¾ËWh¸?Âh¸??¾lG ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ ¾ËWh¸?Âh¸??¾lG “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” ³@ÄAÅiH@Òʦ@Ä@iYI¹@ý ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI ² @ÃAÄhH@ÑÉÁ¥@Ã@hYI¸@¼ ¿mH İlk emri ‘Oku’ olan bir dinin sahipleriyiz. Bir adı da ‘Alîm’ olan bilgi ve hikmet kaynağı Yüce Rabbimiz Kur’ân’ın pek çok ayetinde ilmin önemine dikkat çeker ve ilim sahibi olmaya bizleri yönlendirir. Bu ayetlerden bir kaçı şöyledir: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (39/9) “Allah’tan layıkıyla âlimler korkar” (35/28) “Bunları en iyi âlimler düşünüp anlar” (29/43) “Doğrusu bunda âlimler için ibretler/ ayetler vardır.” (30/22) zeltme gayreti içerisinde olmalıdır. Zira öğrenilen her yeni ve doğru bilgi, insanın değerini artıracak ve onu kemale taşıyacaktır. Bu yüzden büyük mezhep imamı Ahmed b. Hanbel “Mezara girinceye kadar elimde kalem kağıt eksik olmayacak” (Maal mihbera ile’l-Makbera) demiş ve diğer İslam önderleri gibi bu ilim aşkını fiilen göstermiştir. Mezhep imamız, büyük imamla ilgili kaynaklarımızda yer alan “İmam Azam, vefatından birkaç gün önce bu görüşünden vazgeçti” şeklinde düşülen kayıtlar da büyük imamların ömürlerinin son anlarına kadar ilimle uğraştığını ve ilmini başkalarıyla paylaştığı net bir şekilde ortaya koymaktadır. ¿ÌXi¹@Ãi¹@@¿mH ¾ËXh¸@Âh¸@@¾lH “Beşikten mezara kadar ilim örenin”, “İlim kadın erkek herkese görevdir”, “Hikmet müminin yitiğidir, onu nerede bulursa alır”, “Ya öğreten ol, ya öğrenen ol, ya dinleyen ol, ya da bunları seven ol. Beşincisi olma, mahvolursun”, “İlim yoluna girenlere, Allah cennet yollarını kolaylaştırır”, “İlim adamları, peygamberlerin varisleridir”, “İlim öğrenirken eceliyle ölen kimse şehittir” diyerek ilim örenmeye teşvik eden bir peygamberimiz var. Onun peygamberliğinin ilk yıllarından itibaren yanında vahiy kâtipleri bulundurduğu, Bedir savaşında ele geçen müşrik esirlerden her birini on müslümana okuma yazma öğretme karşılığında serbest bırakması, ilahî hakikatleri tüm insanlığa ulaştırmak için dünyanın dört bir yanına davet mektupları göndermesi hepimizin bildiği hususlardır. Bu yönlendirmeler ışığında her müslümanın ilim talebi içerisinde bulunması bir Müslümanlık görevidir. Müslüman, sürekli doğruları öğrenme, bilgilerini yenileme, geliştirme, yanlış bilgilerini dü- İlim yolu, biraz meşakkatli ve zorlu bir yoldur. Zaten değerli olanlar, zor kazanılanlar değil midir? Hz. Ali, “şu altı şey olmadan sen ilme ulaşamazsın: Zekâ, hırs, sabır, maişet, hoca ve zaman” diyerek bu zorlu ve yorucu ama o ölçüde kutlu ve mübarek yola işaret eder. Bu alanda yetkili ve etkili kişilere düşen bu yolu olabildiğince kolaylaştırmaktır. İlim yolunda olanlara sahip çıkmak, onlara sevgi ve saygı gösterip onların ihtiyaçlarını karşılamak son derece önemli toplumsal bir görevdir. Geleneğimizde ilim yolcularına ayrı bir değer verilir, ilme adanan insanların hep elinden tutulur, onlara yardım edilir ve onlara her bakımdan destek olunurdu. Her şeyin bir karşılık beklenerek yapıldığı günümüzde Yüce Allah’ın rızasını kazanmak için çalışıp çırpınan gönül erlerine ne kadar da muhtacız bugün! İçindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: Aralık Sayı: Kâdisiye Savaşı 4 Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. Prof. Dr. Mustafa Ağırman Tevekkül ve Kanaat Rehâvet Sebebi midir? 9 Murat TÜRKER Serdar TAŞAR Helâl Alışverişe Karşı Haram Olan Fâiz! 10 Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Prof. Dr. Ali AKPINAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Salih AYDIN Musa KARACA Halkın ve Yöneticilerin Sorumlulukları 16 Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK En Güzelle Konuşma… DUA 21 Oğuzhan GÜRHANİ Talha AKA Gsm: 0541 580 1969 Yard.Doç.Dr.H.Murat KUMBASAR Talha AKA Helal Gıda 14 İmanı Gür Genç 22 Nureddin YILDIZ Tek Sayı: 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: Yurtdışı 1 Yıllık Abone: ! # $ Tasavvuf 34 " Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL % " & % ' ( ) * + ' ( , - # . $ ) $ Kur’an İlimleri 38 / Posta Çeki No: Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. Müşteri No: ! 1 / ! / ! / / 0 ! Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: ! 1 / 2 3 3 " 5 ! 0 0 4 Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) den 42 Hikmet Damlası Öğrencilerin “Baş Tacı” Değişirse… 44 M. Emin KARABACAK ! ! Dr. İhsan ŞENOCAK 0 " " 3 3 " 0 0 ! Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Merhameti Kuşanmak II 48 Abdullatif ACAR Rufai Tarikatının Temeli 54 Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) Faks: +9 (0216) 398 94 69 burhandergisi@hotmail.com www.burhandergisi.com İngiliz ve Müslüman? 62 Milsan A.Ş. 0212 697 1000 Mehmet Cura Aylık Süreli Yayın 6 7 ( ( 7 ) ' 7 : ) ( ; . ' $ * ) ( 8 ) * ( ' < - ) 8 - 8 ) ) & & ) $ $ $ ) 7 7 $ < ( ' 7 6 * ' 6 7 $ ( ' $ 9 ( ) ( * ' = 6 , ' 8 ( * ) $ # ) $ ( $ $ ( # ) 7 Şaşı Bakıp Şaşı Gördüklerimiz 66 # * < MilliTarih 68 , % $ ' # ) . ' ) # ) # ' : $ # ( * $ ( Fatih Sultan SEMİZ ( ) * . ) ) . $ 7 9 ( * $ ( > ' $ ( > ' 9 ( $ ? 8 . ( ) ( $ Hüseyin Serkan ELÖNÜ ' < Burhan Çocuk 70 Musa KARACA 22 İmanı Gür Genç Nureddin YILDIZ 34 Tasavvuf Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL 38 Kur’an İlimleri Dr. İhsan ŞENOCAK 54 Rufai Tarikatının Temeli Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) Kâdisiye Savaşı Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN K mer’in Ö . z şı, H a e Sava y yılınd i s 6 i 3 d 6 / Kâ 5 a1 anınd m süper a z n i i t e m f e â l n hi dö nî usu ile d r o n S âs â a l o İslâm i s i bir da inden r e arasın l ç u ü s g u d r uo ra torluğ a r manla a ü p l s ü İm eM larını eden v ı p n a a k y e ’ın cer ve İran n ı ’ ır. k a Ir avaşıd s n Kuzey a d ir mey açan b âdisiye Savaşı, Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında 15/636 yılında İslâm ordusu ile dönemin süper güçlerinden birisi olan Sâsânî İmparatorluğu ordusu arasında cereyan eden ve Müslümanlara Kuzey Irak’ın ve İran’ın kapılarını açan bir meydan savaşıdır. Bu savaşta İslâm ordusunun komutanı Sa’d b. Ebî Vakkâs, Sâsânî ordusunun komutanı da Rüstem’dir. Sa’d, Rüstem’in komutan yapıldığını ve onun çok sayıda askerlerle güçlendirildiğini halife Hz. Ömer’e bildirince, Hz. Ömer ona şöyle bir mektup yazdı: “Onlardan sana gelecek haberler ve onların sana getirecekleri durumlar seni üzmesin. Üzülme, Allah’tan yardım dile, ona güvenip dayan. Fars ordusunun komutanına görüş ve rey sahibi güçlü adamlarını gönder ki, onu imâna dâvet etsinler. Çünkü Yüce Allah, bu adamlarımızın dâvetini Farslıların gevşemesine ve sizin zafer kazanmanıza ve- 4 Aralık sile kılacaktır. Her gün bana mektup yazarak durumu bildir.” İslâm ordu komutanı Sa’d b. Ebî Vakkas, halifenin emrine uyarak savaş başlamadan önce Sâsânî ordu komutanı Rüstem’e elçiler göndererek onu İslâm’a dâvet etti. Ondan bir netice alamayan Sa’d, bu sefer de Sâsânî imparatoru (kisrâ) III. Yezdücerd’e bir heyet gönderdi ve onu Müslüman olmaya veya cizye vermeye dâvet etti. Çünkü onlar, Hz. Peygamber’den böyle görmüş ve böyle öğrenmişlerdi. Önce İslâm’a dâvet edecekler, muhâtapları bunu kabul etmezse kendilerine cizye vermeleri teklif edilecek, onu da kabul etmezlerse kendileri ile savaşılacaktı. Hz. Ömer, komutan Sa’d’a bu mektubu yazarken elbette Hz. Peygamber’in, bu konudaki emirlerine imtisal ediyordu. Hz. Peygamber’in terbiyesinde yetişen ve ondan öğrendiklerine dayanarak kendilerini İslâm’a veya cizye ödemeye dâvet eden İslâm ordu komutanının bu nazik dâvetine hem Rüstem hem de Kisrâ III. Yezdücedr, sert ve alaycı bir tavırla karşılık verdiler. Savaş başlamadan önce Sa’d ile Rüstem arasında elçiler aracılığıyla görüşmeler yapıldı. Bu görüşmeler İslâm Tarihi kaynaklarında şöyle anlatılır: “Seyf b. Ömer, üstatlarından naklen şöyle demiştir: İki ordu karşı karşıya geldiği zaman Rüstem, Sa’d’a haber göndererek kendisine soracağı şeyler hakkında bilgisi olan akıllı bir adam göndermesini istedi. Sa’d da ona, Muğîre b. Şu’be’yi gönderdi. Muğîre, onun yanına varınca Rüstem ona şöyle dedi: “Siz, bizim komşularımızsınız. Biz, şimdiye kadar size iyi davranıyor ve size ulaşacak eziyetleri önlüyorduk. Şimdi memleketinize dönün. Dönüp giderseniz, önceden olduğu gibi ülkemize gelerek ticaret yapmanıza engel olmayacağız.” Muğîre de ona şöyle cevap verdi: “Biz, dünya peşinde değiliz. Bizim asıl istediğimiz ve amaçladığımız, âhirettir. Allah, bize bir peygamber gönderdi. Gönderdiği peygamberine şöyle dedi: “Dinime tabi olmayan kimselere şu Müslüman cemaati musallat kılacak ve bu Müslüman cemaat vasıtasıyla onlardan intikam alacağım. Müslümanları, hak din olan dinime bağlı oldukları sürece, gâlip ve üstün kılacağım. Dinimden yüz çeviren kişi mutlaka alçalır. Dinime bağlanan kişi de mutlaka yücelir.” Rüstem ona “Sözünü ettiğin din nedir?” diye sordu. Muğîre, Rüstem’e şöyle cevap verdi: “Bu dinin -onsuz hiçbir işin yarar sağlamayacağı- yegâne prensibi; Allah’tan başka hiçbir ilah bulunmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna iman etmek ve bir de Muhammed’in Allah katından getirdiği hükümleri tasdik etmektir.” Rüstem, “Bu ne güzel bir şeydir. Başka bir umdesi de var mıdır?” dedi. Muğîre, “Vardır!” dedi ve şöyle devam etti: “Kulları, kullara kulluktan çıkarıp Allah’a kulluk seviyesine yükseltmektir.” “Bu da güzel bir şeydir. Başka bir şey var mı?” dedi Rüstem. Muğîre, “Bütün insanlar Âdem’in çocuklarıdırlar. Onlar ana baba bir kardeştirler.” dedi. Bu savaşta İslâm ordusunun komutanı Sa’d b. Ebî Vakkâs, Sâsânî ordusunun komutanı da Rüstem’dir. Aralık 5 Rüstem, “Bu da güzel!” dedi ve şöyle devam etti: “Söyler misin bana, eğer dininize girersek ülkemizden çıkıp memleketinize döner misiniz? Muğîre, “Evet, vallahi son ticaret veya herhangi bir ihtiyaç sebebi dışında ülkenize yaklaşmayız.” diye cevap verdi Rüstem’e. Rüstem de, “Bu da güzel!” dedi ve İslâm’a ilgi duymaya başladı. Muğîre, yanından ayrıldıktan sonra Rüstem, kavminin reisleriyle İslâm’a girme konusunda müşâvere yaptı. Onlar, İslâm’a girmeyi reddettiler. Allah onları rezil rüsvay etsin. Zaten öyle de yaptı. Sonra Sa’d, Rüstem’in talebi üzerine ikinci elçi olarak Rib’î b. Âmir’i gönderdi. Rib’î, Rüstem’in makamına girdi. Makamını altın işlemeli halılar ve ipek minderlerle döşeyip süslemişlerdi. Kıymetli yakut ve incileri, muazzam süsleri sergilemişlerdi. Üzerinde tacı ve diğer kıymetli eşyaları vardı. Altından bir taht üzerine oturmuştu. Rib’î ise eski elbiseler giymiş olarak makama girdi. Ama üzerinde kılıcı ve kalkanı vardı. Küçük bir ata binmişti. Makama yaklaşıp atının ön ayakları halının ucuna basıncaya kadar at üzerinde durdu. Sonra indi, atını oradaki minderlerin dayalı olduğu yerlerden birine bağladı. Üzerinde silahı, zırhı ve başında miğferi olduğu halde Rüstem’e yöneldi. Muhafızlar ona: “Silahını indir!” dedilerse de o şöyle dedi: “Ben, size kendi isteğimle gelmedim. Siz beni çağırdığınız için geldim. Bu şekilde içeri girmemi kabul ederseniz ne âlâ, yoksa geri döner giderim.” Rüstem, adamlarına “İçeri girmesine izin verin!” dedi. Bunun üzerine o da mızrağına dayanarak Rüstem’in tahtına doğru yürüdü ve içeri gidi. Rüstem ona şöyle bir soru sordu: “Sizi buralara kadar getiren sebep nedir? O da bu soruya şöyle cevap verdi: “Yüce Allah bizi gönderdi ki, onun dilediği kimseleri kullara kulluk etmekten kurtarıp Allah’a kul yapalım, O kimseleri, dünya sıkıntısından kurtarıp genişliğe kavuşturalım. Dinlerin zülüm ve baskısından kurtarıp İslâm’ın adâletine kavuşturalım. Cenab-ı Allah bizi, kendisine imana dâvet edelim diye dini ile yaratıklarına gönderdi. Bu dini kabul eden kimsenin durumunu kabulleniriz ve kendisine dokunmadan geri döneriz. Ama bu dini kabul etmeyen kimselerle Allah’ın va’dini gerçekleştirinceye kadar savaşırız.” Bu sefer Rüstem, “Allah’ın size va’d ettiği şey nedir?” diye sordu. Bu soruya Rib’î, “Cennet’tir. İmana gelmeyen kimselerle savaşarak ölen kimse için Cennet vardır. Hayatta kalan gâziler için ise zafer vardır.” diye cevap verdi. Rüstem, “Sizin söylediklerinizi dinledim. Ancak düşünüp karar vermemiz için bize süre tanır mısınız?” dedi. Rib’î, “Evet, ama ne kadar süre istersiniz? Bir ya da iki gün yeter mi?” dedi. Rüstem, “Hayır, görüş sahibi ve kavmimizin reisi olan kimselerle yazışıp cevaplarını alıncaya kadar bize süre tanıyın.” deyince Rib’î İslâm ordu komutanı Sa’d b. Ebî Vakkas, halifenin emrine uyarak savaş başlamadan önce Sâsânî ordu komutanı Rüstem’e elçiler göndererek onu İslâm’a dâvet etti. Ondan bir netice alamayan Sa’d, bu sefer de Sâsânî imparatoru (kisrâ) III. Yezdücerd’e bir heyet gönderdi ve onu Müslüman olmaya veya cizye vermeye dâvet etti. 6 Aralık de ona şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.v.), orduların karşı karşıya geldiği esnada düşmana üç günden fazla süre tanımayı bize sünnet olarak bırakmış değildir. Şimdi sen durumuna bak, kavminin durumunu da göz önünde bulundur. Bu süre içinde üç seçenekten birini seç!” Rüstem, onların bu durumuna üzülerek kendilerine şöyle dedi: “Yazıklar olsun size! Elbiselere bakmayın, görüşe, konuşmaya, davranmaya ve davranışa bakın. Çünkü Araplar, giyim kuşam ve yiyeceklere önem vermezler. Asaleti korurlar. Soy sopu göz önünde bulundururlar.” Rüstem ve adamları, ikinci gün İslâm ordusu koRüstem, karşısındaki şahsın bütün bir İslâm ordusu adına konuştuğunu gördü ve onun bu cesareti mutanı Sa’d’a haber göndererek bir başka adam göndermesi talebinde bulundular. Sa’d da nerden aldığını anlamak için şöyle bir onlara Huzeyfe b. Mihsan’ı gönderdi. soru sordu: “Sen kavminin efenÇünkü onlar, O da Rib’î’nin konuşmasına bendisi veya lideri misin?” Hz. Peygamber’den zer bir konuşma yaptı. Üçüncü gün böyle görmüş ve Muğîre b. Şu’be, bir daha onlara gitti. Rib’î, bu soruya şöyle cevap böyle öğrenmişlerdi. O da güzel ve uzun bir konuşma yapverdi: “Hayır, değilim. Ama MüsÖnce İslâm’a dâvet tı. Bu konuşma esnasında Rüstem, lümanlar, tek vücut gibidirler. edecekler, muhâtapları Muğîre’ye şöyle dedi: Onların en aşağı seviyede olanları dahi en üst seviyede olanları adına himâye ve emân verebilirler.” bunu kabul etmezse kendilerine cizye vermeleri teklif edilecek, onu da kabul etmezlerse kendileri ile s av a ş ı l a c a k t ı . Bu karşılıklı konuşmalardan sonra Rüstem, kavminin reisleriyle toplantı yaparak onlara şöyle dedi: “Bu adamın söylediği sözler kadar kıymetli ve tercihe şayan başka bir söz işittiniz veya duydunuz mu hiç?” Rüstem’in adamları kendisine şöyle dediler: “Onun söylediği bu sözlere meyletmenden ve dinini bırakıp şu köpeğe uymandan Allah’a sığınırız. Onun üzerindeki yırtık pırtık elbiseleri görmüyor muydun?” “Sizin, memleketimize girişinizin misâli, bir yerde bal gören karasineğin o yere girmesine benzer. Ve o sinek: “Beni bu bala ulaştıran kimseye iki dirhem vereceğim.” der. Balın yanına varınca içine düşüp boğulur. Kurtulmak ister, ama kurtuluş yolu bulamaz ve: “Kim beni buradan kurtarırsa ona dört dirhem vereceğim.” der. Sizin durumunuz bir bağdaki deliğe giren zayıf bir tilkiye benzer. Bağ sahibi onu zayıf görünce acıyıp kendi haline bırakır. Ama tilki semizleşip birçok şeyi bozduğu ve ifsat ettiği zaman bağ sahibi askerleriyle onun üzerine gelir, kölelerin yardımıyla onu kaçıp kurtulamadan vurup öldürür. Semizlediği için delikten çıkıp kurtulamaz ve canını verir. İşte siz de ülkemizden bu şekilde çıkacaksınız.” Bu konuşmasından sonra Rüstem, galeyana gelerek öfkeli bir şekilde şöyle dedi. “Güneşe yemin ederim ki, yarın sizi öldüreceğim.” Onun bu tehdidine hiç aldırmayan ve çok soğukkanlı olan Muğîre de ona şu karşılığı verdi: “Sen de durumu yakın zamanda görüp anlayacaksın!” Muğîre’nin bu sözü üzerine Rüstem, biraz yumuşadı ve geri adım atarak şöyle dedi: “Size elbise verilmesini, komutanınıza da hem elbise hem binek hayvanı hem de bin dinar verilmesini emrettim ki, ülkemizden çekip gidesiniz.” Aralık 7 Sonraki fetih hareketleri için slogan haline getirilen “Biz, insanları kula kul olmaktan kurtarıp Allah’a kul etmek için geldik” cümlesi, Kâdisiye’nin armağanıdır.” Muğîre, bu gibi tekliflere itibâr etmediklerini Rüstem’e verdiği şu cevabı ile bir kere daha îlân etti: “Hükümranlığınızı gevşettikten, onurunuzu zayıflattıktan sonra mı bunu bize teklif ediyorsunuz? Ülkelerinizde bir süre kalacağız. Küçülmüş olarak kendi elinizle cizyenizi bize vereceksiniz. Ve istemeseniz de kölemiz olacaksınız.” Muğîre’nin korkusuz bir şekilde ve hiç sıkılmadan böyle demesi üzerine Rüstem, iyice öfkelenip galeyana geldi ve savaş kaçınılmaz oldu. “Haftalar süren birbirlerini kollayıştan sonra savaş başladı ve çok şiddetli bir şekilde üç veya dört gün devam etti. Vücudundaki çıbanlardan dolayı rahatsız durumda olan Sa’d, fiilen çarpışmalara katılamadı ve orduyu kurdurduğu yüksekçe bir çardaktan yönetti… Müslümanların, ilk defa karşılaştıkları filler konusundaki tecrübesizlikleri birinci gün zor anlar yaşamalarına sebep oldu. İkinci gün toparlandılar; ancak çok şiddetli çarpışmaların cereyan ettiği üçüncü gün çok ağır kayıplar verdiler. Nihayet savaşın sonuna doğru Suriye’den gelen altı bin kişilik yardımcı kuvvetin desteği ve bazı komutanların zekice manevralarıyla üstünlüğü ele geçirdiler. Komutan Rüstem’in, Hil’al b. Ullefe tarafından öldürülmesinin ardından Sâsânî ordusu dağıldı ve büyük bir bozguna uğradı… Sa’d, İranlılar’ın ağır yenilgisi karşısında kazandıkları büyük zaferi, hemen her gün Medine dışına çıkarak habercilerin getireceği müjdeyi bekleyen Hz. Ömer’e bildirdi. Her iki tarafın da mevcutlarının en az üçte birini kaybettikleri bu savaşta Müslümanlar çok miktarda ganimet ele geçirdiler; bunların en kıymetlisi “direfş-i kâviyânî” adındaki kutsal İran sancağıydı. Kâdisiye Savaşı, İslâm tarihinin en önemli zaferlerinden biridir. Müslümanlara büyük bir moral ve üstünlük hissi veren bu zaferle Irak’ın kapıları açılmış, İran’ın düşüşünün başlangıcı hazırlanmış, Sâsânîler’in başşehri Medâyin’in fethi sağlanmış, diğer fetihlere hız kazandırılmış ve Müslümanların ele geçirdikleri bölgelerde sosyopolitik örgütlenme teşvik edilmiştir. Kâdisiye Savaşı’na yüz civarında Bedir Gazvesi’ne katılan sahâbî, üç yüz on küsûr Bey’atürrıdvân’da hazır bulunan ve daha sonra Müslüman olan sahâbî, Mekke’nin fethine iştirak eden üç yüz sahâbî ve yedi yüz sahâbe çocuğu katılmıştı. Savaş öncesinde iki taraf arasında yapılan görüşmelerde Müslümanların ortaya koydukları tavır ve söyledikleri sözler, İslâm fetihlerinin etik temellerini açıklaması bakımından büyük önem taşımaktadır. Daha sonraki fetih hareketleri için slogan haline getirilen “Biz, insanları kula kul olmaktan kurtarıp Allah’a kul etmek için geldik” cümlesi, Kâdisiye’nin armağanıdır.” Saygıdeğer okuyucularım, nerden nereye gelmişiz, değil mi? Yani nasıl bir yükseklikten nasıl bir alçaklığa düşmüşüz, değil mi? Hz. Peygamber efendimizin çevresinde yetişen ashâb-ı kirâmın izzet ve yüceliğine bakalım, bir de dönüp bizim düştüğümüz duruma bakalım. Bizi bu zilletten kurtar Allah’ım! 8 Aralık Murat TÜRKER Tevekkül ve Kanaat Rehâvet Sebebi midir? Manastırlı İsmail Hakkı Efendi, Ayasofya kürsüsünden, kıyameti yakın gösterip halkı adâlete, tembelliğe sevk eden yaklaşımdan yakınıyordu. O dönemin düşünce dünyasına etki eden birçok ismin yazı ve konuşmalarına, klasik ahlâk anlayışının tevekkül ve kanaat gibi temel kavramlarına eleştirel yaklaşan bir arka plan hâkimdir. Âkif’in, ‘içine düştüğümüz zilletin illetinin yine biz olduğunu’ savunan mısraları unutulmasın. Bu mantığa göre, geçmişten bu yana; sabır, tevekkül, kanaat gibi insanı zühde ve istiğnaya yönlendiren başlıklar, hep tembelliğe sevk eden, dünyadan el etek çekmeyi sonuç veren bir muhteva üzerinden yorumlanmış ve ahali bu çerçevede zillet ve meskenete düçâr edilmiştir. Klasik ahlâk teorisine dönük keskin tenkidler içeren bu modern(ize edilmiş) ahlâk telakkisini tümden haksız ve isabetsiz ilân etmek yerinde midir, değil midir, ayrı bir tartışma konusudur. Kanaatimce belli eleştiri noktaları üzerinden hayata geçen bu anlayışın dikkate alınması gereken endişe ve kaygılardan beslendiğini inkâr etmemek icab eder. Ama işbu modern bakış ve anlayışta, Batı karşısında düşülen maddî yenilgi krizinin ve ‘İslâm algımızın terakkiye mâni olup olmadığı’ tartışmalarını tetikleyen geri kalmışlık psikolojisinin müessir olduğu âşikârdır. Yazıyı bir ‘velev ki’ ile sürdürelim: Velev ki, modern anlayışın tesbit ve tenkidleri doğru olsun. Klasik/zühde dayalı ahlâk algısı, gerçekten de ümmeti çalışma hususunda rehâvete ve miskinliğe sürüklemiş bulunsun. Ancak sanayi hamlesinin içimizde uç verdiği ve kalkınma mitinin kutsanmaya başlandığı 20. asrın ortalarından bu yana, Müslümanlar içinde müteşebbis ve Aralık maddî anlamda gayretli bir damarın varlığı üst düzeyde hissedilir oldu. Yani bu dönem itibariyle artık Müslümanların genel rehavetinden ve dünyadan el etek çektiğinden söz etmek pek de mümkün görünmüyor. Bilakis, bu dönem için eleştiriler tam tersi istikamette, dünyevîleşmenin gemi azıya aldığı şeklindeki tesbitlere vücut verecek tarzda ortaya konulur oldu. Manastırlı ve Âkif bugün yaşasaydı, Müslümanların miskinliğinden değil, belki de dünyevîleşmeye bir had ve sınır çekilememesinden yakınacaklardı. O zaman varacağımız sonuç şu: Klasik ahlâk anlayışının belli ölçüde terki ve daha dünyevî bir perspektifin benimsenmesi süreci, ne yazık ki bir orta yolun tesisi ile neticelenememiştir. “Dünyadan bu kadar müstağni kalıp uzak durmayın” yollu telkinler, dünyevîleşmeye set çekilemeyen bir savrulmayla sonuçlanmış, tefritin terki ümmeti ifratla buluşturmuştur. Pasif(ist) olmakla itham edilen ahlâk algısının yerine ikame edilen aktif/aktivist ahlâkî tutum da sadra şifa olmamıştır. Eleştirilen durumu ortadan kaldırmaya dönük söylemlerin, daha sorunlu bir tabloyu vücuda getirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Belki bir çıkış noktası teşkili adına, ümmetin herhangi bir meselede bakış açısı geliştirirken hâkim paradigmaların tesiriyle değil, kendi öz dinamikleriyle hareket etmesi gerekliliği hatırlatılmalıdır. Ahlâk anlayışımızı devrin baskın cereyanlarına göre revize edip buradan bir teori üretmeye kalktığımızda, konjonktürel savrulmalar yaşamamız işten bile değildir. 9 Helâl Alışverişe Karşı Haram Olan Fâiz! Prof. Dr. ALİ AKPINAR Terlemeden ve riske girmeden kazanma demek olan fâiz, haksız bir kazançtır ve her çeşidiyle haramdır. Çoğu sarhoşluk veren içkinin azının da haram olması gibi, fâiz de bütün oranlarıyla haramdır. si c G e ce a r i M erimiz a b m a g rmakt ı Pey ı l n a k lerin, n e y i y olarak r fâiz e l n e iy a taş y [4] n ı r a l rir. e ağız v r e ab ünü h ğ ü d r gö Fâiz, zengini aşırı zengin, fakiri de aşırı fakir eden, ekonomiyi sömürüp çürüten bir virüstür. Fâiz, mü’minler arasında şefkat, merhamet ve Allah için yardımlaşma duygularını yok eden bir hastalıktır. Fâizle servet, meşru yatırım aracı olmaktan çıkar, ölü hale gelir. Fâiz, kişileri riske girmeden, çalışmadan kazanmaya sevk ettiği için tembelliği körükler; yatırımı yok eder. Başkasının malına haksız yere tecâvüz olduğu için fâiz, mal emniyetini zedeler. 10 Aralık Fâiz, parayı araç olmaktan çıkarır, amaç haline getirir. İnsanları mutlu etme aracı olması gereken para, insanların mutsuzluk aracı haline gelir. Sonuçta para/variyet yalnızca belli sınıfların tekelinde dolaşan bir meta haline gelir. Bu da pek çok insanın birbirine düşman olmasına ve huzursuz olmasına yol açar. Fâiz, toplumda sömürüyü destekler, insandaki merhamet, diğergâmlık duygularını köreltir. İnsanları ihtiras, bencillik, kin, haset, asabî gerginlik, düşmanlık gibi hastalıklara dûçâr eder. Fâiz temelli sistem, kapitalizmi desteklerken; bunalan fertlerin sosyalizm benzeri fikirlere yönelmesini sağlar. Fâiz, malda, sosyal hayatta bereketi alır götürür. Yüce Allah, alış-verişi helâl, fâizi haram kılmıştır. O’nun helâl kıldığı şeyler herkesin hayrınadır. Allah’ın haram kıldığı şeyler ise, zengin fakir, kadın erkek, fert toplum herkesin zararınadır. Hem mânen zarardır, hem madden zarardır. Yüce Allah’ın helâl kıldığı şeyler, asla haram kılınanlara muhtaç bırakmayacak genişlikte ve zenginliktedir. Helâller bütünüyle uygulanırsa, haramlara gerek kalmaz, insanlar haramları işlemek zorunda kalmazlar. Fâizli muamelenin karşılıklı rızâ ile yapılıyor olması onu haram olmaktan çıkarmaz. Katmerli fâiz haram olduğu gibi, azıcık fâiz de haramdır. Müslüman, fâiz bulaşığı olan, fâiz şaibesi olan, sonuçta fâize götüren he türlü muâmeleden uzak durmaya çalışır. Kullarının hep hayrını gözeten Yüce Rabbimiz, fâiz batağına batmış bir topluma indirdiği şu âyetlerle onları fâizcilikten kurtarmış, helâl ve bereketli kazançların adamı etmiştir. “İnsanların malları içinde artsın diye verdiğiniz her hangi bir fâiz Allah katında artmaz; fakat Allah’ın rızasını dileyerek verdiğiniz herhangi bir sadaka böyle değildir. İşte onlar sevaplarını kat kat artıranlardır.”[1] “Ey İnananlar! Fâizi kat kat alarak yemeyin. Allah’tan sakının ki başarıya erişesiniz.”[2] “Fâiz yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar… Kim fâizciliğe dönerse, işte onlar cehennemliktir, onlar orada temelli kalacaklardır… Allah fâizi eksiltir, sadakaları bereketlendirir… Ey İnananlar! Allah’tan sakının, inanmışsanız, fâizden arta kalmış hesaptan vazgeçin. Böyle yapmazsanız, bunun Allah’a ve peygamberine karşı açılmış bir savaş olduğunu bilin.”[3] Allah’a Savaş Açmak Âyetlerde çıkan mesajları şu şekilde özetleyebiliriz: Kullarının hayrını gözeten Yüce Allah, ticareti helâl kılmış, fâizi ise haram kılmıştır. Karşılıksız yardımlaşma ve karşılıksız borç vermeyi/ karz-ı haseni en güzel amel olarak nitelemiş; bencillik ve çıkarcılığı körükleyen fâizi yasaklamıştır. Yüce Allah’ın diğer alanlarda olduğu gibi, ekonomik alanla ilgili meşru kıldığı şeyler de insanlara yetecek ve Yüce Allah, alış-verişi helâl, fâizi haram kılmıştır. O’nun helâl kıldığı şeyler herkesin hayrınadır. Allah’ın haram kıldığı şeyler ise, zengin fakir, kadın erkek, fert toplum herkesin zararınadır. Hem mânen zarardır, hem madden zarardır. Aralık 11 onları huzur içerisinde yaşatacak özellik ve güçtedir. Dolayısıyla yasak sınırları zorlamaya gerek yoktur. Fâizden vazgeçmeyenler, kabirlerinden şeytan çarpmış olarak kalkacaklardır. Şeytan, dünyada iken onlara dost görünüp onları kandırdı, fâiz illetine bulaştırdı; kabirden kalkarken ise onlara vuracak, onları çarpacaktır. İşte şeytan ve onun adamlarının dostluğu böyle olur Fâizden vazgeçmeyen kimseler, Allah’a savaş açmış azgınlardır. Konumu, makamı ne olursa olsun hiç kimsenin bu anlamsız savaşta Yüce Allah ile baş etmesi ise mümkün değildir. Son âyetler, Mekke’de Cahiliyye Döneminden kalma, yüklü miktarda fâiz alacağını istemekte ısrar eden kardeşler hakkında inmiştir. Mekke Valisi Attâ, durumu Peygamberimize yazı ile sordu. Cevapta Allah’ın Rasülü şöyle diyordu: “Onlar Allah’ın hükmüne râzı olurlarsa ne âlâ! Aksi takdirde onlarla savaş!” Bu uyarı üzerine onlar fâiz alacaklarından vazgeçtiler. Evet, bu âyetler indiği sıralarda Mekke ve Medine’de fâiz borcu ve alacağı olan pek çok insan vardı. Onlar, fâiz haram kılınmadan önce bu uygulamaların içerisine girmişlerdi. Ama âyetler inince, onların hepsi fâizden vazgeçtiler. Çünkü onlar iman edenlerdi ve onlar Allah’tan sakınan kimselerdi. Elbette insanın mala/paraya karşı aşırı tutkusu vardı. İnsanın alacağından vazgeçmesi kolay değildi. Bu yüzden âyet, çok kesin ve sert uyarılarla geldi. “Gerçekten mü’minseniz fâizden vazgeçin, aksi takdirde Allah’a ve peygamberine savaş ilan etmiş olursunuz.” buyruldu. Âyetin, “Allah’tan sakının ki kurtuluşa eresiniz.” ifadesi ile sona ermesi de oldukça anlamlıdır. Demek ki Allah’ın yasaklarını çiğnememek kişiyi takvâlı olmaya götürüyor, takvâlı olmak da kurtuluşa götürüyor. Takvâ silahı da kişiyi haramlara düşmekten kurtaran bir silahtır. Bir toplumda İlâhî ölçüleri birkaç kişinin uygulaması yetmez. Toplumun tüm fertleri bu ölçülere uymalı ki kurtuluş gerçekleşsin. Bu yüzden âyet çoğul kalıbıyla gelmiştir. Âyetler indiği sıralarda özellikle borcunu ödeyemeyenlere uygulanan katmerli fâizlerle insanlar sömürülmeye devam etmekteydi. Kur’ân, içki, kumar gibi diğer haramların yasaklanışında olduğu gibi fâizin haram kılınmasında da tedricî bir yol izlemiş ve aşama aşama fâizi yasaklamıştır. Katmerli fâiz yasaklandığı gibi, oranı ne olursa olsun diğer fâiz çeşitleri de yasaklanmıştır. Zira günahın büyüğü küçüğü olmaz. Günahlar, onlara bağışıklık kazanıldığında, küçük ve basit görüldüğünde insanları günah tiryakisi eder, en büyük günahları işlemeye sevk eder. Haram yoldan elde edilen kazançlar cazip gelebilir. İnanan kişi, güçlü imanı ve Allah’a olan saygısı, takvâsı ile bunlardan kendisini korur. Yüce Allah’ın helâl kıldığı şeyler, asla haram kılınanlara muhtaç bırakmayacak genişlikte ve zenginliktedir. Helâller bütünüyle uygulanırsa, haramlara gerek kalmaz, insanlar haramları işlemek zorunda kalmazlar. 12 Aralık “Fâizin Her Çeşidi Kaldırılmıştır” Peygamberimiz, Veda Hutbesinde fâiz konusuna geniş bir bölüm ayırır ve ümmetini şöyle uyarır: “Fâiz Haramdır: Fâizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lakin borcunuzun aslını vermek gerekir. Ne zulmediniz ve ne de zulme uğrayınız. Allah’ın emriyle fâizcilik artık yasaktır. Cahiliyetten kalma bu çirkin adet’in her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz de (amcam) Abdulmuttalip oğlu Abbas’ın fâizidir.” Peygamberimiz, herkesin hayrına olan helâl kazanca dayalı ekonomi sistemini fiilen kurmuş, bu sistemi zedeleyen fâiz, haksız kazanç, karaborsacılık, vurgun, soygun, hırsızlık, gasp gibi tüm haramları yasaklamakla kalmamış, bunları hayata geçirmiştir. O, helâlleri uygulamaya kendi çevresinden başladığı gibi, haramlara son vermeye de kendi yakın çevresinden başlamıştır. Zira o, söylediğini önce kendisi yapan, özü sözü bir peygamberdi. Peygamberimiz Mirac Gecesi fâiz yiyenlerin, kanlı ırmakta ağızlarına taş yiyenler olarak gördüğünü haber verir.[4] Allah’ın Rasülü, fâiz yiyene ve yedirene lanet etmiştir.[5] Rahmet Peygamberi bu kadar ağır ifadelerle, ümmetini fâize bulaşmaktan korumayı amaçlamıştır. Fâiz ve zinanın yaygınlaştığı toplumlara Allah’ın azabı musallat olur. Zira fâizcilik zinaya kapı aralar. Fâizden elde edilip çoğalan her mal sahibi mutlaka sıkıntı ve darlığa duçar olur.[6] O halde tüm bu açıklamalardan sonra ekonomik hayatımızı gözden geçirelim, fâiz şâibesi olan her türlü uygulamadan vazgeçip şimdiye kadar yapıp ettiklerimiz için tevbe edelim. Fâizsiz ve bereketli bir hayata merhaba diyelim. Hem dünyamızı hem âhiretimizi kurtaralım. Tıpkı ilk dönem Müslümanları gibi... Kaynaklar [1] 30/Rûm, 39. [2] 3/Âlu Imrân, 130. [3] 2/Bakara, 275-279. [4] Buhârî. [5] Müslim, Nesâî, Ebû Davûd, Tirmizî, İbn Mâce. [6] İbn Mace. Aralık 13 Helal Gıda Yard.Doç.Dr.H.Murat KUMBASAR 14 Kasım 2015 Cumartesi günü Şuurlu Öğretmenler Derneği’nin Erzurum’da tertip ettiği Helal Gıda Paneli’ne panelist olarak katıldım. Programda konuştuklarımın özetini siz değerli okuyucularımla da paylaşmak isterim. Helal, Allah’ın istifademize sunduğu, kullanmamızı istediği faydalı şeylerin adıdır. Haram ise Allah’ın yasakladığı, kullanmamamızı istediği zararlı şeylerin ismidir. Önce şunu söyleyelim ki helali de haramı da Allah belirler. (Nahl,116) Allah’ın helal dediği helal, haram dediği de haramdır. Allah’tan başka hiçbir kimsenin helal ve haram belirleme yetkisi yoktur ve de olamaz. Bu yetki sadece Allaha aittir. Çünkü mülk Allah’ın, mülkünde hükmetme yetkisi de Allah’ındır. “Madem ki mülk Allah’ın, o halde hüküm de Allah’ın” kaidesi gereği bu mülkteki tasarrufta Allah’ındır. Dolayısıyla helal-haram koyma yetkisi de Allah’ındır. 14 İlk imtihanımız gıdadan olmuştur. Hz. Adem (A.S.) ile Havva validemiz yasak meyveden imtihan olmuşlardır.Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde “helalen tayyiben” ifadesi kullanarak size verdiğimiz rızıklardan helal ve temiz olarak yiyin buyurmaktadır. (Mesela, Bakara, 168,172; Maide,88) “Ey İnsanlar! Yeryüzünde bulunan gıdaların güzel ve temiz olanlarından yiyin, şeytanın peşine düşmeyin, zira şeytan sizin apaçık düşmanınızdır.” 2/168 Bu ayete dikkatlice bakacak olursak şunu görürüz. Allah Teala “Ey İnsanlar!” ifadesiyle başlıyor. Ey İnananlar, demiyor. Yani yaratılan herkes Allah’ın kuludur. Yeryüzünde bulunan gıdaların güzel ve temiz olanlarından, bütün herkesin istifade etmesi murat edilmiştir. Hepsinin istifadesine sunulmuştur. Fakat ayetin devamında şeytanın peşine düşmekten bahsediliyor. Bunu nasıl anlamamız gerekir. Elmalılı Merhum, tefsirinde helali haramla karıştırarak veya şüpheli şeylerin peşine düşerek şeytanı takip etmeyin olarak anlamıştır ki bu tespit oldukça isabetlidir. Aralık Allah Rasulü: “Bak Sa’d! Yediklerin helal olsun ki, duası kabul olanlardan olabilesin. Vallahi, haram lokma yiyen insanın duasını Allah(cc) kırk gün kabul etmez. Kimin eti haramla ve faizle oluşursa, ona ateş daha layık olmuş olur.” buyurdular. Helaller çok fazla, haramlar sınırlıdır. “Tayyip” kelimesi on üç tane olduğu halde “habis”kelimesi sadece iki tanedir. Yani helalle haram arasında oran, oldukça açıktır. Neredeyse bire on denecek kadar. Burada önemli bir husus var. “Eşyada asl olan ibahadır” Yani varlıklarda asl olan mubahlıktır, kaidesi gereği mubah alanının oldukça geniş olduğunu düşünürüz. Halbuki, mesela havayı, suyu toprağı düşünelim. Bunlar Rabbimizin bize sunduğu en büyük ikramlarıdır. Biz bu ikramlara ne yapmışız, yerli yerinde kullanmış mıyız? Hayır, bize emanet edilen havayı, suyu, toprağı yerli yerinde kullanmamışız. Üçünü de zehirlemişiz. Havadan zehir soluyoruz, sudan zehir içiyoruz, topraktan zehir yiyoruz. Adına teknoloji veya endüstri dediğimiz hayat, hayatı biraz rahatlatsa bile hayatımızdan çok şey götürdü. Kısaca mubahlık alanı oldukça daralmıştır. Bu daralma da “şüpheliler” dediğimiz gurup orta yere çıkmıştır. Helal bellidir, haram bellidir. Arada meşbuh dediğimiz şüpheli kısım vardır. Mesela domuz, Rabbimiz tarafından haram kılınmış, ondan her türlü istifade yasaklanmıştır. İşin garip tarafı domuz, Avrupa Birliği uyum süreci çerçevesince “kasaplık hayvan” statüsüne çıkarılmış, nüfusunun neredeyse tamamına yakını Müslüman olan ülkemizde “ciddi” bir tepkiyle karşılaşmamıştır. Cılız birkaç tepki ise nazarı itibara bile alınmamıştır. Gözümüzün içine baka baka Allah’ın haramı, helalleştirilmiş ve haramdan medet umulmuştur. Domuz çiftliklerinin sayısı mantar gibi artmış, domuz marketlerdeki yerini almıştır. Allah’ın yasağından medet umulamaz. İşin garip tarafı domuz mutfaklarımıza belki et olarak girmiyor, ama ürünleriyle giriyor. Mesela, jelatin denilen katkı maddesi çoğunlukla domuzdan yapılıyor. Maalesef gıda Aralık maddelerimizin bir kısmı, bu maddeyi kullanarak üretiliyor. Hazır yoğurtlarda bu maddenin kullanıldığı biliniyor. Jelatin, sığırdan da yapılıyor. Fakat ülkemizde sığır jelatin üretimi yok, Pakistan’da var, oradan ithal ediliyor ama o da yetersiz kalıyor. Mecburen Avrupa’dan ithal ediliyor, bu sefer de orada ki sığırların helal kesim olup olmadığı tartışması gündeme geliyor. Yediğimiz gıdalar, katkı maddeleri ile dolu. Bu maddelerin çoğu helal değil. Haram olanların yanında büyük bir kısmı şüpheli. Biz de haram ya da şüpheli katkı maddelerini yiyip duruyoruz. Bundan dolayı da hastalıklardan bir türlü kurtulamıyoruz. Yani kendi kendimizi hasta ediyoruz. Sağlık Bakanlığı ölümlerin üçte ikisinin kanser, kronik hastalıklar ve obeziteden olduğunu ilan etti. Hepsi gıda ile alakalı. Yukarıda ki ayetin tefsirinde de ifade edildiği üzere bütün insanlık, haramı helalle karıştırmışız ve şüpheli şeylerin peşine düşmüşüz. Böyle olduğu için hastalıklarla boğuşuyoruz. Hastalıklar artıyor, hastaneler çoğalıyor…Bir bununla övünüyoruz. Acınacak halimize seviniyoruz. Dünya ilaç sanayi 500 milyar dolarlık pazara hükmediyor. Hastalıkları haramlarla ve katkı maddeleriyle onlar artırıyorlar, “ilaç sanayi” adı altında çözümü de onlar buluyorlar. Bu sanayinin ilk onuna giren firmaların beşi Amerika’dan (Pfizer gibi) beşi Avrupa’dan (Novartis gibi). İlaç sanayiinde bir tekelleşme söz konusu. Her şeye onlar karar veriyorlar. Yediğimize, içtiğimize, kullandığımız temizlik maddelerine varıncaya kadar hepsine dikkat etmeye mecburuz. Sa’d b. Ebi Vakkas “Ey Allah’ın Rasulü! Dua eder misiniz ki, Allah (cc) beni de duası kabul olanlardan eylesin?” deyince, Allah Rasulü: “Bak Sa’d! Yediklerin helal olsun ki, duası kabul olanlardan olabilesin. Vallahi, haram lokma yiyen insanın duasını Allah(cc) kırk gün kabul etmez. Kimin eti haramla ve faizle oluşursa, ona ateş daha layık olmuş olur.” buyurdular. 15 Halkın ve Yöneticilerin Sorumlulukları Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK İ ve le âdil i ü n ö y ici her a bilgi d Yönet n u s nu tme ko e e r t a d liyaka a halkı i c ı r y A alıdır. m l o en i b s a hi em ver n ö e y re e istişâ v i b i . h sa erekir g ı s a olm birisi 16 slâm, herhangi bir coğrafi, sosyal ya da dil sınırı tanımayan; ilke ve reformlarını bütün insanlığa sunan bir dindir. Bu bağlamda liderlik, toplumların yönetiminde önemsenmiş ve İslam düşüncesinde liyakatli yöneticilere sahip olmayan devletin, güçsüz ve problemli olacağı kabul edilmiştir. Aynı zamanda İslam’ın, yönetim hakkını herhangi bir aileye, zümreye ya da sınıfa değil, bir bütün olarak ümmetin sorumluluğuna verdiği kabul edilmiştir. Yöneticiler halkın içinden çıkan diğer bir ifadeyle yönetilenlerin aynalarıdır. Yönetilenler kendisini yönetecek kişilere sorumluluk yüklemiş, onun adına haklarını korumasını istemiştir. “Yolculuk yaparken üç kişi de olsanız birini lider yapın.” (Müslim, Mesacid 289; Ebu Davud, Cihad 80) diyen Rasûlüllah (s.a.v.) yöneticiliği bir çobana benzetmiştir. “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz.” (Buhârî, Cumua, 11, Nikah, 90, Ahkâm, 93; Müslim, İmâre, 20). Aralık Rasûlüllah (s.a.v.) on yaşlarında amcası Ebû Tâlib’in veya başkalarının koyunlarını güttüğü ve kendisine sorulan bir soru üzerine de her peygamberin koyun güttüğünü belirtmiştir. (Buhârî, İcâre, 2; İbn Mâce, Ticaret, 5). Benzer şekilde Hz. Musa (a.s.), Hz. Davud (a.s.) ve Hz. İsa’nın (a.s.) da çobanlık yaptığı ve bu yüzden “Çoban” imgesinin liderliği tanımladığı belirtilmektedir. Bununla birlikte farklı kaynaklarımızda yönetici için bazı özellikler sayılmıştır. Yöneticilikte Liyakat ve İstişâre Yönetici her yönü ile âdil ve halkı idare etme konusunda bilgi sahibi olmalıdır. Ayrıca liyakat sahibi ve istişâreye önem veren birisi olması gerekir. Liyakat, iş yapmaya uygunluk ve yararlılık durumudur. Yani yönetici, idarecilik yapmasını sağlayan özel kabiliyetlere sahip olması gerekmektedir. Rasûlüllah’ın (s.a.v.) “Şu gök kubbenin altında ve yeryüzünün üstünde Ebû Zer’den daha doğru sözlü kimse yoktur” (Tirmizî, menâkıb, 35; İb Mâce, Sünnet, 11) dediği sahabisinin yönetici olma isteğini bu gerekçe ile reddetmiştir: “Ebû Zer! Sen zayıfsın. İdarecilik ise emanettir. Gerçekten hakkını yerine getirmeyen ve gereğini eda etmeyenler için bu vazife rezillik ve pişmanlıktır” (Müslim, İmâre, 16). Yöneticiler için bu özellik olmazsa olmaz şarttır. Hz. Yusuf kıssasında anlatılan kralın yanına alacağı özel danışman için kullandığı “mekîn” (Yusuf, 12/54), Hz. Yusuf’un görev isterken kullandığı “alîm” (Yusuf, 12/55), Hz. Şuayb’ın (a.s.) kızının Hz. Musa (a.s.) için kullandığı “el-kavî” (Kasas, 28/26) aynı anlamı yani iş yapabilmeyi ifade etmektedir. Yöneticilikte liyakat gözetilmeyip de eş, dost, akraba gözetildiği zaman toplumun geri kalmasına, kin ve nefret duygularının oluşmasına ve şiddet eğilimlerinin artmasına zemin hazır- lanmış olur. Buna Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle dikkat çekmektedir: “İşler ehil olmayanlara verildiği zaman, kıyameti bekleyiniz.” (Buhârî, İlm, 2). Kur’an-ı Kerim, Hz. Davud (a.s.), Hz. Süleyman (a.s.), Hz. Yusuf (a.s.) gibi erkek iyi yönetici örneklerini anlattığı gibi, Firavun ve Nemrut gibi kötü yöneticileri de anlatır. Buna karşın yine övgüyle bahsettiği kadın yönetici Sebe kraliçesidir. (Neml, 27/22-44). Burada anlatıldığına göre Sebe kraliçesi istişâre heyetini topluyor ve Hz. Süleyman’ın gönderdiği mektubu beraberce değerlendiriyorlar ve ne yapacaklarına karar veriyorlar. Yine anlatıldığına göre Sebe kraliçesi Müslüman oluyor ve Kur’an’da yöneticilikten azledildiğine dair bir işaret de verilmediği için büyük bir ihtimalle yönetimde Müslüman kadın yönetici olarak kalmaya devam ediyor. Burada Kur’an’ın dikkat çektiği Sebe kraliçesinin Hz. Süleyman’dan gelen mektuba verilecek cevap için istişâre heyetini toplamasıdır. “Kraliçe şöyle dedi: “Efendiler! İçinde bulunduğum durum hakkında bana görüşünüzü açıklayın. Sizin görüşünüzü almadan asla bir işe kesin karar vermem.” (Neml, 27/33). İstişâre heyetindekiler de buna şu cevabı verdiler: “Biz güçlüyüz. Zorlu savaşçılarız. Emir senindir. Sen emretmene bak.” (Neml, 27/34). İstişâre heyetinin savaşmak için tam yetkisine rağmen Sebe kraliçesi basiretini konuşturuyor ve karşı tarafın gücünü ve niyetini denemek istiyor. “(Süleyman iktidara ve ser- “Yolculuk yaparken üç kişi de olsanız birini lider yapın.” (Müslim, Mesacid 289; Ebu Davud, Cihad 80) diyen Rasûlüllah (s.a.v.) yöneticiliği bir çobana benzetmiştir. “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz.” (Buhârî, Cumua, 11, Nikah, 90, Ahkâm, 93; Müslim, İmâre, 20). Aralık 17 vete düşkün bir zorba mı, yoksa iman sahibi bir nebi mi?) Ben bunu anlamak için bir hediye göndereceğim, sonra bakacağım elçiler ne ile dönecekler?” (Neml, 27/35). Yöneticinin Sorumluluğu Yönetici öncelikle halkına karşı âdil olmalı ve insanlar arasında adâletle hükmetmelidir. Hz. Peygamber, âdil yöneticinin Allah’ın gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı günde, kendi gölgesi altında gölgelendireceği yedi kişi arasında ve hatta ilk sırada sayarken (Müslim, Zekât, 91; Nesâî, Âdâbu’l-Kudât, 2) bir başka hadiste ise duası geri çevrilmeyecek üç kişi arasında saymıştır. (Tirmizî, Deavât, 128; İbn Mâce, Sıyâm, 48). Yine o, “Kıyamette insanlar nezdinde Allah’ın en sevdiği kişinin âdil yönetici ve en çok buğz ettiği ve mekan olarak kendisine en uzak kişinin ise zalim yönetici olduğu”nu belirtmiştir. (Tirmizî, Ahkam, 4). Yine Hz. Peygamber (s.a.v.) âdil davrananların ahirette Allah katında nurdan minderler üzerinde ve Rahman’ın gözdeleri olacağını belirtmiştir. (Müslim, İmare,18). Âdil yöneticiye Allah’ın yardımı çeşitli şekillerde tezâhür edebilir. “Allah bir idareci hakkında hayır dilediği zaman, ona dürüst bir yardımcı verir. Eğer o idareci yapılması gereken bir işi unutursa bu yardımcı, ona hatırlatır. Eğer idareci işi kendisi hatırlarsa o zaman da bu yardımcı işin yapılması hususunda idareciye yardımcı olur. Eğer Allah onun hakkında hayır dilememişse ona kötü huylu bir yardımcı verir. Eğer yapılması gereken bir işi unutursa yardımcı ona hatırlatmaz. Eğer idareci işi kendiliğinden hatırlarsa o zaman da işin yapılmasında ona yardımcı olmaz.” (Ebû Dâvûd, İmâre, 4). Allah Rasûlü âdil yöneticiyi övüp ona müjdeler verirken, zalim yöneticiyi ise Allah’ın öfke duyduğu kişiler arasında saymaktadır. “Yüce Allah dört kişiye öfke duyar: Çok yemin eden satıcı, kibirli fakir, zina eden ihtiyar ve zalim yönetici.” (Nesâî,, Zekât, 77). Müslümanların yöneticiliğini üslenip de onlara zorluk ve kolaylık çıkaranlara Allah Rasûlü şöyle dua etmiştir: “Allah’ım! Bir kimse ümmetimin yönetimi konusunda bir vazife alır da onlara zorluk çıkarırsa sen de ona zorluk çıkar! Bir kimse ümmetimin yönetiminde görev alır da onlara hoş muamele ederse, sen de onlara hoş muamele eyle!” (Müslim, İmâre, 19). Bir başka hadis de ise Allah’ın Rasûlü, yöneticinin ağır bir sorumluluk üslendiğini belirtilmiştir. “Yönetici bir kalkandır. Onun ardında savaşılır, onunla tehlikeden korunulur. Şayet o, Allah’a karşı sorumluluk bilincini emreder ve adaletle hükmederse bütün yaptıklarından sevap kazanır. Bundan başka bir şey emrederse yaptıklarının karşılığını çeker.” (Müslim, İmâre, 43; Nesâî, Biat, 30). Yöneticiler çalışıp halkına karşı samimi olmak ve işlerini danışarak yürütmelidir: “Eğer bir idareci Müslümanların işini üzerine alır, sonra onlar için çalışıp samimiyet göstermezse onlarla birlikte cennete girmez.” (Müslim, İmâre, 22). “Onlar işlerini aralarında danışma ile karara bağlarlar.” (Şûrâ, 38). “İş konusunda onlara danış.” (Âl-i Imrân, 159). Rasûlüllah’ın (s.a.v.) “Şu gök kubbenin altında ve yeryüzünün üstünde Ebû Zer’den daha doğru sözlü kimse yoktur” (Tirmizî, menâkıb, 35; İb Mâce, Sünnet, 11) dediği sahabisinin yönetici olma isteğini bu gerekçe ile reddetmiştir: 18 Aralık Lider, istişâre sonucunda bir şeye karar verdiğinde kararlı ve doğru bildiğinden şaşmaması gerekir. Çünkü onun kararlılığını ve gücünü test etmek isteyenler olabilir. “Toplumu ilgilendiren her konuda onlara danış, görüşlerini al; sonra bir hareket şekline karar verince de, Allah’a güven. Çünkü Allah, kendisine güvenip, dayananları sever” (Âl-i Imrân, 159). kundaklama, kadınlarına tecavüz gibi en ufak bir kaygı ve endişe duymaz. Aksine bu fetih ordusunun her ferdi, kendisini halkın canları, malları ve kadınlarının namusu için birer bekçi olduğunu görürler. Uluslararası meselelerde dürüstlükleri ile kendileri için öyle bir isim yaparlar ki, bütün dünya bunların dürüstlüğü, adalet sevgisi, üstün ahlaki prensipleri ve sözlerinin doğruluğu hakkında kesin bir kanaate sahip olur.” (Mevdûdî, Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim, s.86-87). Pakistanlı âlim Ebü’l-Â’lâ el-Mevdûdî (ö. 1399/1979) yöneticide aranan özellikleri ve sorumluluklarını şöyle belirtmiştir: “Müslümanlar, kalbinde Allah korkusu taşıyan, yaratana karşı büyük bir sorumluluk duygusu besleyen, ahiretteki mükâfatı bu Yöneticiye düşen vazifeler olduğu gibi halka da dünyadaki menfaate tercih eden, madüşen sorumluluklar vardır. Bunun nevî kaybı ve kazancı, maddî kayba karşılıklı olması gerektiği unutulmaveya kazanca üstün tutan, her şeyde malıdır. Birincisi yönetilenlerin Mevlâ’nın rızasını kazanmaya çalı“Ebû Zer! Sen yani halkın sorumluluğu, işi ehşan, şahsî veya ulusal menfaatlerin, zayıfsın. İdarecilik ise line vermektir. şehevî arzuların veya tamahın köleemanettir. Gerçekten si durumuna düşmeyen kişileri idaEğer yöneticiler iyi kişiler, hakkını yerine getirreci olarak seçerler. Bu kişiler taraf zenginlerin de cömert olduğu meyen ve gereğini eda tutmazlar, peşin hükümlü olmazlar, ve herkesin işlerini yaparken gözlerini zenginlik, güç hırsı bürüetmeyenler için bu vauzmanlara danıştığı toplummemiştir, mal ve makam peşinde dezife rezillik ve pişmanlar bu anlamda ideal toplumlardır. ğildirler, dünya zenginliklerine sahip lıktır” (Müslim, İmâre, Ama yöneticilerin şerli, zenginlerin oldukları zaman da sâdık, samimi ve cimri ve işlerin de uzmanlarına da16) saygı değer birer ‘vekil’ olduklarını nışılmayıp kadınların dedikodusuna gerçekten ispat ederler. Eğer idari bırakılması bir toplum için felakettir. dizginler bunlara verilmiş olsa, ko“Yöneticileriniz hayırlılarınız; rumakla yükümlü oldukları halkı düzenginleriniz cömertleriniz olduğu, şünürken birçok geceyi uykusuz geçirirler. Halk da huzur içinde canlarının, mal ve mülklerinin, şeref ve işleriniz de aranızda danışarak görüldüğü sühaysiyetlerinin, kısaca kendilerine ait her şeyin tam rece yerin üstü sizin için yerin altından daha bir güvenlik içinde olacağı kanaatiyle ömürlerini hu- hayırlıdır. Yöneticileriniz şerlileriniz; zenginzur içinde geçirir. Herhangi bir ülkeyi savaşarak ele leriniz cimrileriniz olduğu, işleriniz de kadıngeçirseler, o ülke halkı sebepsiz yere ölüm, yağma, lara kaldığı zaman yerin altı sizin için yerin üstünden daha hayırlıdır.” (Tirmizî, Fiten, 78). Halkın Sorumluluğu Halkın, hayırlı ve meşru otoriteye itaatı gerekmektedir. “Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Nisâ, 4/58) “Ey İman Edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan yöneticilere de…” (Nisâ, 4/59). Allah’ın Rasûlü de yönetilenlerin, başlarına geçen idarecilere itaat etmeleri gerektiği üzerinde ısrarla Aralık 19 Allah’ın Rasûlü itaatin ölçüsünü ise şöyle açıklamaktadır: “Ey insanlar! Allah’a karşı sorumluluk bilinci içerisinde olun. Sizin başınıza kulağı kesik Habeşli bir köle bile getirilmiş olsa Allah’ın kitabına göre hareket edip size de onu uyguladığı sürece emirlerini dinleyin ve itaat edin!” (Buhârî, Ahkâm, 4; Tirmizî, Cihâd, 28) durmuştur. “Her kim emîre (yöneticiye) itaat ederse şüphesiz bana itaat etmiş olur. Her kim de ona isyan ederse şüphesiz bana isyan etmiş olur.” (Müslim, İmâre, 32). Allah’ın Rasûlü itaatin ölçüsünü ise şöyle açıklamaktadır: “Ey insanlar! Allah’a karşı sorumluluk bilinci içerisinde olun. Sizin başınıza kulağı kesik Habeşli bir köle bile getirilmiş olsa Allah’ın kitabına göre hareket edip size de onu uyguladığı sürece emirlerini dinleyin ve itaat edin!” (Buhârî, Ahkâm, 4; Tirmizî, Cihâd, 28). “Müslüman bir kimsenin hoşlandığı ve hoşlanmadığı her hususta (yöneticisini) dinleyip itaat etmesi gerekir, ancak kendisine Allah’a isyanı gerektiren bir şey emredilmesi hariç. Eğer kendisine Allah’a isyanı gerektiren bir emir verilirse, bunu dinleme ve buna itaat etme yoktur.” (Müslim, İmâre, 38). Yöneten ve yönetilenler arasındaki iletişimde genel olarak yönetilenler kendi eksikliklerini gidermek yerine yöneticileri eleştirmekle işe başlarlar. Yine kendisi hatalarla dolu olan insanoğlu, başkasının kusursuz olmasını ister. Diğer bir tabirle “kendi gözündeki merteği görmeyenler başkasına senin gözünde çöp var derler.” Bilmelidir ki hatasız ve günahsız insan yoktur. İncil’de şöyle bir anektod anlatılır: Zina yaparken yakalanan bir kadın Hz. İsa’nın (a.s.) huzuruna getirilir ve onun taşlanarak öldürülmesi talep edilir. Gelirken de İsa’yı (a.s.) zor durumda bırakmak için şöyle bir tuzak kurarlar: “Eğer onu kurtarırsa, bu Musa’nın (a.s.) kanununa aykı- rıdır ve böylece onu suçlarız. Eğer mahkûm ederse bu kendi akîdesine aykırıdır çünkü o merhameti tebliğ etmektedir.” Bunun üzerine İsa (a.s.) parmağıyla bir ayna yapıp herkes kendi kötülüklerini görünce onlara şöyle der: “Aranızda günahsız olan, ona ilk taşı atsın!” Bu söz üzerine herkes oradan sıvışır gider ve Hz. İsa (a.s.) da kadını gönderir.” Eleştirdiğimiz kişilerin yerinde biz olsak acaba daha az mı hata yaparız yoksa daha mı çok? Aslında “herkes evinin önünü temiz tutarsa, sokaklar temiz olur.” Temizlemeye evimizin önünden, temizlenmeye de kendimizden başlamalıyız. Kendimiz, ailemiz, akrabalarımız, komşularımız dalga dalga temizlik dalgası devam etmelidir. Ama insan olarak her zaman kolay olanı seçeriz. O da başkasının düzelmesini istemektir. “Unutmayalım ki toplumda aydınlar ve yöneticiler, gökten inmeyip halkın arasından çıkmaktadırlar. Halkın bilgi ve kültürel kalitesi ne kadar iyi ve düzeyi ne kadar yüksek ise, kendisini aydınlatacak ve yönetecek kişiler de ona paralel olarak kaliteli ve düzeyi yüksek olur. Çünkü halkın düzeyi ile yetiştirdiği aydınlar ve çıkardığı yöneticiler arasında doğru bir orantı vardır. Aydınlar ve yöneticiler halkın arasından süzülerek çıkar ve halka öncülük/yöneticilik ederler. Bunların iyi bir öncülük ve yöneticilik yapabilecek düzeyde olabilmeleri için, içinden geldikleri halkın düzeyinin de aynı şekilde iyi ve yüksek olması gerekir. Son tahlilde, onların düzeyi veya kalitesi halkın ancak birkaç adım ilerisinde olur.” (Sarmış, İbrahim, Hz. Muhammed’i Doğru Anlamak, II, s. 157). Bizler kendimizi iyiye doğru değiştirmedikçe Allah bizi değiştirecek değildir. “…Siz kendinizi değiştirmedikçe Allah sizi değiştirmez…” (Ra’d, 11). Bilelim ki bizler dinimizin istediği gibi insanlar olursak Allah da bizim layık olduğumuz yöneticiler elbette verecektir. “Nasıl iseniz öyle idare olunursunuz.” (Kudâî, Müsnedü’ş-Şihâb, I, 336). Selam ve dua ile… 20 Aralık Oğuzhan GÜRHANİ En Güzelle Konuşma… DUA Her imtihanda, topluluklardan farkı olduğunu gösteremeli insan Allah’a. Hayatında göstermeli ve duasında tabi. tiğimiz en büyük dualar hükmünde iken, sabah akşam Allah’a ne olumsuz düşünceler, ne negatif ses kayıtları veririz. Kendine yardım etmeli insan, topluluklara yardım etmeli, dua etmeli. SIRDAŞIN KİM? Bizi daha çok sevsin diye Allah, Ona bahaneler vermeli. Ve evet... Ne mutlu sırdaşlık tercihi “sadece Allah” olanlara. Ne mutlu sırrını başkasına s’açmayanlara. Ne mutlu hüznünü ve derdini yalnızca Allah’ a arz eden kullara. Ne mutlu Allah’ la sırdaş olmayı, başkasına içini dökmeye kurban etmeyenlere. Yalnız kaldığında öyle şeyler söylemeli ki en büyük dosta, sevdirmeli kendini. Derdini dökmeli insan. Evet “Zaten biliyor” lakin bu bilmeye olan imanını yakin ‘leştirmeli, bu bilmeye olan imanın yakinini ziyadeleştirmeli, iç ahvalini kendine göstermeli, kendi içi ile yüzleşmeli. “Allah biliyor” ‘un içine dahil olan ‘kalpte gömülü ne varsa’, duaya dönüştürmeli, ellerine dökmeli. Anlatmalıyız her şeyi Allah’a. ‘Güya Allah’a.’ Asıl ‘nefsimizi’ şahit etmeliyiz duaya. Ve içimiz tekrarlamalı, “Hani şimdi duadasın, Allah duyuyor ya, anlat ne var ne yoksa, anlat ve bil, “hal yoluna koyulacakların listesidir anlattıkların.” Unutma.” Topu at ona. Dua şahit olmak ve şahit etmektir. Dua, şahit olduğuna şahit etmek, şahit ettiğine şahit olmaktır. Davada da, duada da şahitlik gerektir. Ve bil ki kararları sadece hakim verir. Ona verilen her konu halledilir. Hal böyle iken, neden konular verilmez Allah’ a, neden verdiğine kendi kendin şahit edilmez, neden sende durur bunca yük. Neden her gelişmeyi otomatik duaya dönüştüren bir iç mekanizması geliştirmeyiz. Yer gök dua üstüne madem, neden yeri göğü inletmeyiz, hakkıyla dua etsek dağları yürüteceğiz madem, neden uzun, içli, samimi dualar etmeyiz. Bırakın böyle yapmayı içimizden geçenler, dilimize değenler, bilmeden et- Aralık VE NE MUTLU... Ne mutlu yumurta küfesi gibi dünyayı sırtına yük edinmemişlere, ne mutlu dünya kadar derdi dünyanın sahibine vermişlere. Ne mutlu her anını duaya çevirenlere. Ne mutlu, Allah’a uzun uzun derdini dökenlere. Ne mutlu dua etmek suretiyle “Allah katında bir kıymeti olacağı” kesin bir dille müjdelenenlere. Müjdeler olsun duayı sığınak bilip her şeyden emin olanlara, müjdeler olsun duayı hazine görüp, kendini en zengin bilenlere. Müjdeler olsun müjdelerin sadece müjdelerin sahibinden geleceği güveniyle, isteyeceğini sadece müjdelerin sahibinden isteyene. Müjdeler olsun duayı iletişimden etkileşime, enerjiden sinerjiye çevirenlere. Hayırlar hayırlı olsun sizlere. Eyvallah... Selam ve dua ile. 21 İmanı Gür Genç Nureddin YILDIZ Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdüli’llahi Rabbi’l âlemin ve sallallahu ve selleme âla seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn. im. h anirra m h a r illahir Bism ve lemin â l ’ i b ab a ’llahi R i l yyidin ü e s d a m l a â E lh me e selle v u lihi ve h a a l a l l a a l l ve sa medin m a h n. Mu ecmaî i h i b sah h’a ’i Alla b b d a R amme a lerin h u m e M l  habın dimiz , efen ne, as i d s m e l a i h ma, a un. m ol s issela a h l y e e s l a ve salat 22 Âlemlerin Rabb’i Allah’a hamd, efendimiz Muhammed aleyhisselama, ailesine, ashabına salat ve selam olsun. Değerli Mü’min Kardeşlerim, Kitabımız Kur’an-ı Kerim’in yüz on dört sûresinden birisi Kehf Suresi’dir. Kehf Suresi, defalarca duyduğumuz, “ashabı kehf” diye bildiğimiz bizden önceki nesillerin mü’minlerinden bir gruba ait önemli bir olayın anlatıldığı mübarek bir sûredir. Hepimiz gayet iyi biliriz ki kitabımız Kur’an-ı Kerim, sıradan bilgilerin bulunduğu bir kitap değildir. Beş, on tane Müslüman’ın anlatıldığı bir olayı, Aralık kıyamet gününe kadar camilerde, evlerde, medreselerde, mezarlıklarda ibadet maksadıyla milyarlarca kere okunacak olan bir surenin içerisinde Allah, herkesin sıradan düşünüp konuşabileceği bir şey olsaydı herhâlde anlatmazdı. Bugün bizim yarın da bizden sonraki kuşakların üzerinde derin derin düşünmeleri gereken büyük bir olayı, Allah kitabımız Kur’an-ı Kerim’de bize anlatmaktadır. Bildiğimiz bir olayı ben çok kısa bir üslupla özetleyeyim. “Ashabı kehf” dediğimiz bu Müslüman grup, İsa aleyhisselamdan sonraki dönemde Roma İmparatorluğu’nun hegemonyası altındaki bir yerde Allah için bir şeyler yapmaya çalışan grubun adıdır. İsa aleyhisselamın getirdiği tevhid dini, Roma’nın işkencesine tabi tutulmuş, kimsenin “Allah birdir” demesine izin verilmiyordu. Böyle bir dönemde, sarayda işleri iyi olduğu, görevleri ve imkânları bulunduğu hâlde bir grup Müslüman, Roma İmparatorluğu’nun “Allah birdir” mesajına, İsa aleyhisselamın tevhid inancına baskı yapmasına karşılık, devlet adamlarının da bulunduğu eyalet valisinin, imparatorun vesairenin bulunduğu bir ortamda ayağa kalktılar ve tevhid inancını, “Allah birdir” inancını haykırdılar. Kardeşlerim, Bu herhangi bir filmin senaryosu değil. Kitabımız Kur’an-ı Kerim’in yüz on dört sûresinden bir tanesinin adının bu olacağı kadar konu olmuştur. Ayağa kalkıp “Biz Allah’a iman ediyoruz, Allah’tan başkasına da inanılmaz, siz bu insanları niye şirke zorluyorsunuz” diye haykırdılar. Elbette böylece yürüyen ve işleyen bir sisteme çomak sok- tular. Bunların vücutlarının parça parça edileceğini herkes anladı. Bunlar bir yolunu bulup şehirden kaçtılar. Bir dağa çıktılar, dağdaki bir mağaraya sığındılar. Hem korktular hem de Rabb’lerine teslim olacak teslimiyeti gösterdiler. Kardeşlerim, Burada akılla, kimyasal veya fiziksel bir laboratuvar testiyle test edemeyeceğimiz bir şey oldu. Nedir o? Bu insanlar şirke ve zulme isyan edip dağa çıktılar. Öldürüleceklerini, işkence yapılacağını biliyorlardı ama Allah’a teslim oldular. Rabb’imiz, onların bu teslimiyetini samimi gördü, kabul buyurdu ve insanoğlunun laboratuvarda test edemeyeceği, kimsenin planlayıp yapamayacağı bir şey oldu. Bunlar çok yorgun oldukları için mağarada uyuyakaldılar. Fakat uykuları tam üç yüz yıl devam etti. Üç yüz yıl hiç uyanmadılar. Ölmediler, çürümediler. Kardeşlerim, Tekrar ediyorum. İçimizden “acaba iki yüz doksan sekiz sene olabilir miydi” gibi bir şey geçse bir ayeti inkâr etmiş oluyoruz. Fatiha Suresi’ndeki “hamd âlemlerin Rabb’i Allah’a mahsustur” ayetine ne kadar inanıyorsak ya da ne kadar inanmamız gerekiyorsa, bu adamların –altı, yedi kişilik küçük bir gruplar- o mağarada hiç uyanmadan üç yüz yıl uyumadıklarına da iman ediyoruz. Belki biz onar günden, üç yüz çarpı on diyerek bir sene, iki sene sürdü zannederiz. Böyle zannetmeyelim diye Allah Teâlâ, bunu o kadar açık söylüyor ki “güneş takvimiyle üç yüz yıl, ay takvimiyle üç yüz dokuz yıl” buyuruyor. Şu saatten, şu saate kadar diye neredeyse saat veriyor. Sevgili Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz her cuma günü okumayı emrediyor. “Kehf Sûresi’ni her cuma günü okuyan Deccal fitnesinden kurtulur” diyor. Çünkü Kehf Sûres’indeki bu delikanlıların heyecanını yakalayan, Deccal’in tuzağına düşmez Allah’ın izniyle. Ama mezarlarda değil, diri yüreklerde okunduğu zaman içindir bu. Aralık 23 Uyanmadılar, acıkmadılar, çürümediler, kokuşmadılar. Üç yüz yıl o şekilde uyudular. Üç yüz yıl sonra bunlar uyandılar, Allah uyandırdı. O üç yüz yıl esnasında Roma İmparatorluğu da Hıristiyanlığa geçti, her yer Hıristiyan oldu. Bunlar “Hıristiyanlık hak din” dedikleri için kaçtılar, uyandıklarında her yer Hıristiyan’dı. Bir sebeple tekrar şehre döndüler. Şehirde bunlara değişik bir muamele yapıldı. Üç yüz yıl önce giyindikleri elbiseler üzerlerinde, yanlarında üç yüz yıl öncesinin parası var. Parayı fırıncıya uzattılar, fırıncı şaşırdı: “Bu parayı nereden çaldınız siz” dedi. “Bu eski imparatorluklardan kalma bir para” dedi. Bir senelik, on senelik, yirmi senelik, “gençliğinde kazandı da ihtiyarlığında kullanıyor” diyecek kadar da bir zaman değil, üç yüz yıl… Uygarlıklar değişmiş, şehirler yıkılmış yeniden kurulmuş, dünya yeniden kurulmuş. Bunlar akşam yatıp sabah kalkmış gibi uyanmışlar. Birbirlerine de -Kur’an’dan öğreniyoruz- “Çok uyuduk, her hâlde uyuduğumuz bir günü bulmuştur” demeye başlamışlar. “Çok uyuduk” diyorlar, gözleri falan kamaşıyor. Üzerlerinden üç yüz tane yıl geçmiş. Kardeşlerim, Bu olaydan sonra bunları yakalıyorlar. Bu olayı da tarih kitaplarından öğrendikleri için “zamanın birinde böyle birileri mağaraya sığınmıştı…” bir masal gibi bu olayı biliyorlar. İnsanlar gidip bunları bulmaya çalışıyorlar. Ellerini öpelim, türbe yapalım filan diye merak ediyorlar. Derken Allah Teâlâ bunların ruhunu kıyamet günü dirilmek üzere kabzediyor. Bunlar üç yüz sene üzerine ölüyorlar. İnşallah Allah, onlarla kucaklaşacağımız cennete bizi de koyar da kimmiş bu adamlar görürüz. Kardeşlerim, A ve B noktaları olmak üzere iki noktaya vurgulama yapacağız, onun için bu Kehf Suresi’nin şu bahsedilen olayına temas ettik. Kur’an-ı Kerim’de bu uzun uzun anlatılıyor. Ben kısaca özetleyiverdim. Kardeşlerim, Asıl meseleyi zikredebileceğimiz A maddesi; o dönemde Roma İmparatorluğu’nun yönetimi altındaki topraklarda, devlet sisteminde insanlar “Allah öldükten sonra nasıl diriltecek ki? Boş ver yaşıyorsan yaşa bu dünyada, öldün mü kurtulursun, çürür gider, kaybolursun” diye düşünüyordu. Güya dindar olanların bile diriltilme şüpheleri vardı. Allah, mezara girmiş insanları -aradan asırlar, binlerce sene geçmiş olsa bile- diriltmeye gücünün yettiğini ispat edecek bir deneyi insanlara gösterdi. Bunu da bu gençlerin üzerinden yaptı. Bu “ashabı kehf” dediğimiz o mağara insanlarının başına gelen olay, Allah’ın insanları kıyamet günü diriltmekte zorlanmayacağının, onun için zor bir iş olmayacağının belgesidir. Bu, A maddesidir. Ama B maddesi, bugün burada bizim kulaklarımızın içinde seslendirme cihazı gibi kalacak bir mesajdır. İmparatorun karşısına dikilip “sen kim oluyorsun? Yerlerin göklerin Allah’ı var” deyip zalime “İslam gerilemesin, Ümmeti Muhammed’in hizmete ihtiyacı var, dinimiz unutulmasın” diye. Çok güzel, böyle düşünmen gerekir ama Allah eğitim kitabımız olan Kur’an’da: “Bu işi gençlere yükleyin” diyor. 24 Aralık zulmünü haykıran, bu uğurda hayatını feda etmeye hazır olan ve bu samimiyetin ciddiyetini de şahidi Allah olduğu için gösteren, yaptıklarının provokatör eylem olmadığını, heyecana gelip bağırıp çağırıp sonra da “özür dileriz, yanlış oldu” diyen tiplerden olmadıklarını Allah bildiği için, Kur’an-ı Kerim’in, Ümmeti Muhammed’in kıyamete kadar okuyup amel edeceği bu büyük kitabın yüz on dört bölümünden birinin ismi ve suresinin içini dolduran konu oldular. Kalplerine heyecan verdik. Kalktılar imparatorun karşısında: ‘Bizim Rabb’imiz göklerin ve yerin Rabb’idir. O’ndan başkasını biz ilahımız kabul etmeyiz’ dediler ve herkesin önünde secde ettiği imparatoru ayaklar altına attılar.” Kur’an: “Eğer biz, bu millet gibi ‘sayın imparator’ diye sana saygı gösterirsek sapıtmış oluruz. Biz göklerin ve yerin sahibi olan Allah’tan başkasına ilah demeyiz” dediklerini söylüyor. (Kehf, 14) Allah Teâlâ, üç yüz yıl bir mağarada uyutulup Allah’ın kıyamet günü kullarını diriltmesinin zor olmayacağını belgelediği eylemin aktörleri olan bu insanları tanıtırken, bu bahsettiğimiz olayları anlatmaya başlamadan önce Kur’an diyor ki: Allah’ın “Onlar, Rabb’lerine iman etmiş gençlerdiler.” (Kehf, 13) Kardeşlerim, Sonra da biraz önce bahsettiğim olaylar oldu. Zincirlendiler, tutuklandılar, kaçtılar, yakalanmadılar, üzerlerine duvarlar ördüler, burada havasızlıktan ölsünler diye ama Allah onları üç yüz yıl yaşattı. Yeryüzünün, göklerin, denizlerin altının ve üstünün her yerin gerçek hâkiminin Allah olduğunu, Allah öldürmedikçe kimsenin kimseyi havasız bırakıp öldüremeyeceğini kıyamete kadar “Elhamdülillahi Rabb’il âlemîn. Er-Rahmanirrahim” diye okuyup iman ettiğimiz gibi okuyalım, iman edelim diye Allah Kur’an’ına koydu. kitabında tekrarmış gibi tek bir harf yoktur. Kur’an yerli yerinde, vurgulaması tam, işareti tam, anlamı tam kelimelerden oluşur. Dikkat ediniz! Bu B noktası annelere-babalara, öğretmenlere-muallimlere, delikanlılara Kur’an dozajında bir mesajdır. Allah bir şey anlatacak, “geçmiş ümmetlerin içinde mü’minlerden bir grup vardı” demiyor. “Onlar Rabb’lerine iman etmiş gençlerdi” diyor. Rabb’lerine iman etmişlerdi. Biz de onların hidayetini artırdık. Şimdi ben, Rabb’imin kitabı Kur’an-ı Kerim’de Kehf Suresi’ni okuyan bir mü’min olarak bu sûreyi okumaya başladığımda “hangi mağaraya girdiler? Tarsus’ta mıydılar, başka bir yerde miydiler” konularına takılmıyorum. İster Tarsus’ta olsunlar, ister İstanbul’da olsunlar, ister Ağrı’da olsunlar, isterse Londra’da olsunlar. Yedi kişi miydiler, dokuz kişi miydiler, on bir kişi miydiler? Kapılarında bir köpek vardı -bir köpek de peşlerine takılmış- bu köpek beyaz mıydı, fino köpek miydi, çoban köpeği miydi? Bunlar çobanca laflardır. Çünkü Allah, bunlara temas etmiyor. “Bir çoban köpeği onları bekledi” demiyor. Köpeğin adı Kıtmir miydi, fino muydu? Hiç önemli değil. Ben bir mü’min olarak Kur’an-ı Kerim’i Aralık 25 hidayet kitabım, amel kitabım, inanç kitabım ve malzemem olarak önümde görüyorum. Bu mübarek sûreyi de Sevgili Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz her cuma günü okumayı emrediyor. “Kehf Sûresi’ni her cuma günü okuyan Deccal fitnesinden kurtulur” diyor. Çünkü Kehf Sûres’indeki bu delikanlıların heyecanını yakalayan, Deccal’in tuzağına düşmez Allah’ın izniyle. Ama mezarlarda değil, diri yüreklerde okunduğu zaman içindir bu. Ben Kehf Sûresi’ni okuduğum zaman, bu hadiseyi Rabb’imden dinlediğim zaman “filan şehirde miydiler, filan yerde miydiler? Ziyarete gidince mağaraya arabayla mı çıkılıyordu, asansörle mi çıkılıyordu” kısımlarına takılmıyorum. Takılırsam şeytanın ağında kalırım bunu biliyorum. Kapısındaki köpeğe takılmıyorum. “Üç yüz sene boyunca acaba -sünnete uygun bir şekildesağ omuzlarında mı yatıp uyumuşlardı yoksa sırt üstü mü yatmışlardı” buna da takılmıyorum. Çünkü o bir mucize çeşidi değil. Rabb’im ona zaten dikkatimi çekmiyor. Benim Rabb’im, başka bir şeye dikkatimi çekiyor. Mağarayı anlatmadan, imparatorun zulmünü anlatmadan, üç yüz seneyi anlatmadan, “şöyle uyandılar, böyle uyudular” demeden, “işte fırıncıya gitti, ‘bana ekmek ver’ dedi, fırıncı üç yüz sene önceki paraya baktı ‘siz bu parayı nereden buldunuz’ dedi” bunu anlatmadan Allah, “Onlar delikanlılardı, gençlerdi, yüreklerinde iman vardı” diyor. Ümmeti Muhammed’in burada kalması gerekiyor. Medrese, Kur’an kursu, imam hatip lisesi, cami, eğitim merkezi, vakıf, dernek, ne açacaksan aç. Ev kuracaksın, aile kuracaksın, nikâh yapacaksın, nişan yapacaksın… Dur! Dur! Kanun, kararname; sen bunu niye yapıyorsun? “İslam gerilemesin, Ümmeti Muhammed’in hizmete ihtiyacı var, dinimiz unutulmasın” diye. Çok güzel, böyle düşünmen gerekir ama Allah eğitim kitabımız olan Kur’an’da: “Bu işi gençlere yükleyin” diyor. Roma İmparatorluğu, imanı ve ahirette dirilmeyi, öldükten sonra dirilmeyi yok hâle getirmek, inanılmaz hâle getirmek, Jüpiter’ine, bilmem ne ilahına inandırmak için insanları uğraştırırken, imparatorun önünde “bizi yarattın” diye secde edilir hâle getirdiği bir zamanda, Allah bütün kâinatta yaşayan insanlara, cinlere, herkese vereceği dersi, çok takva, ibadetle meşgul, İsa aleyhisselamı görmüş insanların üzerinden değil, yürekleri iman dolu bir avuç genç üzerinden verdi. Demek ki Allah, Kur’an Ümmeti’nin, Kur’an’ı kendisine rehber edinmiş Ümmet’in, Kur’an sayesinde cennete gireceğine iman eden Ümmet’in, yatırımını, ahirete iman hayatını, yüreğinde iman olan gençler üzerinden yapsın istiyor. Bunun için Ümmeti Muhammed’in ilk mübarek nesli ashabı kiramın ilk iman edenleri, cennetle müjdelenen on tanesi veya ilk yüz sahabinin yüzde yetmişi otuz yaşın altındaki gençlerdi hep. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi omuzlarında taşıdılar. On yedi yaşında Sa’d bin Ebi Vakkas, Resûlullah aleyhissalatu vesselam için gösterdiği fedakârlıkta, bir peygamberin övgüsünün zirvesine Emsallerinin sefa sürdüğü, istediği gibi zevklendiği bir ortamda, arkadaşlarının nefsine tapındığı bir zama nda, kimsenin onu bir günahtan, ayıptan, namaz kılmamaktan dolayı kınamayacağı bir ortamda, “Benim Rabbim Allah’tır” diyen genç. 26 Aralık yaklaştı. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem döndü ona dedi ki: “At, at, sana anam babam feda olsun!” Peygamber’den bu cümleyi duydu. Allah’tan başkasını tanımayız, kim oluyorsun sen” dediler. Aziz Mü’minler, Bu Ümmet’in insanlık üzerindeki hidayet proVurgulama yaptığım şey budur. Bizim kitajesi, Rabb’lerine iman eden gençlerin üzerindendir Allah’ın izniyle. Bunun için küfür ve küfrün hizmet- bımız Kur’an’ımızda tek bir kelime “yahu şurada kârları gençleri şu ağdan bu ağa, bu filmden şu filme, olsa daha iyi olurdu” denebilir bir kelime değildir. şu rezillikten bu rezilliğe heder etmek için uğraşıyor. Allah’ın kitabında tekrarmış gibi tek bir harf Çünkü bugün, şerrin ağlarına, şehvetin ağlarına tak- yoktur. Kur’an yerli yerinde, vurgulaması tam, işareti tam, anlamı tam kelimetığı gençler, yarın Ümmeti Muhamlerden oluşur. med’in helak edilmiş bir asrı olarak ortaya çıkacak. Bunun hesabını iyi Kur’an, normalde Resûlullah yapıyorlar. Gençlerin gür imasallallahu aleyhi ve sellemin ashabını nı bu Ümmet’in gelecek anlatırken “Muhammed Allah’ın Roma İmparatoru o gün asırları demektir. Bu peygamberidir ve onunla be“dünyanın yarısı benim, öbür sebeple yüzlerce cami raber olanlar, iman edenler…” yarısı da benim olacak” diyen yerine, bu Ümmet’in diye devam ediyor. Musa aleyhisseadamdı. Gerçekte de öyleydi. Bastığı imanını haykıracak üç lamı, ona iman edenleri anlatırken yer onun oluyordu. Yüz binler değil, öyle anlatıyor. Ama bir zulmün kargenç yetiştirmek, üç milyonlarca kalabalıktan oluşan orşısında kıyamete kadar bütün iman yüz yıllık projeye değer dusu vardı. İmparator hiçbir zaman edenlerin ders yapacağı hammad“bana bir bardak su verin” deşey demektir. deyi oluşturan kehf ashabını anlatmedi. Su isteyeceği hissedilip suyu tığında Allah, “Onlar Rabb’lerine getirildi. Kaş hareketleri emir oldu. iman eden gençlerdi” diyerek Dudağını kıpırdatsa şimşek çaktı başlıyor. zannediliyordu. Böyle bir adamdı. Etrafında on binlerce kölesi onu koruyor. Roma’dan Anadolu’nun ucuna kadar, Hatay sınırına kadar dört kişinin taşıdığı salla getirilmiş. Binlerce kilometreyi dört kişinin omzunda yürüyerek gelmiş, onu taşımak için yirmi bin kişi görevli olmuş. Böyle bir despot Firavun oğlu Firavun adam, Firavun’a lanet okutacak bir adam ve dört tane, beş tane, bilemedin altı tane genç karşısına çıktılar, “Biz âlemlerin Rabb’i olan Kur’an belagati, Kur’an edebiyatı, Kur’an azameti üzerine düşündüğümüz zaman yeryüzünde mü’mince bir hayat için, ahiret şuuru kazandırmak için iş yapacak neslin gençler olduğunu, onların çalışmasının üç yüz yıl beklenecek bir mucize denkliğinde olduğunu Allah bize işaret ediyor. Böyle bir genç bulduğun zaman, böyle bir genç grup bulduğun zaman ona gökten Allah’ın rahmeti yağacak demektir. Çünkü gencin ibadeti başkadır. “Bu delikanlı, deli dolu, ne dediğini bilmez abuk sabuk konuştu, yahu protokole aykırı konuştu şu hâle bak. Daha dikkatli konuşsa… İşte, gençler tecrübesiz” filan diyoruz ya hani, tecrübeli ihtiyarlar çok güzel susmayı biliyorlar da tecrübesiz gençler bol bol konuşuyorlar ya, Allah “kalplerine desteğimizi verdik ve kalktılar delikanlıca konuştular” diye buyuruyor. Ama her şey nerede başladı? “Rabb’lerine iman etmiş delikanlılar” olarak Allah’ın defterine yazıldılar. Aralık 27 Onlar Allah’a imanlarını ispat edince, melekler yüreklerindeki imanı defterlerine kaydedip “Peygamber’in indirdiği tevhid bunların yüreğinde var” diye işaret edince, artıyı bir defa aldıktan sonra, peşinden onlara Allah’ın hidayeti yağdı. Kalpleri Allah’ın arşıyla bağlantı kurdu, “Kalplerine hidayet yağdırdık, güç verdik, enerji verdik, kalktılar ‘Bizim Rabb’imiz Allah’tır’ dediler.” Allah, hizmetçilerinin, eyalet valisinin, “bir şey emreder misiniz efendim” demeye bile cesaret edemedikleri bir ortamda, kendi çocukluk arkadaşlarına konuşuyor gibi kralın önünde onların haykırdıklarını buyuruyor. Hepsi ne sayesinde oldu? “Onlar, Rabb’lerine iman eden gençlerdi.” Kardeşlerim, İman herkes için değerli ve herkes için cennetin şartıdır. İmanın iyisi kötüsü olmaz ama gencin imanı üç yüz yıl yetecek bir enerjinin adıdır. Bunun için emsallerinin sefa sürdüğü, istediği gibi zevklendiği bir ortamda, arkadaşlarının nefsine tapındığı bir zamanda, kimsenin onu bir günahtan, ayıptan, namaz kılmamaktan dolayı kınamayacağı bir ortamda, “Benim Rabbim Allah’tır” diyen genç, ihtiyardan, hocadan, hacıdan, sakallıdan daha kıymetli olduğu için, üniversite ortamlarındaki rezil, ahenksiz, berbat pozisyonlara karşı Allah’tan hayâ edip, utanıp kendisini kenarda saklayan delikanlılar, emsallerinin battığı çukurların etrafına bile yanaşmaya cesaret edemeyip Allah korkusuyla cüretkâr bir şekilde “ben Allah’tan korkarım, Allah’tan korktuğumun bedelini de öderim, velev ki bütün nimetler elimden gitsin” diyen gençler var ya, bunların yeri cennet, işte Havz-ı Kevser. Vallahi böyle de değil. Bunların yeri cennet bile değil. Neresi? Allah’ın Arş’ının gölgesidir. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah’ın Arş’ı bu genci bekliyor” diyor. Allah’a kulluk heyecanıyla yaşayan genç, birincisi Ömer bin Hattab olan yedi büyük seçilmiş insandan biri olarak, bütün insanların, iyilerin, kötülerin, herkesin mahşer heyecanıyla kavrulduğu bir zamanda, Arş’ın gölgesinde gölgelenecek. “Acaba cennete girer miyiz, giremez miyiz” diye herkesin düşündüğü, peygamberlerin dahi “ne edeceğiz bugün” diye merak ettiği, endişelendiği, “Muhammed aleyhisselatü vesselam nerededir? Şefaat etse bize” diye herkesin aradığı bir zamanda Allah’a kulluk lezzetiyle, ahengiyle büyüyen gençler Allah’ın özel misafiri olacak. Rabb’e iman etme zevkiyle büyüyen genç başka bir genç. O günlerde İsa aleyhisselamın yakın nesilleri vardı, mesela; torunları filan sağdı. Allah, bunu onlardan üç-beş tanesiyle yapabilirdi. Ama mucize, üç yüz yıllık enerji birikimi ve heyecanı ancak bu delikanlılarda olurdu da Allah onları seçti. Çok açık ve seçik bir şekilde bunu görüyoruz. Allah’ın kitabı yüz on dört sûredir. Bu yüz on dört sûrenin birisi de El- Kehf Suresi’dir. Fatiha’ya hangi Allah olarak iman ettiriyorsa bizi Allah, Kehf Suresi’ne de o Allah’ın indirdiği bir sûre olarak iman ettiğimize göre açık ve seçik bir şekilde bu delikanlılara Allah “işte siz, kıyamete kadar bütün insanlığın iman etmesi gereken, Allah’ın dirilteceği ve buna muktedir olduğu imanının şablonusunuz” dedi. Bu şerefle, onları şereflendirdi. Sana imanın altı şartını altmış defa sayabilir ama yataktan altı saniye kalkamıyor. Mükemmel biliyor, sadece karşı cinsi görünce dayanamıyor, yoksa çok iyi genç. Öyle imandan söz etmiyoruz. 28 Aralık Kardeşlerim, Burada bir C maddesi açacağım. Bunlar herkesin aldığı nefeslerin sayıldığı bir zamandaydılar. Dolayısıyla bunlar sabaha kadar o zamanki kitap olan İncil’i okuyup akşama kadar da ziraat yapıp namaz kılan insanlar değillerdi. Sakın böyle zannetmeyesiniz. Nerede ibadet yapıyorsun ki, potünüs, jüpitüs, kopütüs diye ilahlar var onlara tapınman gerekiyor. Zaten “Allah” dedin mi ipe götürülüyorsun. yapmaya gerek yok. Nice cami yaptırmış insanlar, çok çok hac yapmış insanlar var. Kur’an’da adları var mı? Yaptıkları şeyler sevap oldu, defterlerine yazıldı, Rabb’lerinin rızasını kazandılar, gittiler. Kardeşlerim, Bunlar, kendileri Rabb’lerinin rızasını kazandılar. Büyük sevaplar kazandılar. Kendilerinden sonra ölümü göze alarak kıyamete kadar milyarların imanına da sebep oldular. Bu ne sayesinde oldu? Koca Roma imparatorunun karşısında, ilkokul arkadaşlarının önünde söylüyor gibi “biz, biz Allah’tan korkarız, senden korkmayız” diyen yürekleri sayesinde oldu. Gencin imanı cennetten önce Arş’ın gölgesiyle gölgelendirilecek kadar değerlidir. Ne namazı, ne orucu! Sadece “Allah” derken kaynayan kanları vardı, başka hiçbir şeyleri yoktu. Asiye de öyle bir kadındı zaten. “Rabb’im” dedi yerle gök arası heyecanla doldu Âsiye için. Âsiye, Firavun’un karısı, o da sabahlara Biz, imanın bilkadar namaz kılan, tesettürlü, peçegisini değil, aşısını li, ibadetli, tespihli bir kadın değildi. istiyoruz. İman aşısı Nasıl olacaksın ki? Firavun kime tespih çektiriyor? Nesi vardı Âsiye’nin? gençlere verilmeliRabb’im, dir. Anne babaların, Burada gençlere söylemeden önce annelere, babalara, muallimlere, vakıf, dernek görevlilerine, Ümmeti Muhammed’in çocuklarına hizmet ettiği düşüncesinde olan herbir şekilde gençlere kese iki sözüm var. Kıyamet günü Rabb’im, bu kâfirin sarayı bueğitim verenlerin vaRabb’imizin huzurunda bir meydannun olsun, sen bana cennetinden bir da toplandığımız zaman, herkese ne zifesi budur. oda ver, ben ona razıyım” diyen imakonuştuğu ya da niye konuşmadığı nı vardı. Her şey imandadır zaten. muhakkak sorulacak. Kimilerine “niye konuşmamıştın?” diye gem Kardeşlerim, vurulacak. Ve ne dinlediği de herkese sorulacak. Zaten biz söylemeden eller, ayaklar, kulakGençlerin gür imanı bu Ümmet’in gelelar, konuşacak hep. “Ne duymuştuk, ne görmüşcek asırları demektir. Bu sebeple yüzlerce cami tük, ne tutmuştuk” herkes söyleyecek. yerine, bu Ümmet’in imanını haykıracak üç genç yetiştirmek, üç yüz yıllık projeye değer Kardeşlerim, şey demektir. Kur’an buradadır. Büyük keşifler Bütün annelere, babalara ve Ümmeti Muhammed’in gençleriyle bir sebeple ilgilenmek durumunda olan herkese iki sözümüz var. Birincisi; mü’min genç yetiştirmek imanın altı şartını ezberlemekle bitecek bir iş değildir. Önemli olan bu sevdayı vermektir. İmanın altı şartını say, say, sonra da internete devam. Sorarsan zaten sana internetten mesajla da gönderebilir. Ne olacak ki altı kelime… Ama imparatorun önüne kalkıp haykırmak değil, sabah namazına bile kaldırmıyor o iman. Aralık 29 Sana imanın altı şartını altmış defa sayabilir ama yataktan altı saniye kalkamıyor. Mükemmel biliyor, sadece karşı cinsi görünce dayanamıyor, yoksa çok iyi genç. Öyle imandan söz etmiyoruz. Biz, imanın bilgisini değil, aşısını istiyoruz. İman aşısı gençlere verilmelidir. Anne babaların, bir şekilde gençlere eğitim verenlerin vazifesi budur. Aziz Kardeşlerim, Sa’d bin Ebi Vakkas’ı, Enes ibni Malik’i, Ali bin Ebi Talib’i -radıyallahu anhüm- ashabın gençlerini menkıbe türü hikâyelerden değil, sahih hadis şeriflerden anlatmak, Kur’an-ı Kerim’den ashabı kehf’i bu mantıkla gençlere anlatmak aşıdır. Gence kim gibi olması gerektiğini öğretmiş oluyorsun. Bu önemli. Bu arada elbette amentüyü öğreteceksin. O iki dakikalık iş. Ama aşı yirmi sene sürebilir. Aşı, uzun zaman ister. atasözü olarak duruyor. Pire için yorgan, atasözünde yakılır. Bit için de, pire için de, sinek için de koca bir yorgan yakılmaz. Anneler babalar, medrese görevlileri gençlerin imanını dev hâle getirin. Aziz Kardeşlerim, Programımız, üç dört kâğıda yazılacak ders maddelerinden oluştuğu zaman, çok şey bilen ama hiçbir iş yapamayan genç bir nesil yetiştirmiş oluruz. Hafız bile olur, bir işe yaramaz olabilir. Ama iman aşısı aldığı zaman bir kere namaz kılmamış bile olsaydı ashabı kehf gibi olup kalkıp imparatorun önünde “Allah” diye haykıran bir delikanlı olabilirdi. Aşı başka bir şey. Sa’d bin Ebi Vakkas da namaz kılmıordu. Çünkü henüz namaz emredilmemişti. Sa’d bin Ebi Vakkas’ın Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme müdafilik yaptığı zamanda, namaz diye bir ibadet yoktu. Birinci sözüm budur. Mahşer yerinde herkese “ne demiştin, ne dinlemiştin” diye sorulur. Demeyene ateşten gem vurulur maazallah. Ne dinlemiş olduğunu unutana da cezası verilir. Bu bir. Kardeşlerim, İki; pire için yorgan yakılmaz. Atasözüdür. Pireye yorgan yakılır. Gerçi pire kalktı dünyadan ama Allah’ın gökten onlara iman yağdırdığı, Rabb’lerinin kalplerine heyecan akıttığı gençler hâline getirip yetiştirme görevinde olması gereken anneler babalar olarak, muallimler, idareciler olarak, pire için yorgan yakmak akıllılık değildir. Delikanlılık değildir. “Helal olsun” dedirtecek bir şey değildir. Eğer Allah, annelerin babaların ve muallimlerin işlediği hatalardan dolayı, hepsinin cezasını peşin verecek olsaydı, ne camilerde bulunurduk ne de dünyada bulunurduk. Hepimiz çoktan helak olmuştuk. Gençlerin yüreğinde, Sa’d bin Ebi Vakkas gibi, mağarada üç yüz yıl Allah için uyumaya hazır imanları varsa, anneler babalar bu gençlerin ufak tefek hatalarını görmesin. Allah’tan korksunlar. Kendi gençliğinde, onun yaşındayken internet bulsaydı on kat daha beterini yapardı. Ne internet, ne daktilo, ne klavye, ne de radyo görmediği için “biz böyle değildik” diyor. Olsaydı, seni o zaman görürdüm ben. Gençlerin yüreğinde, Sa’d bin Ebi Vakkas gibi, mağarada üç yüz yıl Allah için uyumaya hazır imanları varsa, anneler babalar bu gençlerin ufak tefek hatalarını görmesin. Allah’tan korksunlar. Kendi gençliğinde, onun yaşındayken internet bulsaydı on kat daha beterini yapardı. 30 Aralık Gençlerin imanlarına ve Allah’ın kalplerine heyecan yağdırıp yağdırmadığına bakalım. Allah’tan onlara bir heyecan gelip “Rabb’im senin için bana şehitlik nasip et” diyen bir genç, en kötü rezillikleri yapsa bile bir annenin babanın “Rabb’im bu dilindeki davasına uygun hâle getir yavrumu” diye dua etmekten başka bir şey yapmaması gerekir. Şeytan güya işte halasının yanında ayak ayaküstüne attı, anne babası rezil oldu diye fırtınalar estirip anne ile babasıyla arasına mesafe koymasına, onlardan soğumasına neden olur. Ondan sonra da annesine babasına kızdığı için sabah namazına kalkmaz. Üç ay, beş ay da sabah namazını ihmal ettiği için, yatsıyı ihmal ettiği için, Kur’an okumadığı için o koca iman söner gider maazallah. Pire için yorgan yakmak yok. Yorgan yakmak hiç yok zaten. Rabb’imiz sabrımızı sadece hastalanınca mı deneyecek? Evlatlarımızın sağlığı sıhhati üzerinde de sabrımızı deneyecek, Allah, hataların üzerinde de sabrımızı deneyecek. Her türlü sabır imtihanındayız. “sen değil, âlemlerin Rabb’i Allah’tır bizim Rabb’miz” dediler. Ama benim Peygamber’im sallallahu aleyhi ve sellem İstanbul’dan sonra fethedilecek Roma’dan da söz ediyor. Bu ümmetin gençleri, inşallah dünyanın her yerinde “La ilahe illallah Muhammedun Resûlullah” diye haykıracaklar. Emperyalizm değil, internet değil, kapitalizm değil, liberalizm değil, şehvetperestlik değil, “âlemlerin Rabb’i Allah’tır ilahımız” diyecekler. Bunu diyecek gençleri, anneler babalar ezmesinler. Pısırıklaştırmasınlar. Hatta yüreğinde iman olan bir anne baba evladını karşısına alıp “yavrum ez, parçala beni. Bende test yap, ne yapacaksan yap. Yeter ki yaÜç ay, beş ay da rın Ümmet’in için ayağa kalkan sabah namazını ihmal delikanlı ol” diyebilmelidir. ettiği için, yatsıyı ihmal ettiği için, Kur’an okumadığı için o koca iman söner gider maazallah. Kardeşlerim, Bu Ümmet’in umudu, “Şu Rabb’im Allah’tır” diye Eyfel Kulesi’nin tepesine çıkıp haykıracak olan gençlerdedir. O gün Roma İmparator’u Hatay’a gelmişti. Orada bu delikanlılar ayağa kalkıp Anneler, babalar, “Nasıl ben seni doğurup karnımda taşıyıp heyecanla büyüttüysem, o zamanki fedakârlıklarım gibi şimdi altmış yaşındayken de seni taşırım yavrum. Yeter ki sen Ümmet’ine hizmet et, dinine hizmet et. ‘Allahu Ekber’ diye yeryüzünde haykırmaya hazır ol” diyebilmelidir. Fedakârlıktır bu. Bu şüphesiz kolay, hemen yapılabilir bir şey değildir. Ama anne baba bunu bir cihat kabul etmelidir. “Rabb’imin hatırı için, kıyamet günü Arş’ın gölgesinde misafir edilecek bir çocuğun babasıyım ben” diye düşünmelidirler. Oğlunun diploma törenine giden anne ve babayı nasıl övünürken izliyoruz değil mi? Neredeydiniz? “Bizim çocuğun diploma töreni vardı.” Sanki kimse almıyor, bir onun çocuğu diploma aldı. İnşallah çocuklarını bu mantıkla yetiştirenler bir gün de “ben Arş’ın gölgesindeki çocuğun babası ve annesiyim” diyecek. Çileye, meşakkate, sabahlara kadar gözyaşı akıtmaya razı olanlar, karşılığını orada bulacaklar inşallah. Aralık 31 Nerde kaldı ki o güne gitmeden bugün yeryüzünde yaşayan bütün mü’minler: “Bunu doğurana, bunu büyütene, bunu yetiştirene rahmet et Ya Rabb’i” diyecekler zaten. Bu, şu imparatorlar düzeyinde haykırma kudretine sahip gençlerin annelerine, babalarına, yöneticilerine, muallimlerine sözümdür. Kardeşlerim, Elbette gençlere de iki sözüm var. Birincisi; Herkes bu şeyden hoşlanır. “Tam ashabı kehfden olacak adammışım ben, dağa tırmanmak da hoşuma gidiyor, dağ sporundan da hoşlanıyordum zaten” der bunu herkes. Ey gençler, bunu benden ve sizden önce milyarlarca genç söylediler, böyle düşündüler. Böyle demek istediler. Ulu orta her yerde de söylediler. Ama iblis, her dinlediğinde bu sözü, kıs kıs güldü ve “görüşürüz” dedi. “Dağ sporunu tattırırım ben sana” dedi. Bin kişi de dedi ama bir kişi bunu yapabildi. Bu ashabı kehf -Allah onlarla cennette buluşmayı hepimize nasip etsin- yedi kişi veya beş kişiydiler. Altı kişiydiler, rakamları hiç önemli değil ama o zaman “İsa aleyhisselam peygamberimdir” diyen binlerce insan vardı. Çünkü Roma imparatoru her gün elli, yüz kişi asıyordu, idam ediyordu. Bunlar bulunmaz, tek üç kişi filan değildiler. Kalabalıktılar. Yürekleri volkan gibi olan, sadece bunlardı. Şeytan gerisini bir yolla pasifize etmişti. mak olduğunu bileceksin. Elini şeytana uzattın mı gerisi onun için kolay zaten. Birinci sözüm bu, güzel kardeşlerim. İkinci sözüme gelince; Roma imparatorluğu, zaliminin karşısında dik duran, “Allah” diyen o delikanlıların işiydi. Şu anda Roma imparatorluğu yok, Roma imparatoru da yok. Böyle demeyi gerektiren bir ortamda yok. Zaten klavye mücahitleri internette bunu yapıyor. Ama şimdi Roma imparatoru, fakültede sana mesaj gönderen kız arkadaşındır veya erkek arkadaşındır haberin olsun. O Roma imparatorudur. İnternet beyidir. Diploma hazretleridir. Maaşı iyi diye Cuma namazına gitmeye fırsat bulamadığın iş yeridir. Roma imparatorunun karşısında “yıkıl, Allah’ın önünde sen nesin” diyenler üç yüz yıllık enerji ile ayağa kalktılar. Gençler, Siz büyük şey istiyorsanız şeytan da sizinle ilgili büyük plan yapacak demektir. Bunu unutmayınız. Rakip çok güçlüdür. Zaten şeytan, “bu yedi kişi bu mağaraya sığınırken neredeydim ben, niye bunlar elimden kaçtı” diye uyuz olmuştur. Onun, intikamını senden almaya yeminli olduğunu unutmayacaksın. Küçük bir tavizin, elini uzat- “Arş’ın gölgesinde yedi büyük adam” diyoruz ya, onlardan birini Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem nasıl tanıtıyor? Hani çok cazip bir cinsel teklifi kimsenin olmadığı bir yerde önüne getirdiğinde bir kadın, her şey yolunda, soru soran yok eden yok “tamam mı, tamam” dendiği bir zamanda aklına Allah gelip, “ben Allah’tan utanırım bu işi yapmam” diye tekmeyi vurup giden 2015 yılında ashabı kehftir. Bu ümmetin umudu o gençtir işte. Anneler, babalar, “Nasıl ben seni doğurup karnımda taşıyıp heyecanla büyüttüysem, o zamanki fedakârlıklarım gibi şimdi altmış yaşındayken de seni taşırım yavrum. Yeter ki sen Ümmet’ine hizmet et, dinine hizmet et. ‘Allahu Ekber’ diye yeryüzünde haykırmaya hazır ol” diyebilmelidir. Fedakârlıktır bu. 32 Aralık Bütün konuştuklarımız -değerli genç kardeşlerim, mü’min kardeşlerim- Kur’an’ın tarih bölümü değil, pratik bölümünün bilgileriydi. “Vay be ne yiğit adamlarmış. Roma imparatorunu bulsam mızrağı göğsüne basardım ben de” Bırak böyle edebiyatları, bırak uzaya böyle mesajlar salmayı. Sen her saat başı imparatorun önündesin. İmparator ne demektir? Astığı astık, kestiği kestik demektir. Kimse internet zevkinden vazgeçebiliyor mu? Namazda bile insanlar cep telefonlarını kapatabiliyorlar mı? Bugünün imparatorlarının adı değişik olabilir. O nesli Allah filan imparatorun zulmü ile imtihan etti, şimdi global dünyada imparator diye bir şey kalmadı, imparatordan daha fazla zulmeden internet baba geldi. Ezan okundu, “çöksün dünyanın interneti yeter ki ben Rabb’im için secdeye kapanıyım” diyen gençte iman zirvededir işte. Bu ne mübarek, eli ayağı öpülecek bir gençtir ki fırsatlar ayağına geliyor, haram olan şeylere karşı ashabı kehfin delikanlıları gibi dik duruyor. Gençler ama şu bir numaralı itirazımız vardı ya, “iblis bekliyor” demiştik. Haram Allah’ın haramıdır. Hiçbir zaman “bu haramla biraz ilgilenir misin” diye kimseye gelmiyor. “Bu kızcağızın durumu iyi değil, sen bunu iyi bir Müslüman anne yaparsın, onun için bununla ilgilen” diye gelir. Kime kaç numara ayakkabı olur, şeytan onu biliyor. Sende iman varsa, “boş ver üç günlüğüne keyfini sür sonra tövbe edersin” demez. Bunu dese var ya iblis, dünyanın yarısını kaybeder. “Sen ilgilenme, o ilgilenmesin maazal- lah dinsiz birine gider, hepten gâvur olur, sen ilgilen, götür şu kafeye, beraber yiyin için, hidayetine vesile olursun, bir taşla iki kuş vurursun” der. Bakarız bir taşla hangi kuş vuruluyor. İki kuş vurulur da o kuşlar ikiniz olursunuz, taşı atan iblis olur. Gençler, o imparatorun karşısına dikildiğinde o delikanlılar işsiz güçsüz kimseler değillerdi. Hepsi imparatorun sağlık müdürü, koruması, şehir sorumlusu gibi görevleri vardı. O astığı astık kestiği kestik adamın görevlileriydi. Onların keyifleri yerindeydi. Yüzlerce hizmetçileri vardı. O keyfi ve o zevki ve o saltanatı bırakıp “Rabb’imiz Allah’tır” dediler. İblis kime kaç numara ayakkabı gerektiğini biliyor. Senin iman hassasiyetin varsa sana bir külahla gelir. Eğer senin iş kutun varsa, “babasının çok iyi iş imkânları var, sen orada genel müdür olursun” der. “Böylece o şirketi de İslam’a hizmet ettirirsin, zaten bu bir cihat, bundan kaçsan vebal olur. Hadi Allah rızası için bari bu hatayı yapalım” dedirtir. Gençler, Sizi Allah bekliyor. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bekliyor. Ve bağrı yanık bu Ümmet bekliyor sizi, ama iblis de bekliyor. Hem de daha çok bekliyor. Kimin tarafına gideceğimiz, basiretimiz ve aklımızın sonucuna göre belirlenecek. Siz Allah’tan yana, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden yana olun. Siz şeytanın vurduğu iki kuştan biri olmayın. Size hizmetle mükellef olanlar, sizin alnınızı, elinizi, ayağınızı öpsün. Sizin imanınız gür olsun. Bütün iğva, aldatma tuzaklara karşı Allah’tan yana olmayı becerin. Zaten sizin tarafınız belli olunca “Ben Allah’tan yanayım” dediniz mi siz hiç anlamadan milyarlarca meleğin sizi kuşatıp koruduğunu, kanatları üzerinde sizi cennete taşıdığını göreceksiniz Allah’ın izni ile. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed. Ve ala âlihi ve sahbihi ecmaîn. Vel’hamdülillahi Rabb’il alemîn. Aralık 33 Tasavvuf Yard. Doç. Dr. EBUBEKİR SİFİL Tasavvuf konusunda ne diyorsunuz? Rabıta, fenafil şeyh, şeyhten şefaat veya himmet talep etme, başı sıkıştığında vefat etmiş bir şeyhin ruhaniyetinden yardım talep etme gibi mevzularda şirk tehlikesi var mıdır? : rtelim u beli n u ş tinin nce şefaa den ö y e ş n i r r le ndıHe faatçi rgula e u ş v in ler, n‘da ceğin Kur’a edilen u s rmeye u e v n et li ay öz ko i s fayda g l İ e d . etler açık lerdir ğı ay usus üşrik h m u / r b a cıl ndan ır. inkâr mları a l aktad ğ a m l b ı ş n a i l ler e an ekild ş r i b 34 Cevap: Ne yazık ki genellikle Tasavvuf denince akla ilk olarak soruda zikredilen hususlar geliyor. Tasavvuf’un bir “ruh disiplini” ve bir “ahlak eğitimi” olduğu ve bu yönüyle insana ve topluma tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de çok büyük faydalar sağladığı vakıası ihmale uğruyor. Din’in temel hedefi olan “insan-ı kâmil”i inşa etmek için üç Fıkıh vazgeçilmezdir: Fıkh-ı Ekber, Fıkh-ı Zâhir ve Fıkh-ı Batın. Bunlardan ilki Akaid’i, ikincisi Fıkıh ilmini, üçüncüsü de Tasavvuf’u ifade eder ve kemalin, hiçbirinin ihmaline tahammülü yoktur. Aralık Zede almış, şu ya da bu şekilde kaymalara uğramış bir itikadî sistem, kişiyi, ucu küfre kadar çıkabilen “bid’at vadisi”ne sürükler. Fıkh-ı Zahir’in ihmali, amellerin ihlaline, dolayısıyla ucu yine küfre çıkabilen “fısk vadisi”ne sürükler. Fıkh-ı Batın’ın ihmali ise, sa’y-u gayretle geçirilmiş bir ömrün ardından, kişiyi, sonu hüsrana varabilecek “iflas vadisi”ne sürükler. Dolayısıyla ben bu “Üç Fıkh”ı, bir bütünün üç ayrı cephesi ve üç ayrı yansıması olarak görüyorum. İsimlerinin farklı olması, zaman içinde meydana gelen –tabir yerindeyse– “iş bölümü”nü ve uzmanlaşmayı anlatması dolayısıyladır. Yoksa Selef-i Salihin’de bunların üçü de kâmil anlamda bir arada mevcut idi. Bu “Üç Fıkıh” arasındaki dengenin muhafazası son derece önemli bir meseledir. Birbirlerini muhakkak surette etkiledikleri ve aralarında kopmaz bir ilişki bulunduğu için, dengenin bunlardan birisi aleyhine bozulması durumunda ortaya kaçınılmaz olarak aşırılıklar, arızalı duruşlar ve çarpık anlayışlar çıkar. Fıkh-ı Ekber’i zede aldığı için aşırılıklara kaymaktan kurtulamamanın örneğini Haricîler’de, Mücessime ve Müşebbihe’de görürüz. Fıkh-ı Zahir’i ihmale terk ettiği için yoldan sapanlara Batınîler örnek gösterilebilir. Fıkh-ı Bâtın’a gerekli önemi vermediği için bir başka aşırılığa kaymaktan kurtulamayanlara ise günümüzde Vehhabîlik ve “Selefîlik” örnek gösterilebilir. Biraz daha özele inecek olursak, Tasavvuf’un temsil ettiği değerlerden yoksun bir İslam anlayışının zaman zaman aşırılıklara kayması gibi, Tasavvuf ekolleri içinde de zaman zaman aksi istikamette aşırı yönelişler bulunabilir. Bunun örneği tarih içinde de görülmüştür, günümüzde de görülebilir. Önemli olan, bunlar üzerinden toptancı ve genellemeci bir “Tasavvuf eleştirisi” yapma yanlışlığına düşmemektir. Soruda zikredilen diğer hususlara gelince her birinin delilleri ve tartışması ilgili çalışmalarda görülebileceğinden, burada bunları tekrar etmeyeceğim. Şu kadarını söyleyeyim: Kendisini, bir üstadın vereceği eğitime ihtiyaç duymadan İslamî ilimlerde gereği gibi eğitebileceğini düşünen ve gerçekten de bunu yapabilecek kapasitesi bulunan kimse için –yine birtakım riskler bulunmakla birlikte– teknik olarak bir problem olmadığını söyleyebiliriz. Tasavvuf da böyledir. Tezkiye-i nefs ve tehzib-i ahlak konusunda kimseden yardım almadan mesafe kat edebileceğini düşünenler ve yapmak istediği işin dünyevî ve uhrevî bedelini göze alabilenler için bir şeyhe bağlanmak da, diğer hususlara riayet etmek de gerekmez. Ancak bunun ne kadar güç bir iş olduğunu ve bir anlamda da Amerika’yı yeniden keşfetmek anlamına geleceğini de belirtmeden geçmek olmaz… Rabıta’yı, müridin, yeni girdiği seyr-ü sülûk sürecinde, her haliyle örnek aldığı üstadını tahayyül ve tasavvuruna yerleştirmek, kendisini ona benzetmeye çalışmak ve onu yokluğundayken yanındaymış gibi düşünerek tavr-u ahvaline ve düşüncelerine çeki düzen vermek olarak anlıyor ve bunda da bir sakınca bulunmadığını düşünüyorum. Fena fi’ş-şeyh de yine bu çerçevede düşünülebilecek bir durumu ifade eder. Kalbî ve zahirî ahvaline çeki-düzen vermek için şeyhinde yok olma ya da rabıta ile onun murakabesi altında bulunduğunu hissetme ihtiyacı duymayan, yani seviye olarak daha ileriye geçmiş bir kimse için elbette bunlar söz konusu olmayacaktır. Şeyhten himmet istemeyi, şeyhin dua ve teveccühünü talep etmek olarak anlıyorum. Mürşid (yol gösterici, irşad edici) makamında bulunan insanların duası elbette talep edilir; hatta manevî mertebeleri ne olursa olsun bütün mü’minler birbirlerine dua eder, birbirlerinden dua talep ederler. Aralık 35 Şeyhten himmet istemeyi, şeyhin dua ve teveccühünü talep etmek olarak anlıyorum. Mürşid (yol gösterici, irşad edici) makamında bulunan insanların duası elbette talep edilir; hatta manevî mertebeleri ne olursa olsun bütün mü’minler birbirlerine dua eder, birbirlerinden dua talep ederler. Şeyhin şefaati meselesine gelince, Hadis kitaplarında Ümmet-i Muhammed’den –Hz. Peygamber (s.a.v) dışında– günahkârlara şefaat edecek kimselerin bulunacağını anlatan sahih rivayetlerin mevcudiyeti, sorunun bu kısmına olumlu cevap verilmesini zorunlu kılmaktadır. Kimi rivayetlerde bunlar “melekler, sıddıklar, şehidler” olarak sayılırken (Bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, V, 43; İbn Ebî Âsım, Kitâbu’s-Sünne, 389), kiminde “ulema” (İbn Mâce, “Zühd”, 37. (İsnadı zayıftır. Bkz. el-Irâkî, Tahrîcu Ahâdîsi’l-İhyâ, I, 13), kiminde “müezzinler” zikredilmekte (el-Heysemî, Mecma’u’z-Zevâid, X, 381.), kiminde de küçük çocukların ebeveynlerine şefaat edeceği haber verilmektedir. (Ahmed b. Hanbel, IV, 105.) Bunlar arasında Ümmet-i Muhammed’in bazı fertlerinin şefaatleri de hassaten zikredilmektedir ki, bunlar arasında kendi ev halkına şefaat edecek olanlar bulunduğu gibi, Mudar kabilesinin bireylerinden daha fazla sayıda insana şefaat edecek olanlar da vardır. (Ahmed b. Hanbel, V, 257, 61; İbn Huzeyme, Kitâbu’t-Tevhîd,, 313 vd.) Bütün bu rivayetleri bir arada ele aldığımızda, kıyamet günü bu Ümmet’in bazı fertlerinin günahkâr mü’minlere şefaat edeceği ortaya çıkmaktadır. Bu meyanda salih ve kâmil insanların zikredilmesinde herhangi bir yanlışlık yoktur. Başı sıkışan, darda kalan kimsenin, ölmüş bir salih kulun ruhaniyetinden yardım talep etmesine gelince, burada tafsile gitmek gerekir. Ölmüş bulunan salih kimsenin, kendisinden yardım istendiğinde bunu duyma ve çağrıya icabet etme kudret ve tasarrufuna kendiliğinden sahip bulunduğunun düşünülmesi son derece tehlikelidir. Hz. Peygamber (s.a.v) bile kendisine getirilen salevatları, Allah Teala’nın, ruhunu iade etmesiyle işiteceğini ve mukabele edeceğini söylemiştir. Ama eğer salih kişiye Allah Teala’nın böyle bir hususiyet bahşedeceğine inanılarak, yani “Allah Teala’nın kendisine vereceği kudret ile benim sesimi duyabilir ve yardımıma koşabilir” diye düşünülerek böyle bir talepte bulunulursa burada şirkten söz edemeyiz. Maamafih sıkıntılı durumlarda doğrudan Allah Teala’dan yardım ve imdat istemek en doğrusudur. “İstimdat/istiğase” tabir edilen bu durum ile “tevessül” arasında fark bulunduğunu da ekleyelim yeri gelmişken. Burada doğrudan ölmüş kişiden talepte bulunma söz konusu iken tevessülde onu vasıta yaparak Allah Teala’dan isteme vardır. Eğer ölmüş kişiden yardım talep eden kişinin maksat ve niyeti de tevessül ise, bu takdirde yapılan işin –her ne kadar şeklen yanlış ise de– gayrı meşru olduğunu söyleyemeyiz. Evet Kur’an‘da herkesin yaptığının karşılığını göreceği, zerre miktarı hayrın da zerre miktarı şerrin de karşılıksız bırakılmayacağı ve kimsenin kimseye fayda veremeyeceği, bir kısım ayetlerde beyan buyurulmaktadır. 36 Aralık Yukarıda üzerinde durduğumuz şefaat meselesi hakkında “Kur’an merkezli” olma iddiasıyla ortalıkta dolaşan bazı yaklaşımlar görüyoruz; şefaati kabul etmenin Kur’an‘la çelişmek, Kur’an‘a iftira etmek, hatta “şirk” koşmak anlamına geldiği ileri sürülüyor, ilgili hadislerin Kur’an‘a aykırı olduğu söyleniyor vs. Evet Kur’an‘da herkesin yaptığının karşılığını göreceği, zerre miktarı hayrın da zerre miktarı şerrin de karşılıksız bırakılmayacağı ve kimsenin kimseye fayda veremeyeceği, bir kısım ayetlerde beyan buyurulmaktadır. Ne var ki bu ayetler ahirette günahkâr mü’minler için şefaat edileceğini ve şu şefaatin fayda vereceğini söylemeye ve buna inanmaya engel değildir. Her şeyden önce şunu belirtelim: Kur’an‘da şefaatçilerin şefaatinin fayda vermeyeceğinin vurgulandığı ayetlerde söz konusu edilenler, inkârcılar/müşriklerdir. İlgili ayetlerin bağlamlarından bu husus açık bir şekilde anlaşılmaktadır. da yer alması, dostluğun ve şefaatin bulunmamasının kâfirler için söz konusu olacağını ihsas eder. İkinci olarak, ahirette şefaat olmayacağını bildiren ayetlerin ifadeleri umumîdir; dolayısıyla tahsise müsaittir. Özellikle ahirette şefaatin vuku bulacağını bildiren haricî delillerin varlığından sonra bu ayetlerin umum ifadelerinin tahsisi kaçınılmaz hale gelir. Şefaati nefyeden ayetlerin umumunu tahsis eden ayetlerin başında, Allah Teala‘nın razı olup izin verdiği (21/el-Enbiyâ, 28; 2/el-Bakara, 255.) ve Allah Teala‘dan bir ahit almış kimseler (19/ Meryem, 87.) için şefaatin söz konusu olacağını ifade eden ayetler gelir. Keza mü’minlerin bağışlanması bağÖzellikle ahirette lamında Hz. Peygamber (s.a.v)’in şefaatin vuku bulacağıistiğfarın zikreden ayetler (4/en-Nisâ, nı bildiren haricî delil64; 47/Muhammed, 19.) de şefaatin nefyeden ayetlerin umumunu tahsis lerin varlığından sonra eden ayetlerdendir. bu ayetlerin umum ifa- delerinin tahsisi kaçı- Bunlar yanında günahkâr mü’minler için şefaat edileceğini bildiren hadislerin manen mütevatir olduğunu (Bkz. el-Kettânî, Nazmu’l-Mütenâsir, 246 vd. el-Kettânî burada şefaat hadislerinin mütevatir olduğunu tasrih eden ulemanın isimlerini ve ilgili ifadelerini detaylı olarak zikretmiş, öncesinde de hadisleri zikreden sahabîleri tadat etmiştir.) da hesaba katarsak, şefaati nefyetmenin o kadar basit bir mesele olmadığı kendiliğinden ortaya çıkar. nılmaz hale gelir. “2/el-Bakara, 254 ayeti bunun istisnasıdır. Zira bu ayet, iman edenlere hitapla başlamaktadır” denerek itiraz edilebilir. Ancak ayetin sonunda kâfirlerin zalimlerin ta kendileri olduğunu vurgulayan ifadeye dikkat edilmelidir. Fahruddîn er-Râzî‘nin de dikkat çektiği gibi bu ifadenin, iman edenlere hitapla başlayan ve “ne dostluk, ne de şefaat vardır” diyen ayetin sonun- Fahruddîn er-Râzî, 2/el-Bakara, 48 ayetinin tefsiri esnasında (et-Tefsîru’l-Kebîr, III, 53-66. Çevirisinden bakmak isteyenler için II, 498-523.) Mu’tezile’nin büyük günah işleyen mü’minlere ahirette şefaat olmadığı inancına istidlal ettiği 10 ayet ve 4 hadis ile bunların istidlal vecihlerini ayrıntılı olarak zikreder. Ardından Ehl-i Sünnet‘in delillerini verir, Mu’tezile‘nin bunlara itirazını ve Ehl-i Sünnet‘in cevabını zikretmeyi de ihmal etmez. Konuyla ilgilenenlerin, alabildiğine detaylı bu nefis tahkiki mutlaka incelemesi gerekir. Aralık 37 Kur’an İlimleri Dr. İhsan ŞENOCAK si, ilinme b n i n ilmi ni Kıraat ilaveti t m i r -ı Ke ve Kur’an tahrif i b i g ğu orudu k er. n a d faza ed a hata h u m en de d e m r i değişt 38 Müfessirler, Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve sellem- devrinden günümüze kadar ayetleri murad-ı ilahi istikametinde anlayabilmek için Kur’an-ı Kerim’i farklı açılardan tahlil etme gayreti içerisinde yer almışlardır. İslam’ın ilk yıllarında şifahî olarak yapılan bu çalışma, tedvin faaliyetlerinin başlaması ile kitabî bir boyut kazanmıştır. Kur’an-ı Kerim’i anlama gayreti hicri beşinci asırdan itibaren ise “ulûm-u Kur’an (Kur’an ilimleri)” başlığı altında sürdürülmüştür. Kur’an ilimleri içerisinde ilk kayda geçen disiplin tefsir olmuştur.[1] Zamanla Kur’an ilimlerinin her bir çeşidi ile alakalı müstakil kitaplar telif edilmiş, çok yönlü bir anlama faaliyeti başlatılmıştır. Kur’an ilimlerini bir araya getiren ve “ulûm-u Kur’an” başlığını taşıyan eserler yazılmıştır. İlk defa bu adla telif edilen kitap Ebu’l-Ferec b. el-Cevzi’nin (ö. 597/1201) “Fünunu’l-Efnan fi Ulûmi’l-Kur’an” başlıklı eseridir.[2] Bedruddin Muhammed b. Abdillah ez-Zerkeşi’nin “el-Bur- Aralık han fi Ulûmi’l-Kur’an” adlı eseri ise bu alanın ilk hacimli kitabıdır. İmam Suyuti’nin “el-Burhan”dan da istifade ederek telif ettiği “el-İtkan” adlı çalışması, Kur’an ilimleri ile alakalı yapılan çalışmaların en sistematik olanıdır. Müslümanların Kur’an-ı Kerim’i anlama gayretlerine paralel olarak Kur’an ilimleri ile alakalı eserlerin telifi de nitelik ve nicelik itibariyle gelişerek devam etmiştir. Özellikle yakın dönemde kaleme alınan eserlere oryantalistlerin Kur’an-ı Kerim çerçevesinde oluşturdukları şüpheleri yok edecek açıklayıcı bilgiler ilave edilmiştir. Mesela Kur’an-ı Kerim’in Arapça’nın dışındaki dillere tercüme edilme meselesi muasır kitapların bir çoğunda mevcuttur.[3] “Kur’an ilimleri” ile alakalı yapılan çalışmalar Kur’an-ı Kerim’in doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için gerekli olan bütün ilimleri kapsayacak şekilde hazırlanmıştır. Bu yüzden izafet terkibi halinde kullanılan “ulûm-u’l-Kur’an” ifadesinin ilk parçası olan “ulûm/ilimler” tekil değilde çoğuldur. Bu durumda Kur’an ilimleri; “Kur’an-ı Kerim ile ilgili bütün bilgi ve ilimlere işaret eder.”[4] Tefsir başta olmak üzere Kur’an-ı Kerim’in inmesi[5], toplanması, tertibi, yazıya geçmesi[6], kıraati, i’cazı, mecaz ifadeleri[7], i’rabı[8], ayetlerin iniş sebepleri, Mekkî-Medenî oluşları, nasih-mensuh, muhkem-müteşabih gibi bir çok mesele “ulûm-u Kur’an” bağlamında değerlendirilir. Kur’an ilimleri kapsamına giren ve ayetlerin anlaşılabilmesi için mutlaka bilinmesi gereken ilimlerin en önemlileri şunlardır: Nüzul Sebepleri Bir olay ya da Allah Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- yöneltilen bir soru vesilesiyle ayet ya da sure inmesine neden olan şeye “sebeb-i nüzul” denmektedir.[9] Ayetlerin iniş sebeplerinin bilinmesi emredilen ya da yasaklanan hükümlerin hikmetleriyle birlikte Aralık kavranması ve ayetlerin anlamlarının doğru bir şekilde anlaşılması[10] açısından önemlidir. el-Vâhidi’nin (ö. 468/1075) “Esbâbu’n-Nüzûl” adlı eseri ile Suyuti’nin (ö. 911/1505) “Lübâbu’n-Nukül fî Esbâbi’n-Nüzûl” isimli çalışması bu alanın başlıca eserlerindendir.[11] Nâsih ve Mensûh Kur’an-ı Kerim’i anlayabilmek için bilinmesi gereken konulardan birisi de nesh meselesidir. Lügatte nesh, güneşin gölgeyi ve gölgenin güneşi, yaşlılığın gençliği ortadan kaldırmasında olduğu gibi, bir şeyin peşinden geldiği başka bir şeyi izale etmesi anlamına gelir.[12] Istılahta ise “bir delilin hükmünü başka bir delille ya da unutturma ile kaldırmaktır.”[13] Nesh, emir ve yasaklarda olur. İnanç ile alakalı konularda, ahlaki meselelerde ibadet ve muamelat ile alakalı konularda nesh olmaz. [14] Nesh ile ilgili müstakil çalışmalar yapılmıştır. Ebu’l-Ferec b. el-Cevzî’nin (ö. 597/1201) “Ahbâru’r-Rusûh bi Mikdari’n-Nâsih ve’l-Mensuh” adlı kitabı bu alanda yapılan meşhur çalışmalardandır. [15] Muhkem ve Müteşâbih Anlamı eksiksiz bir şekilde anlaşılan ayetlere “muhkem”[16], bir çok anlama ihtimali olup, bu manalardan birini belirleyebilmek için harici bir delile ihtiyaç duyan ayetlere ise “müteşâbih” denir.[17] Bir ayet ya lafız, ya mana, ya da hem lafız hem de mana itibariyle müteşabih olabilir.[18] Anlamlarının bilinmesi itibariyle müteşabih ayetler üç kısma ayrılırlar: Birincisi, Kıya- 39 met’in vakti, Dabbetü’l-Ard’ın çıkışı gibi insanlar tarafından bilinmesi mümkün olmayan ayetler, ikincisi, garip kelimeler ve muğlak hükümler gibi insanın anlamını bilebileceği ayetler, üçüncüsü ise önceki iki madde arasında dolaşan ayetlerdir ki bunların anlamını ilimde derinliğe ulaşmış alimler bilebilir.Onların derecesine ulaşmayanlar bu ayetlerin anlamlarını idrak edemezler.[19] Muhkem bir ayet hakkında te’vil yapılmaz. Müteşâbih olduğunun bilinmesi durumunda ise, öncelikle ayetin yukarıdaki sınıflardan hangisine dahil olduğu, dolayısıyla te’vil edilip-edilmeyeceği belirlenir. Şemsuddin Ebû Ca’fer Muhammed b. Ali el-Mâzenderânî’nin (ö. 588/1192) “Müteşâbihu’l-Kur’an” adlı eseri ile, Suyuti’nin (ö. 911/1505) “Kutfu’l-Ezhar fi Keşfi’l-Esrar” isimli kitabı bu alanda kaleme alınan önemli çalışmalardandır. Garibu’l-Kur’an Garip kelimesi sözlükte yabancı anlamındadır. Kelime, söz bağlamında kullanıldığında onunla anlayıştan uzak ve kapalı ifadeler kastediler. Kur’an-ı Kerim’de garip kelimeler deyince ise, Kureyş lehçesi dışındaki sözcükler anlaşılır.[20] Gerek Kureyş gerekse de diğer lehçelerden alınan veya diğer dillerden Arapça’ya intikal eden garip kelimelerin en yetkin izahları İbn Abbas başta olmak üzere müfessir sahabilere dayanmaktadır.[21] İslam’ın ilk asırlarından itibaren Kur’an-ı Kerim’de ki garip kelimelerle alakalı kitaplar yazılmıştır. İmam Suyuti, bu alanda eser telif eden müelliflerin sayılamayacak kadar çok olduklarını söylemektedir.[22] Ragıb el-İsfehânî’nin “Müf- redat-u Elfazi’l-Kur’an” adlı eseri bu sahadaki en meşhur eserlerden kabul edilmektedir. Mekkî ve Medenî Meke’nin dışında dahi olsa hicretten önce inen ayetlere “Mekkî” denir. Hicret esnasında Allah Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- inen ayetler de Mekkî kabul edilirler. Medine dışında dahi olsa hicretten sonra inen ayetlere ise “Medenî” denir. Allah Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- hicretten sonra Medine dışında ki seyahatlerinde inen ayetler de bu bağlamda değerlendirilir. Nitekim Allah Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- Hudeybiye’yi terk ettiği esnada inen Fetih Suresi de Medenî kabul edilmektedir.[23] Kur’an-ı Kerim’deki nasih ve mensuh hükümlerin belirlenmesi ayetlerin Mekkî ve Medenî oluşlarını bilmeyle mümkün olur. Buna göre Mekkî ayet önce indiğinden nasih, Medenî ayet ise sonra indiğinden mensuh kabul edilir. Ayrıca kronolojik açıdan ilahi hükümlerin bilenebilmeleri ayetlerin Mekkî ve Medenî oluşlarını tesbit etmeyle yakından alakalıdır.[24] Muasır alimlerden Abdurrezzak Hüseyin Ahmed’in “el-Mekkî ve’l-Medenî fî’l-Kur’an” adlı eseri bu alanda kaleme alınan önemli kitaplardandır.[25] Kur’an-ı Kerim’in Harikuladeliği Kur’an ilimleri kapsamında değerlendirilen konulardan bir diğeri “İ’cazu’l-Kur’an”dır. Lügatte “İ’caz” aciz bırakmak anlamına gelir.[26] Bir şeyin benzerini yapmaktan aciz bırakan şeye de mucize denir. Bütün mucizeler üç başlık altında toplanır. Birincisi, Hz. Salih’in duasıyla kayadan devenin çıkması gibi yoktan icat etmek, ikincisi Hz. İsa’nın dua- Anlamı eksiksiz bir şekilde anlaşılan ayetlere “muhkem”[16], bir çok anlama ihtimali olup, bu manalardan birini belirleyebilmek için harici bir delile ihtiyaç duyan ayetlere ise “müteşâbih” denir.[17] 40 Aralık sıyla doğuştan körlüğün ve abraşlığın iyi olması gibi mevcudu yok etmek, üçüncüsü ise Hz. Musa’nın asayı yılana dönüştürmesi gibi mevcut hali değiştirmek şeklinde olur.[27] Allah Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- verilen en büyük mu’cize ise Kur’an-ı Kerim’dir.[28] Onun bir çok açıdan i’cazı vardır. Kur’an’ın i’cazını sadece dili, üslübu ve fesahatında aramak hatadır. Bir araya getirilişi, içerdiği ilimler, gaipten verdiği haberler, Allah Resulü’nün -sallallahu aleyhi ve sellem- hadislerinin ona benzememesi i’cazını gösteren yönlerden sadece bir kaçıdır.[29] Farklı zamanlarda Kur’an-ı Kerim’in i’cazı ile alakalı bir çok müellif eser vermiştir. Ebu’l-Hasen Ali b. İsa er-Rummanî’nin (ö. 386/996) en-Nuket-u fî İ’cazi’l-Kur’an” adlı kitabı ile Ebû Bekir el-Bakillanî’nin (ö. 403/1012) “İ’cazu’l-Kur’an” isimli çalışması bu alanda kaleme alınan başlıca eserlerdendir. [30] Kıraat İlmi Kurra imamlardan birisinin Kur’an-ı Kerim’i okuyuşta diğer bir imama muhalif olarak benimsediği tarza “kıraat”denir.[31] Benimsenen kıraatin sahih bir isnat zinciriyle Allah Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- ulaşması gerekir.[32] Kur’an-ı Kerim’deki kelimelerin telaffuz keyfiyetini, ittfak ve ihtilaf edilen okuma yollarını ravilerine isnat ederek gösteren disipline ise “kıraat ilmi” denir.[33] Bir imamın kıraati denince; kurranın Kur’an-ı Kerim’i okuyuşta benimsediği ve kendisinden rivayet edilen usul kastedilir.[34] Kıraat ilminin bilinmesi, Kur’an-ı Kerim tilavetini hatadan koruduğu gibi tahrif ve değiştirmeden de muhafaza eder. Ayrıca kişi, bu ilim vasıtasıyla kıraat imamlarının okuduğu vecihleri bilir ve bir kurranın okuyuşunu diğerlerinden ayırt eder.[35] Müfessirler farklı kıraatler vesilesiyle ayetlere yeni anlamlar vermişler; anlama delaleti bakımından her bir kıraati müstakil bir ayet olarak değerlendirmişlerdir.[36] Aralık Kıraat ilmi Kur’an-ı Kerim’e anlam genişliği kazandırmıştır.[37] Kıraat ilmi ile alakalı zengin bir literatür vardır. Ebû Bekir Ahmed b. Mücahid’in (ö. 324/936), “Kitabu’s-Seb’a fî’l-Kıraât”[38] adlı kitabı ile, Muhammed b. el-Cezerî’nin (ö. 833/1430) “en-Neşr fî Kıraâti’l-Aşr”[39] isimli eseri bu alanda kaleme alınan önemli çalışmalardandır. Sonuç Kur’an-ı Kerim’in Allah’ın muradına uygun bir şekilde anlaşılması gerektiği, İslam’ın ilk yıllarından günümüze kadar güncelliğini korumuştur. İlk örnekleri klasik dönem müfessirleri tarafından kaleme alınan Kur’an ilimleri literatürü bu çabanın sonucu olarak oluşmuştur. Literatür, Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasını ve Ondan doğru hükümler çıkarılmasını temin etmiştir. Müfessirler bu ilimler vesilesiyle Kur’an-ı Kerim’in ilk muhatabının kim olduğunu, nasıl bir ortamda indiğini, neler ihtiva ettiğini, sûre ve ayetlerinin nasıl tertip edildiğini, hangi yönüyle mu’ciz olduğunu, mantuk ve mefhumun ne tür özellikler taşıdığını tespit edebilmişlerdir. Dipnotlar: [1] Celaluddin Abdurrahman Suyuti, el-İtkan fî Ulûmi’l-Kur’an, Kah- raman Yayınları, İstanbul, ty., II, 243. [2] Daha farklı tesbitler için bkz. Muhammed b. Muhammed Ebu Şehbe, el-Medhal li Diraseti’l-Kur’ani’l-Kerim, Kuveyt, 2003, s. 35. [3] Bkz. Ebu Şehbe, a.g.e., s. 45-6. [4] Halid Abdurrahman el-Ak, Usulu’t-Tefsir ve Kava’ıduhu, Daru’n-Nefais, Beyrut, 2003, s.39; Ebû Şehbe, a.g.e., 25. [5] Bkz. Suyuti, a.g.e., I, 31 vd.; Muhammed Abdulazim Zurkanî, Menahilu’l-İrfan, Daru’l-Hadis, Kahire, 2001, I, 37-95. [6] Bkz. Suyuti, a.g.e., I, 76-86; Zurkanî, a.g.e., I, 203-342. [7] Bkz. Ebu Şehbe, a.g.e., s. 280-284. [8] Bkz. Suyuti, a.g.e., I, 235-244. [9] Menna’ Halil el-Kattan, Mebahis fî Ulûmi’l-Kur’an, Mektebetu’l-Maarif, 2000, Riyat, s. 77. [10] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1993, s. 117-118. [11] Suyuti, Lübâbu’n-Nukül fî Esbâbi’n-Nüzûl, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 1997. [12] Ragıb el-İsfehânî, Müfredat-u Elfazi’l-Kur’an, Daru’l-Kalem, Dımeşk, 1997, s. 801. [13] Abdulaziz b. Ahmed el-Buharî, Keşfu’l-Esrâr an Usûli’l-Fahri’l-İslam el-Pezdevi, Dâru’l-Kitabi’l-Arabî, Beyrut, 1991, III, 300. [14] el-Kattan, a.g.e., s. 239. [15] Bkz. Cerrahoğlu, a.g.e., s. 127. [16] Süleyman Ma’rifî, fî Ulûmi’l-Kur’an, Meclisu’n-Neşri’l-İlmi, Kuveyt, ty., s. 177. [17] Cerrahoğlu, a.g.e., s. 128. [18] el-Isfehânî, a.g.e., s. 443. [19] el-Isfehânî, a.g.e., s. 444-445. [20] Cerrahoğlu, a.g.e., s. 153. [21] Suyuti, İtkan, I, 150. [22] Suyuti, İtkan, I, 149. [23] Ebu Şehbe, a.g.e., 220. [24] Ebu Şehbe, a.g.e., 219. [25] Zurkanî, a.g.e., I, 165. [26] el-Kattan, a.g.e., s. 265. [27] el-Ak, a.g.e., s. 307. [28] Hz. Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem- Arabın meşhur ediplerini onun bir suresinin benzerini yapmaya çağırdı fakat muhatapları bundan aciz kaldılar. [29] el-Ak, a.g.e., s. 307 vd. [30] Bkz. Suyuti, İtkan, II, 148-149. [31] Zurkanî, a.g.e., I, 343. [32] el-Kattan, a.g.e., s. 265. [33] Ma’rifî, a.g.e., 237. [34] Ma’rifî, a.g.e., 237. [35] Ma’rifî, a.g.e., 237. [36] Nebîl Muhammed İbrahim Âl-i İsmail, İlmu’l-Kıraât Neşetüh-u, Advaruh-u, Eseruh-u fî’l-Ulumi’ş-Şer’iyye, Daretu’l-Melik Abdilaziz, Riyat, 2002, s. 356. [37] Âl-i İsmail, a.g.e., s. 364. [38] Âl-i İsmail, a.g.e., s. 108. [39] Âl-i İsmail, a.g.e., s. 143. 41 Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) den Ariflerin Kalbi Hazine-i Rahmân’dır. Ey oğul! Bilmiş ol ki, ma’rifet sahibi kimselerin kalpleri, Allah’ın yeryüzündeki hazineleridir. Allah Teâlâ o kalbe, sırrının emânetlerini, hikmetinin letâfetlerini, muhabbetinin hakikatlerini, ilminin nurlarını. Allah’ın izni olmaksızın ne mukarreb meleğinin ne mürsel nebinin ne de Allah’ın dışında hiç bir kimsenin muttali olmadığı ma’rifetlerinin âyetterini yerleştirmiştir. Arif kişinin, kendisine fayda ve zarar verecek ilmi bilmesi ve muamelesinde istikâmet üzre olması gerekir. Ayrıca, kazanacağı ve kaybedeceği şeyleri idrak etmesi, düşmanın hilelerinden korunması ve bütün bu hususlarda Allah’dan yardım dilemesi gerektiğini çok iyi bilmesi gerekir. 42 t Arif kişi, kalbinde Allah’dan başkasına yer vermez. Çünkü Allah Teâlâ bir kalpte kendisinden başka birine yer verildiğine muttali olursa, o kişiye hiddetlenip ayağını kaydırır ve düşmanlarını ona musallat eder. Kalbi düşünceler, özellikle Allah’a ait olmalıdır. İnsan uzuvlarının yaptığı işler. Dünyevi şeylere bulaşmıştır. Uzuvlar herhangi bir iş yapmaksızın kalbin ameli kabul olunmakla birlikte, kalp serim olmaksızın uzuvların yapmış olduğu ameller kabul edilmeyeceği gibi, sevap da elde ettirmez. Kul, kalben temiz niyetli olmadan uzuvlarıyla bir çok amel işlese bile, bu durumda onun. kalbi saflığı az olan bir çok amel işlediğine hükmedilir. Yok, kalben çok iyi niyetli olur da uzuvlarından sâdır olan ameller az olursa. O zaman da kalbinin temiz olması sebebiyle uzuvlarından sâdır olan amellerin az, fakat gönlündeki amellerin çok olduğuna hükmedilir. 43 Öğrencilerin “Baş Tacı” Değişirse… M.Emin KARABACAK İ ı şarısın a b e v nı ah lak ı n ı r a l k kötü e c Ç o cu k e y e l i uz etk n olums vimizi e e r v çe e kötü v ş a ra d arka o c u k la ç e d hem içinde iğimiz d r e v izle llerim e i d n uğunu ke d l o a rd lefonla e t ı l l ı r. ak gereki k a m a unutm 44 letişim için icat edilen cep telefonları, bugün artık çok farklı alanlarda ve çok farklı amaçlarda kullanılmaktadır. Okul çağı çocuğuna okul giderken yolda durakta bir şey olursa haberimiz olsun diye verilen cep telefonları, bugün aile içi iletişimi zayıflatmakta ve çocukların ders başarılarını olumsuz etkilemektedir. Yemeyip yedirdiğimiz giymeyip giydirdiğimiz yine kullanamadığımız telefonların en iyisini çocuklara alıp veriyoruz. Gerekçemizde çocukların arkadaşları arasında karizması çizilmesin ve derslerine daha çok çalışsın diye. İş sadece telefon alıp vermekle de bitmiyor. Çocukların telefonlarına bilmem ne kadar dakika, ne kadar GB internet ve bilmen kaç bin SMS’i de her ay düzenli olarak yüklüyoruz. Her şeyin en iyisini alınca, çocuklarında notların en iyisini alacağını düşündük. Aralık Çocuklar en iyi notları getirmeseler de boğazımızdan kesip alıp verdiğimiz telefonları, en iyi şekilde ve gözü gibi korudukları bir gerçektir. Eskiden çocuklar yataklarında yatmadan önce kitap okurken, bugünün çocukları telefona girmektedirler. Eskiden çocuklar yastıklarının altında kitapla uyurken, günümüz çocuklarının baş tacı değişmiş yastıklarının altında telefonla uyumaktadırlar. Eskiden çocuklar uyanınca ilk iş olarak yastıklarının altındaki kitaba bakarken, günümüz çocukları ilk iş olarak mesaj ve çağrı var mı diye telefonlarına bakmaktadırlar. Eskiden çocuklar okula giderken ilk iş olarak kalemini, silgisini, defterini, kitabını çantasına koyup koymadığını kontrol ederken, günümüz çocukları ilk iş olarak telefonunu yanına alıp almadığını kontrol etmektedirler. Eskiden çocuklar okula giderken serviste ya da toplu ulaşım araçlarında kitap okurken, günümüz çocuklarının ellerinde birer telefon bulunmaktadır. Telefonda kimisi oyun oynamakta, kimisi internete girmekte, kimisi kulaklığı takmış müzik dinlemekte, kimisi de telefonda bilmem neyle uğraşmaktadır. Çocukların sınıflarındaki durumları da bunlardan pek farklı değildir. Eskiden öğrenciler, sıralarının altında teneffüslerde ya da boş derslerde okuyabilecekleri birer kitap bulundururken günümüzde sıraların altında cep telefonu bulunmak- tadır. Bu çocuklar bedenen sınıfta olsalar da gözleri ve gönülleri telefon ve sanal âlemdedir. Eve gelen bu çocukların telefon aşkı evde de devam etmektedir. Kimse rahatsız etmesin ve rahat rahat ders çalışsın diye oda verilen bu çocuklar, odalarındaki çalışma masalarında kitapları da telefonları da açıktır. Gözlerinin biri kitapta diğeri telefonda olan bu çocuklar, odasına girilip şöyle bir bakıldığı zaman çok güzel ders çalışma görüntüsü vermektedirler. Çocuklar nerde diye sorulduğunda da odasında ders çalışıyor cevabı verilir. Bu cevap veren içinde alan içinde gurur verici bir şeydir. Çünkü işlerin yolunda gittiğini ve emeklerinin boşa gitmediğinin göstergesidir bu. Ne zamana kadar? Lise ve üniversite giriş sınavı gibi ciddi bir sınava girinceye kadar. Bu sınavlarda da çocuklar kötü sonuç alınca veliler sorgulamaya başlıyorlar. “Oysa hocam çok çalıştı. Gecesini gündüzüne kattı. Kurslara, dershanelere gitti. Herhalde sınav kaygısından oldu.” diyerek bana da teyit ettirmeye çalışırlar. Çocuklarında velilerinde sınav kaygı anlayışını da anlamış değilim. Sınav kaygısını temelinde konuyu bilmeme ve beklentinin yüksek olması yattığı bir gerçektir. Acaba diyorum bu sınav kaygısı da olmasa başarısızlıklara hangi mazeretler bulunacak bilmiyorum. Çocuklara soruyorum:“Şu şu derslerden sınava girerken heyecan yapıyor musunuz? diyorum. Çocuklar; “Hayır” cevabı veriyorlar. Peki, niye di- Eskiden çocuklar okula giderken ilk iş olarak kalemini, silgisini, defterini, kitabını çantasına koyup koymadığını kontrol ederken, günümüz çocukları ilk iş olarak telefonunu yanına alıp almadığını kontrol etmektedirler. Aralık 45 yorum? “O dersler çok kolayda ondan!” diyorlar. Yani dersin konularını bilince o dersten gelecek sorularda heyecanlandırmıyor sizi öyle mi diyorum? Çocuklar da “Evet” diyorlar. Peki, o zaman sınav kaygısının temelinde bilgi eksikliği yatıyor değil mi diyorum? Çocuklar “Evet” diyorlar. Demek ki zor denen o dersler çalışılsa konular öğrenilecek ve sınav kaygısı da yaşanmayacak öyle mi diyorum? Çocuklar yine “Evet” diyorlar. Hayatın bir gerçeği olarak çocuklar; derse adam gibi çalışıp kaygı yenmek yerine heyecandan yapamadım diyerek suçu sınav kaygısına atmaktadırlar. Oysa sınav kaygısının temelinde konuya tam hâkim olmamak yattığı bir gerçektir. Şu da bir gerçek ki; öğrenciler çok iyi bildikleri derslerin sınavında olduğu gibi bilmedikleri derslerin sınavlarına girerken de pek sınav kaygısı yaşamazlar. Başka bir ifadeyle kazanması ve kaybetmesi kesin olan şeylerde insanlar stres yapmamaktadırlar. Telefonlar konan tuş kilitleri de ayrı bir problem konusu. Eğer çocuk telefonunu ortada bırakamıyorsa veya telefonuna bir şifre koyuyorsa ya da veya anne babasının karıştırmasına izin vermiyorsa bir şeylerin gizlediğini ve bir şeyler çevirdiğinin göstergesidir. Bu konu ayrı bir konu ayrı bir başlık altında ele alınabilir Ders Çalışırken Telefon… Çocuklarının adam gibi ders çalıştığını iddia edip topu sınav kaygısına atan velilere de şu soruları soruyorum: Çocuğunuz telefonu var mı diyorum? Veliler “Evet” diyorlar. Sizinkinden daha kaliteli değil mi diyorum? Veliler fedakârlıklarını teşhir etme adına da olsa gururlanarak “Evet” diyorlar. Çocuklar odalarında ders çalışırken cep telefonu yanında mı diyorum? “Evet” diyorlar. Telefonunda kaç bin SMS ve interneti var mı diyorum? “Evet” diyorlar. Siz çocuğunuz odada iken ders çalıştığını zannettiğiniz değil mi diyorum? “Evet” diyorlar. Bütün sorulara “Evet” diyen velilere ben de: “Bir çocuğun akıllı telefonu varsa ve bunu da ders çalışırken kapatmıyor ya da çalışma odasının dışında bırakmıyorsa bu çocuk kesinlikle ders çalışmıyor demektir.” diyorum. 46 Cep telefonları yerinde ve zamanında kullanılması öğretilmeli. Bunun içinde çocuklara en güzel şekilde örnek olunmalı. Akıllı telefonlar bağımlılık yapacağından çocuklarında psikolojisi düşünülerek aile ekonomisi üzerinde bir telefon alınmamalı. Çocuğun telefonu kapatabilme becerisi geliştirilmeli ve bunun içinde iradesi güçlendirilmeli. Çocukların özellikle ders çalışırken cep telefonu yanlarına almamalı. Alacaksa da telefonu mutlaka kapalı tutması sağlanmalı. Sonuç olarak eskiden çocukların ahlakını ve başarısını olumsuz etkileyecek kötü arkadaş ve kötü çevreden korumak için evin dışı kontrol edilmeye çalışılırdı. Oysa şimdi ise çocukların ahlakını ve başarısını olumsuz etkileyecek kötü arkadaş ve kötü çevre evimizin içinde hem de çocuklara kendi ellerimizle verdiğimiz akıllı telefonlarda olduğunu unutmamak gerekir. Aralık Su kasidesi 1. Saçma ey göz eşkten gönlümdeki odlara su Kim bu denlü duduşan odlara kılmaz çare su Ey göz, gönlümdeki ateşlere gözyaşlarından su serpme Çünkü, böylesine tutuşan ateşlere su fayda etmez. Açıklaması:Beyti daha iyi anlayabilmek için Peygamber Efendimiz’le Hz. Âişe anamız arasında geçen şu diyaloga kulak verelim: Hz. Âişe anlatıyor: “Ey Al-lah’ın Resulü!” dedim, “verilmemesi caiz olmayan şey nedir?”. “Su, tuz ve ateş!” buyurdular. Ben tekrar: “Ey Allah’ın Resulü dedim. Evet suyu anladık öyledir, ama tuz ve ateş niye öyledir?” dedim. Şu cevabı verdi: “Ey Humeyrâ! Kim (isteyene) ateş verirse, bu ateşin pişirdiği her şeyi tasadduk etmiş gibi sevap kazanır! Kim de tuz verirse, o da bu tuzun tatlandırdığı her şeyi tasadduk etmiş gibi olur. Kim su bulunan yerde bir Müslüman’a bir içimlik su içirirse sanki bir köle âzâd etmiş gibi olur, suyun bulunmadığı yerde içirirse, onu ihya etmiş gibi olur.” Daha şiirin ilk beytinde bir tezatla buluşturuyor şair bizi: Ateş ve su. Ateş şiddetli bir arzunun, su ise arzu duyulanın sembolüdür. Buna göre şair o kadar büyük bir arzu ateşiyle kavrulmaktadır ki değme sular onu söndüremez. Ateş, şairin içinde yaşadığı coğrafyanın bir özelliğidir. Su ise onu ferahlatacak, serinletecek her türlü çâre, derman olarak düşünülebilir. “Ey göz! Gönlümde yanan ateşlere gözyaşından su saçma; çünkü böyle tutuşan ateşlere su fayda etmez.” diyor ilk beyitte şair. Gözlerinden akan yaşları çok şiddetli görüyor belli ki. Çünkü oradan gelen su ile bir yangını söndürmeye çalışıyor. Gerçi yangın da ondan daha şiddetli. Öyle ki gözyaşından gelecek sular söndürecek gibi değil. Gönüldeki ateş, aşk ateşidir. Maddî bir ateş değil. Mecnunca bir sevdaya tutulan âşığın mizacı da ağlamaktır. Aslında gözyaşı ile gönül ateşi tezat gibi görünse de ikisi de aynı duygunun –aşkın- sonucudur. O yüzden birinin diğerine derman olacak durumu da söz konusu olamaz; çünkü her ikisi de aynı menşe’den kaynaklanıyor. Yani çıkış noktalarında tezat olmadığı için birbiriyle ünsiyet hâlindeler. Bir başka deyişle ikisi birbirinden derman arıyor; ancak ikisi de yardıma muhtaç. Öte yandan Fuzûlî, gözlerine “Su saçma!” emrini veriyor ki bu da gönlündeki ateşin sönmesini istemediğine işarettir; çünkü bu ateş Peygamber sevgi-siyle yanan bir ateştir. Şiirde anâsır-ı erbaa’da geçen ateş, toprak, su ve havanın hepsine yer verilmekle beraber, şiirde özlenen asıl unsur su; ikinci olarak da havadır. Buna göre Fuzûlî’nin mizacının “su”ya meyilli olduğu söylenebilir. 2. Ab gûndur gûnbed-i devvâr rengi bilmezem Ya muhit olmuş gözümden gûnbed-i devvâre su Bilmiyorum, dönen gökkubbe mi su rengindedir, Yoksa gözyaşlarım mı gökyüzünü kaplamış? Açıklaması: Ağlamak, âşığın mizaçlarındandır. Bu beyitte de şair çok ağladığını, öyle ki ağlamaktan, her tarafı su renginde gördüğünü ifade ediyor: “Bilmiyorum, gökyüzü mü su rengindedir, yoksa göz yaşlarım mı gökyüzünü kaplamıştır.” İnsan, psikolojisi icabı kendi iç âleminde olup bitenleri dış dünyadaki nesne-lere yükleyebilir. Şair iç dünyasındaki ağlamaklı hâli dış âlem için düşünüyor ve görüyor. Böyle düşünmeyi tetikleyici unsurları da göz ardı etmemek gerekiyor. Meselâ gökyüzünün mâviliği şairde hemen “su” çağrışımı yapıyor. Burada bir mübalâğa söz konusudur. Fuzûlî çok ağladığını ifade etmek için gözünden akan yaşların gökyüzünü kapladığını söylüyor. Gökyü-zünün neden mavi olduğunu bilmez gibi görünerek tecâhül-i ârif sanatı yapıyor. 47 Merhameti Kuşanmak II Abdullatif Acar Birlikte Rahmet Ayrılıkta Azap Vardır h’ı er Alla l l i d i an k y la Ne zam n aşkı u n o r l le , gönü r ten e d e r hamet zik r e m , r , gözle ar, işte k çarpar a i b i si g ti çeşme n a s i rahme n n i ’ m i bb an, Ra m a z o tir. inecek 48 Müslümanlar, bütün mahlukata merhamet etmekle görevlidir. Ancak kendi aralarında ki sevgi ve merhametin, birlik ve beraberliğin nasıl olması gerektiği de ayrıca İslam’ın üzerinde, hassasiyetle, durduğu bir meseledir. Bu birlik ve beraberlik bütün Müslümanları kuşatmalıdır. Ferdi planda ne kadar iyilikleri ve güzellikleri yaşarsanız yaşayın, belli bir alandan öteye geçemezsiniz ya da Merhameti sadece ailenizle sınırladığınızda, yakın ilişki içerisine olduğunuz insanlarla daralttığınızda, onda ki derin ve kuşatıcı özelliğini göz ardı etmiş olursunuz. Sadece mahallenizdeki kediye, köpeğe merhametli olmanız yeterli değildir. Evinizde bulunanlara, elinizin altındakilere, yakın komşuya, uzak komşuya, annenize babanıza akrabalarınıza iyi davranmanız emredilmiştir. Fakat, Müslümanların güçlü olması, temsil ettiği inancı dünya sathında yaşaması, Al- Aralık lah’ın merhametini her tarafa taşıması ancak ırkını, rengini, dilini, milletini ayrışmanın değil, kaynaşmanın, tanışmanın vesilesi bilip, kendi içlerinde birlik ve beraberliği sağlamalarıyla mümkündür. İslam, müminleri kardeş ilan ederek bu birliğin oluşturulmasını ilahi vahye dayandırmıştır. Yüce Allah buyuruyor ki: “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size, merhamet edilsin.”( Hucurat,10) Peygamberimiz(s.a.v.)’de: “Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır.” buyuruyor. Bir başka hadis-i şerifte de müminlerin, birbirlerine karşı sevgi ve şefkatte nasıl olması gerektiğini, çok çarpıcı örnekle, şöyle anlatıyor: “Müminler, birbirlerine karşı şefkat ve merhamette bir vücudun uzuvları gibidirler; vücutta ki uzuvlardan biri rahatsız olunca, diğerleri de rahatsız ve uykusuz kaldığı gibi bir Müslümanın rahatsız olmasıyla da diğerleri de rahatsız olur.”(Ahmet b. Hambel, Müslim) Bir bedendeki gözle ayağın, ayakla başın, başla kolun birbirleriyle ilişkisi ne denli merhamet eksenliyse, aralarında ihtilaf söz konusu olmayacaksa, müminlerde birbirlerine karşı aynı hassasiyeti göstermeleri gerekir. Müslüman, iradesinin hakkını verecek, içten içe sinsi bir şekilde bünyeyi tahrip eden davranışlardan, toplumu huzursuz eden tutumlardan, birlik beraberliği, sekteye uğratacak fitne, dedikodu, fesatçılık, yalan, bühtan, su-i zan gibi marazlardan sakınacak, o virüslerin toplumun bünyesine girmemesi için mücadele edecek. Müslüman, başkalarına zulmetmeyi, kardeşlerini zulme teslim etmeyi bırak, bakışlarında dahi merhameti esirgemeyecek, konuşmaları merhamet eksenli dizilecek peşi peşine. Asıl merhamete nail olmak, merhamete götürecek ameller işlemekle mümkündür. Kardeşliğimizin erozyona uğradığı, bulaşıcı tefrika hastalığının kol gezdiği bir zamanda, uyanışın, dirilişin, sıhhate kavuşmanın, merhametle buluşmanın yolunu gösteriyor yine kainatın efendisi şu hadisi şerifiyle: “Müslüman müslümanın kardeşidir. Müslüman müslümana zulmetmez, onu haksızlık edenin eline bırakmaz. Bir kimse Müslüman kardeşinin ihtiyacını giderirse, Allah’da ona yardım eder, Bir kimse bir Müslümanın sıkıntısını giderirse, Allah’ da ona mukabil, kıyamet gününün kederlerinden birini giderir. Bir kimse din kardeşinin ayıbını örterse Allah da kıyamette onun ayıbını örter”(Riyazüssalihin) Birlikten ayrılanın koruyucusu kollayıcısı olmaz; ayrı yerde bulunmak; savunmasız kalmak, tehlikelere açık hale gelmektir. Birlik güçlü olmanın yegane şartıdır. Birlikte bulunmak merhamete vesiledir. Tefrika, bir toplumu içten içe kemiren, kısa bir sürede yayılan bulaşıcı bir hastalık halidir. Peygamberimiz(s.a.v.) buyuruyorlar ki: “Size cemaati tavsiye ederim. Ayrılıktan sakının, zira şeytan tek kalanla birlikte olur. İki kişiden uzak durur. Kim, cennetin ortasını dilerse, cemaatten ayrılmasın.. Kimi,yaptığı hayır sevindirir ve kötülüğü de üzerse işte o mümindir”(Tirmizi) Yüce Allah buyuruyor ki: “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size, merhamet edilsin.” (Hucurat,10) Aralık 49 Müminler aralarındaki kardeşlik bağlarını güçlendirdiklerinde dıştan gelen zulüm ve baskılara, haksızlıklara mukavemet gösterilebilirler. Aksi takdirde her insan bir tarafa savrulur. Malumunuz fırtınada, rüzgarda kum taneleri her tarafa savrulurken, çimentoyla yoğrulup, beton halini aldıklarında ise asla savrulmazlar. Yüce Allah bir ayetinde buyuruyor ki: “İşte bu, benim dost doğru yolumdur. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın yoksa o yollar sizi parça parça edip, doğru yoldan ayırır. İşte, bunları sakınasınız diye Allah size emreder”(Enam,153) Müminlerin kalplerinde, birbirlerine karşı besledikleri sevgi vardır, merhamet vardır. Şefkatle okşanan yetimin dağınık saçları vardır. Düşenin imdadına uzanan el vardır. Dertleri dert edinmek, acıları hissetmek, gönülden gönüle girmek, aşkla, heyecanla kucaklaşmak vardır. Sevgisiz iman kurumuş, meyvesiz ağaca benzer. İmanla beraber sevgi, cennete insanı uçuran iki kanat gibidir. Rıza-ı ilahi’ye ancak, kalpten kalbe sevgi köprüleri kurulduğunda ulaşılır. Sevgi, kinin, nefretin dolayısıyla fitnenin, tefrikanın panzehridir. san, nefsini büyüttüğünden küçüldükçe küçülür. nefsini hakir gören başkasını ali gören yücelir. Peygamberimiz” Sizden birisi kendisi için istediğini Müslüman kardeşi içinde istemedikçe(gerçek) mümin olamaz.”(Buhari) Buyuruyor. Başka bir hadisinde de: “Her Müslümanın, diğer Müslümana malı, ırzı ve kanı haramdır. İnsana, kötülük bakımından, Müslüman kardeşini küçük görmesi yeter” buyuruyor Bu birliğin başka bir harcı da yardımlaşmaktır. Bu, insanın yetişemediği yerde başka birisinin yetişmesi, veremediği yerde vermesi, güçsüz kaldığı yerde onun gücü kuvveti olmasıdır. Müminler asla şerde, kötülükte, zulümde bir araya gelmezler. Hayırda yarışır, hayır yapanın, hayır talep edenin yanında olurlar. “Nefsim yedi kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Bir birinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız”(Müslim) buyurarak Kainatın efendisi, müminlerin birliğinin olmazsa olmaz şartı olan sevginin önemini ifade etmiştir. Rabbımız buyuruyor ki: “İyilik etmek ve fenalıktan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlaşın, günah işlemek ve haddi aşmak hususunda yardımlaşmayın.”(Maide,2) Müminler bir birlerine güven veren insanlardır. Emanete hiyanet etmez müslüman, başkalarının malında ırzında, namusunda, kanında gözü olmaz, kul hakkına girmez. Kendisi için istediğini başkasından esirgemez. Müslüman kardeşini küçük gören bir in- Birliğimizi değil, ayrılığımızı hedefleyen, dostluğumuzu değil düşmanlığımızı isteyen, güçlü olmamızı değil, zayıflamamıza çalışanları, kardeşliğimizi hedef alanları, fitne ve tefrikanın oluşmasında dahili bulunanları şiddetle uyarmıştır kainatın efendisi: “Müminler, birbirlerine karşı şefkat ve merhamette bir vücudun uzuvları gibidirler; vücutta ki uzuvlardan biri rahatsız olunca, diğerleri de rahatsız ve uykusuz kaldığı gibi bir Müslümanın rahatsız olmasıyla da diğerleri de rahatsız olur.”(Ahmet b. Hambel, Müslim) 50 Aralık “Kim tefrika çıkarırsa bizden değildir” buyuruyor. Başka bir hadisi şerifinde: “Fitne uyur, onu uyandıranı Allah rahmetinden uzaklaştırsın” diye beddua etmiştir. Evet, mukaddes dinimiz, inanışta, duyuşta, istikbalde, ilahi gayede birleşmemizi istemektedir. Tefrikanın talihsiz yolcuları, helak olmuş, hüsranlara uğramışlardır. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Mehmet Akif bunu ne güzel ifade etmişlerdir: yuva yapılmaz” diyerek yuvasını oraya inşa etmekten vazgeçen geçmişin torunlarıyız. Göç edemeyen, kanadı kırık, yaralı kuşlar için kuş evleri yapan, yolcular için imarethaneleri, kervan sarayları, çeşmeler inşa, eden sokaklara koydukları sadaka kutularıyla fakirlere yardım ederken onların onurunu düşünen de bizim ecdadımız. Ancak bize düşen, herhalde onların bu halleriyle övünmek kaldı. Merhamet Kayıp Edilince Girmeden tefrika, bir millete düşman giremez, Toplu vurdukça yürekler, onu top bile sindiremez. Günümüzde merhamet, öyle arada bir sözü edilen, bazen bize dokunulduğu zaman, üzerine basa basa ifade edilme gereği duyulan, Bir milleti asırlarca ayakta tuhem nefsimize hem de kulağa hoş “Her Müslümanın, tan, dünyaya hükmettiren güç, kudgelen bir kelime oldu. Merhamet diğer Müslümana malı, ret; birlik beraberlik, herkese karşı etmeyi nefislerinin sınırında kaengin hoşgörüdür. Ecdadımız taırzı ve kanı haramdır. yıp edenler, menfaatlerinin olduğu rihte bunun en güzel örneğini İnsana, kötülük bakıyere kadar becerebilenler, ötesini, sergilemişlerdir. Gittikleri yerlemından, Müslüman bencillik kılıcıyla öldürenler, enanire İslam’ın saadet ve huzur ikyet zehriyle zehirleyenler en büyük kardeşini küçük görlimini taşımışlardır. Nerede bir bozgunculardır. Bu da; maalesef mesi yeter” buyuruyor zulüm, oraya uzanmışlardır. Zaçok zalim, cahil, nankör, az dülimin korkusu, mazlumun ümidi şünen, kalpleri var zikredemeolmuşlardır. yen kulakları var duyamayan, gözleri var hakikatları görmeyen Ayağını yere basarken acaba bir şu kainatın muntazam düzenini bocanlının ölümüne sebep olur muyum diye korkan bir insanın merhametteki enginliğini düşünün! Çiçekle- zan insandan başkası değil. Bir vahşi hayvarin “hakkı” zikredişlerini sezebilecek kadar deruni nın merhametinden yoksun olan insanlık bubir bakışı olan, bunun için onu koparmaktan haya gün, dünyayı kan gölüne döndürdü. eden, yine, barınağını yapacağı yerde, karınca yuvasını gördüğünden: “yuva bozularak başka Aralık Halbuki Allah’ın merhameti gereği bütün mahlukat birbirine merhamet eder; Aslan yavrusunu şefkatle büyütüyor, bir Sırtlan yediğinden fazlasına gözünü dikmiyor. Bir yılan, bir çiyan, dokunmayana dokunmuyor. Sevgi ve merhamet, vahşi hayvanları evcilleştiriyor; bir köpek merhamet edene vefa örneği gösteriyor. Ancak evlat, belli bir yaştan sonra annesiyle, babasıyla bir evi paylaşamıyor. Annesinin yaşamasına tahammül edemeyip öldüren evlatlarla aynı havayı soluyoruz. Babasını kapının önüne bırakmaktan utanmayanlara şahit oluyoruz. İnsanı parçalara ayırıp poşetlerle çöp bidonuna atan insan görünümlü kasaplarla aynı dünyayı paylaşıyoruz. Vücu- 51 duna bombaları bağlayıp onlarca insanı hunharca katleden, gözü dönmüş vahşilere ne demeli? İşte, sözün bittiği yerdeyiz. Evet, her şey değişti asrımızda. İnsan değerlerinden uzaklaşınca, kalpler taşlaşınca, yürekler başkalarına açılamayınca, kendi dünyamızda dahi birlik olamadık. Sağlam kulpa tutunamadık. Nefsimizin sesine kulak verdiğimiz kadar Rabbimiz’e kulak veremedik, bize çok düşkün önderimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in uyarılarına dikkat kesilemedik; kardeşlik nasıl olurmuş, birlik beraberlik nasıl tesis edilirmiş onun hayatında okuyamadık. Aramıza atılan fitne tohumları kök saldı, Fitne uykudaydı uyandı. Yürekler titriyordu, taş kesildi, gönül tarlasında boy veren ağaçlar kurudu. Hissiyatımız yoksun kaldı hissetmekten. Merhametimiz uzaklaştı kendimize dahi merhamet etmekten. Birliğimiz, dirliğimiz, gücümüz, kuvvetimiz Kur’an’a dayanmadı. Bir birimize düşüp gevşedikçe gücümüz elimizden gitti. Halbuki Allah, bizi uyarmıştı: “Allah’a ve Resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, sonra gevşersiniz, gücünüz, devletiniz elinden gider…”(Enfal,46) Ve maalesef gücümüz kuvvetimiz elimizden gidince de Çakalların maskarası olduk, İslam toplumu olarak, ümmet olarak. Bugün, küçük bir menfaati uğruna dünyayı yakmaktan, yıkmaktan çekinmiyor haçlı zihniyet, Emperyalist batı. Eskiden düşman bir taneydi, şimdi bin tane. Eskiden belliydi şimdi koyun postuna geziyorlar. Ebu Cehiller’in, Nemrutlar’ın, Firavunlar’ın yaptığını geçti bunların yıktıkları. Dünyamızda, aslında, hakla batılın mücadelesi veriliyor. fakat bugün İslam düşmanlarının isimleri farklı. Merhameti kayıp edince her şeyimizi kayıp ettik ya onun için Moderin Ebreheler’in ordusunu ebabil kuşları helak etmek için gelmiyor. Uçsuz bucaksız kızıl deniz, Fravunlar’ın ordusunu boğmuyor. İbrahim’i bir teslimiyet olmayınca Nemrut’un ateşi İbrahimleri, Ahmetleri, Ayşeleri, Fatmaları yakmaya devam ediyor. Muhammed’i merhametin zırhını kuşanamayınca, Ebu cehiller, Ebu Lehepler dize gelmiyor. Dün, dünyaya hükmeden Müslümanlar, bugün garip, Köy halini almış, adeta ülkelerin arasında sınırlar kalkmış bir dünyada zulüm, haksızlık güçsüzlerin her öğün yemeği haline geldi adeta. Cahiliye döneminin modern versiyonunu yaşıyoruz. Haklı olmak için güçlü olmak gerektiğini öğrendik bu asırda. Nerede bir zulüm varsa orada mutlaka Müslümanlar… Bakın! dinliyorsunuz haberleri, görüyorsunuz; zulme uğrayanlar, yerlerinden edilenler, katledilenler hep Müslümanlar değil mi? Zulümden, kandan vahşetten kaçarak Avrupanın kapısına dayanan Müslümanlar maalesef. Kaçarken denizlerde boğulan, yollarda telef olan, yine Müslümanlar. Filistin, Suriye, Irak, Lübnan, mısır, dünyanın her yeri adeta kan gölüne döndü. Bu akan kan müslümanların kanı. “Düştünüz kucağımıza” diyerek bıyık altından sırıtan haçlı zihniyet, şart koşar duruma geldi.” Dininizi değiştirirseniz tamam, kapılarımızı açarız, yoksa asla! Müslümanların içerisine fitne tohumu atıp, birbirlerine kırdıran, Müslümanların kat- Rabbimiz buyuruyor ki: “İyilik etmek ve fenalıktan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlaşın, günah işlemek ve haddi aşmak hususunda yardımlaşmayın.”(Maide,2) 52 Aralık ledilişlerini, bir film keyfiyle, votkasını yudumlayarak izleyen yine aynı zihniyet. Müminlerin kardeşliğini hatırlatan Allah, bizleri her defasında uyarıyor: Denizin sahile attığı balıkların ölüleri kadar sahile vuran çocuk cesetlerimiz gündem oluşturmuyor dünyada. Ya! Üç beş Yahudi öldürüldü diye dünya liderleri kol kola girip, yürüyüş yaparak, tepkilerini gösterirken binlerce “Müminler dinde ancak kardeştirler, onun için( ihtilaf ettikleri vaki) iki kardeşinizin arasını düzeltin ve (Allahtan ve Allahın emirlerine muhalefet etmek ten korkun ki) merhamet olunasınız”(Hucurat,10) Müslümanın; çoluk .ocuk, kadın, yaşlı demeden katledilişleri karşısında ağzını dahi açmayan Müslüman devletlerine ne demeli? Merhamet sahibi Yüce Allah, kurtuluşun yolunu şu ayetle nede güzel özetliyor: “Hepiniz toptan Allah’ın ipine (Kurana) Bütün bunları değerlendirirken, hep hata ve ku- sımsıkı sarılın. Birbirinizden ayrılıp dağılmayın, Allah’ın üzerinizdeki nisurları başkalarında görme hastalığınmetini düşünün! Hani siz, birdan kurtarmalıyız kendimizi. Sağlıklı birinize düşman iken o sizin bir muhasebe yaparak kedimize dö“Müminler dinkalplerinizi birleştirmişti de, nüp bakmalıyız. Her Müslüman bide ancak kardeştirler, onun nimeti sayesinde, din karrey, inandığı değerleri, sorumlu olduonun için (ihtilaf ettikdeşi olmuştunuz. Hem siz ateşğu alanda hayatına hakim kılmakla ten bir çukurun kenarındayken mükelleftir. Basit gördüğümüz bir haleri vaki) iki kardeşiO, sizi oradan kurtardı. İşte Altanın, koskocaman ümmetin felakenizin arasını düzeltin lah size ayetleri böylece açıklıtiyle yakından alakası vardır. Kendive (Allahtan ve Allahın yor ki doğru yolu bulasınız”(Ali ni aşamayan başkalarına ulaşamaz; emirlerine muhalefet İmran ,103) kendi dünyamızda inandığımız deetmek ten korkun ki) ğerlerle ilgili problemler yaşıyorsak, Evet, ne zaman ki gönül topraİslam’ın emirlerini hayatımıza hakim merhamet olunasığına Hz. Muhammed’in muhabbet hale getirememişsek, ümmetin gelenız”(Hucurat,10) damlasını düşürürüz, kuran’a sımsıkı ceği adına yapabileceğimiz hiçbir şey tutunuruz, işte o an kardeşlik ağacı yok demektir. Öyleyse, nerede hata yeşerir, yemiş verir, tefrikalar, vurup yaptık, nereyi es geçtik diye soralım kırmalar, öldürmeler, haksızlık, hukuksuzluk, insafkendimize. Sonra, yıktığımız yerden değerlerimizi yeniden inşa etmeli, şeytan ve onun havarileriyle gece sızlık, vicdansızlık, izansızlık son bulur. gündüz demeden, mücadele etmeliyiz. Ne zaman ki diller Allah’ı zikreder, gönüller onun aşkıyla çarpar, gözler, merhametEvet, uyanmak gerek, yeniden bir nefes, yeniden bir hayat gerek. Çoraklaşmış gönülle- ten nisan çeşmesi gibi akar, işte o zaman, ri yeşertmek gerek, körelmiş duyguları açmak, Rabbim’in rahmeti inecektir. Ne zaman ki merişlemeyen hasletleri işletmek gerek. Ölü top- hameti benliğimize sindirir; evde, işte, köyde, şehirrağını üzerimizden silkeleyip uyanmak gerek. de, her insana ümit oluruz, her sıkıntıyı dert ediniriz. İmanın gereği kardeşliğimizi yeniden tesis Bir acı görsek, onu kalbimizde hissederiz, ki etmek için merhamet zırhını giymeden, iman ağlayanlarla ağlar, gülenle güler, bütün dünyayı sığdıracak kadar yüreğimizi geniş tutarız mihverini kuşanmadan olmaz. yani yürekli insan oluruz, işte o an kurumuş ağaçlar filizlenmeye başlayacak, karanlık dünya yeniden aydınlanacaktır. Ümmetleri ve milletleri iki cihanda saadete ve huzura taşıyacak işte bunlardır. Bekliyoruz büyük bir özlemle. Selam ve dua ile… Aralık 53 Rufai Tarikatının Temeli Rufai Tarikatının ilkeleri birbirinden asla ayrılmayan iki büyük temele dayanmaktadır. Bu iki temel Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Muhammediye’dir. “Marifetü’l Kulüp” kitabının müellifi bu hususta şunları nakleder: “İyi bilesin ki bu mübarek tarikatın temelleri Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’de var olan temellerin bizatihi aynısıdır.” Rufai Hazretleri âli tarikatına ait bu iki temel hakkında şöyle buyuruyor: “Efendiler! Kur’an-ı Mecid’e tabi olun ve Onunla amel edin ki saadete eresiniz. Sakın ola ki Allah’ın kitabı hususunda kendi mesnetsiz görüşünüze başvurmayasınız. Yüce Allah’ın nebisi olan Hz. Muhammed (s.a.v)’in ilmi, tefsiri ve amelinden istifade et. Bir hadisi şerifte şöyle buyrulmaktadır: “Nasıl namaz kıldığımı görüyorsanız, sizde öyle namaz kılın.”(1) Bu hususta kendi görüşüne, ameline ve tefsirine itimat etme ki ayağın kayar. O’na tabi ol, O’nun yoluna gir, Allah’a seyir yolunda O’nun nuruyla aydınlan ve bu yoldaki azığını O’ndan tedarik et. İşte bu takdirde sen felaha erenlerden olursun.”(2) Üstat İzzettin Ahmet es-Sayyad er-Rufai(3) ise şöyle buyuruyor: “Rufai Hazretlerinin yolu Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’den ibarettir” Rufai Hazretleri sürekli bir şekilde Resulullah (s.a.v) efendimizi örnek almış ve O’nun sünnetlerine tabi olmuştur. Resulullah (s.a.v) Efendimize uymuştur. Er-Ravas ismiyle meşhur, mu- 54 haddis Seyyid Muhammed Mehdi “Refref El İnayet”(4) kitabında şöyle der: “…..tarikatımız Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)in’ yoludur, hakikatimiz O’nun amelleriyle amel etmek ve O’nun halleriyle hâllenmektir. Yüce Allah yolumuzu dünyanın iğrenç kirlerinden, gizli desiselerinden ve açık hatalarından beri kılmıştır. Yolumuz Muhammedi halin ifadesinden başka bir şey olmayıp, bu yolda bizim nezdimizde Arap, Acem, beyaz-siyah ve mevkisi yüksek kişi ile düşük olan kişi arasında hiçbir fark yoktur. Ancak Yüce Allah’ın hududu ve hakları söz konusu olursa o zaman iş değişir. Yüce Allah’a hamd-ü senalar olsun ki bu metodumuz dünyevi bir emir veya nehiy talebiyle şaibe altında kalmamış, dünyevi bir amaçla kirletilmemiş ve yine bu metodumuza gaflet ehlini sevindirecek bir leke bulaşmamıştır. Aksine bu yolun tamamı din, yakin, Sünnet-i Seniyye yolunda bulunmak, marufu emir, münkeri nehyetme, iyilik ve takva üzere yardımlaşma, günah ve düşmanlıktan uzaklaşarak fasid kalplerin ve hasta nefislerin terbiyesi, tezkiyesi ve tezhibi ile meşgul olmaktır. Aynı şekilde bu yolun özü, müminlerin gayesi ve sadıkların hedefi olan yüce Allah’ın rızasını talep etmek ve Resulullah (s.a.v) Efendimizin muhabbetinde fena olmak için O’nun kadrini bilmek, üzerinde bulunduğu hali tazim etmek ve O’nun sünnetiyle amel etmektir. Şüphesiz Allah muttakilerle beraberdir. Aralık Rufai Hazretlerinin Halis Tarikatı Yüce Allah Rufai Hazretlerine O’nun kıymetli akranları ve büyük evliya kardeşlerinden Allah’ın dilediği hariç hiçbirinin nail olmadığı bir şekilde ihsanda bulunmuştur. Her umum ve genelin içinde bazıları has ve özel kılınmıştır. (Onlara bir hususiyet, özellik ve ayrıcalık verilmiştir.) Bu bağlamda Rufai Hazretlerinin yolunda şatahat, uygunsuz ve ölçüsüz bir takım uydurmalar bulunmaz. Yüce Allah O’na nefsi alt etme (kahretme) ve kâmil bir dirayet lütfetmiştir. Dolayısıyla Rufai Hazretlerinde hiçbir şekilde vahdeti vücut, hulul ve ittihad, zahir ve batın ayrımı, tılsımlar, rumuz, sırlar ve saklı ilim fitnesi veya kemale erip vuslata ulaşanlardan şer’i vazifelerin düşmesi ve bu gibilerinden şer-i ahkâmın istisna edilmesi (Yüce Allah muhafaza buyursun) durumlarını hatıra getirebilecek hiçbir şeye rastlayamazsın. Rufai Hazretlerinin tasavvuf anlayışında (gerçek güç ve kudret sahibi, faili mutlak olan yüce Allah’ın unutularak) amellerin, onları işleyen faillere isnad edilmesi, söz ve fiille mahlûkatın (faili mutlak yüce Allah’tan bağımsız olarak) tesir icra etmesi düşüncesini bulamazsın. Aksine O’nun tarikatı, o yola girenleri Kur’an-ı Hâkim’e ittiba etmeye, Resulullah (s.a.v) efendimizin sünnetine bağlanmaya, O’nun meftunu olmaya, Resulullah (s.a.v) efendimize, O’nun enbiya kardeşlerine, ehli beytine ve ashab-ı kiramına muhabbet etmeye, tabiin ve onlara tabii olanlara, önceki ve sonraki tüm Salih velilere tazim-i hürmet göstermeye sevk eder. Aynı şekilde Rufai tarikatı müntesiplerini Müslümanlara faydalı olmaya, tüm insanlar için hayır murad etmeye, tüm mahlûkata iyilikte bulunmaya, yüce Allah’a giden yolda seyir halinde karşılaşılan tüm zorluklarda nebevi sünneti muhafaza Aralık etmeye ve nehyedilen şeylerden uzak durmaya teşvik eder. Rufai Hazretlerinin mübarek yolu, nazari hikmetlerin esrarını, manevi hakikatleri, açık burhanları, pak ve açık İslam irfanını bir arada toplamış olup Muhammedi yolu ve nebevi hedefi açıklamış sünneti teyid ederek bid’ate karşı çıkmıştır. Saadete Ulaştıran Tarikat Er-Ravvas ismiyle meşhur, muhaddis şeyh Seyyid Muhammed mehdi Es-Sayyadi er-Rufai El Hüseyni (r.aleyh) “Mişkatü’l Yakın”(5) isimli divanında Rufai tarikatından, O’nun ahvalinden, esrarı ve haberlerinden şiir şeklinde şöyle bahseder: - Tarikatımız; güzel işlere bir vesile ve Allah’tan gayri her şeyden vazgeçme yoludur. - Tarikatımız; öyle bir yoldur ki kim onda samimi olursa yüce Allah’ın gözetiminde olarak kendisine ihsan ve ikram edilir. - Tarikatımız; öyle bir yoldur ki kim O’na sıdk ile tabi olursa maneviyat ehli kişiler tarafından desteklenir. - Tarikatımız; kalbi sapıtmaktan ve eğrilmekten korur, selamette kılar. - Tarikatımız; muhkem bir hal ve sünnet üzere olup ondaki nakiller sağlamdır. - Tarikatımız; Resulllah’ın hali ve tavrıdır ve O’nun sırrını ariflere ifşa eder. - Tarikatımız; sıdk, zühd, merhamet, yüce Allah’a boyun eğmedir. - Tarikatımız; kişinin kendi nefsini görmemesi olup orada en hayırlı kim ise O’na iltifat edilir. - Tarikatımız; güzel dostlukla kişinin ıslah edilmesi anlayışını benimser. Biz susalım bizim yerimize muhabbet konuşsun. 55 - Tarikatımız; şeriatın yol kabul edilmesidir. Şeriat ile bu yolun yolcuları (salikleri) dereceler kat eder ve büyür. - Tarikatımız; sürekli bir şekilde kalbin Allah’a bağlanması ve O’nun zikrini terennüm etmektir. - Tarikatımız; selim kalp ve temiz niyettir. Tulü emel sahibine engel olur. - Tarikatımız; sırrı ifşa etmeden istikamet üzere yaşamaktır. - Tarikatımız; her nefes alış verişte sayı ile sınırlamaksızın zikir yapmaktır. - Tarikatımız; sırrı bir levha kabul etmek ve O’na Allah için sıdk satırlarını yazmaktır. - Tarikatımız; Rahman’dan başka veren ve mahrum eden hakiki fail olmadığını görmektir. - Tarikatımız; yüce Allah’ın hakiki hâkim olduğuna şahadet etmektir. Kendinden uzaklaştırma ve merhamet etme yetkisi O’nun dur. - Tarikatımız; Resulullah (s.a.v)’e, ehl-i beytine ve ashabına muhabbet edip onları hayırla anmaktır. - Yolumuz hidayet yoludur ve Rahman’ın inayetine nail olmuştur. - Tarikatımız; sufiler içinden yüce Allah’a yaklaştıran herkese tazim-i hürmet etmektir. Bununla birlikte bize göre Rufai Hazretleri bu sahada benzeri bulunmaz ve eşsizdir. - Yolumuz şeriat sahibi Resulullah (s.a.v) den bize bir emanettir. - Tarikatımız; tam olarak Cüneydi Bağdadi’nin yoludur. Ahdini bozana hiç itibar edilmez. - Tarikatımız; içten hissediş, şevk, ibret ve gözyaşıdır. - Tarikatımız; ciddiyet, cehd, gönülden samimi bağlılık, sadık, halis halvet ve sırrı ifşa etmemektir. - Tarikatımız; cemaat üzere bulunmaktır. Zira cemaatten ayrılmamak zaruridir. - Tarikatımız; her muvahhidi sevmek ve her Müslüman’a ihsanda bulunmaktır. - Tarikatımız; Resulullah (s.a.v) Efendimizin emrettiği üzere tüm insanlara merhamet etmektir. - Tarikatımız; herkese hüsnü zan beslemek ve onlardan eziyeti uzak tutmaktır. - Tarikatımız; riyanın mahvedilmesi ve atılması, konuşurken sıdk-ı muhafaza etmektir. - Tarikatımız; tüm azaların korunmasıdır. Zira mahşerde azaların korunması kaçınılmaz olarak sorulacaktır. 56 Seyyid Şeyh Muhammed Mehdi es-Sayyadi er-Rufai el-Hüseyni “Miracü’l Kulüb”(6) adlı divanında başka bir şiirinde Rufai tarikatıyla ilgili şunları dile getiriyor: - Kıyamete kadar velayet nöbeti bize verilmiştir. - İndi İlahi’den teyidimiz çok hızlı gerçekleşip düşman üzerine kor gibi düşer - Yolumuz Allah içindir. Şan, şöhret ve makam için değildir. Bu münasebetle Rufai tarikatının temellerini oluşturan bazı prensiplerden bahsetmemiz yerinde olur. İmam Muhaddis Seyyid Er-Ravvas “Refref El-İnayet” adlı kitabının 142-149 sahifeleri arasında bu hususta şunları aktarıyor: “Zamanındaki sıddıkların efendisi, meşayihin piri, Seyyid Ahmed er-Rufai El Hüseyni (r.aleyh) şöyle buyurdu: “Yolumu elli beş kaide üzerine bina ettim. Bunları her kul için kaçınılmaz bir şekilde gerekli olan ve birbirini destekleyen elli beş Kur’an ayeti ve nebevi sünnet teyid etmektedir. Bu kaideler şunlardır: 1- Yüce Allah’ın marifeti Bu kaideyi şu ayeti kerime teyid etmektedir: “Cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım”(7) (yani bilsinler diye.) Aralık 2- Rububiyyeti ikrar Bu kaideyi şu ayetler teyid eder: “Sizin ilahınız tek bir ilahtır”(8), “Deki: Allah birdir, Allah sameddir. (Her şey O’na muhtaç O, hiçbir şeye muhtaç değildir) Kendisi doğurmamıştır ve doğrulmamıştır. Hiçbir şey O’nun dengi değildir”(9) 3- Yüce Allah’ın ahdine vefa göstermek Bu kaideyi şu ayet destekler: “Bana verdiğiniz ahdi yerine getirin ki bende size verdiğim ahdi yerine getireyim ve yalnız benden korkun sakının.”(10) 4- İhlâs ile kulluk yapmak Bu kaideyi şu ayetler teyid eder: “Onlar yalnızca dini Allah’a has kılarak O’na kulluk etmekle emrolundular”(11), “Kim Rabbine kavuşmayı diliyorsa salih amel işlesin ve Rabbinin ibadetinde O’na hiçbir şeyi ortak koşmasın.”(12) 5- Yüce Allah’a, O’nun Resulü (s.a.v)’e ve ulu’l emir olan Müslümanların idarecilerine itaat etmek Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Allah’a, Resule ve sizden olan ulu’l emre itaat edin.”(13) 6- Yüce Allah’ın vadine iman etmek Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Yeryüzünde hareket eden her bir canlının rızkı Allah’a aittir.”(14) 7- Yüce Allah’ın taksimine rıza göstermek Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık.”(15) 8- Yüce Allah rızası için sevmek ve yine O’nun (cc) rızası için buğz etmek Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluğun kendi babaları, çocukları, kardeşleri veya Aralık sülaleleri dahi olsalar Allah’a ve Resulü’ne muhalefet edip karşı çıkanlara muhabbet beslediğini göremezsin.”(16) 9- Nefsin bilinip tanınması ve onunla mücadele etmek Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Şüphesiz nefis hep kötülüğü emreder”(17), “Şüphesiz şeytan sizin düşmanınızdır. Öyleyse sizde onu düşman bilin.” (Yani onunla mücadele edin.)(18) 10- Tüm hallerde yüce Allah’tan korkmak Bu kaideyi şu ayetler teyid eder: “İnsanlardan korkmayın, benden korkun.”(19), “Sadece benden sakının”(20), “Allah onlarla beraber olduğu halde, ondan gizlemezlerde insanlardan gizlerler.”(21) 11- Yüce Allah’a dua etmek ve yalvarmak Bu kaideyi şu ayetler teyid eder: “Rabbinize huşu ile gönülden ve içinizden gelerek dua edin.”(22), “Bana dua edin size icabet edeyim.”(23) 12- Yüce Allah’ın mekrinden (Yüce Allah’ın nimet ve ihsan görüntüsü altında kulunu bela ve sıkıntıya duçar kılması) emin olmamak, kendini emniyette hissetmemek Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Allah’ın mekrinden ancak hüsranda olan bir topluluk kendini güvende hisseder. (Allah’ın mekri kendine uğramaz zanneder.)”(24) 13- Yüce Allah’ın rahmetinden ümit kesmemek Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları affeder. O Allah gafurdur, rahimdir.”(25) 14- Başta namaz kılarken olmak üzere avret yerlerinin kapatılması Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Namaz kılarken ziynetlerinizi alın.”(26) Ziynetten mak- 57 sat avret yerini kapatan elbisedir. Erkeğin avreti diz kapağı ile göbek arasıdır. Şayet kişi avret yerini kapatacak herhangi bir elbise bulamazsa o haliyle açık bir şekilde namaz kılar. Zira Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Allah hiç kimseyi gücü dışında bir şeyle sorumlu tutmaz.”(27) 15- İlim talep etmek Bu kaideyi şu ayetler teyid eder: “Rabbaniler olun…”(28) (Yani âlim ve fakih olun demektir), “Ey iman edenler kendi nefsinizi ve ehlinizi ateşten koruyun.”(29) (Yani onlara dinlerini öğretin). Resulullah (s.a.v) Efendimiz de şöyle buyurmuşlardır: “İlim talep etmek her Müslüman’a farzdır.” 16- Abdest almak Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Ey iman edenler! Namaz kılmak istediğinizde yüzlerinizi ve ellerinizi dirseklere kadar, ayaklarınızı da topuklara kadar yıkayın ve başınızı da mesh edin.”(30) (Yani abdestsiz iken namaz kılmak için kalktığınızda bu azaları yıkayın demektir.) 17- Cenabetten dolayı gusletmek Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Şayet cünüp olursanız yıkanın.”(31) 18- Teyemmüm etmek Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Şayet su bulamazsanız temiz toprağa teyemmüm edin.” (32) 19- Beş vakit namaz kılmak Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Muhakkak namaz belli vakitlerde müminlere farz kılınmıştır.”(33) (Yani belli vakitlere mahsus olarak farz kılınmıştır. Mukim için dört rekât, yolcu için iki rekât. Akşam namazı ise misafir ve mukim için üç rekâttır.) 20- Yüce Allah’ı zikir etmek Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Allah’ı çokça zikredin.”(34) Yani gece ve gündüz her zaman demektir. 58 21- Emaneti ehline vermek Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Allah emanetleri sahiplerine vermenizi emreder.”(35) 22- Dünya malına düşkünlük gösterip onunla şımarmamak Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Allah’ın size verdikleriyle sevinip, şımarmayın”(36), “Şüphe yok ki Allah, kendini kaybedecek kadar sevinip şımaranları sevmez.”(37) 23- Elden çıkıp giden dünya nimetlerine üzülmemek Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “(Allah bunu) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye açıklamaktadır.”(38) 24- Tefekkür Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “İbret alın, ey basiret sahipleri!”(39) 25- Nefsin hevasını terk etmek Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Heva’ya tabi olma ki sonra seni Allah’ın yolundan saptırır.”(40), “Azgınlık yapıp dünya hayatını tercih edenin, varacağı yer cehennemdir.”(41), “Namazı zayi ettiler ve nefsin hevasına tabi oldular. Bu yüzden ileride sapıklıklarının cezasını çekecekler.”(42), “Rabbinin yüce makamından sakınan ve nefsi heva’dan alıkoyanın ise varacağı yer cennettir.”(43) 26- Yüce Allah’ın iman ve İslam nimetinin kadrini bilmek Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Eğer doğru kimseler iseniz bilesiniz ki, sizi imana erdirdiği için asıl Allah size lütufta bulunmuştur.”(44) 27- Yüce Allah’ın her an her şeye muttali olduğuna iman etmek Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Ne yerde, ne de gökyüzünde, zerre ağırlığında hiçbir şey Rabbinin bilgisinden ayrı kalamaz.”(45) Aralık 28- Günahlardan tövbe etmek Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Ey iman edenler! Hepiniz topluca Allah’a tövbe edin. Umulur ki felaha erersiniz.”(46), “Ey iman edenler! Allah’a nasuh bir tövbe ile tövbe edin.”(47) 29- Doğru sözlü olmak Bu kaideyi şu ayetler teyid eder: “Konuştuğunuz zaman adil olun.”(48), “(İnsan) her ne zaman ağzından bir söz çıkarsa mutlaka yanında onu hazır vaziyette gözetleyen biri vardır.”(49) 30- Helal yemek Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Helal şeylerden yiyin ve salih amel işleyin.”(50) 31- Gözleri, avret yerleri ve kulakları haramdan korumak Aşağıdaki ayetler bu kaideyi teyid eder: “Mümin erkeklere söyle gözlerini dik dik bakmaktan sakınsınlar ve namuslarını korusunlar.”(51), “Mümin kadınlara söyle bakışlarını kıssınlar ve namuslarını korusunlar.”(52), “Şüphesiz kulak, göz ve kalp, bunların hepsinden de sorulacaktır.”(53) 32- Gıybet ve alay etmeyi terk etmek Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Bir topluluk başka bir toplulukla alay etmesin. Alay edilen topluluk, diğerinden daha hayırlı olabilir.”(54) 33- Lakap takmanın terk edilmesi Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Birbirinize lakap takmayın, imandan sonra fısk ne kötüdür.”(55) 34- Su-i zanda bulunmaktan sakınmak Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının.”(56) 35- Gizli gizli bilgi elde etmeye çalışmaktan sakınmak Aralık Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Casusluk yapmayın.”(57) 36- Yüce Allah’a tevekkül etmek Bu kaideyi şu ayetler teyid eder: “Şayet mümin iseniz Allah’a tevekkül edin.”(58), “Kim Allah’a tevekkül ederse Allah ona yeter.”(59), “Ölmeyen, sürekli canlı olan Allah’a tevekkül et.”(60), İbn-i Abbas (r.anh) şöyle der: “Tevekkül; her şeyden ilgisini keserek kalbin Allah’a güvenmesi ve bağlanmasıdır.” 37- Yüce Allah’ın kazasına rıza göstermek Bu kaideyi şu ayet teyid eder: “Rabbinin hükmüne sabret.”(61) 38- Sıkıntı, şiddet hallerinde sabır göstermek Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “Ey iman edenler! Sabredin; (düşman karşısında) sebat gösterin, (cihad için) hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allah’tan korkun ki başarıya erişebilesiniz.”(62) 39- Anne babaya iyilikte bulunmak Bu hususla ilgili ayetler şunlardır: “(işte bunun için) önce bana sonra da ana babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur.”(63), “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti.”(64) 40- Yüce Allah’ın nimetlerine karşı şükretmek Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “Eğer gerçekten yalnız Allah’a ibadet ediyorsanız, onun nimetine şükredin.”(65) Şükür: Tüm azalarla itaat etmektir. 41- Faizi terk etmek Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “Kat kat artırılmış olarak faizi yemeyin.”(66) 59 42- Fakirlik ve zenginlik hallerinde dengeli bir şekilde infakta bulunmak Şu ayetler bu kaideyi teyid eder: “(O kullar) harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.”(67), “Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma.”(68) Saçıp savurmak (israf): yüce Allah ve O’nun Rasulü (s.a.v)’e itaat dışında bir amaçla mal harcamaktır. 43- Sadaka verirken minnet ve eziyet etmemek Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “Başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın.”(69) 44- Hayız halinde kadınlara yaklaşmamak Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “Bu sebeple ay halinde olan kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.”(70) 45- Kibir, kendini beğenme ve fesadı terk etmek Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel akîbet) takva sahiplerinindir.”(71) 46- Fakirlik korkusunu terk etmek Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder. Allah ise size katından bir mağfiret ve bir lütuf vâdeder. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir.”(72) 47- Malın çocuklar, kadınlar ve hainlere teslim edilmemesi Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “Allah’ın geçiminize dayanak kıldığı mallarınızı aklı ermezlere (reşit olmayanlara) vermeyin.”(73) 60 48- Beş vakit namazı düzenli bir şekilde kılmak Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “Namazlara ve orta namaza devam edin.”(74) 49- “Ehl-i Sünnet ve’l cemaat” mezhebine tabi olmak Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun.”(75) Bu konu hakkında hadisi şerifte şöyle buyruluyor: “Kim ki cemaatten bir karış ayrılırsa İslam dairesinden çıkmış olur.” 50- Müslümanların kahir ekseriyetiyle birlikte hareket etmek Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “Hep birlikte Allah’ın ipine (islam’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın.”(76) Konuyla alakalı bir hadisi şerifte şöyle buyruluyor: “Müslümanların kahir ekseriyetiyle birlikte olun. Kim böyle davranmayıp başına buyruk sıra dışı hareket ederse cehennemde de sıra dışı (normalin üstünde) bir azaba uğrar.” 51- İyiliği emretmek kötülükten sakındırmak Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “Onlar (o müminler) ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılar, zekatı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler.”(77) 52- Zekât vermek Şu ayetler bu kaideyi teyid eder: “İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekat verenler var ya, onların mükafatı Rableri katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler.”(78), “İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekatı verin.”(79), “Fakat tevbe eder, namaz kılar ve zekat verirlerse, artık onlar dinde kardeşinizdir.”(80) 53- Oruç tutmak Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş Aralık ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı.”(81) Konuyla ilgili olarak Rasulullah (s.a.v) efendimiz şöyle buyuruyorlar: “İslam beş temel esas üzerine bina edilmiştir. Allah’tan başka ilah olmadığı ve Muhammed (s.a.v)’in O’nun kulu ve Resulü olduğuna şahadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek, oruç tutmak.” 54- Hacca gitmek Şu ayet bu kaideyi teyid eder: “Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.”(82) Rasulullah (s.a.v) efendimiz konuyla alakalı olarak şöyle buyurmaktadırlar: “Ey insanlar şüphesiz hac üzerinize farz kılınmıştır. Öyleyse siz de bu görevi yerine getirin ve hac edin.” 55- Yüce Allah’a nezaket ve hikmetle davette bulunmak Şu ayetler bu kaideyi teyid eder: “(Resülüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır.”(83) Bu hususta Resulullah (s.a.v) efendimiz de şöyle buyuruyorlar: “Kâmil ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.” Müminlerin emiri Hz. Ali ve Hz. Enes b. Malik’ten şöyle rivayet edilmiştir: “Rasulullah insanların en güzel ahlaklı olanı idi. Yüce Allah’ta şöyle buyurarak Rasulullah efendimizi medh-ü sena etmiştir. “Kuşkusuz sen büyük bir ahlak üzeresin.”(84) Yüce Allah O’na tüm pak ehli beytine, ashabına ve kıyamete kadar onlara güzel bir şekilde tabi olanlara salât ve selam eylesin. İşte bu hüküm ve kaideler bizim vesikamız ve tarikatımızın temelini oluşturur. Yüce Allah salihlerin yar ve yardımcısıdır. Seyyid Ahmet el-Kebir er-Rufai el-Hüseyni Hazretlerinden yapılan alıntı burada bitti. Tarikata giren salik bu alıntıdan Rufai tarikatının hükümlerini ve sırlarını anlar ve öğrenir. Yardım ve destek sahibi ancak Allah’tır ve Allah’tan başka ilah yoktur. Seyyid Ravvas (r.aleyh) sözü sona erdi. Aralık Kaynaklar (1) İbn-i hibban sahihinde rivayet etmiştir. Cilt 4, Sahife 541, Hadis no: 1658 (2) “Et-Tarikat-ür-Rufaiyye” Sahife 8 (3) Bu şahıs hakkında geçen sahifelerde bilgi verildi. Sahife 32,35 (4) Sahife 132, 133. Saygıdeğer şeyhimiz Seyyid Arif-i billâh Abdulhakim Abdulbasit’in baskısı (5) Sahife 318, 321 (6) Yedinci bölüm Sahife – 499, Kıymetli şeyh “Vasıt Seyyidleri” eserleri yayıncısı Seyyid Abdulhakim Abdulbasit baskısı. (7) Zariyat Suresi, Ayet: 56 (8) Bakara Suresi, Ayet: 163 (9) İhlas Suresi, Ayet: 1-4 (10) Bakara Suresi, Ayet: 40 (11) Beyyine Suresi, Ayet: 5 (12) Kehf Suresi, Ayet: 110 (13) Nisa Suresi, Ayet:59 (14) Hud Suresi, Ayet: 6 (15) Zuhruf Suresi, Ayet: 32 (16) Mücadele Suresi, Ayet: 22 (17) Yusuf Suresi, Ayet: 53 (18) Fatır Suresi, Ayet: 6 (19) Maide Suresi, Ayet: 44 (20) Bakara Suresi, Ayet: 40 (21) Nisa Suresi, Ayet: 108 (22) Araf Suresi, Ayet: 55 (23) Ğafir Suresi, Ayet: 60 (24) Araf Suresi, Ayet: 99 (25) Zümer Suresi, Ayet: 53 (26) Araf Suresi, Ayet: 31 (27) Bakara Suresi, Ayet: 286 (28) Âli İmran Suresi, Ayet: 79 (29) Tahrim Suresi, Ayet: 6 (30) Maide Suresi, Ayet: 6 (31) Maide Suresi, Ayet: 6 (32) Maide Suresi, Ayet: 6 (33) Nisa Suresi, Ayet: 103 (34) Enfal Suresi, Ayet: 45 (35) Nisa Suresi, Ayet: 58 (36) Hadid Suresi, Ayet: 23 (37) Kasas Suresi, Ayet: 76 (38) Hadid Suresi, Ayet: 23 (39) Haşr Suresi, Ayet: 2 (40) Sad Suresi, Ayet: 26 (41) Naziât Suresi, Ayet: 37 (42) Meryem Suresi, Ayet: 59 (43) Naziât Suresi, Ayet: 40-41 (44) Hucurat Suresi, Ayet: 17 (45) Yunus Suresi, Ayet: 61 (46) Nur Suresi, Ayet: 31 (47) Tahrim Suresi, Ayet: 8 (48) Enam Suresi, Ayet: 152 (49) Kâf Suresi, Ayet: 18 (50) Müminûn Suresi, Ayet: 51 (51) Nur Suresi, Ayet: 30 (52) Nur Suresi, Ayet: 31 (53) İsra Suresi, Ayet: 36 (54) Hucurat Suresi, Ayet: 11 (55) Hucurat Suresi, Ayet: 11 (56) Hucurat Suresi, Ayet: 12 (57) Hucurat Suresi, Ayet: 12 (58) Maide Suresi, Ayet: 23 (59) Talak Suresi, Ayet: 3 (60) Furkan Suresi, Ayet: 58 (61) Tur Suresi, Ayet: 48 (62) Âli İmran Suresi, Ayet: 200 (63) Lokman Suresi, Ayet: 14 (64) İsra Suresi, Ayet: 23 (65) Nahl Suresi, Ayet: 114 (66) Âli İmran Suresi, Ayet: 130 (67) Furkan Suresi, Ayet: 67 (68) İsra Suresi, Ayet: 26 (69) Bakara Suresi, Ayet: 264 (70) Bakara Suresi, Ayet: 222 (71) Kasas Suresi, Ayet: 83 (72) Bakara Suresi, Ayet: 268 (73) Nisa Suresi, Ayet: 5 (74) Bakara Suresi, Ayet: 238 (75) Enam Suresi, Ayet: 153 (76) Âli İmran Suresi, Ayet: 103 (77) Hacc Suresi, Ayet: 41 (78) Bakara Suresi, Ayet: 277 (79) Bakara Suresi, Ayet: 83 (80) Tevbe Suresi, Ayet: 11 (81) Bakara Suresi, Ayet: 183 (82) Âli İmran Suresi, Ayet: 97 (83) Nahl Suresi, Ayet: 125 (84) Kalem Suresi, Ayet: 4 61 İngiliz ve Müslüman? Yazar: Abdul Hakim Murad a ç sınıf ü ı r a l n slüma ü n M z i l ak ve e r İngi a l o İl k el iliriz. b a r ı y kültür a p u r g lan ı ntılı o ı k alakas ı s e l z y a ü r ltü iliz kü an g n İ k onrad s e olara y e k ül ve bu n a ardan y l a n ı d olm a ek rkek v e n e d göç e or. oluşuy 62 Çeviren: Mehmet Cura Fransız yazar Mallarme’ın ancak Fransız olmayan okuyucular tarafından anlaşılabileceği söylenir. Bunun sebebi ise anadili Fransızca olmayanların onun yazılarını daha yavaş okuyor olmalarıdır. Bu yazının konusu olan ‘yeni Müslümanlar’ İslamiyet’i anlamada belki buna benzer ve çok da belirgin olmayan bir avantajları olduğundan bahsedebilirler. Bu durumda bazı sorular ortaya çıkıyor: İslam’a yeni giriş yapmanın getirmiş olduğu bakış açısı berraklığı Müslüman bir aile tarafından yetiştirilmemiş olmanın dezavantajlarını ortadan kaldırabilir mi? Benimseme basit bir evlatlıktan kültürel olarak daha verimli bir durum mu? Baştaki Arap hâkimiyetindeki dönemden sonra İslam kültürünün dinamizmi her şeyini yeni Müslüman olanların, yani Fars ve özellikle Türklerin, etnik dehalarına mı borçluydu? Eğer bu son sorunun cevabı evet ise, şu an Batı’da yeni Müslüman olanların ortaya çıkması yaşlanmış ve yorulmuş olan İslam ümmetinin daha büyük bir şekilde dirilişinin habercisi mi? Aralık Bu sorulara daha ileriki bir tarihte cevaplamayı düşünüyorum. Bu yazımı benim gibi İslam’ın gemisine binmiş olan İngilizleri en çok ilgilendiren bir meseleye ayırmak istiyorum: İngiliz Müslüman kimliği. (Yazının devamında İngiliz tabiri sadece İngiliz ırkına mensup olan yeni Müslümanlar için değil, Büyük Britanya sınırları içinde yaşayan ve aynı zamanda İngilizler dışında diğer ırkları da içine alan Britanyalılar (British) için de kullanılacaktır) İngiliz Müslüman ‘kimdir’ sorusuna basitçe Müslüman olan ve İngiliz pasaportu taşıyan herkes şeklinde cevap verebiliriz. Bence bu en kolay ve büyük olasılıkla en işe yarayan bir tanım. Bu yazıda cevaplamak istediğim daha muzip bir soru ise İngiliz Müslüman ‘nedir’ sorusu. Bu soru aidiyet ile ilgili 2 soruyu ortaya çıkarıyor. İngiliz olup da İslam dinine ait olmak ne demek? Müslüman olup İngiltere’ye ait olmak ne demek? Bu iki kavramın çakıştığı noktaları nasıl belirlememiz lazım? İlk tanımımız gereği (nüfusları 2011 yılında 2.7 milyonu bulan) İngiliz Müslümanları üç sınıfa ayırabiliriz. İlk olarak ve en az sıkıntılı olan grup kültürel olarak İngiliz kültürüyle alakası olmayan ve bu ülkeye sonradan göç eden erkek ve kadınlardan oluşuyor. Her ne kadar bu grup da kendi kimliklerini belirleyebilmek için belli bir mücadele içinde olsalar da bu yazının konusu dışında kalıyorlar. Yeni Müslüman olan İngilizlerin kendi kimliklerini belirlemeye çalışması biraz daha farklı. İkinci olarak bu ilk grubun çocukları ve hatta torunları gelmekte. Bu insanlar genelde iki dünya arasında bölünmüşe benzerler. Ancak, işin aslı bu grubun iç dünyasının daha çok İngiliz kültürü tarafından şekillenmiş olduğudur. Bu durumu kabul etseler de etmeseler de genelde olan budur. Modern eğitim sistemi öğretmenlerin çocukların yetiştirilmesinde ve kültürel olarak kodlanmalarında ebeveynlerden daha çok etkili olmaları üzerine tasarlanmış durumda. Bu ülkedeki Müslümanlar bu ülkeye tam da İngiliz eğitim sisteminin ‘ebeveynlik’ rolünü üstlenmeye başladığı dönemde gelmeye başladılar. Müslüman aileler bunun farkında değiller ancak İngiltere’de çocukların üçüncü bir ebeveynleri var: Milli Eğitim Bakanı. Hatta şu an İngilizliği en öfkeli bir şekilde reddettiğini dile getiren ikinci nesil Müslümanlar bile bu reddedişi Batı tarzı radikal muhalefet yöntemleriyle yapıyorlar. Örneğin radikalliklerini manevi dünyalarına yönelerek değil de etraflarındaki baskıcı düzeni sosyal ve politik olarak reddederek göstermeyi tercih ediyorlar. Bu huzursuz ruh halleri yeni Müslüman olan İngilizlerin ruh halleriyle her zaman için uyumlu olmuyor. Her ne kadar kültürel olarak kendisinden biraz daha uzak olsa da yeni Müslüman olan İngilizler kendilerini ikinci nesil yerine ilk nesil Müslümanların yanında daha rahat hissediyorlar: onların Allah merkezli inancını sorunlu ve kimlik arayışı içindeki gençliğe tercih ediyorlar. Son olarak üçüncü ve en küçük olan yeni Müslüman olanlar grubu var. Bu grup o kadar çeşitli ve karmaşık ki çok manalı bir genelleme yapmamız pek mümkün değil. Neredeyse tanım olarak şunu söyleyebilir ki İslam’ı seçen her İngiliz eksantrik ve acayip biridir. Bu ülkenin iyi özelliklerinden biri de eksantrik ve farklı olanlar her zaman için desteklenmiş, hiç olmazsa anlayışla karşılanmıştır. Ancak yine de genelleme yapılamayacak kadar karmaşık bir gruptan bahsediyoruz. Sonrada Budist olan, ya da Evanjelik Hristiyan olan, ya da Marksist olan İngilizler hakkında belli sosyolojik genellemeler yapılabilir. Ancak şu zamana kadar tanıştığım yeni Müslümanlar ile olan tecrübelerime dayanarak şunu söyleyebilirim ki insanların İslam’ın gerçekliğine uyanabilmelerini sağlayabilecek adım adım belirleyebileceğimiz bir yol yok. Bu bizim için çok acı bir durum, çünkü eğer böyle adım adım İslam’a götüren kalıp halinde Eğer namazlarımızdan zevk almıyorsak, eğer Ramazan bizim için sadece aç kalmak anlamına geliyorsa, eğer bizi ileriye götürecek doğru mescidi ve doğru insanları bulamadıysak her şeyden önce niyetimizi sorgulayarak işe başlamalıyız. Aralık 63 bir kılavuzumuz olsaydı bunu hemen İslam’ı yayma davasında kullanabilirdik. Bu konuda tek söyleyebileceğimiz İngiltere’de İslam’ı seçenlerin büyük çoğunluğu Protestan ya da Yahudi değil Katolik geçmişlerden gelen kişiler; ve de benim şahsi tecrübeme göre tek Müslüman olan din adamı da bir Cizvit (bir Katolik tarikatı). Bu yöntem ve kalıp yetersizliği zaten düzensiz olan İslami yayma gayretlerimizin bocalamasına sebep oluyor. Her türlü sosyolojik kalıpları boşa çıkaran İlahi yardımları da göz önünde bulundurarak İslam’a geçerken ne gibi yolları seçerlerse seçsinler, bu üçüncü grubu kimlik arayışlarında çok ciddi sorunlar beklemekte. Yavaş yavaş çatı görevindeki İngiliz Müslüman kültürüne geçiş yapan Mısırlı, Endonezyalı ya da Hindistanlı bir Müslümanda çok ciddi kimlik sorunlarıyla karşılaşır. Özellikle ebeveynlerin ümit ve beklentileriyle ilgili acı veren sıkıntılar ortaya çıkabilir. Ancak bu değişim ne olursa olsun nazik bir şekilde gerçekleşir. Öte yanda, yeni Müslüman olan biri için yol işaretleri yavaş yavaş değil aniden ve sarsıcı bir şekilde değişir. Yeni Müslüman olanın ilk başlarda az çok anlayışla karşılanabilir olan tepkisi tam bir mutlakiyetçiliktir. Dindar Müslümanlar arasında gerçekleşen her şey meleksi; bunun dışında olan her şey ise şeytani. Bu mutlakiyetçiliğin çekim noktası özündeki basitliktir. Gözünde yeniden şekillenen dünya yeni Müslüman olan için gayet tatmin edici bir şekilde siyah ve beyaz, ‘Onlar’a karşı ‘Biz’ ve iyiye karşı kötüdür. Bu genelde rastlanan bir hastalıktır ve bu hastalığa yakalananlar için başa çıkması oldukça zordur. Neyse ki hemen her zaman etkileri ortadan kalkar. Bu iyileşmenin gerçekleşmediği tek istisnalar dünyalarını ikiye bölen bu mutlakiyetçi kafa yapısının sebep olduğu heyecanı İslamiyet’in bir parçası sanan hatta bunun manevi bir önemi olduğunu düşünen zayıf kişilerdir. Bu kişiler genelde bir hizipten diğer hizibe dolanır ve katılacak yeni bir şey ararlar ki İslam’ı ilk tercih ettikleri zaman yaşadıkları heyecanı yeniden yaşasınlar. Ancak, birçok Müslüman kısa sürede bu durumun farkına varır. Müslüman olanların ekseriyeti gerçek bir ruhani ve entelektüel sebeple İslam’ı seçiyor, ve Müslüman olduktan sonrada bu manevi ve entelektüel yolda devam ediyor. Sonuçta İslam’a geçiş 64 saadete giden yolun sadece ilk adımı. İslama belli bir kimlik kaygısıyla girenler farklı grup ve hizipleri dolaşıp kendilerini özel ve üstün hissedebilecekleri mükemmel grubun arayışı içinde kalırlar. Tabii ameller niyetlere göredir. Yüz yıl önce İngiliz-Müslüman hareketinin kurucusu (ve Abdülhamid Han’ın İngiltere Şeyhülislamı) olan Abdullah Quilliam Allah (celle celalühü) ve Rasulu (sallAllahu aleyhi ve sellem) için Müslüman olanların doğru yola iletileceklerini başka bir sebeple Müslüman olanların ise çok ciddi manevi bir sıkıntı içinde olduğunu yazmıştı. Nasıl namaz riyayla kılındığında görünmez bir şekilde geçerliliğini kaybediyorsa, samimi bir şekilde Allah’ın rızasını aramak dışında bir sebeple İslam’a geçmek de İslam’ın arzu ettiği hedeflere bizi iletmeyecektir. Eğer namazlarımızdan zevk almıyorsak, eğer Ramazan bizim için sadece aç kalmak anlamına geliyorsa, eğer bizi ileriye götürecek doğru mescidi ve doğru insanları bulamadıysak her şeyden önce niyetimizi sorgulayarak işe başlamalıyız. Müslüman olmamızın yegane sebebi ruhumuzu Allah’a yaklaştırmak mıydı? Ezilenlerle beraber olmak, tanıdığımız Müslümanları takdir etmek, bir gruba katılmak, bir kadını sevmek gibi diğer sebepler Allah’ın nimet ve yönlendirmesini hakedecek İslami hayatlar kurmamız için geçerli temelleri oluşturmaz. İmam Kuşeyri’nin de dediği gibi maneviyat yolcuları aradıklarına ulaşmaktan ancak temelleri görmezden geldikleri zaman mahrum bırakılırlar. Sonuç olarak, içimize yönelmemiz ve gerekirse Hazreti Peygamber (sallAllahu aleyhi ve sellem) Efendimizin de bir Hadis-i Şerifi’ndeki gibi imanlarımızı yenilememiz lazım. Aralık Yâ Rasulallah Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Rasulallah Nasıl bilmem bu nirâna dayandım yâ Rasulallah Ezel bezminde bir dinmez figândım yâ Rasulallah Cemâlinle ferahnâk et ki, yandım yâ Rasulallah Yanan kalbe devasın Sen, bulunmaz bir şifâsın Sen Bulunmaz bir sehâsın Sen, dilersen rûnümâsın Sen Habib-i Kibriyâsın Sen, Muhammed Mustafa’sın Sen, Cemâlinle ferahnâk et ki, yandım yâ Rasulallah... Yaman Dede Aralık 65 Şaşı Bakıp Şaşı Gördüklerimiz Fatih Sultan SEMİZ ı yrağın a b i m e ise i bir g diyor e Nasıl k l i s em lkeyi t ü ı ğ amber ı g d y e P taşı da adının k temsil n i i ’ ’ m m ü e l M esel eyhi v l a u h a ağının r y a b sal lal l da e onun v i yalım. n a i ğ m t u etti un uğunu d üc l o r teberr e c tesettü n i ey ettür d s miş e t a Am . Giyin n i s e m ıza gel eladır. b a n ı aklım ş ba k başlı a m l o çıplak 66 1- Resulullah sallallahu aleyhi vesellem asırlar önce helak olmuş kavimlerin yerlerinden geçerken hızlı olunması talimatını verdiği halde biz günümüzde yaşayanlar olarak Allah’a isyan olunan ortamlarda nasıl oturuyoruz? Veya isyan halinde olan insanlarla nasıl oturuyoruz? Hırsızlık yapmış biriyle oturmamaya özen gösteren bizler faiz yiyen biriyle oturmayı neden yanlış olarak görmüyoruz? Mesture olmayan biriyle nasıl oluyor da kahkahalar atabiliyoruz. 2- Zinanın faiz kadar faizinde zina kadar günah olduğunu bildiğimiz halde zina yapan karımızı veya kocamızı boşanmaya yeltendiğimiz halde faize bulaşmış karımızı veya kocamızı boşanmaya yeltenmememizi ne ile izah edeceğiz? Hatta daha acısı bu konuda eşlerin birbirini teşvik etmesi ve faize bulaşması bize neyi gösteriyor? 3- Suç işlemiş birinin hapishaneye yine onun gibi veya ondan daha fazla suç işlemişlerin arası- Aralık na konularak ıslah olabileceğini aklımız alıyor mu? Asr-ı saadette suç işleyenlerin neden mescid de hapsedildiğini şimdi daha iyi anlayabiliyor muyuz? Kötülükten kurtulmak kötülerden kurtulmakla olur. Yüz adamı öldüren adama âlimin tavsiyesinin köyünü değiştirmesi olduğunu unutmayalım. Kötülerle bulunmakta bir kötülük değil midir? 4- Eskiden filozoflar gibi düşünüp halk anlasın diye ninelerimiz gibi konuşulduğu halde bugün ninelerimiz gibi düşünüp filozoflar gibi konuşmaya çalışmamız cahilliğimizin izharı değil midir? İletişim çağında iletişimsiz, bilgi çağında bilgisiz olduğumuz hayatımızdan okunmuyor mu sanıyoruz? 5- Âlimlerin etliye sütlüye karışmadığı devirlerden, et ile sütü birbirine karıştırdıkları devirlere gelmiş olmamız felaketin eşiğinde olduğumuzun bir göstergesi değil midir? İki kitap okumuş birinin ve bir Arap ülkesinde iki ay geçirmiş birinin o konferans senin bu konferans senin dolaşmasında ki afeti hesaba katmıyorum bile. 6- İki sınıfın düzelmesiyle bu ümmetin düzeleceğini bize haber veren Peygamber aleyhisselam’a rağmen biz neden hala ümera ve ulema sınıfına yatırım yapmıyoruz? Medresesiz ve amir yetiştirecek kurumlarımız olmadan daha ne kadar ilerleyeceğimizi zannediyoruz? 7- Cuma namazının kılınıp kılınmayacağı üzerine kafa yoran kişilerin Cuma namazının ilk şartlarından olan halife için bir çaba sarf etmemelerini ne ile yorumlamalıyız? Bir kandırılmışlık mı yoksa bir ikiyüzlülük mü söz konusu? 8- Her gün bedava bizi ısıtan ve ışıldatan güneş nimetini bile beğenmemenin alt yapısını oluşturan ‘’bugün çok sıcak’’ cümlesi aslında insanoğlunun çok cedelleşmeye meyilli olduğunun göstergesi değil mi veya şükürsüzlüğüne? Sadece bu da değil soğuk olduğunda da aynı cümlenin kurulması da şeytanın bizim kulağımıza çaldığı fısıltılardandır. Merkez Efendi’nin şeyhine verdiği cevabı her daim aklımızda tutmamız gerekmez mi? “Her şey tamda olması gibi’’. Aralık 9- Kıraathane dediğimiz yerlerin kıraatten uzak olarak işletilmesine mi üzülmeli yoksa kıraathane diye anılmasına mı? Namazın farzlarında biri olan kıraatin geldiği duruma daha ne kadar sessiz kalacağız? 10- Devleti temsil ettiğini söyleyip giyim ve kıyafetin o şekilde olmasını savunanlar acaba bu dünyada devletten daha büyük olan Allah’ı da temsil ettiklerini ve Resulullah sallallahu aleyhi vesellem’in de ümmeti olduklarını neden unutuyorlar? Devleti temsil ettiğimizden daha fazla onları temsil etmemiz gerekmez mi? 11- Toplum tarafından şahsiyetli kadın olarak bilinmenin yine kadının kendi elinde olduğunu ne zaman anlayacağız? Her çağırana gitmezsek, her bakana görünmezsek, incilerin okyanusların derinliklerde olduğunu ve bizimde bir inci kadar kıymetli olduğumuzu bilirsek şahsiyet inşası yavaş yavaş başlıyordur. 12- Nasıl ki bir gemi bayrağını taşıdığı ülkeyi temsil ediyor ise Müm’in kadının da Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’i temsil ettiğini ve onunda bayrağının tesettür olduğunu unutmayalım. Ama tesettür deyince teberrüc aklımıza gelmesin. Giyinmiş çıplak olmak başlı başına beladır. 13- Müm’in kadının şahsiyet basamakları şunlardır: - Kocaya itaat etmek - Tesettürü tam anlamıyla ifa etmek - Az konuşup, az gülmek - Hakkı müdafaa noktasında Ömer kesilmek - Her doğurduğunu Allah’a adamak - Sabra sabır çektirecek kadar sabrı kuşanmak - Değil kendisine yabancı göz değmesi kendi gözlerini bir yabancıya değdirmemek 14- Üstadın dediği gibi adamlık cinsiyet değil şahsiyet meselesidir. Kadınlardan da şahsiyeti inşa edilmiş kim varsa Ahzab süresi 23. Ayet kapsamına girmektedir. 67 MilliTarih Hüseyin Serkan Elönü Filistin Hezimeti’nden Mcdonald’s’a Uzanan Bir Gizemin Mimari :Salih Fansa -1Yakın tarihin en az bilinen ismi belki Salih Fansa’dır. Uzun aramalara rağmen bu kişinin ne bir resmini ne de doğum ve ölüm tarihlerini bulamadık. Belli ki kendisini gizlemek için elinden geleni yapmış. Çünkü farklı ülkelerde farklı isimlerle faaliyet göstermiş, ve deşifre olmamak için resim çektirmemiş. Salih Fansa hakkında bilgiler o kadar az ki, bu makale adeta iğneyle kuyu kazar gibi yazılmıştır. Bir sis bulutunu dağıtmak ve tarihteki karanlık bir noktayı aydınlatmak için araştırıp yazdık. Salih Fansa Halep’li bir hristiyan bir Ermeni’dir. Hanımı 1890 doğumlu Selma Fansa’dır. Salih Fansa, Mustafa Kemal Paşa’nın gençlik döneminden bir arkadaşıdır. Birinci Cihan Harbi’nin Filistin Cephesi’nde Osmanlı ile İngiliz orduları harbediyorlardı. Birinci ve İkinci Gazze muharebelerini Osmanlı ordusu kazanınca, İngilizler orduda kumandan değişiklik yaptılar. Mağlup kumandan Archibald James Murray’in yerine 28 Haziran 1917’de Edmund Allenby tâyin edilmiştir. Edmund Allenby (1861-1936) 68 General Allenby hem bir asker hem de bir istihbaratçıydı. Osmanlı ordusu yenmek için sadece askerî planlar değil aynı zamanda istihbarat ve casusluk planları yapıyordu. Bu dönemde Salih Fansa’nın Allenby’nin emrine girdiği bilinir. İlk iki Gazze muharebelerini kaybeden ingilizlerin Üçüncü Gazze Muharebesi’ni kaybetmeye tahemmülleri yoktu. Bunun için işlerini şansa bırakmamak için büyük bir entellijans faaliyetine giriştiler. Berlin’den gelmiş ve Filistin Cephesi’ne gönderilmek üzere Haydarpaşa depolarında bekletilen cephane ve erzak vagonlarına 6 Eylül 1917 günü büyük bir sabotaj tertiplendi. Cevheri Güven’in “Bal Tuzağı” isimli kitabında bu sabotajı yapan kişinin Salih Fansa olduğu ve bu depoların yerlerini NILI örgütünden aldığı belirtilmiştir. 6 Eylül 1917’deki Haydarpaşa’daki büyük patlama Aralık Yedinci Ordu, kumandansız kaldıktan sonra İngiliz generali Allenby taarruza geçmiş ve cepheyi yararak Gazze’yi işgal etmiştir. 6 Eylül 1917’deki Haydarpaşa’daki büyük patlama Bu patlamayla birlikte Filistin Cephesi’ne gönderilecek olan erzak ve cephaneler de hava uçurulmuş oluyordu. Böylece Filistin’de harbeden askerlerimizin umudu biraz daha tükenmişti. Filistin Cephesi’nde üç Osmanlı ordusu vardı. Dördüncü, Yedinci ve Sekizinci Ordular. Bu ordulara Yıldırım Ordular Grubu ismi verilmişti. Yedinci Ordu’nun başında bulunan Mustafa Kemal Paşa, Yıldırım Ordular Grubu umumi kumandanı Erich von Falkenhayn ile anlaşamayarak Yedinci Ordu’yu terkedip istifa etmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Gazze’deki ordusundan ayrıldıktan sonra Salih Fansa’nın Halep’teki evinde kalmıştır. İngilizler, Gazze’yi ele geçirdikten sonra Gazze Ulu Camii’ne saldırdılar. İngilizler, Gazze’yi ele geçirdikten sonra Gazze Ulu Camii’ne saldırdılar. Bu konuya Allah’ın izniyle gelecek ay devam edeceğiz. Çünkü bu konuyu çok fazla kısaltmak istemiyoruz. Bu ay ki köşemize sığdıramadık. Ocak ayınSalih Fansa’nın Halep’teki evinin bahçesinde. Cevad Abbas (Gürer), Alman topçu subayı Von Berk , Mustafa Kemal Paşa ve mânevî oğlu Abdurrahim (Tunçak). Aralık da Salih Fansa hakkında daha ilginç bilgiler aktaracağız inşallah. 69 Musa KARACA Bir gün, kozada küçük bir delik belirdi; bir adam oturup kelebeğin saatler boyunca bedenini bu küçük delikten çıkarmak için harcadığı çabayı izledi. Ardından sanki ilerlemek için çaba harcamaktan vazgeçmiş gibi geldi ona. Sanki elinden gelen her şeyi yapmış ve artık yapabileceği bir şey kalmamış gibiydi. Böylece adam, kelebeğe yardım etmeye karar verdi; eline küçük bir çakı alıp kozadaki deliği büyütmeye başladı. Bunun üzerine kelebek kolayca kozasından çıkıverdi. Fakat bedeni kuru ve küçücük kanatları buruş buruştu. Adam izlemeye devam etti çünkü her an kelebeğin kanatlarının açılıp genişleyeceğini ve bedenini taşıyacak kadar güçleneceğini umuyordu. Ama bunlardan hiçbiri olmadı! Kelebek hayatının geri kalanını kurumuş bir beden ve buruşmuş kanatlarla yerde sürünerek geçirdi. Ne kadar denese de asla uçamadı. Adamın iyi niyeti ve yardım severliği ile anlayamadığı şey: Kozanın kısıtlayıcılığının ve buna karşılık kelebeğin daracık bir delikten çıkmak için göstermesi gereken çabanın, Yüce Yaratıcı’nın kelebeğin bedenindeki sıvıyı onun kanatlarına göndermek ve bu sayede kozanın kısıtlayıcılığından kurtulduğu anda uçmasını sağlamak için seçtiği yoldu. Bazen yaşamda tam olarak ihtiyaç duyduğumuz şey çabalardır. Eğer Yüce Yaratıcı, yaşamda herhangi bir çaba olmadan ilerlemenize izin verseydi o zaman, bir anlamda, sakat kalırdık. O zaman olabileceğimiz kadar güçlenemezdik. Asla uçamazdık. Öyleyse güçlükler hiçbir zaman bizleri yıldırmamalı. Her güçlükten sonra güç kazandığımızın farkına varmalıyız. “Güçlü olmak istedim. Yüce Yaratıcı beni güçlendirmek için zorluklar yolladı. Bilgelik istedim. Yüce Yaratıcı bana çözmem için sorunlar yolladı. Başarı istedim. Yüce Yaratıcı bana çalışmam için zekâ ve kas gücü verdi. Cesaret istedim. Yüce Yaratıcı bana üstesinden gelmem gereken sorunlar verdi. Sevgi istedim. Yüce Yaratıcı bana yardımcı olmam için sorunlu insanlar yolladı. İyilik istedim. Yüce Yaratıcı bana fırsatlar yolladı. İstediğim hiçbir şeyi elde edemedim belki fakat ihtiyaç duyduğum her şeyi elde ettim.” Yaşamınızı korkusuzca yaşayın, zorlukların tümüne göğüs gerin ve onların üstesinden gelebileceğinizi açıkça gösterin. Hayata bir de bu açıdan baktığınızda hayatın bir imtihan olduğunu bu imtihanların ilahi hikmetleri olduğunu fark ederiz. Sonunda hepsinin Rabbimizden geldiğini bilir, Yunus Emre’nin diliyle: “Hoştur bana senden gelen Ya hilat-ü yahut kefen, Ya taze gül, yahut diken.. Kahrında hoş lütfun da hoş.” der, her halimizle mutlu olur, Rabbimize şükrederiz. 70 Kavak Ağacı ile Kabak Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacı ile aynı boya gelmiş. Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa: -Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç? -On yılda, demiş kavak. On yılda mı, diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak. -Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak! -Doğru, demiş kavak. Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabak üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış. Sormuş endişeyle kavağa: -Neler oluyor bana ağaç? -Ölüyorsun, daemiş kavak. -Niçin? -Benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelmeye çalıştığın için. Kalıcı başarılar, sağlam temellere dayanmaktadır. Gelecekte kalıcı başarı sağlamak için bilgi ve birikimli olmak gerekir. Eğer Padişah Verseydi Sultan Mahmut, yolda gördüğü bir çocuğa bir altın vermiş çocuk almamış. Sultan, büyük bir merakla bunun sebebini sorduğunda çocuk: - Sultanım! Annem ve babam bu altını gördüklerinde “Onu mutlaka çaldın” diyerek bana kızarlar. Sultan Mahmut: - O zaman kolayı var, diye yol göstermiş. “Bunu bana padişah verdi.” dersin. Çocuk: - Hele o zaman hiç inanmazlar, diye atılmış. “Eğer padişah verseydi, bu kadar az vermezdi.” derler. Sultan Mahmut, çocuğun bu inanılmaz zekâsını bir kese altınla ödüllendirir. 1- Çok hızlı giden bir tırı kim durdurur? 2- Şekere benzer tadı yok, gökte uçar kanadı yok. 3- Dünyanın en küçük bebeği kimdir? 4- Taştandır demirdendir, yediği hamurdandır; Bütün dünyayı doyurur, kendi doymaz nedendir? 5- Tarlada biter, makine büker, sabah akşam elimizi yüzümüzü öper. 6- Yağmur düşerken yükselen şey? 7- Altı adam bir şemsiyenin altında ıslanmadan nasıl durabilir? c c X c X D X a b C f \ [ C C F _ b C e I b d A L P A I ` _ E B C ^ I ] \ [ F [ Z I Y L A W A W V U T I S F C R K I Q L P L E O N M L C F I J F H C E C B A @ G 71 Efendimiz aleyhisselam buyuruyor ki: “Ahir zamanda ümmetim beş şeyi sever beş şeyi unutur: Dünyayı sever, ahireti unutur. Malı mülkü sever, hesap vermesini unutur. Helâlın hesap, haramında azaptır. Mahlûku sever, halıkı unutur.