Burhan 123 Aral\375k 2015.indd

advertisement
¾ËWh¸?™h¸??¾lG
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
¾ËWh¸?™h¸??¾lG
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
³†@ÄAÅiH”@Òʦœ@Ä@iYI¹@ý
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
²…@ÃAÄhH“@ÑÉÁ¥›@Ã@hYI¸@¼
¿mH
İlk emri ‘Oku’ olan bir dinin sahipleriyiz. Bir
adı da ‘Alîm’ olan bilgi ve hikmet kaynağı Yüce
Rabbimiz Kur’ân’ın pek çok ayetinde ilmin önemine dikkat çeker ve ilim sahibi olmaya bizleri
yönlendirir. Bu ayetlerden bir kaçı şöyledir: “Hiç
bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (39/9)
“Allah’tan layıkıyla âlimler korkar” (35/28)
“Bunları en iyi âlimler düşünüp anlar”
(29/43) “Doğrusu bunda âlimler için ibretler/
ayetler vardır.” (30/22)
zeltme gayreti içerisinde olmalıdır. Zira öğrenilen
her yeni ve doğru bilgi, insanın değerini artıracak
ve onu kemale taşıyacaktır. Bu yüzden büyük mezhep imamı Ahmed b. Hanbel “Mezara girinceye
kadar elimde kalem kağıt eksik olmayacak”
(Maal mihbera ile’l-Makbera) demiş ve diğer İslam
önderleri gibi bu ilim aşkını fiilen göstermiştir. Mezhep imamız, büyük imamla ilgili kaynaklarımızda
yer alan “İmam Azam, vefatından birkaç gün
önce bu görüşünden vazgeçti” şeklinde düşülen kayıtlar da büyük imamların ömürlerinin son
anlarına kadar ilimle uğraştığını ve ilmini başkalarıyla paylaştığı net bir şekilde ortaya koymaktadır.
¿ÌXi¹@Úi¹@@¿mH
¾ËXh¸@™h¸@@¾lH
“Beşikten mezara kadar ilim örenin”,
“İlim kadın erkek herkese görevdir”, “Hikmet müminin yitiğidir, onu nerede bulursa
alır”, “Ya öğreten ol, ya öğrenen ol, ya dinleyen ol, ya da bunları seven ol. Beşincisi
olma, mahvolursun”, “İlim yoluna girenlere, Allah cennet yollarını kolaylaştırır”,
“İlim adamları, peygamberlerin varisleridir”, “İlim öğrenirken eceliyle ölen kimse
şehittir” diyerek ilim örenmeye teşvik eden bir
peygamberimiz var.
Onun peygamberliğinin ilk yıllarından itibaren yanında vahiy kâtipleri bulundurduğu,
Bedir savaşında ele geçen müşrik esirlerden her
birini on müslümana okuma yazma öğretme
karşılığında serbest bırakması, ilahî hakikatleri
tüm insanlığa ulaştırmak için dünyanın dört bir
yanına davet mektupları göndermesi hepimizin
bildiği hususlardır.
Bu yönlendirmeler ışığında her müslümanın
ilim talebi içerisinde bulunması bir Müslümanlık
görevidir. Müslüman, sürekli doğruları öğrenme,
bilgilerini yenileme, geliştirme, yanlış bilgilerini dü-
İlim yolu, biraz meşakkatli ve zorlu
bir yoldur. Zaten değerli olanlar, zor kazanılanlar
değil midir? Hz. Ali, “şu altı şey olmadan sen
ilme ulaşamazsın: Zekâ, hırs, sabır, maişet,
hoca ve zaman” diyerek bu zorlu ve yorucu ama
o ölçüde kutlu ve mübarek yola işaret eder.
Bu alanda yetkili ve etkili kişilere düşen bu
yolu olabildiğince kolaylaştırmaktır. İlim yolunda
olanlara sahip çıkmak, onlara sevgi ve saygı gösterip onların ihtiyaçlarını karşılamak
son derece önemli toplumsal bir görevdir.
Geleneğimizde ilim yolcularına ayrı bir
değer verilir, ilme adanan insanların hep
elinden tutulur, onlara yardım edilir ve onlara her bakımdan destek olunurdu.
Her şeyin bir karşılık beklenerek yapıldığı günümüzde Yüce Allah’ın rızasını kazanmak için çalışıp çırpınan gönül erlerine
ne kadar da muhtacız bugün!
İçindekiler
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl:
Aralık
Sayı:
Kâdisiye Savaşı 4
Burhan Basın Yayın
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
Prof. Dr. Mustafa Ağırman
Tevekkül ve Kanaat Rehâvet Sebebi midir? 9
Murat TÜRKER
Serdar TAŞAR
Helâl Alışverişe Karşı Haram Olan Fâiz! 10
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Prof. Dr. Ali AKPINAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
Salih AYDIN
Musa KARACA
Halkın ve Yöneticilerin Sorumlulukları 16
Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK
En Güzelle Konuşma… DUA 21
Oğuzhan GÜRHANİ
Talha AKA
Gsm: 0541 580 1969
Yard.Doç.Dr.H.Murat KUMBASAR
Talha AKA
Helal Gıda 14
İmanı Gür Genç 22
Nureddin YILDIZ
Tek Sayı:
1 Yıllık (12 Sayı) Abone:
Yurtdışı
1 Yıllık Abone:
!
#
$
Tasavvuf 34
"
Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL
%
"
&
%
'
(
)
*
+
'
(
,
-
#
.
$
)
$
Kur’an İlimleri 38
/
Posta Çeki No:
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti.
Müşteri No:
!
1
/
!
/
!
/
/
0
!
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No:
!
1
/
2
3
3
"
5
!
0
0
4
Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) den 42
Hikmet Damlası
Öğrencilerin “Baş Tacı” Değişirse… 44
M. Emin KARABACAK
!
!
Dr. İhsan ŞENOCAK
0
"
"
3
3
"
0
0
!
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Merhameti Kuşanmak II 48
Abdullatif ACAR
Rufai Tarikatının Temeli 54
Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s)
Faks: +9 (0216) 398 94 69
burhandergisi@hotmail.com
www.burhandergisi.com
İngiliz ve Müslüman? 62
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
Mehmet Cura
Aylık Süreli Yayın
6
7
(
(
7
)
'
7
:
)
(
;
.
'
$
*
)
(
8
)
*
(
'
<
-
)
8
-
8
)
)
&
&
)
$
$
$
)
7
7
$
<
(
'
7
6
*
'
6
7
$
(
'
$
9
(
)
(
*
'
=
6
,
'
8
(
*
)
$
#
)
$
(
$
$
(
#
)
7
Şaşı Bakıp Şaşı Gördüklerimiz 66
#
*
<
MilliTarih 68
,
%
$
'
#
)
.
'
)
#
)
#
'
:
$
#
(
*
$
(
Fatih Sultan SEMİZ
(
)
*
.
)
)
.
$
7
9
(
*
$
(
>
'
$
(
>
'
9
(
$
?
8
.
(
)
(
$
Hüseyin Serkan ELÖNÜ
'
<
Burhan Çocuk 70
Musa KARACA
22
İmanı Gür Genç
Nureddin YILDIZ
34
Tasavvuf
Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL
38
Kur’an İlimleri
Dr. İhsan ŞENOCAK
54
Rufai Tarikatının Temeli
Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s)
Kâdisiye Savaşı
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
K
mer’in
Ö
.
z
şı, H
a
e Sava
y
yılınd
i
s
6
i
3
d
6
/
Kâ
5
a1
anınd
m
süper
a
z
n
i
i
t
e
m
f
e
â
l
n
hi
dö
nî
usu ile
d
r
o
n S âs â
a
l
o
İslâm
i
s
i
bir
da
inden
r
e
arasın
l
ç
u
ü
s
g
u
d
r
uo
ra
torluğ
a
r
manla
a
ü
p
l
s
ü
İm
eM
larını
eden v
ı
p
n
a
a
k
y
e
’ın
cer
ve İran
n
ı
’
ır.
k
a
Ir
avaşıd
s
n
Kuzey
a
d
ir mey
açan b
âdisiye Savaşı, Hz. Ömer’in hilâfeti
zamanında 15/636 yılında İslâm ordusu ile dönemin süper güçlerinden
birisi olan Sâsânî İmparatorluğu ordusu arasında cereyan eden ve Müslümanlara Kuzey
Irak’ın ve İran’ın kapılarını açan bir meydan
savaşıdır. Bu savaşta İslâm ordusunun komutanı Sa’d b. Ebî Vakkâs, Sâsânî ordusunun
komutanı da Rüstem’dir. Sa’d, Rüstem’in komutan yapıldığını ve onun çok sayıda askerlerle
güçlendirildiğini halife Hz. Ömer’e bildirince, Hz.
Ömer ona şöyle bir mektup yazdı:
“Onlardan sana gelecek haberler ve
onların sana getirecekleri durumlar seni üzmesin. Üzülme, Allah’tan yardım dile, ona
güvenip dayan. Fars ordusunun komutanına
görüş ve rey sahibi güçlü adamlarını gönder
ki, onu imâna dâvet etsinler. Çünkü Yüce
Allah, bu adamlarımızın dâvetini Farslıların
gevşemesine ve sizin zafer kazanmanıza ve-
4
Aralık
sile kılacaktır. Her gün bana mektup yazarak
durumu bildir.”
İslâm ordu komutanı Sa’d b. Ebî Vakkas,
halifenin emrine uyarak savaş başlamadan önce
Sâsânî ordu komutanı Rüstem’e elçiler göndererek onu İslâm’a dâvet etti. Ondan bir netice
alamayan Sa’d, bu sefer de Sâsânî imparatoru (kisrâ) III. Yezdücerd’e bir heyet gönderdi ve
onu Müslüman olmaya veya cizye vermeye dâvet etti. Çünkü onlar, Hz. Peygamber’den böyle
görmüş ve böyle öğrenmişlerdi.
Önce İslâm’a dâvet edecekler,
muhâtapları bunu kabul etmezse kendilerine cizye vermeleri
teklif edilecek, onu da kabul
etmezlerse kendileri ile savaşılacaktı. Hz. Ömer, komutan Sa’d’a
bu mektubu yazarken elbette Hz.
Peygamber’in, bu konudaki emirlerine imtisal ediyordu.
Hz. Peygamber’in terbiyesinde yetişen ve ondan öğrendiklerine
dayanarak kendilerini İslâm’a veya
cizye ödemeye dâvet eden İslâm
ordu komutanının bu nazik dâvetine hem Rüstem hem de Kisrâ III. Yezdücedr, sert ve
alaycı bir tavırla karşılık verdiler.
Savaş başlamadan önce Sa’d ile Rüstem arasında elçiler aracılığıyla görüşmeler yapıldı. Bu görüşmeler İslâm Tarihi kaynaklarında şöyle anlatılır:
“Seyf b. Ömer, üstatlarından naklen şöyle demiştir: İki ordu karşı karşıya geldiği zaman Rüstem,
Sa’d’a haber göndererek kendisine soracağı şeyler
hakkında bilgisi olan akıllı bir adam göndermesini istedi. Sa’d da ona, Muğîre b. Şu’be’yi gönderdi. Muğîre, onun yanına varınca Rüstem ona şöyle dedi:
“Siz, bizim komşularımızsınız. Biz, şimdiye kadar size iyi davranıyor ve size ulaşacak
eziyetleri önlüyorduk. Şimdi memleketinize
dönün. Dönüp giderseniz, önceden olduğu gibi
ülkemize gelerek ticaret yapmanıza engel olmayacağız.” Muğîre de ona şöyle cevap verdi:
“Biz, dünya peşinde değiliz. Bizim asıl
istediğimiz ve amaçladığımız, âhirettir. Allah,
bize bir peygamber gönderdi. Gönderdiği peygamberine şöyle dedi: “Dinime tabi olmayan
kimselere şu Müslüman cemaati musallat kılacak ve bu
Müslüman cemaat vasıtasıyla
onlardan intikam alacağım.
Müslümanları, hak din olan dinime bağlı oldukları sürece, gâlip ve üstün kılacağım. Dinimden yüz çeviren kişi mutlaka
alçalır. Dinime bağlanan kişi
de mutlaka yücelir.”
Rüstem ona “Sözünü ettiğin din nedir?” diye sordu. Muğîre, Rüstem’e şöyle cevap verdi: “Bu
dinin -onsuz hiçbir işin yarar
sağlamayacağı- yegâne prensibi; Allah’tan başka hiçbir ilah bulunmadığına
ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna
iman etmek ve bir de Muhammed’in Allah katından getirdiği hükümleri tasdik etmektir.”
Rüstem, “Bu ne güzel bir şeydir. Başka bir
umdesi de var mıdır?” dedi. Muğîre, “Vardır!”
dedi ve şöyle devam etti: “Kulları, kullara kulluktan çıkarıp Allah’a kulluk seviyesine yükseltmektir.” “Bu da güzel bir şeydir. Başka bir şey
var mı?” dedi Rüstem. Muğîre, “Bütün insanlar
Âdem’in çocuklarıdırlar. Onlar ana baba bir
kardeştirler.” dedi.
Bu savaşta İslâm ordusunun komutanı Sa’d b. Ebî Vakkâs, Sâsânî ordusunun komutanı da Rüstem’dir.
Aralık
5
Rüstem, “Bu da güzel!” dedi ve şöyle devam
etti: “Söyler misin bana, eğer dininize girersek
ülkemizden çıkıp memleketinize döner misiniz?
Muğîre, “Evet, vallahi son ticaret veya herhangi bir ihtiyaç sebebi dışında ülkenize yaklaşmayız.” diye cevap verdi Rüstem’e. Rüstem de,
“Bu da güzel!” dedi ve İslâm’a ilgi duymaya başladı.
Muğîre, yanından ayrıldıktan sonra Rüstem,
kavminin reisleriyle İslâm’a girme konusunda müşâvere yaptı. Onlar, İslâm’a girmeyi reddettiler.
Allah onları rezil rüsvay etsin. Zaten öyle de yaptı.
Sonra Sa’d, Rüstem’in talebi üzerine ikinci elçi
olarak Rib’î b. Âmir’i gönderdi. Rib’î, Rüstem’in makamına girdi. Makamını altın işlemeli halılar ve ipek
minderlerle döşeyip süslemişlerdi. Kıymetli yakut ve
incileri, muazzam süsleri sergilemişlerdi. Üzerinde tacı
ve diğer kıymetli eşyaları vardı. Altından bir taht üzerine oturmuştu. Rib’î ise eski elbiseler giymiş olarak
makama girdi. Ama üzerinde kılıcı ve kalkanı vardı.
Küçük bir ata binmişti. Makama yaklaşıp atının ön
ayakları halının ucuna basıncaya kadar at üzerinde
durdu. Sonra indi, atını oradaki minderlerin dayalı
olduğu yerlerden birine bağladı. Üzerinde silahı, zırhı
ve başında miğferi olduğu halde Rüstem’e yöneldi.
Muhafızlar ona:
“Silahını indir!” dedilerse de o şöyle dedi:
“Ben, size kendi isteğimle gelmedim. Siz beni
çağırdığınız için geldim. Bu şekilde içeri girmemi kabul ederseniz ne âlâ, yoksa geri döner
giderim.”
Rüstem, adamlarına “İçeri girmesine izin verin!” dedi. Bunun üzerine o da mızrağına dayanarak
Rüstem’in tahtına doğru yürüdü ve içeri gidi. Rüstem
ona şöyle bir soru sordu: “Sizi buralara kadar getiren
sebep nedir? O da bu soruya şöyle cevap verdi:
“Yüce Allah bizi gönderdi ki, onun dilediği kimseleri kullara kulluk etmekten kurtarıp Allah’a kul yapalım, O kimseleri, dünya
sıkıntısından kurtarıp genişliğe kavuşturalım.
Dinlerin zülüm ve baskısından kurtarıp İslâm’ın adâletine kavuşturalım. Cenab-ı Allah
bizi, kendisine imana dâvet edelim diye dini
ile yaratıklarına gönderdi. Bu dini kabul eden
kimsenin durumunu kabulleniriz ve kendisine
dokunmadan geri döneriz. Ama bu dini kabul
etmeyen kimselerle Allah’ın va’dini gerçekleştirinceye kadar savaşırız.”
Bu sefer Rüstem, “Allah’ın size va’d ettiği
şey nedir?” diye sordu. Bu soruya Rib’î, “Cennet’tir. İmana gelmeyen kimselerle savaşarak
ölen kimse için Cennet vardır. Hayatta kalan
gâziler için ise zafer vardır.” diye cevap verdi.
Rüstem, “Sizin söylediklerinizi dinledim.
Ancak düşünüp karar vermemiz için bize süre
tanır mısınız?” dedi. Rib’î, “Evet, ama ne kadar
süre istersiniz? Bir ya da iki gün yeter mi?” dedi.
Rüstem, “Hayır, görüş sahibi ve kavmimizin reisi olan kimselerle yazışıp cevaplarını
alıncaya kadar bize süre tanıyın.” deyince Rib’î
İslâm ordu komutanı Sa’d b. Ebî Vakkas, halifenin emrine uyarak savaş başlamadan önce Sâsânî ordu komutanı Rüstem’e elçiler göndererek onu İslâm’a dâvet etti.
Ondan bir netice alamayan Sa’d, bu sefer de Sâsânî imparatoru (kisrâ) III. Yezdücerd’e bir
heyet gönderdi ve onu Müslüman olmaya veya cizye vermeye dâvet etti.
6
Aralık
de ona şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.v.), orduların karşı karşıya geldiği esnada düşmana üç
günden fazla süre tanımayı bize sünnet olarak
bırakmış değildir. Şimdi sen durumuna bak,
kavminin durumunu da göz önünde bulundur.
Bu süre içinde üç seçenekten birini seç!”
Rüstem, onların bu durumuna üzülerek kendilerine şöyle dedi: “Yazıklar olsun size! Elbiselere
bakmayın, görüşe, konuşmaya, davranmaya ve
davranışa bakın. Çünkü Araplar, giyim kuşam
ve yiyeceklere önem vermezler. Asaleti korurlar. Soy sopu göz önünde bulundururlar.”
Rüstem ve adamları, ikinci gün İslâm ordusu koRüstem, karşısındaki şahsın bütün bir İslâm ordusu adına konuştuğunu gördü ve onun bu cesareti mutanı Sa’d’a haber göndererek bir başka adam göndermesi talebinde bulundular. Sa’d da
nerden aldığını anlamak için şöyle bir
onlara Huzeyfe b. Mihsan’ı gönderdi.
soru sordu: “Sen kavminin efenÇünkü onlar,
O da Rib’î’nin konuşmasına bendisi veya lideri misin?”
Hz.
Peygamber’den
zer bir konuşma yaptı. Üçüncü gün
böyle
görmüş
ve
Muğîre b. Şu’be, bir daha onlara gitti.
Rib’î, bu soruya şöyle cevap
böyle öğrenmişlerdi.
O da güzel ve uzun bir konuşma yapverdi: “Hayır, değilim. Ama MüsÖnce İslâm’a dâvet
tı. Bu konuşma esnasında Rüstem,
lümanlar, tek vücut gibidirler.
edecekler, muhâtapları
Muğîre’ye şöyle dedi:
Onların en aşağı seviyede olanları dahi en üst seviyede olanları adına himâye ve emân verebilirler.”
bunu kabul etmezse
kendilerine
cizye
vermeleri
teklif
edilecek, onu da kabul
etmezlerse kendileri ile
s av a ş ı l a c a k t ı .
Bu karşılıklı konuşmalardan
sonra Rüstem, kavminin reisleriyle
toplantı yaparak onlara şöyle dedi:
“Bu adamın söylediği sözler kadar kıymetli ve
tercihe şayan başka bir söz işittiniz veya duydunuz mu hiç?”
Rüstem’in adamları kendisine şöyle dediler:
“Onun söylediği bu sözlere meyletmenden ve
dinini bırakıp şu köpeğe uymandan Allah’a sığınırız. Onun üzerindeki yırtık pırtık elbiseleri
görmüyor muydun?”
“Sizin, memleketimize girişinizin misâli, bir yerde bal gören karasineğin o yere girmesine benzer. Ve
o sinek: “Beni bu bala ulaştıran
kimseye iki dirhem vereceğim.”
der. Balın yanına varınca içine düşüp boğulur. Kurtulmak ister, ama
kurtuluş yolu bulamaz ve: “Kim beni buradan
kurtarırsa ona dört dirhem vereceğim.” der. Sizin durumunuz bir bağdaki deliğe giren zayıf bir tilkiye benzer. Bağ sahibi onu zayıf görünce acıyıp kendi
haline bırakır. Ama tilki semizleşip birçok şeyi bozduğu ve ifsat ettiği zaman bağ sahibi askerleriyle onun
üzerine gelir, kölelerin yardımıyla onu kaçıp kurtulamadan vurup öldürür. Semizlediği için delikten çıkıp
kurtulamaz ve canını verir. İşte siz de ülkemizden bu
şekilde çıkacaksınız.”
Bu konuşmasından sonra Rüstem, galeyana
gelerek öfkeli bir şekilde şöyle dedi. “Güneşe yemin ederim ki, yarın sizi öldüreceğim.” Onun
bu tehdidine hiç aldırmayan ve çok soğukkanlı olan
Muğîre de ona şu karşılığı verdi: “Sen de durumu
yakın zamanda görüp anlayacaksın!” Muğîre’nin bu sözü üzerine Rüstem, biraz yumuşadı ve
geri adım atarak şöyle dedi: “Size elbise verilmesini, komutanınıza da hem elbise hem binek
hayvanı hem de bin dinar verilmesini emrettim ki, ülkemizden çekip gidesiniz.”
Aralık
7
Sonraki fetih hareketleri için slogan haline getirilen “Biz, insanları kula kul olmaktan kurtarıp Allah’a kul etmek için geldik” cümlesi, Kâdisiye’nin armağanıdır.”
Muğîre, bu gibi tekliflere itibâr etmediklerini Rüstem’e verdiği şu cevabı ile bir kere daha îlân
etti: “Hükümranlığınızı gevşettikten, onurunuzu zayıflattıktan sonra mı bunu bize teklif
ediyorsunuz? Ülkelerinizde bir süre kalacağız.
Küçülmüş olarak kendi elinizle cizyenizi bize
vereceksiniz. Ve istemeseniz de kölemiz olacaksınız.” Muğîre’nin korkusuz bir şekilde ve hiç
sıkılmadan böyle demesi üzerine Rüstem, iyice öfkelenip galeyana geldi ve savaş kaçınılmaz oldu.
“Haftalar süren birbirlerini kollayıştan sonra savaş başladı ve çok şiddetli bir şekilde üç veya dört gün
devam etti. Vücudundaki çıbanlardan dolayı rahatsız
durumda olan Sa’d, fiilen çarpışmalara katılamadı ve
orduyu kurdurduğu yüksekçe bir çardaktan yönetti…
Müslümanların, ilk defa karşılaştıkları filler konusundaki tecrübesizlikleri birinci gün zor anlar yaşamalarına sebep oldu. İkinci gün toparlandılar; ancak çok
şiddetli çarpışmaların cereyan ettiği üçüncü gün çok
ağır kayıplar verdiler. Nihayet savaşın sonuna doğru Suriye’den gelen altı bin kişilik yardımcı kuvvetin
desteği ve bazı komutanların zekice manevralarıyla
üstünlüğü ele geçirdiler. Komutan Rüstem’in, Hil’al
b. Ullefe tarafından öldürülmesinin ardından Sâsânî
ordusu dağıldı ve büyük bir bozguna uğradı… Sa’d,
İranlılar’ın ağır yenilgisi karşısında kazandıkları büyük
zaferi, hemen her gün Medine dışına çıkarak habercilerin getireceği müjdeyi bekleyen Hz. Ömer’e bildirdi.
Her iki tarafın da mevcutlarının en az üçte birini kaybettikleri bu savaşta Müslümanlar çok miktarda ganimet ele geçirdiler; bunların en kıymetlisi “direfş-i
kâviyânî” adındaki kutsal İran sancağıydı.
Kâdisiye Savaşı, İslâm tarihinin en önemli zaferlerinden biridir. Müslümanlara büyük bir moral ve
üstünlük hissi veren bu zaferle Irak’ın kapıları açılmış,
İran’ın düşüşünün başlangıcı hazırlanmış, Sâsânîler’in
başşehri Medâyin’in fethi sağlanmış, diğer fetihlere
hız kazandırılmış ve Müslümanların ele geçirdikleri
bölgelerde sosyopolitik örgütlenme teşvik edilmiştir.
Kâdisiye Savaşı’na yüz civarında Bedir Gazvesi’ne
katılan sahâbî, üç yüz on küsûr Bey’atürrıdvân’da hazır bulunan ve daha sonra Müslüman olan sahâbî,
Mekke’nin fethine iştirak eden üç yüz sahâbî ve yedi
yüz sahâbe çocuğu katılmıştı. Savaş öncesinde iki
taraf arasında yapılan görüşmelerde Müslümanların
ortaya koydukları tavır ve söyledikleri sözler, İslâm fetihlerinin etik temellerini açıklaması bakımından büyük önem taşımaktadır. Daha sonraki fetih hareketleri
için slogan haline getirilen “Biz, insanları kula kul
olmaktan kurtarıp Allah’a kul etmek için geldik” cümlesi, Kâdisiye’nin armağanıdır.”
Saygıdeğer okuyucularım, nerden nereye
gelmişiz, değil mi? Yani nasıl bir yükseklikten
nasıl bir alçaklığa düşmüşüz, değil mi? Hz.
Peygamber efendimizin çevresinde yetişen ashâb-ı kirâmın izzet ve yüceliğine bakalım, bir
de dönüp bizim düştüğümüz duruma bakalım.
Bizi bu zilletten kurtar Allah’ım!
8
Aralık
Murat TÜRKER
Tevekkül ve Kanaat
Rehâvet Sebebi midir?
Manastırlı İsmail Hakkı Efendi, Ayasofya
kürsüsünden, kıyameti yakın gösterip halkı adâlete,
tembelliğe sevk eden yaklaşımdan yakınıyordu.
O dönemin düşünce dünyasına etki eden birçok
ismin yazı ve konuşmalarına, klasik ahlâk anlayışının
tevekkül ve kanaat gibi temel kavramlarına eleştirel
yaklaşan bir arka plan hâkimdir. Âkif’in, ‘içine düştüğümüz zilletin illetinin yine biz olduğunu’ savunan mısraları unutulmasın.
Bu mantığa göre, geçmişten bu yana; sabır,
tevekkül, kanaat gibi insanı zühde ve istiğnaya yönlendiren başlıklar, hep tembelliğe sevk
eden, dünyadan el etek çekmeyi sonuç veren
bir muhteva üzerinden yorumlanmış ve ahali bu
çerçevede zillet ve meskenete düçâr edilmiştir.
Klasik ahlâk teorisine dönük keskin tenkidler
içeren bu modern(ize edilmiş) ahlâk telakkisini tümden haksız ve isabetsiz ilân etmek yerinde midir, değil
midir, ayrı bir tartışma konusudur. Kanaatimce belli
eleştiri noktaları üzerinden hayata geçen bu anlayışın
dikkate alınması gereken endişe ve kaygılardan beslendiğini inkâr etmemek icab eder.
Ama işbu modern bakış ve anlayışta, Batı karşısında düşülen maddî yenilgi krizinin ve ‘İslâm algımızın terakkiye mâni olup olmadığı’ tartışmalarını tetikleyen geri kalmışlık psikolojisinin müessir
olduğu âşikârdır.
Yazıyı bir ‘velev ki’ ile sürdürelim:
Velev ki, modern anlayışın tesbit ve tenkidleri
doğru olsun. Klasik/zühde dayalı ahlâk algısı, gerçekten de ümmeti çalışma hususunda rehâvete ve miskinliğe sürüklemiş bulunsun.
Ancak sanayi hamlesinin içimizde uç verdiği ve
kalkınma mitinin kutsanmaya başlandığı 20. asrın ortalarından bu yana, Müslümanlar içinde müteşebbis ve
Aralık
maddî anlamda gayretli bir damarın varlığı üst düzeyde hissedilir oldu. Yani bu dönem itibariyle artık Müslümanların genel rehavetinden ve dünyadan el etek
çektiğinden söz etmek pek de mümkün görünmüyor.
Bilakis, bu dönem için eleştiriler tam tersi istikamette,
dünyevîleşmenin gemi azıya aldığı şeklindeki tesbitlere
vücut verecek tarzda ortaya konulur oldu.
Manastırlı ve Âkif bugün yaşasaydı, Müslümanların miskinliğinden değil, belki de dünyevîleşmeye bir had ve sınır çekilememesinden
yakınacaklardı.
O zaman varacağımız sonuç şu: Klasik ahlâk anlayışının belli ölçüde terki ve daha dünyevî bir perspektifin benimsenmesi süreci, ne yazık ki bir orta yolun
tesisi ile neticelenememiştir.
“Dünyadan bu kadar müstağni kalıp uzak
durmayın” yollu telkinler, dünyevîleşmeye set çekilemeyen bir savrulmayla sonuçlanmış, tefritin terki ümmeti ifratla buluşturmuştur.
Pasif(ist) olmakla itham edilen ahlâk algısının yerine ikame edilen aktif/aktivist ahlâkî tutum da sadra
şifa olmamıştır.
Eleştirilen durumu ortadan kaldırmaya dönük
söylemlerin, daha sorunlu bir tabloyu vücuda getirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Belki bir çıkış noktası teşkili adına, ümmetin herhangi bir meselede bakış açısı geliştirirken hâkim paradigmaların tesiriyle değil,
kendi öz dinamikleriyle hareket etmesi gerekliliği hatırlatılmalıdır.
Ahlâk anlayışımızı devrin baskın cereyanlarına göre revize edip buradan bir teori üretmeye kalktığımızda, konjonktürel savrulmalar
yaşamamız işten bile değildir.
9
Helâl Alışverişe Karşı Haram Olan Fâiz!
Prof. Dr. ALİ AKPINAR
Terlemeden ve riske girmeden kazanma
demek olan fâiz, haksız bir kazançtır ve her çeşidiyle haramdır. Çoğu sarhoşluk veren içkinin
azının da haram olması gibi, fâiz de bütün
oranlarıyla haramdır.
si
c G e ce
a
r
i
M
erimiz
a
b
m
a
g
rmakt
ı
Pey
ı
l
n
a
k
lerin,
n
e
y
i
y
olarak
r
fâiz
e
l
n
e
iy
a taş y
[4]
n
ı
r
a
l
rir.
e
ağız
v
r
e
ab
ünü h
ğ
ü
d
r
gö
Fâiz, zengini aşırı zengin, fakiri de aşırı fakir
eden, ekonomiyi sömürüp çürüten bir virüstür.
Fâiz, mü’minler arasında şefkat, merhamet ve Allah için yardımlaşma duygularını
yok eden bir hastalıktır.
Fâizle servet, meşru yatırım aracı olmaktan
çıkar, ölü hale gelir.
Fâiz, kişileri riske girmeden, çalışmadan kazanmaya sevk ettiği için tembelliği körükler;
yatırımı yok eder. Başkasının malına haksız yere
tecâvüz olduğu için fâiz, mal emniyetini zedeler.
10
Aralık
Fâiz, parayı araç olmaktan çıkarır, amaç haline
getirir. İnsanları mutlu etme aracı olması gereken para, insanların mutsuzluk aracı haline
gelir. Sonuçta para/variyet yalnızca belli sınıfların tekelinde dolaşan bir meta haline gelir. Bu da pek çok
insanın birbirine düşman olmasına ve huzursuz olmasına yol açar.
Fâiz, toplumda sömürüyü destekler, insandaki
merhamet, diğergâmlık duygularını köreltir. İnsanları
ihtiras, bencillik, kin, haset, asabî gerginlik, düşmanlık gibi hastalıklara dûçâr eder. Fâiz
temelli sistem, kapitalizmi desteklerken; bunalan fertlerin sosyalizm
benzeri fikirlere yönelmesini sağlar.
Fâiz, malda, sosyal hayatta bereketi
alır götürür.
Yüce Allah, alış-verişi
helâl, fâizi haram kılmıştır. O’nun
helâl kıldığı şeyler herkesin
hayrınadır. Allah’ın haram kıldığı
şeyler ise, zengin fakir, kadın erkek, fert toplum herkesin zararınadır. Hem mânen zarardır, hem
madden zarardır. Yüce Allah’ın
helâl kıldığı şeyler, asla haram
kılınanlara muhtaç bırakmayacak genişlikte
ve zenginliktedir. Helâller bütünüyle uygulanırsa,
haramlara gerek kalmaz, insanlar haramları işlemek
zorunda kalmazlar.
Fâizli muamelenin karşılıklı rızâ ile yapılıyor olması onu haram olmaktan çıkarmaz. Katmerli fâiz
haram olduğu gibi, azıcık fâiz de haramdır. Müslüman, fâiz bulaşığı olan, fâiz şaibesi olan, sonuçta fâize götüren he türlü muâmeleden uzak durmaya çalışır.
Kullarının hep hayrını gözeten Yüce Rabbimiz,
fâiz batağına batmış bir topluma indirdiği şu âyetlerle
onları fâizcilikten kurtarmış, helâl ve bereketli kazançların adamı etmiştir.
“İnsanların malları içinde artsın diye verdiğiniz her hangi bir fâiz Allah katında artmaz;
fakat Allah’ın rızasını dileyerek verdiğiniz herhangi bir sadaka böyle değildir. İşte onlar sevaplarını kat kat artıranlardır.”[1]
“Ey İnananlar! Fâizi kat kat alarak yemeyin. Allah’tan sakının ki başarıya erişesiniz.”[2]
“Fâiz yiyenler mahşerde
ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar…
Kim fâizciliğe dönerse, işte onlar cehennemliktir, onlar orada
temelli kalacaklardır… Allah
fâizi eksiltir, sadakaları bereketlendirir… Ey İnananlar! Allah’tan sakının, inanmışsanız,
fâizden arta kalmış hesaptan
vazgeçin. Böyle yapmazsanız,
bunun Allah’a ve peygamberine karşı açılmış bir savaş olduğunu bilin.”[3]
Allah’a Savaş Açmak
Âyetlerde çıkan mesajları şu şekilde özetleyebiliriz:
Kullarının hayrını gözeten Yüce Allah, ticareti helâl kılmış, fâizi ise haram kılmıştır.
Karşılıksız yardımlaşma ve karşılıksız borç vermeyi/
karz-ı haseni en güzel amel olarak nitelemiş; bencillik ve çıkarcılığı körükleyen fâizi yasaklamıştır. Yüce
Allah’ın diğer alanlarda olduğu gibi, ekonomik alanla ilgili meşru kıldığı şeyler de insanlara yetecek ve
Yüce Allah, alış-verişi helâl, fâizi haram kılmıştır. O’nun helâl kıldığı şeyler herkesin hayrınadır. Allah’ın haram kıldığı şeyler ise, zengin fakir, kadın erkek, fert toplum
herkesin zararınadır. Hem mânen zarardır, hem madden zarardır.
Aralık
11
onları huzur içerisinde yaşatacak özellik ve güçtedir.
Dolayısıyla yasak sınırları zorlamaya gerek yoktur.
Fâizden vazgeçmeyenler, kabirlerinden
şeytan çarpmış olarak kalkacaklardır. Şeytan,
dünyada iken onlara dost görünüp onları kandırdı, fâiz illetine bulaştırdı; kabirden kalkarken ise onlara vuracak, onları çarpacaktır. İşte
şeytan ve onun adamlarının dostluğu böyle olur
Fâizden vazgeçmeyen kimseler, Allah’a
savaş açmış azgınlardır. Konumu, makamı ne
olursa olsun hiç kimsenin bu anlamsız savaşta Yüce
Allah ile baş etmesi ise mümkün değildir.
Son âyetler, Mekke’de Cahiliyye Döneminden kalma, yüklü miktarda fâiz alacağını istemekte
ısrar eden kardeşler hakkında inmiştir. Mekke Valisi
Attâ, durumu Peygamberimize yazı ile sordu. Cevapta Allah’ın Rasülü şöyle diyordu: “Onlar Allah’ın
hükmüne râzı olurlarsa ne âlâ! Aksi takdirde
onlarla savaş!” Bu uyarı üzerine onlar fâiz alacaklarından vazgeçtiler.
Evet, bu âyetler indiği sıralarda Mekke ve Medine’de fâiz borcu ve alacağı olan pek çok insan vardı.
Onlar, fâiz haram kılınmadan önce bu uygulamaların içerisine girmişlerdi. Ama âyetler inince, onların
hepsi fâizden vazgeçtiler. Çünkü onlar iman edenlerdi ve onlar Allah’tan sakınan kimselerdi. Elbette insanın mala/paraya karşı aşırı tutkusu vardı. İnsanın
alacağından vazgeçmesi kolay değildi. Bu yüzden
âyet, çok kesin ve sert uyarılarla geldi. “Gerçekten
mü’minseniz fâizden vazgeçin, aksi takdirde
Allah’a ve peygamberine savaş ilan etmiş olursunuz.” buyruldu.
Âyetin, “Allah’tan sakının ki kurtuluşa
eresiniz.” ifadesi ile sona ermesi de oldukça anlamlıdır. Demek ki Allah’ın yasaklarını çiğnememek kişiyi
takvâlı olmaya götürüyor, takvâlı olmak da kurtuluşa
götürüyor. Takvâ silahı da kişiyi haramlara düşmekten kurtaran bir silahtır.
Bir toplumda İlâhî ölçüleri birkaç kişinin uygulaması yetmez. Toplumun tüm fertleri bu ölçülere uymalı ki kurtuluş gerçekleşsin. Bu yüzden âyet çoğul
kalıbıyla gelmiştir.
Âyetler indiği sıralarda özellikle borcunu ödeyemeyenlere uygulanan katmerli fâizlerle insanlar sömürülmeye devam etmekteydi. Kur’ân, içki, kumar
gibi diğer haramların yasaklanışında olduğu gibi fâizin haram kılınmasında da tedricî bir yol izlemiş ve
aşama aşama fâizi yasaklamıştır.
Katmerli fâiz yasaklandığı gibi, oranı ne olursa
olsun diğer fâiz çeşitleri de yasaklanmıştır. Zira günahın büyüğü küçüğü olmaz. Günahlar, onlara bağışıklık kazanıldığında, küçük ve basit görüldüğünde
insanları günah tiryakisi eder, en büyük günahları işlemeye sevk eder. Haram yoldan elde edilen kazançlar cazip gelebilir. İnanan kişi, güçlü imanı ve Allah’a
olan saygısı, takvâsı ile bunlardan kendisini korur.
Yüce Allah’ın helâl kıldığı şeyler, asla haram kılınanlara muhtaç bırakmayacak
genişlikte ve zenginliktedir. Helâller bütünüyle uygulanırsa, haramlara gerek kalmaz,
insanlar haramları işlemek zorunda kalmazlar.
12
Aralık
“Fâizin Her Çeşidi
Kaldırılmıştır”
Peygamberimiz, Veda Hutbesinde fâiz konusuna geniş bir bölüm ayırır ve ümmetini şöyle uyarır:
“Fâiz Haramdır: Fâizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lakin borcunuzun aslını vermek gerekir. Ne zulmediniz ve ne
de zulme uğrayınız. Allah’ın emriyle fâizcilik
artık yasaktır. Cahiliyetten kalma bu çirkin
adet’in her türlüsü ayağımın altındadır. İlk
kaldırdığım fâiz de (amcam) Abdulmuttalip
oğlu Abbas’ın fâizidir.”
Peygamberimiz, herkesin hayrına olan helâl
kazanca dayalı ekonomi sistemini fiilen kurmuş, bu
sistemi zedeleyen fâiz, haksız kazanç, karaborsacılık,
vurgun, soygun, hırsızlık, gasp gibi tüm haramları
yasaklamakla kalmamış, bunları hayata geçirmiştir.
O, helâlleri uygulamaya kendi çevresinden başladığı
gibi, haramlara son vermeye de kendi yakın çevresinden başlamıştır. Zira o, söylediğini önce kendisi
yapan, özü sözü bir peygamberdi.
Peygamberimiz Mirac Gecesi fâiz yiyenlerin, kanlı ırmakta ağızlarına taş yiyenler olarak gördüğünü haber verir.[4]
Allah’ın Rasülü, fâiz yiyene ve yedirene
lanet etmiştir.[5] Rahmet Peygamberi bu kadar ağır
ifadelerle, ümmetini fâize bulaşmaktan korumayı
amaçlamıştır.
Fâiz ve zinanın yaygınlaştığı toplumlara Allah’ın
azabı musallat olur. Zira fâizcilik zinaya kapı aralar.
Fâizden elde edilip çoğalan her mal sahibi mutlaka sıkıntı ve darlığa duçar olur.[6]
O halde tüm bu açıklamalardan sonra ekonomik hayatımızı gözden geçirelim, fâiz şâibesi olan her
türlü uygulamadan vazgeçip şimdiye kadar yapıp ettiklerimiz için tevbe edelim. Fâizsiz ve bereketli bir hayata merhaba diyelim. Hem dünyamızı hem âhiretimizi kurtaralım. Tıpkı ilk dönem Müslümanları gibi...
Kaynaklar
[1] 30/Rûm, 39. [2] 3/Âlu Imrân, 130. [3] 2/Bakara, 275-279. [4] Buhârî.
[5] Müslim, Nesâî, Ebû Davûd, Tirmizî, İbn Mâce. [6] İbn Mace.
Aralık
13
Helal Gıda
Yard.Doç.Dr.H.Murat KUMBASAR
14 Kasım 2015 Cumartesi günü Şuurlu
Öğretmenler Derneği’nin Erzurum’da tertip
ettiği Helal Gıda Paneli’ne panelist olarak katıldım. Programda konuştuklarımın özetini siz
değerli okuyucularımla da paylaşmak isterim.
Helal, Allah’ın istifademize sunduğu,
kullanmamızı istediği faydalı şeylerin adıdır.
Haram ise Allah’ın yasakladığı, kullanmamamızı istediği zararlı şeylerin ismidir. Önce
şunu söyleyelim ki helali de haramı da Allah belirler.
(Nahl,116) Allah’ın helal dediği helal, haram
dediği de haramdır. Allah’tan başka hiçbir
kimsenin helal ve haram belirleme yetkisi
yoktur ve de olamaz. Bu yetki sadece Allaha aittir.
Çünkü mülk Allah’ın, mülkünde hükmetme yetkisi
de Allah’ındır. “Madem ki mülk Allah’ın, o halde hüküm de Allah’ın” kaidesi gereği bu mülkteki
tasarrufta Allah’ındır. Dolayısıyla helal-haram koyma yetkisi de Allah’ındır.
14
İlk imtihanımız gıdadan olmuştur. Hz. Adem
(A.S.) ile Havva validemiz yasak meyveden imtihan
olmuşlardır.Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde “helalen tayyiben” ifadesi kullanarak size verdiğimiz rızıklardan helal ve temiz olarak yiyin buyurmaktadır. (Mesela, Bakara, 168,172; Maide,88) “Ey
İnsanlar! Yeryüzünde bulunan gıdaların güzel
ve temiz olanlarından yiyin, şeytanın peşine
düşmeyin, zira şeytan sizin apaçık düşmanınızdır.” 2/168 Bu ayete dikkatlice bakacak olursak
şunu görürüz. Allah Teala “Ey İnsanlar!” ifadesiyle
başlıyor. Ey İnananlar, demiyor. Yani yaratılan herkes
Allah’ın kuludur. Yeryüzünde bulunan gıdaların güzel
ve temiz olanlarından, bütün herkesin istifade etmesi
murat edilmiştir. Hepsinin istifadesine sunulmuştur.
Fakat ayetin devamında şeytanın peşine düşmekten
bahsediliyor. Bunu nasıl anlamamız gerekir. Elmalılı
Merhum, tefsirinde helali haramla karıştırarak veya
şüpheli şeylerin peşine düşerek şeytanı takip etmeyin
olarak anlamıştır ki bu tespit oldukça isabetlidir.
Aralık
Allah Rasulü: “Bak Sa’d! Yediklerin helal olsun ki, duası kabul olanlardan olabilesin.
Vallahi, haram lokma yiyen insanın duasını Allah(cc) kırk gün kabul etmez. Kimin eti
haramla ve faizle oluşursa, ona ateş daha layık olmuş olur.” buyurdular.
Helaller çok fazla, haramlar sınırlıdır. “Tayyip”
kelimesi on üç tane olduğu halde “habis”kelimesi
sadece iki tanedir. Yani helalle haram arasında oran,
oldukça açıktır. Neredeyse bire on denecek kadar.
Burada önemli bir husus var. “Eşyada asl olan
ibahadır” Yani varlıklarda asl olan mubahlıktır, kaidesi gereği mubah alanının oldukça geniş olduğunu
düşünürüz. Halbuki, mesela havayı, suyu toprağı düşünelim. Bunlar Rabbimizin bize sunduğu en büyük
ikramlarıdır. Biz bu ikramlara ne yapmışız, yerli yerinde kullanmış mıyız? Hayır, bize emanet edilen havayı, suyu, toprağı yerli yerinde kullanmamışız. Üçünü
de zehirlemişiz. Havadan zehir soluyoruz, sudan zehir içiyoruz, topraktan zehir yiyoruz. Adına teknoloji
veya endüstri dediğimiz hayat, hayatı biraz rahatlatsa
bile hayatımızdan çok şey götürdü. Kısaca mubahlık
alanı oldukça daralmıştır. Bu daralma da “şüpheliler” dediğimiz gurup orta yere çıkmıştır.
Helal bellidir, haram bellidir. Arada meşbuh dediğimiz şüpheli kısım vardır. Mesela domuz,
Rabbimiz tarafından haram kılınmış, ondan her türlü istifade yasaklanmıştır. İşin garip tarafı domuz,
Avrupa Birliği uyum süreci çerçevesince “kasaplık
hayvan” statüsüne çıkarılmış, nüfusunun neredeyse
tamamına yakını Müslüman olan ülkemizde “ciddi”
bir tepkiyle karşılaşmamıştır. Cılız birkaç tepki ise nazarı itibara bile alınmamıştır. Gözümüzün içine baka
baka Allah’ın haramı, helalleştirilmiş ve haramdan
medet umulmuştur. Domuz çiftliklerinin sayısı mantar
gibi artmış, domuz marketlerdeki yerini almıştır. Allah’ın yasağından medet umulamaz. İşin garip tarafı
domuz mutfaklarımıza belki et olarak girmiyor, ama
ürünleriyle giriyor. Mesela, jelatin denilen katkı maddesi çoğunlukla domuzdan yapılıyor. Maalesef gıda
Aralık
maddelerimizin bir kısmı, bu maddeyi kullanarak üretiliyor. Hazır yoğurtlarda bu maddenin kullanıldığı biliniyor. Jelatin, sığırdan da yapılıyor. Fakat ülkemizde
sığır jelatin üretimi yok, Pakistan’da var, oradan ithal
ediliyor ama o da yetersiz kalıyor. Mecburen Avrupa’dan ithal ediliyor, bu sefer de orada ki sığırların
helal kesim olup olmadığı tartışması gündeme geliyor.
Yediğimiz gıdalar, katkı maddeleri ile dolu. Bu
maddelerin çoğu helal değil. Haram olanların yanında büyük bir kısmı şüpheli. Biz de haram ya da
şüpheli katkı maddelerini yiyip duruyoruz. Bundan
dolayı da hastalıklardan bir türlü kurtulamıyoruz.
Yani kendi kendimizi hasta ediyoruz. Sağlık Bakanlığı ölümlerin üçte ikisinin kanser, kronik hastalıklar
ve obeziteden olduğunu ilan etti. Hepsi gıda ile alakalı. Yukarıda ki ayetin tefsirinde de ifade edildiği
üzere bütün insanlık, haramı helalle karıştırmışız ve
şüpheli şeylerin peşine düşmüşüz. Böyle olduğu için
hastalıklarla boğuşuyoruz. Hastalıklar artıyor, hastaneler çoğalıyor…Bir bununla övünüyoruz. Acınacak
halimize seviniyoruz.
Dünya ilaç sanayi 500 milyar dolarlık pazara
hükmediyor. Hastalıkları haramlarla ve katkı maddeleriyle onlar artırıyorlar, “ilaç sanayi” adı altında
çözümü de onlar buluyorlar. Bu sanayinin ilk onuna
giren firmaların beşi Amerika’dan (Pfizer gibi) beşi
Avrupa’dan (Novartis gibi). İlaç sanayiinde bir tekelleşme söz konusu. Her şeye onlar karar veriyorlar.
Yediğimize, içtiğimize, kullandığımız temizlik
maddelerine varıncaya kadar hepsine dikkat etmeye mecburuz. Sa’d b. Ebi Vakkas “Ey Allah’ın
Rasulü! Dua eder misiniz ki, Allah (cc) beni
de duası kabul olanlardan eylesin?” deyince,
Allah Rasulü: “Bak Sa’d! Yediklerin helal olsun
ki, duası kabul olanlardan olabilesin. Vallahi,
haram lokma yiyen insanın duasını Allah(cc)
kırk gün kabul etmez. Kimin eti haramla ve
faizle oluşursa, ona ateş daha layık olmuş
olur.” buyurdular.
15
Halkın ve Yöneticilerin Sorumlulukları
Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK
İ
ve
le âdil
i
ü
n
ö
y
ici her
a bilgi
d
Yönet
n
u
s
nu
tme ko
e
e
r
t
a
d
liyaka
a
halkı i
c
ı
r
y
A
alıdır.
m
l
o
en
i
b
s a hi
em ver
n
ö
e
y
re
e istişâ
v
i
b
i
.
h
sa
erekir
g
ı
s
a
olm
birisi
16
slâm, herhangi bir coğrafi, sosyal ya da dil sınırı tanımayan; ilke ve reformlarını bütün
insanlığa sunan bir dindir. Bu bağlamda
liderlik, toplumların yönetiminde önemsenmiş ve
İslam düşüncesinde liyakatli yöneticilere sahip olmayan devletin, güçsüz ve problemli olacağı kabul
edilmiştir. Aynı zamanda İslam’ın, yönetim hakkını herhangi bir aileye, zümreye ya da sınıfa
değil, bir bütün olarak ümmetin sorumluluğuna verdiği kabul edilmiştir. Yöneticiler halkın içinden çıkan diğer bir ifadeyle yönetilenlerin
aynalarıdır. Yönetilenler kendisini yönetecek kişilere sorumluluk yüklemiş, onun adına haklarını korumasını istemiştir. “Yolculuk yaparken üç kişi
de olsanız birini lider yapın.” (Müslim, Mesacid 289; Ebu Davud, Cihad 80) diyen Rasûlüllah
(s.a.v.) yöneticiliği bir çobana benzetmiştir. “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden
sorumlusunuz.” (Buhârî, Cumua, 11, Nikah, 90,
Ahkâm, 93; Müslim, İmâre, 20).
Aralık
Rasûlüllah (s.a.v.) on yaşlarında amcası Ebû
Tâlib’in veya başkalarının koyunlarını güttüğü ve
kendisine sorulan bir soru üzerine de her peygamberin koyun güttüğünü belirtmiştir. (Buhârî, İcâre, 2; İbn
Mâce, Ticaret, 5). Benzer şekilde Hz. Musa (a.s.), Hz.
Davud (a.s.) ve Hz. İsa’nın (a.s.) da çobanlık yaptığı
ve bu yüzden “Çoban” imgesinin liderliği tanımladığı belirtilmektedir. Bununla birlikte farklı kaynaklarımızda yönetici için bazı özellikler sayılmıştır.
Yöneticilikte Liyakat
ve İstişâre
Yönetici her yönü ile âdil ve halkı idare
etme konusunda bilgi sahibi olmalıdır. Ayrıca
liyakat sahibi ve istişâreye önem veren birisi
olması gerekir.
Liyakat, iş yapmaya uygunluk ve yararlılık durumudur. Yani yönetici, idarecilik yapmasını sağlayan
özel kabiliyetlere sahip olması gerekmektedir. Rasûlüllah’ın (s.a.v.) “Şu gök kubbenin altında ve yeryüzünün üstünde Ebû Zer’den daha doğru sözlü kimse yoktur” (Tirmizî, menâkıb, 35; İb Mâce,
Sünnet, 11) dediği sahabisinin yönetici olma isteğini
bu gerekçe ile reddetmiştir: “Ebû Zer! Sen zayıfsın.
İdarecilik ise emanettir. Gerçekten hakkını
yerine getirmeyen ve gereğini eda etmeyenler
için bu vazife rezillik ve pişmanlıktır” (Müslim,
İmâre, 16). Yöneticiler için bu özellik olmazsa olmaz
şarttır. Hz. Yusuf kıssasında anlatılan kralın yanına
alacağı özel danışman için kullandığı “mekîn” (Yusuf, 12/54), Hz. Yusuf’un görev isterken kullandığı
“alîm” (Yusuf, 12/55), Hz. Şuayb’ın (a.s.) kızının Hz.
Musa (a.s.) için kullandığı “el-kavî” (Kasas, 28/26)
aynı anlamı yani iş yapabilmeyi ifade etmektedir.
Yöneticilikte liyakat gözetilmeyip de eş, dost,
akraba gözetildiği zaman toplumun geri kalmasına, kin ve nefret duygularının oluşmasına
ve şiddet eğilimlerinin artmasına zemin hazır-
lanmış olur. Buna Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle dikkat çekmektedir: “İşler ehil olmayanlara verildiği
zaman, kıyameti bekleyiniz.” (Buhârî, İlm, 2).
Kur’an-ı Kerim, Hz. Davud (a.s.), Hz. Süleyman
(a.s.), Hz. Yusuf (a.s.) gibi erkek iyi yönetici örneklerini anlattığı gibi, Firavun ve Nemrut gibi kötü yöneticileri de anlatır. Buna karşın yine övgüyle bahsettiği
kadın yönetici Sebe kraliçesidir. (Neml, 27/22-44).
Burada anlatıldığına göre Sebe kraliçesi istişâre heyetini topluyor ve Hz. Süleyman’ın gönderdiği
mektubu beraberce değerlendiriyorlar ve ne yapacaklarına karar veriyorlar. Yine anlatıldığına göre Sebe
kraliçesi Müslüman oluyor ve Kur’an’da yöneticilikten
azledildiğine dair bir işaret de verilmediği için büyük
bir ihtimalle yönetimde Müslüman kadın yönetici
olarak kalmaya devam ediyor. Burada Kur’an’ın dikkat çektiği Sebe kraliçesinin Hz. Süleyman’dan gelen
mektuba verilecek cevap için istişâre heyetini toplamasıdır. “Kraliçe şöyle dedi: “Efendiler! İçinde bulunduğum durum hakkında bana görüşünüzü
açıklayın. Sizin görüşünüzü almadan asla bir
işe kesin karar vermem.” (Neml, 27/33). İstişâre
heyetindekiler de buna şu cevabı verdiler: “Biz güçlüyüz. Zorlu savaşçılarız. Emir senindir. Sen
emretmene bak.” (Neml, 27/34). İstişâre heyetinin
savaşmak için tam yetkisine rağmen Sebe kraliçesi
basiretini konuşturuyor ve karşı tarafın gücünü ve
niyetini denemek istiyor. “(Süleyman iktidara ve ser-
“Yolculuk yaparken üç kişi de olsanız birini lider yapın.” (Müslim, Mesacid 289;
Ebu Davud, Cihad 80) diyen Rasûlüllah (s.a.v.) yöneticiliği bir çobana benzetmiştir. “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz.” (Buhârî, Cumua, 11, Nikah,
90, Ahkâm, 93; Müslim, İmâre, 20).
Aralık
17
vete düşkün bir zorba mı, yoksa iman sahibi bir nebi
mi?) Ben bunu anlamak için bir hediye göndereceğim, sonra bakacağım elçiler ne ile dönecekler?” (Neml, 27/35).
Yöneticinin
Sorumluluğu
Yönetici öncelikle halkına karşı âdil olmalı ve insanlar arasında adâletle hükmetmelidir. Hz. Peygamber, âdil yöneticinin Allah’ın
gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı günde, kendi gölgesi altında gölgelendireceği yedi kişi arasında ve hatta ilk sırada sayarken (Müslim, Zekât, 91; Nesâî, Âdâbu’l-Kudât, 2)
bir başka hadiste ise duası geri çevrilmeyecek üç kişi
arasında saymıştır. (Tirmizî, Deavât, 128; İbn Mâce,
Sıyâm, 48). Yine o, “Kıyamette insanlar nezdinde Allah’ın en sevdiği kişinin âdil yönetici ve
en çok buğz ettiği ve mekan olarak kendisine
en uzak kişinin ise zalim yönetici olduğu”nu
belirtmiştir. (Tirmizî, Ahkam, 4). Yine Hz. Peygamber
(s.a.v.) âdil davrananların ahirette Allah katında nurdan minderler üzerinde ve Rahman’ın
gözdeleri olacağını belirtmiştir. (Müslim, İmare,18). Âdil yöneticiye Allah’ın yardımı çeşitli şekillerde tezâhür edebilir. “Allah bir idareci hakkında
hayır dilediği zaman, ona dürüst bir yardımcı
verir. Eğer o idareci yapılması gereken bir işi
unutursa bu yardımcı, ona hatırlatır. Eğer idareci işi kendisi hatırlarsa o zaman da bu yardımcı işin yapılması hususunda idareciye yardımcı olur. Eğer Allah onun hakkında hayır
dilememişse ona kötü huylu bir yardımcı verir.
Eğer yapılması gereken bir işi unutursa yardımcı ona hatırlatmaz. Eğer idareci işi kendiliğinden hatırlarsa o zaman da işin yapılmasında
ona yardımcı olmaz.” (Ebû Dâvûd, İmâre, 4).
Allah Rasûlü âdil yöneticiyi övüp ona müjdeler
verirken, zalim yöneticiyi ise Allah’ın öfke duyduğu
kişiler arasında saymaktadır. “Yüce Allah dört kişiye öfke duyar: Çok yemin eden satıcı, kibirli fakir, zina eden ihtiyar ve zalim yönetici.”
(Nesâî,, Zekât, 77). Müslümanların yöneticiliğini üslenip de onlara zorluk ve kolaylık çıkaranlara Allah
Rasûlü şöyle dua etmiştir: “Allah’ım! Bir kimse
ümmetimin yönetimi konusunda bir vazife alır
da onlara zorluk çıkarırsa sen de ona zorluk
çıkar! Bir kimse ümmetimin yönetiminde görev alır da onlara hoş muamele ederse, sen
de onlara hoş muamele eyle!” (Müslim, İmâre,
19). Bir başka hadis de ise Allah’ın Rasûlü, yöneticinin ağır bir sorumluluk üslendiğini belirtilmiştir.
“Yönetici bir kalkandır. Onun ardında savaşılır, onunla tehlikeden korunulur. Şayet o,
Allah’a karşı sorumluluk bilincini emreder ve
adaletle hükmederse bütün yaptıklarından sevap kazanır. Bundan başka bir şey emrederse
yaptıklarının karşılığını çeker.” (Müslim, İmâre,
43; Nesâî, Biat, 30).
Yöneticiler çalışıp halkına karşı samimi olmak
ve işlerini danışarak yürütmelidir: “Eğer bir idareci
Müslümanların işini üzerine alır, sonra onlar
için çalışıp samimiyet göstermezse onlarla
birlikte cennete girmez.” (Müslim, İmâre, 22).
“Onlar işlerini aralarında danışma ile karara
bağlarlar.” (Şûrâ, 38). “İş konusunda onlara danış.” (Âl-i Imrân, 159).
Rasûlüllah’ın (s.a.v.) “Şu gök kubbenin altında ve yeryüzünün üstünde Ebû Zer’den
daha doğru sözlü kimse yoktur” (Tirmizî, menâkıb, 35; İb Mâce, Sünnet, 11) dediği sahabisinin yönetici olma isteğini bu gerekçe ile reddetmiştir:
18
Aralık
Lider, istişâre sonucunda bir şeye karar
verdiğinde kararlı ve doğru bildiğinden şaşmaması gerekir. Çünkü onun kararlılığını ve gücünü
test etmek isteyenler olabilir. “Toplumu ilgilendiren her konuda onlara danış, görüşlerini al;
sonra bir hareket şekline karar verince de, Allah’a güven. Çünkü Allah, kendisine güvenip,
dayananları sever” (Âl-i Imrân, 159).
kundaklama, kadınlarına tecavüz gibi en ufak bir kaygı
ve endişe duymaz. Aksine bu fetih ordusunun her ferdi, kendisini halkın canları, malları ve kadınlarının namusu için birer bekçi olduğunu görürler. Uluslararası
meselelerde dürüstlükleri ile kendileri için öyle bir isim
yaparlar ki, bütün dünya bunların dürüstlüğü, adalet
sevgisi, üstün ahlaki prensipleri ve sözlerinin doğruluğu hakkında kesin bir kanaate sahip olur.” (Mevdûdî,
Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim, s.86-87).
Pakistanlı âlim Ebü’l-Â’lâ el-Mevdûdî (ö.
1399/1979) yöneticide aranan özellikleri ve sorumluluklarını şöyle belirtmiştir: “Müslümanlar, kalbinde
Allah korkusu taşıyan, yaratana karşı büyük bir sorumluluk duygusu besleyen, ahiretteki mükâfatı bu
Yöneticiye düşen vazifeler olduğu gibi halka da
dünyadaki menfaate tercih eden, madüşen sorumluluklar vardır. Bunun
nevî kaybı ve kazancı, maddî kayba
karşılıklı olması gerektiği unutulmaveya kazanca üstün tutan, her şeyde
malıdır. Birincisi yönetilenlerin
Mevlâ’nın rızasını kazanmaya çalı“Ebû Zer! Sen
yani halkın sorumluluğu, işi ehşan, şahsî veya ulusal menfaatlerin,
zayıfsın. İdarecilik ise
line vermektir.
şehevî arzuların veya tamahın köleemanettir. Gerçekten
si durumuna düşmeyen kişileri idaEğer yöneticiler iyi kişiler,
hakkını yerine getirreci olarak seçerler. Bu kişiler taraf
zenginlerin de cömert olduğu
meyen ve gereğini eda
tutmazlar, peşin hükümlü olmazlar,
ve herkesin işlerini yaparken
gözlerini zenginlik, güç hırsı bürüetmeyenler için bu vauzmanlara danıştığı toplummemiştir, mal ve makam peşinde dezife rezillik ve pişmanlar bu anlamda ideal toplumlardır.
ğildirler, dünya zenginliklerine sahip
lıktır” (Müslim, İmâre,
Ama yöneticilerin şerli, zenginlerin
oldukları zaman da sâdık, samimi ve
cimri ve işlerin de uzmanlarına da16)
saygı değer birer ‘vekil’ olduklarını
nışılmayıp kadınların dedikodusuna
gerçekten ispat ederler. Eğer idari
bırakılması bir toplum için felakettir.
dizginler bunlara verilmiş olsa, ko“Yöneticileriniz
hayırlılarınız;
rumakla yükümlü oldukları halkı düzenginleriniz cömertleriniz olduğu,
şünürken birçok geceyi uykusuz geçirirler. Halk da
huzur içinde canlarının, mal ve mülklerinin, şeref ve işleriniz de aranızda danışarak görüldüğü sühaysiyetlerinin, kısaca kendilerine ait her şeyin tam rece yerin üstü sizin için yerin altından daha
bir güvenlik içinde olacağı kanaatiyle ömürlerini hu- hayırlıdır. Yöneticileriniz şerlileriniz; zenginzur içinde geçirir. Herhangi bir ülkeyi savaşarak ele leriniz cimrileriniz olduğu, işleriniz de kadıngeçirseler, o ülke halkı sebepsiz yere ölüm, yağma, lara kaldığı zaman yerin altı sizin için yerin
üstünden daha hayırlıdır.” (Tirmizî, Fiten, 78).
Halkın Sorumluluğu
Halkın, hayırlı ve meşru otoriteye itaatı gerekmektedir. “Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.
Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt
veriyor! Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitendir,
hakkıyla görendir.” (Nisâ, 4/58) “Ey İman Edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin
ve sizden olan yöneticilere de…” (Nisâ, 4/59).
Allah’ın Rasûlü de yönetilenlerin, başlarına geçen
idarecilere itaat etmeleri gerektiği üzerinde ısrarla
Aralık
19
Allah’ın Rasûlü itaatin ölçüsünü ise şöyle açıklamaktadır: “Ey insanlar! Allah’a
karşı sorumluluk bilinci içerisinde olun. Sizin başınıza kulağı kesik Habeşli bir köle bile
getirilmiş olsa Allah’ın kitabına göre hareket edip size de onu uyguladığı sürece emirlerini dinleyin ve itaat edin!” (Buhârî, Ahkâm, 4; Tirmizî, Cihâd, 28)
durmuştur. “Her kim emîre (yöneticiye) itaat
ederse şüphesiz bana itaat etmiş olur. Her kim
de ona isyan ederse şüphesiz bana isyan etmiş
olur.” (Müslim, İmâre, 32). Allah’ın Rasûlü itaatin ölçüsünü ise şöyle açıklamaktadır: “Ey insanlar! Allah’a karşı sorumluluk bilinci içerisinde olun.
Sizin başınıza kulağı kesik Habeşli bir köle
bile getirilmiş olsa Allah’ın kitabına göre hareket edip size de onu uyguladığı sürece emirlerini dinleyin ve itaat edin!” (Buhârî, Ahkâm,
4; Tirmizî, Cihâd, 28). “Müslüman bir kimsenin
hoşlandığı ve hoşlanmadığı her hususta (yöneticisini) dinleyip itaat etmesi gerekir, ancak
kendisine Allah’a isyanı gerektiren bir şey emredilmesi hariç. Eğer kendisine Allah’a isyanı
gerektiren bir emir verilirse, bunu dinleme ve
buna itaat etme yoktur.” (Müslim, İmâre, 38).
Yöneten ve yönetilenler arasındaki iletişimde
genel olarak yönetilenler kendi eksikliklerini gidermek
yerine yöneticileri eleştirmekle işe başlarlar. Yine kendisi hatalarla dolu olan insanoğlu, başkasının kusursuz
olmasını ister. Diğer bir tabirle “kendi gözündeki
merteği görmeyenler başkasına senin gözünde
çöp var derler.” Bilmelidir ki hatasız ve günahsız insan yoktur. İncil’de şöyle bir anektod anlatılır:
Zina yaparken yakalanan bir kadın Hz. İsa’nın
(a.s.) huzuruna getirilir ve onun taşlanarak öldürülmesi talep edilir. Gelirken de İsa’yı (a.s.) zor durumda
bırakmak için şöyle bir tuzak kurarlar: “Eğer onu
kurtarırsa, bu Musa’nın (a.s.) kanununa aykı-
rıdır ve böylece onu suçlarız. Eğer mahkûm
ederse bu kendi akîdesine aykırıdır çünkü o
merhameti tebliğ etmektedir.”
Bunun üzerine İsa (a.s.) parmağıyla bir ayna
yapıp herkes kendi kötülüklerini görünce onlara şöyle
der: “Aranızda günahsız olan, ona ilk taşı atsın!” Bu söz üzerine herkes oradan sıvışır gider ve
Hz. İsa (a.s.) da kadını gönderir.” Eleştirdiğimiz kişilerin yerinde biz olsak acaba daha az mı hata yaparız
yoksa daha mı çok? Aslında “herkes evinin önünü
temiz tutarsa, sokaklar temiz olur.” Temizlemeye evimizin önünden, temizlenmeye de kendimizden
başlamalıyız. Kendimiz, ailemiz, akrabalarımız, komşularımız dalga dalga temizlik dalgası devam etmelidir. Ama insan olarak her zaman kolay olanı seçeriz.
O da başkasının düzelmesini istemektir.
“Unutmayalım ki toplumda aydınlar ve yöneticiler, gökten inmeyip halkın arasından çıkmaktadırlar.
Halkın bilgi ve kültürel kalitesi ne kadar iyi ve düzeyi ne kadar yüksek ise, kendisini aydınlatacak ve
yönetecek kişiler de ona paralel olarak kaliteli ve düzeyi yüksek olur. Çünkü halkın düzeyi ile yetiştirdiği
aydınlar ve çıkardığı yöneticiler arasında doğru bir
orantı vardır. Aydınlar ve yöneticiler halkın arasından
süzülerek çıkar ve halka öncülük/yöneticilik ederler.
Bunların iyi bir öncülük ve yöneticilik yapabilecek
düzeyde olabilmeleri için, içinden geldikleri halkın
düzeyinin de aynı şekilde iyi ve yüksek olması gerekir. Son tahlilde, onların düzeyi veya kalitesi halkın
ancak birkaç adım ilerisinde olur.” (Sarmış, İbrahim,
Hz. Muhammed’i Doğru Anlamak, II, s. 157).
Bizler kendimizi iyiye doğru değiştirmedikçe Allah bizi değiştirecek değildir. “…Siz kendinizi değiştirmedikçe Allah sizi değiştirmez…” (Ra’d,
11). Bilelim ki bizler dinimizin istediği gibi insanlar
olursak Allah da bizim layık olduğumuz yöneticiler elbette verecektir. “Nasıl iseniz öyle idare olunursunuz.” (Kudâî, Müsnedü’ş-Şihâb, I, 336).
Selam ve dua ile…
20
Aralık
Oğuzhan GÜRHANİ
En Güzelle Konuşma… DUA
Her imtihanda, topluluklardan farkı olduğunu gösteremeli insan Allah’a. Hayatında göstermeli ve duasında tabi.
tiğimiz en büyük dualar hükmünde iken,
sabah akşam Allah’a ne olumsuz düşünceler, ne negatif ses kayıtları veririz.
Kendine yardım etmeli insan, topluluklara yardım etmeli, dua etmeli.
SIRDAŞIN KİM?
Bizi daha çok sevsin diye Allah, Ona
bahaneler vermeli.
Ve evet... Ne mutlu sırdaşlık tercihi
“sadece Allah” olanlara. Ne mutlu sırrını başkasına s’açmayanlara. Ne mutlu hüznünü ve
derdini yalnızca Allah’ a arz eden kullara.
Ne mutlu Allah’ la sırdaş olmayı, başkasına içini
dökmeye kurban etmeyenlere.
Yalnız kaldığında öyle şeyler söylemeli ki
en büyük dosta, sevdirmeli kendini.
Derdini dökmeli insan. Evet “Zaten biliyor” lakin bu bilmeye olan imanını yakin
‘leştirmeli, bu bilmeye olan imanın yakinini ziyadeleştirmeli, iç ahvalini kendine göstermeli,
kendi içi ile yüzleşmeli. “Allah biliyor” ‘un içine dahil olan ‘kalpte gömülü ne varsa’, duaya
dönüştürmeli, ellerine dökmeli. Anlatmalıyız her
şeyi Allah’a. ‘Güya Allah’a.’ Asıl ‘nefsimizi’ şahit
etmeliyiz duaya. Ve içimiz tekrarlamalı, “Hani
şimdi duadasın, Allah duyuyor ya, anlat
ne var ne yoksa, anlat ve bil, “hal yoluna
koyulacakların listesidir anlattıkların.”
Unutma.” Topu at ona. Dua şahit olmak ve
şahit etmektir. Dua, şahit olduğuna şahit etmek,
şahit ettiğine şahit olmaktır. Davada da, duada
da şahitlik gerektir. Ve bil ki kararları sadece hakim verir. Ona verilen her konu halledilir. Hal
böyle iken, neden konular verilmez Allah’ a,
neden verdiğine kendi kendin şahit edilmez, neden sende durur bunca yük.
Neden her gelişmeyi otomatik duaya
dönüştüren bir iç mekanizması geliştirmeyiz. Yer gök dua üstüne madem, neden yeri
göğü inletmeyiz, hakkıyla dua etsek dağları yürüteceğiz madem, neden uzun, içli, samimi dualar etmeyiz. Bırakın böyle yapmayı içimizden
geçenler, dilimize değenler, bilmeden et-
Aralık
VE NE MUTLU...
Ne mutlu yumurta küfesi gibi dünyayı sırtına yük edinmemişlere, ne mutlu
dünya kadar derdi dünyanın sahibine vermişlere. Ne mutlu her anını duaya çevirenlere.
Ne mutlu, Allah’a uzun uzun derdini dökenlere. Ne mutlu dua etmek suretiyle “Allah
katında bir kıymeti olacağı” kesin bir dille
müjdelenenlere.
Müjdeler olsun duayı sığınak bilip
her şeyden emin olanlara, müjdeler olsun duayı hazine görüp, kendini en zengin bilenlere. Müjdeler olsun müjdelerin
sadece müjdelerin sahibinden geleceği
güveniyle, isteyeceğini sadece müjdelerin
sahibinden isteyene.
Müjdeler olsun duayı iletişimden etkileşime, enerjiden sinerjiye çevirenlere.
Hayırlar hayırlı olsun sizlere.
Eyvallah...
Selam ve dua ile.
21
İmanı Gür Genç
Nureddin YILDIZ
Bismillahirrahmanirrahim.
Elhamdüli’llahi Rabbi’l âlemin ve sallallahu ve selleme âla seyyidina Muhammedin
ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
im.
h
anirra
m
h
a
r
illahir
Bism
ve
lemin
â
l
’
i
b
ab
a
’llahi R
i
l
yyidin
ü
e
s
d
a
m
l
a
â
E lh
me
e selle
v
u
lihi ve
h
a
a
l
a
l
l
a
a
l
l
ve
sa
medin
m
a
h
n.
Mu
ecmaî
i
h
i
b
sah
h’a
’i Alla
b
b
d
a
R
amme a
lerin
h
u
m
e
M
l
Â
habın
dimiz
, efen
ne, as
i
d
s
m
e
l
a
i
h
ma, a
un.
m ol s
issela
a
h
l
y
e
e
s
l
a
ve
salat
22
Âlemlerin Rabb’i Allah’a hamd, efendimiz Muhammed aleyhisselama, ailesine, ashabına salat ve selam olsun.
Değerli Mü’min Kardeşlerim,
Kitabımız Kur’an-ı Kerim’in yüz on dört sûresinden birisi Kehf Suresi’dir. Kehf Suresi, defalarca
duyduğumuz, “ashabı kehf” diye bildiğimiz bizden önceki nesillerin mü’minlerinden bir gruba ait
önemli bir olayın anlatıldığı mübarek bir sûredir.
Hepimiz gayet iyi biliriz ki kitabımız Kur’an-ı
Kerim, sıradan bilgilerin bulunduğu bir kitap değildir. Beş, on tane Müslüman’ın anlatıldığı bir olayı,
Aralık
kıyamet gününe kadar camilerde, evlerde, medreselerde, mezarlıklarda ibadet maksadıyla milyarlarca
kere okunacak olan bir surenin içerisinde Allah, herkesin sıradan düşünüp konuşabileceği bir şey olsaydı
herhâlde anlatmazdı. Bugün bizim yarın da bizden
sonraki kuşakların üzerinde derin derin düşünmeleri
gereken büyük bir olayı, Allah kitabımız Kur’an-ı Kerim’de bize anlatmaktadır.
Bildiğimiz bir olayı ben çok
kısa bir üslupla özetleyeyim. “Ashabı kehf” dediğimiz bu Müslüman grup, İsa aleyhisselamdan
sonraki dönemde Roma İmparatorluğu’nun hegemonyası altındaki bir yerde Allah için bir şeyler
yapmaya çalışan grubun adıdır. İsa
aleyhisselamın getirdiği tevhid dini,
Roma’nın işkencesine tabi tutulmuş, kimsenin “Allah birdir” demesine izin verilmiyordu. Böyle bir
dönemde, sarayda işleri iyi olduğu,
görevleri ve imkânları bulunduğu
hâlde bir grup Müslüman, Roma
İmparatorluğu’nun “Allah birdir”
mesajına, İsa aleyhisselamın tevhid
inancına baskı yapmasına karşılık,
devlet adamlarının da bulunduğu
eyalet valisinin, imparatorun vesairenin bulunduğu
bir ortamda ayağa kalktılar ve tevhid inancını, “Allah birdir” inancını haykırdılar.
Kardeşlerim,
Bu herhangi bir filmin senaryosu değil. Kitabımız Kur’an-ı Kerim’in yüz on dört sûresinden bir tanesinin adının bu olacağı kadar konu olmuştur. Ayağa kalkıp “Biz Allah’a iman ediyoruz, Allah’tan
başkasına da inanılmaz, siz bu insanları niye
şirke zorluyorsunuz” diye haykırdılar. Elbette
böylece yürüyen ve işleyen bir sisteme çomak sok-
tular. Bunların vücutlarının parça parça edileceğini
herkes anladı. Bunlar bir yolunu bulup şehirden
kaçtılar. Bir dağa çıktılar, dağdaki bir mağaraya sığındılar. Hem korktular hem de Rabb’lerine teslim
olacak teslimiyeti gösterdiler.
Kardeşlerim,
Burada akılla, kimyasal veya fiziksel bir laboratuvar testiyle test edemeyeceğimiz
bir şey oldu. Nedir o? Bu insanlar
şirke ve zulme isyan edip dağa çıktılar. Öldürüleceklerini, işkence
yapılacağını biliyorlardı ama
Allah’a teslim oldular. Rabb’imiz, onların bu teslimiyetini
samimi gördü, kabul buyurdu
ve insanoğlunun laboratuvarda test
edemeyeceği, kimsenin planlayıp
yapamayacağı bir şey oldu. Bunlar çok yorgun oldukları için
mağarada uyuyakaldılar. Fakat
uykuları tam üç yüz yıl devam
etti. Üç yüz yıl hiç uyanmadılar.
Ölmediler, çürümediler.
Kardeşlerim,
Tekrar ediyorum. İçimizden “acaba iki yüz
doksan sekiz sene olabilir miydi” gibi bir şey
geçse bir ayeti inkâr etmiş oluyoruz. Fatiha Suresi’ndeki “hamd âlemlerin Rabb’i Allah’a mahsustur” ayetine ne kadar inanıyorsak ya da ne kadar
inanmamız gerekiyorsa, bu adamların –altı, yedi kişilik küçük bir gruplar- o mağarada hiç uyanmadan
üç yüz yıl uyumadıklarına da iman ediyoruz. Belki
biz onar günden, üç yüz çarpı on diyerek bir sene,
iki sene sürdü zannederiz. Böyle zannetmeyelim diye
Allah Teâlâ, bunu o kadar açık söylüyor ki “güneş
takvimiyle üç yüz yıl, ay takvimiyle üç yüz dokuz yıl” buyuruyor. Şu saatten, şu saate kadar diye
neredeyse saat veriyor.
Sevgili Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz her cuma günü okumayı emrediyor. “Kehf Sûresi’ni her cuma günü okuyan Deccal fitnesinden kurtulur” diyor. Çünkü Kehf Sûres’indeki bu delikanlıların heyecanını yakalayan, Deccal’in tuzağına düşmez Allah’ın
izniyle. Ama mezarlarda değil, diri yüreklerde okunduğu zaman içindir bu.
Aralık
23
Uyanmadılar, acıkmadılar, çürümediler, kokuşmadılar. Üç yüz yıl o şekilde uyudular. Üç yüz yıl sonra bunlar uyandılar, Allah uyandırdı. O üç yüz yıl esnasında Roma İmparatorluğu da Hıristiyanlığa geçti,
her yer Hıristiyan oldu. Bunlar “Hıristiyanlık hak
din” dedikleri için kaçtılar, uyandıklarında her yer Hıristiyan’dı. Bir sebeple tekrar şehre döndüler.
Şehirde bunlara değişik bir muamele yapıldı. Üç
yüz yıl önce giyindikleri elbiseler üzerlerinde, yanlarında üç yüz yıl öncesinin parası var. Parayı fırıncıya
uzattılar, fırıncı şaşırdı: “Bu parayı nereden çaldınız
siz” dedi. “Bu eski imparatorluklardan kalma
bir para” dedi. Bir senelik, on senelik, yirmi senelik,
“gençliğinde kazandı da ihtiyarlığında kullanıyor” diyecek kadar da bir zaman değil, üç yüz yıl…
Uygarlıklar değişmiş, şehirler yıkılmış yeniden
kurulmuş, dünya yeniden kurulmuş. Bunlar akşam
yatıp sabah kalkmış gibi uyanmışlar. Birbirlerine de
-Kur’an’dan öğreniyoruz- “Çok uyuduk, her hâlde uyuduğumuz bir günü bulmuştur” demeye
başlamışlar. “Çok uyuduk” diyorlar, gözleri falan
kamaşıyor. Üzerlerinden üç yüz tane yıl geçmiş.
Kardeşlerim,
Bu olaydan sonra bunları yakalıyorlar. Bu olayı
da tarih kitaplarından öğrendikleri için “zamanın birinde böyle birileri mağaraya sığınmıştı…” bir
masal gibi bu olayı biliyorlar. İnsanlar gidip bunları
bulmaya çalışıyorlar. Ellerini öpelim, türbe yapalım
filan diye merak ediyorlar. Derken Allah Teâlâ bunların ruhunu kıyamet günü dirilmek üzere kabzediyor.
Bunlar üç yüz sene üzerine ölüyorlar. İnşallah Allah,
onlarla kucaklaşacağımız cennete bizi de koyar da
kimmiş bu adamlar görürüz.
Kardeşlerim,
A ve B noktaları olmak üzere iki noktaya vurgulama yapacağız, onun için bu Kehf Suresi’nin şu
bahsedilen olayına temas ettik. Kur’an-ı Kerim’de bu
uzun uzun anlatılıyor. Ben kısaca özetleyiverdim.
Kardeşlerim,
Asıl meseleyi zikredebileceğimiz A maddesi; o
dönemde Roma İmparatorluğu’nun yönetimi altındaki
topraklarda, devlet sisteminde insanlar “Allah öldükten sonra nasıl diriltecek ki? Boş ver yaşıyorsan
yaşa bu dünyada, öldün mü kurtulursun, çürür
gider, kaybolursun” diye düşünüyordu. Güya dindar olanların bile diriltilme şüpheleri vardı.
Allah, mezara girmiş insanları -aradan asırlar,
binlerce sene geçmiş olsa bile- diriltmeye gücünün
yettiğini ispat edecek bir deneyi insanlara gösterdi.
Bunu da bu gençlerin üzerinden yaptı.
Bu “ashabı kehf” dediğimiz o mağara insanlarının başına gelen olay, Allah’ın insanları kıyamet
günü diriltmekte zorlanmayacağının, onun için zor bir
iş olmayacağının belgesidir. Bu, A maddesidir.
Ama B maddesi, bugün burada bizim kulaklarımızın içinde seslendirme cihazı gibi kalacak bir mesajdır. İmparatorun karşısına dikilip “sen kim oluyorsun? Yerlerin göklerin Allah’ı var” deyip zalime
“İslam gerilemesin, Ümmeti Muhammed’in hizmete ihtiyacı var, dinimiz unutulmasın” diye. Çok güzel, böyle düşünmen gerekir ama Allah eğitim kitabımız olan
Kur’an’da: “Bu işi gençlere yükleyin” diyor.
24
Aralık
zulmünü haykıran, bu uğurda hayatını feda etmeye
hazır olan ve bu samimiyetin ciddiyetini de şahidi
Allah olduğu için gösteren, yaptıklarının provokatör
eylem olmadığını, heyecana gelip bağırıp çağırıp
sonra da “özür dileriz, yanlış oldu” diyen tiplerden olmadıklarını Allah bildiği için, Kur’an-ı Kerim’in,
Ümmeti Muhammed’in kıyamete kadar okuyup amel
edeceği bu büyük kitabın yüz on dört bölümünden
birinin ismi ve suresinin içini dolduran konu oldular.
Kalplerine heyecan verdik. Kalktılar imparatorun karşısında: ‘Bizim Rabb’imiz göklerin ve yerin Rabb’idir. O’ndan başkasını biz
ilahımız kabul etmeyiz’ dediler ve herkesin
önünde secde ettiği imparatoru ayaklar altına
attılar.” Kur’an: “Eğer biz, bu millet gibi ‘sayın
imparator’ diye sana saygı gösterirsek sapıtmış oluruz. Biz göklerin ve yerin sahibi olan
Allah’tan başkasına ilah demeyiz” dediklerini söylüyor. (Kehf, 14)
Allah Teâlâ, üç yüz yıl bir mağarada uyutulup
Allah’ın kıyamet günü kullarını diriltmesinin zor olmayacağını belgelediği eylemin aktörleri olan bu insanları tanıtırken,
bu bahsettiğimiz olayları anlatmaya
başlamadan önce Kur’an diyor ki:
Allah’ın
“Onlar, Rabb’lerine iman
etmiş gençlerdiler.” (Kehf, 13)
Kardeşlerim,
Sonra da biraz önce bahsettiğim olaylar oldu. Zincirlendiler, tutuklandılar, kaçtılar, yakalanmadılar,
üzerlerine duvarlar ördüler, burada
havasızlıktan ölsünler diye ama Allah onları üç yüz yıl yaşattı. Yeryüzünün, göklerin, denizlerin altının ve
üstünün her yerin gerçek hâkiminin
Allah olduğunu, Allah öldürmedikçe kimsenin kimseyi havasız bırakıp
öldüremeyeceğini kıyamete kadar
“Elhamdülillahi Rabb’il âlemîn.
Er-Rahmanirrahim” diye okuyup
iman ettiğimiz gibi okuyalım, iman edelim diye Allah
Kur’an’ına koydu.
kitabında tekrarmış gibi
tek bir harf yoktur.
Kur’an yerli yerinde,
vurgulaması tam, işareti tam, anlamı tam
kelimelerden oluşur.
Dikkat ediniz! Bu B noktası annelere-babalara, öğretmenlere-muallimlere, delikanlılara Kur’an dozajında bir mesajdır. Allah bir şey anlatacak,
“geçmiş ümmetlerin içinde mü’minlerden bir
grup vardı” demiyor. “Onlar Rabb’lerine iman
etmiş gençlerdi” diyor. Rabb’lerine iman etmişlerdi.
Biz de onların hidayetini artırdık.
Şimdi ben, Rabb’imin kitabı Kur’an-ı Kerim’de
Kehf Suresi’ni okuyan bir mü’min olarak bu sûreyi
okumaya başladığımda “hangi mağaraya girdiler? Tarsus’ta mıydılar, başka bir yerde miydiler” konularına takılmıyorum. İster Tarsus’ta olsunlar, ister İstanbul’da olsunlar, ister Ağrı’da olsunlar,
isterse Londra’da olsunlar. Yedi kişi miydiler, dokuz
kişi miydiler, on bir kişi miydiler? Kapılarında bir köpek vardı -bir köpek de peşlerine takılmış- bu köpek
beyaz mıydı, fino köpek miydi, çoban köpeği miydi? Bunlar çobanca laflardır. Çünkü Allah, bunlara
temas etmiyor.
“Bir çoban köpeği onları bekledi” demiyor. Köpeğin adı Kıtmir miydi, fino muydu? Hiç
önemli değil. Ben bir mü’min olarak Kur’an-ı Kerim’i
Aralık
25
hidayet kitabım, amel kitabım, inanç kitabım ve malzemem olarak önümde görüyorum.
Bu mübarek sûreyi de Sevgili Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz her cuma günü okumayı emrediyor. “Kehf Sûresi’ni her cuma günü
okuyan Deccal fitnesinden kurtulur” diyor.
Çünkü Kehf Sûres’indeki bu delikanlıların heyecanını
yakalayan, Deccal’in tuzağına düşmez Allah’ın izniyle. Ama mezarlarda değil, diri yüreklerde okunduğu
zaman içindir bu.
Ben Kehf Sûresi’ni okuduğum zaman, bu hadiseyi Rabb’imden dinlediğim zaman “filan şehirde
miydiler, filan yerde miydiler? Ziyarete gidince mağaraya arabayla mı çıkılıyordu, asansörle mi çıkılıyordu” kısımlarına takılmıyorum.
Takılırsam şeytanın ağında kalırım bunu biliyorum.
Kapısındaki köpeğe takılmıyorum. “Üç yüz sene
boyunca acaba -sünnete uygun bir şekildesağ omuzlarında mı yatıp uyumuşlardı yoksa
sırt üstü mü yatmışlardı” buna da takılmıyorum.
Çünkü o bir mucize çeşidi değil. Rabb’im ona zaten
dikkatimi çekmiyor.
Benim Rabb’im, başka bir şeye dikkatimi çekiyor. Mağarayı anlatmadan, imparatorun zulmünü
anlatmadan, üç yüz seneyi anlatmadan, “şöyle
uyandılar, böyle uyudular” demeden, “işte fırıncıya gitti, ‘bana ekmek ver’ dedi, fırıncı üç
yüz sene önceki paraya baktı ‘siz bu parayı nereden buldunuz’ dedi” bunu anlatmadan Allah,
“Onlar delikanlılardı, gençlerdi, yüreklerinde
iman vardı” diyor. Ümmeti Muhammed’in burada
kalması gerekiyor.
Medrese, Kur’an kursu, imam hatip lisesi, cami,
eğitim merkezi, vakıf, dernek, ne açacaksan aç. Ev
kuracaksın, aile kuracaksın, nikâh yapacaksın, nişan
yapacaksın… Dur! Dur! Kanun, kararname; sen bunu
niye yapıyorsun? “İslam gerilemesin, Ümmeti
Muhammed’in hizmete ihtiyacı var, dinimiz
unutulmasın” diye. Çok güzel, böyle düşünmen gerekir ama Allah eğitim kitabımız olan Kur’an’da: “Bu
işi gençlere yükleyin” diyor.
Roma İmparatorluğu, imanı ve ahirette dirilmeyi, öldükten sonra dirilmeyi yok hâle getirmek,
inanılmaz hâle getirmek, Jüpiter’ine, bilmem ne ilahına inandırmak için insanları uğraştırırken, imparatorun önünde “bizi yarattın” diye secde edilir hâle
getirdiği bir zamanda, Allah bütün kâinatta yaşayan
insanlara, cinlere, herkese vereceği dersi, çok takva,
ibadetle meşgul, İsa aleyhisselamı görmüş insanların
üzerinden değil, yürekleri iman dolu bir avuç genç
üzerinden verdi. Demek ki Allah, Kur’an Ümmeti’nin,
Kur’an’ı kendisine rehber edinmiş Ümmet’in, Kur’an
sayesinde cennete gireceğine iman eden Ümmet’in,
yatırımını, ahirete iman hayatını, yüreğinde iman
olan gençler üzerinden yapsın istiyor.
Bunun için Ümmeti Muhammed’in ilk mübarek nesli ashabı kiramın ilk iman edenleri, cennetle
müjdelenen on tanesi veya ilk yüz sahabinin yüzde
yetmişi otuz yaşın altındaki gençlerdi hep. Resûlullah
sallallahu aleyhi ve sellemi omuzlarında taşıdılar. On
yedi yaşında Sa’d bin Ebi Vakkas,
Resûlullah aleyhissalatu vesselam için gösterdiği fedakârlıkta, bir peygamberin övgüsünün zirvesine
Emsallerinin sefa sürdüğü, istediği gibi zevklendiği bir ortamda, arkadaşlarının
nefsine tapındığı bir zama nda, kimsenin onu bir günahtan, ayıptan, namaz kılmamaktan dolayı kınamayacağı bir ortamda, “Benim Rabbim Allah’tır” diyen genç.
26
Aralık
yaklaştı. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem döndü
ona dedi ki: “At, at, sana anam babam feda olsun!”
Peygamber’den bu cümleyi duydu.
Allah’tan başkasını tanımayız, kim oluyorsun
sen” dediler.
Aziz Mü’minler,
Bu Ümmet’in insanlık üzerindeki hidayet proVurgulama yaptığım şey budur. Bizim kitajesi, Rabb’lerine iman eden gençlerin üzerindendir
Allah’ın izniyle. Bunun için küfür ve küfrün hizmet- bımız Kur’an’ımızda tek bir kelime “yahu şurada
kârları gençleri şu ağdan bu ağa, bu filmden şu filme, olsa daha iyi olurdu” denebilir bir kelime değildir.
şu rezillikten bu rezilliğe heder etmek için uğraşıyor. Allah’ın kitabında tekrarmış gibi tek bir harf
Çünkü bugün, şerrin ağlarına, şehvetin ağlarına tak- yoktur. Kur’an yerli yerinde, vurgulaması tam,
işareti tam, anlamı tam kelimetığı gençler, yarın Ümmeti Muhamlerden oluşur.
med’in helak edilmiş bir asrı olarak
ortaya çıkacak. Bunun hesabını iyi
Kur’an, normalde Resûlullah
yapıyorlar.
Gençlerin gür imasallallahu aleyhi ve sellemin ashabını
nı bu Ümmet’in gelecek
anlatırken “Muhammed Allah’ın
Roma İmparatoru o gün
asırları demektir. Bu
peygamberidir ve onunla be“dünyanın yarısı benim, öbür
sebeple yüzlerce cami
raber olanlar, iman edenler…”
yarısı da benim olacak” diyen
yerine,
bu
Ümmet’in
diye
devam ediyor. Musa aleyhisseadamdı. Gerçekte de öyleydi. Bastığı
imanını haykıracak üç
lamı, ona iman edenleri anlatırken
yer onun oluyordu. Yüz binler değil,
öyle anlatıyor. Ama bir zulmün kargenç yetiştirmek, üç
milyonlarca kalabalıktan oluşan orşısında kıyamete kadar bütün iman
yüz yıllık projeye değer
dusu vardı. İmparator hiçbir zaman
edenlerin ders yapacağı hammad“bana bir bardak su verin” deşey demektir.
deyi oluşturan kehf ashabını anlatmedi. Su isteyeceği hissedilip suyu
tığında Allah, “Onlar Rabb’lerine
getirildi. Kaş hareketleri emir oldu.
iman eden gençlerdi” diyerek
Dudağını kıpırdatsa şimşek çaktı
başlıyor.
zannediliyordu. Böyle bir adamdı. Etrafında on binlerce kölesi onu koruyor. Roma’dan
Anadolu’nun ucuna kadar, Hatay sınırına kadar dört
kişinin taşıdığı salla getirilmiş. Binlerce kilometreyi
dört kişinin omzunda yürüyerek gelmiş, onu taşımak
için yirmi bin kişi görevli olmuş. Böyle bir despot Firavun oğlu Firavun adam, Firavun’a lanet okutacak
bir adam ve dört tane, beş tane, bilemedin altı tane
genç karşısına çıktılar, “Biz âlemlerin Rabb’i olan
Kur’an belagati, Kur’an edebiyatı, Kur’an azameti üzerine düşündüğümüz zaman yeryüzünde
mü’mince bir hayat için, ahiret şuuru kazandırmak
için iş yapacak neslin gençler olduğunu, onların çalışmasının üç yüz yıl beklenecek bir mucize denkliğinde
olduğunu Allah bize işaret ediyor. Böyle bir genç bulduğun zaman, böyle bir genç grup bulduğun zaman
ona gökten Allah’ın rahmeti yağacak demektir. Çünkü gencin ibadeti başkadır.
“Bu delikanlı, deli dolu, ne dediğini bilmez abuk sabuk konuştu, yahu protokole aykırı konuştu şu hâle bak. Daha dikkatli konuşsa… İşte, gençler tecrübesiz” filan diyoruz ya
hani, tecrübeli ihtiyarlar çok güzel susmayı biliyorlar
da tecrübesiz gençler bol bol konuşuyorlar ya, Allah
“kalplerine desteğimizi verdik ve kalktılar delikanlıca konuştular” diye buyuruyor. Ama her
şey nerede başladı? “Rabb’lerine iman etmiş delikanlılar” olarak Allah’ın defterine yazıldılar.
Aralık
27
Onlar Allah’a imanlarını ispat edince, melekler
yüreklerindeki imanı defterlerine kaydedip “Peygamber’in indirdiği tevhid bunların yüreğinde
var” diye işaret edince, artıyı bir defa aldıktan sonra,
peşinden onlara Allah’ın hidayeti yağdı. Kalpleri Allah’ın arşıyla bağlantı kurdu, “Kalplerine hidayet
yağdırdık, güç verdik, enerji verdik, kalktılar
‘Bizim Rabb’imiz Allah’tır’ dediler.” Allah, hizmetçilerinin, eyalet valisinin, “bir şey emreder misiniz efendim” demeye bile cesaret edemedikleri
bir ortamda, kendi çocukluk arkadaşlarına konuşuyor gibi kralın önünde onların haykırdıklarını buyuruyor. Hepsi ne sayesinde oldu? “Onlar, Rabb’lerine
iman eden gençlerdi.”
Kardeşlerim,
İman herkes için değerli ve herkes için
cennetin şartıdır. İmanın iyisi kötüsü olmaz ama
gencin imanı üç yüz yıl yetecek bir enerjinin adıdır.
Bunun için emsallerinin sefa sürdüğü, istediği gibi
zevklendiği bir ortamda, arkadaşlarının nefsine tapındığı bir zamanda, kimsenin onu bir günahtan,
ayıptan, namaz kılmamaktan dolayı kınamayacağı
bir ortamda, “Benim Rabbim Allah’tır” diyen
genç, ihtiyardan, hocadan, hacıdan, sakallıdan daha
kıymetli olduğu için, üniversite ortamlarındaki rezil,
ahenksiz, berbat pozisyonlara karşı Allah’tan hayâ
edip, utanıp kendisini kenarda saklayan delikanlılar,
emsallerinin battığı çukurların etrafına bile yanaşmaya cesaret edemeyip Allah korkusuyla cüretkâr
bir şekilde “ben Allah’tan korkarım, Allah’tan
korktuğumun bedelini de öderim, velev ki bütün nimetler elimden gitsin” diyen gençler var ya,
bunların yeri cennet, işte Havz-ı Kevser. Vallahi böyle
de değil. Bunların yeri cennet bile değil. Neresi?
Allah’ın Arş’ının gölgesidir. Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem: “Allah’ın Arş’ı bu genci bekliyor” diyor. Allah’a kulluk heyecanıyla yaşayan genç,
birincisi Ömer bin Hattab olan yedi büyük seçilmiş
insandan biri olarak, bütün insanların, iyilerin, kötülerin, herkesin mahşer heyecanıyla kavrulduğu bir
zamanda, Arş’ın gölgesinde gölgelenecek. “Acaba
cennete girer miyiz, giremez miyiz” diye herkesin düşündüğü, peygamberlerin dahi “ne edeceğiz
bugün” diye merak ettiği, endişelendiği, “Muhammed aleyhisselatü vesselam nerededir? Şefaat
etse bize” diye herkesin aradığı bir zamanda Allah’a
kulluk lezzetiyle, ahengiyle büyüyen gençler Allah’ın
özel misafiri olacak. Rabb’e iman etme zevkiyle büyüyen genç başka bir genç.
O günlerde İsa aleyhisselamın yakın nesilleri
vardı, mesela; torunları filan sağdı. Allah, bunu onlardan üç-beş tanesiyle yapabilirdi. Ama mucize, üç yüz
yıllık enerji birikimi ve heyecanı ancak bu delikanlılarda olurdu da Allah onları seçti. Çok açık ve seçik bir
şekilde bunu görüyoruz.
Allah’ın kitabı yüz on dört sûredir. Bu yüz on
dört sûrenin birisi de El- Kehf Suresi’dir. Fatiha’ya
hangi Allah olarak iman ettiriyorsa bizi Allah, Kehf
Suresi’ne de o Allah’ın indirdiği bir sûre olarak iman
ettiğimize göre açık ve seçik bir şekilde bu delikanlılara Allah “işte siz, kıyamete kadar bütün insanlığın iman etmesi gereken, Allah’ın dirilteceği
ve buna muktedir olduğu imanının şablonusunuz” dedi. Bu şerefle, onları şereflendirdi.
Sana imanın altı şartını altmış defa sayabilir ama yataktan altı saniye kalkamıyor. Mükemmel biliyor, sadece karşı cinsi görünce dayanamıyor, yoksa çok iyi genç. Öyle
imandan söz etmiyoruz.
28
Aralık
Kardeşlerim,
Burada bir C maddesi açacağım. Bunlar herkesin aldığı nefeslerin sayıldığı bir zamandaydılar. Dolayısıyla bunlar sabaha kadar o zamanki kitap olan
İncil’i okuyup akşama kadar da ziraat yapıp namaz
kılan insanlar değillerdi. Sakın böyle zannetmeyesiniz. Nerede ibadet yapıyorsun ki, potünüs, jüpitüs,
kopütüs diye ilahlar var onlara tapınman gerekiyor.
Zaten “Allah” dedin mi ipe götürülüyorsun.
yapmaya gerek yok. Nice cami yaptırmış insanlar,
çok çok hac yapmış insanlar var. Kur’an’da adları var
mı? Yaptıkları şeyler sevap oldu, defterlerine yazıldı,
Rabb’lerinin rızasını kazandılar, gittiler.
Kardeşlerim,
Bunlar, kendileri Rabb’lerinin rızasını kazandılar. Büyük sevaplar kazandılar. Kendilerinden sonra
ölümü göze alarak kıyamete kadar milyarların imanına da sebep oldular. Bu ne sayesinde oldu? Koca
Roma imparatorunun karşısında, ilkokul arkadaşlarının önünde söylüyor gibi “biz, biz Allah’tan korkarız, senden korkmayız” diyen yürekleri sayesinde oldu. Gencin imanı
cennetten önce Arş’ın gölgesiyle gölgelendirilecek kadar değerlidir.
Ne namazı, ne orucu! Sadece “Allah” derken
kaynayan kanları vardı, başka hiçbir şeyleri yoktu. Asiye de öyle bir kadındı zaten.
“Rabb’im” dedi yerle gök arası
heyecanla doldu Âsiye için. Âsiye,
Firavun’un karısı, o da sabahlara
Biz, imanın bilkadar namaz kılan, tesettürlü, peçegisini değil, aşısını
li, ibadetli, tespihli bir kadın değildi.
istiyoruz. İman aşısı
Nasıl olacaksın ki? Firavun kime tespih çektiriyor? Nesi vardı Âsiye’nin?
gençlere verilmeliRabb’im,
dir. Anne babaların,
Burada gençlere söylemeden
önce annelere, babalara, muallimlere, vakıf, dernek görevlilerine,
Ümmeti Muhammed’in çocuklarına
hizmet ettiği düşüncesinde olan herbir şekilde gençlere
kese iki sözüm var. Kıyamet günü
Rabb’im, bu kâfirin sarayı bueğitim verenlerin vaRabb’imizin huzurunda bir meydannun olsun, sen bana cennetinden bir
da toplandığımız zaman, herkese ne
zifesi budur.
oda ver, ben ona razıyım” diyen imakonuştuğu ya da niye konuşmadığı
nı vardı. Her şey imandadır zaten.
muhakkak sorulacak. Kimilerine
“niye konuşmamıştın?” diye gem
Kardeşlerim,
vurulacak. Ve ne dinlediği de herkese
sorulacak. Zaten biz söylemeden eller, ayaklar, kulakGençlerin gür imanı bu Ümmet’in gelelar, konuşacak hep. “Ne duymuştuk, ne görmüşcek asırları demektir. Bu sebeple yüzlerce cami
tük, ne tutmuştuk” herkes söyleyecek.
yerine, bu Ümmet’in imanını haykıracak üç
genç yetiştirmek, üç yüz yıllık projeye değer
Kardeşlerim,
şey demektir. Kur’an buradadır. Büyük keşifler
Bütün annelere, babalara ve Ümmeti Muhammed’in gençleriyle bir sebeple ilgilenmek
durumunda olan herkese iki sözümüz var.
Birincisi; mü’min genç yetiştirmek imanın altı şartını ezberlemekle bitecek bir iş
değildir. Önemli olan bu sevdayı vermektir.
İmanın altı şartını say, say, sonra da internete devam.
Sorarsan zaten sana internetten mesajla da gönderebilir. Ne olacak ki altı kelime… Ama imparatorun
önüne kalkıp haykırmak değil, sabah namazına bile
kaldırmıyor o iman.
Aralık
29
Sana imanın altı şartını altmış defa sayabilir ama yataktan altı saniye kalkamıyor.
Mükemmel biliyor, sadece karşı cinsi görünce
dayanamıyor, yoksa çok iyi genç. Öyle imandan
söz etmiyoruz. Biz, imanın bilgisini değil, aşısını istiyoruz. İman aşısı gençlere verilmelidir.
Anne babaların, bir şekilde gençlere eğitim verenlerin vazifesi budur.
Aziz Kardeşlerim,
Sa’d bin Ebi Vakkas’ı, Enes ibni Malik’i, Ali bin
Ebi Talib’i -radıyallahu anhüm- ashabın gençlerini
menkıbe türü hikâyelerden değil, sahih hadis şeriflerden anlatmak, Kur’an-ı Kerim’den ashabı kehf’i bu
mantıkla gençlere anlatmak aşıdır. Gence kim gibi olması gerektiğini öğretmiş oluyorsun. Bu önemli. Bu
arada elbette amentüyü öğreteceksin. O iki dakikalık
iş. Ama aşı yirmi sene sürebilir. Aşı, uzun zaman ister.
atasözü olarak duruyor. Pire için yorgan, atasözünde
yakılır. Bit için de, pire için de, sinek için de koca bir
yorgan yakılmaz. Anneler babalar, medrese görevlileri gençlerin imanını dev hâle getirin.
Aziz Kardeşlerim,
Programımız, üç dört kâğıda yazılacak ders
maddelerinden oluştuğu zaman, çok şey bilen ama
hiçbir iş yapamayan genç bir nesil yetiştirmiş oluruz.
Hafız bile olur, bir işe yaramaz olabilir. Ama iman
aşısı aldığı zaman bir kere namaz kılmamış
bile olsaydı ashabı kehf gibi olup kalkıp imparatorun önünde “Allah” diye haykıran bir delikanlı olabilirdi. Aşı başka bir şey.
Sa’d bin Ebi Vakkas da namaz kılmıordu. Çünkü henüz namaz emredilmemişti. Sa’d bin Ebi Vakkas’ın Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme müdafilik yaptığı zamanda, namaz diye bir ibadet yoktu.
Birinci sözüm budur. Mahşer yerinde herkese “ne
demiştin, ne dinlemiştin” diye sorulur. Demeyene
ateşten gem vurulur maazallah. Ne dinlemiş olduğunu unutana da cezası verilir. Bu bir.
Kardeşlerim,
İki; pire için yorgan yakılmaz. Atasözüdür.
Pireye yorgan yakılır. Gerçi pire kalktı dünyadan ama
Allah’ın gökten onlara iman yağdırdığı, Rabb’lerinin kalplerine heyecan akıttığı gençler hâline getirip
yetiştirme görevinde olması gereken anneler babalar
olarak, muallimler, idareciler olarak, pire için yorgan
yakmak akıllılık değildir. Delikanlılık değildir. “Helal
olsun” dedirtecek bir şey değildir. Eğer Allah, annelerin babaların ve muallimlerin işlediği hatalardan
dolayı, hepsinin cezasını peşin verecek olsaydı, ne
camilerde bulunurduk ne de dünyada bulunurduk.
Hepimiz çoktan helak olmuştuk.
Gençlerin yüreğinde, Sa’d bin Ebi Vakkas
gibi, mağarada üç yüz yıl Allah için uyumaya
hazır imanları varsa, anneler babalar bu gençlerin ufak tefek hatalarını görmesin. Allah’tan
korksunlar. Kendi gençliğinde, onun yaşındayken internet bulsaydı on kat daha beterini yapardı. Ne internet, ne daktilo, ne klavye, ne de radyo
görmediği için “biz böyle değildik” diyor. Olsaydı,
seni o zaman görürdüm ben.
Gençlerin yüreğinde, Sa’d bin Ebi Vakkas gibi, mağarada üç yüz yıl Allah için uyumaya hazır imanları varsa, anneler babalar bu gençlerin ufak tefek hatalarını görmesin. Allah’tan
korksunlar. Kendi gençliğinde, onun yaşındayken internet bulsaydı on kat daha beterini yapardı.
30
Aralık
Gençlerin imanlarına ve Allah’ın kalplerine heyecan yağdırıp yağdırmadığına bakalım. Allah’tan onlara bir heyecan gelip “Rabb’im senin
için bana şehitlik nasip et” diyen bir genç,
en kötü rezillikleri yapsa bile bir annenin babanın
“Rabb’im bu dilindeki davasına uygun hâle
getir yavrumu” diye dua etmekten başka bir şey
yapmaması gerekir.
Şeytan güya işte halasının yanında ayak ayaküstüne attı, anne babası rezil oldu diye fırtınalar estirip anne ile babasıyla arasına mesafe koymasına,
onlardan soğumasına neden olur. Ondan sonra da
annesine babasına kızdığı için sabah
namazına kalkmaz.
Üç ay, beş ay da sabah namazını ihmal ettiği için, yatsıyı
ihmal ettiği için, Kur’an okumadığı için o koca iman söner
gider maazallah. Pire için yorgan
yakmak yok. Yorgan yakmak hiç yok
zaten. Rabb’imiz sabrımızı sadece
hastalanınca mı deneyecek? Evlatlarımızın sağlığı sıhhati üzerinde de
sabrımızı deneyecek, Allah, hataların üzerinde de sabrımızı deneyecek.
Her türlü sabır imtihanındayız.
“sen değil, âlemlerin Rabb’i Allah’tır bizim
Rabb’miz” dediler. Ama benim Peygamber’im sallallahu aleyhi ve sellem İstanbul’dan sonra fethedilecek Roma’dan da söz ediyor.
Bu ümmetin gençleri, inşallah dünyanın her yerinde “La ilahe illallah Muhammedun Resûlullah” diye haykıracaklar. Emperyalizm değil, internet
değil, kapitalizm değil, liberalizm değil, şehvetperestlik değil, “âlemlerin Rabb’i Allah’tır ilahımız”
diyecekler.
Bunu diyecek gençleri, anneler babalar ezmesinler. Pısırıklaştırmasınlar. Hatta
yüreğinde iman olan bir anne baba
evladını karşısına alıp “yavrum ez,
parçala beni. Bende test yap,
ne yapacaksan yap. Yeter ki yaÜç ay, beş ay da
rın Ümmet’in için ayağa kalkan
sabah namazını ihmal
delikanlı ol” diyebilmelidir.
ettiği için, yatsıyı ihmal ettiği için, Kur’an
okumadığı için o koca
iman söner gider maazallah.
Kardeşlerim,
Bu Ümmet’in umudu, “Şu Rabb’im Allah’tır” diye Eyfel Kulesi’nin tepesine çıkıp haykıracak olan gençlerdedir. O gün Roma İmparator’u
Hatay’a gelmişti. Orada bu delikanlılar ayağa kalkıp
Anneler, babalar, “Nasıl ben
seni doğurup karnımda taşıyıp
heyecanla büyüttüysem, o zamanki fedakârlıklarım gibi şimdi altmış yaşındayken de seni
taşırım yavrum. Yeter ki sen
Ümmet’ine hizmet et, dinine
hizmet et. ‘Allahu Ekber’ diye
yeryüzünde haykırmaya hazır ol”
diyebilmelidir. Fedakârlıktır bu.
Bu şüphesiz kolay, hemen yapılabilir bir şey değildir. Ama anne baba bunu bir cihat kabul etmelidir.
“Rabb’imin hatırı için, kıyamet günü Arş’ın
gölgesinde misafir edilecek bir çocuğun babasıyım ben” diye düşünmelidirler. Oğlunun diploma
törenine giden anne ve babayı nasıl övünürken izliyoruz değil mi? Neredeydiniz? “Bizim çocuğun
diploma töreni vardı.” Sanki kimse almıyor, bir
onun çocuğu diploma aldı.
İnşallah çocuklarını bu mantıkla yetiştirenler bir
gün de “ben Arş’ın gölgesindeki çocuğun babası ve annesiyim” diyecek. Çileye, meşakkate,
sabahlara kadar gözyaşı akıtmaya razı olanlar, karşılığını orada bulacaklar inşallah.
Aralık
31
Nerde kaldı ki o güne gitmeden bugün yeryüzünde yaşayan bütün mü’minler: “Bunu doğurana,
bunu büyütene, bunu yetiştirene rahmet et Ya
Rabb’i” diyecekler zaten. Bu, şu imparatorlar düzeyinde haykırma kudretine sahip gençlerin annelerine,
babalarına, yöneticilerine, muallimlerine sözümdür.
Kardeşlerim,
Elbette gençlere de iki sözüm var.
Birincisi; Herkes bu şeyden hoşlanır. “Tam
ashabı kehfden olacak adammışım ben, dağa
tırmanmak da hoşuma gidiyor, dağ sporundan da hoşlanıyordum zaten” der bunu herkes.
Ey gençler, bunu benden ve sizden önce milyarlarca
genç söylediler, böyle düşündüler. Böyle demek istediler. Ulu orta her yerde de söylediler. Ama iblis, her
dinlediğinde bu sözü, kıs kıs güldü ve “görüşürüz”
dedi. “Dağ sporunu tattırırım ben sana” dedi.
Bin kişi de dedi ama bir kişi bunu yapabildi.
Bu ashabı kehf -Allah onlarla cennette buluşmayı hepimize nasip etsin- yedi kişi veya beş
kişiydiler. Altı kişiydiler, rakamları hiç önemli değil
ama o zaman “İsa aleyhisselam peygamberimdir” diyen binlerce insan vardı. Çünkü Roma imparatoru her gün elli, yüz kişi asıyordu, idam ediyordu.
Bunlar bulunmaz, tek üç kişi filan değildiler. Kalabalıktılar. Yürekleri volkan gibi olan, sadece bunlardı.
Şeytan gerisini bir yolla pasifize etmişti.
mak olduğunu bileceksin. Elini şeytana uzattın mı
gerisi onun için kolay zaten. Birinci sözüm bu, güzel
kardeşlerim.
İkinci sözüme gelince; Roma imparatorluğu,
zaliminin karşısında dik duran, “Allah” diyen o delikanlıların işiydi. Şu anda Roma imparatorluğu yok,
Roma imparatoru da yok. Böyle demeyi gerektiren
bir ortamda yok. Zaten klavye mücahitleri internette
bunu yapıyor.
Ama şimdi Roma imparatoru, fakültede sana
mesaj gönderen kız arkadaşındır veya erkek arkadaşındır haberin olsun. O Roma imparatorudur. İnternet beyidir. Diploma hazretleridir. Maaşı iyi diye
Cuma namazına gitmeye fırsat bulamadığın iş yeridir.
Roma imparatorunun karşısında “yıkıl, Allah’ın
önünde sen nesin” diyenler üç yüz yıllık enerji ile
ayağa kalktılar.
Gençler,
Siz büyük şey istiyorsanız şeytan da sizinle ilgili büyük plan yapacak demektir. Bunu unutmayınız. Rakip çok güçlüdür. Zaten şeytan, “bu yedi kişi
bu mağaraya sığınırken neredeydim ben, niye
bunlar elimden kaçtı” diye uyuz olmuştur.
Onun, intikamını senden almaya yeminli olduğunu unutmayacaksın. Küçük bir tavizin, elini uzat-
“Arş’ın gölgesinde yedi büyük adam” diyoruz ya, onlardan birini Efendimiz sallallahu aleyhi
ve sellem nasıl tanıtıyor? Hani çok cazip bir cinsel teklifi kimsenin olmadığı bir yerde önüne getirdiğinde bir
kadın, her şey yolunda, soru soran yok eden yok “tamam mı, tamam” dendiği bir zamanda aklına Allah
gelip, “ben Allah’tan utanırım bu işi yapmam”
diye tekmeyi vurup giden 2015 yılında ashabı kehftir.
Bu ümmetin umudu o gençtir işte.
Anneler, babalar, “Nasıl ben seni doğurup karnımda taşıyıp heyecanla büyüttüysem, o zamanki fedakârlıklarım gibi şimdi altmış yaşındayken de seni taşırım
yavrum. Yeter ki sen Ümmet’ine hizmet et, dinine hizmet et. ‘Allahu Ekber’ diye yeryüzünde haykırmaya hazır ol” diyebilmelidir. Fedakârlıktır bu.
32
Aralık
Bütün konuştuklarımız -değerli genç kardeşlerim, mü’min kardeşlerim- Kur’an’ın tarih bölümü
değil, pratik bölümünün bilgileriydi. “Vay be ne yiğit adamlarmış. Roma imparatorunu bulsam
mızrağı göğsüne basardım ben de” Bırak böyle
edebiyatları, bırak uzaya böyle mesajlar salmayı. Sen
her saat başı imparatorun önündesin. İmparator ne
demektir? Astığı astık, kestiği kestik demektir. Kimse
internet zevkinden vazgeçebiliyor mu? Namazda bile
insanlar cep telefonlarını kapatabiliyorlar mı?
Bugünün imparatorlarının adı değişik olabilir.
O nesli Allah filan imparatorun zulmü ile imtihan etti,
şimdi global dünyada imparator diye bir şey kalmadı, imparatordan daha fazla zulmeden internet baba
geldi. Ezan okundu, “çöksün dünyanın interneti
yeter ki ben Rabb’im için secdeye kapanıyım”
diyen gençte iman zirvededir işte. Bu ne mübarek, eli
ayağı öpülecek bir gençtir ki fırsatlar ayağına geliyor,
haram olan şeylere karşı ashabı kehfin delikanlıları
gibi dik duruyor.
Gençler ama şu bir numaralı itirazımız vardı ya,
“iblis bekliyor” demiştik. Haram Allah’ın haramıdır. Hiçbir zaman “bu haramla biraz ilgilenir misin” diye kimseye gelmiyor.
“Bu kızcağızın durumu iyi değil, sen bunu
iyi bir Müslüman anne yaparsın, onun için bununla ilgilen” diye gelir. Kime kaç numara ayakkabı
olur, şeytan onu biliyor. Sende iman varsa, “boş ver
üç günlüğüne keyfini sür sonra tövbe edersin”
demez.
Bunu dese var ya iblis, dünyanın yarısını kaybeder. “Sen ilgilenme, o ilgilenmesin maazal-
lah dinsiz birine gider, hepten gâvur olur, sen
ilgilen, götür şu kafeye, beraber yiyin için, hidayetine vesile olursun, bir taşla iki kuş vurursun” der. Bakarız bir taşla hangi kuş vuruluyor.
İki kuş vurulur da o kuşlar ikiniz olursunuz, taşı atan
iblis olur.
Gençler, o imparatorun karşısına dikildiğinde
o delikanlılar işsiz güçsüz kimseler değillerdi. Hepsi
imparatorun sağlık müdürü, koruması, şehir sorumlusu gibi görevleri vardı. O astığı astık kestiği kestik
adamın görevlileriydi. Onların keyifleri yerindeydi.
Yüzlerce hizmetçileri vardı. O keyfi ve o zevki ve o
saltanatı bırakıp “Rabb’imiz Allah’tır” dediler.
İblis kime kaç numara ayakkabı gerektiğini biliyor. Senin iman hassasiyetin varsa sana bir külahla
gelir. Eğer senin iş kutun varsa, “babasının çok iyi
iş imkânları var, sen orada genel müdür olursun” der. “Böylece o şirketi de İslam’a hizmet
ettirirsin, zaten bu bir cihat, bundan kaçsan
vebal olur. Hadi Allah rızası için bari bu hatayı
yapalım” dedirtir.
Gençler,
Sizi Allah bekliyor. Resûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem bekliyor. Ve bağrı yanık bu Ümmet bekliyor
sizi, ama iblis de bekliyor. Hem de daha çok bekliyor.
Kimin tarafına gideceğimiz, basiretimiz ve aklımızın
sonucuna göre belirlenecek.
Siz Allah’tan yana, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden yana olun. Siz şeytanın vurduğu iki
kuştan biri olmayın. Size hizmetle mükellef olanlar,
sizin alnınızı, elinizi, ayağınızı öpsün. Sizin imanınız
gür olsun.
Bütün iğva, aldatma tuzaklara karşı Allah’tan
yana olmayı becerin. Zaten sizin tarafınız belli olunca
“Ben Allah’tan yanayım” dediniz mi siz hiç anlamadan milyarlarca meleğin sizi kuşatıp koruduğunu,
kanatları üzerinde sizi cennete taşıdığını göreceksiniz
Allah’ın izni ile.
Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina
Muhammed. Ve ala âlihi ve sahbihi ecmaîn.
Vel’hamdülillahi Rabb’il alemîn.
Aralık
33
Tasavvuf
Yard. Doç. Dr. EBUBEKİR SİFİL
Tasavvuf konusunda ne diyorsunuz? Rabıta, fenafil şeyh, şeyhten şefaat veya himmet talep
etme, başı sıkıştığında vefat etmiş bir şeyhin ruhaniyetinden yardım talep etme gibi mevzularda şirk
tehlikesi var mıdır?
:
rtelim
u beli
n
u
ş
tinin
nce
şefaa
den ö
y
e
ş
n
i
r
r
le
ndıHe
faatçi
rgula
e
u
ş
v
in
ler,
n‘da
ceğin
Kur’a
edilen u
s
rmeye
u
e
v
n
et
li ay
öz ko
i
s
fayda
g
l
İ
e
d
.
etler
açık
lerdir
ğı ay
usus
üşrik
h
m
u
/
r
b
a
cıl
ndan
ır.
inkâr
mları
a
l
aktad
ğ
a
m
l
b
ı
ş
n
a
i
l
ler
e an
ekild
ş
r
i
b
34
Cevap:
Ne yazık ki genellikle Tasavvuf denince akla
ilk olarak soruda zikredilen hususlar geliyor. Tasavvuf’un bir “ruh disiplini” ve bir “ahlak eğitimi”
olduğu ve bu yönüyle insana ve topluma tarih
boyunca olduğu gibi günümüzde de çok büyük faydalar sağladığı vakıası ihmale uğruyor.
Din’in temel hedefi olan “insan-ı kâmil”i
inşa etmek için üç Fıkıh vazgeçilmezdir: Fıkh-ı Ekber, Fıkh-ı Zâhir ve Fıkh-ı Batın. Bunlardan
ilki Akaid’i, ikincisi Fıkıh ilmini, üçüncüsü de
Tasavvuf’u ifade eder ve kemalin, hiçbirinin ihmaline tahammülü yoktur.
Aralık
Zede almış, şu ya da bu şekilde kaymalara uğramış bir itikadî sistem, kişiyi, ucu küfre kadar çıkabilen “bid’at vadisi”ne sürükler. Fıkh-ı Zahir’in ihmali, amellerin ihlaline, dolayısıyla ucu yine küfre
çıkabilen “fısk vadisi”ne sürükler. Fıkh-ı Batın’ın
ihmali ise, sa’y-u gayretle geçirilmiş bir ömrün
ardından, kişiyi, sonu hüsrana varabilecek “iflas
vadisi”ne sürükler.
Dolayısıyla ben bu “Üç Fıkh”ı, bir bütünün üç
ayrı cephesi ve üç ayrı yansıması olarak görüyorum.
İsimlerinin farklı olması, zaman içinde meydana gelen
–tabir yerindeyse– “iş bölümü”nü
ve uzmanlaşmayı anlatması dolayısıyladır. Yoksa Selef-i Salihin’de
bunların üçü de kâmil anlamda bir
arada mevcut idi.
Bu “Üç Fıkıh” arasındaki
dengenin muhafazası son derece
önemli bir meseledir. Birbirlerini
muhakkak surette etkiledikleri ve
aralarında kopmaz bir ilişki bulunduğu için, dengenin bunlardan birisi aleyhine bozulması durumunda
ortaya kaçınılmaz olarak aşırılıklar,
arızalı duruşlar ve çarpık anlayışlar çıkar. Fıkh-ı Ekber’i zede aldığı
için aşırılıklara kaymaktan kurtulamamanın örneğini
Haricîler’de, Mücessime ve Müşebbihe’de görürüz.
Fıkh-ı Zahir’i ihmale terk ettiği için yoldan sapanlara Batınîler örnek gösterilebilir. Fıkh-ı Bâtın’a gerekli
önemi vermediği için bir başka aşırılığa kaymaktan
kurtulamayanlara ise günümüzde Vehhabîlik ve “Selefîlik” örnek gösterilebilir.
Biraz daha özele inecek olursak, Tasavvuf’un
temsil ettiği değerlerden yoksun bir İslam anlayışının zaman zaman aşırılıklara kayması gibi, Tasavvuf
ekolleri içinde de zaman zaman aksi istikamette aşırı
yönelişler bulunabilir. Bunun örneği tarih içinde de
görülmüştür, günümüzde de görülebilir. Önemli olan,
bunlar üzerinden toptancı ve genellemeci bir “Tasavvuf eleştirisi” yapma yanlışlığına düşmemektir.
Soruda zikredilen diğer hususlara gelince her
birinin delilleri ve tartışması ilgili çalışmalarda görülebileceğinden, burada bunları tekrar etmeyeceğim. Şu
kadarını söyleyeyim: Kendisini, bir üstadın vereceği
eğitime ihtiyaç duymadan İslamî ilimlerde gereği gibi
eğitebileceğini düşünen ve gerçekten de bunu yapabilecek kapasitesi bulunan kimse için –yine birtakım
riskler bulunmakla birlikte– teknik olarak bir problem
olmadığını söyleyebiliriz. Tasavvuf
da böyledir. Tezkiye-i nefs ve tehzib-i ahlak konusunda kimseden
yardım almadan mesafe kat edebileceğini düşünenler ve yapmak istediği işin dünyevî ve uhrevî bedelini
göze alabilenler için bir şeyhe bağlanmak da, diğer hususlara riayet
etmek de gerekmez. Ancak bunun
ne kadar güç bir iş olduğunu ve bir
anlamda da Amerika’yı yeniden
keşfetmek anlamına geleceğini de
belirtmeden geçmek olmaz…
Rabıta’yı, müridin, yeni
girdiği seyr-ü sülûk sürecinde,
her haliyle örnek aldığı üstadını tahayyül ve
tasavvuruna yerleştirmek, kendisini ona benzetmeye çalışmak ve onu yokluğundayken yanındaymış gibi düşünerek tavr-u ahvaline ve
düşüncelerine çeki düzen vermek olarak anlıyor ve bunda da bir sakınca bulunmadığını
düşünüyorum. Fena fi’ş-şeyh de yine bu çerçevede düşünülebilecek bir durumu ifade eder. Kalbî ve
zahirî ahvaline çeki-düzen vermek için şeyhinde yok
olma ya da rabıta ile onun murakabesi altında bulunduğunu hissetme ihtiyacı duymayan, yani seviye olarak daha ileriye geçmiş bir kimse için elbette bunlar
söz konusu olmayacaktır.
Şeyhten himmet istemeyi, şeyhin dua ve teveccühünü talep etmek olarak anlıyorum.
Mürşid (yol gösterici, irşad edici) makamında bulunan insanların duası elbette talep edilir;
hatta manevî mertebeleri ne olursa olsun bütün mü’minler birbirlerine dua eder, birbirlerinden
dua talep ederler.
Aralık
35
Şeyhten himmet istemeyi, şeyhin dua ve teveccühünü talep etmek olarak anlıyorum. Mürşid (yol
gösterici, irşad edici) makamında bulunan insanların
duası elbette talep edilir; hatta manevî mertebeleri ne
olursa olsun bütün mü’minler birbirlerine dua eder,
birbirlerinden dua talep ederler.
Şeyhin şefaati meselesine gelince, Hadis kitaplarında Ümmet-i Muhammed’den –Hz. Peygamber
(s.a.v) dışında– günahkârlara şefaat edecek kimselerin bulunacağını anlatan sahih rivayetlerin mevcudiyeti, sorunun bu kısmına olumlu cevap verilmesini zorunlu kılmaktadır. Kimi rivayetlerde bunlar
“melekler, sıddıklar, şehidler” olarak sayılırken
(Bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, V, 43; İbn Ebî
Âsım, Kitâbu’s-Sünne, 389), kiminde “ulema” (İbn
Mâce, “Zühd”, 37. (İsnadı zayıftır. Bkz. el-Irâkî, Tahrîcu Ahâdîsi’l-İhyâ, I, 13), kiminde “müezzinler” zikredilmekte (el-Heysemî, Mecma’u’z-Zevâid, X, 381.),
kiminde de küçük çocukların ebeveynlerine şefaat
edeceği haber verilmektedir. (Ahmed b. Hanbel, IV,
105.) Bunlar arasında Ümmet-i Muhammed’in bazı
fertlerinin şefaatleri de hassaten zikredilmektedir ki,
bunlar arasında kendi ev halkına şefaat edecek olanlar bulunduğu gibi, Mudar kabilesinin bireylerinden
daha fazla sayıda insana şefaat edecek olanlar da
vardır. (Ahmed b. Hanbel, V, 257, 61; İbn Huzeyme,
Kitâbu’t-Tevhîd,, 313 vd.)
Bütün bu rivayetleri bir arada ele aldığımızda,
kıyamet günü bu Ümmet’in bazı fertlerinin günahkâr
mü’minlere şefaat edeceği ortaya çıkmaktadır. Bu
meyanda salih ve kâmil insanların zikredilmesinde
herhangi bir yanlışlık yoktur.
Başı sıkışan, darda kalan kimsenin, ölmüş bir
salih kulun ruhaniyetinden yardım talep etmesine gelince, burada tafsile gitmek gerekir.
Ölmüş bulunan salih kimsenin, kendisinden
yardım istendiğinde bunu duyma ve çağrıya icabet
etme kudret ve tasarrufuna kendiliğinden sahip bulunduğunun düşünülmesi son derece tehlikelidir. Hz.
Peygamber (s.a.v) bile kendisine getirilen salevatları,
Allah Teala’nın, ruhunu iade etmesiyle işiteceğini ve
mukabele edeceğini söylemiştir.
Ama eğer salih kişiye Allah Teala’nın böyle bir
hususiyet bahşedeceğine inanılarak, yani “Allah Teala’nın kendisine vereceği kudret ile benim
sesimi duyabilir ve yardımıma koşabilir” diye
düşünülerek böyle bir talepte bulunulursa burada
şirkten söz edemeyiz. Maamafih sıkıntılı durumlarda doğrudan Allah Teala’dan yardım ve imdat istemek en doğrusudur.
“İstimdat/istiğase” tabir edilen bu durum
ile “tevessül” arasında fark bulunduğunu da ekleyelim yeri gelmişken. Burada doğrudan ölmüş kişiden talepte bulunma söz konusu iken tevessülde
onu vasıta yaparak Allah Teala’dan isteme vardır.
Eğer ölmüş kişiden yardım talep eden kişinin maksat ve niyeti de tevessül ise, bu takdirde yapılan işin
–her ne kadar şeklen yanlış ise de– gayrı meşru olduğunu söyleyemeyiz.
Evet Kur’an‘da herkesin yaptığının karşılığını göreceği, zerre miktarı hayrın da zerre
miktarı şerrin de karşılıksız bırakılmayacağı ve kimsenin kimseye fayda veremeyeceği,
bir kısım ayetlerde beyan buyurulmaktadır.
36
Aralık
Yukarıda üzerinde durduğumuz şefaat meselesi hakkında “Kur’an merkezli” olma iddiasıyla ortalıkta dolaşan bazı yaklaşımlar görüyoruz; şefaati kabul etmenin Kur’an‘la çelişmek, Kur’an‘a iftira etmek,
hatta “şirk” koşmak anlamına geldiği ileri sürülüyor,
ilgili hadislerin Kur’an‘a aykırı olduğu söyleniyor vs.
Evet Kur’an‘da herkesin yaptığının karşılığını göreceği, zerre miktarı hayrın da zerre
miktarı şerrin de karşılıksız bırakılmayacağı
ve kimsenin kimseye fayda veremeyeceği, bir
kısım ayetlerde beyan buyurulmaktadır. Ne var
ki bu ayetler ahirette günahkâr mü’minler için şefaat
edileceğini ve şu şefaatin fayda vereceğini söylemeye ve buna inanmaya
engel değildir.
Her şeyden önce şunu belirtelim: Kur’an‘da şefaatçilerin şefaatinin fayda vermeyeceğinin
vurgulandığı ayetlerde söz konusu edilenler, inkârcılar/müşriklerdir. İlgili ayetlerin bağlamlarından bu husus açık bir
şekilde anlaşılmaktadır.
da yer alması, dostluğun ve şefaatin bulunmamasının
kâfirler için söz konusu olacağını ihsas eder.
İkinci olarak, ahirette şefaat olmayacağını bildiren ayetlerin ifadeleri umumîdir; dolayısıyla tahsise
müsaittir. Özellikle ahirette şefaatin vuku bulacağını bildiren haricî delillerin varlığından
sonra bu ayetlerin umum ifadelerinin tahsisi
kaçınılmaz hale gelir.
Şefaati nefyeden ayetlerin umumunu tahsis
eden ayetlerin başında, Allah Teala‘nın razı olup izin
verdiği (21/el-Enbiyâ, 28; 2/el-Bakara, 255.) ve Allah
Teala‘dan bir ahit almış kimseler (19/
Meryem, 87.) için şefaatin söz konusu olacağını ifade eden ayetler gelir.
Keza mü’minlerin bağışlanması bağÖzellikle ahirette
lamında Hz. Peygamber (s.a.v)’in
şefaatin vuku bulacağıistiğfarın zikreden ayetler (4/en-Nisâ,
nı bildiren haricî delil64; 47/Muhammed, 19.) de şefaatin
nefyeden ayetlerin umumunu tahsis
lerin varlığından sonra
eden ayetlerdendir.
bu ayetlerin umum ifa-
delerinin tahsisi kaçı-
Bunlar yanında günahkâr
mü’minler için şefaat edileceğini
bildiren hadislerin manen mütevatir olduğunu (Bkz. el-Kettânî, Nazmu’l-Mütenâsir, 246 vd. el-Kettânî
burada şefaat hadislerinin mütevatir
olduğunu tasrih eden ulemanın isimlerini ve ilgili ifadelerini detaylı olarak zikretmiş, öncesinde de hadisleri zikreden sahabîleri tadat etmiştir.) da hesaba katarsak, şefaati nefyetmenin o kadar basit bir mesele
olmadığı kendiliğinden ortaya çıkar.
nılmaz hale gelir.
“2/el-Bakara, 254 ayeti bunun istisnasıdır. Zira bu ayet, iman
edenlere hitapla başlamaktadır” denerek itiraz edilebilir. Ancak
ayetin sonunda kâfirlerin zalimlerin ta kendileri olduğunu vurgulayan ifadeye dikkat edilmelidir. Fahruddîn er-Râzî‘nin de dikkat çektiği gibi
bu ifadenin, iman edenlere hitapla başlayan ve “ne
dostluk, ne de şefaat vardır” diyen ayetin sonun-
Fahruddîn er-Râzî, 2/el-Bakara, 48 ayetinin tefsiri esnasında (et-Tefsîru’l-Kebîr, III, 53-66. Çevirisinden bakmak isteyenler için II, 498-523.) Mu’tezile’nin
büyük günah işleyen mü’minlere ahirette şefaat olmadığı inancına istidlal ettiği 10 ayet ve 4 hadis ile
bunların istidlal vecihlerini ayrıntılı olarak zikreder.
Ardından Ehl-i Sünnet‘in delillerini verir, Mu’tezile‘nin bunlara itirazını ve Ehl-i Sünnet‘in cevabını
zikretmeyi de ihmal etmez. Konuyla ilgilenenlerin,
alabildiğine detaylı bu nefis tahkiki mutlaka incelemesi gerekir.
Aralık
37
Kur’an İlimleri
Dr. İhsan ŞENOCAK
si,
ilinme
b
n
i
n
ilmi
ni
Kıraat
ilaveti
t
m
i
r
-ı Ke
ve
Kur’an
tahrif
i
b
i
g
ğu
orudu
k
er.
n
a
d
faza ed
a
hata
h
u
m
en de
d
e
m
r
i
değişt
38
Müfessirler, Allah Resulü -sallallahu
aleyhi ve sellem- devrinden günümüze kadar
ayetleri murad-ı ilahi istikametinde anlayabilmek için Kur’an-ı Kerim’i farklı açılardan
tahlil etme gayreti içerisinde yer almışlardır.
İslam’ın ilk yıllarında şifahî olarak yapılan bu çalışma, tedvin faaliyetlerinin başlaması ile kitabî bir
boyut kazanmıştır. Kur’an-ı Kerim’i anlama gayreti
hicri beşinci asırdan itibaren ise “ulûm-u Kur’an
(Kur’an ilimleri)” başlığı altında sürdürülmüştür.
Kur’an ilimleri içerisinde ilk kayda geçen disiplin tefsir olmuştur.[1] Zamanla Kur’an ilimlerinin
her bir çeşidi ile alakalı müstakil kitaplar telif edilmiş, çok yönlü bir anlama faaliyeti başlatılmıştır.
Kur’an ilimlerini bir araya getiren ve “ulûm-u
Kur’an” başlığını taşıyan eserler yazılmıştır. İlk
defa bu adla telif edilen kitap Ebu’l-Ferec
b. el-Cevzi’nin (ö. 597/1201) “Fünunu’l-Efnan
fi Ulûmi’l-Kur’an” başlıklı eseridir.[2] Bedruddin
Muhammed b. Abdillah ez-Zerkeşi’nin “el-Bur-
Aralık
han fi Ulûmi’l-Kur’an” adlı eseri ise bu alanın ilk
hacimli kitabıdır. İmam Suyuti’nin “el-Burhan”dan
da istifade ederek telif ettiği “el-İtkan” adlı çalışması, Kur’an ilimleri ile alakalı yapılan çalışmaların en
sistematik olanıdır.
Müslümanların Kur’an-ı Kerim’i anlama
gayretlerine paralel olarak Kur’an ilimleri ile
alakalı eserlerin telifi de nitelik ve nicelik itibariyle gelişerek devam etmiştir. Özellikle yakın dönemde kaleme alınan eserlere oryantalistlerin
Kur’an-ı Kerim çerçevesinde oluşturdukları şüpheleri
yok edecek açıklayıcı bilgiler ilave
edilmiştir. Mesela Kur’an-ı Kerim’in
Arapça’nın dışındaki dillere tercüme
edilme meselesi muasır kitapların
bir çoğunda mevcuttur.[3]
“Kur’an ilimleri” ile alakalı
yapılan çalışmalar Kur’an-ı Kerim’in
doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için
gerekli olan bütün ilimleri kapsayacak şekilde hazırlanmıştır. Bu yüzden izafet terkibi halinde kullanılan
“ulûm-u’l-Kur’an” ifadesinin ilk
parçası olan “ulûm/ilimler” tekil değilde çoğuldur. Bu durumda
Kur’an ilimleri; “Kur’an-ı Kerim
ile ilgili bütün bilgi ve ilimlere işaret eder.”[4] Tefsir başta olmak üzere Kur’an-ı
Kerim’in inmesi[5], toplanması, tertibi, yazıya geçmesi[6], kıraati, i’cazı, mecaz ifadeleri[7], i’rabı[8], ayetlerin iniş sebepleri, Mekkî-Medenî oluşları, nasih-mensuh, muhkem-müteşabih gibi bir çok mesele “ulûm-u
Kur’an”
bağlamında değerlendirilir.
Kur’an ilimleri kapsamına giren ve ayetlerin anlaşılabilmesi için mutlaka bilinmesi gereken ilimlerin en önemlileri şunlardır:
Nüzul Sebepleri
Bir olay ya da Allah Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- yöneltilen bir soru vesilesiyle ayet
ya da sure inmesine neden olan şeye “sebeb-i
nüzul” denmektedir.[9]
Ayetlerin iniş sebeplerinin bilinmesi emredilen
ya da yasaklanan hükümlerin hikmetleriyle birlikte
Aralık
kavranması ve ayetlerin anlamlarının doğru bir şekilde anlaşılması[10] açısından önemlidir.
el-Vâhidi’nin
(ö.
468/1075)
“Esbâbu’n-Nüzûl” adlı eseri ile Suyuti’nin (ö.
911/1505) “Lübâbu’n-Nukül fî Esbâbi’n-Nüzûl”
isimli çalışması bu alanın başlıca eserlerindendir.[11]
Nâsih ve Mensûh
Kur’an-ı Kerim’i anlayabilmek için bilinmesi gereken konulardan birisi de nesh meselesidir. Lügatte nesh, güneşin
gölgeyi ve gölgenin güneşi, yaşlılığın gençliği ortadan kaldırmasında olduğu gibi, bir şeyin
peşinden geldiği başka bir şeyi
izale etmesi anlamına gelir.[12]
Istılahta ise “bir delilin hükmünü
başka bir delille ya da unutturma ile kaldırmaktır.”[13]
Nesh, emir ve yasaklarda
olur. İnanç ile alakalı konularda,
ahlaki meselelerde ibadet ve muamelat ile alakalı konularda nesh
olmaz. [14]
Nesh ile ilgili müstakil çalışmalar yapılmıştır.
Ebu’l-Ferec b. el-Cevzî’nin (ö. 597/1201) “Ahbâru’r-Rusûh bi Mikdari’n-Nâsih ve’l-Mensuh”
adlı kitabı bu alanda yapılan meşhur çalışmalardandır. [15]
Muhkem ve Müteşâbih
Anlamı eksiksiz bir şekilde anlaşılan
ayetlere “muhkem”[16], bir çok anlama ihtimali
olup, bu manalardan birini belirleyebilmek için
harici bir delile ihtiyaç duyan ayetlere ise “müteşâbih” denir.[17]
Bir ayet ya lafız, ya mana, ya da hem lafız
hem de mana itibariyle müteşabih olabilir.[18]
Anlamlarının bilinmesi itibariyle müteşabih
ayetler üç kısma ayrılırlar: Birincisi, Kıya-
39
met’in vakti, Dabbetü’l-Ard’ın çıkışı gibi insanlar
tarafından bilinmesi mümkün olmayan ayetler, ikincisi, garip kelimeler ve muğlak hükümler gibi
insanın anlamını bilebileceği ayetler, üçüncüsü ise önceki iki madde arasında dolaşan
ayetlerdir ki bunların anlamını ilimde derinliğe ulaşmış alimler bilebilir.Onların derecesine
ulaşmayanlar bu ayetlerin anlamlarını idrak
edemezler.[19]
Muhkem bir ayet hakkında te’vil yapılmaz. Müteşâbih olduğunun bilinmesi durumunda
ise, öncelikle ayetin yukarıdaki sınıflardan
hangisine dahil olduğu, dolayısıyla te’vil edilip-edilmeyeceği belirlenir.
Şemsuddin Ebû Ca’fer Muhammed b. Ali
el-Mâzenderânî’nin (ö. 588/1192) “Müteşâbihu’l-Kur’an” adlı eseri ile, Suyuti’nin (ö. 911/1505)
“Kutfu’l-Ezhar fi Keşfi’l-Esrar” isimli kitabı bu
alanda kaleme alınan önemli çalışmalardandır.
Garibu’l-Kur’an
Garip kelimesi sözlükte yabancı anlamındadır. Kelime, söz bağlamında kullanıldığında onunla
anlayıştan uzak ve kapalı ifadeler kastediler. Kur’an-ı
Kerim’de garip kelimeler deyince ise, Kureyş lehçesi dışındaki sözcükler anlaşılır.[20]
Gerek Kureyş gerekse de diğer lehçelerden alınan veya diğer dillerden Arapça’ya intikal eden garip
kelimelerin en yetkin izahları İbn Abbas başta olmak
üzere müfessir sahabilere dayanmaktadır.[21]
İslam’ın ilk asırlarından itibaren Kur’an-ı
Kerim’de ki garip kelimelerle alakalı kitaplar
yazılmıştır. İmam Suyuti, bu alanda eser telif
eden müelliflerin sayılamayacak kadar çok olduklarını söylemektedir.[22] Ragıb el-İsfehânî’nin “Müf-
redat-u Elfazi’l-Kur’an” adlı eseri bu sahadaki en
meşhur eserlerden kabul edilmektedir.
Mekkî ve Medenî
Meke’nin dışında dahi olsa hicretten
önce inen ayetlere “Mekkî” denir. Hicret esnasında Allah Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve
sellem- inen ayetler de Mekkî kabul edilirler.
Medine dışında dahi olsa hicretten sonra inen
ayetlere ise “Medenî” denir. Allah Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- hicretten sonra Medine dışında ki seyahatlerinde inen ayetler de bu bağlamda
değerlendirilir. Nitekim Allah Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- Hudeybiye’yi terk ettiği
esnada inen Fetih Suresi de Medenî kabul edilmektedir.[23]
Kur’an-ı Kerim’deki nasih ve mensuh hükümlerin belirlenmesi ayetlerin Mekkî ve Medenî oluşlarını
bilmeyle mümkün olur. Buna göre Mekkî ayet önce
indiğinden nasih, Medenî ayet ise sonra indiğinden
mensuh kabul edilir. Ayrıca kronolojik açıdan ilahi
hükümlerin bilenebilmeleri ayetlerin Mekkî ve Medenî oluşlarını tesbit etmeyle yakından alakalıdır.[24]
Muasır alimlerden Abdurrezzak Hüseyin Ahmed’in “el-Mekkî ve’l-Medenî fî’l-Kur’an” adlı eseri
bu alanda kaleme alınan önemli kitaplardandır.[25]
Kur’an-ı Kerim’in Harikuladeliği
Kur’an ilimleri kapsamında değerlendirilen konulardan bir diğeri “İ’cazu’l-Kur’an”dır. Lügatte
“İ’caz” aciz bırakmak anlamına gelir.[26] Bir şeyin
benzerini yapmaktan aciz bırakan şeye de mucize
denir. Bütün mucizeler üç başlık altında toplanır. Birincisi, Hz. Salih’in duasıyla kayadan devenin çıkması gibi yoktan icat etmek, ikincisi Hz. İsa’nın dua-
Anlamı eksiksiz bir şekilde anlaşılan ayetlere “muhkem”[16], bir çok anlama ihtimali olup, bu manalardan birini belirleyebilmek için harici bir delile ihtiyaç duyan
ayetlere ise “müteşâbih” denir.[17]
40
Aralık
sıyla doğuştan körlüğün ve abraşlığın iyi olması gibi
mevcudu yok etmek, üçüncüsü ise Hz. Musa’nın
asayı yılana dönüştürmesi gibi mevcut hali değiştirmek şeklinde olur.[27]
Allah Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- verilen en büyük mu’cize ise Kur’an-ı Kerim’dir.[28] Onun
bir çok açıdan i’cazı vardır. Kur’an’ın i’cazını sadece
dili, üslübu ve fesahatında aramak hatadır. Bir araya getirilişi, içerdiği ilimler, gaipten verdiği haberler,
Allah Resulü’nün -sallallahu aleyhi ve sellem- hadislerinin ona benzememesi i’cazını gösteren yönlerden
sadece bir kaçıdır.[29]
Farklı zamanlarda Kur’an-ı Kerim’in i’cazı ile
alakalı bir çok müellif eser vermiştir. Ebu’l-Hasen Ali
b. İsa er-Rummanî’nin (ö. 386/996) en-Nuket-u fî
İ’cazi’l-Kur’an” adlı kitabı ile Ebû Bekir el-Bakillanî’nin
(ö. 403/1012) “İ’cazu’l-Kur’an” isimli çalışması bu
alanda kaleme alınan başlıca eserlerdendir. [30]
Kıraat İlmi
Kurra imamlardan birisinin Kur’an-ı Kerim’i
okuyuşta diğer bir imama muhalif olarak benimsediği
tarza “kıraat”denir.[31] Benimsenen kıraatin sahih bir
isnat zinciriyle Allah Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve
sellem- ulaşması gerekir.[32]
Kur’an-ı Kerim’deki kelimelerin telaffuz keyfiyetini, ittfak ve ihtilaf edilen okuma yollarını ravilerine
isnat ederek gösteren disipline ise “kıraat ilmi” denir.[33]
Bir imamın kıraati denince; kurranın
Kur’an-ı Kerim’i okuyuşta benimsediği ve kendisinden rivayet edilen usul kastedilir.[34]
Kıraat ilminin bilinmesi, Kur’an-ı Kerim
tilavetini hatadan koruduğu gibi tahrif ve değiştirmeden de muhafaza eder. Ayrıca kişi, bu
ilim vasıtasıyla kıraat imamlarının okuduğu
vecihleri bilir ve bir kurranın okuyuşunu diğerlerinden ayırt eder.[35]
Müfessirler farklı kıraatler vesilesiyle ayetlere
yeni anlamlar vermişler; anlama delaleti bakımından
her bir kıraati müstakil bir ayet olarak değerlendirmişlerdir.[36]
Aralık
Kıraat ilmi Kur’an-ı Kerim’e anlam genişliği kazandırmıştır.[37]
Kıraat ilmi ile alakalı zengin bir literatür vardır.
Ebû Bekir Ahmed b. Mücahid’in (ö. 324/936), “Kitabu’s-Seb’a fî’l-Kıraât”[38] adlı kitabı ile, Muhammed b. el-Cezerî’nin (ö. 833/1430) “en-Neşr fî Kıraâti’l-Aşr”[39] isimli eseri bu alanda kaleme alınan
önemli çalışmalardandır.
Sonuç
Kur’an-ı Kerim’in Allah’ın muradına uygun bir
şekilde anlaşılması gerektiği, İslam’ın ilk yıllarından
günümüze kadar güncelliğini korumuştur. İlk örnekleri klasik dönem müfessirleri tarafından kaleme alınan
Kur’an ilimleri literatürü bu çabanın sonucu olarak
oluşmuştur. Literatür, Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasını
ve Ondan doğru hükümler çıkarılmasını temin etmiştir. Müfessirler bu ilimler vesilesiyle Kur’an-ı Kerim’in
ilk muhatabının kim olduğunu, nasıl bir ortamda
indiğini, neler ihtiva ettiğini, sûre ve ayetlerinin nasıl tertip edildiğini, hangi yönüyle mu’ciz olduğunu,
mantuk ve mefhumun ne tür özellikler taşıdığını tespit
edebilmişlerdir.
Dipnotlar:
[1] Celaluddin Abdurrahman Suyuti, el-İtkan fî Ulûmi’l-Kur’an, Kah-
raman Yayınları, İstanbul, ty., II, 243. [2] Daha farklı tesbitler için
bkz. Muhammed b. Muhammed Ebu Şehbe, el-Medhal li Diraseti’l-Kur’ani’l-Kerim, Kuveyt, 2003, s. 35. [3] Bkz. Ebu Şehbe, a.g.e.,
s. 45-6. [4] Halid Abdurrahman el-Ak, Usulu’t-Tefsir ve Kava’ıduhu, Daru’n-Nefais, Beyrut, 2003, s.39; Ebû Şehbe, a.g.e., 25. [5]
Bkz. Suyuti, a.g.e., I, 31 vd.; Muhammed Abdulazim Zurkanî, Menahilu’l-İrfan, Daru’l-Hadis, Kahire, 2001, I, 37-95. [6] Bkz. Suyuti, a.g.e., I, 76-86; Zurkanî, a.g.e., I, 203-342. [7] Bkz. Ebu Şehbe,
a.g.e., s. 280-284. [8] Bkz. Suyuti, a.g.e., I, 235-244. [9] Menna’
Halil el-Kattan, Mebahis fî Ulûmi’l-Kur’an, Mektebetu’l-Maarif, 2000,
Riyat, s. 77. [10] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1993, s. 117-118. [11] Suyuti, Lübâbu’n-Nukül fî
Esbâbi’n-Nüzûl, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 1997. [12] Ragıb el-İsfehânî,
Müfredat-u Elfazi’l-Kur’an, Daru’l-Kalem, Dımeşk, 1997, s. 801. [13]
Abdulaziz b. Ahmed el-Buharî, Keşfu’l-Esrâr an Usûli’l-Fahri’l-İslam
el-Pezdevi, Dâru’l-Kitabi’l-Arabî, Beyrut, 1991, III, 300. [14] el-Kattan, a.g.e., s. 239. [15] Bkz. Cerrahoğlu, a.g.e., s. 127. [16] Süleyman Ma’rifî, fî Ulûmi’l-Kur’an, Meclisu’n-Neşri’l-İlmi, Kuveyt, ty., s.
177. [17] Cerrahoğlu, a.g.e., s. 128. [18] el-Isfehânî, a.g.e., s. 443.
[19] el-Isfehânî, a.g.e., s. 444-445. [20] Cerrahoğlu, a.g.e., s. 153.
[21] Suyuti, İtkan, I, 150. [22] Suyuti, İtkan, I, 149. [23] Ebu Şehbe, a.g.e., 220. [24] Ebu Şehbe, a.g.e., 219. [25] Zurkanî, a.g.e., I,
165. [26] el-Kattan, a.g.e., s. 265. [27] el-Ak, a.g.e., s. 307. [28]
Hz. Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem- Arabın meşhur ediplerini
onun bir suresinin benzerini yapmaya çağırdı fakat muhatapları bundan aciz kaldılar. [29] el-Ak, a.g.e., s. 307 vd. [30] Bkz. Suyuti, İtkan, II, 148-149. [31] Zurkanî, a.g.e., I, 343. [32] el-Kattan, a.g.e., s.
265. [33] Ma’rifî, a.g.e., 237. [34] Ma’rifî, a.g.e., 237. [35] Ma’rifî,
a.g.e., 237. [36] Nebîl Muhammed İbrahim Âl-i İsmail, İlmu’l-Kıraât
Neşetüh-u, Advaruh-u, Eseruh-u fî’l-Ulumi’ş-Şer’iyye, Daretu’l-Melik
Abdilaziz, Riyat, 2002, s. 356. [37] Âl-i İsmail, a.g.e., s. 364. [38]
Âl-i İsmail, a.g.e., s. 108. [39] Âl-i İsmail, a.g.e., s. 143.
41
Hz. Pîr Seyyid
Ahmed er-Rufai (k.s) den
Ariflerin Kalbi Hazine-i Rahmân’dır.
Ey oğul! Bilmiş ol ki, ma’rifet sahibi kimselerin kalpleri, Allah’ın yeryüzündeki hazineleridir. Allah Teâlâ o kalbe, sırrının
emânetlerini, hikmetinin letâfetlerini, muhabbetinin hakikatlerini,
ilminin nurlarını. Allah’ın izni olmaksızın ne mukarreb meleğinin
ne mürsel nebinin ne de Allah’ın dışında hiç bir kimsenin muttali
olmadığı ma’rifetlerinin âyetterini yerleştirmiştir. Arif kişinin, kendisine fayda ve zarar verecek ilmi bilmesi ve muamelesinde istikâmet üzre olması gerekir. Ayrıca, kazanacağı ve kaybedeceği şeyleri
idrak etmesi, düşmanın hilelerinden korunması ve bütün bu hususlarda Allah’dan yardım dilemesi gerektiğini çok iyi bilmesi gerekir.
42
t
Arif kişi, kalbinde Allah’dan başkasına yer vermez. Çünkü Allah Teâlâ bir kalpte kendisinden başka birine yer verildiğine muttali olursa, o kişiye hiddetlenip ayağını kaydırır ve düşmanlarını ona
musallat eder. Kalbi düşünceler, özellikle Allah’a ait olmalıdır. İnsan uzuvlarının yaptığı işler. Dünyevi şeylere bulaşmıştır. Uzuvlar
herhangi bir iş yapmaksızın kalbin ameli kabul olunmakla birlikte,
kalp serim olmaksızın uzuvların yapmış olduğu ameller kabul edilmeyeceği gibi, sevap da elde ettirmez. Kul, kalben temiz niyetli
olmadan uzuvlarıyla bir çok amel işlese bile, bu durumda onun.
kalbi saflığı az olan bir çok amel işlediğine hükmedilir. Yok, kalben
çok iyi niyetli olur da uzuvlarından sâdır olan ameller az olursa. O
zaman da kalbinin temiz olması sebebiyle uzuvlarından sâdır olan
amellerin az, fakat gönlündeki amellerin çok olduğuna hükmedilir.
43
Öğrencilerin “Baş Tacı” Değişirse…
M.Emin KARABACAK
İ
ı
şarısın
a
b
e
v
nı
ah lak ı
n
ı
r
a
l
k kötü
e
c
Ç o cu k
e
y
e
l
i
uz etk
n
olums
vimizi
e
e
r
v
çe
e kötü
v
ş
a
ra
d
arka
o c u k la
ç
e
d
hem
içinde
iğimiz
d
r
e
v
izle
llerim
e
i
d
n
uğunu
ke
d
l
o
a
rd
lefonla
e
t
ı
l
l
ı
r.
ak
gereki
k
a
m
a
unutm
44
letişim için icat edilen cep telefonları, bugün artık çok farklı alanlarda ve çok farklı
amaçlarda kullanılmaktadır. Okul çağı çocuğuna okul giderken yolda durakta bir şey olursa
haberimiz olsun diye verilen cep telefonları, bugün
aile içi iletişimi zayıflatmakta ve çocukların ders başarılarını olumsuz etkilemektedir.
Yemeyip yedirdiğimiz giymeyip giydirdiğimiz
yine kullanamadığımız telefonların en iyisini çocuklara alıp veriyoruz. Gerekçemizde çocukların arkadaşları arasında karizması çizilmesin ve derslerine
daha çok çalışsın diye.
İş sadece telefon alıp vermekle de bitmiyor. Çocukların telefonlarına bilmem ne
kadar dakika, ne kadar GB internet ve bilmen kaç bin SMS’i de her ay düzenli olarak yüklüyoruz. Her şeyin en iyisini alınca,
çocuklarında notların en iyisini alacağını
düşündük.
Aralık
Çocuklar en iyi notları getirmeseler de boğazımızdan kesip alıp verdiğimiz telefonları, en iyi şekilde
ve gözü gibi korudukları bir gerçektir.
Eskiden çocuklar yataklarında yatmadan
önce kitap okurken, bugünün çocukları telefona
girmektedirler.
Eskiden çocuklar yastıklarının altında kitapla uyurken, günümüz çocuklarının baş tacı değişmiş yastıklarının altında telefonla uyumaktadırlar.
Eskiden çocuklar uyanınca ilk iş olarak yastıklarının
altındaki kitaba bakarken, günümüz çocukları ilk iş olarak mesaj
ve çağrı var mı diye telefonlarına
bakmaktadırlar.
Eskiden çocuklar okula
giderken ilk iş olarak kalemini,
silgisini, defterini, kitabını çantasına koyup koymadığını kontrol ederken, günümüz çocukları ilk
iş olarak telefonunu yanına alıp almadığını kontrol etmektedirler.
Eskiden çocuklar okula giderken serviste
ya da toplu ulaşım araçlarında kitap okurken,
günümüz çocuklarının ellerinde birer telefon bulunmaktadır. Telefonda kimisi oyun oynamakta, kimisi
internete girmekte, kimisi kulaklığı takmış müzik dinlemekte, kimisi de telefonda bilmem neyle uğraşmaktadır.
Çocukların sınıflarındaki durumları da bunlardan pek farklı değildir. Eskiden öğrenciler, sıralarının altında teneffüslerde ya da boş derslerde
okuyabilecekleri birer kitap bulundururken
günümüzde sıraların altında cep telefonu bulunmak-
tadır. Bu çocuklar bedenen sınıfta olsalar da gözleri
ve gönülleri telefon ve sanal âlemdedir.
Eve gelen bu çocukların telefon aşkı evde de
devam etmektedir. Kimse rahatsız etmesin ve rahat
rahat ders çalışsın diye oda verilen bu çocuklar, odalarındaki çalışma masalarında kitapları da telefonları
da açıktır. Gözlerinin biri kitapta diğeri telefonda olan bu çocuklar, odasına girilip şöyle bir
bakıldığı zaman çok güzel ders çalışma görüntüsü vermektedirler.
Çocuklar nerde diye sorulduğunda da odasında ders
çalışıyor cevabı verilir. Bu cevap veren içinde alan içinde gurur
verici bir şeydir. Çünkü işlerin yolunda gittiğini ve emeklerinin boşa
gitmediğinin göstergesidir bu. Ne
zamana kadar? Lise ve üniversite
giriş sınavı gibi ciddi bir sınava
girinceye kadar. Bu sınavlarda
da çocuklar kötü sonuç alınca
veliler sorgulamaya başlıyorlar.
“Oysa hocam çok çalıştı.
Gecesini gündüzüne kattı. Kurslara, dershanelere gitti. Herhalde sınav kaygısından oldu.”
diyerek bana da teyit ettirmeye çalışırlar.
Çocuklarında velilerinde sınav kaygı anlayışını
da anlamış değilim. Sınav kaygısını temelinde konuyu
bilmeme ve beklentinin yüksek olması yattığı bir gerçektir. Acaba diyorum bu sınav kaygısı da olmasa başarısızlıklara hangi mazeretler bulunacak bilmiyorum.
Çocuklara soruyorum:“Şu şu derslerden sınava girerken heyecan yapıyor musunuz? diyorum.
Çocuklar; “Hayır” cevabı veriyorlar. Peki, niye di-
Eskiden çocuklar okula giderken ilk iş olarak kalemini, silgisini, defterini, kitabını çantasına koyup koymadığını kontrol ederken, günümüz çocukları ilk iş olarak
telefonunu yanına alıp almadığını kontrol etmektedirler.
Aralık
45
yorum? “O dersler çok kolayda ondan!” diyorlar. Yani dersin konularını bilince o dersten gelecek
sorularda heyecanlandırmıyor sizi öyle mi diyorum?
Çocuklar da “Evet” diyorlar. Peki, o zaman sınav
kaygısının temelinde bilgi eksikliği yatıyor değil mi
diyorum? Çocuklar “Evet” diyorlar. Demek ki zor
denen o dersler çalışılsa konular öğrenilecek ve sınav
kaygısı da yaşanmayacak öyle mi diyorum? Çocuklar
yine “Evet” diyorlar.
Hayatın bir gerçeği olarak çocuklar; derse
adam gibi çalışıp kaygı yenmek yerine heyecandan
yapamadım diyerek suçu sınav kaygısına atmaktadırlar. Oysa sınav kaygısının temelinde konuya tam
hâkim olmamak yattığı bir gerçektir. Şu da bir gerçek
ki; öğrenciler çok iyi bildikleri derslerin sınavında olduğu gibi bilmedikleri derslerin sınavlarına girerken
de pek sınav kaygısı yaşamazlar. Başka bir ifadeyle
kazanması ve kaybetmesi kesin olan şeylerde insanlar
stres yapmamaktadırlar.
Telefonlar konan tuş kilitleri de ayrı bir problem
konusu. Eğer çocuk telefonunu ortada bırakamıyorsa
veya telefonuna bir şifre koyuyorsa ya da veya anne
babasının karıştırmasına izin vermiyorsa bir şeylerin
gizlediğini ve bir şeyler çevirdiğinin göstergesidir. Bu
konu ayrı bir konu ayrı bir başlık altında ele alınabilir
Ders Çalışırken Telefon…
Çocuklarının adam gibi ders çalıştığını
iddia edip topu sınav kaygısına atan velilere
de şu soruları soruyorum:
Çocuğunuz telefonu var mı diyorum? Veliler “Evet” diyorlar.
Sizinkinden daha kaliteli değil mi diyorum? Veliler fedakârlıklarını teşhir etme adına da
olsa gururlanarak “Evet” diyorlar.
Çocuklar odalarında ders çalışırken cep
telefonu yanında mı diyorum? “Evet” diyorlar.
Telefonunda kaç bin SMS ve interneti var
mı diyorum? “Evet” diyorlar.
Siz çocuğunuz odada iken ders çalıştığını
zannettiğiniz değil mi diyorum? “Evet” diyorlar.
Bütün sorulara “Evet” diyen velilere ben de:
“Bir çocuğun akıllı telefonu varsa ve bunu da
ders çalışırken kapatmıyor ya da çalışma odasının dışında bırakmıyorsa bu çocuk kesinlikle ders çalışmıyor demektir.” diyorum.
46
Cep telefonları yerinde ve zamanında kullanılması öğretilmeli. Bunun içinde çocuklara en güzel şekilde örnek olunmalı.
Akıllı telefonlar bağımlılık yapacağından çocuklarında psikolojisi düşünülerek aile ekonomisi üzerinde bir telefon alınmamalı.
Çocuğun telefonu kapatabilme becerisi geliştirilmeli ve bunun içinde iradesi güçlendirilmeli.
Çocukların özellikle ders çalışırken cep
telefonu yanlarına almamalı. Alacaksa da telefonu mutlaka kapalı tutması sağlanmalı.
Sonuç olarak eskiden çocukların ahlakını
ve başarısını olumsuz etkileyecek kötü arkadaş ve kötü çevreden korumak için evin dışı
kontrol edilmeye çalışılırdı. Oysa şimdi ise çocukların ahlakını ve başarısını olumsuz etkileyecek kötü arkadaş ve kötü çevre evimizin
içinde hem de çocuklara kendi ellerimizle verdiğimiz akıllı telefonlarda olduğunu unutmamak gerekir.
Aralık
Su kasidesi
1.
Saçma ey göz eşkten gönlümdeki odlara su
Kim bu denlü duduşan odlara kılmaz çare su
Ey göz, gönlümdeki ateşlere gözyaşlarından su serpme
Çünkü, böylesine tutuşan ateşlere su fayda etmez.
Açıklaması:Beyti daha iyi anlayabilmek için Peygamber Efendimiz’le Hz. Âişe anamız arasında geçen
şu diyaloga kulak verelim: Hz. Âişe anlatıyor: “Ey Al-lah’ın Resulü!” dedim, “verilmemesi caiz
olmayan şey nedir?”. “Su, tuz ve ateş!” buyurdular. Ben tekrar: “Ey Allah’ın Resulü dedim. Evet
suyu anladık öyledir, ama tuz ve ateş niye öyledir?” dedim. Şu cevabı verdi: “Ey Humeyrâ! Kim
(isteyene) ateş verirse, bu ateşin pişirdiği her şeyi tasadduk etmiş gibi sevap kazanır! Kim de
tuz verirse, o da bu tuzun tatlandırdığı her şeyi tasadduk etmiş gibi olur. Kim su bulunan
yerde bir Müslüman’a bir içimlik su içirirse sanki bir köle âzâd etmiş gibi olur, suyun
bulunmadığı yerde içirirse, onu ihya etmiş gibi olur.”
Daha şiirin ilk beytinde bir tezatla buluşturuyor şair bizi: Ateş ve su. Ateş şiddetli bir arzunun, su ise arzu
duyulanın sembolüdür. Buna göre şair o kadar büyük bir arzu ateşiyle kavrulmaktadır ki değme sular onu
söndüremez. Ateş, şairin içinde yaşadığı coğrafyanın bir özelliğidir. Su ise onu ferahlatacak, serinletecek
her türlü çâre, derman olarak düşünülebilir. “Ey göz! Gönlümde yanan ateşlere gözyaşından su
saçma; çünkü böyle tutuşan ateşlere su fayda etmez.” diyor ilk beyitte şair. Gözlerinden akan
yaşları çok şiddetli görüyor belli ki. Çünkü oradan gelen su ile bir yangını söndürmeye çalışıyor. Gerçi
yangın da ondan daha şiddetli. Öyle ki gözyaşından gelecek sular söndürecek gibi değil. Gönüldeki ateş,
aşk ateşidir. Maddî bir ateş değil. Mecnunca bir sevdaya tutulan âşığın mizacı da ağlamaktır. Aslında
gözyaşı ile gönül ateşi tezat gibi görünse de ikisi de aynı duygunun –aşkın- sonucudur. O yüzden birinin
diğerine derman olacak durumu da söz konusu olamaz; çünkü her ikisi de aynı menşe’den kaynaklanıyor.
Yani çıkış noktalarında tezat olmadığı için birbiriyle ünsiyet hâlindeler. Bir başka deyişle ikisi birbirinden
derman arıyor; ancak ikisi de yardıma muhtaç. Öte yandan Fuzûlî, gözlerine “Su saçma!” emrini veriyor
ki bu da gönlündeki ateşin sönmesini istemediğine işarettir; çünkü bu ateş Peygamber sevgi-siyle yanan
bir ateştir. Şiirde anâsır-ı erbaa’da geçen ateş, toprak, su ve havanın hepsine yer verilmekle beraber, şiirde
özlenen asıl unsur su; ikinci olarak da havadır. Buna göre Fuzûlî’nin mizacının “su”ya meyilli olduğu
söylenebilir.
2.
Ab gûndur gûnbed-i devvâr rengi bilmezem
Ya muhit olmuş gözümden gûnbed-i devvâre su
Bilmiyorum, dönen gökkubbe mi su rengindedir,
Yoksa gözyaşlarım mı gökyüzünü kaplamış?
Açıklaması: Ağlamak, âşığın mizaçlarındandır. Bu beyitte de şair çok ağladığını, öyle ki ağlamaktan,
her tarafı su renginde gördüğünü ifade ediyor: “Bilmiyorum, gökyüzü mü su rengindedir, yoksa
göz yaşlarım mı gökyüzünü kaplamıştır.” İnsan, psikolojisi icabı kendi iç âleminde olup bitenleri dış
dünyadaki nesne-lere yükleyebilir. Şair iç dünyasındaki ağlamaklı hâli dış âlem için düşünüyor ve görüyor.
Böyle düşünmeyi tetikleyici unsurları da göz ardı etmemek gerekiyor. Meselâ gökyüzünün mâviliği şairde
hemen “su” çağrışımı yapıyor. Burada bir mübalâğa söz konusudur. Fuzûlî çok ağladığını ifade etmek için
gözünden akan yaşların gökyüzünü kapladığını söylüyor. Gökyü-zünün neden mavi olduğunu bilmez gibi
görünerek tecâhül-i ârif sanatı yapıyor.
47
Merhameti Kuşanmak II
Abdullatif Acar
Birlikte Rahmet
Ayrılıkta Azap Vardır
h’ı
er Alla
l
l
i
d
i
an k
y la
Ne zam
n aşkı
u
n
o
r
l le
, gönü
r
ten
e
d
e
r
hamet
zik
r
e
m
,
r
, gözle
ar, işte
k
çarpar
a
i
b
i
si g
ti
çeşme
n
a
s
i
rahme
n
n
i
’
m
i
bb
an, Ra
m
a
z
o
tir.
inecek
48
Müslümanlar, bütün mahlukata merhamet
etmekle görevlidir. Ancak kendi aralarında ki sevgi
ve merhametin, birlik ve beraberliğin nasıl olması
gerektiği de ayrıca İslam’ın üzerinde, hassasiyetle,
durduğu bir meseledir. Bu birlik ve beraberlik bütün Müslümanları kuşatmalıdır. Ferdi planda ne kadar iyilikleri ve güzellikleri yaşarsanız yaşayın, belli
bir alandan öteye geçemezsiniz ya da Merhameti
sadece ailenizle sınırladığınızda, yakın ilişki içerisine olduğunuz insanlarla daralttığınızda, onda ki
derin ve kuşatıcı özelliğini göz ardı etmiş olursunuz.
Sadece mahallenizdeki kediye, köpeğe merhametli
olmanız yeterli değildir. Evinizde bulunanlara, elinizin altındakilere, yakın komşuya, uzak komşuya,
annenize babanıza akrabalarınıza iyi davranmanız
emredilmiştir. Fakat, Müslümanların güçlü olması,
temsil ettiği inancı dünya sathında yaşaması, Al-
Aralık
lah’ın merhametini her tarafa taşıması ancak ırkını,
rengini, dilini, milletini ayrışmanın değil, kaynaşmanın, tanışmanın vesilesi bilip, kendi içlerinde birlik ve
beraberliği sağlamalarıyla mümkündür. İslam, müminleri kardeş ilan ederek bu birliğin oluşturulmasını
ilahi vahye dayandırmıştır. Yüce Allah buyuruyor ki:
“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse
kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı
gelmekten sakının ki size, merhamet edilsin.”(
Hucurat,10)
Peygamberimiz(s.a.v.)’de:
“Birlikte rahmet, ayrılıkta azap
vardır.” buyuruyor.
Bir başka hadis-i şerifte de
müminlerin, birbirlerine karşı sevgi
ve şefkatte nasıl olması gerektiğini,
çok çarpıcı örnekle, şöyle anlatıyor:
“Müminler,
birbirlerine
karşı şefkat ve merhamette bir
vücudun uzuvları gibidirler;
vücutta ki uzuvlardan biri rahatsız olunca, diğerleri de rahatsız ve uykusuz kaldığı gibi
bir Müslümanın rahatsız olmasıyla da diğerleri de rahatsız olur.”(Ahmet b.
Hambel, Müslim)
Bir bedendeki gözle ayağın, ayakla başın, başla kolun birbirleriyle ilişkisi ne denli merhamet eksenliyse, aralarında ihtilaf söz konusu olmayacaksa,
müminlerde birbirlerine karşı aynı hassasiyeti göstermeleri gerekir.
Müslüman, iradesinin hakkını verecek, içten
içe sinsi bir şekilde bünyeyi tahrip eden davranışlardan, toplumu huzursuz eden tutumlardan, birlik beraberliği, sekteye uğratacak fitne, dedikodu,
fesatçılık, yalan, bühtan, su-i zan gibi marazlardan
sakınacak, o virüslerin toplumun bünyesine girmemesi için mücadele edecek. Müslüman, başkalarına zulmetmeyi, kardeşlerini zulme teslim etmeyi
bırak, bakışlarında dahi merhameti esirgemeyecek,
konuşmaları merhamet eksenli dizilecek peşi peşine.
Asıl merhamete nail olmak, merhamete götürecek
ameller işlemekle mümkündür.
Kardeşliğimizin erozyona uğradığı, bulaşıcı tefrika hastalığının kol gezdiği bir zamanda, uyanışın,
dirilişin, sıhhate kavuşmanın, merhametle buluşmanın yolunu gösteriyor yine kainatın efendisi şu hadisi
şerifiyle:
“Müslüman müslümanın
kardeşidir. Müslüman müslümana zulmetmez, onu haksızlık edenin eline bırakmaz. Bir
kimse Müslüman kardeşinin
ihtiyacını giderirse, Allah’da
ona yardım eder, Bir kimse bir
Müslümanın sıkıntısını giderirse, Allah’ da ona mukabil, kıyamet gününün kederlerinden
birini giderir. Bir kimse din
kardeşinin ayıbını örterse Allah da kıyamette onun ayıbını
örter”(Riyazüssalihin)
Birlikten ayrılanın koruyucusu kollayıcısı olmaz;
ayrı yerde bulunmak; savunmasız kalmak, tehlikelere
açık hale gelmektir. Birlik güçlü olmanın yegane şartıdır. Birlikte bulunmak merhamete vesiledir. Tefrika,
bir toplumu içten içe kemiren, kısa bir sürede yayılan
bulaşıcı bir hastalık halidir. Peygamberimiz(s.a.v.) buyuruyorlar ki:
“Size cemaati tavsiye ederim. Ayrılıktan
sakının, zira şeytan tek kalanla birlikte olur.
İki kişiden uzak durur. Kim, cennetin ortasını dilerse, cemaatten ayrılmasın.. Kimi,yaptığı
hayır sevindirir ve kötülüğü de üzerse işte o
mümindir”(Tirmizi)
Yüce Allah buyuruyor ki:
“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a
karşı gelmekten sakının ki size, merhamet edilsin.” (Hucurat,10)
Aralık
49
Müminler aralarındaki kardeşlik bağlarını güçlendirdiklerinde dıştan gelen zulüm ve baskılara, haksızlıklara mukavemet gösterilebilirler. Aksi takdirde
her insan bir tarafa savrulur.
Malumunuz fırtınada, rüzgarda kum taneleri
her tarafa savrulurken, çimentoyla yoğrulup, beton
halini aldıklarında ise asla savrulmazlar.
Yüce Allah bir ayetinde buyuruyor ki:
“İşte bu, benim dost doğru yolumdur. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın yoksa o
yollar sizi parça parça edip, doğru yoldan ayırır. İşte, bunları sakınasınız diye Allah size
emreder”(Enam,153)
Müminlerin kalplerinde, birbirlerine karşı besledikleri sevgi vardır, merhamet vardır. Şefkatle okşanan yetimin dağınık saçları vardır. Düşenin imdadına
uzanan el vardır. Dertleri dert edinmek, acıları hissetmek, gönülden gönüle girmek, aşkla, heyecanla
kucaklaşmak vardır.
Sevgisiz iman kurumuş, meyvesiz ağaca benzer. İmanla beraber sevgi, cennete insanı uçuran iki
kanat gibidir. Rıza-ı ilahi’ye ancak, kalpten kalbe sevgi köprüleri kurulduğunda ulaşılır. Sevgi, kinin, nefretin dolayısıyla fitnenin, tefrikanın panzehridir.
san, nefsini büyüttüğünden küçüldükçe küçülür. nefsini hakir gören başkasını ali gören yücelir. Peygamberimiz” Sizden birisi kendisi için istediğini Müslüman
kardeşi içinde istemedikçe(gerçek) mümin olamaz.”(Buhari) Buyuruyor. Başka bir hadisinde de:
“Her Müslümanın, diğer Müslümana
malı, ırzı ve kanı haramdır. İnsana, kötülük
bakımından, Müslüman kardeşini küçük görmesi yeter” buyuruyor
Bu birliğin başka bir harcı da yardımlaşmaktır.
Bu, insanın yetişemediği yerde başka birisinin yetişmesi, veremediği yerde vermesi, güçsüz kaldığı yerde
onun gücü kuvveti olmasıdır. Müminler asla şerde,
kötülükte, zulümde bir araya gelmezler. Hayırda yarışır, hayır yapanın, hayır talep edenin yanında olurlar.
“Nefsim yedi kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Bir birinizi sevmedikçe iman etmiş
olmazsınız”(Müslim) buyurarak Kainatın efendisi,
müminlerin birliğinin olmazsa olmaz şartı olan sevginin önemini ifade etmiştir.
Rabbımız buyuruyor ki:
“İyilik etmek ve fenalıktan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlaşın, günah işlemek ve haddi aşmak hususunda yardımlaşmayın.”(Maide,2)
Müminler bir birlerine güven veren insanlardır.
Emanete hiyanet etmez müslüman, başkalarının malında ırzında, namusunda, kanında gözü olmaz, kul
hakkına girmez. Kendisi için istediğini başkasından
esirgemez. Müslüman kardeşini küçük gören bir in-
Birliğimizi değil, ayrılığımızı hedefleyen, dostluğumuzu değil düşmanlığımızı isteyen, güçlü olmamızı
değil, zayıflamamıza çalışanları, kardeşliğimizi hedef
alanları, fitne ve tefrikanın oluşmasında dahili bulunanları şiddetle uyarmıştır kainatın efendisi:
“Müminler, birbirlerine karşı şefkat ve merhamette bir vücudun uzuvları gibidirler; vücutta ki uzuvlardan biri rahatsız olunca, diğerleri de rahatsız ve uykusuz
kaldığı gibi bir Müslümanın rahatsız olmasıyla da diğerleri de rahatsız olur.”(Ahmet b.
Hambel, Müslim)
50
Aralık
“Kim tefrika çıkarırsa bizden değildir”
buyuruyor.
Başka bir hadisi şerifinde:
“Fitne uyur, onu uyandıranı Allah rahmetinden uzaklaştırsın” diye beddua etmiştir.
Evet, mukaddes dinimiz, inanışta, duyuşta, istikbalde, ilahi gayede birleşmemizi istemektedir. Tefrikanın talihsiz yolcuları, helak olmuş, hüsranlara uğramışlardır. Tarih bunun örnekleriyle doludur.
Mehmet Akif bunu ne güzel ifade etmişlerdir:
yuva yapılmaz” diyerek yuvasını oraya inşa etmekten vazgeçen geçmişin torunlarıyız. Göç
edemeyen, kanadı kırık, yaralı kuşlar için kuş evleri
yapan, yolcular için imarethaneleri, kervan sarayları, çeşmeler inşa, eden sokaklara koydukları sadaka
kutularıyla fakirlere yardım ederken onların onurunu
düşünen de bizim ecdadımız. Ancak bize düşen, herhalde onların bu halleriyle övünmek kaldı.
Merhamet Kayıp
Edilince
Girmeden tefrika, bir millete düşman giremez,
Toplu vurdukça yürekler, onu top
bile sindiremez.
Günümüzde merhamet, öyle
arada bir sözü edilen, bazen bize
dokunulduğu zaman, üzerine basa
basa ifade edilme gereği duyulan,
Bir milleti asırlarca ayakta tuhem nefsimize hem de kulağa hoş
“Her Müslümanın,
tan, dünyaya hükmettiren güç, kudgelen bir kelime oldu. Merhamet
diğer Müslümana malı,
ret; birlik beraberlik, herkese karşı
etmeyi nefislerinin sınırında kaengin hoşgörüdür. Ecdadımız taırzı ve kanı haramdır.
yıp edenler, menfaatlerinin olduğu
rihte bunun en güzel örneğini
İnsana, kötülük bakıyere kadar becerebilenler, ötesini,
sergilemişlerdir. Gittikleri yerlemından,
Müslüman
bencillik kılıcıyla öldürenler, enanire İslam’ın saadet ve huzur ikyet zehriyle zehirleyenler en büyük
kardeşini küçük görlimini taşımışlardır. Nerede bir
bozgunculardır. Bu da; maalesef
mesi yeter” buyuruyor
zulüm, oraya uzanmışlardır. Zaçok zalim, cahil, nankör, az dülimin korkusu, mazlumun ümidi
şünen, kalpleri var zikredemeolmuşlardır.
yen kulakları var duyamayan,
gözleri var hakikatları görmeyen
Ayağını yere basarken acaba bir
şu
kainatın
muntazam düzenini bocanlının ölümüne sebep olur muyum diye korkan bir
insanın merhametteki enginliğini düşünün! Çiçekle- zan insandan başkası değil. Bir vahşi hayvarin “hakkı” zikredişlerini sezebilecek kadar deruni nın merhametinden yoksun olan insanlık bubir bakışı olan, bunun için onu koparmaktan haya gün, dünyayı kan gölüne döndürdü.
eden, yine, barınağını yapacağı yerde, karınca
yuvasını gördüğünden: “yuva bozularak başka
Aralık
Halbuki Allah’ın merhameti gereği bütün
mahlukat birbirine merhamet eder; Aslan yavrusunu şefkatle büyütüyor, bir Sırtlan yediğinden fazlasına gözünü dikmiyor. Bir yılan, bir
çiyan, dokunmayana dokunmuyor. Sevgi ve
merhamet, vahşi hayvanları evcilleştiriyor; bir köpek merhamet edene vefa örneği gösteriyor. Ancak
evlat, belli bir yaştan sonra annesiyle, babasıyla bir
evi paylaşamıyor. Annesinin yaşamasına tahammül
edemeyip öldüren evlatlarla aynı havayı soluyoruz.
Babasını kapının önüne bırakmaktan utanmayanlara şahit oluyoruz. İnsanı parçalara ayırıp poşetlerle çöp bidonuna atan insan görünümlü
kasaplarla aynı dünyayı paylaşıyoruz. Vücu-
51
duna bombaları bağlayıp onlarca insanı hunharca
katleden, gözü dönmüş vahşilere ne demeli? İşte,
sözün bittiği yerdeyiz.
Evet, her şey değişti asrımızda. İnsan değerlerinden uzaklaşınca, kalpler taşlaşınca, yürekler başkalarına açılamayınca, kendi dünyamızda dahi birlik
olamadık. Sağlam kulpa tutunamadık. Nefsimizin
sesine kulak verdiğimiz kadar Rabbimiz’e kulak veremedik, bize çok düşkün önderimiz Hz.
Muhammed (s.a.v.)’in uyarılarına dikkat kesilemedik; kardeşlik nasıl olurmuş, birlik beraberlik nasıl tesis edilirmiş onun hayatında
okuyamadık.
Aramıza atılan fitne tohumları kök saldı,
Fitne uykudaydı uyandı. Yürekler titriyordu,
taş kesildi, gönül tarlasında boy veren ağaçlar kurudu. Hissiyatımız yoksun kaldı hissetmekten.
Merhametimiz uzaklaştı kendimize dahi merhamet etmekten. Birliğimiz, dirliğimiz, gücümüz,
kuvvetimiz Kur’an’a dayanmadı. Bir birimize düşüp
gevşedikçe gücümüz elimizden gitti. Halbuki Allah,
bizi uyarmıştı:
“Allah’a ve Resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, sonra gevşersiniz, gücünüz,
devletiniz elinden gider…”(Enfal,46)
Ve maalesef gücümüz kuvvetimiz elimizden gidince de Çakalların maskarası olduk, İslam toplumu
olarak, ümmet olarak. Bugün, küçük bir menfaati
uğruna dünyayı yakmaktan, yıkmaktan çekinmiyor
haçlı zihniyet, Emperyalist batı. Eskiden düşman bir
taneydi, şimdi bin tane. Eskiden belliydi şimdi koyun
postuna geziyorlar.
Ebu Cehiller’in, Nemrutlar’ın, Firavunlar’ın
yaptığını geçti bunların yıktıkları. Dünyamızda, aslında, hakla batılın mücadelesi veriliyor. fakat bugün
İslam düşmanlarının isimleri farklı. Merhameti kayıp
edince her şeyimizi kayıp ettik ya onun için Moderin
Ebreheler’in ordusunu ebabil kuşları helak etmek için
gelmiyor. Uçsuz bucaksız kızıl deniz, Fravunlar’ın
ordusunu boğmuyor. İbrahim’i bir teslimiyet olmayınca Nemrut’un ateşi İbrahimleri, Ahmetleri, Ayşeleri, Fatmaları yakmaya devam ediyor. Muhammed’i
merhametin zırhını kuşanamayınca, Ebu cehiller,
Ebu Lehepler dize gelmiyor. Dün, dünyaya hükmeden Müslümanlar, bugün garip, Köy halini almış,
adeta ülkelerin arasında sınırlar kalkmış bir dünyada
zulüm, haksızlık güçsüzlerin her öğün yemeği haline
geldi adeta. Cahiliye döneminin modern versiyonunu yaşıyoruz. Haklı olmak için güçlü olmak gerektiğini öğrendik bu asırda. Nerede bir zulüm varsa
orada mutlaka Müslümanlar… Bakın! dinliyorsunuz
haberleri, görüyorsunuz; zulme uğrayanlar, yerlerinden edilenler, katledilenler hep Müslümanlar değil
mi? Zulümden, kandan vahşetten kaçarak Avrupanın
kapısına dayanan Müslümanlar maalesef. Kaçarken
denizlerde boğulan, yollarda telef olan, yine Müslümanlar. Filistin, Suriye, Irak, Lübnan, mısır, dünyanın
her yeri adeta kan gölüne döndü. Bu akan kan müslümanların kanı.
“Düştünüz kucağımıza” diyerek bıyık altından sırıtan haçlı zihniyet, şart koşar duruma geldi.”
Dininizi değiştirirseniz tamam, kapılarımızı açarız,
yoksa asla!
Müslümanların içerisine fitne tohumu
atıp, birbirlerine kırdıran, Müslümanların kat-
Rabbimiz buyuruyor ki:
“İyilik etmek ve fenalıktan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlaşın, günah işlemek ve haddi aşmak hususunda yardımlaşmayın.”(Maide,2)
52
Aralık
ledilişlerini, bir film keyfiyle, votkasını yudumlayarak izleyen yine aynı zihniyet.
Müminlerin kardeşliğini hatırlatan Allah, bizleri
her defasında uyarıyor:
Denizin sahile attığı balıkların ölüleri kadar sahile vuran çocuk cesetlerimiz gündem oluşturmuyor
dünyada. Ya! Üç beş Yahudi öldürüldü diye dünya
liderleri kol kola girip, yürüyüş yaparak, tepkilerini
gösterirken binlerce
“Müminler dinde ancak kardeştirler,
onun için( ihtilaf ettikleri vaki) iki kardeşinizin arasını düzeltin ve (Allahtan ve Allahın emirlerine muhalefet etmek ten korkun ki) merhamet
olunasınız”(Hucurat,10)
Müslümanın; çoluk .ocuk, kadın, yaşlı demeden katledilişleri karşısında ağzını dahi açmayan
Müslüman devletlerine ne demeli?
Merhamet sahibi Yüce Allah, kurtuluşun yolunu şu ayetle nede güzel özetliyor:
“Hepiniz toptan Allah’ın ipine (Kurana)
Bütün bunları değerlendirirken, hep hata ve ku- sımsıkı sarılın. Birbirinizden ayrılıp dağılmayın, Allah’ın üzerinizdeki nisurları başkalarında görme hastalığınmetini düşünün! Hani siz, birdan kurtarmalıyız kendimizi. Sağlıklı
birinize düşman iken o sizin
bir muhasebe yaparak kedimize dö“Müminler dinkalplerinizi birleştirmişti de,
nüp bakmalıyız. Her Müslüman bide
ancak
kardeştirler,
onun nimeti sayesinde, din karrey, inandığı değerleri, sorumlu olduonun için (ihtilaf ettikdeşi olmuştunuz. Hem siz ateşğu alanda hayatına hakim kılmakla
ten bir çukurun kenarındayken
mükelleftir. Basit gördüğümüz bir haleri vaki) iki kardeşiO, sizi oradan kurtardı. İşte Altanın, koskocaman ümmetin felakenizin arasını düzeltin
lah size ayetleri böylece açıklıtiyle yakından alakası vardır. Kendive (Allahtan ve Allahın
yor ki doğru yolu bulasınız”(Ali
ni aşamayan başkalarına ulaşamaz;
emirlerine
muhalefet
İmran ,103)
kendi dünyamızda inandığımız deetmek ten korkun ki)
ğerlerle ilgili problemler yaşıyorsak,
Evet, ne zaman ki gönül topraİslam’ın emirlerini hayatımıza hakim
merhamet
olunasığına
Hz.
Muhammed’in muhabbet
hale getirememişsek, ümmetin gelenız”(Hucurat,10)
damlasını düşürürüz, kuran’a sımsıkı
ceği adına yapabileceğimiz hiçbir şey
tutunuruz, işte o an kardeşlik ağacı
yok demektir. Öyleyse, nerede hata
yeşerir, yemiş verir, tefrikalar, vurup
yaptık, nereyi es geçtik diye soralım
kırmalar,
öldürmeler,
haksızlık, hukuksuzluk, insafkendimize. Sonra, yıktığımız yerden değerlerimizi yeniden inşa etmeli, şeytan ve onun havarileriyle gece sızlık, vicdansızlık, izansızlık son bulur.
gündüz demeden, mücadele etmeliyiz.
Ne zaman ki diller Allah’ı zikreder, gönüller
onun aşkıyla çarpar, gözler, merhametEvet, uyanmak gerek, yeniden bir nefes,
yeniden bir hayat gerek. Çoraklaşmış gönülle- ten nisan çeşmesi gibi akar, işte o zaman,
ri yeşertmek gerek, körelmiş duyguları açmak, Rabbim’in rahmeti inecektir. Ne zaman ki merişlemeyen hasletleri işletmek gerek. Ölü top- hameti benliğimize sindirir; evde, işte, köyde, şehirrağını üzerimizden silkeleyip uyanmak gerek. de, her insana ümit oluruz, her sıkıntıyı dert ediniriz.
İmanın gereği kardeşliğimizi yeniden tesis Bir acı görsek, onu kalbimizde hissederiz, ki
etmek için merhamet zırhını giymeden, iman ağlayanlarla ağlar, gülenle güler, bütün dünyayı sığdıracak kadar yüreğimizi geniş tutarız
mihverini kuşanmadan olmaz.
yani yürekli insan oluruz, işte o an kurumuş
ağaçlar filizlenmeye başlayacak, karanlık dünya yeniden aydınlanacaktır.
Ümmetleri ve milletleri iki cihanda saadete ve huzura taşıyacak işte bunlardır. Bekliyoruz büyük bir özlemle. Selam ve dua ile…
Aralık
53
Rufai Tarikatının Temeli
Rufai Tarikatının ilkeleri birbirinden asla ayrılmayan iki büyük temele
dayanmaktadır. Bu iki temel Kur’an-ı
Kerim ve Sünnet-i Muhammediye’dir.
“Marifetü’l Kulüp” kitabının müellifi bu
hususta şunları nakleder:
“İyi bilesin ki bu mübarek tarikatın temelleri Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’de var olan temellerin
bizatihi aynısıdır.”
Rufai Hazretleri âli tarikatına ait bu
iki temel hakkında şöyle buyuruyor:
“Efendiler! Kur’an-ı Mecid’e tabi
olun ve Onunla amel edin ki saadete
eresiniz. Sakın ola ki Allah’ın kitabı
hususunda kendi mesnetsiz görüşünüze başvurmayasınız. Yüce Allah’ın
nebisi olan Hz. Muhammed (s.a.v)’in ilmi,
tefsiri ve amelinden istifade et. Bir hadisi şerifte şöyle buyrulmaktadır: “Nasıl
namaz kıldığımı görüyorsanız, sizde
öyle namaz kılın.”(1)
Bu hususta kendi görüşüne, ameline
ve tefsirine itimat etme ki ayağın kayar.
O’na tabi ol, O’nun yoluna gir, Allah’a seyir yolunda O’nun nuruyla aydınlan ve bu
yoldaki azığını O’ndan tedarik et. İşte bu
takdirde sen felaha erenlerden olursun.”(2)
Üstat İzzettin Ahmet es-Sayyad er-Rufai(3)
ise şöyle buyuruyor: “Rufai Hazretlerinin yolu Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i
Seniyye’den ibarettir” Rufai Hazretleri
sürekli bir şekilde Resulullah (s.a.v) efendimizi örnek almış ve O’nun sünnetlerine
tabi olmuştur. Resulullah (s.a.v) Efendimize uymuştur. Er-Ravas ismiyle meşhur, mu-
54
haddis Seyyid Muhammed Mehdi “Refref
El İnayet”(4) kitabında şöyle der:
“…..tarikatımız Hz. Muhammed
Mustafa (s.a.v)in’ yoludur, hakikatimiz O’nun amelleriyle amel etmek ve
O’nun halleriyle hâllenmektir. Yüce
Allah yolumuzu dünyanın iğrenç kirlerinden, gizli desiselerinden ve açık
hatalarından beri kılmıştır. Yolumuz
Muhammedi halin ifadesinden başka
bir şey olmayıp, bu yolda bizim nezdimizde Arap, Acem, beyaz-siyah ve
mevkisi yüksek kişi ile düşük olan
kişi arasında hiçbir fark yoktur. Ancak Yüce Allah’ın hududu ve hakları
söz konusu olursa o zaman iş değişir.
Yüce Allah’a hamd-ü senalar olsun ki
bu metodumuz dünyevi bir emir veya
nehiy talebiyle şaibe altında kalmamış, dünyevi bir amaçla kirletilmemiş
ve yine bu metodumuza gaflet ehlini
sevindirecek bir leke bulaşmamıştır.
Aksine bu yolun tamamı din, yakin,
Sünnet-i Seniyye yolunda bulunmak,
marufu emir, münkeri nehyetme, iyilik ve takva üzere yardımlaşma, günah ve düşmanlıktan uzaklaşarak
fasid kalplerin ve hasta nefislerin terbiyesi, tezkiyesi ve tezhibi ile meşgul
olmaktır. Aynı şekilde bu yolun özü,
müminlerin gayesi ve sadıkların hedefi olan yüce Allah’ın rızasını talep etmek ve Resulullah (s.a.v) Efendimizin
muhabbetinde fena olmak için O’nun
kadrini bilmek, üzerinde bulunduğu
hali tazim etmek ve O’nun sünnetiyle
amel etmektir. Şüphesiz Allah muttakilerle beraberdir.
Aralık
Rufai Hazretlerinin
Halis Tarikatı
Yüce Allah Rufai Hazretlerine O’nun
kıymetli akranları ve büyük evliya kardeşlerinden Allah’ın dilediği hariç hiçbirinin
nail olmadığı bir şekilde ihsanda bulunmuştur. Her umum ve genelin içinde bazıları has ve özel kılınmıştır. (Onlara bir
hususiyet, özellik ve ayrıcalık verilmiştir.) Bu bağlamda Rufai Hazretlerinin yolunda şatahat,
uygunsuz ve ölçüsüz bir takım uydurmalar
bulunmaz. Yüce Allah O’na nefsi alt etme
(kahretme) ve kâmil bir dirayet lütfetmiştir. Dolayısıyla Rufai Hazretlerinde hiçbir şekilde vahdeti vücut, hulul ve ittihad, zahir ve batın
ayrımı, tılsımlar, rumuz, sırlar ve saklı ilim fitnesi
veya kemale erip vuslata ulaşanlardan şer’i vazifelerin düşmesi ve bu gibilerinden şer-i ahkâmın
istisna edilmesi (Yüce Allah muhafaza buyursun) durumlarını hatıra getirebilecek hiçbir şeye
rastlayamazsın. Rufai Hazretlerinin tasavvuf
anlayışında (gerçek güç ve kudret sahibi, faili
mutlak olan yüce Allah’ın unutularak) amellerin, onları işleyen faillere isnad edilmesi,
söz ve fiille mahlûkatın (faili mutlak yüce Allah’tan bağımsız olarak) tesir icra etmesi düşüncesini bulamazsın. Aksine O’nun tarikatı, o yola girenleri Kur’an-ı Hâkim’e ittiba
etmeye, Resulullah (s.a.v) efendimizin sünnetine bağlanmaya, O’nun meftunu olmaya, Resulullah (s.a.v) efendimize, O’nun enbiya kardeşlerine, ehli beytine ve ashab-ı
kiramına muhabbet etmeye, tabiin ve onlara tabii olanlara, önceki ve sonraki tüm
Salih velilere tazim-i hürmet göstermeye
sevk eder. Aynı şekilde Rufai tarikatı müntesiplerini Müslümanlara faydalı olmaya,
tüm insanlar için hayır murad etmeye, tüm
mahlûkata iyilikte bulunmaya, yüce Allah’a giden yolda seyir halinde karşılaşılan
tüm zorluklarda nebevi sünneti muhafaza
Aralık
etmeye ve nehyedilen şeylerden uzak durmaya teşvik eder. Rufai Hazretlerinin mübarek
yolu, nazari hikmetlerin esrarını, manevi hakikatleri, açık burhanları, pak ve açık İslam irfanını bir
arada toplamış olup Muhammedi yolu ve nebevi
hedefi açıklamış sünneti teyid ederek bid’ate karşı çıkmıştır.
Saadete Ulaştıran
Tarikat
Er-Ravvas ismiyle meşhur, muhaddis şeyh
Seyyid Muhammed mehdi Es-Sayyadi er-Rufai
El Hüseyni (r.aleyh) “Mişkatü’l Yakın”(5) isimli
divanında Rufai tarikatından, O’nun ahvalinden, esrarı ve haberlerinden şiir şeklinde şöyle bahseder:
- Tarikatımız; güzel işlere bir vesile ve Allah’tan gayri her şeyden vazgeçme yoludur.
- Tarikatımız; öyle bir yoldur ki kim onda
samimi olursa yüce Allah’ın gözetiminde olarak
kendisine ihsan ve ikram edilir.
- Tarikatımız; öyle bir yoldur ki kim O’na
sıdk ile tabi olursa maneviyat ehli kişiler tarafından desteklenir.
- Tarikatımız; kalbi sapıtmaktan ve eğrilmekten korur, selamette kılar.
- Tarikatımız; muhkem bir hal ve sünnet
üzere olup ondaki nakiller sağlamdır.
- Tarikatımız; Resulllah’ın hali ve tavrıdır ve
O’nun sırrını ariflere ifşa eder.
- Tarikatımız; sıdk, zühd, merhamet, yüce
Allah’a boyun eğmedir.
- Tarikatımız; kişinin kendi nefsini görmemesi olup orada en hayırlı kim ise O’na iltifat edilir.
- Tarikatımız; güzel dostlukla kişinin ıslah
edilmesi anlayışını benimser. Biz susalım bizim
yerimize muhabbet konuşsun.
55
- Tarikatımız; şeriatın yol kabul edilmesidir.
Şeriat ile bu yolun yolcuları (salikleri) dereceler
kat eder ve büyür.
- Tarikatımız; sürekli bir şekilde kalbin Allah’a bağlanması ve O’nun zikrini terennüm etmektir.
- Tarikatımız; selim kalp ve temiz niyettir.
Tulü emel sahibine engel olur.
- Tarikatımız; sırrı ifşa etmeden istikamet
üzere yaşamaktır.
- Tarikatımız; her nefes alış verişte sayı ile
sınırlamaksızın zikir yapmaktır.
- Tarikatımız; sırrı bir levha kabul etmek ve
O’na Allah için sıdk satırlarını yazmaktır.
- Tarikatımız; Rahman’dan başka veren ve
mahrum eden hakiki fail olmadığını görmektir.
- Tarikatımız; yüce Allah’ın hakiki hâkim olduğuna şahadet etmektir. Kendinden uzaklaştırma ve merhamet etme yetkisi O’nun dur.
- Tarikatımız; Resulullah (s.a.v)’e, ehl-i beytine ve ashabına muhabbet edip onları hayırla
anmaktır.
- Yolumuz hidayet yoludur ve Rahman’ın inayetine nail olmuştur.
- Tarikatımız; sufiler içinden yüce Allah’a
yaklaştıran herkese tazim-i hürmet etmektir. Bununla birlikte bize göre Rufai Hazretleri bu sahada benzeri bulunmaz ve eşsizdir.
- Yolumuz şeriat sahibi Resulullah (s.a.v) den
bize bir emanettir.
- Tarikatımız; tam olarak Cüneydi Bağdadi’nin yoludur. Ahdini bozana hiç itibar edilmez.
- Tarikatımız; içten hissediş, şevk, ibret ve
gözyaşıdır.
- Tarikatımız; ciddiyet, cehd, gönülden samimi bağlılık, sadık, halis halvet ve sırrı ifşa etmemektir.
- Tarikatımız; cemaat üzere bulunmaktır.
Zira cemaatten ayrılmamak zaruridir.
- Tarikatımız; her muvahhidi sevmek ve her
Müslüman’a ihsanda bulunmaktır.
- Tarikatımız; Resulullah (s.a.v) Efendimizin
emrettiği üzere tüm insanlara merhamet etmektir.
- Tarikatımız; herkese hüsnü zan beslemek
ve onlardan eziyeti uzak tutmaktır.
- Tarikatımız; riyanın mahvedilmesi ve atılması, konuşurken sıdk-ı muhafaza etmektir.
- Tarikatımız; tüm azaların korunmasıdır.
Zira mahşerde azaların korunması kaçınılmaz
olarak sorulacaktır.
56
Seyyid Şeyh Muhammed Mehdi es-Sayyadi er-Rufai el-Hüseyni “Miracü’l Kulüb”(6) adlı
divanında başka bir şiirinde Rufai tarikatıyla ilgili
şunları dile getiriyor:
- Kıyamete kadar velayet nöbeti bize verilmiştir.
- İndi İlahi’den teyidimiz çok hızlı gerçekleşip
düşman üzerine kor gibi düşer
- Yolumuz Allah içindir. Şan, şöhret ve makam
için değildir.
Bu münasebetle Rufai tarikatının temellerini oluşturan bazı prensiplerden bahsetmemiz
yerinde olur. İmam Muhaddis Seyyid Er-Ravvas
“Refref El-İnayet” adlı kitabının 142-149 sahifeleri arasında bu hususta şunları aktarıyor: “Zamanındaki sıddıkların efendisi, meşayihin
piri, Seyyid Ahmed er-Rufai El Hüseyni
(r.aleyh) şöyle buyurdu:
“Yolumu elli beş kaide üzerine bina
ettim. Bunları her kul için kaçınılmaz bir
şekilde gerekli olan ve birbirini destekleyen elli beş Kur’an ayeti ve nebevi sünnet
teyid etmektedir. Bu kaideler şunlardır:
1- Yüce Allah’ın marifeti
Bu kaideyi şu ayeti kerime teyid etmektedir: “Cinleri ve insanları ancak bana kulluk
etsinler diye yarattım”(7) (yani bilsinler diye.)
Aralık
2- Rububiyyeti ikrar
Bu kaideyi şu ayetler teyid eder: “Sizin
ilahınız tek bir ilahtır”(8), “Deki: Allah birdir, Allah sameddir. (Her şey O’na muhtaç O,
hiçbir şeye muhtaç değildir) Kendisi doğurmamıştır ve doğrulmamıştır. Hiçbir şey O’nun
dengi değildir”(9)
3- Yüce Allah’ın ahdine vefa göstermek
Bu kaideyi şu ayet destekler: “Bana verdiğiniz ahdi yerine getirin ki bende size
verdiğim ahdi yerine getireyim ve yalnız
benden korkun sakının.”(10)
4- İhlâs ile kulluk yapmak
Bu kaideyi şu ayetler teyid eder: “Onlar
yalnızca dini Allah’a has kılarak O’na kulluk etmekle emrolundular”(11), “Kim Rabbine kavuşmayı diliyorsa salih amel işlesin
ve Rabbinin ibadetinde O’na hiçbir şeyi
ortak koşmasın.”(12)
5- Yüce Allah’a, O’nun Resulü (s.a.v)’e
ve ulu’l emir olan Müslümanların idarecilerine itaat etmek
Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Allah’a, Resule ve sizden olan ulu’l emre itaat edin.”(13)
6- Yüce Allah’ın vadine iman etmek
Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Yeryüzünde hareket eden her bir canlının rızkı Allah’a aittir.”(14)
7- Yüce Allah’ın taksimine rıza göstermek
Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında
biz paylaştırdık.”(15)
8- Yüce Allah rızası için sevmek ve
yine O’nun (cc) rızası için buğz etmek
Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Allah’a ve
ahiret gününe iman eden hiçbir topluluğun
kendi babaları, çocukları, kardeşleri veya
Aralık
sülaleleri dahi olsalar Allah’a ve Resulü’ne
muhalefet edip karşı çıkanlara muhabbet
beslediğini göremezsin.”(16)
9- Nefsin bilinip tanınması ve onunla
mücadele etmek
Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Şüphesiz
nefis hep kötülüğü emreder”(17), “Şüphesiz
şeytan sizin düşmanınızdır. Öyleyse sizde
onu düşman bilin.” (Yani onunla mücadele
edin.)(18)
10- Tüm hallerde yüce Allah’tan korkmak
Bu kaideyi şu ayetler teyid eder: “İnsanlardan korkmayın, benden korkun.”(19),
“Sadece benden sakının”(20), “Allah onlarla
beraber olduğu halde, ondan gizlemezlerde insanlardan gizlerler.”(21)
11- Yüce Allah’a dua etmek ve yalvarmak
Bu kaideyi şu ayetler teyid eder: “Rabbinize huşu ile gönülden ve içinizden gelerek
dua edin.”(22), “Bana dua edin size icabet
edeyim.”(23)
12- Yüce Allah’ın mekrinden (Yüce Allah’ın nimet ve ihsan görüntüsü altında kulunu bela ve sıkıntıya duçar kılması) emin
olmamak, kendini emniyette hissetmemek
Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Allah’ın
mekrinden ancak hüsranda olan bir topluluk kendini güvende hisseder. (Allah’ın mekri kendine uğramaz zanneder.)”(24)
13- Yüce Allah’ın rahmetinden ümit
kesmemek
Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Allah’ın
rahmetinden ümit kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları affeder. O Allah gafurdur, rahimdir.”(25)
14- Başta namaz kılarken olmak üzere
avret yerlerinin kapatılması
Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Namaz kılarken ziynetlerinizi alın.”(26) Ziynetten mak-
57
sat avret yerini kapatan elbisedir. Erkeğin avreti
diz kapağı ile göbek arasıdır. Şayet kişi avret yerini kapatacak herhangi bir elbise bulamazsa o
haliyle açık bir şekilde namaz kılar. Zira Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Allah hiç kimseyi gücü
dışında bir şeyle sorumlu tutmaz.”(27)
15- İlim talep etmek
Bu kaideyi şu ayetler teyid eder: “Rabbaniler olun…”(28) (Yani âlim ve fakih olun demektir), “Ey iman edenler kendi nefsinizi
ve ehlinizi ateşten koruyun.”(29) (Yani onlara
dinlerini öğretin). Resulullah (s.a.v) Efendimiz de
şöyle buyurmuşlardır: “İlim talep etmek her
Müslüman’a farzdır.”
16- Abdest almak
Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Ey iman
edenler! Namaz kılmak istediğinizde yüzlerinizi ve ellerinizi dirseklere kadar, ayaklarınızı da topuklara kadar yıkayın ve başınızı da
mesh edin.”(30) (Yani abdestsiz iken namaz kılmak
için kalktığınızda bu azaları yıkayın demektir.)
17- Cenabetten dolayı gusletmek
Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Şayet cünüp olursanız yıkanın.”(31)
18- Teyemmüm etmek
Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Şayet su
bulamazsanız temiz toprağa teyemmüm
edin.” (32)
19- Beş vakit namaz kılmak
Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Muhakkak
namaz belli vakitlerde müminlere farz kılınmıştır.”(33) (Yani belli vakitlere mahsus olarak farz
kılınmıştır. Mukim için dört rekât, yolcu için iki rekât.
Akşam namazı ise misafir ve mukim için üç rekâttır.)
20- Yüce Allah’ı zikir etmek
Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Allah’ı
çokça zikredin.”(34) Yani gece ve gündüz her
zaman demektir.
58
21- Emaneti ehline vermek
Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Allah emanetleri sahiplerine vermenizi emreder.”(35)
22- Dünya malına düşkünlük gösterip
onunla şımarmamak
Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Allah’ın
size verdikleriyle sevinip, şımarmayın”(36),
“Şüphe yok ki Allah, kendini kaybedecek
kadar sevinip şımaranları sevmez.”(37)
23- Elden çıkıp giden dünya nimetlerine üzülmemek
Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “(Allah
bunu) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve
Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye açıklamaktadır.”(38)
24- Tefekkür
Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “İbret alın,
ey basiret sahipleri!”(39)
25- Nefsin hevasını terk etmek
Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Heva’ya
tabi olma ki sonra seni Allah’ın yolundan
saptırır.”(40), “Azgınlık yapıp dünya hayatını
tercih edenin, varacağı yer cehennemdir.”(41),
“Namazı zayi ettiler ve nefsin hevasına tabi
oldular. Bu yüzden ileride sapıklıklarının
cezasını çekecekler.”(42), “Rabbinin yüce
makamından sakınan ve nefsi heva’dan alıkoyanın ise varacağı yer cennettir.”(43)
26- Yüce Allah’ın iman ve İslam nimetinin kadrini bilmek
Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Eğer doğru
kimseler iseniz bilesiniz ki, sizi imana erdirdiği için asıl Allah size lütufta bulunmuştur.”(44)
27- Yüce Allah’ın her an her şeye muttali olduğuna iman etmek
Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Ne yerde,
ne de gökyüzünde, zerre ağırlığında hiçbir
şey Rabbinin bilgisinden ayrı kalamaz.”(45)
Aralık
28- Günahlardan tövbe etmek
Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Ey iman
edenler! Hepiniz topluca Allah’a tövbe
edin. Umulur ki felaha erersiniz.”(46), “Ey
iman edenler! Allah’a nasuh bir tövbe ile
tövbe edin.”(47)
29- Doğru sözlü olmak
Bu kaideyi şu ayetler teyid eder: “Konuştuğunuz zaman adil olun.”(48), “(İnsan) her
ne zaman ağzından bir söz çıkarsa mutlaka
yanında onu hazır vaziyette gözetleyen biri
vardır.”(49)
30- Helal yemek
Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Helal şeylerden yiyin ve salih amel işleyin.”(50)
31- Gözleri, avret yerleri ve kulakları
haramdan korumak
Aşağıdaki ayetler bu kaideyi teyid eder:
“Mümin erkeklere söyle gözlerini dik dik
bakmaktan sakınsınlar ve namuslarını
korusunlar.”(51), “Mümin kadınlara söyle
bakışlarını kıssınlar ve namuslarını korusunlar.”(52), “Şüphesiz kulak, göz ve kalp,
bunların hepsinden de sorulacaktır.”(53)
32- Gıybet ve alay etmeyi terk etmek
Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Bir topluluk başka bir toplulukla alay etmesin. Alay
edilen topluluk, diğerinden daha hayırlı
olabilir.”(54)
33- Lakap takmanın terk edilmesi
Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Birbirinize lakap takmayın, imandan sonra fısk ne
kötüdür.”(55)
34- Su-i zanda bulunmaktan sakınmak
Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Ey iman
edenler! Zannın çoğundan sakının.”(56)
35- Gizli gizli bilgi elde etmeye çalışmaktan sakınmak
Aralık
Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Casusluk
yapmayın.”(57)
36- Yüce Allah’a tevekkül etmek
Bu kaideyi şu ayetler teyid eder: “Şayet
mümin iseniz Allah’a tevekkül edin.”(58),
“Kim Allah’a tevekkül ederse Allah ona yeter.”(59), “Ölmeyen, sürekli canlı olan Allah’a
tevekkül et.”(60), İbn-i Abbas (r.anh) şöyle der:
“Tevekkül; her şeyden ilgisini keserek kalbin Allah’a güvenmesi ve bağlanmasıdır.”
37- Yüce Allah’ın kazasına rıza göstermek
Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Rabbinin
hükmüne sabret.”(61)
38- Sıkıntı, şiddet hallerinde sabır
göstermek
Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “Ey iman
edenler! Sabredin; (düşman karşısında) sebat gösterin, (cihad için) hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allah’tan korkun ki başarıya erişebilesiniz.”(62)
39- Anne babaya iyilikte bulunmak
Bu hususla ilgili ayetler şunlardır: “(işte bunun için) önce bana sonra da ana babana
şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur.”(63),
“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana babanıza da iyi davranmanızı kesin
bir şekilde emretti.”(64)
40- Yüce Allah’ın nimetlerine karşı
şükretmek
Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “Eğer gerçekten yalnız Allah’a ibadet ediyorsanız,
onun nimetine şükredin.”(65) Şükür: Tüm azalarla itaat etmektir.
41- Faizi terk etmek
Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “Kat kat
artırılmış olarak faizi yemeyin.”(66)
59
42- Fakirlik ve zenginlik hallerinde
dengeli bir şekilde infakta bulunmak
Şu ayetler bu kaideyi teyid eder: “(O kullar) harcadıklarında ne israf ne de cimrilik
ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.”(67), “Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya
hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma.”(68) Saçıp savurmak (israf): yüce Allah ve
O’nun Rasulü (s.a.v)’e itaat dışında bir amaçla
mal harcamaktır.
43- Sadaka verirken minnet ve eziyet
etmemek
Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “Başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın.”(69)
44- Hayız halinde kadınlara yaklaşmamak
Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “Bu sebeple ay halinde olan kadınlardan uzak durun.
Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.”(70)
45- Kibir, kendini beğenme ve fesadı
terk etmek
Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “İşte ahiret
yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi
ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere
veririz. (En güzel akîbet) takva sahiplerinindir.”(71)
46- Fakirlik korkusunu terk etmek
Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “Şeytan
sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder. Allah ise size katından bir mağfiret ve bir lütuf vâdeder. Allah her şeyi ihata
eden ve her şeyi bilendir.”(72)
47- Malın çocuklar, kadınlar ve hainlere teslim edilmemesi
Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “Allah’ın
geçiminize dayanak kıldığı mallarınızı aklı
ermezlere (reşit olmayanlara) vermeyin.”(73)
60
48- Beş vakit namazı düzenli bir şekilde kılmak
Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “Namazlara ve orta namaza devam edin.”(74)
49- “Ehl-i Sünnet ve’l cemaat” mezhebine tabi olmak
Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna
uyun.”(75) Bu konu hakkında hadisi şerifte şöyle
buyruluyor: “Kim ki cemaatten bir karış ayrılırsa İslam dairesinden çıkmış olur.”
50- Müslümanların kahir ekseriyetiyle
birlikte hareket etmek
Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “Hep birlikte Allah’ın ipine (islam’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın.”(76) Konuyla alakalı bir
hadisi şerifte şöyle buyruluyor: “Müslümanların kahir ekseriyetiyle birlikte olun. Kim
böyle davranmayıp başına buyruk sıra dışı
hareket ederse cehennemde de sıra dışı
(normalin üstünde) bir azaba uğrar.”
51- İyiliği emretmek kötülükten sakındırmak
Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “Onlar (o
müminler) ki, eğer kendilerine yeryüzünde
iktidar verirsek namazı kılar, zekatı verirler,
iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler.”(77)
52- Zekât vermek
Şu ayetler bu kaideyi teyid eder: “İman
edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekat
verenler var ya, onların mükafatı Rableri katındadır. Onlara korku yoktur, onlar
üzüntü de çekmezler.”(78), “İnsanlara güzel
söz söyleyin, namazı kılın, zekatı verin.”(79),
“Fakat tevbe eder, namaz kılar ve zekat verirlerse, artık onlar dinde kardeşinizdir.”(80)
53- Oruç tutmak
Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “Ey iman
edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş
Aralık
ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz
kılındı.”(81) Konuyla ilgili olarak Rasulullah
(s.a.v) efendimiz şöyle buyuruyorlar: “İslam
beş temel esas üzerine bina edilmiştir. Allah’tan başka ilah olmadığı ve Muhammed
(s.a.v)’in O’nun kulu ve Resulü olduğuna
şahadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek, oruç tutmak.”
54- Hacca gitmek
Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “Yoluna
gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah’ın
insanlar üzerinde bir hakkıdır.”(82) Rasulullah (s.a.v) efendimiz konuyla alakalı olarak şöyle
buyurmaktadırlar: “Ey insanlar şüphesiz hac
üzerinize farz kılınmıştır. Öyleyse siz de bu
görevi yerine getirin ve hac edin.”
55- Yüce Allah’a nezaket ve hikmetle
davette bulunmak
Şu ayetler bu kaideyi teyid eder: “(Resülüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel
öğütle çağır.”(83) Bu hususta Resulullah (s.a.v)
efendimiz de şöyle buyuruyorlar: “Kâmil ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.” Müminlerin emiri Hz. Ali ve Hz. Enes b. Malik’ten
şöyle rivayet edilmiştir: “Rasulullah insanların en
güzel ahlaklı olanı idi. Yüce Allah’ta şöyle buyurarak Rasulullah efendimizi medh-ü sena etmiştir. “Kuşkusuz sen büyük bir ahlak üzeresin.”(84) Yüce Allah O’na tüm pak ehli beytine,
ashabına ve kıyamete kadar onlara güzel bir şekilde tabi olanlara salât ve selam eylesin.
İşte bu hüküm ve kaideler bizim vesikamız ve tarikatımızın temelini oluşturur.
Yüce Allah salihlerin yar ve yardımcısıdır.
Seyyid Ahmet el-Kebir er-Rufai el-Hüseyni
Hazretlerinden yapılan alıntı burada bitti.
Tarikata giren salik bu alıntıdan Rufai
tarikatının hükümlerini ve sırlarını anlar ve
öğrenir. Yardım ve destek sahibi ancak Allah’tır ve Allah’tan başka ilah yoktur. Seyyid Ravvas (r.aleyh) sözü sona erdi.
Aralık
Kaynaklar
(1) İbn-i hibban sahihinde rivayet etmiştir. Cilt 4, Sahife 541, Hadis no: 1658
(2) “Et-Tarikat-ür-Rufaiyye” Sahife 8
(3) Bu şahıs hakkında geçen sahifelerde bilgi verildi. Sahife 32,35
(4) Sahife 132, 133. Saygıdeğer şeyhimiz Seyyid Arif-i billâh Abdulhakim Abdulbasit’in baskısı
(5) Sahife 318, 321
(6) Yedinci bölüm Sahife – 499, Kıymetli şeyh “Vasıt Seyyidleri” eserleri yayıncısı
Seyyid Abdulhakim Abdulbasit baskısı.
(7) Zariyat Suresi, Ayet: 56
(8) Bakara Suresi, Ayet: 163
(9) İhlas Suresi, Ayet: 1-4
(10) Bakara Suresi, Ayet: 40
(11) Beyyine Suresi, Ayet: 5
(12) Kehf Suresi, Ayet: 110
(13) Nisa Suresi, Ayet:59
(14) Hud Suresi, Ayet: 6
(15) Zuhruf Suresi, Ayet: 32
(16) Mücadele Suresi, Ayet: 22
(17) Yusuf Suresi, Ayet: 53
(18) Fatır Suresi, Ayet: 6
(19) Maide Suresi, Ayet: 44
(20) Bakara Suresi, Ayet: 40
(21) Nisa Suresi, Ayet: 108
(22) Araf Suresi, Ayet: 55
(23) Ğafir Suresi, Ayet: 60
(24) Araf Suresi, Ayet: 99
(25) Zümer Suresi, Ayet: 53
(26) Araf Suresi, Ayet: 31
(27) Bakara Suresi, Ayet: 286
(28) Âli İmran Suresi, Ayet: 79
(29) Tahrim Suresi, Ayet: 6
(30) Maide Suresi, Ayet: 6
(31) Maide Suresi, Ayet: 6
(32) Maide Suresi, Ayet: 6
(33) Nisa Suresi, Ayet: 103
(34) Enfal Suresi, Ayet: 45
(35) Nisa Suresi, Ayet: 58
(36) Hadid Suresi, Ayet: 23
(37) Kasas Suresi, Ayet: 76
(38) Hadid Suresi, Ayet: 23
(39) Haşr Suresi, Ayet: 2
(40) Sad Suresi, Ayet: 26
(41) Naziât Suresi, Ayet: 37
(42) Meryem Suresi, Ayet: 59
(43) Naziât Suresi, Ayet: 40-41
(44) Hucurat Suresi, Ayet: 17
(45) Yunus Suresi, Ayet: 61
(46) Nur Suresi, Ayet: 31
(47) Tahrim Suresi, Ayet: 8
(48) Enam Suresi, Ayet: 152
(49) Kâf Suresi, Ayet: 18
(50) Müminûn Suresi, Ayet: 51
(51) Nur Suresi, Ayet: 30
(52) Nur Suresi, Ayet: 31
(53) İsra Suresi, Ayet: 36
(54) Hucurat Suresi, Ayet: 11
(55) Hucurat Suresi, Ayet: 11
(56) Hucurat Suresi, Ayet: 12
(57) Hucurat Suresi, Ayet: 12
(58) Maide Suresi, Ayet: 23
(59) Talak Suresi, Ayet: 3
(60) Furkan Suresi, Ayet: 58
(61) Tur Suresi, Ayet: 48
(62) Âli İmran Suresi, Ayet: 200
(63) Lokman Suresi, Ayet: 14
(64) İsra Suresi, Ayet: 23
(65) Nahl Suresi, Ayet: 114
(66) Âli İmran Suresi, Ayet: 130
(67) Furkan Suresi, Ayet: 67
(68) İsra Suresi, Ayet: 26
(69) Bakara Suresi, Ayet: 264
(70) Bakara Suresi, Ayet: 222
(71) Kasas Suresi, Ayet: 83
(72) Bakara Suresi, Ayet: 268
(73) Nisa Suresi, Ayet: 5
(74) Bakara Suresi, Ayet: 238
(75) Enam Suresi, Ayet: 153
(76) Âli İmran Suresi, Ayet: 103
(77) Hacc Suresi, Ayet: 41
(78) Bakara Suresi, Ayet: 277
(79) Bakara Suresi, Ayet: 83
(80) Tevbe Suresi, Ayet: 11
(81) Bakara Suresi, Ayet: 183
(82) Âli İmran Suresi, Ayet: 97
(83) Nahl Suresi, Ayet: 125
(84) Kalem Suresi, Ayet: 4
61
İngiliz ve Müslüman?
Yazar: Abdul Hakim Murad
a
ç sınıf
ü
ı
r
a
l
n
slüma
ü
n
M
z
i
l
ak ve e
r
İngi
a
l
o
İl k
el
iliriz.
b
a
r
ı
y
kültür
a
p
u
r
g
lan
ı
ntılı o
ı
k
alakas
ı
s
e
l
z
y
a
ü
r
ltü
iliz kü
an
g
n
İ
k
onrad
s
e
olara
y
e
k
ül
ve bu
n
a
ardan
y
l
a
n
ı
d
olm
a
ek
rkek v
e
n
e
d
göç e
or.
oluşuy
62
Çeviren: Mehmet Cura
Fransız yazar Mallarme’ın ancak Fransız olmayan okuyucular tarafından anlaşılabileceği söylenir. Bunun sebebi ise anadili Fransızca olmayanların onun yazılarını daha yavaş okuyor olmalarıdır.
Bu yazının konusu olan ‘yeni Müslümanlar’
İslamiyet’i anlamada belki buna benzer ve çok da
belirgin olmayan bir avantajları olduğundan bahsedebilirler. Bu durumda bazı sorular ortaya çıkıyor:
İslam’a yeni giriş yapmanın getirmiş olduğu bakış
açısı berraklığı Müslüman bir aile tarafından yetiştirilmemiş olmanın dezavantajlarını ortadan kaldırabilir mi? Benimseme basit bir evlatlıktan kültürel
olarak daha verimli bir durum mu? Baştaki Arap
hâkimiyetindeki dönemden sonra İslam kültürünün
dinamizmi her şeyini yeni Müslüman olanların,
yani Fars ve özellikle Türklerin, etnik dehalarına mı
borçluydu? Eğer bu son sorunun cevabı evet ise, şu
an Batı’da yeni Müslüman olanların ortaya çıkması
yaşlanmış ve yorulmuş olan İslam ümmetinin daha
büyük bir şekilde dirilişinin habercisi mi?
Aralık
Bu sorulara daha ileriki bir tarihte cevaplamayı düşünüyorum. Bu yazımı benim gibi İslam’ın
gemisine binmiş olan İngilizleri en çok ilgilendiren bir meseleye ayırmak istiyorum: İngiliz
Müslüman kimliği.
(Yazının devamında İngiliz tabiri sadece İngiliz
ırkına mensup olan yeni Müslümanlar için değil, Büyük Britanya sınırları içinde yaşayan ve aynı zamanda
İngilizler dışında diğer ırkları da içine alan Britanyalılar (British) için de kullanılacaktır)
İngiliz Müslüman ‘kimdir’ sorusuna basitçe
Müslüman olan ve İngiliz pasaportu taşıyan herkes
şeklinde cevap verebiliriz. Bence bu en kolay ve büyük olasılıkla en işe yarayan bir tanım. Bu yazıda cevaplamak istediğim daha muzip bir soru ise İngiliz
Müslüman ‘nedir’ sorusu. Bu soru aidiyet ile ilgili
2 soruyu ortaya çıkarıyor. İngiliz olup da İslam dinine ait olmak ne demek? Müslüman olup İngiltere’ye ait olmak ne demek? Bu iki kavramın
çakıştığı noktaları nasıl belirlememiz lazım?
İlk tanımımız gereği (nüfusları 2011 yılında 2.7
milyonu bulan) İngiliz Müslümanları üç sınıfa
ayırabiliriz. İlk olarak ve en az sıkıntılı olan grup
kültürel olarak İngiliz kültürüyle alakası olmayan
ve bu ülkeye sonradan göç eden erkek ve kadınlardan oluşuyor. Her ne kadar bu grup da kendi kimliklerini belirleyebilmek için belli bir mücadele
içinde olsalar da bu yazının konusu dışında kalıyorlar.
Yeni Müslüman olan İngilizlerin kendi kimliklerini belirlemeye çalışması biraz daha farklı.
İkinci olarak bu ilk grubun çocukları ve
hatta torunları gelmekte. Bu insanlar genelde
iki dünya arasında bölünmüşe benzerler. Ancak, işin aslı bu grubun iç dünyasının daha çok İngiliz
kültürü tarafından şekillenmiş olduğudur. Bu durumu kabul etseler de etmeseler de genelde olan budur. Modern eğitim sistemi öğretmenlerin çocukların
yetiştirilmesinde ve kültürel olarak kodlanmalarında
ebeveynlerden daha çok etkili olmaları üzerine tasarlanmış durumda.
Bu ülkedeki Müslümanlar bu ülkeye tam da İngiliz eğitim sisteminin ‘ebeveynlik’ rolünü üstlenmeye başladığı dönemde gelmeye başladılar. Müslüman
aileler bunun farkında değiller ancak İngiltere’de çocukların üçüncü bir ebeveynleri var: Milli Eğitim Bakanı. Hatta şu an İngilizliği en öfkeli bir şekilde reddettiğini dile getiren ikinci nesil Müslümanlar bile bu
reddedişi Batı tarzı radikal muhalefet yöntemleriyle
yapıyorlar. Örneğin radikalliklerini manevi dünyalarına yönelerek değil de etraflarındaki baskıcı düzeni
sosyal ve politik olarak reddederek göstermeyi tercih
ediyorlar. Bu huzursuz ruh halleri yeni Müslüman
olan İngilizlerin ruh halleriyle her zaman için uyumlu
olmuyor. Her ne kadar kültürel olarak kendisinden
biraz daha uzak olsa da yeni Müslüman olan İngilizler
kendilerini ikinci nesil yerine ilk nesil Müslümanların
yanında daha rahat hissediyorlar: onların Allah merkezli inancını sorunlu ve kimlik arayışı içindeki gençliğe tercih ediyorlar.
Son olarak üçüncü ve en küçük olan yeni
Müslüman olanlar grubu var. Bu grup o kadar çeşitli ve karmaşık ki çok manalı bir genelleme yapmamız pek mümkün değil. Neredeyse tanım olarak şunu
söyleyebilir ki İslam’ı seçen her İngiliz eksantrik
ve acayip biridir. Bu ülkenin iyi özelliklerinden
biri de eksantrik ve farklı olanlar her zaman
için desteklenmiş, hiç olmazsa anlayışla karşılanmıştır. Ancak yine de genelleme yapılamayacak
kadar karmaşık bir gruptan bahsediyoruz. Sonrada
Budist olan, ya da Evanjelik Hristiyan olan, ya da
Marksist olan İngilizler hakkında belli sosyolojik genellemeler yapılabilir. Ancak şu zamana kadar tanıştığım yeni Müslümanlar ile olan tecrübelerime
dayanarak şunu söyleyebilirim ki insanların
İslam’ın gerçekliğine uyanabilmelerini sağlayabilecek adım adım belirleyebileceğimiz bir
yol yok. Bu bizim için çok acı bir durum, çünkü eğer
böyle adım adım İslam’a götüren kalıp halinde
Eğer namazlarımızdan zevk almıyorsak, eğer Ramazan bizim için sadece aç kalmak anlamına geliyorsa, eğer bizi ileriye götürecek doğru mescidi ve doğru insanları
bulamadıysak her şeyden önce niyetimizi sorgulayarak işe başlamalıyız.
Aralık
63
bir kılavuzumuz olsaydı bunu hemen İslam’ı
yayma davasında kullanabilirdik. Bu konuda tek
söyleyebileceğimiz İngiltere’de İslam’ı seçenlerin büyük çoğunluğu Protestan ya da Yahudi değil Katolik
geçmişlerden gelen kişiler; ve de benim şahsi tecrübeme göre tek Müslüman olan din adamı da bir Cizvit
(bir Katolik tarikatı). Bu yöntem ve kalıp yetersizliği
zaten düzensiz olan İslami yayma gayretlerimizin bocalamasına sebep oluyor.
Her türlü sosyolojik kalıpları boşa çıkaran İlahi
yardımları da göz önünde bulundurarak İslam’a geçerken ne gibi yolları seçerlerse seçsinler, bu üçüncü
grubu kimlik arayışlarında çok ciddi sorunlar beklemekte. Yavaş yavaş çatı görevindeki İngiliz Müslüman
kültürüne geçiş yapan Mısırlı, Endonezyalı ya da Hindistanlı bir Müslümanda çok ciddi kimlik sorunlarıyla
karşılaşır. Özellikle ebeveynlerin ümit ve beklentileriyle ilgili acı veren sıkıntılar ortaya çıkabilir. Ancak bu
değişim ne olursa olsun nazik bir şekilde gerçekleşir.
Öte yanda, yeni Müslüman olan biri için yol işaretleri
yavaş yavaş değil aniden ve sarsıcı bir şekilde değişir.
Yeni Müslüman olanın ilk başlarda az
çok anlayışla karşılanabilir olan tepkisi tam
bir mutlakiyetçiliktir. Dindar Müslümanlar arasında gerçekleşen her şey meleksi; bunun dışında olan
her şey ise şeytani. Bu mutlakiyetçiliğin çekim noktası özündeki basitliktir. Gözünde yeniden şekillenen
dünya yeni Müslüman olan için gayet tatmin edici bir
şekilde siyah ve beyaz, ‘Onlar’a karşı ‘Biz’ ve iyiye
karşı kötüdür.
Bu genelde rastlanan bir hastalıktır ve bu hastalığa yakalananlar için başa çıkması oldukça zordur.
Neyse ki hemen her zaman etkileri ortadan kalkar.
Bu iyileşmenin gerçekleşmediği tek istisnalar dünyalarını ikiye bölen bu mutlakiyetçi kafa yapısının sebep
olduğu heyecanı İslamiyet’in bir parçası sanan hatta
bunun manevi bir önemi olduğunu düşünen zayıf
kişilerdir. Bu kişiler genelde bir hizipten diğer hizibe
dolanır ve katılacak yeni bir şey ararlar ki İslam’ı ilk
tercih ettikleri zaman yaşadıkları heyecanı yeniden
yaşasınlar.
Ancak, birçok Müslüman kısa sürede bu durumun farkına varır. Müslüman olanların ekseriyeti gerçek bir ruhani ve entelektüel sebeple İslam’ı seçiyor,
ve Müslüman olduktan sonrada bu manevi ve entelektüel yolda devam ediyor. Sonuçta İslam’a geçiş
64
saadete giden yolun sadece ilk adımı. İslama
belli bir kimlik kaygısıyla girenler farklı grup
ve hizipleri dolaşıp kendilerini özel ve üstün
hissedebilecekleri mükemmel grubun arayışı
içinde kalırlar.
Tabii ameller niyetlere göredir. Yüz yıl
önce İngiliz-Müslüman hareketinin kurucusu
(ve Abdülhamid Han’ın İngiltere Şeyhülislamı) olan Abdullah Quilliam Allah (celle celalühü) ve Rasulu (sallAllahu aleyhi ve sellem) için
Müslüman olanların doğru yola iletileceklerini
başka bir sebeple Müslüman olanların ise çok
ciddi manevi bir sıkıntı içinde olduğunu yazmıştı. Nasıl namaz riyayla kılındığında görünmez bir
şekilde geçerliliğini kaybediyorsa, samimi bir şekilde
Allah’ın rızasını aramak dışında bir sebeple İslam’a
geçmek de İslam’ın arzu ettiği hedeflere bizi iletmeyecektir. Eğer namazlarımızdan zevk almıyorsak,
eğer Ramazan bizim için sadece aç kalmak
anlamına geliyorsa, eğer bizi ileriye götürecek
doğru mescidi ve doğru insanları bulamadıysak her şeyden önce niyetimizi sorgulayarak
işe başlamalıyız. Müslüman olmamızın yegane sebebi ruhumuzu Allah’a yaklaştırmak mıydı? Ezilenlerle beraber olmak, tanıdığımız Müslümanları takdir etmek, bir gruba katılmak, bir kadını
sevmek gibi diğer sebepler Allah’ın nimet ve
yönlendirmesini hakedecek İslami hayatlar
kurmamız için geçerli temelleri oluşturmaz.
İmam Kuşeyri’nin de dediği gibi maneviyat yolcuları
aradıklarına ulaşmaktan ancak temelleri görmezden
geldikleri zaman mahrum bırakılırlar. Sonuç olarak,
içimize yönelmemiz ve gerekirse Hazreti Peygamber
(sallAllahu aleyhi ve sellem) Efendimizin de bir Hadis-i Şerifi’ndeki gibi imanlarımızı yenilememiz lazım.
Aralık
Yâ Rasulallah
Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Rasulallah
Nasıl bilmem bu nirâna dayandım yâ Rasulallah
Ezel bezminde bir dinmez figândım yâ Rasulallah
Cemâlinle ferahnâk et ki, yandım yâ Rasulallah
Yanan kalbe devasın Sen, bulunmaz bir şifâsın Sen
Bulunmaz bir sehâsın Sen, dilersen rûnümâsın Sen
Habib-i Kibriyâsın Sen, Muhammed Mustafa’sın Sen,
Cemâlinle ferahnâk et ki, yandım yâ Rasulallah...
Yaman Dede
Aralık
65
Şaşı Bakıp Şaşı Gördüklerimiz
Fatih Sultan SEMİZ
ı
yrağın
a
b
i
m
e
ise
i bir g
diyor
e
Nasıl k
l
i
s
em
lkeyi t
ü
ı
ğ
amber
ı
g
d
y
e
P
taşı
da
adının
k
temsil
n
i
i
’
’
m
m
ü
e
l
M
esel
eyhi v
l
a
u
h
a
ağının
r
y
a
b
sal lal l
da
e onun
v
i
yalım.
n
a
i
ğ
m
t
u
etti
un
uğunu
d
üc
l
o
r
teberr
e
c
tesettü
n
i
ey
ettür d
s
miş
e
t
a
Am
. Giyin
n
i
s
e
m
ıza gel
eladır.
b
a
n
ı
aklım
ş
ba
k başlı
a
m
l
o
çıplak
66
1- Resulullah sallallahu aleyhi vesellem asırlar
önce helak olmuş kavimlerin yerlerinden geçerken
hızlı olunması talimatını verdiği halde biz günümüzde yaşayanlar olarak Allah’a isyan olunan ortamlarda nasıl oturuyoruz? Veya isyan halinde olan
insanlarla nasıl oturuyoruz? Hırsızlık yapmış biriyle oturmamaya özen gösteren bizler faiz
yiyen biriyle oturmayı neden yanlış olarak
görmüyoruz? Mesture olmayan biriyle nasıl oluyor da kahkahalar atabiliyoruz.
2- Zinanın faiz kadar faizinde zina kadar
günah olduğunu bildiğimiz halde zina yapan
karımızı veya kocamızı boşanmaya yeltendiğimiz halde faize bulaşmış karımızı veya
kocamızı boşanmaya yeltenmememizi ne ile
izah edeceğiz? Hatta daha acısı bu konuda eşlerin birbirini teşvik etmesi ve faize bulaşması bize
neyi gösteriyor?
3- Suç işlemiş birinin hapishaneye yine onun
gibi veya ondan daha fazla suç işlemişlerin arası-
Aralık
na konularak ıslah olabileceğini aklımız alıyor mu?
Asr-ı saadette suç işleyenlerin neden mescid
de hapsedildiğini şimdi daha iyi anlayabiliyor
muyuz? Kötülükten kurtulmak kötülerden kurtulmakla olur. Yüz adamı öldüren adama âlimin
tavsiyesinin köyünü değiştirmesi olduğunu unutmayalım. Kötülerle bulunmakta bir kötülük değil midir?
4- Eskiden filozoflar gibi düşünüp halk anlasın diye ninelerimiz gibi konuşulduğu halde bugün
ninelerimiz gibi düşünüp filozoflar gibi konuşmaya
çalışmamız cahilliğimizin izharı değil midir? İletişim
çağında iletişimsiz, bilgi çağında bilgisiz olduğumuz
hayatımızdan okunmuyor mu sanıyoruz?
5- Âlimlerin etliye sütlüye
karışmadığı devirlerden, et ile
sütü birbirine karıştırdıkları
devirlere gelmiş olmamız felaketin eşiğinde olduğumuzun
bir göstergesi değil midir? İki
kitap okumuş birinin ve bir Arap
ülkesinde iki ay geçirmiş birinin o
konferans senin bu konferans senin
dolaşmasında ki afeti hesaba katmıyorum bile.
6- İki sınıfın düzelmesiyle bu
ümmetin düzeleceğini bize haber
veren Peygamber aleyhisselam’a rağmen biz neden
hala ümera ve ulema sınıfına yatırım yapmıyoruz?
Medresesiz ve amir yetiştirecek kurumlarımız olmadan daha ne kadar ilerleyeceğimizi zannediyoruz?
7- Cuma namazının kılınıp kılınmayacağı üzerine kafa yoran kişilerin Cuma namazının ilk şartlarından olan halife için bir çaba sarf etmemelerini ne
ile yorumlamalıyız? Bir kandırılmışlık mı yoksa bir ikiyüzlülük mü söz konusu?
8- Her gün bedava bizi ısıtan ve ışıldatan
güneş nimetini bile beğenmemenin alt yapısını
oluşturan ‘’bugün çok sıcak’’ cümlesi aslında insanoğlunun çok cedelleşmeye meyilli olduğunun göstergesi değil mi veya şükürsüzlüğüne? Sadece bu da
değil soğuk olduğunda da aynı cümlenin kurulması
da şeytanın bizim kulağımıza çaldığı fısıltılardandır.
Merkez Efendi’nin şeyhine verdiği cevabı her
daim aklımızda tutmamız gerekmez mi? “Her şey
tamda olması gibi’’.
Aralık
9- Kıraathane dediğimiz yerlerin kıraatten uzak olarak işletilmesine mi üzülmeli
yoksa kıraathane diye anılmasına mı? Namazın
farzlarında biri olan kıraatin geldiği duruma daha ne
kadar sessiz kalacağız?
10- Devleti temsil ettiğini söyleyip giyim ve kıyafetin o şekilde olmasını savunanlar acaba bu dünyada devletten daha büyük olan Allah’ı da temsil
ettiklerini ve Resulullah sallallahu aleyhi vesellem’in
de ümmeti olduklarını neden unutuyorlar? Devleti
temsil ettiğimizden daha fazla onları temsil etmemiz
gerekmez mi?
11- Toplum tarafından şahsiyetli kadın olarak bilinmenin
yine kadının kendi elinde olduğunu ne zaman anlayacağız?
Her çağırana gitmezsek, her bakana
görünmezsek, incilerin okyanusların
derinliklerde olduğunu ve bizimde
bir inci kadar kıymetli olduğumuzu
bilirsek şahsiyet inşası yavaş yavaş
başlıyordur.
12- Nasıl ki bir gemi bayrağını taşıdığı ülkeyi temsil
ediyor ise Müm’in kadının da
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’i temsil ettiğini ve onunda bayrağının
tesettür olduğunu unutmayalım. Ama tesettür
deyince teberrüc aklımıza gelmesin. Giyinmiş
çıplak olmak başlı başına beladır.
13- Müm’in kadının şahsiyet basamakları
şunlardır:
- Kocaya itaat etmek
- Tesettürü tam anlamıyla ifa etmek
- Az konuşup, az gülmek
- Hakkı müdafaa noktasında Ömer kesilmek
- Her doğurduğunu Allah’a adamak
- Sabra sabır çektirecek kadar sabrı kuşanmak
- Değil kendisine yabancı göz değmesi kendi
gözlerini bir yabancıya değdirmemek
14- Üstadın dediği gibi adamlık cinsiyet değil
şahsiyet meselesidir. Kadınlardan da şahsiyeti inşa
edilmiş kim varsa Ahzab süresi 23. Ayet kapsamına
girmektedir.
67
MilliTarih
Hüseyin Serkan Elönü
Filistin Hezimeti’nden Mcdonald’s’a Uzanan Bir
Gizemin Mimari :Salih Fansa -1Yakın tarihin en az bilinen ismi belki Salih
Fansa’dır. Uzun aramalara rağmen bu kişinin ne bir
resmini ne de doğum ve ölüm tarihlerini bulamadık.
Belli ki kendisini gizlemek için elinden geleni yapmış.
Çünkü farklı ülkelerde farklı isimlerle faaliyet göstermiş, ve deşifre olmamak için resim çektirmemiş.
Salih Fansa hakkında bilgiler o kadar az ki, bu
makale adeta iğneyle kuyu kazar gibi yazılmıştır. Bir
sis bulutunu dağıtmak ve tarihteki karanlık bir noktayı
aydınlatmak için araştırıp yazdık.
Salih Fansa Halep’li bir hristiyan bir Ermeni’dir.
Hanımı 1890 doğumlu Selma Fansa’dır. Salih
Fansa, Mustafa Kemal Paşa’nın gençlik döneminden bir arkadaşıdır. Birinci Cihan Harbi’nin Filistin
Cephesi’nde Osmanlı ile İngiliz orduları harbediyorlardı. Birinci ve İkinci Gazze muharebelerini Osmanlı
ordusu kazanınca, İngilizler orduda kumandan değişiklik yaptılar. Mağlup kumandan Archibald James
Murray’in yerine 28 Haziran 1917’de Edmund Allenby tâyin edilmiştir.
Edmund Allenby (1861-1936)
68
General Allenby hem bir asker hem de bir istihbaratçıydı. Osmanlı ordusu yenmek için sadece askerî planlar değil aynı zamanda istihbarat ve casusluk
planları yapıyordu. Bu dönemde Salih Fansa’nın
Allenby’nin emrine girdiği bilinir. İlk iki Gazze muharebelerini kaybeden ingilizlerin Üçüncü Gazze Muharebesi’ni kaybetmeye tahemmülleri yoktu. Bunun için
işlerini şansa bırakmamak için büyük bir entellijans
faaliyetine giriştiler.
Berlin’den gelmiş ve Filistin Cephesi’ne gönderilmek üzere Haydarpaşa depolarında bekletilen cephane ve erzak vagonlarına 6 Eylül 1917 günü büyük
bir sabotaj tertiplendi. Cevheri Güven’in “Bal Tuzağı” isimli kitabında bu sabotajı yapan kişinin Salih
Fansa olduğu ve bu depoların yerlerini NILI örgütünden aldığı belirtilmiştir.
6 Eylül 1917’deki Haydarpaşa’daki büyük patlama
Aralık
Yedinci Ordu, kumandansız kaldıktan sonra
İngiliz generali Allenby taarruza geçmiş ve cepheyi
yararak Gazze’yi işgal etmiştir.
6 Eylül 1917’deki Haydarpaşa’daki büyük patlama
Bu patlamayla birlikte Filistin Cephesi’ne gönderilecek olan erzak ve cephaneler de hava uçurulmuş
oluyordu. Böylece Filistin’de harbeden askerlerimizin
umudu biraz daha tükenmişti. Filistin Cephesi’nde üç
Osmanlı ordusu vardı. Dördüncü, Yedinci ve Sekizinci Ordular. Bu ordulara Yıldırım Ordular Grubu ismi
verilmişti. Yedinci Ordu’nun başında bulunan Mustafa Kemal Paşa, Yıldırım Ordular Grubu umumi kumandanı Erich von Falkenhayn ile anlaşamayarak
Yedinci Ordu’yu terkedip istifa etmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Gazze’deki ordusundan ayrıldıktan sonra
Salih Fansa’nın Halep’teki evinde kalmıştır.
İngilizler, Gazze’yi ele geçirdikten sonra Gazze Ulu Camii’ne saldırdılar.
İngilizler, Gazze’yi ele geçirdikten sonra Gazze Ulu Camii’ne saldırdılar.
Bu konuya Allah’ın izniyle gelecek ay devam
edeceğiz. Çünkü bu konuyu çok fazla kısaltmak istemiyoruz. Bu ay ki köşemize sığdıramadık. Ocak ayınSalih Fansa’nın Halep’teki evinin bahçesinde.
Cevad Abbas (Gürer), Alman topçu subayı Von Berk , Mustafa Kemal Paşa
ve mânevî oğlu Abdurrahim (Tunçak).
Aralık
da Salih Fansa hakkında daha ilginç bilgiler aktaracağız inşallah.
69
Musa KARACA
Bir gün, kozada küçük bir delik belirdi; bir adam oturup kelebeğin saatler boyunca bedenini bu
küçük delikten çıkarmak için harcadığı çabayı izledi.
Ardından sanki ilerlemek için çaba harcamaktan vazgeçmiş gibi geldi ona. Sanki elinden gelen her şeyi
yapmış ve artık yapabileceği bir şey kalmamış gibiydi.
Böylece adam, kelebeğe yardım etmeye karar verdi; eline küçük bir çakı alıp kozadaki deliği büyütmeye
başladı.
Bunun üzerine kelebek kolayca kozasından çıkıverdi. Fakat bedeni kuru ve küçücük kanatları buruş
buruştu.
Adam izlemeye devam etti çünkü her an kelebeğin kanatlarının açılıp genişleyeceğini ve bedenini taşıyacak kadar güçleneceğini umuyordu.
Ama bunlardan hiçbiri olmadı! Kelebek hayatının geri kalanını kurumuş bir beden ve buruşmuş kanatlarla yerde sürünerek geçirdi.
Ne kadar denese de asla uçamadı.
Adamın iyi niyeti ve yardım severliği ile anlayamadığı şey: Kozanın kısıtlayıcılığının ve buna karşılık kelebeğin daracık bir delikten çıkmak için göstermesi gereken çabanın, Yüce Yaratıcı’nın kelebeğin bedenindeki
sıvıyı onun kanatlarına göndermek ve bu sayede kozanın kısıtlayıcılığından kurtulduğu anda uçmasını sağlamak için seçtiği yoldu.
Bazen yaşamda tam olarak ihtiyaç duyduğumuz şey çabalardır. Eğer Yüce Yaratıcı, yaşamda herhangi
bir çaba olmadan ilerlemenize izin verseydi o zaman, bir anlamda, sakat kalırdık. O zaman olabileceğimiz
kadar güçlenemezdik. Asla uçamazdık.
Öyleyse güçlükler hiçbir zaman bizleri yıldırmamalı. Her güçlükten sonra güç kazandığımızın farkına
varmalıyız.
“Güçlü olmak istedim. Yüce Yaratıcı beni güçlendirmek için zorluklar yolladı. Bilgelik istedim. Yüce
Yaratıcı bana çözmem için sorunlar yolladı. Başarı istedim. Yüce Yaratıcı bana çalışmam için zekâ ve kas gücü
verdi. Cesaret istedim. Yüce Yaratıcı bana üstesinden gelmem gereken sorunlar verdi.
Sevgi istedim. Yüce Yaratıcı bana yardımcı olmam için sorunlu insanlar yolladı.
İyilik istedim. Yüce Yaratıcı bana fırsatlar yolladı. İstediğim hiçbir şeyi elde edemedim belki fakat ihtiyaç
duyduğum her şeyi elde ettim.”
Yaşamınızı korkusuzca yaşayın, zorlukların tümüne göğüs gerin ve onların üstesinden gelebileceğinizi
açıkça gösterin. Hayata bir de bu açıdan baktığınızda hayatın bir imtihan olduğunu bu imtihanların ilahi hikmetleri olduğunu fark ederiz. Sonunda hepsinin Rabbimizden geldiğini bilir, Yunus Emre’nin diliyle:
“Hoştur bana senden gelen
Ya hilat-ü yahut kefen,
Ya taze gül, yahut diken..
Kahrında hoş lütfun da hoş.” der, her halimizle mutlu olur, Rabbimize şükrederiz.
70
Kavak Ağacı ile Kabak
Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş ve neredeyse kavak
ağacı ile aynı boya gelmiş. Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa:
-Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç?
-On yılda, demiş kavak.
On yılda mı, diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak.
-Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak!
-Doğru, demiş kavak.
Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabak üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış. Sormuş
endişeyle kavağa:
-Neler oluyor bana ağaç?
-Ölüyorsun, daemiş kavak.
-Niçin?
-Benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelmeye çalıştığın için.
Kalıcı başarılar, sağlam temellere dayanmaktadır. Gelecekte kalıcı başarı sağlamak için bilgi ve birikimli olmak gerekir.
Eğer Padişah Verseydi
Sultan Mahmut, yolda gördüğü bir çocuğa bir altın vermiş çocuk almamış. Sultan, büyük bir merakla bunun sebebini sorduğunda çocuk:
- Sultanım! Annem ve babam bu altını gördüklerinde “Onu mutlaka
çaldın” diyerek bana kızarlar.
Sultan Mahmut:
- O zaman kolayı var, diye yol göstermiş. “Bunu bana padişah verdi.”
dersin.
Çocuk:
- Hele o zaman hiç inanmazlar, diye atılmış.
“Eğer padişah verseydi, bu kadar az vermezdi.” derler.
Sultan Mahmut, çocuğun bu inanılmaz zekâsını bir kese altınla ödüllendirir.
1-
Çok hızlı giden bir tırı kim durdurur?
2-
Şekere benzer tadı yok, gökte uçar kanadı yok.
3-
Dünyanın en küçük bebeği kimdir?
4-
Taştandır demirdendir, yediği hamurdandır; Bütün dünyayı doyurur,
kendi doymaz nedendir?
5-
Tarlada biter, makine büker, sabah akşam elimizi yüzümüzü öper.
6-
Yağmur düşerken yükselen şey?
7-
Altı adam bir şemsiyenin altında ıslanmadan nasıl durabilir?
c
c
X
c
X
D
X
a
b
C
f
\
[
C
C
F
_
b
C
e
I
b
d
A
L
P
A
I
`
_
E
B
C
^
I
]
\
[
F
[
Z
I
Y
L
A
W
A
W
V
U
T
I
S
F
C
R
K
I
Q
L
P
L
E
O
N
M
L
C
F
I
J
F
H
C
E
C
B
A
@
G
71
Efendimiz aleyhisselam buyuruyor ki:
“Ahir zamanda ümmetim beş şeyi sever beş şeyi unutur:
Dünyayı sever, ahireti unutur.
Malı mülkü sever, hesap vermesini unutur.
Helâlın hesap, haramında azaptır.
Mahlûku sever, halıkı unutur.
Download