduğu) ve esmâ (isimler) ile kül (isimlerin bütünü) olduğunu beyan buyurmuş (açıklamış) idi. Şimdi de ahadiyye-i ilâhiyye-i zâtiyyede (Zât’ın İlahi “tek”liğinde) kimse için kıdem, (duracak yer, bir pay, ordan bir nasip) ya'nî vücûd (varlık) ve sübût, (sabit bir kısım, paylaşım) olmadığını; ve meselâ falan sûret için falan şey ve falan sûret için dahi (de) falan şey sâbit olmuştur (vardır, doğrudur kesindir) denilemiyeceğini; ve çünkü ahadiyyetin (mutlak “tek”liğin) teb'îz (parçalanma ve kısımlara ayrılma) kabûl etmiyeceğini beyân buyururlar. (bildirirler) Ma'lûm olsun (bilinsin) ki, mertebe-i ahadiyyette (ahadiyet, sırf Zât mertebesinde) ne isim ve ne de resim yoktur. Bu mertebeye verilen "vücûd-ı mutlak" (kayıtsız, sınırsız varlık) ismi, efhâma (idraklere) anlatmak için vaz' olunan (konulmuş olan) bir ıstılâh-ı mahsûstan (özel bir terimden) ibarettir. Binâenaleyh (bundan dolayı) bu mertebede fiilen (fiili olarak) sâbit (belirli, mevcut) olmuş bir vücûd (varlık) yoktur. Ne kadar kesret-i nisebiyye ve vücûdiyye (çoklukla ve varlıklarla ilgili ilişki ve bağıntılar) varsa, cümlesi (hepsi) O'nda mücmelen (toplu olarak) kuvvededir; (potansiyel hâlindedir) ve esmâ-i ilâhiyye (ilâhi isimler) yekdîğerinden (biri diğerinden) mütemeyyiz (ayrışmış, seçilebilir) bir halde değildir; ve hepsi O'nun aynıdır. Ve zât-i ahadiyyet (“Tek”, sırf Zât) mütecezzî (parçalara, kısımlara ayrılır) olmadığından, bir cüz'ü (kısmı) falan ve bir cüz'ü de (kısmısa) falan şey içindir denemez. Binâenaleyh (bundan dolayı) "Allah" ismi ile müsemmâ olan (isimlenen) zâtın ahadiyyeti, (bölünmez, “Tek”liği) O'nda kuvvede (potansiyel olarak) bulunan kâffe-i esmânın (isimlerin tümünün) mecmû'udur. (toplamıdır) Zîrâ bâlâda (yukarıda) beyân olunduğu (açıklandığı) üzere esmâ ile küldür. (isimleri de kapsayan, onlarla beraber bir bütündür) Misâl: Bir çekirdeğin içinde dallarıyla, yapraklarıyla, çiçekleriyle, meyveleriyle berâber bir ağaç vardır. Fakat bu ağaç kuvvededir, (potansiyel hâlde mevcuttur) henüz fiile çıkmamıştır; ve icmâldedir, (toplanmış öz haldedir) henüz tafsîle (detaya, ayrıntıya) gelmemiştir. Ve çekirdek içinde mündemic (dürülü, saklı) olan bu ağaç, o çekirdiğin aynıdır (kendisidir, hakikatidir). Ve onun dalları, yaprakları ve çiçekleri ve meyveleri birbirinden mümtâz (ayrışmış, seçilebilr hâlde) değildir. Çekirdeğin zâtı ahadiyyet (teklik) üzeredir; fakat kendisinde bilkuvve (potansiyel olarak) mündemic (içinde gizlenmiş) olan ağacın ve teferruâtının (ayrıntılarının) ve bu ağacın meyvelerindeki çekirdeklerden müteselsilen (peşpeşe gelecek olan) ilâ-mâ-lâ-nihâye (sonsuz sayıda) zuhûr edecek (meydana çıkacak) olan ağaçların ve onların teferruâtının (ayrıntılarının) kâffesinin (bütün hepsinin) mecmû'udur. (toplamı vardır) İmdi (buna göre) Cenâb-ı Şeyh (r.a) bâlâda (yukarıda) her bir mevcûdun bir Rabb-i hâssı (talim ve terbiyesi altında olduğu kendisine özel Rabbi, İlahi bir isim) olup, o mevcûdun (varlığın) rubûbiyyet-i mutlakadan (mutlak, kayıtsız rububiyetten) nasîbi, (alacağı payı) ancak o ism-i hâs (kendisine tahsis edilen isim) olduğunu beyân eylemiş (açıklamış) idi. Şimdi de mevcûdattan (varlıklardan) her birisinin, kendi Rabb-i hâssı (tasarrufu altında bulunduğu kendisine hâs Rabbi) olan isme göre saîd (beğenilmiş, kabullenilmiş) olduğunu ve her bir mevcûddan (varlıkların her birinden) Rabb-i hâssı (hâs Rabb’lerinin onlardan) râzî bulunduğunu beyân buyururlar (açıkladılar). Ve mevcûdâtın (varlıkların), kendi Rabb-i hâslarının (hâs Rabb’lerinin) sırât-ı müstakîmi (dosdoğru yolu) üzerinde nasıl yürüdükleri, Fass-ı Hûdî'de (Hûd bölümünde) tafsîl olunmuştur. (ayrıntısıyla anlatılmıştır) Ve saîd Rabb'i indinde marzî olan kimsedir. Halbuki hazret-i vücûdiyyede, Rabb'i indinde marzî olmayan kimse yoktur. Zîrâ o Rab, onun üzerine rubûbiyyetini ibkâ eder. Böyle olunca o kimse, Rabb'i indinde marzîdir. Marzî ise saîddir. (4) Ve saîd yani Hakk’kın rızasına ermiş ve her istediğine kavuşmuş bahtiyar kul, Rabb'i katında kendisinden râzı olunmuş olan kimsedir. Oysa varlık mertebesinde, Rabb'i tarafından kendisinden râzı olunmayan kimse yoktur. Çünkü her Rabb, kendi Rablığını yani terbiye, denetim ve yöneticiliğini, rabbi olduğu kimse üzerinde daimi olarak sürdürür. Böyle olunca o kimse, kendi hâs Rabb'i tarafından beğenilen ve kendisinden râzı olunan olmuş olur. Kendisinden râzı olunan ise saîddir yani Hakk’kın rızasına ermiş ve her istediğine kavuşmuş olan saadetli, bahtiyar kuldur. (4) Ya'nî saîd (Hakk’kın rızasına ermiş ve her istediğine kavuşmuş olan saadetli kul) kendisini terbiye eden ism-i hâs indinde (hâs isimce) marzî olan (kendisinden râzı olunan) kimsedir. Zîrâ o ism-i hâs (hâs isim) onun nâsiyesinden (alnından) tutup, kendi sırât-ı müstakîmi (dosdoğru yolu) üzerinde yürütür. Ve merbûbun (kulun) bu yol üzerinde yürüyüşü cebrîdir. (zorakidir, zor ile yaptırılır) Binâenaleyh (bundan dolayı) Rab (terbiyeci) olan o ism-i hâs (hâs isim) merbûbundan (kulundan, yani rabbi olduğu varlıktan) râzıdır. Ve mevcudâttan (varlık sahasında olanlardan) her birisi, böylece kendi Rab'leri (terbiye, denetim ve yöneticileri) olan esmâ-i hâssanın (hâs isimler) indinde (tarafından) marzîdirler. (kendilerinden râzı olunanlardır) Zîrâ (çünkü) o Rab merbûbunun (kulunun) üzerinde ale'd-devâm (devamlı olarak) rubûbiyyeti (rablığı yani terbiye, denetim ve yönetimi) ile kâim ve bâkîdir. (daimi olarak kalıcıdır) Eğer merbûbdan (kulundan) râzı olmasa idi, onun üzerinde terbiyesini dâim ve kâim (daimi ve kalıcı) kılmaz idi. Ve merbûb (kul) olan kimse, mâdemki Rabb-i hâssının (hâs rabbinin, kendi üstünde tasarrufta bulunan İlahi İsmin) rubûbiyyetini (rablığını) kâbiliyyeti (yetenek ve kapasitesi) ile kabûl etmiştir, elbette onun indinde (katında) marzîdir; (râzı olunandır) ve marzî olan (râzı olunan) kimse ise saîd (Hakk’kın rızasına ermiş ve her istediğine kavuşmuş saadetli kul) olur. Maahâza (bununla beraber) diğer isme nazaran (göre) şakî (beğenilmez, kabul edilmez ve kötü) olması, başka bir mes'eledir. Ve âyet-i kerîmede “ve lâ yerdâ li ıbâdihil küfra” (Zümer, 39/7) Ya'nî "Hak Teâlâ ibâdının (kullarının) küfrüne râzı olmaz" buyrulması bu hakîkata münâfi (aykırı) değildir. Çünkü Rabbü'l-erbâb (Rabların Rabbi) olan Allah Zü'l-Celâl Hazretleri erbâb-ı hâssanın (Hâs Rabb’lerin/isimlerin) cümlesinin (hepsinin) îcâbâtından (icab ettirdiklerinden) râzî değildir. Velâkin o isimlerin zuhûr-i îcâbâtı (gerektirdiklerinin açığa çıkışları) zâtının muktezâsındandır (gereklerindendir). Ve bunun için Sehl dedi: “inne rububiyyeti sırrâ ve hüve ente” Her bir "ayn"a hitâb eder. “Lev zahara batıltu rububiyyeti” ve “zahara” üzerine “lev” idhâl tti; ve harf-i imtinâ'dır, imtinâ' içindir. Halbuki o sır zâil olmaz. Binâenaleyh rubûbiyyet de bâtıl olmaz. (5) Sehl bin Abdullah Tusterî şöyle der: “inne rububiyyeti sırrâ ve hüve ente” yânî “Muhakkak rubûbiyyet yani Rabb’lık için bir sır vardır ve o da sensin”. Sehl’in buradaki “sensin” hitâbı varlık sahasında bulunan suretlerin herbiri içindir. Ve “Lev zahara batıltu rububiyyeti” yânî “Eğer o sır yok olmuş olsaydı rubûbiyyet yani Rabb’lık da elbette geçersiz olurdu” diyerek devam eder. Burada “zahara yânî zâil olma, yok olma” üzerine “lev yânî eğer” ilave etti. “lev yânî eğer” imkansızlık harfidir, bu harfi ilave etmekteki maksadı imkansızlığı belirtmekdi. (yani eğer kalkacak olsaydı demek hiçbir zaman kalması mümkün değil ama, diyelimki, farzedelimki olsaydı manasınadır) Çünkü o sır asla yok olmaz, böylelikle de rubûbiyyet yani Rabb’lık da hiçbir zaman geçersiz olmaz. (5) (Silik kısımlar orjinal metinlerde olmayıp konunun daha iyi anlaşılması için tarafımca eklenmiştir. N. Koçer) Ya'nî her bir ism-i hâssın (hâs ismin) rubûbiyyeti, (rablığı) merbûbu (kulu) üzerinde bâkî (daimi) olduğu için Sehl b. Abdullah Tüsterî (k.s.) buyurdular ki: "Muhakkak rubûbiyyet (rablık) için bir sır vardır; ve o sır dahi (da) sensin; ve eğer o sır zâil (devamlı olmamış, tükenmiş) olaydı rubûbiyyet bâtıl (geçersiz, abes) olur idi." Hz. Sehl "ente" (sen) kavli (sözü) ile her bir ayn-ı mevcûdeye (varlık suretlerinin herbirine) hitâb eder. "Zahara", "zâle", ya'nî "zâil oldu" (tükenip yok oldu) ma'nâsına gelir. Ya'nî Hakk'ın "rubûbiyyet" sıfatıyla ittisâfı (sıfatlanması) merbûbun (kulun, rabb’i olanın) vücûdûna (varlığına) mütevakkıftır. (bağlıdır) Binâenaleyh (bundan dolayı) merbûb (kul, rabb’i olan) mevcûd ve bâkî (var ve daimi) oldukça, rubûbiyyet (Rabb’lık) dahi (da) mevcûd ve bâkî (var ve daimi) olur. Merbûb (kul, rabb’i olan) zâil oldukda (tükenip yok olduğunda) rubûbiyyet dahi (de) zâil (tükenmiş, ortadan kalkmış) olur. Şu halde rubûbiyyet için olan sır, senin vücûdundur (varlığındır). Eğer senin ayn-ı mevcûdun (mevcut suretin) olan o sırr-ı rûbubiyyet (Rububiyet sırrı) zâil olacak (tükenip yok olacak) olsa, rubûbiyyet bâtıl (geçersiz, abes) olurdu. Halbuki Hak merbûb (kulları) üzerinde rubûbiyyetini (Rablığını) ibkâ etmekle (kesintisiz, devamlı sürdürdüğünden) o sır zâil olmaz (tükenip yok olmaz). Ve bi'n-netîce (sonuç olarak) rubûbiyyet de bâtıl (geçersiz, abes) olmaz. Bunun için Sehl b. Abdullah Tüsterî hazretleri "Lev zahara" deyip "zahara" kelimesine harf-i imtinâ' (imkansızlık bildiren harf) olan "lev"i idhâl (dahil) etti; ve bununla sırr-ı rubûbiyyet (rububiyyet sırrı) olan ayn-ı mevcûdun (varlık suretlerinin) zâil olması (tükenmesinin) mümteni' (imkansız) olduğunu murâd eyledi (belirtmek istedi). Zîrâ "ayn"ın vücûdu, ancak Rabb'i iledir; "ayn" ise dâimâ mevcuttur. Binâenaleyh rubûbiyyet de dâimâ bâtıl olmaz. (6) Çünkü “suret”lerin varlığı, ancak Rabb'leri ile sözkonusudur; "suretler" ise her zaman sürekli olarak var oluştadır. Bundan dolayı Rubûbiyyet de hiçbir zaman geçersiz olup ortadan kalkmaz. (6) Yanî sırr-ı rubûbiyyet (rububiyyet sırrı) olan vücûd-ı ayn (suretlerin varlığı) ebeden (asla) zâil olmaz (tükenmez); ve o zâil (tükenmiş) olmadıkça, rubûbiyyet dahi (de) zâil (tükenmiş) olmaz. Zîrâ ayn-ı mevcûdenin (ilmi suretlerin) vücûdu hâriçte, (dışardaki varlıkları) ancak Rabb'i iledir. Halbuki "ayn" (suret) ilm-i ilâhî (ilahi ilim) mertebesinde, âlem-i ervâhda (ruhlar aleminde), âlem-i misâlde (hayal aleminde), âlem-i şehâdette (görülen aleminde) ve âlem-i berzahta (ara alemde (kabir aleminde) ve âlem-i âhirette (ahiret âleminde), ve'l-hâsıl (sözün kısası) cemî'-i etvârda (bütün durumlarda, hallerde) dâimâ Rabb'i ile mevcûd ve bâkîdir (var ve daimidir). Ve bu "ayn" (suretler) ile tahakkuk eden (gerçekleşen) rubûbiyyet (rabblık) dahi (da) böylece cemî-i etvârda (bütün hallerde) dâimâ bâkî (devamlı) olduğundan ebeden (asla) bâtıl (geçersiz, abes) olmaz. Binâenaleyh (bundan dolayı) herhangi bir "ayn" (suret), taayyün-i evvel (ilk taayyün) mertebesinde müteayyin olduktan (belirlilik kazandıktan) sonra, hangi mevtına (mertebeye) intikâl ederse (geçerse) etsin (geçsin), artık mün'adim (yok olmuş) olmaz. Her mevtının (mertebenin) îcâbına göre bir kisveye (kılığa) bürünür. Nitekim Hz. Mevlâna (r.a.) buyurur: ........................ ........................... Tercüme: "Eğer benim câm-ı vücûdumu (camdan olan vücudumu) sâkî (içki dağıtıcısı) kırarsa, bundan dolayı gam yemem; (üzüntü çekmem) zîrâ (çünkü) onun koltuğunun altında başka bir kadeh-i vücûd (varlık kadehi) vardır. Ya'nî mevt-i sûrî (suretimin ölümü) ile bu vücûd-i cismânî (madde bedenim) harâb olursa, Hak âlem-i berzaha (ara, geçiş âlemine) münâsib (uygun) diğer bir vücûd (başka bir varlık, beden) verir." Ve her marzî mahbûbdur; ve mahbûbun her işlediği şey mahbûbdur. Zîrâ "ayn" için fiil yoktur; belki fiil, o aynda, onun Rabb'i içindir. Binâenaleyh "ayn", fiil ona izâfe olunmaktan mutmain oldu. Şu halde "ayn" Rabb'inin ef’âlinden onda ve ondan zâhir olan şeyle râziyye oldu. Bu ef’âl marzıyyedir. Zîrâ her bir fâil ve sâni' kendi fiilinden ve sanatından râzıdır. Çünkü her fâil ve sâni'; kendi fiilini ve san'atını, onun mâhiyyet-i muktezıyyesinin hâkkını kâmil kıldı. “a’tâ külle şey’in halkahu sümme hedâ” (Tâhâ, 20/50) Ya'nî "Hak Teâlâ her şeye halkını verdi." Ya'nî beyân etti ki, Hak her şeye halkını verdi. Binâenaleyh noksan ve ziyâdeyi kabûl etmez. (7) Ve her kendisinden râzı olunan sevilendir ve sevilenin her yaptığı sevilir. Çünkü "suret"lerin bir fiili (iş, hareket, eylem ve o eylemi gerçekleştiren güç, kuvvet, irâde vs.) yoktur; olsa olsa bu fiil o suretin Rabb’ine aittir. Bundan dolayı her "suret", fiilinden ötürü sorumlu tutulacağı kaygısından kurtulmuş olur. Şu halde her "suret" Rabb'inin fiillerinin kendisinde ve kendisinden açığa çıkmasından râzıdır. Bu fiiller (Hakk’ın) rızâsına da uygundur. Çünkü, her iş işleyen ve san’atkâr kendi fiilinden ve san’atından memnundur, râzıdır. Çünkü her iş işleyen ve san’atkâr; kendi fiilinin ve san'atının içeriği neyi gerektiriyorsa onun hâkkını mükemmel ve eksiksiz bir şekilde verir. “a’tâ külle şey’in halkahu sümme hedâ” (Tâhâ, 20/50) Yânî "Hak Teâlâ her şeye halkını verdi." Yânî beyân etti ki, Hak her şeye kendi yaradılışının ve kabiliyetinin gerektirdiği herşeyi hakkıyla yani doğru ve adaletli bir şekilde verdi, ne bir eksik ne de bir fazla. (7) Ya'nî her bir marzî olan (kendisinden râzı olunan) kimse terbiyesi altında bulunduğu ism-i ilâhînin (İlâhi ismin) mahbûbudur (sevgilisidir). Ve o kimse mahbûb (sevilen) olunca, o ismin îcâbâtından (gereği) olarak kendisinden sâdır olan (çıkan) ef’âl (fiiller) ve ahlâk ve kelâm (sözler) ve sâire (diğer şeyler) hep Rabb'inin (terbiyesi altında olduğu İlahi İsmin) mahbûbudur (sevdikleridir). Zîrâ ayn-ı mevcûdenin (açığa çıkmış bir varlık suretinin) belli başlı fiili yoktur. Çünkü meşhûdumuz olan (şahit olduğumuz, gördüğümüz) o "ayn"ın (suretin) bir vücûd-ı müstakılli (kendisine ait bağımsız bir varlığı) yoktur. Onun vücudu (varlığı) Rabb'i olan (kendisini terbiye eden) ismin sûretidir; ve o isim, o sûretin bâtını ve rûhudur. Binâenaleyh (bundan dolayı) o "ayn"da (açığa çıkmış surette) zâhir olan (görünen) fiil, "ayn"ın Rabb'i (açığa çıkmış suretin Rabb’i, terbiyecisi) olan ism-i ilâhînindir (ilahi ismindir). Bu sûrette (şekilde) her bir "ayn", (açığa çıkan suret) kendisinden sâdır olan (çıkan) ef’âlin (fiillerin, işlerin) kendine izâfet (bağıntılı) olunmayacağından mutmaindir (emindir). Bu hakîkat bilinince, nazar-ı hakîkatle (hakikat görüşüyle, açısından) bakıldığı vakit; hiçbir ferdin (kişinin) ef’âline (fiillerine) i'tirâz (karşı gelmek, kabul etmemek) muvâfık (uygun, yerinde) olmaz. Fakat nazar-ı şerîatle (şeriat görüşüyle) bakıldığı vakit, ism-i Hâdî (Hâdi yani hidayete erdiren isimi) ism-i Mudill'in (Mudill yani delalete düşüren isminin) ef’âline (fiillerine) i'tirâz eder (karşı çıkar, kabul etmez). Zîrâ (çünkü) müteşerri' (şeriate tabi) olan kimse ism-i Hâdî'nin (Hâdi yani hidayete erdiren isiminin); ve kâfir ve fâcir (günahkar) olan kimse dahi (de) ism-i Mudill'in (Mudill yani delalete düşüren isminin) terbiyesi altındadır. Birinin îcâbâtı (gerektirdikleri) diğerinin îcâbâtına (gerektirdiklerine) zıttır. Ve sırât-ı müstakîmleri (doğru yolları) ve bu sıratların (yolların) müntehâları (varacağı yerler) başka başkadır. Birinin müntehâ-yı sırâtı (yolunun sonu) neş'et-i uhreviyyede (ahiret yaşamında) cennet ve diğerininki cehennemdir. İmdi (şu halde) her bir "ayn", (açığa çıkan suret) kendi vücûdunda (varlığında), mürebbîsi (terbiye edeni) olan Rabb-i hâstan (kendi öz Rabbinden) zâhir olan (görünen, ortaya çıkan) şeyle, o Rabb'inin ef’âlinden (fiillerden) râzîdir. Bu ef’âl (fiiller) marzıyyedir (rızâya uygundur, kabul edilendirler). Zîrâ (çünkü) her bir fâil (fiil, iş işleyen) ve sâni' (sanatkâr) kendi fıilinden ve san'atından râzıdır. Eğer râzı olmasa onu yapmaz idi. Ve her fâil (işi işleyen) ve sâni' (sanatkâr) kendi fiilini ve san'atını, o fiilin ve san'atın mâhiyyeti (içeriği) neyi iktizâ ediyorsa, (gerektiriyorsa) hakkını vermek sûretiyle, mükemmel bir hâle getirdi. Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri Kur'ân-ı Kerim'de: “Kâle rabbunâllezî a’tâ külle şey’in halkahu sümme hedâ” (Tâhâ, 20/50) (yani “Rabbi’miz herşeyi kendi özellik ve istidadına göre yarattı ve onları kendileri için doğru olan yollara sevk etti.”) buyurdu. Ma'nâ-yı şerîfi budur ki: "Hak Teâlâ her şeye halkını, ya'nî isti'dâdının iktizâsı (gereği) olan hakkını (hakkı olan şeyi) verdi. Ondan sonra da her şeye halkını (yaradılışının ve istidatının gerektirdiği herşeyi) verdiğini beyân etti."(bildirdi) Binâenaleyh (bundan dolayı) her şey, kendi isti'dâdıyla (kabiliyetiyle ve kapasitesiyle) neyi taleb etmiş (istemiş) ise, ondan noksan ve ziyâdeyi kabûl etmez (eksiğine ve fazlasına râzı olmaz). İmdi İsmaîl (a.s.), bizim zikr ettiğimiz şeye usûru sebebiyle Rabb'i indinde, mârzîdir. Ve kezâlik her bir mevcûd Rabb'i indinde marzîdir. Ve her bir mevcûd, beyân ettiğimiz üzere, Rabb'i indinde marzî oldukda, diğer abdin Rabb'i indinde marzî olmak lâzım gelmez. Zîrâ rubûbiyyeti, ancak külden aldı; vâhidden almadı. Binâenaleyh ona külden, ancak ona münâsib olan şey müteayyen oldu. O da onun Rabb'idir. (8) Şimdi İsmaîl (a.s.), bizim bahsettiğimiz şeyin ayırdına varıp anlaması sebebiyle Rabb'i katında, kendisinden râzı olunandır. Ve aynı şekilde her bir varlık Rabb'i katında kendisinden râzı olunandır. Ancak varlıkların her birinin, bahsettiğimiz gibi, kendi Rabb’i tarafından râzı olunup kabul görmesi, diğer bir kulun Rabb'i tarafından da kendisinden râzı olunup kabul göreceği manasına gelmez. Çünkü rubûbiyyeti, ancak (İlahi isimlerin bir arada toplu olarak bulunduğu, Uluhiyyet, mutlak rububiyyet, vahdet mertebesi de denilen) “bütün”den (isimler topluluğundan) aldı; tek birinden (belirli tek bir isimden) almadı. Bundan dolayı ona, o “bütün”den, ancak kendisine (istidadına) uygun olan şey tâyin edilmiş oldu. O da onun Rabb'idir (rabb’i hâsıdır). (8) (Silik kısımlar orjinal metinlerde olmayıp konunun daha iyi anlaşılması için tarafımca eklenmiştir. N. Koçer) Ya'nî İsmâil (a.s) fiil, (iş işleme) "ayn" (açığa çıkmış suret) için sâbit (geçerli) olmayıp, ancak aynda (açığa çıkan o surette) mütecellî (tecelli eden, açığa çıkan) ve zâhir olan (görünür olan) Rabb-i hâs (kendi öz Rabbi) için sâbit (geçerli) olduğuna ve o ayn (suret) dahi (de) ancak kendisinden zâhir olan (açığa çıkan) şeyi kâbiliyyet ve isti'dâdı (yetenek ve kapasitesi) ile Rabb'inden taleb eylediğine (istediğini) ıttılâı (bilmesi, haberli olması) sebebiyle, Rabb'i hâs (kendi öz Rabbi) indinde (katında) marzîdir (kendisinden râzı olunmuş) ve beğenilmiştir. Zîrâ (çünkü) rabb-i hâssı (tasarrufu altında bulunduğu isim, öz Rabbi) o mevcûdun (varlığın) üzerine rubûbiyyeti (Rablığı, tasarruf ve terbiye ediciliği) ibkâ etti; (daim ve devamlı kıldı) ve onun isti'dâdı (yetenek ve kapasitesi) hasebiyle, (sebebiyle) ona tecellî edip (tesir edip, onda açığa çıkıp) ef’âlini (fiillerini) onda ızhâr eyledi (sergiledi). Maahâza (bununla beraber) her mevcûd (her varlık), Rabb-i hâssının (kendi öz Rabbinin) indinde (katında) marzî (râzı olunmuş, kabul edilmiş) olmakla yine o mevcûd (varlık), diğer abdin (başka bir kulun) Rabb'i indinde (katında. rabb’ine göre) marzî olmak ve beğenilmek (Râzı olunması ve beğenilmesi) lâzım gelmez. Zîrâ (çünkü) mevcûdun (varlıkların) her birisi rubûbiyyeti (terbiyesi ve hakimiyeti altında bulunduğu İlahi isimleri), ancak küll-i bi'l-esmâdan (bir takım isimler yoluyla “bütün”den) aldı; vâhid-i muayyenden (belirli birinden) almadı. Ve külden (“bütün”den) onun için müteayyen (belirlenmiş, taayün etmiş) olan şey dahi (de), ancak kendisine münâsib (uygun) olan şeydir. Ve kendisinin münâsibi (uygunu) olan şey de onun isti'dâdıdır (kabiliyet ve kapasitesidir). Ve o mevcûd (varlık) için kendisine münâsib (uygun) olarak külden (“bütün”den) müteayyen (belirlenmiş, taayyün etmiş) olan şey onun Rabb'idir. Bu bahsi biraz îzâh edelim: (açıklıyalım) Ma'lûm (bilinmiş) olsun ki, “ulûhiyet” (İlâhlık Mertebesi), ya'nî mertebe-i "vahdet", (İlk taayün, Allah mertebesi) kendisinde isim ve resim olmayan mertebe-i "ahadiyyet" (sırf zat mertebesi) ile, mertebe-i esmâ ve sıfât (isimler ve sıfatlar mertebesi) olan "vâhidiyyet" (ikinci taayün, ayan-ı sabite mertebesi) arasında bir mertebe-i mutavassıtadır. (ara, geçiş mertebesidir) Ve bu mertebe-i ulûhiyet (Uluhiyet, İlk taayün mertebesi) rubûbiyyet-i mutlakayı (mutlak, kayıtsız rububiyeti (rablığı) îcâb eder. (gerektirir) Zîrâ me'lûh (kul) olmayınca "ilâh" kimi terbiye edecektir. Halbuki âlemlerin kâffesi (hepsi) me'lûhdur. (İlahı olanlardır) Binâenaleyh (bundan dolayı) Allah Rabbü'l-âlemindir. (Âlemlerin Rabbidir) O'nun âlemler üzerindeki rubûbiyyeti (Rablığı) rubûbiyyet-i mutlaka (mutlak, kayıtsız, sınırsız Rububiyet) ve âmmedir. (geneldir, herşeyi kapsar) Ve her mevcûdun bu "ulûhiyyet" (İlahlık, Allah) mertebesinden aldığı hisse ve nasîb, ancak kendisinin Rabb-i hâssı (öz Rabbi, terbiyecisi) olan bir isimdir. Ve bu ismin rubûbiyyeti (rablığı, terbiyeciliği) rubûbiyyet-i hâssa ve mukayyededir (özel, birşeye tahsis edilmiş ve kayıtlı yani kısıtlanmış bir Rabblıkdır). Binâenaleyh (bundan dolayı) her bir mevcûd (varlık) rubûbiyyetini külden, (“bütün”den) ya'nî kâfffe-i esmâyı câmi' (isimlerin hepsini kendinde toplamış) olan mertebe-i ulûhiyyetten (İlahlık, Allah mertebesinden) almış olur. Ve bu, aldığı rubûbiyyet-i hâssa (kendisine tahsis edilmiş rububiyyet) dahi (de) onun kâbiliyyet ve isti'dâdına muvâfık (uygun) olup, mazhar (görüntü yeri) olduğu ism-i hâssa (kendine tahsisli isme) mahsûs (özel, ona ait) bulunur. İşte o mevcûdun (varlığın) ef’âlinden (fiillerinden, işlerinden) râzı olan ve ondan sudûr eden (çıkan) şeyleri beğenen ancak bu ism-i hâstır (özel, hâs isimdir). Meselâ mühtedînin (hidayete erişmiş olanın) Rabb'i (terbiyecisi) olan Hâdî ism-i hâssı, (özel ismi) ona hidâyetle mütecellîdir; (tecelli, tesir edicidir) ve mühtedîden (hidayete erenden) sâdır olan (çıkan) ef'âl (fiillerden) ve ahlâktan râzıdır. Ve kezâ (aynı şekilde) dâll (doğru yoldan sapmış) olan kimsenin Rabb'i (terbiyecisi) dahi (de), o dâlle (sapıtmış olana) dalâletle (doğru yoldan saptırmakla) mütecellîdir (tecelli, tesir eder). O Rab (Terbiye eden isim) dahi (de) Mudill ism-i hâssıdır. (özel ismidir) Ve kezâ (aynı şekilde) müntefi'in (faydalananın) Rabb'i Nâfi' (hayır, fayda veren); ve mutazarrırın (zarar görenin) Rabbi Dârr (sıkıntıve darlık veren); ve intikam olunan kimsenin Rabb'i Müntakım (cezalandıran, intikam alan); ve merhûmun (rahmet edilmiş olanın) Rabb'i Rahmân'dır (Herşeye Rahmet Eden’dir). Ve sâirleri (diğerleri) de bunlara kıyâs olunur. Birinin indinde (birine göre, birisi için) marzî (kabul gören, beğenilen) olan kimse diğerinin indinde (diğerine göre, diğeri için) marzî olmaz. (kabul görmez, beğenilmez) Ve kezâ (aynı şekilde) bir isme nazaran (göre) saîd (beğenilmiş, kabullenilmiş) olan, diğer isme göre saîd. (beğenilmiş, kabullenilmiş) olmaz Çünkü a'yân-ı mevcûde (varlık sahasındakiler) rubûbiyyetlerini küll (bir “bütün”) olan ulûhiyetten (İlahlık, Allah mertebesinden) ayrı ayrı ism-i hâslar (kendilerine tahsisli isimler) ile aldı; yoksa bir ism-i muayyenden (belirli tek bir isimden) almadı. Eğer bir ism-i muayyenden (belirli tek bir isimden) alaydı, mevcûdât (bütün varlıklar) rubûbiyyette müşterek (ortak) olur ve cümlesinin ef’âli, (fiilleri) o ism-i muayyen indinde (belirli isime göre) marzî (beğenilmiş, kabul görmüş) olmakla, hepsi müsâvî sûrette (eşit biçimde) saîd (beğenilmiş ve kabul görmüş) olurdu. Fakat her bir mevcûdun (varlığın) hissesini ve nasîbini bir ism-i hâssın (kendisine tahsisli, kendisine özel olan bir ismin) tavassutuyla (aracılığı ile) külden (“bütün”den) alması, mevcûdâtın (varlıkların) rızâ ve saâdette (kabul görme ve beğenilme konusunda) yekdîğerine (birinin diğerine) müsâvî (eşit) olamamalarını intâc eder (sonucunu verir). Binâenaleyh (bundan dolayı) bir ism-i hâssa (hâs isme) göre saîd (kabul görmüş, beğenilmiş) olan, diğer ism-i hâssa (hâs isme) göre şakî (kabul görmeyen, beğenilmeyen) olur. Ve hiçbir kimse rubûbiyyeti, Hakk'ın ahadiyyeti haysiyyetiyle ahz etmez; ve bunun için ehlullah, ahadiyyette tecellîyi men' eyledi. (9) Ve hiçbir kimse rubûbiyyeti, Hakk'ın ahadiyyeti yönünden yani sırf Zât’tan da almaz ve bunun içindir ki Evliya ve Veli’ler, ahadiyyette yani sırf Zât mertebesinde, herhangi bir tecellî yani açığa çıkıp görünme ve oluşum vb. şeyler kesinlikle yoktur derler. (9) Ya'nî zât-ı ahadiyyet (ahad, “tek”, sırf zât) mütecezzî (parçalanabilir, bölünebilir) olmadığı cihetle, (yönüyle) falan cüz'ünü (parçasını) falan şey; ve falan cüz'ünü (parçasınıda) de falan şey ahz' eyledi (aldı) demek mümkün olmadığından; ve binâenaleyh (bundan dolayı) onda ne isim ne de resim bulunmadığından, hiç bir kimse "rubûbiyyet"i Hakk'ın "ahadiyyet"i (“tek”liği) haysiyyetiyle (yönünden) ahz etmez (almaz). Zîrâ (çünkü) "rubûbiyyet" bir sıfattır; ve zât-ı ahadiyyet (“tek”likte olan sırf zat) ise esmâ (isimlerden) ve sıfâttan (sıfatlardan) müberrâdır. (münezzehdir, temizdir, uzaktır) İşe bu sebebden nâşî (dolayı) ehlullah, (Allah’ın evliya ve veli kulları) mertebe-i ahadiyyette (“tek”lik, ahadiyet, lâ-taayyün mertebesinde) tecellî (açığa çıkıp görünme, oluşum) yoktur, derler. Zîrâ tecellî (açığa çıkıp görünme, oluşum) için, bir tecellî olunan (kendisinde açığa çıkıp görünür olunacak, oluşum için mahall olacak) şey lâzımdır. Halbuki cemî'-i niseb ve izâfât (kıyas ve bağıntılar) zât-ı ahadiyyette (“tek”, sırf Zât’da) mahv (yok olmuş) ve müstehlektir. (tükenmiştir) İmdi sen O'nunla O'na nazar edersen, O kendi nefsine nâzırdır. Böyle olunca O, kendi nefsine, kendi nefsiyle nâzır olmaktan zâil olmadı. (10) Şimdi sen (Ey Arif, sen fenâ yani yokluk makamında) Hakk’a Hakk ile bakar olduğunda, O kendisine bakmış olur. Böyle olunca Hakk’ın, daimi olarak kendisini, yine kendisi ile seyrediyor olma durumu hiçbir zaman kesintiye veya değişikliğe uğramaz ve ortadan kalkmaz. (10) Ya'nî ey ârif, sen makâm-ı fenâda, (yokluk makamında) Hakk'a nefsin (kendin) ile değil, yine Hak ile nazar edersen (bakarsan). O'na nâzır olan (bakan) sen olmazsın; O kendi nefsine (kendisine) nâzır olur (bakmış olur). O ise evvel (öncesinde de) ve âhir (sonrasında da) bulunduğu halden zâil (ara vermiş, geçici) olmadı ve dâimâ kendi nefsine, kendi nefsiyle nâzırdır; (kendisini kendisi ile görendir) ve hiçbir şeye "ahadiyyet" ile (“tek”olduğu ahadiyet mertebesinde) tecellîsi yoktur. Zîrâ tecellî, (açığa çıkıp görünür olma) gayr (dışında olan, başka olan, başka birisi) için inkişâfdan (aşikar olmaktan, açığa çıkıp görünür olmaktan) ibârettir. Halbuki burada ne ağyâr (başkaları) ve ne de gayr (ayrı, dışında bir şey) yoktur. Ve bu, mertebe, butûn (gizlilik, görünmezlik) mertebesidir; zuhûr (açığa çıkıp görünme) mertebesi değildir. Tecellî (açığa çıkıp görünür, bilinir olma) ise butûn (gizlilik ve görünmezlik) değil, zuhûrdur (açığa çıkıp görünür oluşdur). Ve eğer sen O'na senin ile nazar edersen, "ahadiyyet" zâil olur. Ve eğer sen O'na O'nunla ve seninle nazar edersen, yine "ahadiyyet" zâil olur. Zîrâ "nazarte-hû"daki "tâ" zamîri, manzûrun "ayn"ı değildir. İmdi "nâzır" ve "manzûr" olan iki emrin iktizâ eylediği nisbetin vücûdu lâ- büddür. Böyle olunca "ahadiyyet" zâil olur. (11) Ve eğer sen Hakk’a kendin olarak bakarsan, "ahadiyyet" yani “teklik” ortadan kalkar. Ve eğer sen Hakk’a Hakk ile ve kendin olarak bakarsan, yine "ahadiyyet" yani “teklik” ortadan kalkar. Çünkü "bakarsan" ifadesindeki ikinci şahıs yani “sen” zamiri, bakılanın kendisi değil başkasıdır. Bu durumda da, "bakan" ve "bakılan" gibi iki ayrı husûsun gerektirmiş olduğu bir bağıntının kurulması kaçınılmazdır. Böyle olunca da "ahadiyyet" yani “teklik” ortadan kalkmış olur. (11) Ya'nî sen Hakk'a nefsin (kendin), vücûd-ı mukayyedin (sınırlı varlığın) ile nazar edersen, (bakarsan) o vakit bu nefsin (kendin oluşun) sebebiyle "ahadiyyet" zâil (devam etmez) olur; ve bu sûrette (şekilde, durumda) Hak sıfâtı (sıfatları) ve esmâsıyla (isimleriyle) sana tecellî eder; (açığa çıkıp görünür) ya'nî ahadiyyetle (salt, sırf “tek”liğiyle) değil, "vâhidiyyet"le (göreceli çokluk içeren “birlik”i ile) tecellî eyler. (açığa çıkıp görünür) Ve eğer sen Hakk'a, vücûd-ı Hak'la (Hakk’ın varlığıyla) ve senin vücûdun (varlığın) ile nazar edersen, (bakarsan) sen nefsinde (kendinde) nüzûl-i Rabbânî (Rabbani iniş) ile tahakkuk etmiş (gerçekleşmiş, oluşmuş) olursun. Nitekim hadîs-i şerifde buyrulmuştur: "Rabbimiz her gece semâ-i dünyâya (dünyanın semasına) nâzil olur"(iner) Ya'nî: "Rabbimiz her gece dünyâ semâsına iner. Ve bu nazar, (bakış) mukarrebîn-i ilâhî (Allah’a yakın olanlar) ve vâris-i muhammedî (Muhammedi mirascılar) olan zevât-ı saâdet-simâtın (mübarek kişilerin) nazarıdır (bakışıdır). Ve buna "fark-ı sânî" (ikinci fark) derler. Zîrâ bu saâdetlinin (mübarek kişinin) nazarında (görüşünde) Hakk'ın vücûdu (varlığı) halkın vücûduna (yaratılmışların varlığına) ve halkın vücûdu (yaratılmışların varlığı) dahi (da) Hakk'ın vücûduna (varlığına) hicâb (perde) olmaz. Ve bu nazar (bakış) ile dahi (de) "ahadiyyet" zâil (devam edemez, ortadan kalkmış) olur. Zîrâ “nazarte-hû" (sen ona baktın) daki "tâ-i hitâb" (“sen” hitabı), "manzûr" olan (kendisine bakılan durumdaki) Hakk'ın aynı değildir, gayrıdır. (başkasıdır) Çünkü "sen" dediğimiz vakitte, senin vücûd-ı mukayyedin (sınırlı varlığın); ve "O" dediğimiz vakit de Hakk'ın vücûdu (varlığı) sâbit (kast edilmiş, belirtilmiş) olur; ve bundan dahi (da) ikilik zuhûr eder. (ortaya çıkar) Ve "nâzır" (bakan) ile "manzûr"dan (bakılandan) ibâret bulunan iki şeyin iktizâ eylediği (gerektirdiği) nisbetin (bir bağıntının) vücûdu (varlığı) lâzım gelir; ve "nâzır" (bakan) ile "manzûr" (bakılan) arasında muğâyeret (gayrılık, başkalık) sâbit (kesin) olunca, ahadiyyet (“tek”lik) dahi (de) zâil (devam edemez, ortadan kalkmış) olur; çünkü ahadiyyette (“tek”likde) nisebin (bağıntıların) kâffesi (tamamı) muzmâhildir. (yıkılmış, yok hükmündedir)(“Tek”likte şeyler yoktur ki aralarında herhangi bir bağıntı olabilsin.) Ve eğerçi Hak kendi nefsiyle, kendi nefsinin gayrını görmedi; halbuki bu vasıfta nâzır ve manzûrun Hak olduğu ma'lûmdur. (12) Hakk’ın kendisiyle, kendinden başkasını görmediğ durumda da, “bakan” ve “bakılan” olarak vasıflananın her ikisinin de Hakk olduğu bilinmesine rağmen, (vasıfların varlığından dolayı) “mutlak ahadiyet” yani “tek”lik ortadan kalkar. (12) Bâlâda, (yukarıda) senin Hakk'a seninle olan nazarın (bakışın) ile, senin O'na O'nunla ve seninle olan nazarın (bakışın) zikredilmiş (anlatılmış) idi. Bu iki türlü olan nazarda (bakışta) dahi (da) Hak, kendi nefsiyle (kendisi ile), kendi nefsinden (kendisinden) gayrisini (başkasını) görmez. Halbuki Hak bu vasıfta, ya'nî senin vücûdun (varlığın) ile ve kendi vücûdu (varlığı) ile nâzır oldukda (baktığında) hem nâzır (bakan) ve hem de manzûrdur (bakılandır). Velâkin (ancak) nâzıriyyet (gören olma) ve manzûriyyet (görülen olma) nisbetiyle (bağıntılarıyla, sıfatlar sebebiyle) ahadiyyet zâil (“tek”lik devam edemez, ortadan kalkmış) olur. Ve nâzıriyyet (gören olma) ve manzûriyyetle (görülen olma ile) tecellîde (açığa çıkıp görünür olmak için) ise nisebin (bağıntıların, sıfatların, kıyas edilen şeylerin) vücûdu (varlığı) lâzımdır: İmdi marzînin mutlaka marzî olması sahîh olmaz. Ancak onda, onunla zâhir olan her şey, râzînin fiilinden olduğu vakit, marzînin mutlaka marzî olması sahîh olur. (13) Şimdi Rabb’i hâs’ı tarafından beğenilip kendisinden râzı olunanın, mutlak olarak yâni kendisinin, diğer tüm Rabb’ler tarafından da beğenilmesi ve râzı olunmuş olması söz konusu değildir. Meğer ki, râzi’nin (rabb’lerin hepsini kendinde toplamış olanın, rabbü’l mutlak’ın, rabbü’l-erbâb’ın) fiillerinin kendisinde ve kendisinden açığa çıkması için, bir istidatı yani kabiliyeti olsun. İşte o zaman, râzı olunan, kendisinden mutlak olarak yani tüm Rabb’ler tarafından râzı olunmuş olur. (13) Bu cümle bâlâda tezbîr (daha önce yukarıda yazılmış) olunan "Her bir mevcûd rubûbiyyeti ancak külden (esma ve sıfatlar “bütün”ünden) aldı, vâhidden (tek birinden) almadı; binâenaleyh (bundan dolayı) ona külden (esma ve sıfatlar “bütün”ünden, topluluğundan) ancak ona münâsib (uygun) olan şey müteayyen (tâyin edilmiş) oldu" cümlesinin mâba'didir; (devamıdır, geri kalanıdır) ve o cümleye merbûttur. (bağlanmıştır) Ve bu iki cümle arasındaki beyânât, (anlatılanlar) ahadiyyette (“tek”likte, lâ taayyün mertebesinde) tecellî (açığa çıkıp görünme, herhangi bir oluşum) olmadığını îzâh (açıklamak) için îrâd buyrulmuştur (söylenmiştir). İmdi (buna göre) her bir mevcûd, mâdemki rubûbiyyeti bir vâhid-i muayyenden (belirli bir isimden) almayıp, rubûbiyyet-i hâssadan (özel rablıktan) kendisine münâsib (uygun) şeyi külden, (“bütün”den) ya'nî rubûbiyyet-i mutlakadan (mutlak, salt, kayıtsız rububiyetten) aldı; ve ta'bîr-i dîğerle (diğer bir değişle) her mevcûd, mâdemki rubûbiyyeti isti'dâdına (kabiliyetine) göre "Allah" ism-i câmi'i (toplayıcı, tümel lsmi) tahtında (altında) bulunan esmânın (isimlerin) birinden aldı; şu halde ancak taht-ı terbiyesinde (terbiyesi altında) bulunduğu isim indinde (için, göre) marzî (kendisinden râzı olunan, beğenilen) olur; yoksa mutlakâ (her durumda) marzî (beğenilen, râzı olunan, kabul gören) olmaz. Çünkü diğer bir isim indinde (isme göre) marzî (beğenilmiş, râzı olunmuş, kabul görmüş) değildir; ve her bir ismin mazharı (göründüğü mahal, yer) dîğerini beğenmez. Nitekim Şeyh Sa'dî (k.s) buyurur. Beyt: ............... ....................... Tercüme: "Bir yahûdi ile müslüman nizâ' (münakaşa) ediyorlardı. Öyle ki onların sözlerinden bana gülme geldi. Müslüman hiddetle dedi ki: Eğer bu hüccetim (delilim) doğru değilse, ilâhî, cehûd (yahudi) olarak öleyim. Cehûd (yahudi) dedi: Tevrât'a yemin ediyorum, eğer hilâfım (yalanım) varsa, senin gibi müslüman olayım." Ve'l-hâsıl (sözün kısası) Rabb-i hâssı (hâs, öz rabbi) olan isim indinde (tarafından) marzî olan (beğenilen, kabul gören, râzı olınan) kimse, mutlakâ (her durumda, her isim için) marzî (beğenilmiş, kabul görmiş, râzı olunmuş) değildir. Ancak marzîde, (beğenilip râzı olunanda) marzînin (beğenilip râzı olunanın) vücûdu (varlığı) ile zâhir (açığa çıkıp görünür) olan kâffe-i ef’âl ve ahvâl, (bütün fiiller ve haller) râzînin (beğenip râzı olmuş olanın, tüm rabblerin) fiili olursa, ya'nî marzî olan (beğenilip kabul gören, râzı olunan) abdin (kulun kendi) fiili olmazsa, o vakit o abd (kul) mutlakâ (her durumda, tüm isimlerce) marzî olur (beğenilip kabul görür, kendisinden râzı olunur). Zîrâ (çünkü) râzînin (râzı olanın, rabb’lerin tümünün) fiili, kemâliyle (tam olarak) insân-ı kâmilde zâhir (açığa çıkıp görünür olur) olur. Çünkü insân-ı kâmil "Allah" ism-i câmi'inin (toplayıcı, tümel ismin) mazharı (açığa çıktığı görüntü mahalli) olduğundan bu isim tahtında (altında) müctemi' (cem olmuş, toplanmış) olan kâffe-i esmâ-i ilâhiyyenin (İlahi isimlerin hepsinin) mazharı (görüntü mahalli, aynası) olmuş olur. Ve onun Rabb'i, Rabb-i mutlak (sınırsız, kayıtsız, mutlak rabb) ve Rabbü'l-erbâb (rablerin rabbi) olan "Allah" ism-i câmi'i (toplayıcı, tümel ismi) olur. Nitekim âyet-i kerîme'de: “e erbâbun müteferrikûne hayrun emillâhul vâhıdul kahhâr” (Yûsuf, 12/39) Ya'nî "Erbâb-ı müteferrika (ayrı ayrı Rabb’lar) mı hayırlıdır, yoksa Vâhid-i Kahhâr (Tek Kahhâr) olan "Allah" mı hayırlıdır?" buyrulur. "İnsân-ı kâmil" rubûbiyyeti Rabb-i mutlak (kayıtsız, mutlak rab) olan Allah'dan ahz ettiğinden, (aldığından) onun mazharında (görüntü mahallinde, suretinde) zâhir olan (açığa çıkıp görünen) kâffe-i ef’âl ve ahvâl (fiillerin ve hallerin hepsi) mutlakâ (her durumda, tüm ilhi isimler için) marzî (beğenilip kabul görmüş, kendisinden râzı olunmuş) olur. Nitekim Hızır (a.s.) sefîneyi (kayığı) deldi ve gulâmı (erkek çocuğunu) katl eyledi. (öldürdü) Ve bunlar sûret-i zâhirede (görüldüğü şekliyle) münkerâttan (şeriatin men ettiği, Allah’ın yasak kıldığı şeyler) olmakla, Mûsâ (a.s.)ın inkârına (karşı çıkmasına, itirâzına) cevâben: “mâ fealtuhu an emrî” (Kehf, 18/82) Ya'nî: "Ben o işleri kendi nefsimin emriyle işlemedim" buyurdu. Zîrâ (çünkü): “innen nefse le emmâretun bis sûı” yânî “Muhakkakki nefs, kesinlikle kötülüğü emreder” (Yûsuf, 12/53) âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince) "Nefis sû' (kötülük) ile emreder." Fakat Hak emrinde hakîmdir (yaptığı her işte bir hikmet vardır). Binâenaleyh (bundan dolayı) insân-ı kâmilden sudûr eden (çıkan) ef’âl, (fiiller) sûret-i zâhirede (şekil olarak görünüşde) çirkin bile olsa, râzînin (mutlak Rabb’in, rabbü’l-erbâb’ın, Allah’ın) fiili olduğundan mutlakâ (mutlak olarak, her durumda kısıtsız olarak) marzî olur (beğenilir ve kabul edilir). İmdi Hak Teâlâ onu Rabb'i indinde marzî olmasıyla vasf etmekle, İsmâîl (a.s.) a'yândan kendisinin gayrı üzerine fâzıl oldu. Ve "Ey nefis, Rabb'ine rücû' eyle!" (Fecr, 89/27-28) denilen her nefs-î mutmainne de bunun gibidir. (14) Hak Teâlâ Hz. İsmail (a.s.)’yi, (“Ve o, Rabb’inin indinde râzı olunmuşlardandı” (Meryem, 19/55)ayeti gereğince) Rabb’i (rabbü’l rabb, mutlak Rabb) katında marzî olmakla yani beğenilen, kendisinden râzı olunmuş bir kul olmakla vasıflandırınca, Rabb'leri katında beğenilen ve kendilerinden râzı olunmuş olan ne kadar a'yân yani açığa çıkmış suret var ise, onların hepsinden üstün oldu. (Bu üstünlük Allah'ın Aliyy/üstün, yüksek, yüce isminden kaynaklanır. Çünkü "Aliyy" Allah'ın Zât isimlerinden biridir. Böyle olunca Hz. İsmail'in Rabbi, Rabb-i Mutlak'tır ve bizzat Allah'ın terbiyesi altındadır. Bu nedenle beğenildi ve diğer varlıklardan üstün tutuldu.) Ve "Ey mutmain (tatmin) olan nefs! râzı olmuş ve râzı olunmuş olarak Rabb’ibe dön!" (Fecr, 89/27-28) ayetinde hitab edilen her mutmain yani tatmin olmuş nefis (nefs-i mutmain mertebesindeki nefs) de bunun gibidir. (14) (Silik kısımlar orjinal metinlerde olmayıp konunun daha iyi anlaşılması için tarafımca eklenmiştir. N. Koçer) Ya'nî İsmâîl (a.s.) Rab'leri indinde (kendi Rabb’lerince) marzî olan (beğenilen, kendilerinden râzı olunmuş olan) ne kadar a'yân (açığa çıkmış suret) var ise, onların cümlesinden (hepsinden) efdal (âla, üstün) oldu. Çünkü Hak Teâlâ onu: “ve kâne inde rabbihî mardıyyâ” yânî “Ve o, Rabb’inin indinde râzı olunmuşlardandı” (Meryem, 19/55) âyet-i kerîmesinde marzî (beğenilen, kendisinden râzı olunan) olmakla vasf eyledi. (vasıflandırdı) Ve İsmâîl (a.s.), Hak Teâlâ Hazretlerinin her şeye halkını (yaradılışının gereğini), ya'nî isti'dâdıyla (kabiliyeti vasıtasıyla) taleb ettiği (istediği) hakkını, i'tâ eylediğine (verdiğine) muttali' (vakıf) oldu. Bu ıttılâ' (vakıf oluş, bilme ve haberdar olma) ise kazâ ve kader sırrına ilimdir. Ve kazâ ve kader sırrına ıttılâ' (vakıf oluş, bilme ve haberdar olma) dahi (da), insân-ı kâmilin hâlidir (ait bir durumdur). Ve insân-ı kâmil Rabb-i mutlakın (kayıtsız, mutlak Rabbin) terbiyesi tahtındadır; (altındadır) ve ism-i zâtın (Zât isminin) mazharıdır. (görünme mahallidir) Nitekim İsmâîl (a.s.) dahi (da): “ve cealnâ lehüm lisâne sıdkın aliyyâ” yânî “ve onları lisânda sâdık ve aliyy kıldık” (Meryem, 19/50) âyet-i kerîmesinde işâret buyrulduğu üzere ism-i zât (Zât’ın ismi) olan ism-i Aliyy'in (Aliyy isminin) mazharıdır. (görüntü yeridir) Binâenaleyh (bundan dolayı) o mutlaka marzîdir (mutlak olarak yani tüm Rabb’lerce beğenilen ve kendisinden râzı olunmuş olandır); ve sâir (diğer) a'yân (açığa çıkmış suretler) ise Rabb-i hâsları (kendi hâs Rabb’ları) indinde (katında) marzîdir (beğenilip râzı olunanlardır). Bu sûrette (şekilde) İsmâîl (a.s.) kendisinin gayrı olan (haricindeki diğer) a'yân (açığa çıkmışt suretler) üzerine fâzıl (faziletli ve üstün) olur. Ve “Yâ eyyetuhen nefsul mutmainneh, İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeh, Fedhulî fî ibâdî, Vedhulî cennetî.” Yânî “Ey mutmain olan nefs!, râzı olarak ve râzı olunmuş olarak Rabbine dön!, O zaman, seçkin kullarımın arasına katıl. Ve cennetime dâhil ol.” (Fecr, 89/27-30) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu (bildirildiği) vech (yön) ile her bir nefs-i mutmainne (mutmain olmuş nefs) dahi (de), İsmâîl (a.s.) gibi marzîdir. (beğenilen, râzı olunmuş nefs’dir) Çünkü "emmâre" (emredici zorlayıcı, hayvani nefs) değildir ki, ef’âli (fiillerini) kendisine isnâd (dayandırmak, maletmek) ile da'vâya (iddiaya) kıyâm etsin; (kalkışsın) ve "levvâme" (pişmanlık duyan, kınayan nefs) değildir ki, kezâlik (böylece) ef’âli (fiilleri) kendine muzâf kılarak (bağlıyarak) kendini levm etsin? (kınasın) (Burada, 1-Nefs-i Emmare: zorlayıcı, emredici, hayvani nefs, 2-Nefs-i Levvame: Kendisini levmeden, kınayan nefis, 3-Nefs-i Mülhime: İlham alan nefis, 4-Nefs-i Mütmainne: Tatmin, emin olmuş nefis, 5-Nefs-i Raziyye: Razı olmuş nefis, 6-Nefs-i Marziyye: Razı olunmuş nefs, 7-Nefs-i Kamile veya safiye: Kemale ermiş nefis. şeklindeki tassavvuf ehlince kabul görmekte olan sınıflandırmadan bahsedilmekte.. N.Koçer) O, mevt-i ihtiyârî (ölmeden evvel ölmek, iradi ölüm) ile cemî'-i ef’âlinden (bütün fiillerinden) fânî (geçmiş, yok) olmuş ve kendisinde ef’âl (fiillerini) isnâd edecek (dayandıracak) bir vücûd (varlık) görememiştir. Onun için o nefse gerek mevt-i ihtiyârî (iradi, isteğe bağlı ölüm, ölmeden önce ölmek) ve gerek mevt-i ıztırârî (mecburi ölüm) indinde (sırasında) "Rabb'ine rücû' eyle!" (dön) hitâbi vârid oldu. (geldi,) Zîrâ bir kimse nefsinden (kendinden) rücû' edince, (dönünce, vaz geçince) Hak zuhûr eder. (açığa çıkar) Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “câel hakku ve zehekal bâtıl” (İsrâ, 17/81) Ya'ni "Hak geldi, bâtıl (boş, abes, geçersiz olan) gitti." Şurası da hafi (kapalı, gizli) kalmasın ki, her nefs-i mutmainnenin (mutmain olmuş nefsin) marzıyye (beğenilmiş, râzı olunmuş) olması, Rabb-i hâsı (kendi hâs Rabbi) indinde (tarafından) marzıyye (beğenilmiş, kendisinden râzı olunmuş) olmasıdır. Hattâ İsmâîl (a.s.) dahi (da), Rabb-i hâsı (kendi hâs Rabbi) indinde (tarafından) marzî (beğenilmiş, râzı olunmuş) olmakla bir vech (yön) ile marzî-i mukayyeddir; (sınırlı, kayıtlı beğenilen, râzı olunan durumundadır) ve ikinci vech (yön) ile marzî-i mutlaktır (kayıtsız beğenilen, râzı olunandır). Birinci vecih (yönü) budur (şudur) ki, İsmâîl (a.s.), insân-ı kâmil olduğundan rubûbiyyet-i mutlakayı (kayıtsız, salt rububiyetin) mutazammın olan (içerdiği, barındırdığı) cemî'-i rubûbiyyâtın (bütün rububiyetlerin) mazhariyyetindedir (görüntü yeri, muhatabı durumundadır) Ve rubûbiyyet-i mutlaka (kayıtsız, mutlak rububiyet) onunla mütehakkık olmuştur. (tahakkuk etmiştir, açığa çıkıp gerçekleşmiştir) İkinci vecih (yönü) budur (şudur) ki, ubûdiyyet-i mahza (yalnız, sırf kulluk) ile muttasıf (vasıflanmış) olduğundan ondân zâhir olan (açığa çıkan) kâffe-i ef’âl, (fiillerin hepsi) Hakk-ı râzînın (mutlak râzı olan Hakk’ın) ef'âlidir. (fiilleridir) İmdi Hak Teâlâ nefs-i mutmainneye, ancak onu da'vet eden Rabb'ine rücû' etmek ile emr eyledi. Böyle olunca nefis dahi, "râzıyye" olduğu halde, Rabb'ini külden ârif oldu. İmdi sen "Ey nefis", bu makam, onların mülkü olması haysiyyetiyle, "Benim ibâdım zümresine gir!" Şu halde burada zikr olunan "ibâd", Rabb'ini bilen ve onun üzerine iktisâr eden ve ondan gayrı Rabb'e nazar etmeyen her abddir. (15) Şimdi Hak Teâlâ mutmain olmuş (tatmin bulmuş) nefse, sadece kendisini dâvet eden Rabb'ine dönmesi için emretti. Böyle olunca nefis de, "râzıyye” yânî râzı olmuş ve olunmuş hâlde, Rabb’ler topluluğu içinden kendi hâs Rabb'ini bilmiş oldu. Ayetin devamında, Şimdi sen "Ey nefis", sende gel, bu makamı sahiplenmiş durumdaki (makam ve dereceleri makam-ı ubûdiyet-i hâssa-i hâlisa yani seçkinlere hâs kulluk makamı olan), "Benim seçkin kullarımın arasına katıl!" (Fecr, 89/27-30). Şu halde burada bahsedilen "seçkin kullar", kendi Rabb'lerini bilen onunla yetininip sadece ona bağlı olan ve ondan başka bir Rabb'e bakmayan her kuldur. (15) Ya'nî Hak, nefs-i mutmainneye, (mutmain, tatmin ve emin olmuş nefse) kendisini çağıran Rabb-i hâssına (hâs, öz Rabbına) rücû ile (kendisinden vaz geçerek ona yönelmesi için) emr etti. O da bu Rabb-i hâssını, (hâs, kendisine tahjsis edilmiş Rabbını) sâir (diğer) erbâb-ı hassadan, (hâs Rablardan) ya'nî esmâdan (İlahi isimlerden) temyîz edip, (ayırarak) O'nun da'vetinden (O’nu davetinden) râzı olduğu halde (râzı bir hakde) ârif (O’nu bildi, O’ndan haberdâr) oldu; ve O'nun da'vetine icâbet eyledi (karşolık verdi, katıldı). Ve Hak, rücû' (dönüş, yöneliş) ile berâber bu makâm-ı rızâ (rıza makamının) onların mülkü olması hasebiyle (sebebiyle), nefs-i mutmainne (tatmin ve emin, mutmain olmuş nefs) sâhibleri olan ibâdının zümresine (seçkin kullarının bulunduğu topluluğa) duhûlünü (dahil olmasını, girmesini) de emr eyledi; ve “Fedhulî fî ibâdî” yânî “Kullarım arasına dâhil ol!” (Fecr, 89/29) âyet-i kerîmesindeki ibâd, (seçkin kullar) hangi ismin taht-ı terbiyesinde (terbiyesi altında) olduğunu bilip onun üzere iktisâr ederek (ona bağlı kalıp onunla yetinen), onun gayri (ondan başkası) olan erbâb-ı hâssaya (diğer hâs Rabb’lara) bakmayan her bir abddir (kuldur). Ve "Ey nefs-i mutmainne, benim cennetime gir" ki, benim setrim onun iledir. Halbuki benim cennetim senden gayri değildir. Zîrâ sen, zâtın ile beni setr edersin. (16) Ve "Ey mutmain olmuş nefs, benim cennetime gir" (Fecr, 89/27 30) ki, ben onun ile örtünürüm. (Seçkin kul’un cenneti, kendi mânâ ve hakikatidir. Seçkin kul, kendi hakikatine girerse, ancak orada Hakk'ı bulur ve O'nu seyreder.) Oysa benim cennetim senin dışında, senden ayrı, bir başkası değildir. Çünkü sen, zâtın ile beni örtersin, gizlersin. (16) Cennet, lügatte "Eşcâr-ı kesîresinin (sık ağaçların) zılleriyle (gölgeleriyle) örtülmüş olan arz"a (yere) derler. "Setr" (örtme) ma'nâsına olan "cenn"den me'hûzdur. (türetilmiştir) Ve ulemâ-i zâhirin (zahir alimlerin) ıstılâhında (deyimlerinde) "Dâr-ı âhiretin (âhiret yurdunun) makâmât-ı nüzhetinden (ferah, rahat konaklardan) ve mevâtın-ı mahbûbesinden (sevilen arzu edilen yerlerden) ibâretdir" ki, onlar da "cennet-i a'mâl ve ef’âl"dir. (amel ve fiiller cennetidir) Fakat ârifîn indinde (âriflere göre) bunlardan gayrı (başka) cennetler de vardır ki, onlar "cennâtü's-sıfât" (sıfat cennetleri) ve "cennâtü'z-zât"tır (zât cennetleridir). Cennât-ı sıfât, (sıfat cennetleri) erbâb-ı kemâlin (kemal sahiplerinin) sıfâtıyla (sıfatlarıyla) ittisâf (sıfatlanmak) ve ahlâk-ı ilâhiyye (ilahi ahlak) ile tahalluktur. (ahlaklanmakdır) Ve bunun da bir takım merâtibi (mertebeleri) vardır. Cennât-ı zât, (zat cennetleri) ârifinden (ârif kişilerden) Rabb'in zuhûru (açığa çıkması) ve onların üzerinde bürûzu (onların üzerinde görünür, aşikâr olması) ve Rab'leri indinde (katında) onların istitârıdır. (örtünmesidir) Abd (kul) için olan bu cennetlere mukâbil, (karşılık) Hak için de cennetler vardır. Buna binâen (dayanarak) Hak Teâlâ: “Vedhulî cennetî” (Fecr;' 89/30): Ya'nî: "Cennetime gir!" buyurur; ve cenneti, Zât-ı ecell ve a'lâsına (en yüksek ve en yüce olan Zât’ına) izâfe eder. (bağlı, ait kılar) Cennât-ı ilâhiyyeden (ilahi cennetlerden) birincisi; "a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) cennetleri"dir. Zîrâ Hak onunla örtünür; ve a'yân-ı sâbite (ilmi suretlerin) örtülerinin arkasından zâtını zâtı ile müşâhede eder. (seyreder) İkincisi; ne melek-i mukarrebin, (Allah’a yakın, büyük meleklerin) ne de gayrilerinin (diğerlerinin) muttali' olamıyacağı (bilip anlayamayacağı) haysiyyetle (derecede) ervâhda (ruhlarda) istitârıdır. (örtünmesidir) Üçüncüsü; ağyârın (kendi dışındakilerin) vâkıf olamıyacağı (bilip anlayamayacağı) haysiyyetle (şekilde, derecede) perde arkasından âlemlerini müşâhede etmek (görmek, seyretmek) için, âlem-i şehâdette (şahitlik âleminde, dünyada) ekvân (varlıklar) ile istitârıdır. (örtünmesidir) İmdi (buna göre) huzûzât-ı nefsâniyyesinden (nefsinin arzu ve isteklerinden, hazlarından) fânî (geçmiş) olan ârife "Benim cennetime gir!" denilince o ârif bu sözden, "zâtına ve "ayn"ına (suretine) ve hakîkatınâ gir ki, onda Ben'i bulasın; ve onunla Ben'i müşâhede edesin" (göresin) ma'nâsını anlar. Zîrâ Onun matlûbu (arzu ettiği) cemâl-i Hak'tır. (Hakk’ın yüzüdür) Ârif olmayan kimse ise bu hitâbdan yenilip içilecek ve hûrîlerle zevk edilecek, ve'l hâsıl (sözün kısası) bu gibi huzûzât-ı nefsâniyye (nefsani arzuları) ile iştigâl (meşgul) olunacak mahalle (yere) duhûlü (dahil olmayı) anlar. Nitekim Şeyh (r.a.) Hak cânibinden (tarafından) tercümân olarak "Benim cennetim senden gayri değildir; zîrâ sen zâtınla beni örtersin" buyurur. Ya'nî sen zâtınla ve sıfâtınla (sıfatlarınla) ve ef’âlin (fiillerin) ile zâtıma, sıfâtıma (sıfatlarıma) ve ef’âlime (fiillerime) vikâye (muhafaza edici ve koruyucu olursun, onlara sahip çıkarsın), ya'nî siper olursun demektir. Ve abdin (kulun) nefsini Rabb'ine siper etmesi hakkındaki izâhât (açıklama) Fass-ı İbrahimî'de (İbrahim bölümünde) mezkûrdür; (geçmiştir) oraya mürâcaat buyrulsun. (başvurulsun) İmdi Ben bilinmem, illâ senin ile; nitekim tahkîkan sen mevcûd olmazsın, illâ Ben'im ile. Böyle olunca seni bilen kimse, Ben'i bildi. Halbuki Ben bilinmem, sen de bilinmezsin. (17) Nasıl ki senin varoluşun Benim sayemde ise; Ben’im bilinmem de ancak senin vasıtan ile mümkün olur. Şu hâlde, seni bilen kimse, Beni bilmiş olur. (Çünkü senin hakikatin Benim.) Oysa Ben bilinemem, dolayısıyla sen de bilinemezsin. (17) (Benim zâtımın hakîkatini hiç kimse bilemez. Dolayısıyla senin hakikatin de bilinmez) Ya'nî ekvânda (varlıklarda) Ben'im zuhûrum, (açığa çıkışım) ancak senin iledir. Zîrâ (çünkü) sen Ben'im zâtımın mir'âtı (aynası) ve sıfâtımın (sıfatlarımın) meclâsı (göründüğü yer) ve tasarrufâtımın (icraatımın ve hükümranlığımın) mahallisin. Nitekim sen dahi (de), ancak Ben'im ile mevcûdsun. Zîrâ (çünkü) senin senliğin ademden (yokluktan) başka bir şey değildir. Belki Ben kendi vücûdumdan (varlığımdan) sana bir izâfi vücûd (göreceli varlık) verdim de, senin senliğin bu sâyede zâhir oldu. (ortaya çıktı) Böyle olunca, hakkıyla seni bilen kimse Ben'i bildi; çünkü senin hakîkatin Ben'im. Halbuki benim hakîkatimi ve zâtımın künhünü (aslını) hiçbir kimsenin bilmesi mümkün değildir. Binâenaleyh (bundan dolayı) sen dahi (de) hakîkatinle ma'rûf (bilinir) olamazsın. Bu hitâb, "insân-ı kâmil" olan Şeyh (r.a)’in bâtınından (özünden, ruhundan) zâhirinedir. (dışanadır) Zîrâ insân-ı kâmilin vücûdu (varlığı) Hakk'ın vücûduna (varlığına) mazhar-ı küldür; (bütünüyle görünme yeridir) ve Hak, suyun buzda ihtifâsı (gizlenmesi) gibi, onda muhtefîdir. (gizlenmiştir) Rubâî-i Hazret-i Mevlânâ: .................. ..................... .................. ..................... Tercüme: "Ey Hoten'e mensûb (Hoten şehrine mensup) olan nigâr! (güzel yüzlü sevgili) Ben seninle öyleyim ki, acabâ ben sen miyim, yoksa sen ben misin? diye galat (yanılgı) içindeyim. Ben ben değilim, sen de sen değilsin. Sen, ben de değilsin. Hem ben benim; ve hem sen sensin; hem de sen bensin." Şu halde sen Rabb'in cennetine girdiğin vakit, "nefs"ine dâhil olursun. (18) Demek ki sen Rabb'inin cennetine girdiğin zaman, gerçekte kendi "nefs"ine girmiş olursun. (18) Ya'nî birer Rab (terbiye ve idare edici) olan esmâ-i ilâhiyyeden (ilahi isimlerden) birisi, nâsıyesinden (alnından) tutup çektiği bendesine (kölesine, kuluna) “Fedhulî fî ibâdî” yânî “Kullarım arasına dâhil ol!” (Fecr, 89/28) kavliyle (sözleriyle) nidâ (seslenerek) ve cennetine duhûl ile (gir diye) emr etse, o bende-i ârif (ârif kul) kendi nefsine dâhil olur. (girer) Çünkü ârif Rabb-i hâssı (kendi öz rabbi) olan o ismin cenneti (cennetinin) kendi "nefs"i olduğunu ve kendisi o Rabb'in (ilahi ismin) mazharı (görüntü yeri) ve meclâsı (aynası) ve arş-ı müsevvâsı (şekillendirip düzenlediği arşı) bulunduğunu bilir. Bu sûrette (bu durumda, şekilde) Rab abdini (kulunu) ve abd (kul) dahi (da) Rabb'ini sever. Biri râzî, diğeri de marzîdir. (râzı olunandır) Rabb'ini tanıdığın hînde, Rabb'ine ma'rifetin sebebiyle, kendi nefsini bildiğin ma'rifetin gayrı olarak, diğer bir ma'rifet ile tanırsın. Bu sûrette sen iki ma'rifet sâhibi olursun. Birisi, senin nefsin haysiyyetiyle Rabb'in ma'rifetidir; diğeri, nefsin haysiyyetiyle değil, Rabb'in haysiyyetiyle, Rabb'in ma'rifeti sebebiyle, nefsin ma'rifetidir. (19) Rabb’inin cennetine yani kendi nefsine girerek Rabb’ini ve nefsini tanıyışın, daha önce “nefsini bilerek rabb’ni bilmiş olduğun” tanıyıştan daha farklı bir tanıma ve bilişdir. Bu durumda sen iki çeşit tanıma ve biliş sahibi olursun. Birisi senin nefsine dayanarak, nefsin yönünden Rabb’in bilinişidir, diğeri ise nefsin değil Rabb’in itibari ile yani sende ve senden açığa çıkanın Rabb’in olduğunu bilmen ve bu bilişle nefsini ve Rabb’ini tanımandır. (19) (Birinci bilme, insanın nefsini bilme yoluyla Hakk’ı bilmesi; ikincisi ise, insanın Hakk’ın tecelligâhı olan kendi nefsini tanıması yoluyla Hakk’ı bilmesidir. Birinci de insan nefsini sadece “halk” olarak tanırken ikinci de ise onu “halk” ve “Hakk” olarak tanır) (Silik kısımlar orjinal metinlerde olmayıp konunun daha iyi anlaşılması için tarafımca eklenmiştir. N. Koçer) Ya'nî Rabb'in cennetine girdiğin vakit, nefsine ve zâtına dâhil olur ve Hakk'ın envârından (nurlarından) ve zâtından, o nefsinde olan şeyi ve esrârı (sırları) müşâhede edersin. (görürsün) Ve bu sûrette (şekilde) nefsini ikinci bir tanıyış ile tanırsın ki, bu ma'rifet (bilme ve tanıma, ârif oluş, ilim) nefsini tanıdığın ma'rifetin (bilme ve tanımadan, ârif oluşdan, ilimden) gayrıdır (başkadır). Ya'nî bundan evvel nefsini bilmiş ve bu bilme sebebiyle Rabb'ini tanımış idin. Bu def’a Rabb'in cennete (cennetine) girip kendi nefsine dâhil olmakla, nefsin hakkında ikinci bir ma'rifet (biliş) hâsıl olur ki, bu da evvelki ma'rifetten (bilişten) başkadır. Ve bu ikinci ma'rifetin (bilişin) husûlü (oluşması) hîninde, (sırasında) Rabb'ine ma'rifetin (ârif olman) sebebiyle nefsini tanımış olursun; ve bi'n-netîce (sonuç olarak) sende iki ma'rifet (biliş) husûle gelir. Çünkü evvelce nefsini bilmiş ve ondan sonra Rabb'ini tanımış idin. Ve bu ma'rifette (bilişle) sen kendinin âciz, fakîr, menba’-ı nakâis ve şürûr (noksanlıklar ve kötülüklerin kaynağı) olup, sendeki kemâlâtın âriyet (ödünç bir şey) olduğunu; ve Rabb'inin Kâdir (kudret ve güç sahibi), Ganî (zengin vehiç bir şeye ihtiyacı olmayan), ma'den-i kemâlât ve hayrât (hayırların ve kemâlâtın kaynağı) olup, kemâlât-ı zâtiyye (zati kemâlât) sâhibi bulunduğunu anlamış idin. Velâkin Rabb'ini ve mezâhirde (görüntü mahallerinde) onun zuhûrâtını (açığa çıkışlarını ve görünümlerini) bildiğin vakit, bu biliş ile tekrâr nefsinin ma'rifetine (nefsini, kendini bilip tanımaya) rücû' (geri döner) ve teveccüh edersen, (yönelirsen) sende ikinci bir ma'rifet (biliş ve tanıma) daha peydâ olur (açığa çıkar) ki, bu ma'rifet evvelkinden etemm (daha tam ve kusursuz) ve ekmeldir (mükemmeldir). Çünkü bu def’a, nefsinin mezâhir-i Hak'tan (Hakk’ın, görünme yerlerinden, aynalarından) bir mazhar (görünme yeri, ayna) olduğunu bilmiş olursun. Nitekim (s.a.v.) Efendimiz'e "Rabb'ini ne ile bildin!" diye suâl olundukda (sorulduğunda) "Eşyâyı (hakikatleri) Allah ile bildim" buyurdular. İmdi (buna göre) sende husûle gelen (oluşan) iki ma'rifetten (bilişten) birisi, nefsin cihetinden (yönünden, tarafından) Rabb'ini ve nefsini bilmektir; ve diğeri nefsin cihetinden (tarafından) değil, Rabb'in cihetinden, (yönünden, tarafından) Rabb'ini ve nefsini bilmektir. (Şerh-i Dâvûd-ı Kayserî). Beyt: Sen abdsin ve sen Rab'sin; o kimse için ki, onun için onda sen abdsin. (20) Beyt: Sen hem kulsun, hem de Rab; Rabsin, sendedir çünkü kulu olduğun isim. (20) Ya'nî ey iki ma'rifet sâhibi olan ârif! Birinci ma'rifetin (bilişin) cihetinden (yönünden) sen abdsin; (kulsun) zîrâ o ma'rifet (biliş) sebebiyle nefs-i vehmîni (var sandığın nefsini) bilip, ba'dehû (daha sonra) Rabb-i muhakkakını (gerçek sahibini, Rabb’ini) anladın; ve eseri bildin, müessiri (eserin sahibini) tanıdın. Ve kezâ (aynı şekilde) sen, ikinci ma'rifetin (bilişin) cihetinden (yönünden) Rab'sın. Zîrâ bu ma'rifet (biliş) sebebiyle nefsinin hakîkatını bildin; ve senin üzerindeki Kayyûm'u (sayesinde kaim olduğun şeyi, seni ayakta tutanı) tanıdın; ve Hakk'ı anladın. Bu halde sen, rüsûmun (resmin, şeklin, görünüşün) ile abdsin; (kulsun) ve rüsûmsuz (resmin, şeklin görünüşün olmadan) Rabsin. Ve sen, seninle abdsin; (kulsun) ve sensiz Rab'sın. Ve sen onun vücûdunda (varlığında) mâhiyyet-i ma'dûmen (yok hükmündeki içeriğin) ile zâhirsin; (meydandasın) ve bu vücûdunda (varlığında) zâhir (aşıkar, görünür) olduğun Rabb-i hâssın (kendi öz rabbin) için abdsin (kulsun); zîrâ senin üzerinde o ism-i hâssın (sana hâs olan o İlahi ismin) saltanatı (hükümdarlığı) zâhirdir (açıkça görülür). Ve sen abdi (kulu) olduğun bu ism-i hâs (sana hâs İlahi isim) için Rab'sin. Zîrâ O'nun vücûdunda (varlığında) o ismin ahkâmını (hükümlerini) kabûl ve ızhâr edersin; (açığa çıkarırsın) ve bu sûretle (şekilde) onun üzerinde de senin saltanatın (hükümdarlığın) zâhir olur. (açığa çıkar ve görülür) Bu ifâdâtın (ifadelerin) muhtasaran (kısaca) îzâhı budur ki: Sen, senin üzerine hâkim olan Rabb-i hâs (kendi öz rabbin) için abdsin (kulsun). Ve onun ahkâmının (hükümlerinin) ve ef’âlinin (fiillerinin) cereyânı (oluşması, icrası, açığa çıkması) husûsunda sen, o Rabb-i hâssın (kendi hâs Rabb’inin) taht-ı hüküm ve saltanatında (hükmü ve idaresi altında) musahharsın; (itaat edicisin, emirlerine amadesin) işte birinci ma'rifetin (bilişin) iktizâsı (gereği) budur. Ve sen hükmünde bulunman ile abdi (kulu) olduğun Rabb-i hâssın (kendi öz Rabb’in) için Rab'sin. Çünkü sen, isti'dâdın (kabliyetin) ile onun üzerine hâkimsin; ve onun senin üzerine olan hükmü ve fiili, ancak lisân-ı isti'dâdın (istidadının dili) ile vâki' olan (gerçekleşen) talebine (isteklerine) müsteniddir (dayanmaktadır). Bu da ikinci ma'rifetin (bilişin) netîcesidir. Ve'l-hâsıl (kısaca) Allah Teâlâ Zâhir (aşikar, açıkta, görünür) ve Bâtın'dır; (gizlidir, görünmeyendir) ve ism-i Zâhir ile ism-i Bâtın (Zâhir ve Bâtın isimleri için) için rubûbiyyet (rablık, terbiye edicilik) sâbittir (kesinlikle mevcuttur) Zâhir Bâtın'ı ve Bâtın dahi (da) Zâhir'i terbiye eder. Bâtın'ın Zâhir'i terbiye etmesi, Zâhir üzerinde ahkâm-ı esmâyı (isimlerin hükümlerini) ızhâr eylemesidir. (açığa çıkarmasıdır) Ve Zâhir'in Bâtın'ı terbiye etmesi de, ahkâm-ı esmâyı (isimlerin hükümlerini) kabûl edip, onun zuhûruna (ortaya çıkıp görünmesine) mazhar (görüntü yeri, ayna) olmasıdır. İmdi (şu halde) Cenâb-ı Şeyh (r.a.) bu beyitte abd (kul) ile Rabb-i hâs (kulun kendi hâs Rabb’i) arasındaki nisbeti (ilişkiyi, bağlantıyı) beyân buyurmuştur. (açıklamıştır) Ve beyt-i âtîde (aşağıdaki beyitte) ise, abd (kul) ile Rabbü'l-erbâb (Rablerin Rabbi) arasındaki nisbet (ilişki, bağlantı) beyân olunur. (açıklanır) Ve sen Rab'sin; ve sen, hitâbda onun için ahid sâbit olan Rab için abdsin. (21) Ve sen Rab'sın; ve sen, kulusun hitabda sözü olan Rabb’in. (21) (Davud Kayseri “hitapta sözü olan” ifadesiyle ruhlar âleminde "E lestu birabbikum yâni Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (A'râf, 7/172) sorusuna atıf olduğunu bildirir.) (Silik kısımlar orjinal metinlerde olmayıp konunun daha iyi anlaşılması için tarafımca eklenmiştir. N. Koçer) Ya'nî sen, sende zâhir (aşikar olan, açığa çıkmış görünür) olan "hüviyyet" (hakikatın, mahiyetin) i'tibâriyle (dolayısıyla) Rab'sin. Ve sen “e lestu birabbikum“ yânî “Ben sizin Rabb’iniz değilmiyim?” (A'râf, 7/172) hitâbında kendisi için ahid (kendisi ile yapılmış bir anlaşmanın) sâbit (olduğu kesin) olan Rabb'in için, taayyünün (oluşumun, suretin) ve takayyüdün (kayıtlanışın) i'tibâriyle (bakımından) abdsin (kulsun). Ve abd (kul) ile Rab arasındaki ahd-i küllî ve cüz'î-i sâbıkı (geçmişte verilen sözün, edilen yeminin, genelherkes için olan ve özel daha dar kapsamlı kısımlarını) bilmek lâzımdır. "Ahd-i küllî (tümel, genel içinolan sözleşme, yemin) budur (şudur) ki, ism-i câmi'-i ilâhî (İlahi tümel isim, Allah) ile ibâd (kullar) arasında vâki'dir. (gerçekleşmiştir) Ve "ahd-i cüz'î" (özel,, kısmi sözleşme, yemin) ise esmâdan (isimlerden) her biriyle abdleri (kulları) arasındaki ahiddir. (sözleşme, yemindir) İmdi (buna göre) herkes Allâh'ın kuludur; fakat her bir abd (kul) esmâ-i hâkime (kendinde hakim olan, hükmeden isim) cihetinden (yönünden, yönüyle) Hakk'a tapar. İmdi her bir akîde ki, bir şahıs onun üzerine sâbittir, o akidenin gayrı akdi olan kimse, o akîdeyi hall eder. (22) Herkesin bir inancı var bağlandığı, Reddeder onu başka inancın bağlısı. (22) (inançların herbiri o kimse ile Rabb-i Hâs'sı arasındaki yeminidir, sözleşmedir. Bu nedenle değişik İlâhi isimlerin kontrolü altında bulunanlar birbirlerinin inançlarını kabul etmezler.) (Silik kısımlar orjinal metinlerde olmayıp konunun daha iyi anlaşılması için tarafımca eklenmiştir. N. Koçer) Ya'nî herkesin bir i'tikâdı (inancı) vardır. Başka birisinde, kendi i'tikâdının (inancından) gayrı (başka) olan bir i'tikâd (bir inanç) gördükde, (gördüğünde) onu ibtâl eder (geçersiz, hükümsüz bırakır). Zîrâ (çünkü) her bir şahıs esmâ-i ilâhiyyeden (ilahi isimlerden) bir ismin mazharıdır (görünme yeridir). Binâenaleyh (bundan dolayı) o ismin hükmü îcâbınca (gereğince) bir itikâd-ı mahsûs (kendine mahsus bir inanç) sâhibidir. Ve bu sebeble diğer akâid (inanç) erbâbından (sahiplerinden) mütemeyyizdir (ayrılmıştır). Ve bu itikâd (inanç) o kimse ile Rabb-i hâssı (kendi öz Rabb’i) arasındaki ahdidir (sözleşmesidir, yeminidir). Bundan nâşî (dolayı) esmâ-i muhtelifenin (çeşitli isimlerin) taht-ı te'sîrinde (tesirleri altında) olarak yekdîğerine (birbirlerine göre) i'tikâdları (inançları) muhâlif (karşıt, aykırı) olan kimselerden her biri, diğerini (diğerinin inancını) red (kabul etmez) ve ibtâl (hükümsüz, geçersiz) eyler. Böyle olunca, Allah abîdinden râzî oldu. Onlar da marzîlerdir, ve onların kâffesi O'ndan râzî oldular. Binâenaleyh O da marzîdir. (23) Böyle olunca, Allah kulundan râzı oldu. Onlar da kendilerinden râzı olunanlar oldular ve kulların tamamı Allah’dan râzı oldular. Bunun üzerine O da kendisinden râzı olunan oldu. (23) Allah, abîdinden (kullarından) râzî oldu; çünkü o abîd (kullar) Allâh'ın esmâsının (isimlerinin) muktezâlarını (gereklerini) ve ahkâmını (hükümlerini) ızhâr ettiler (açığa çıkardılar). Meselâ kimi muhîtine (etrafına) zarar îkâ' etti (verdi), Dârr (elem ve zarar verici şeyleri yaratan) isminin iktizâsını (gereğini) meydâna koydu; ve kimi halka nef’ (fayda) îrâs eyledi (verdi), Nâfi' (hayır ve fayda verici şeyleri yaratan) isminin ahkâmını (hükümlerini) ızhâr ettî (açığa çıkardı). Ve Allah ismi kâffe-i esmâyı (isimlerin hepsini) câmi' olduğundan, (kendinde topladığından) bu isimlerin her birerlerinin abîdinden (her birinin kulundan) râzî oldu. Ve bi'n-netîce de (sonuç olarakda) bu abîdin (kulların) kâffesi (hepsi) Allah indinde (katında) marzî (kendilerinden râzı olunanlar, beğenilenler) oldular. Diğer taraftan onlara, taleb ettikleri (istedikleri) vücûd-i aynîyi (suretsel varlıklarını) verdiği ve bu ketm-i ademde (Yaradılış ve açığa çıkıp görünmeden önceki izâfî yoklukta) mahfi (gizli) olan onların kemâlâtını (faziletlerini) eydî-i esmâdan (isimler eliyle) ızhâr eylediği (açığa çıkardığı) için, abîd (kullar) dahi (da) Allah'dan râzı oldular. Ve bu sebeble de Allah onların indinde (katında) marzî (kendisinden râzı olunan) oldu. Suâl: Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'de: “ve lâ yerdâ li ıbâdihil küfra” yânî “Ve O, kulları konusunda küfre razı olmaz” (Zümer,39/7) buyurmuştur. Halbuki ibâdın (kulların) ba'zıları kâfırdir (küfre düşmüş, inkar içindedirler). Şu halde Hak onların küfürlerinden râzî olmak (oluyor olması) lâzım gelir ki, bu da muhâlif-i nass (yorum gerektirmeyen doğruluğu kesin ve açık ifadeye aykırı) görünür. Cevâb: Hakk'ın emri ahvâl-i mükellefin (emirlere uymakla yükümlü olanların halleri) hakkında iki vech (şekil) üzeredir: Birisi "emr-î teklîfî", (teklif edilen emirler) diğeri "emr-i irâdî"dir (yapılması istenilen mecburı emirlerdir). Eğer Hak mükellefe (yükümlüye) bir şeyle emr eder ve o şeyin vukû'una (olmasına) ilm-i ilâhîsi (ilahi ilmi) bulunduğundan, irâdesi (dilemesi) de taalluk eyler (o yönde oluşur) ve o mükellef-i me'mûrun (o şeyi yapmakla görevli olanın) ayn-ı sâbitesi (ilmi sureti) dahi (de) onu iktizâ eder (gerektirir) ise, bu "emr-i irâdî"dir (iradi, yapılması istenilen mecburi emirdir). Ve eğer Hak, mükellefe (emirlere uymakla yükümlü olana), vukû'una (olmasına) irâdesi (dilemesinin) taalluk etmediği (bağlanmadığı, o yönde herhangibir isteğinin bulunmadığı) ve me'mûrun (emri uygulamakla görevli olanın) ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin) de iktizâ eylemediği (gerektirmediği) bir şeyle emr ederse; bu da "emr-i teklîfi"dir (teklif edilen emirdir). İmdi (buna göre) bir abd, (kul) Hakk'ın gönderdiği peygamberin getirdiği evâmire (emirlere) mutî' olmayıp, (itaat etmeyip) küfr etse ve onun bu küfrü de ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin) isti'dâdı (kabiliyeti, potansiyeli) olsa, Hak "emr-i teklîfi"si (teklif ettiği emri) cihetinden (yönünden) onun bu küfründen râzî değildir. Fakat ezelde (önceden) onun isti'dâdıyla (kabiliyeti ile) taleb ettiği (istemiş olduğu şey) küfrün vukûunu (edilmesini, gerçekleşmesini) irâde ettiği (dilemiş olduğu) için, "emr-i irâdî" (yapılması istenilen mecburı emirler) cihetinden (yönünden) Hak ondan râzîdır. Çünkü onun fiili (yaptığı şey) irâde-i ilâhîye (İlahi iradeye, arzuya) muvâfıktır (uygundur). Bu bahsin (konunun) tafsîli (geniş açıklaması) Fass-ı Ya'kübî (Yakub bölümü) ile Fass-ı Uzeyrî'de (Uzeyr bölümünde) geçmiştir. Oraya mürâcaat olunsun. İmdi iki hazret, tekâbül-i emsâl gibi, mütekabil oldu. Emsâl ise ezdâddır. Zîrâ iki misil müctemi' olmazlar; çûnkü mütemeyyiz olmazlar. Halbuki vücûdda bir şey yoktur, illâ âhardan temeyyüzdür. (24) Öyleyse bu iki makam, yani Rablık ve kulluk, benzerleri gibi birbirine karşılıklı eş oldular. Eşleşenler ise birbirlerine zıttırlar. Eşler birleşmezler; çünkü o zaman aralarında bir fark kalmaz. Oysa varlık aleminde hiç bir şey yoktur ki, diğerlerinden ayrışmış ve seçkin olmasın. (24) Ya'nî erbâbın (rabların) kâffesini câmi' olan (hepsini kendinde toplamış olan) hazret-i rubûbiyet (rububiyet makamı) ile abîdin cümlesini (kulların hepsini) câmi' olan (kendinde toplayan) hazret-i ubûdiyyet, (kulluk makamı) emsâlin (benzerlerin, eşlerin) yekdiğerine (birinin diğerine) tekâbülü (karşılık gelmesi) gibi, mütekâbil (biri diğerinin karşısına gelmiş, karşılıklı) oldu. Çünkü iki hazretten (makamdan) biri diğerinin indinde (diğerine göre) mütekabilen (karşılıklı olarak) râzî ve marzî (razı olan ve razı olunan) oldu. Binâenaleyh (bundan dolayı) her biri karşılıklı râzî ve marzî (razı olan ve razı olunan) olmakta ve her biri diğerinde hükmünü izhâr eylemekte (açığa çıkartmakta) emsâle benzerler (benzerleri gibidirler, diğer eşleşen ismler gibidirler); ve emsâl (eşler) ise ezdâddır (birbirlerine ters, zıd durumdadırlar). Zîrâ (çünkü) iki misil (eş) müctemi' olmazlar; (bir araya gelmezleri birlikte olmazlar) ve şâyet (eğer) müctemi' olacak (bir araya gelecek) olurlar ise biri birinden mütemeyyiz (farklı, seçkin) olmazlar; ve halbuki vücûdda (varlıkda) mütemeyyiz (farklı, ayrışmış) olmayan bir şey yoktur. Çünkü esmâ-yı ilâhiyye (İlahi İsimler) biribirinden mütemeyyizdir. (ayrışmıştır, farklıdır) Ve'l-hâsıl (sözün kısası) iki misil (eş) cem' olmazlar; (birleşemezler) ve cem' olmayınca da (bir araya gelemeyince de, birleşemeyince de) yekdîğerine (birbirlerine) zıd olurlar. İşte bunun için rubûbiyyet (rablık) ve ubûdiyyet (kulluk) hazretleri, (makamları) ezdâd olan emsâlin (zıdd, karşıt olan eşlerin) tekâbülü (karşılıklı gelmeleri) gibi, mütekâbil (biri diğerinin karşısına gelmiş, karşılıklı) oldu. Vaktâki (ne vakit ki) Şeyh (r.a.) evvelen, (ilk olarak) kesret (çokluk) i'tibâriyle, (yönünden) emsâl (eşleşmelerin) ve ezdâdın (karşıtlıkların) vücûdunu (varlığını) isbât etti; (kanıtladı) ba'dehû (daha sonra) bu iki hazret (makam) arasındaki misliyyet (eşleşme) ve zıddıyyeti (karşıtlığı) ref’ edip, (kaldırıp) vahdet-i zâtiyyeyi (Zâti tekliği) ve sonra da vahdet-i arâzıyyeyi (Zâti olmayan tekliği) beyân etmek (anlatmayı) murâd ederek (isteyetek, amaçlayarak), iki hazreti (makamı) câmi' olan (kendinde toplamış olan) hakîkat-ı vâhideye (tek hakikate) işâreten buyurdu ki: İmdi hakîkat-ı vâhidede misil yoktur. Böyle olunca "vücûd"da misil yoktur: ve vücûdda zıd da yoktur. Zîrâ "vücûd" hakîkat-ı vâhidedir. Halbuki bir şey kendi nefsine muzâdd olmaz. (25) Şimdi, “Tek”in hakikatte bir şey ile eş olması söz konusu olamaz. Böyle olunca “varlık”da da herhengi bir eşleşme olamayacağı gibi karşıtlık da olamaz. Çünkü varlığın hakikati de “tek”likdir ve bir şey kendi kendisine karşıt olamaz. (25) Ya'nî "misil" (eş) dediğimiz şey bulunmak (bulunması) için, iki mevcûd (varlık) lâzımdır; ve bu iki mevcûd (varlık) dahi (da) birbirinin mugâyiri (karşıtı) olmak icâb eder. Halbuki "vücûd" (varlık) hakîkat-ı vâhidedir. (tek bir hakikattir) Ve o hakîkat dahi (de) vasf-ı ahadiyyet (“tek”lik vasfı) üzeredir; tecezzî (cüzlere ayrılma, parçalanma) ve taaddüd (çoğalma) kabûl etmez. Binâenaleyh (bundan dolayı) vücûdda (varlıkta) ne misil (eş, benzer) ve ne de zıd yoktur. Eğer olsa idi, hakîkat-ı vâhide nefsinde (“tek” hakikatın kendisinde) tekessür etmek (çoğalma) lâzım gelirdi. Meselâ "vâhid" (tek) dediğimiz şeyden kendisine mümâsil (benzer) bir vâhid (tek) çıkmaz; çünkü kendi nefsinde tekessür etmez. (çoğalmaz) Ve vâhidden (tekten) kendisine zıd olan bir şey de çıkmaz. Ve'l-hâsıl (sonuç olarak) o dâimâ vâhiddir (“tek”tir). Fakat vâhidin (“tek”in) nefsinde (kendisinde) nısıf, (yarım) sülüs, (üçtebir) rub', (dörttebir) humus (beştebir) ilh.... gibi bir takım nisbetler (bağıntılar) mündemic (içerilmiş) bulunur; ve muğâyeret (aykırılık, karşıtlık) ancak bu nisbetler (bağıntılar) arasında görünür. Ve bu nisbetler (bağıntılar) hakîkat-ı vâhidi (“tek” olan hakikati) ihlâl etmez (bozmaz); O dâima birdir. Şiir: İmdi Hakk'ın gayrı bâkî kalmaz; kâin bâkî olmaz. Binâenaleyh mevsûl yoktur; bâin dahi yoktur. Burhân-ı ayân bununla geldi. Şu halde ben gördüğüm ve muâyene ettiğim vakit iki gözle, ancak O'nun "ayn"ını görürüm. (26) Şiir: Gelip geçici ve ölümlüdür Haktan gayrısı; olmaz mevcudat kalıcı, Bu durumda eşleşme, birleşme olmadığı gibi ayrışma da yoktur. Apaçık delliller ki, bunu gösterdi. (yani Hakk’ın dışında bir şey olmadığı anlaşıldı) Şu halde mevcudata baktığım zaman iki gözümle, Sadece O'nun Zât’ıdır, hakikatidir, görünenlerde gördüklerim (her şeyde görünmekte olan hep O’dur.) (26) Ya'nî emsâl (eşler) ve ezdâd (karşıtlar) kalkıp "vahdet-i vücud" (varlığın tekliği) zâhir (görünür ve aşikar) olduğu vakit, ancak (sadece) Hak bâkî (daimi, geriye) kalır ve âlem fânî (yok) olur; çünkü âlem kesreti (çokluğu) iktizâ eder (gerektirir). Vahdet-i vücûdun (varlığın “tek“liği) zuhûrunda (ortaya çıktığında) ise kâin (var olan şeyler), ya'nî âlem bâkî (daimi) kalmaz. Binâenaleyh (bundan dolayı) hakîkatte mevsûl (eşleşme) yoktur. Zîrâ (çünkü) mümkin-i mütevehhem (mümkünlüğü farzedilebilecek bir şey) yoktur ki, mevsûl (eşleşme, birleşme) bulunsun. Ve yine hakîkatte bâin, ya'nî ayrı yoktur; zîrâ (çünkü) müteayyin olan (meydana çıkan, görünen) bir şey yoktur ki, vahdet-i hakîkıyyeden (hakiki “tek’den) mütemeyyiz (farklılaşmış, ayrışmış) olsun; kesret-i nisebiyyenin (çokluk bağıntılarının) cümlesi (hepsi) o vahdette (“tek”likte) müstehlektir (bitmiş, tükenmiştir). Nitekim vâhidin (“tek”in) zâtında mündemic (içerilmiş) olan nısfiyyet (yarımlık) ve sülüsiyyet (üçtebirlik) ve rub'iyyet (dörttebirlik) vesâire nisbetleri (bağıntıları) onda muzmâhildir (eriyip, yokluğa karışmıştır). Ve onların vâhidden (“tek”ten) iftirâkları (ayrışmaları) ve ona ittisâlleri (bitişmeleri) emr-i nisbîdir (göreceli bir iştir); ve nisbet (görecelik, kıyas) ise ancak iki şey arasında vâki' olur (yapılabilir). Halbuki hakîkatte vâhid (“tek“) için ikilik yoktur; binâenaleyh (bundan dolayı) burhân-ı ayân (apaçık delil) ve keşf (sırrın açılımı) bu zikr olunan (bahsedilen) şeyle geldi. Ya'nî ayânen (aşıkar, açık olarak) ve keşfen, zâhir (dışta) ve bâtında, (içte) Hakk'ın gayrı (dışında başka) bir şey olmadığı tebeyyün etti (belli oldu, anlaşıldı). Böyle olunca ben ayn-ı basarla, ya'nî baş gözü ile ve ayn-ı basîret ile, ya'nî kalb ve rûh gözüyle, zâhir (dışta) ve bâtında (içte) mevcûdâtı (var olanları) müşâhede eylediğim (seyrettiğim, gördüğüm) vakit, ancak Hakk'ın "ayn"ını (hakikatini, tıpkısını, tâ kenndisini) müşâhede eylerim. (seyrederim, görürüm) Mesnevî: ................... ..................... ................... ..................... Bu, Rabb'inden onun vücûdu olmaktan haşyet eden kimseye mahsûstur. Zîrâ o, temeyyüzü âlimdir. (27) Bu, yani daha önce söylediğimiz Rabb’in ve kulun karşılıklı olarak râzı ve mârzi (razı olan ve olunan) olma durumu Rabb'inden korkan kimseye özgüdür. Çünkü bu kişi Rabb ve kul arasındaki ayrımı bildiği için “tek”liği öne sürerek rabb’in varlığı benim varlığımdır veya benim varlığım rabb’in varlığıdır demekten kaçınır, sakınır. (27) Bu kelâm (sözler) bâlâda (yukarıda, daha önce) zikr olunan (bahsedilen) "Allah abîdinden (kulundan) râzî oldu; onlar da marzîlerdir (kendilerinden razı olunmuşlardır) ilh.. (şeklinde devam eden)" kavlinin (sözlerinin) tetmîmen (tamamlayan) mâ-ba'didir (sonrasıdır, son kısmıdır). Arada geçen kelâmlar (sözler) tavzîh (açıklık getirmek) içindir. Bu halde sûret-i rabt (bağlandığında şekil) böyle (şöyle) olur: Hakk'ın abîdinden (kulundan) ve abîdin (kulun) Rabb'inden râzı olması ve onların yekdîğeri (birbirlerine) indinde (göre) marzî bulunması (kendisinden râzı olunan olmaları), Rabb'inden haşyet eden (korkan, çekinen) kimseye mahsûstur (özgüdür). Zîrâ (çünkü) Rabb'inden haşyet eden (korkan, çekinen) abd (kul), Rab ile merbûb (kul) beyninde (arasında) vâkı (olmuş) olan temeyyüzü (farklılığı, ayrışmayı) bildiği için, isbât-ı tevhîd edip, (tekliği öne sürüp) Rabb'in vücûdu (varlığı) benim vücûdumdur (varlığımdır); veyâhut benim vücûdum (varlığım) Rabb'in vücûdudur (varlığıdır), demekten ictinâb eder. (sakınır, çekinir) Çünkü rubûbiyyeti (rabb’lığı) ve ubûdiyyeti (kul’luğu) birbirinden temyiz edip, (ayırıp) her birisinin hakkına riâyet etmek (saygı duyup uymak, korumak) îcâb-ı edebdir (edebin gereğidir); ve ubûdiyyetin (kulluğun) iktizâsı da (gerektirdiği de) budur. Ve mâdem ki ilm-i temeyyüz (ayırd edici malumat, bilgi) mevcûddur, ne Mevlâ abd (kul) olur; ve ne de abd (kul) Mevlâ olur. Eğer bu ilim ile berâber îcâbât-ı merâtibe (mertebelerin gereğine) riâyet olunmazsa (saygı duyulup uyulmaz ise) ilhâd (dinden çıkma) ve zendeka (zındıklık, dinsizlik, imansızlık, kafirlik) olur. Beyt: ................ .................... ................... ................. Tercüme: "Vücûdun (varlığın) her mertebesinin bir hükmü vardır. Eğer merâtibi (mertebeleri) hıfz etmezsen (muhafaza etmez, korumaz isen) zındıksın (dinsiz imansız ve kafirsin)." Çünkü vücûdda ba'zı a'yânın, âlimin getirdiği şeye cehli, bizi bunun üzerine delâlet eyledi. İmdi abid arasında temyîz vâkı' oldu. Böyle olunca da erbâb arasında temyîz vâkı’ oldu. Eğer temyîz vâkı' olmasa idi, elbette ism-i vâhid-i ilâhî, cem'-i vücûhu ile, ism-i âharın tefsîr olunduğu şeyle tefsîr olunur idi. Halbuki Muizz, Müzill'in tefsîriyle tefsîr olunmaz. Emsâli de böyledir. Lâkin o, vech-i ahadiyyet i'tibâriyle odur. Nitekim sen, her bir isim hakkında, “hüviyeti cihetinden o, zâta ve onun hakîkatına delildir” dersin. Binâenaleyh müsemmâ birdir. Böyle olunca da Muizz Müzill'in hüviyyetidir. Muizz ise, kendi nefsi ve hakîkatı cihetinden, Müzill değildir. Zîrâ fehimde, onlardan her birisi hakkındaki mefhûm muhteliftir. (28) Çünkü “varlık” konusunda (yani “tek” varlığın yoğunluk kazanarak kademe kademe inişi, teklikten izafi çokluğa geliş, isimler ve sıfat bağıntıları, varlık mertebeleri, kendimizi nerde ne olarak tanımlamamız gerektiği ve buna bağlı edep konusu vb.. konularda), bazı kişilerin, âlim’lerin getirdiği açıklamalardan mahrum olmaları, bizi bu konuyu delil göstererek açıklamaya yöneltti. Şimdi kullar arasında bir farklılığın, bir ayrışmanın olduğu ortadadır. Böyle olunca da, (her kulun kendine ait özel bir rabbi olduğundan yani her kul farklı bir rabbe karşılık geldiğinden) Rabb’ler de biribirlerinden ayrışmış olurlar. Eğer böyle bir ayrışma olmasa idi, şüphesiz ki, her biri eşsiz ve biricik olan, herhangi bir ilâhî isim, geriye kalan tüm diğer isimlerle her bakımdan aynı tarife sahip olacaktı. Oysa örneğin, Muizz yâni “izzet veren, yücelten” ismi, Müzill'in yâni “zelil, rezil eden” isminin anlamıyla açıklanamaz. Bu durum benzer olarak diğer isimler için de geçerlidir. Ancak ahadiyet yani “tek”lik açısından bakıldığında durum değişir ve (aynı “tek” Zât’a işaret ettiklerinden, her ne kadar manaları farklı da olsa) biri diğerinin aynı olur. Nitekim sen, isimlerden her biri için, “aslı bakımından o, Zâta ve onun hakîkatine delildir” dersin. Dolayısıyla isimlenen aynı ve “tek”dir. Böyle olunca da el-Muizz el-Müzill'in kendisidir. Fakat el-Muizz, kendisine özgü olan özellikleri ve hakîkati yönünden, el-Müzill değildir. Çünkü anlayışta, onlardan her birisi hakkındaki mana ve kavram farklıdır. (28) Ya'nî vücûdda (varlıkla ilgili) ba'zı eşhâsın, (şahısların) âlimin getirdiği şeye, ya'nî âlim-i billâhın (Allah’ı bilenlerin) zikr ettiği (bahsettikleri) "vahdet-i vücûd" (“varlığın tekliği”) mes'elesine câhil (bilgisiz) olması, bizi rubûbiyyet (rablık) ve ubûdiyyet (kulluk) mefhûmlarının (kavramlarının) temeyyüzüne (farkının ortaya konmasına) ve ayrılmasına delâlet (için yol göstermeye sevk) etti. Çünkü ulemâ-yı billâh (Allah’ı bilen âlim kişiler) Hz. Şeyh (r.a)’ın bâlâda (yukarıda) irâd buyurduğu (söylediği) beyitlerin mefhûmu (manası) üzere "vahdet-i vücûd"dan bahs ettikde (“varlığın tekliği”nden bahsedilince), gayr-ı ârif olanlar, (ârif olmayanlar, bu konuda bilgisi olmayanlar) adem-i temeyyüzü (aslında ayrılığın, farkın olmadığını) bilmedikleri cihetle, (için) onu inkâr ederler (karşı çıkarlar, kabul etmezler). Binâenaleyh (bundan dolayı) mürâat-ı edeb (edebi korumak) için, bu hal bizi, makâmının temeyyüzüne (makamların ayrıştırılmasına) delâlet (sevk) eyledi; ve temeyyüz ile hükm ettik (ayrıştırmaya karar verdik). Bu i'tibar ile (bakımdan) abîd (kullar) arasında temeyyüz (ayrılık, farklılık) vâkı' (olmuş) oldu. Ya'nî ârifin ilmi ve câhilin cehli (bilgisizliği) temeyyüzü (farklı olmayı) iktizâ etti; (gerektirdi) ve bi'n-netîce de (sonuç olarakta) erbâb; (rablar) ya'nî esmâ, (isimler) arasında temeyyüz (farklılıklar) vâkı' (olmuş) oldu. Çünkü abîd, (kullar) esmânın mezâhiridir; (görünme yerleridir) ve her bir abd, (kul) ancak Rabb-i hâssının (kendi hâs Rabb’inin) kendisine verdiği şeyle zâhir olur; (meydana çıkar) ve Rabb-i hâssının (hâs Rabb’inin) ona verdiği şey dahi (de), abdin (kulun) ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin) lisân-ı isti'dâd (istidadı lisanı) ile taleb eylediği (istediği) şeydir. Binâenaleyh (bundan dolayı) abîd (kullar) Rabb-i hâslarının (kendi öz, hâs Rabb’larının) kendilerine verdiği şeyle temeyyüz ederler; (farklılaşır, ayrışırlar) ve abîd (kullar) arasındaki temeyyüz (farklılık, ayırım) "erbâb" (Rabb’ler, isimler) arasındaki temeyyüzdür; (ayrışma, farklılıktır) ve erbâb (Rabbler) ise yekdiğerinden (biribirlerinden) havâss-ı zâtiyyeleriyle (kendilerine hâs özellikleriyle) ayrılırlar. İmdi (şu halde) bu ayrılış evvelen (ilkin) hazret-i esmâiyyede (isimler arasında, mertebesinde) erbâb-ı hâssa (hâs Rabb’ler, İlahi isimler) arasında; ve sâniyen (ikinci olarak) hazret-i şehâdette (dünyada, görünen âlemde) abîd (kullar) arasında vâki' (olmuş) olunca, elbette abd (kul) ile Rab arasında da sâbit olur (olduğu kesindir). Eğer esmâ-yı ilâhiyye (ilahi isimler) arasında temeyyüz (ayrılık, farklılık) vâkı' (mevcut) olmasaydı, esmâ-yı ilâhiyyeden (ilahi isimlerden) her bir isim, cemî'-i vücûhdan (bütün yönlerden) diğer bir ismin tefsîr olunduğu (izâh edildiği) şeyle tefsîr olunur (izâh edilir) idi. Halbuki Muizz (izzet veren) ve Müzill (zelil eden) isimlerinin husûsiyyât-ı zâtiyyeleri (kendilerine hâs olan zati özellikleri) başka başka olduğundan, Muizz ismi her vech (yön) ile, Müzill ismi ile tefsîr (izâh) olunmaz. Ve ne kadar esmâ-yı mütekâbile (birbirine karşıt bu gibi isimler) varsa hepsi de böyledir. Mâni', Mu'tî; ve Muhyî, Mümît; ve Hâfıd ve Râfi'; ve Dârr ve Nâfı' ilh... gibi. Velâkin (ancak hal böyleyken) ahadiyyet-i zâtiyyeye (Zât’ın “tek”liğine) nazaran (göre) Muizz ismi Müzill ismidir; ve bu i'tibâra (kabul edişe) göre Muizz ismi Müzill ismi ile tefsîr olunur (izah edilebilir). Çünkü zât-ı ahadiyyette (ahad, Zât’ın “tek”liğinde) cümlesi (bütün hepsi) müttehiddir. (birleşmiş, bir olmuştur) Orâda zıd ve nidd (aykırılık, farklılık ve aynılık, benzerlik) yoktur. Mesnevî: .................... ................... Tercüme ve îzâh: "Bî-renklik (renksizlik, suretsizlik) rengin (suretin) esîri oldukda Mûsâ, Mûsâ ile cenkte (savaşta) oldu. Vaktâki (ne zamanki) bîrenkliğe (renksizliğe, suretsizliğe) vâsıl olasın (ulaşırsın) ki, o sende var idi; Mûsâ ile Fir'avn'ın sulhü vardır (o zaman barışırlar)." Ya'nî bî-renk (renksizlik, suretsizlik) ve kesretten (çokluktan) muarrâ (soyunmuş, uzak) olan zât-ı ahadiyyet (Ahadiyet Zât’ı, “tek” lik mertebesindeki Zât) kisve-i taayyüne (taayyün, suret elbisesine) büründükte Mûsâ ile Fir'avn'ın veyâhut Mûsâ (a.s.) ile bir adı Mûsâ olan Sâmirî'nin (Hz. Musa (a.s.) zamanında Yahudileri şirke sevk eden, kavmini yaptığı buzağı heykeline taptırmağa çalışan bir yahudi) münâzaada olduğunu (ağız kavgası yaptıklarını) görürsün. Şurrâh (şerh edenler) ikinci Mûsâ'yı Fir'avn ma'nâsına almışlardır. Halbuki Sâmirî olmak münâsib (olması daha uygun) olur. Nitekim ârifin biri buyurur: "Cibrîl'in (cebrâîl a.s.’mın) terbiye ettiği Mûsâ kâfir ve Fir'avn'ın terbiye ettiği Mûsâ da mürseldir" (resûldur) ya'nî "Cibrîl'in terbiye ettiği Mûsâ kâfir ve Firavun'un terbiye ettiği Mûsâ da resûldür" demek olur. Vaktâki (ne zamanki) teemmül ve tefekkür ve keşf-i sahîh (derin derin düşünme ve bu düşünceler sonucu fikir üretmek suretiyle doğru ve gerçek keşfe ulaşma) ile renksizliğe (suretsizliğe) vâsıl olasın (ulaşırsın) ve âlem-i ıtlâkı (kayıtsız mutlak âlemi) mülâhaza edesin (görerek dikkatlice incelersin), (işte o zaman) Mûsâ ile Fir'avn arasında cenk (savaş) olmayıp onların sulh (barış) ve dostluk içinde bulunduğunu ve o mertebede zıd olmadığını (karşıt olmadıklarını) görürsün. Nitekim sen esmâ-yı ilâhiyyeden (ilahi isimlerden) her bir isim hakkında: O isim, zâta ve hüviyyet-i mahsûsası (kendisine hâs özellikleri) hasebiyle (dolayısıyla) kendi hakîkatına delîldir, dersin. İmdi (buna göre) kâffe-i esmânın (isimlerin hepsinin) müsemmâsı (isimlendirdiği) bir olduğundan, bu birlik i'tibâriyle (bakımından) Muizz (İzzet veren) ismi Müzill (rezil eden) isminin hüviyyetidir (aslıdır özüdür aynı kişiinin isimleridirler); ve yekdîğerinin (birbirlerinin) aynıdır: Fakat kendi nefisleri ve hakîkatları i'tibâriyle (bakımından) başka başkadır. Çünkü birinin husûsiyyet-i zâtiyyesi (zâtına hâs olan özellikleri) izzet, (saygınlık) diğerininki zillettir (rezillikdir). Izzet ve zillet ise hükümde bâşka başka şeylerdir. Şu halde her bir isim için iki delâlet (şeye işaret ediş, delil oluş) olmuş olur. Birisi zâta, diğeri o ismin nefsine (kendisine) ve hakîkatınadır. Bu ikinci delâlete (işaret edişe, delil oluşa) göre esmâ (isimler) yekdîğerinden (birbirlerinden) ayrılır. Ve bu i'tibâr ile (bakımdan) ism-i Muizz (Muizz yani İzzet Veren ismi), ism-i Müzill'in (Muzill yani Rezil Esen isminin) aynı değildir. Zîrâ bunların mefhûmları (manaları) fehimde (akılda, anlayışta) muhteliftir (farklı farklıdır). İşte Zât, bu esmâdan (isimlerden) her birinin husûsiyyet-i zâtiyyesine (kendilerine hâs özelliklerine) göre bir sıfat ile muttasıfen (sıfatlanmış olarak) zâhir oldu (açığa çıkıp görünür oldu). Ve sıfat-ı i'zâz (iffetli, izzet verici sıfatlar) ile zuhûr, (meydana çıkıp görünmek) sıfat-ı izlâl (zelil, rezil edici sıfatlar) ile zuhûrun (meydana çıkıp görünmenin) aynı değildir; yekdîğerine (birbirlerine) muhâliftir. (zıttır, karşıttır) Mesnevî: ................... .................... Tercüme ve îzâh: Ey teşne-yi ma'rifet (Ey bilgiye susamış), âlem-i şehâdetteki (içinde bulunduğumuz, görünen âlemdeki) tezâdın (zıtlıkların) sebebini dinle! Şöyle ki; suver-i muhtelifenin (çeşitli ve farklı suretlerin) canları (ruhları) olan esmâ (isimler), "yâ" harfinden "elif’ harfine kadar hurûf (harfler) nasıl muhtelif (farklı ve çeşitli) ise, öylece muhteliftir (çeşitli ve farklıdır). İşte bu sebeble âlem-i şehâdette (içinde bulunduğumuz, görünen âlemde) mevcûd, bilcümle (bütün) suver (suretler) ve hurûf-ı muhtelifede (çeşitli harflerde) dahi (de), şûr (kargaşa) ve şek (şüphe, zan) ve tezâd (zıtlık) ve ihtilâf (uyuşmazlık, ayrılık) vardır. Maahâza (bununla beraber) mâhiyet (aslı) itibâriyle (bakımından) o hurûfun (harflerin) her birisi baştan ayağa kadar müttehiddir. (birleşmiştir, “bir” durumdadır) Şiir: Sen Hakk'ı halktan ârî kılar olduğun halde, Hak cânibine nazar etme! (29) Şiir: Hakk’a bakma Onu Âlem’den (halktan) ayırıp soyutluyarak, (29) Ya'nî sen Hakk'ı, ekvândan (âlemdeki varlıklardan) mücerred (soyutlayıp, varlık aleminden ayırıp sadece zihni bir kavram haline getirip) ve mezâhir-i halkıyyeden (görüntü yerleri olan yaratılmış suretlerden) münezzeh (temizlenmiş, arınmış) bir mevcûd-ı hâricî (hariçte bir varlık) ve O'nu halktan (yaratılmışlardan) ve O'nun sıfâtından (sıfatlarından) ârî (temiz, saf) kılmak sûretiyle O'na nazar etme! (bakma) Zîrâ (çünkü) O'nu ekvândan (âlemdeki varlıklardan) tecrîd (ayıracak) ve tenzîh edecek (ayrı tutacak) olur isen, vücûd-ı Hak (hakk’ın varlığı) ile vücûd-ı halka (yaratılmışların varlıklarına) birer had (sınır) ta'yîn ederek, (belirleyerek) her birinin kendi haddini (sınırını) tecâvüz etmiyeceğine (geçmeyeceğine) hükm etmiş (karar vermiş) olursun. Halbuki, Hak Teâlâ Hazretleri zâtıyla her şeyi ihâta etmiştir (kapsamış, kuşatmış) ve bîhaddir. (sınırsızdır) Ve sen halka Hakk'ın gayrını ilbâs eder olduğun halde, Halk cânibine nazar etme! (30) Ve Âlem’i (halka) görme Onu Hakk’tan ayıran giyisiler içinde, (30) Ya'nî sen halkı, (yaratılmışları) Hak'tan mücerred (soyutlanmış) ve min-külli'l-vücûh (her bakımdan) O'na muğâyir (aykırı, başka) kılmak ve libâs-ı gayriyyet (ayrı ve başka oluş elbisesi) giydirmek sûretiyle ona nazar etme! (bakma) Zîrâ Hak Teâla: “ve hüve meaküm eyne mâ küntüm” yânî “Siz nerede iseniz O sizinledir” (Hadîd, 57/4) buyurur. Belki sen, kesret-i halkıyyede (yaratılanların çokluğunda) vahdet-i zâtıyyeyi (Zât’ın “tek”liğini) ve vahdet-i zâtiyyede (Zât’ın “tek”liğinde) dahi (de) kesret-i halkıyyeyi (yaratılmışların çokluğunu) görmek için halkta (yaratılmışlarda açığa çıkan) Hakk'a nazar eyle! (bak) Ve Hakk'ı tenzîh ve teşbîh et; ve mak'ad-ı sıdk makamında kaim ol! (31) Ve Hakk'ı tenzîh (soyutla) ve teşbîh et (benzer kıl) Ki ol daima sadakat ve doğruluk makamında (31) Ya'nî sen Hakk'ı, makâm-ı ahadiyyet (Ahadiyet, sırf Zât makamında oluşu) hasebiyle (nedeniyle) halktan (yaratılmışlardan) ve onda mevcûd olan şâibe-i kesret (çokluk kusurundan) ve imkâniyyet ve noksandan tenzîh et! (ayrı, temiz, uzak tut, mukaddes kıl) Ve O'nu sem' (işitme), basar (görme) ve irâde (seçme ve dileme) ve kudret (güç) gibi sıfât-ı kemâliyyenin (kemâli sıfatların) kâffesiyle (hepsiyle) teşbîh eyle! (benzer kıl) Zîrâ (çünkü) sen tenzîh (ayrı tutmak, beri kılmak) ile teşbîhi (benzer kılmayı) cem' edersen (biraraya getirirsen, birlikte yaparsan) makâm-ı sıdkta (sadakat ve doğruluk makamında) kâim olmuş (bulunmuş, oraya ulaşmış) olursun. Ve bu sûret (biçim) kâmillerin âdetidir; (usulüdür) ve ona "makâm-ı cem” (cem, birleme makamı) derler; ve onda aslâ şâibe-i kizb (doğru olmama gibi bir kusur, leke) yoktur. Ve istersen makam-ı cem'de ol; ve istersen makâm-ı farkta ol! (32) Ve istersen cem (birlik, birleme) makâmında ol (yani herşey Hakk’dır diyerek “bir”le); ve istersen fark (ayrılık, ayrıştırma) makâmında ol! (yani Hakk Hakk’tır halk da halkdır diyerek ayrıştır.) (32) Ya'nî ey ârif sen, vaktâki (ne zamanki) vahdet-i hakîkiyye-i vücûdiyyeyi (varlıkların hakikatindeki “tek”liği) bildin ve maiyyet hükmü (bir ve beraber oluşları nedeni) ile halkın (yaratılmışların) bir vecihden (yönden) Hak ve Hakk'ın bir vecihden (yönden) halk (yaratılmışlar) olduğunu; ve makâm-ı farkta (fark makamında) halkın halk, ve Hakk'ın dahi (da) Hak idiğini (olduğunu); ve makâm-ı cem'-i mutlakta (mutlak cem, birleme makamında) da halkın (yaratılmışların) vücûdu (varlıkları) olmaksızın her şeyin Hak olduğunu; ve makam-ı fark-ı mutlakta (mutlak fark makamında) dahi (da) Hakk'ın gayrı (ayrı) olarak kevnde (âlemde yaratılmış olan) her şeyin halk (yaratılmışlar durumunda) bulunduğunu anladın ve bu makâmlarda mütehakkık (bulunarak, doğru ve gerçeğe ulaşmış) oldun; bu sûrette (şekilde) ister makamât-ı cem'de (cem, “bir”leme makamlarında) ve ister makâmât-ı farkta (fark makamlarında) ol! Artık sana zarar vermez; ve sen muhlis-i muvahhidsin. (halis, gerçek bir tevhid ehlisin, baktığın her şeyde Hakk’ın “bir”liğini gören ve gözetensin) Eğer sana her biri zâhir olursa, sen cümlesiyle kasab-ı sabakı hâiz ol! (33) Eğer açılırsa sana bunlardan birinin sırrı, diğerine yönel ki, ikisiyle olabilesin “yarışma mızraklarına” sâhip. (yani ancak ikisiyle birden zafere erişebilirsin) (33) Ya'nî cem' (“bir”leme) ve farktan (ayırmadan), sana zâhir olan (açılan) her bir makâmın yalnız birisine iktisâr etme! (yetinme) Zîrâ (çünkü) onlardan her birisine iktisâr, (sadece biri ile yetinmek, kısıtlamak) şer'ân (şeriate göre) mezmûmdur (kötülenmiştir). Ve yalnız "cem" (“bir”leme) zendeka; (zındıklık, dinsizlik) ve yalnız "fark" dahi (da) şirktir (ikilik, Cenâb-ı Hakk'a ortak koşmaktır). Onlardan birisi zâhir olunca, (görülünce) sen kasab-ı sabakı; (yarış mızrağını) ya'ni müsâbaka mızrağını hâiz (sahip) ol! (yarışta öne çık) "Kasabu's-sabak" (mızrak yarışı) burada zafer ve merâtib-i âliyye (kazanma ve mertebede yükselme) ile fevz (öne çıkma, üstün olma) için istiâredir (benzetmedir). Arablar, meydanın bir tarafına mızrak dikip atlarını koştururlar; evvel giden o mızrakları ahz edip, (alıp) müsâbakayı kazanır; buna "kasabu's-sabakı hâiz oldu" (mızrak yarışını kazandı, yarışma mızrağına sahip oldu) derler. Hulâsası, (sözün kısası) ey ârif, ihrâz-ı merâtibde (mertebeleri kazanmak, onlara ulaşmak için) müsâbaka mızraklarını hâiz (sahip) ol! Vech-i Hak (Hakk’ın yüzü) halka (yaratılanlara) ve vech-i halk (yaratılanların yüzü) Hakk'a nikâb (perde) olmasın, demek olur. İmdi sen fânî olmazsın, bâkî de kalmazsın; ve sen, ifnâ etmezsin, ibka da etmezsin. (34) Şimdi sen ölümlü değilsin, ölümsüz ve daimi de olamazsın; Sen, öldürüp yok edemediğin gibi, daimi de kılamazsın. (34) Ya'nî sen "hakîkat" cihetiyle (yönünden) Hak olduğun için, asla fânî (ölümlü) olmazsın; ve halkıyyet, (yaratılmışlar) cihetiyle (yönüyle) de bâkî (daimi, devamlılık üzere) kalmazsın. Zîrâ (çünkü) senin bu taayyünün (oluşumun, suretlenişin) bir vücûd-i izâfiden (izafi, göreceli bir varlıktan) ibarettir ki, iki ân içinde bakî (kalıcı) değildir; ve dâimâ teceddüddedir. (tazelenmekte, yenilenmektedir) Vücûdunun (varlığın) her bir zerresi fenâ bulup, (yok olup) yerine misli (benzeri) gelir. Çocuk iken küçük olan cesedin (bedenin) gittikçe ziyâdeleşip (fazlalaşıp) büyür; ve zayıf iken şişman ve şişman iken zayıf olursun. Senin senliğin bu sûretle (şekilde) bu âlem-i şehâdette (görünen âlemde, dünyada) böylece zâhir olduğu (açığa çıkıp göründüğü) gibi, mevtın-ı âhirette (ahiret yurdunda) dahi (da) yine böyle olacaktır. Zîrâ (çünkü) "hakîkat"ın ve rûhun ebeden (asla, hiçbir zaman) fânî (ölümlü, yok) olmaz. Ve kezâlik (böylece) sen a'yân-ı vücûdiyyeyi (varlık suretlerini) dahi (de) ifnâ (geçici, ölümlü) etmezsin; çünkü onların mezâhir-i Hak (Hakk’ın görüntü yerleri) olup Hakk'ın onlarda ezelen (geçmişte) ve ebeden (gelecekte, herzaman) mütecellî (tecelli edici, açığa çıkacan) ve zâhir (görünür olan) olduğunu bilirsin. Ve onları ibkâ (baki, daimi) dahi (de) etmezsin; çünkü bu taayyünâtın, (açığa çıkmış suretlerin) şems-i zâtın (zât güneşinin) tecellîsi vaktinde (ortaya çıkmasıyla) buz gibi eriyip vücûd-i izafîlerinden (göreceli varlıklarından) üryân (soyunup çıplak) kalacaklarına vâkıfsın. (bilmektesin) Ve senin üzerine vahy, gayr sûretinde ilka olunmaz; ve sen de gayra ilka etmezsin. (35) Gelmez sana vahiy, başkasından ve/veya başkası vasıtasıyla; İletemezsin sen de başkasına istesen bile. (35) (çünkü başkası yoktur) Ya'nî ey ârif, sana hazret-i kudsten (cennet bahçesinden, peygamber ve evliyaların ruhlarının toplandığı yerden) ve Cenâb-ı İlâhîden (İlahi makamlardan) fâiz olan (kazandığın, nail olduğun) ilhâm gayra (başkasına) ilkâ (ilham) olunmaz; çünkü senin vücûdun (varlığın) Hakk'ın gayrı (dışında, O’ndan ayrı, başka) değildir. Sen Rabb-i hâssın (öz Rabb’in) olan ism-i ilâhînin (İlahi İsmin) sûretisin; ve ism-i ilâhî (İlahi İsim) ise, isim sâhibinin gayrı (başkası) değildir. Bu sûrette (şekilde) fâiz olan (kazanılan, nail olunulan) ilhâm, ancak senden sana ilkâ (ilham) olunur. Ve kezâ (aynı şekilde) cemî'-i ibâd (bütün kullar) dahi (da), ayrı ayrı birer ismin terbiyesi altındadır. Ve bu isimlerin kâffesi (tamamı), müsemmâ (isimin sahibi, isimlenmiş olan) i'tibâriyle (bakımından) müttehiddir (birleşikdirler, “bir”dirler) ve müsemmânın (isim sahibinin, isimlenmiş olanın) aynıdır. Binâenaleyh (bundan dolayı) sen, senden sana fâiz (nail olan, ulaşmış olan) olan ilhâmı, muhtelifü's-suver (suretler ile çeşitlenip farklılaşmış) olan ibâda (kullara) ilkâ (telkin) ettiğin vakit, yine ağyâra (başkasına) ilkâ (telkin) etmiş olmazsın. Zîrâ vücûdda (varlıkta) ağyâr (başka, başkalık) yoktur; bu, ârifin hâlidir. Gâfil ise Hakk'ın vücûdunu (varlığını) ve kendi vücûdunu (varlığını) ve sâir (diğer) halkın (yaratılmışların) vücûdunu (varlıklarını) yekdîğerinden (birbirinden) ayrı görür Beyt: Ey dil bu yeter iki cihanda sana iz'ân (bu anlayış) Birdir, bir iki olmağa yok, bilmiş ol, imkân Hak söyleyicek sende, senin ortada, nen var? Âlemde senin "ben" dediğindir sana noksan. İmdi (Buna göre) Hak Teâlâ Hazretleri İsmâîl (a.s.) üzerine rızâ ve sıdk-ı va'd (vaadine sadık kalmak) ile senâ etmiş (övme ve takdirde bulunmuş) olduğundan, Cenâb-ı Şeyh (r.a.) buraya kadar esrâr-ı rızâyı (rızâ ile ilgili sırları) zikr etti. (anlattı) Bundan sonra da esrâr-ı senânın (övme, beğenme ile alakalı sırların) beyân-ı hikmetine (hikmetini açıklamaya) şurû' edip (başlayıp) buyurur ki: Senâ sıdk-ı va'd iledir, sıdk-ı vaîd ile değildir. Ve hazret-i ilâhiyye bizzât mahmûd olan senâyı taleb eder. Binâenaleyh onun üzerine sıdka vaîd ile değil, sıdk-ı va'd ile, belki tecâvüz ile senâ olunur. Hak Teâlâ: “Fe lâ tahsebennallâhe muhlife va’dihî rusulehu” (İbrâhim, 14/47) dedi; "vaîdi-hî" demedi. Belki “ve netecâvezu an seyyiâtihim” (Ahkâf, 46/16) dedi. Maahâza bunun üzerine teva'ud etti. (36) Senâ yani övüp yücelteme, hayır için verilen söze sadık kalınmaya karşılık yapılır yoksa yapılmış bir ceza tehdine sadık kalındığında değil. Ve ilâhî hazret bizzât beğenilip hoşa giden şeyler sonucu yapılan övgü ve yüceltilmeyi talep eder. Bundan dolayı onun üzerine vaîde yânî tehdidinde sadık olması sebebiyle değil, vaadinde yani vermeyi vaad ettiği şeylere ait sözünde sadık oluşundan dolayı, yahut da tehdit konusu cezadan vaz geçmesinden dolayı senâ yani övgü ve yüceltmede bulunulur. Hak Teâlâ: “Fe lâ tahsebennallâhe muhlife va’dihî rusulehu” yânî “Sakın Allah’ı resûllerine vaadinden cayar sanma” (İbrâhim, 14/47) dedi; "vaîdi-hî yânî tehdidinden" demedi. Hatta onları tehdit ettiğinde bile; “ve netecâvezu an seyyiâtihim” yânî “Ve onların kötülüklerinden, günahlarından vazgeçeriz” (Ahkâf, 46/16) dedi. Ve Bu söyledikleriyle onlara karşı af ve bağışlama ile muamele yapacağının sözünü verdi. (36) Senâ, (takdir etme, överek yüceltme) aklen ve âdeten, (akla ve âdete göre) ancak senâ olunan (övülerek yüceltilen) kimsenin hayrâtı (yaptığı hayırlar, güzel ve iyi işlerinin) mukâbilinde (karşılığında) olur; şurûr (kötü işlerinin, kötülükleri) mukâbilinde (karşılığında) senâ (övme ve yüceltme) olmaz. Binâenaleyh (bundan dolayı) hayr ile va'd edip (hayırlı olmasını temenni ederek söz verip) de bu va'dini (verdiği sözü) incâz eden (yerine getiren) kimse, bununla medh ve senâ olunur (övülür ve yüceltilir). Fakad şer (kötülük) ile vaîd edip (tehdit edip) de bu vaidini (tehdidini) incâz eden (yerine getiren) kimse bu îâd (tehdidi) ile senâ olunmaz; (övülüp yüceltilmez) belki afv edip (bağışlayıp) vaîdinden (tehdidinden, koyduğu cezadan) tecâvüz ettiği (vaz geçtiği) vakit senâ olunur (övülür yüceltilir). Ve hazret-i ilâhiyye (ilahi makamlar, dereceler) ise, kevni (açığa çıkan varlıklar) için menba'-ı hayrât (hayırların, iyiliklerin kaynağı) ve ma'den-i meserrâttır. (sevinçlerin kaynağıdır) Abîdini (kullarını) ademden (yokluktan) vücûda (varlığa) çıkardığı ve onlara hulel-i kemâlâtı (kemâlât elbiselerini) giydirip mezâhir-i esmâsı ve sıfâtı (isim ve sıfatlarına görünme yeri, ayna) kıldığı cihetle, (yönle, için) abîdinden (kullarından) bizzat senâ (kendisi için övgü, yüceltilme) taleb eder (ister). Şurûr (kötülükler) ise, kevni (açığa çıkan mevcutlar) için umûr-ı izâfiyye (göreceli işlerden) olup, tabâyıa adem-i mülâyemetten (mizaclara, yaradılışlara uygun gelmeyen şeylerden) ibârettir. Binâenaleyh (bundan dolayı) şerrin (kötülüğün) şer (kötü) oluşu Zât’a nisbetle (göre) değildir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “Mâ esâbeke min hasenetin fe minallâhi, ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsike” yâni “Sana iyilikten ne isabet ederse, işte o Allah'tandır. Ve sana kötülükten ne isabet ederse, o taktirde o, kendi nefsindendir” (Nisâ, 4/79). Belki (hatta) zât-ı Hakk'a (Hakk’ın Zât’ına) nisbeten (göre) hepsi hayırdır. Çünkü mezâhirde (görüntü mahallerinde, suretlerde) zâhir olan (açığa çıkıp görünen) Hak'tır. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “kul küllün min ındillâh” yâni “Hepsi Allah katındandır” (Nisâ, 4/78) Ya'nî, Allâh'a mensûb (ait) olan hasenât (hayırlar, iyilikler) ile, senin nefsine muzâf (ait) olan seyyiâtın (kötülüklerin) kâffesi (hepsi) Allah indinden (katından) sâdırdır (çıkmaktadır). Zîrâ (çünkü) haddi zâtında (aslında) hayırdır. Ve her ne kadar sana nisbeten (göre) şurûr (kötü) ise de, esmâ-i ilâhiyye (İlâhi isimlerin) iktizâsından (gereklerinden) olduğu için hayırdır. Ve sıdk-ı va'd (vaadinde, verdiği sözde sadık olması) ile senâ olunduğuna (övülüp yüceltildiğine) delil olarak Hak Teâla Hazretleri: “Fe lâ tahsebennallâhe muhlife va’dihî rusulehu” (İbrâhim, 14/47) Yânî "Ey habîbim! Sen zannetme ki, Allah Teâlâ resûllerine karşı va'dinde (verdiği sözde) hulf edicidir" (geri dönücü, cayıcıdır) buyurdu. Ve vaîdinde (tehditinden) değil, va'dinde (verdiği sözünden) hulf etmiyeceğini (caymayacağını) tasrîh eyledi; (açıkça belirtti) ve hattâ sıdk-ı vaîd (tehtidinde sadık kalması) şöyle dursun, Hak Teâlâ: “ve netecâvezu an seyyiâtihim” (Ahkâf, 46/I6) ya'nî "Biz onların seyyiâtından (kötülük ve günahlarından) tecâvüz ederiz" (vaz geçeriz) buyurmakla usâta (isyankar ve günahkarlara) karşı afv ve tecâvüz (bağışlama ve cezalandırmakdan vaz geçme) ile muâmele eyliyeceğini va'd etti. (vaadinde bulundu, sözünü verdi) Halbuki her kim şu ve bu (şu veya bu şekilde) isyânı mürtekib (isyan gibi kötü bir iş yapacak) olursa, ona şöyle ve böyle cezâ ederim diye, vaîd (tehdit, ihtar) etmiş idi. Ve'l-hâsıl (sözün kısası) vaîd, (tehdit) abdin (kulun) seyyiâtına (kötülüklerine) mukâbil (karşılık) olup, bizzât mahmûd (medh edilen, beğenilen birşey) olmadığından, hazret-i ilâhiyye üzerine sıdk-ı vaîd ile (tehditinde sadık oluşu nedeniyle) senâ olunmaz. (övülüp, yüceltme yapılmaz) Böyle olunca, Hak İsmâîl (a.s.)ı sâdıku'l-va'd olmasıyla senâ eyledi. Ve imkânda olan taleb-i müreccahtan dolayı Hak hakkında vaîdin tahakkuku imkânı zâil oldu. (37) Böyle olunca, Hak İsmâîl (a.s.)’ı verdiğ sözde vaadinde sâdık olduğu için övüp yüceltti. Ve mümkün olabilecek olan tercih talebinden dolayı Hak hakkında vaîdin yânî tehdidin gerçekleşmesi olasılığı ortadan kalktı. (37) Ya'nî Hak, mâdemki İsmâîl (a.s.)’ı “innehu kâne sâdıkal va’di ve kâne resûlen nebîyyen” yânî “muhakkak ki, O vaadinde sadık idi ve bir resûl (kendine gelen vahyi halka ulaştıran) ve bir nebî (kendisine vahiy ulaşan) idi.” (Meryem, 19/54) âyet-i kerîmesinde sâdıku'l-va'd (vaadinde sadık) olmasıyla medh etti (övdü); ve bundan, sıdk-ı va'd üzerine (vaade sadâkat ile, verdiği sözde sadık oluşu nedeniyle) senâ olunduğu (övüldüğü) anlaşıldı; ve Hak ise kullarına a'mâl-i hasenelerine (yaptıkları iyi ve güzel işlere, amallere) mukâbil (karşılık) mükâfat edeceğini va'd (vaad etti, söz verdi) ve a'mâl-i seyyielerine (yaptıkları kötü işlere) mukâbil (karşılık) dahi (da) cezâ edeceğini vaîd etmekle (tehdit etmekle) berâber, seyyiâttan (işledikleri kötülük ve günahlardan) tecâvüz (vaz geçerek, onları görmezden gelerek) ve afv (bağışlama) ile muâmele buyuracağını da va'd etti; (sözünü verdi) ve “innallâhe yagfiruz zunûbe cemîân” yânî “Muhakkak ki Allah, günahların hepsini mağfiret eder” (Zümer, 39/53) ve “İnnallâhe lâ yagfiru en yuşreke bihî ve yagfiru mâ dûne zâlike” yânî “Muhakkak ki Allah, O’na şirk koşulmasını mağfiret etmez. Bunun dışındakileri mağfiret eder.” (Nisâ, 4/48) buyurdu; şu halde mûcib-i senâ (övgü sebebi, övgüyü gerektirici) olan incâz-ı va'd (verilen sözün yerine getirilmesi) ciheti (yönü) müreccah bulundu (daha öncelikli tercih edildi); ve vaîdin (tehditin) imkân-ı tahakkuku (gerçekleşme imkanı) zâil oldu. (ortadan kalktı) Ya'nî iki sûret (şekilde hareket) mümkün idi: Biri mükâfât (ödüllendirme), diğeri mücâzât (işlenen suçun karşılığında cazalandırma). Va'd-i mükâfâtın (mükafat sözünün) incâzı (yerine getirilmesi) mûcib-i senâ (övgü gerektirici sebep) olup ve vaîd-i mücâzâtın (cezalandırma tehditinin) incâzı, (yerine getirilmesi) mûcib-i senâ (övgü gerektirici sebep) değil idi. Çünkü Hak uhûd-ı sâbıkasını (geçmişte verdiği sözleri) incâz ettiği (yerine getirdiğ) için, İsmâîl (a.s)’ı sıdk-ı va'd (sözüne sadık olması) ile senâ buyurdu. (övdü) Binâenaleyh (bundan dolayı) imkândan (imkan dahilinde, olası) olan müreccah (terrcihlerin) cihet (yönü) incâz-ı va'd (hayır için verilen sözlerin tutulması) olduğundan, Hak hakkında vaîdin (ceza tehditinin) tahakkuku (gerçekleştirilmesi) imkânı (seçeneği, olasılığı) zâil (ortadan kalkmış) oldu, gitti. Ve'lhâsıl (netice olarak) sıdk-ı vaîd (tehditinde sadık olmak) ile senâ (övgü) olunmaz; ya'nî "Hamd ve senâ olsun o Allâh'a ki, kullarına envâ'-ı mücâzât (yaptıkları suçlara karşılık çeşitli cezalar) ve ukübât (azaplar) ile vaîd edip, (tehdit edip, korkutup) bu vaîdini (tehdidini) dahi (de) incâz eyler" (gerçekleştirir, yerine getirir) demek câiz (doğru) değildir. Çünkü vaîdin (tehditin) sıdkı mümkün (kesinliği, yerine getirilip getirilmeyeceği belli) değildir. Şiir: İmdi yalnız sâdıku'l-va'din gayri bâkî kalmadı. Ve Hakk'ın vaîdi için muâyene olunur bir "ayn" yoktur. (38) Şiir: Yanlız sözünün eri kaldı geriye, Hakk’ın tehditinin izi yok görünürde. (38) Ya'nî Hak hakkında, vaîdin (ceza için olan tehditin) imkân-ı tahakkuku (gerçekleşme imkanı, seçeneği) zâil (son bulmuş, ortadan kalmış) olduğundan, yalnız sâdıku'l-va'd (vaadinde sadakat, kesinlik) kaldı; sâdıku'l-vaîd (tehditte sadâkat, kesinlik) kalmadı. Zîrâ (çünkü) tecâvüz (cezalandımadan vaz geçileceği) ile, va'din sıdkı (ahdin, verilen söze sadık kalınacağı hususu) vâcibdir (mecburi, kesindir); ve vaîdin (tehditin) tenfizi (infâz edilmesi, yerine getirilmesi) ise “ve mâ nursilu bil âyâti illâ tahvîfâ” yânî “Biz âyetlerimizi ancak korkutucu olarak göndeririz” (İsrâ, 17/59) âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince) mümkün değildir. Ve enbiyâyı zî-şan (şerefli peygamber) hazarâtının (hazretlerinin) âyât-ı vaîd (tehdit ayetleri) ile irsâlleri (gönderilmeleri) ancak ibâdı (kulları) tahvîf (korkutmak) ve tehdîd içindir. Ve bu tahvîf (korkutma) dahi (da) bi'l-ittikâ (dinin yasak ettiği şeylerden sakınarak) cemâl-i bâ-kemâl-i Hakk'a (Hakk'ın mükemmel, eksiksiz, kusursuz güzelliğine) hicâb (perde) olan nefislerinin enâniyyetinden (benliklerinden) kurtulmaları içindir. Ve Hakk'ın vaîdine (tehdidine) mahsûs (ait) olmak üzere muâyene olunur (kesin olarak belli olan, görünen, aşikar olmuş ) bir "ayn" (biçim, esas) yoktur. Çünkü vaîd (tehditin) âsîler hakkında olanları afv ve mağfiret (bağışlama) ile, Kâfırler ve münâfıklar hakkında olanaları da, azâblarının mizâclarına (yaradılışlarına) münâsib (uygun) olan naîme (nimetlere) inkılâbı (dönüştürülmesi) ile zâil (ortadan kalkmış) olur. Nitekim Cenâb-ı Şeyh (r.a.): Ve gerçi dâr-ı şekaya dâhil olurlar ise de, onlar o dâr-ı şekada bir lezzet üzerinedirler; o da naîm-i mübâyindir. (39) Girmiş olsalar da bedbahtlık diyarına (cehenneme), Nimetler içinde hoşnutdurlar orada; Ancak bu nimetler zıddıdır ebedi cennetlerin nimetlerinin. (39) Ya'nî haklarında âyât-ı vaîd (korkutma, tehdit ayetleri) vârid (gelmiş) olan tâife (kimseler), cehennem dediğimiz dâr-ı şekâya (sıkıntı, azap, işkence yurduna) girdiklerinde, orada ehl-i cennet (cennetliklerin) naîmine (nimetlerine) mübâyin (benzemeyen, onların zıddı) olarak hâsıl (meydana gelmiş, oluşmuş) olan bir naîmin (nimetin) lezzeti ile mütelezziz olurlar. (lezzetlenirler) Zîrâ (çünkü) ehl-i cennet (cennetlikler) nüfûs-ı tayyibe (iyi ve temiz nefs’ler) olduklarından tayyibât (iyi ve temiz şeyler) ile; ve ehl-i cehennem (cehennemlikler) nüfûs-ı habise (kötü ve pis nefs’ler) olduklarından, necâset (pislik) böceği nasıl ki gül kokusundan muazzeb (rahatsz olur) ve kazûrât (pislikler) ile mütelezziz olursa, (hoşnut olur, lezzetlenirse) onlar da habîsât (kötü pis şeyler) ile tena’um (nimetlenirler) ve telezzüz ederler. (zevk ve lezzet alırlar) Bu beyt, âtîdeki (aşağıdaki) beytin ibtidâsındaki (başlangıcındaki) "naîm-i cinânu'l-huld" (sonu olmayan cennetlerin nimetleri) ile tamam olur Cinân-ı huldün naîmine. Halbuki emr vâhiddir ve aralarında tecellî indinde mübâyenet vardır. (40) Ebedi cennetlerin nîmetlerinin. Oysa ikiside birdir fark sadece tecellide. (birinde Cemâl isimlerinin diğerinde Celâl isimlerinin tecellileri, oluşumları, eserleri sözkonusudur) (40) (Silik kısımlar orjinal metinlerde olmayıp konunun daha iyi anlaşılması için tarafımca eklenmiştir. N. Koçer) Ya'nî dâr-ı şekâya (cehenneme) dâhil olanlar orada cinân-ı huldün (sonsuz cennetlerin) naîmine (nimetlerine) mübâyin (benzemeyen, başka türlü) bir naîmden (nimetlerden) lezzet üzerinedirler. Halbuki gerek ehl-i cennetin (cennetliklerin) ve gerek ehl-i cehennemin (cehennemliklerin) tecellîsi emr-i vâhid (tek bir şey) olduğu gibi, emr-i iltizâz (lezzet alma hususu) ve tena’umları (nimetlenmeleri) dahi (de) birdir. Şu kadar var ki, her birinin tecellîsi isti'dâdlarına (kabiliyet ve kapasitelerine); ve lezzet ve tena’umlârı da (aldıkları zevk ve nimetlenmeleri de) mizâclarına (tabiatlarına) göredir. Ya'nî tecellî birdir, fakat isti'dâdlar (kabiliyetler ve kapasiteler) muhteliftir; (çeşitlidir) ve lezzet (alınan zevk) dahi (de) hadd-i zâtında (aslında) emr-i vâhiddir, (tek şeydir) fakat mîzaca (yaradılış özelliklerine) göre tenevvü' eder. (çeşitlenir) Beyt: Halkın isti'dâdına vâbestedir kabiliyetlerine bağlıdır feyzin eserleri) âsâr-ı feyz (Yaradılmışların Ebr-i nîsandan sadef dürdâne, ef’î semm kapar (Nîsan bulutundan, istiridye inci tanesi, yılan ise zehir kapar) Meselâ bir (aynı) toprakta biten ve bir (aynı) su ile iskâ olunan (sulanan) kamış iki nevi' (iki çeşit) üzere zâhir olur. (meydana çıkar) Birinin içi boş, âdî kamıştır; ve diğeri şeker kamışıdır. Bu zuhûr (meydana çıkış) isti'dâdlarının (kabilyetlerinin) iktizâsıdır; (gereğidir) yoksa tecellîleri (ortaya çıkışları) emri vâhiddir. (tek bir şeydir) Ve kezâ (aynı şekilde) kimi insanın zevki mudârebe (dövüşmek) ve müşâtemededir; (sövmektir) ve kiminin zevki ise, halka nevâzişle (gönül alarak, okşayarak, yumuşaklıkla) mülâtafadadır (iltifat etmektir). Fakat zevkıyyet (zevk alışları) i’tibâriyle (bakımından) ikisi de birdir. Ancak her birinin mizâcına (tabiatına) münâsib (uygun) olan bunlardır. Uzûbet ta'mından nâşî "azâb" tesmiye olunur. Ve bu lafz-ı azâb, azâba kışr gibidir; ve kışır hıfz edicidir. (41) (cehennem azabına) Tatlı olan tadından dolayı "azâb" demişler. (Azab; Arapça'da "Azb" (tatlı, şirin) kökünden türetilmiştir.) Ve bu azâb sözü, zevke ve lezzete kabuk gibidir, o kabuk ki, muhafaza eder korur içindekileri. (41) Ya'nî ehl-i cehenneme (cehennemdekilere) mahsûs (tahsis edilmiş, onlara özel) olan bu naîme, (nimetler) ta'mında (tadında) tatlılık olduğu için "azâb" denilmiştir. Zîrâ azâb, aslında "azb"den (Tatlı, lâtif, hoş ve şirin olan yiyilecek ve içilecek şey’den) me'hûzdur; (türemiştir) ve "azb" lügatte "tatlı ve şîrin" ma'nâsına gelir. Nitekim "mâi azb" ve “lisânu azbi'l-beyânı arabî" derler ki, "tatlı su" ve "beyânı şîrîn olan lisân-ı arabî" (arap lisanı) demek olur. Binâenaleyh (bundan dolayı) dâr-ı cehennemde (cehennem yurdunda) küffâr (kafirler) hakkındaki azâb, hem "elem" ma'nâsını mutazammın olan (içeren) azâb-ı ıstilâhîyi (terim manasıyla azabı) ve hem de "lezzet" ma'nâsına gelen azâb-ı lügavîyi (sözlük anlamını) câmi' olur. (kendinde toplar) Ve bu "azâb" lafzı, (sözü) onda müdemic olan (içerilen, bulunan) "lezzet" ma'nâsı için kışır (dış taraf) ve kabuk gibidir; ve kabuk içi muhâfaza eder. Ve bu sebeble hakâyık-ı eşyâyı (şeylerin hakikatlerini) idrâkten mahcûb (perdeli) olan gâfillerden o ma'nâ mahfûz (saklı, korunmuş) kalır. Veyâhut ehl-i cennetin (cennet ehlinin) naimi (nimetleri) ehl-i cehennemin (cehennem ehlinin) naîmine (nimetlerine) nisbetle (kıyasla) iç ve kabuk gibidir. Bunlar iç ile, onlar kabuk ile tena’um ederler. (nimetlenirler) Nitekim bu âlemde (dünyada) dahi (da) emsâli (benzeri) çoktur. Biz insanlar karpuzu ve kavunu yiyip tena’um ederiz; (nimetleniriz) kabuklarını da hayvanlara atarız; onlar dahi (da) bununla tena’um ederler. (nimetlenirler) Hattâ hayvânâta içi verilse kabuk gibi makbûl gelmez. Nitekim "Eşek hoşaftan ne anlar" darb-ı mesel-i âmiyânesi (halk deyimi) bu hakîkatı pek açık bir sûrette (şekilde) tebyin eder. (belirtir) Çünkü her ikisinin mizâclarına (yaradılışlarına) münâsib (uygun) olan naîm (nimet) bunlardır. İmdi (şu halde) ehl-i sünnetin mezhebi üzere (gittikleri, tuttukları yola göre) ehl-i cehennemden (cehennemdekilerden) azâb-ı ıstılâhî (azab kelimesinin terimsel yani elemi içeren manası) ebeden (asla) zâil (bitmez, yok) olmaz; ve o azâb kaim oldukça da (sürüp gittikçe de) azâb-ı lügavî (azab’ın sözlük manası yani tatlı, hoş, lezzetli manası) kaim bulunur (var olur ve onun yerine geçer). Şu kadar ki Müntakım (İntikam Alıcı İsmi) onlardan intikâm aldıktan sonra “Rahmetim gazâbımı geçmiştir” (kudsi hadis’i) mûcibince (gereğince) azâb-ı ıstılâhî (azab kelimesinin terimsel manası yani elem) bâkî iken (devam ederken) müteellim olmazlar; (elem duymazlar, acı çekmezler) ve bilakis (hatta tam aksine) mütelezziz olurlar (zevk alırlar, lezzetlenirler). Zîrâ (çünkü) onlar hakkındaki rahmet, rahmet-i Rahmân'dır. (Rahmân’ın rahmetidir) Ve rahmet-i Rahmân (Rahmân’ın rahmeti) ise azâb ile mümtezicdir (iç içedir, karışıktır). Ve bu rahmet âmmeye (herşeyi) şâmildir. (yayılmıştır, kapsamaktadır) Nitekim dünyâda Hak, mü'minlere ve kâfirlere, bu rahmetle mütecellîdir (tecelli edicidir); onun için bu âlemin (dünyanın) ezvâkı (zevkleri, lezzetleri) hep elemle (ızdırapla, acıyla) mümtezicdir. (iç içe, karışıktır) Fakat ehl-i cennet (cennet ehli) hakkındaki rahmet, rahmet-i Rahîm'den (Rahim’in rahmetinden) olduğu için, onların naimi (nimetleri) naîm-i hâlistir. (saf, karışıksız nimettir) Ve bu rahmet âmmeye (herkesi) şâmil (kapsayıcı) değildir; belki rahmet-i hassâdır: (özel rahmettir, bazı kullarına hâs olan rahmettir) Ey sâhib-i firâset (zeki ve anlayış sahibi) olan mü'min! Bu mizâcların ashâbını (sahiplerini) sen bu âlemde de (dünyada da) anlıyabilirsin. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “ve le ta’rifennehum fî lahnil kavl” (Muhammed, 47/30) Ya'nî "Yâ habîbim sen münâfıkîni (münafıkları) uslûb-i kelâmlarından (sözlerindeki üslubdan) ve kelâmlarının (sözlerinin) lahnından (imasından, ahenginden) bilirsin." Mesnevî: ......................... ...................... Tercüme ve îzâh: Hz. Yezdân (Allah) Nebiyy-i zî-şâna (şerefli peygambere) mahall-i sevk-i kelâmda, (sözün söyleniş biçmine göre) ehl-i nifâktan (nifak sahiplerinde görülen) pek kolay bir nişân (işaret) beyân buyurdu. (bildirdi) Şöyle ki: Eğer münâfık, sûrette (görünüşte) mücessem (yapılı) ve latîf (nazik) ve bülend (yüksek, rütbe sahibi) olsa da, sen onu elbette lahn-ı kavilde (sözündeki imadan) anlar ve onun üslûb-ı kelâmından (söyleyiş tarzından) nasıl bir adam olduğunu tanırsın. Sen topraktan ma'mûl (yapılmış) bardağı satın aldığın vakit, ey müşteri, onu tecrübe edersin. O bardağın üzerine bir el vurursun, niçin? Çatlak mıdır, değil midir anlamak için. Zîrâ (çünkü) çatlak olan bardağın sesi başka türlü olur. Sadâ, (ses) onun önde giden çavuşun sadâsıdır. (sesidir) Ya'nî bu sadâ (ses) padişâhın teşrîfıni (gelişini) ihbâren (heber vererek) önde giden nakîbin (öncünün) sadâsına (sesine) benzer. Zîrâ müşteri çanak çömlek nev'inden (cinsinden) mübâyaa edeceği (satın alıcağı) şeye evvelen, tın tın eliyle vurur. Ve o sadâ, (ses) önde giden çavuşun sadâsı (sesi) gibidir. İşte bunun gibi bâtını (içi) fâsid (kötü) olan kimseden dahi (de) sadâ (ses) gelir ki, o kimseyi ta'rîf eder. Bu hâl, kendisini fiil tasrîf eden (fiil olarak çeken) masdara benzer; ya'nî sadâ (ses) fiil menzilesindedir. (derecesindedir) Fiil masdarı nasıl ki mâzî, (geçmiş zaman) muzâri’, (geniş zaman) fâil, (fiili işleyen) mef’ûl (fiilden etkilenen) ve sâire (bunun gibi) sîgalarla (kiplerle, çekimlerle) tasrîf ederse, (çekerse) sadâ (ses) dahi (de) çatlakla çatlak olmayanı öylece tasrîf eder. (çeker) Ve ilm-i sarf da (gramer bilgisinde) mukarrerdir (kesin olarak açıklanmıştır) ki, eğer fiil; “kâim” ism-i fâili (fail ismi) gibi, muallel (illetli yani ortasında vav, yâ veyâ elif gibi “illet” harflerinden biri) olursa onun masdarını dahi (da) “kıyâmen” sûretinde (şeklinde) ta'lîl ederler (illet harflerinden biriyle söylerler). Ve eğer fiil muallel değilse, (kelimede illet harflerinden biri bulunmuyorsa) masdarda dahi (da) ta'lîl vâk’ olmaz (illet harfi bulunmaz). “Kâveme ve kıvâmen” gibi. Binâenaleyh (bundan dolayı) fiilin masdarını tasrîf ettiği (çektiği) zâhir olur. (görülür) İntihâ: 14 Cemâ'dil-âhire 334; 4 Nîsan 332, Pazartesi gecesi, sâat 2.30. Bitiş: 17 Nisan 1916, Pazartesi gecesi, saat 02:30