Medeniyet: Kayıp Cennetin Peşinde

advertisement
Medeniyet: Kayıp Cennetin Peşinde
Doç.Dr. Bilal SAMBURa
a
Süleyman Demirel Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi,
ISPARTA
Yazışma Adresi/Correspondence:
Doç.Dr. Bilal SAMBUR
Süleyman Demirel Üniversitesi,
İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi,
ISPARTA
sambur@ilahiyat.sdu.edu.tr
ÖZET Medeniyet kavramı günlük hayatta çok kullanılmasına rağmen çok kişi onun gerçek
anlamının farkında değildir. İnsanlar medeniyet kelimesini kendi spesifik amaç ve niyetlerini ifade
etmek için kullanmalarına rağmen, medeniyetin insanlık için ifade ettiği önemsememektedirler.
Medeniyetin değerinde meydana gelen gerilemeden dolayı terim yanlış bir şekilde birçok olumsuz
olguyu maskelemek için kullanılmaktadır. Bu yazı, insanlığın medeniyetle bağdaşmayan durumunu
medeniyetin gerçek anlamını keşfetmeyi amaçlayan bir denemedir.
Anahtar Kelimeler: Medeniyet, özgürlük, adalet, insanlık, din ve birey
ABSTRACT Although the term civilisation is so pupular ın everyday use, most people are not aware
of the true meaning of civilisation. People use the word civilisation in order to express their particular intention and purposes, but they do not care the value of the civilisation for humanity. As
a result of this decadence in the value of civilisation, the term itself has often been misused and
abused ın order to cover and mask people’s injustices, oppressions, aggressions and so on. This paper
tries to emphasize uncivilized and dehumanized aspects of modern situation of humanity so that
we could rediscover the true nature civilisation.
Key Words: Civilisation, freedom, justice, humanity, religion, individual
Journal of Islamic Research 2007;20(3):263-274
edeniyet kavramı, zihnimizde sıradan anlamlar çağrıştıran sıradan herhangi bir kavram değildir. Arka planında derin ve köklü bir anlam birikimini kendisiyle beraber taşıyan medeniyet kavramı, insana, hayata,
tarihe, topluma ve dünyaya dair en derin ideallerimizi ve anlam şemalarımızı sembolize etme gücüne sahiptir. Medeniyetin böyle bir güce sahip olması abartı değildir, çünkü insanlığın bütün oluş süreci en rafine ifadesini bu kavramda
bulmaktadır.
Copyright © 2007 by İslâmî Araştırmalar
Medeniyet kavramıyla ifade edilmek istenen periferide bir konu değildir. Medeniyet kavramıyla, çok merkezi olan bir şeyi yani insana dair en temel özü ifade
ediyoruz. Başka bir ifade ile, medeniyet kavramıyla insanın insanlaşma hikayesini
kastediyoruz. Yani medeniyet insanın merkezine olan seyahat etmek anlamına gelmektedir. Biyolojik özelliklerinin ötesinde, bireyin insani nitelikler kazanması, onları geliştirmesi, farklılaştır ması, olgunlaştırması ve özgünleştirmesi için sarf ettiği
bütün psiko-sosyo-kültürel çabalar medeniyet kavramının şemsiyesi altında toplanmaktadır. İnsanın insan olmak için sarf ettiği bütün ahlaki, manevi, dini, sosyal,
Journal of Islamic Research 2007;20(3)
263
Bilal SAMBUR
ekonomik, siyasi, psikolojik ve teknolojik faaliyetleri,
medeniyet içerisinde değerlendirmek isabetli bir tutumdur. Medeniyet kavramının muhtevasını maksimum düzeyde geniş tutmak, insana dair olan hiçbir şeyin onun
muhtevasının dışında kalmamasına özen göstermek gerekmektedir, çünkü medeniyetin muhtevasını tek boyuta indirmek, onun anlamını dejenere etmek ve onu
sığlaştırmaktan başka bir işe yaramamaktadır.
Ancak modern dönemde insanlığın medeniyete
yabancılaştığını, anlamını daralttığını ve ona yapay anlamlar yüklediğine şahit olmaktayız. Medeniyet kavramının içinin ciddi ve tehlikeli bir biçimde boşaltılmış
olması maalesef modern dönemin belirgin karakteristiklerinden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsanlık tarihinin en medeni dönemi olarak kabul edilen modern
çağda medeniyetin form ve muhteva olarak zayıflaması,
yoksullaşması ve dejenere olması, insanlık tarihindeki
en büyük kazadır.
Medeniyetin muhtevasının yoksullaştığının en
önemli göstergelerinden biri, ona yüklenilen tek yönlü
ve dar anlamlardır. Bugün, medeniyet insanın derin arka planını tezahür eden kapsamlı boyutlar ve çerçeveler
manzumesi olarak anlaşılmak yerine, teknolojik gelişmişliği ifade eden insan dışı bir sürece indirgenmiş bulunmaktadır. Medeniyetin teknolojiyle özdeşleştirilmesi,
medeniyetten insanın sürgün edilmesine ve medeniyetin
makinalaşmasına neden olmuştur.İnsansızlaşan fakat
makineleşen medeniyette, insandan özerk birey yani eşref-i mahlukat olarak artık söz edilmemektedir. Eşref-i
mahlukat olmaktan çıkarılan bireye, teknolojik gelişmeleri gerçekleştiren bir topluluğun üyesi olduğu sürece
kendisine değer verilmektedir. İnsana, öznel ve özerk birey kimliği yerine kolektif grup kimliğiyle değer verilmeye başlanması ve medeniyetin grup kimliğine
indirgenmesi, medeniyet adına insanın modern dönemdeki mağlubiyetini temsil etmektedir.
İnsanın medeniyetten dışlanmasının bir sonucu
olarak, medeniyet kavramı insan için ifade ettiği asli
öneminden çok şeyi kaybetmiş bulunmak tadır. Günlük
hayatta medeniyet kavramı defalarca kullanılmaya devam edilmesine rağmen, medeniyet idealinin nasıl olması gerektiği üzerinde derinliğine entelektüel faaliyette
bulunmayı modern insan artık gereksiz görmektedir.
Çoğu zaman medeniyet kavramından çok hoş bir masaldan söz edilircesine bahsedilmektedir. Oysa medeniyet,
bundan daha fazlasını ifade etmektedir. Medeniyet hakkında konuşmayı, insanın asli kimliği ve özü hakkında
konuşma olarak anladığımız takdirde, medeniyet konusundaki anlayışımızın derinleşmesi, farklılaşması ve ken-
264
MEDENİYET: KAYIP CENNETİN PEŞİNDE
dimizi yeniden keşfetmeye doğru zengin bir olanaklar
alanının açılması imkanı vardır. Medeniyet üzerinde
modern insanın, bu doğrultuda yeniden düşünmeye acil
ihtiyacı bulunmaktadır.
MEDENİYET: KÖLELİK YOLU MU?
ÖZGÜRLÜK YOLU MU?
Bütün insan toplulukları kendilerini medeni görmekten, öyle görülmekten ve öyle sunulmaktan çok hoşlanırlar, çünkü onlara göre medeni olmak, mükemmel
ve ileri olmak anlamına gelmektedir. Topluluklar, kendilerine ait pozitif olarak gördükleri niteliklerin diğer insanlar tarafından medeniyet olarak kabul görmesi için
çok çaba sarf ederler. Milletler, ahlak, din, siyaset, sanat,
felsefe, bilim, ekonomi ve sosyal alanlardaki başarılarını
çok özel medeni başarılar olarak takdim ederler. Günümüzde Arapların, İranlıların, İngilizlerin, Malayların,
Çinlerin ve diğer ulusların medeniyet ve kültüre katkıları adı altında gerçekleştirilen faaliyetleri, sırf medeni
olmayı ispat etmek için yapılan çalışmalar olarak görmek mümkündür.Felsefi birikimleri, siyasi sistemleri,
mistik yaşantıları, ekonomik modelleri, tarihsel mirasları ve medeni gördükleri diğer özelliklerini öne çıkarmak suretiyle insan toplulukları medeni olmanın
kendilerinin hakkı ve doğal karakteri olduğu iddiasına
meşruluk kazandırtmak isterler.
Ancak medeni olmayı istemek çok doğal bir talep
ve arzu olmasına rağmen, bu arzunun bir medenilik propagandasıyla tatminine çalışmak bir anormallik ve yapaylıktan başka bir şey değildir. Maalesef günümüzde
gerçeğin yerine propaganda ikame edilmiş bulunmaktadır. Medeniyet, propaganda faaliyetinde en çok kullanılan ve en çok istismar edilen kelimelerin başında
gelmektedir. Medeniyet kavramının kullanılmasıyla sahte gerçekler sahici kılınmaya çalışılmaktadır. Medeniyetin sahtelikleri meşrulaştıran bir araca dönüşmesi çok
tehlikeli bir durumdur. Propagandanın gerçeğin yerine
ikame edilmesi sayesinde, günümüzde barbarlık ve medeniyet birbirine karışmış bulunmakta hatta barbarlığın
medeniyetle maskelenmesi bile sağlanabilmektedir.
Kolonyal dönemden itibaren yapılan barbarlıklar,
medeniyet adı altında meşrulaştırılmaya çalışılmıştır.
Afrika, Asya ve Amerika’da yapılan kolonizasyon faaliyeti, yerli halklara medeniyet getirme ve onları medenileştirme gerekçeleriyle meşrulaştırılmaya ve
içselleştirilmeye çalışılmıştır. Kendilerini medeni, yerli
halkları ilkel olarak gören Avrupalılar, medeniyete sahip olmalarından dolayı başkalarını sömürgeleştirme
hakkını Tanrı’dan aldıklarını dahi iddia etmişlerdir.Ko-
Journal of Islamic Research 2007;20(3)
MEDENİYET: KAYIP CENNETİN PEŞİNDE
lonyal dönemde yapılan bütün baskı, hırsızlık, kıyım, cinayet, köleleştirme ve yağma faaliyetleri, medenileştirme misyonunun doğal bir maliyeti olarak lanse
edilmesine özen gösterilmiştir. Medeniyet yüksek değerde bir şeydi ve onun insani maliyetleri kaçınılmaz bir
şekilde yüksek olacaktı. Günümüzde de Irak’ta, Ortadoğu’da ve Afganistan’da yüz binlerce insanın kanının akmasından sorumlu güçler, ağızlarından medeniyet ve
özgürlük lafını hiç düşürmemektedirler. Geçmişte ve günümüzde yapılan bütün barbarlık faaliyetlerini meşrulaştırmada medeniyet kavramının bir propaganda aracı
olarak kullanılması, insanların zihninde medeniyet kavramına karşı derin bir güvensizliğin oluşmasına neden
olmuştur.Medeniyetin bir köleleştirme yolu olup olmadığı sorusu ciddi bir şekilde insan beynini kemirmeye
devam etmektedir.
Medeniyetten şüphe ya da güvensizlik duyulması,
derin bir ahlaki krize neden olmaktadır. Toplumlar, devletlerinin yaptığı her türlü vahşeti ve adaletsizliğe medeniyet adı altında gerekçeler uydurarak onları
meşrulaştıracak kadar körleşebilmektedirler. Örneğin
Irak’ı işgal eden ve bir milyondan fazla insanın ölmesine neden olan Amerika’nın medeni vatandaşlarının, ülkelerinin vahşetleri konusunda sayısız mazeret ürettiğini
görmek, gerçekten çok acıdır. Medeniyet barbarlığa
maske olarak kullanıldığında, neredeyse her şeyin meşru olduğuna dair bir kanaatin insan zihninde kendiliğinden belirdiği şeklinde bir durum meydana
gelmektedir.
Medeniyetin öz anlamından kopartılıp zıddı olan
barbarizme maske yapılması, modern insanın medeniyet adı altında bir kölelik yoluna gönüllüce yol almasını
çok kolaylaştırmakta ve hızlandırtmaktadır. Bu karanlık
süreçte birey, özgür değildir, doğrular değil propagandalar ona yol göstermektedir. O, özgün bir bireysellikle düşünmek yerine dışarıdan kendisine söylenilenleri
kendi görüşüymüş gibi içselleştirme zorunda kalmaktadır.Günümüzde kaydedilen teknolojik, ekonomik ve sosyal gelişmeler, insanı, gerçek medeniyete yaklaştır
maktan ziyade uzaklaşmasına neden olmaktadır.
Medeniyetten şüphe edildiği ya da güven duyulmadığı günümüzde, medeniyet kavramının gerçekten
neyi ifade ettiği sorusunu yeniden gündeme getirmeye
çok acil ihtiyaç vardır.Medeniyetten bahsedenler, zaten
ona doğal olarak sahip olduklarını vehmetmelerinden
ve kendilerini zaten medeni olarak görmelerinden dolayı, genellikle medeniyet nedir sorusuyla ilgilenmeyi
gereksiz ve saçma bulmaktadırlar. Medeniyet kavramının böylesine sorgulamasız ve problematize edilmeden
Journal of Islamic Research 2007;20(3)
Bilal SAMBUR
kullanılması da, ayrıca onun istismarını çok elverişli hale getirmektedir. Medeniyet ve barbarlığın iç içe karıştığı günümüzde medeniyetin gerçek doğasını anlamak için
medeniyet nedir sorusunu sormak, çok önemli ve değerlidir.
Her şeyden önce medeniyet, bir toplumun tekelinde olan kolektif bir olgu değildir. Belirli bir ulusun, dinin ya da ideolojinin medeniyeti kendi tekeline alması,
kendisini medeni, diğerlerini barbar olarak görmesi medeniyetin özüyle bağdaşmamaktadır. Sadece bir ulusun,
dinin ya da ideolojinin medeni olduğunu söylemek, medeniyeti onlara özgülemek anlamına gelmektedir. Sadece Batının medeni olduğu şeklindeki sav, medeniyeti
batıya özgülediğinden dolayı medeniyete en büyük tehdit niteliğindedir. Medeniyetin özgülenmesi, medeniyet
adına emperyalizmi ve barbarizmi meşru kılmaktan başka bir sonuç doğurmamaktadır.
Her şeyden önce medeniyetin hiçbir grup, inanç ve
ideolojiye özgülenmeyeceği anlayışı geliştirilmelidir.
Medeni ve barbar şeklinde biz ve ötekiler ayırımı yapmaya hiç kimsenin hakkı yoktur, çünkü medeniyette,
medeniler ve barbarlar yoktur, medeniyet söz konusu
olunca söz konusu edilen bütün insanlıktır, sadece belirli bir insan grubu değil. Kimin medeni olup olmayacağını belirlemeye yarayan objektif bir kritere sahip
bulunmamaktayız. Kimin medeni olup olmadığı sorusuna verilen cevaplar son derece değişkenlik göstermektedir. Medeniyet adına kendimizi yüceltip, diğerlerini
gayr-i medeni diye sunup ötekileştirme ve insan dışı gösterme tutumunun bizzat kendisi bir medeniyet karşıtlığını göstermektedir. Medeniyet, başkasını ötekileştirme
ve sterotip üretmek için kullanıldığında etkili fakat çok
tehlikeli bir araca dönüşmektedir.
Hiç kimse doğası gereği diğerlerinden daha fazla
medeni olma yeteneğine sahiptir şeklinde bir görüş geliştirilemez. Örneğin Batılıların doğaları gereği çok medeni, doğuluların da doğalarının zorunlu bir sonucu
olarak barbar oldukları ve hiçbir zaman medeni özellikler göstermeyecekleri iddiası bir propaganda yalanından başka bir şey değildir.Beyazlar siyahlardan, Batılılar
doğululardan, Hristiyanlar Müslümanlardan, erkekler
kadınlardan daha çok medeni bir doğaya sahip değildirler. Bütün insanlar, cinsiyet, din, ideoloji, coğrafya,
renk ve milliyet ayırımı yapılmaksızın, medenidirler ve
medeniyet, bütün insanların evrensel eseridir. Bütün insanlar, şu ya da bu şekilde medeniyete katkıda bulunmalarından dolayı medeniyet üzerinde tek hak sahibi
olarak değil ama pay sahibi olarak hakları vardır.Medeniyeti, tekil bir mülkiyet konusu olmaktan çok, bütün
265
Bilal SAMBUR
insanlığın katkısıyla ortaya konan evrensel bir ürün olarak görmek lazımdır.
Demokrasi, özgürlük ve hukuk gibi medeniyetle
özdeş tutulan değerleri, sadece belirli coğrafyalara ve
toplumlara özgü kılma gibi bir eğilim görülmektedir.
Mesela Doğunun iflah olmaz bir despotizme sahip olduğu, özgürlükçü demokrasi için en uygun atmosferin ise
batıda olduğu söylenmektedir. Başka bir ifade ile bu eğilim sahipleri, özgürlükçü demokrasi başta olmak üzere
bütün medeniyet değerlerinin realize edilmesinin ancak
batı medeniyeti içinde mümkün olduğunu, bu değerlerin başka bir kültür içerisinde tekrarının ve taklidinin
mümkün olmadığını söylemek istemektedirler.Demokratik hükümetin ileri bir medeniyet seviyesi gerektirdiğini söyleyen J.S.Mill, Batılı olmayan ülkelerin kendi
kendini yönetemeyeceğine ve onları yönetmek için tercihen Batı tarafından idare edilen iyiliksever bir despotizme ihtiyaçları olduğunu çok zaman önce iddia etmişti.
Bu iddia, medeniyet emperyalizmi ve tekelciliğini ifade
etmekten başka bir anlama gelmemektedir. Hiçbir medeni değer, sadece belirli bir kültür bölgesinin tekelinde
olamaz ve sadece onun, o değeri realize etme gibi bir ayrıcalığa sahip olduğu düşünülemez.
İnsan doğasının medeni değerler yönünde daha
baskın bir eğilime sahip olduğunu söylememize imkan
vardır. İnsanların, doğaları gereği demokrasiyi otoriteryanizme, özgürlükçülüğü totaliteryanizme, refahı sefalete, hukuku adaletsizliğe tercih ettiğini ve bu tercihlerin
normal olduğunu söyleyebiliriz. Bazı insan topluluklarının medeni değerleri tercih etme yeteneklerinin olmadığını ve bir kısım insanların bu değerlere doğal olarak
sahip olduğunu savunmak, insanları normal medeni doğaya sahip olanlar ve olmayanlar şeklinde temelsiz ve
hayali bir kategorizasyon yapmaya götürmektedir. Bu
kategorizasyon, doğal olarak normal medeni doğaya sahip olanların, normal doğada olmayanları yönetmesi gerektiği düşüncesini de beraberinde getirmektedir.
Medeniyet, tek bir insan grubuyla sınırlanmayacak kadar derin, bütün insanlığı kapsayacak kadar geniş bir olgudur.
Medeniyet tekelciliği yapmak, medeniyete katkı
yapmaya yetmemektedir. Medeniyet, maddi ve manevi
alanlarda pozitif, yapıcı ve yaratıcı nitelikteki farklılaşmayı, olgunlaşmayı ve gelişmişliği ifade etmektedir. Medeni gelişmişlikten kasıt, niceliksel değil, niteliksel
gelişimdir.Niteliksel gelişim, medeniyette neyin asıl olup
olmadığının da göstergesidir. Medeni gelişmişlikte asıl
olan, bireyin manevi, ruhsal, ahlaki ve insani olgunlaşmasına katkı sunan gelişmelerdir ve medeni sıfatını da
266
MEDENİYET: KAYIP CENNETİN PEŞİNDE
bunlar hak etmektedir. Medeniyette asıl olan ahlaki, manevi ve insani gelişmişliğe hizmet ettikleri sürece diğer
niceliksel gelişmelerin de anlamlı ve önemli olduğunun
altı çizilmelidir. Başka bir ifadeyle medeniyet, bireyin
varmış olduğu en yüksek ahlaki ve maddi standartların
bileşiminden oluşan çok özel bir durumdur.
Toplumların, dinlerin ve kültürlerin önündeki en
büyük meydan okuma, maddi olanla manevi-ahlaki olanı beraber geliştirecek bir medeniyet gelişimini gerçekleştirebilmeleridir. Günümüzde maddi açıdan çok
gelişmiş olmamıza rağmen, manevi-ahlak boyutumuzun
atalete düşmesi, medeniyet konusunda çok ciddi bir başarısızlık gösterdiğimizi ortaya koymaktadır.İçinde bulunduğumuz bu medeni başarısızlık, bize medeniyet
konusunda çok iyi bir ders vermektedir: Medeniyeti öncelikle bilimsel ve teknik başarılardan ibaret zannederek ahlak ve maneviyat olmadan medeni ideallere
ulaşılabileceği düşüncesi, bir mitten başka bir şey değildir. Maddi ve manevi gelişmişliği birlikte ele alan medeniyet anlayışı sadece saf gerçeğin peşindedir. Maddi
kazanımlar elde etmekten başka bir amacı olmadığından
dolayı medeniyeti barbarizme maske olarak kullananlar
ise, sadece propagandayla ilgilenmektedirler. Birinci medeniyet anlayışı, özgürlük yolu olmasına rağmen, ikincisinin ise kölelik yolu olduğundan hiç şüphe yoktur.
MEDENİYETİN ASLİ BOYUTU:
AHLAKİLİK VE MANEVİYAT
Medeniyet hakkında konuşurken, genelde ha-
yatın maddi boyutlarına vurgu yapılmaktadır. Maddi
alandaki gelişmişlik, medeniyetin kendisi olarak algılanmaktadır. Örneğin araba sahip olmayı, birçok insan medeniyette bir ilerleme ve sınıf atlama olarak
değerlendirmektedir. Başka bir örnek olarak modayı da
verebiliriz. Birçok insan, modada günün gelişen trentlerini takip etmeyi medeniyetin olmazsa olmazı olarak kabul etmektedir.
İnsan hayatının mekanik ve fiziki boyutlarıyla ilgilenmek ve onların ihtiyaçlarını karşılamak önemli olmasına rağmen, yeterli değildir. Maddiyat ve fizikilik, bizi
medeniyetin özüne götürmede yeterli olmamaktadır.
Aksine maddiliğin ve fizikselliğin ön plana çıkarılması,
medeniyetin merkezine seyahatimizde en büyük engel
olarak ortaya çıkmaktadır. Medeniyet adına maddiyata
ve görselliğe verdiğimiz aşırı ve abartılı önemin, bizim
medeniyetten yabancılaşmamız gibi hiç istenmeyen bir
sonucu doğurması her an muhtemeldir.
Maddiyatı öne çıkarmakla, sözde medeni bir görüntü verebiliriz ve değişik medeni rolleri oynayabiliriz.
Journal of Islamic Research 2007;20(3)
MEDENİYET: KAYIP CENNETİN PEŞİNDE
Ancak sözde değil özde medeni olmak için, medeniyetin
ruhuna derinliğine nüfuz etmek için, medeniyet etrafında örülen kalın kabuğun aşılarak öze doğru yol almak
lazımdır. Modern insan, kabuğu aşıp öze inemediği için,
medeniyeti tecrübe etmek yerine bir medeniyet oyununu oynamaktadır.
Medeniyet oyununu oynamak yerine, medeniyeti
otantik olarak tecrübe etmek için yapmamız gereken
şey, medeniyetin asli boyutunu keşfetmektir. Keşfetmemiz gereken asli boyut, medeniyetin ahlakilik ve maneviyat boyutudur. Medeniyeti, maddiyata indirgeyip
manevi ve ahlaki boyutunu ihmal etmek medeniyetin
intiharı anlamına gelmektedir.Sadece maddiyata dayanan bir medeniyet anlayışının hakim olduğu bir yerde,
hiçbir şey artık emin ellerde sağlam temeller üzerinde
değildir. Böyle bir durumda bütün değerler ve kurumların altındaki kaygan zeminin her an çökmesi ve insanlığın elinde var olan her şeyi kaybetmesi an meselesidir.
Ahlakilik ve maneviyat, medeni değerleri ve kurumları sağlam ve köklü temellere dayandırmakla, onların altındaki zeminin kayganlığını dayanıklı hale
gelmektedir. Günümüzde bu zemin dayanıklı ve köklü
olmadığı için temeller sarsılmakta, kurumlar işlevsizleşmekte ve değerler kolaylıkla alt üst olmaktadır. Medeniyetin koruyucuları olan maneviyat ve ahlaktan
vazgeçmek mümkün değildir. Ahlaktan ve maneviyattan vazgeçme, barbarlaşma sürecini beslemekten başka
bir şey değildir.
Akıl ve duyguyu, ideal ve gerçekliği, maddiyat ve
maneviyatı birbirinden ayırmak medeniyetin ahlakilik
ve ruhaniyetini zayıflatmaktadır. Medeniyetin sağlam
temellere dayanması için insan hayatını oluşturan bütün
unsurların parçalanmasına değil onları bir arada ele alan
bir anlayışa ihtiyaç vardır. İnsanın değişik boyutları arasındaki farkları derinleştirip çatışmaya dönüştürmek, onları
birbiriyle ilişkisiz parçalar haline getirmek
medeniyeti buharlaştırmaktadır. İnsanın ahlaki ve manevi ideallerini, bilimle, teknolojiyle, siyasetle, dinle, sanatla, iletişimle, diplomasiyle, ekonomiyle anlamlı bir
şekilde ilişkilendirmek, medeniyetin asli temelleri üzerinde köklü bir şekilde oturmasına olanak verecektir.
Modern dönemdeki bilim anlayışı, büyük ölçüde
maneviyatı ve ahlakı gerçeklikten kopartıp onları fantezi ve spekülasyon durumuna indirgemiştir. Pozitivizm,
natüralizm ve materyalizm, sadece görünen ve somut
olanı realite olarak benimsemek suretiyle ahlak ve maneviyatın önemsizleşmesine büyük katkı sağlamışlardır.
Bilgisi parçalanmak suretiyle ruhu ve bedeni, kafa ve
kalbi, bireyseli ve toplumsalı, maddi ve manevi olan ara-
Journal of Islamic Research 2007;20(3)
Bilal SAMBUR
sında çatışma ve parçalanmaların olduğu bir zihniyet
dünyasında yetişen modern insanın manevi ve ahlaki
kavrayışının psikolojik gelişimi trajik olmuştur. Ahlaki
ve manevi ideallerin gerçeklikle ilişkileri kesilmek yerine onların gerçeklikle olan ilişkileri yeniden ihya edilmelidir. Medeniyet, insanın hayat, tarih, toplum, birey,
Tanrı ve gelecek konusundaki değer yargılarına göre şekillenmektedir. Bu değer yargılarının gerçeklikle olan
ilişkisini kesmek, medeniyetin bizzat kendisinin gerçeklikle olan ilgisini kesmekte ve onun bir fanteziye indirgenmesine yol açmakta olduğu unutulmamalıdır.
MEDENİYETİN ÖLÜMÜ:
İNSANIN İNSANSIZLAŞMASI
Modern dünyada insanın üzerinde tefekkür edilmesi gereken asli problem olmaktan çıkmasıyla birlikte
bireylerin, zihinsel gelişim kapasitelerini ve hayata bütünüyle katılma güçlerini kaybettiklerine şahit olmaktayız. Bu alarm verici gelişmeler, çanların artık bizzat
insan kimliği için çaldığını göstermektedir. Günümüz
dünyasının en büyük probleminin ‘insanın insansızlaşması’ olgusu olduğunu söyleyebiliriz. Küresel ölçekte yaşanan insanın insansızlaştırılması fenomeni, insanlık
tarihinde bir ilktir.
Kişiler arası ilişkilerin, insan-insan arasında gerçekleşen bir Ben-Sen ilişkisinden çıktığı görülmektedir. Hayatımız, insan kalabalıklarıyla dolu caddelerde,
mağazalarda, marketlerde, apartmanlarda ve işyerlerinde geçmesine rağmen, birbirimizle olan ilişkilerimiz, aynı cinsten olan yakın kişiler olmak yerine birbirine
yabancı kişiler konumlanmasına göre kurgulanan bir ilişkiler ağıyla kuşatılmış bulunmaktayız. İlişkilerimize,
kendimize özgü kişilik özelliklerinin damgasını vuramamaktayız. O insan kişiliğinin dinamik, sıcak, yaratıcı, huzur verici, heyecan verici renkleri yerine, birbirlerine
katlanmak zorunda olan, birbirleriyle zoraki konuşan kişiler durumuna düşürülmüş bulunmaktayız. Bu insansızlık durumunu, en özel kişisel ilişki olarak değerlendirilen
kadın-erkek arasında daha net olarak gözlemlemek
mümkündür. Erkek ve kadın, birbirlerine yabancı kimseler olarak aynı evlerde yaşamaktadırlar. Ekonomik sorunlar ve çocukların ihtiyaçları dışında
çiftler,
birbirleriyle konuşacak ve paylaşacak pek bir konu bulmamaktadırlar. Çocukların, babalarını artık ATM babası
olarak nitelemesi, insansızlaşmanın çok popüler bir ifadesi olarak karşımıza çıkmaktadır.Aile içi duygusal ilişkiler
bile mekanik bir hale gelmiş bulunmaktadır.Aile içi ilişkilerde insani niteliğin kaybolması, bütün toplumun zihniyetinin insansızlaştırılmasına yol açmaktadır.
267
Bilal SAMBUR
Yabancılar olarak birbirimizle yaşamaya başlamamız, insansızlık olarak ifade ettiğimiz durumla bizi baş
başa bırakmaktadır. İnsansızlaşma durumunun en belirgin karakteristiği, diğer insanların, önem verdiğimiz,
değer verdiğimiz, ilgi gösterdiğimiz, şefkat ve sevgi duyduğumuz varlık olma konumunu kaybedip duygu ve düşünce dünyamızdan çıkmış olmalarıdır. Aslında son
derece gelişmiş kitle iletişim araçları ve internet yoluyla, birçok insana çok rahat ulaşma şansına sahip bulunmaktayız. Ancak bu araçlar, yeryüzündeki diğer
insanlarla insani nitelikte bir ilişki kurmamıza olanak
sağlamıyor ve top yekun insanlık dediğimiz bir kütlenin üyesi olduğumuz bilincini bizde uyandırmaya yetmiyor. Her gün televizyonlarda dünyanın her tarafında
meydana gelen gelişmeleri anında izliyoruz. Irak’ta her
gün ölenleri ya da Darfur bölgesinde açlıktan kırılanları
biliyoruz. Savaşları, artık bir futbol maçı ya da bir bilgisayar oyunu gibi an be an takip edebiliyoruz. Ancak bu
seyretme hali, kendimizle onlar arasında insani bir bağ
inşa ettiğimiz anlamına gelmemektedir. Örneğin Amerikalı birinin, Irak ya da Darfur petrollerinin asıl sahiplerinin o yerel halklar değil, kendileri olduğuna dair çok
tehlikeli bir kolektif bilinç düzeyinin tezahürlerine şahit
olmak çok da şaşırtıcı değildir. Evet, bugün çok gelişmiş
bir teknolojiyle beraber çok gelişmiş bir insansızlığı bir
arada tecrübe ediyoruz. İnsanın medeni, ahlaki ve insani temellerinin sarsılmasının ürünü işte bu gelişmiş insansızlık durumudur.
Gelişmiş insansızlığımız, kendisi gibi korkunç düşünceler ve yıkımlara neden olmaktadır. Geçen yüzyılda yaşadığımız iki dünya savaşı, atom bombası ve diğer
kitle imha silahlarıyla yapılan katliamlar ve soykırımlar,
gelişmiş insansızlığımızın sofistikasyonunu göstermektedir. Korkunç yıkımlara neden olan gelişmiş insansızlığımız, en gelişmiş insansız düşünceleri de bu dönemde
üretmiştir. Nasyonalizm, Faşizm ve Sosyalizm bu dönemde üretilen insanlık ve medeniyet karşıtı ideolojiler
olarak dünyanın insansızlaşmasına çok büyük katkılarda
bulunmuşlardır. Bu ideolojiler ortaya koydukları özde
çekici sözde bomboş doktrinlerle bireyin içindeki insani özü yok etmişlerdir ve önemsizleştir mişlerdir. Bütün
dünyayı kaplayan savaş ve şiddet haberlerinde, insanlardan sadece rakamlar ve çarpışan taraflar olarak söz
edilmektedir. Bu söylem biçimi, insanın değerinin ve insan olmaktan dolayı sahip olduğumuz onurun artık söz
konusu edilmeye bile değer görülmediğini ortaya koyması açısından çok acıdır. İnsanın kurban edilmesinden
başka bir işe yaramayan şiddet, savaş ve terörden bu kadar çok söz edilmesine rağmen, insanı kurban vermemek
için çoğulculuk, barış, adalet, refah ve özgürlük değerle-
268
MEDENİYET: KAYIP CENNETİN PEŞİNDE
rinden hiç söz edilmemesi gelişmiş insansızlık durumumuzun bir sonucudur.
DİYALOGSUZ MEDENİYET
Modern dönemde bireyin hayatının mekanize olduğu görülmektedir. İş yaşamı içinde boğulan modern insan, akşam eve döndüğünde vaktinin çoğunu televizyon
başında ya da internet üzerinde geçirmektedir. Kendi
eşiyle ve çocuklarıyla ilgilenmemektedir. Modern evler
birbirine yabancılaşmış anneler, babalar ve çocuklarla doludur. Ailenin birbirine yabancı insanlardan oluşması,
modern bir fenomendir. Bu durum ailenin varlık nedenine aykırıdır, çünkü kadın ve erkek, birbirlerine huzur,
sükunet, sevgi ve şefkat kaynağı olmak için bir araya gelip aile denilen müesseseyi kurmaktadırlar.
Modern insan sadece ailesine değil bizzat kendisine yabancılaşmış bulunmakta ve kendisini ihmal etmektedir. Kendisi üzerinde tefekkür etmeye vakit
bulamayan, kendisini kendisine problem olarak görmeyen bireyin, zihinsel tefekkür ve öz kontrol mekanizmaları işlevsizleşmiş gibidir. Tamamen bir atalet ve
gaflet hali ve insanlardan izole olmuşluk, manevi dünyanın ihmaline neden olmuştur. Tefekkür ve kendini
geliştirme yoluyla manevi dünyasını besleyip genişletme yerine, günümüzde insanların çoğunun fiziksel nitelikli eğlencelere ve
aktivitelere yöneldikleri
görülmektedir. Günümüzde ortaya çıkan spor ve fitness
salonları, zayıflama teknikleri, bedensel ihtiyaçları karşılamaya yönelik tatil paketleri, bedensel zevkleri tatmin eden eğlence tarzları, insanların ruhsal olandan
ziyade bedensel ve maddi olanı ön plana çıkardıklarını
göstermektedir. Ruhunu ihmal ve yok farz eden modern
insan, bedenine her türlü ihtimamı göstermekten kaçınmamaktadır.
Kendisi üzerinde tefekkür etme yeteneğini kaybetmiş modern insan, kitle ve kolektif kimlikler içinde eriyerek kendisine sahte bir manevi ve ruhsal dünya inşa
etmenin peşine düşmüştür. Bundan çok değil elli yıl önce, Avrupa’nın ortasında Nasyonal Sosyalizmin yarattığı kitle gösterileri içerisinde bir ulusun sahte bir manevi
tatmin arayışına girmesi, bu durumun trajik bir yansımasıdır. Modern insanın bedenseli ve ruhsalı, manevi
ve maddi olanı arasındaki diyalogsuzluk, insanın medeniyetle olan ilişkisini sağlıksız hale getirmiştir. Farklılıklara saygı en önemli medeni prensip olmasına
rağmen, günümüzde farklı olanla manevi bir ilişki kurma yerine ondan nefret ve ona düşmanlık etme, bizzat
medeniyetin temsil ettiği ideallerin hedef tahtasına konulduğunu göstermektedir. Kısacası yaşamın diyalogJournal of Islamic Research 2007;20(3)
MEDENİYET: KAYIP CENNETİN PEŞİNDE
suzluğu, çanların medeniyet için çalması sonucunu doğurmuştur.
Yaşamımızdaki diyalogsuzluk, sosyal ilişkilerimizi
sunileştirmekte ve sığlaştırmaktadır. Çevremizde bir araya gelen iki insanın konuşmalarına dikkat edelim. İnsanlar, karşılıklı konuşmalarında genel ve yüzeysel birtakım
şeylerin ötesine çoğunlukla geçememekte, fikirlerin gerçek paylaşımı ve alışverişi dediğimiz şeyin gerçekleşmediği görülmektedir. Taraflar kendilerine ait orijinal
görüşleri diğeriyle paylaşmak yerine, sanki diğerinin asıl
ne düşündüğünü öğrenme gibi bir düşünce avcılığının
peşine düşmüş gibidirler. Gerçek fikir paylaşımından ve
diyalogdan yoksun olması sebebiyle, modern sosyalizasyon süreçlerinin, kişilerin insanın ne olduğuna dair kavrayışlarını zenginleştirmekten ziyade fakirleştirmeye
yaradığını söyleyebiliriz.
Günümüz dünyasının kişilik tasavvuru, maddi ve
bedensel özellikler etrafında ele alınan bir kişilik algılaması etrafında yoğunlaşmaktadır. Medeniyetin esas merkez fikri olmasına rağmen, insanın ne olduğu kadar nasıl
olması gerektiği sorusu üzerinde artık önemle durulmamaktadır. Medeniyetin gerçekten gelişmiş ve gelişmekte olan olgun bir manevi kişilik modelini gerekli kıldığı
unutulmuş gözükmektedir. Medeniyetin tekrar asli temellerinde gelişerek geleceğe doğru gelişmesi için, bugünün ve geleceğin medeni insanının maddi ve manevi,
ruhsal ve bedensel, psikolojik ve sosyal yönleri arasında
diyalog ve ilişki kurabilen olgun kişiliğinin ne olması gerektiği problemi, önemli bir meydan okuma olarak karşımızda durmaktadır.
İnsan bilgisi ve gücünün çok geliştiği bir çağda olmamıza rağmen, bu bilgi gücü, insanı kompartmanlara
ayırarak ele almaktadır. Ortaya çıkan kompartmanlaşma, bireyin bir bütün olarak medeniyete katkı yapmasını zorlaştırmaktadır. Başka bir ifade ile, parçalanmış
modern bilgi, bireyi medeniyetin öznesi değil nesnesi olmaya mahkum etmiştir. İnsanın bütünlüğüne vurgu yapan ve bilgi türleri arasında diyalogu esas alan yeni bir
bilgi anlayışına ihtiyaç vardır. İnsanın sadece bir boyutunu uzmanlık konusu yapmakla yetinmeyen, onu bütün olarak ele alan, onun çok boyutlu oluşunu kabul
eden yeni bir medeni çağrı acilen yapılmalıdır.
Bu yeni çağrı, bireyin, medeniyete sadece mekanik
bir eğitim sonucunda öğrendiklerini robot bir şekilde yaparak katılımı şeklindeki mevcut durumun aşılıp bireye
yaptığı işe hem bedenini hem ruhunu, hem duygularını
hem düşüncesini, hem kişiliğini hem hayal gücünü katmasını öngörmelidir.
Journal of Islamic Research 2007;20(3)
Bilal SAMBUR
ÖZGÜRLÜK, BİREY VE MEDENİYET
Medeniyet, özgür bireyin varlığını zorunlu kılmaktadır, çünkü birey, ancak özgür ve özerk olduğunda medeniyete katkıda bulunabilir ve medeni hayat içerisinde
kendisini gerçekleştirebilir. Kendi kişiliğinin ve mülkiyetinin sahibi ve mimarı olan birey, medeniyet sürecinin
aktif yaratıcısı durumundadır. Kendisine ait özgü bir kişiliğe ve üzerinde tasarrufta bulunacağı özel mülkiyete
sahip olan birey, yüksek bir motivasyonla çalışacak ve
üretecektir.
Kişinin özgür olması, kendisine özgü bir yaşam alanının olmasını gerekli kılmaktadır. Kendi özel yaşam
alanında birey, özgürce diğer özel ve toplumsal alanlarla diyalog kurabilir, yeni ilişki ağları geliştirebilir ve
kendisine özgü bir yaşam tarzı ve idealler dünyası oluşturabilir. Özgürlüğün kaybı, bu özel yaşam ve barınma
alanının yitirilmesi anlamına gelecektir. Bireyin özgür
ve özel yaşam alanını yitirmesi, kişiliğinde giderilmez
psikolojik yaralara doğurmaktadır.Günümüzde bireye ait
özel bir alanın olmayışı, özel hayat kavramının nerdeyse ortadan kalkması, günümüzdeki birçok problemin
kaynağını oluşturmaktadır.
Bireyin tek başına ya da kendisiyle aynı idealleri taşıyan diğer insanlarla bir araya gelip kendisine özgü
maddi ya da manevi çevre yaratması, evrensel medeniyet ideallerine ya da diğer bireylerin ya da grupların çıkarlarına bir tehdit değildir. Bireysel ya da grupsal
çıkarlar arasındaki farklılıklar, medeniyet olgusu içerisinde birbirini tehdit etme yerine birbiriyle yarışma ve
rekabet etme olanağına kavuşabilmelidirler.
Ancak bireyler ve gruplar arası doğal bir yarışma
ortamı yerine, hayatı planlama adına bütün bireysel ve
sosyal ilişkilerin cemaatler, kurumlar ve organizasyonlar
tarafından düzenlendiği görülmektedir. Sosyal hayatın
işlemesi için belirli ölçülerde organizasyonlara ihtiyaç
vardır. Ancak günümüzde modern organizasyon ve cemaatlerin, bu ihtiyacın ötesine geçtiği görülmektedir.
Modern dünyada organizasyon ve cemaatlerin asıl, birey ve fikirlerin ikincil plana itilmesi normal bir durum
değildir. Normal durum, bunun tersi yönde olmalıydı.
Politik, dini ve ekonomik organizasyonlar ve cemaatler, amaçlarına ulaşmak için kurumsallık, disiplin ve
fedakarlık gibi ilkeleri öne sürerek bireylerden kendilerini bütünüyle kurum ve toplulukla özdeşleştirme talebinde bulunmaktadırlar. Modern kurum ve cemaatler
istedikleri hedeflere ulaşabilirler, ancak bunu bireysel
269
Bilal SAMBUR
özgünlük ve farklılığı yok etme pahasına gerçekleştirmektedirler. Kolektif olanın asıl olduğu kurumsal ve cemaatçi anlayışta bireyin değeri ikincil plana düşmüş
bulunmaktadır. Bireyler, sadece o organizasyon ve cemaatin amaçlarına belirlenen doğrultuda hizmet ettikleri ölçüde kendilerine değer verilen kimseler durumuna
düşürülmüşlerdir.
Bireyin zihni ömrü boyunca organizasyon, disiplin
ve çalışma fikirleriyle dolu bulunmaktadır. Birey, her
şeyi grup, cemaat ve organizasyon bağlamında düşünmeye başlamış bulunmaktadır. Bir fikri diğer bir fikirle
karşılaştırmak ya da bir fikri diğer bir başka insanla tartışmak ve paylaşmak günümüzde pek yapılan bir şey değildir. Normal ve sağlıklı olan bütün fikirlerin bireysel
muhakeme ve akıl terazisine vurulmasıdır. Ancak günümüzde bireysel muhakeme gereksizleştirilerek cemaate,
gruba ve organizasyona hakim olan düşünsel eğilim çerçevesinde diğer fikirler değerlendirilmeye başlanmıştır.
Bu durumda bireyler, bağlı oldukları milliyet, sınıf, siyasi parti, mezhep ve diğer aidiyetler çerçevesinde hazır buldukları fikirleri kutsal bir tabu olarak benimsemek
zorunda kalmaktadırlar, çünkü kolektivizmin ağırlığı altında ezilen bireyler, bu kabulleri üzerlerinde tartışılıp
konuşulması gereken fikirler olarak algılamamaktadırlar. Modern kolektivizm, bireyi, düşünen bir varlık olarak değişik eğilim ve fikirler tartışarak kendisine özgü
kanaatlere sahip olmak yerine, kendisini mutlak kabulleri olan biri durumuna düşürmektedir.
Kendisine özgü kanaatlere sahip olmayan birey, günümüzde kimliğini kitleler, cemaatler, organizasyonlar
içinde kaybetme durumuna gelmiştir. Özgür bireysel
kimlikler yerine kolektif kabilevi kimlikler ön plana çıkmış gözükmektedir. Kolektif unsurların bir parçası haline gelmiş kişilerin hayat ve toplum hakkındaki görüşleri,
özgün tefekkür faaliyeti sonucu üretilmiş olmadıklarından dolayı her tarafta yaygın olarak kabul edilen ve benimsenen hazır formüllerden başka şeyler değildirler.
Kabileciliğin ön plana çıktığı bu durumda, neredeyse birey düşünsel bir varlık olma pozisyonunu neredeyse
kaybetmiş gözükmektedir. O, dışarıya düşünce, fikir ve
değer üreten birisi değil, dışarıdan kendisine verilen ulusal, siyasal, dini ve kültürel her türlü fikri pasif bir şekilde alan kitleler içinde kaybolmuş bir objeye dönüşmüş
bulunmaktadır.
Orta Çağda insanları kendisine bağımlı kılan kilise
diye bir kurum vardı. Günümüzde ise bireyi kendisine
bağımlı bir obje kılmaya çalışan sayısız kurum, cemaat
ve dernek vardır.Bireyin günümüz kiliselerinden bağımsızlaştırılması Ortaçağ’dakinden daha zor gözükmekte-
270
MEDENİYET: KAYIP CENNETİN PEŞİNDE
dir.Ortaya çıkan organizasyonlar, cemaatler ve ideolojiler, bireylerin hangi fikirleri seslendirdiğini bilmemizi
imkansızlık derecesinde zorlaştırmaktadır. Orta çağda
kilise vardı ve onun fikirleri belliydi. Günümüzde ise sayısız kilise var, ancak bunların ne söylediğiyle bireyin
ne söylediği birbirine karışmış bulunmaktadır.
Kolektif olanın bireysel olanın üstüne çıkması ve
insanın düşünen varlık olma özelliğinin büyük ölçüde
erozyona uğramış olması medeniyet için büyük tehlike
oluşturmaktadır, çünkü medeniyetin yaratıcısı bireydir.
Medeniyet, bireyin idealleri üzerinde düşünmesi ve somut olarak onları üretmesi sonucu meydana gelmektedir.Birey, düşüncelerini belirli bir çerçevede somuta
dökmek suretiyle zamanının şartlarını etkilemeye ve
değiştirmeye çalışır. Bireyin idealleri için düşünmesi ve
çalışması medeniyeti ataletten kurtarmakta, ona dinamizm ve gelişim sağlamaktadır.
Medeni hayatın gelişimi için bireyin iki niteliğinin
sürekli olarak var olması gerekmektedir. Birincisi, birey
düşünen bir varlık olma özelliğini hep korumalıdır. İkincisi birey, özgür bir varlık olmalıdır. Düşünme ve özgürlük,
birbirinden
ayrı
düşünülemeyecek
ve
kopartılamayacak niteliklerdir. Bireyin ideallerini ve düşüncelerini genel hayatın içine sokması için, onun özgür
olması gerekmektedir. Birey, düşüncelerini özgür olarak ifade ettikçe, kendi varlığını ideallerinde tam olarak
keşfedecek ve onları geliştirecektir.
Günümüzde insanın düşünen ve tefekkür eden varlık olma özelliği yanında özgür olma niteliği de büyük
ölçüde zayıflatılmıştır. Birey, özgürce düşünen ve yaratan bir varlık olmaktan çıkarılarak, hep başkaları tarafından üretilen düşünceleri tüketen bir obje durumuna
düşürülmüştür. Başkalarının düşüncelerini kendi düşünceleri gibi kopyalamak, hep kendilerine düşünce önderi
denilen otoriteleri takip etmek modern insanın bir açmazıdır. Medeniyetin tıkanmasına yol açan bu çıkmazın
aşılması için, bireyin yeniden kendisine özel bir alan
meydana getirmesi, özgürlüğünü keşfetmesi ve düşünmeye başlaması gerekmektedir.
MEDENİYET, TOPLUM VE ÖZGÜRLÜK
Uygar toplum, sivil niteliğine sözde değil özde sahip
olan toplumdur. Sivil toplum, özgür bireylerin kentte
oluşturduğu medeniyeti temsil etmektedir. Köydeki tek
biçimli ve dar cemaat yapılarını aşan uygar toplum anlayışı, farklılık, çeşitlilik ve çoğulculuk ilkelerini esas almaktadır.Medeniyetin devamı ve gelişimi için, bireysel
hak ve hürriyetlerin güvence altına alınması, sosyal plüralizmin ve farklılıkların barışçıl bir şekilde bir arada
Journal of Islamic Research 2007;20(3)
MEDENİYET: KAYIP CENNETİN PEŞİNDE
yaşatılması gerekmektedir. Kişiliklerini farklılaştırarak
geliştirmiş ve çeşitlendirmiş özgür bireyler, toplumun
medenileşmesine ve sivilleşmesine büyük katkılarda bulunabilirler. Özgür bireyler olmadan medeni toplum,
medeni toplum olmadan demokratik hukuk devletinin
olması mümkün değildir. Üçü birbirine varlık vermektedir. Özgür birey, medeni toplum ve hukuk devleti üçgeninde kurulan medeni gelişme sürecinin temel
özelliği, benzeşmeyi değil farklılaşmanın, homojenliği
değil heterojenliğin, aynılığı değil aykırılığın özgürce gelişimine imkan veren hürriyetçi bir anlayıştan beslenmesidir.
Medeniyet, bireylerin, tatmin edici buldukları
ideal ve değerler çerçevesinde kendilerini gerçekleştirmeleri ve geliştirmeleri sonucunda oluşmaktadır. Bireysel gelişim, medeni ve sosyal gelişmenin ana
dinamiğidir.Yalnız burada esas olan nokta şudur: Bireysel ve toplumsal farklılıklar korunabildiği sürece,
medeniyet ivmesinden bir şey kaybetmemektedir.Medeni gelişme, ancak bireysel ve toplumsal çoğulculuk
sayesinde mümkün olmaktadır. Günümüzde tek tip insan ve toplum yaratma iddiasında bulunan entegrist
ideolojiler, toplumu farklılıklardan tehlikeli bir şekilde
arındırmaya kalkmaktadırlar. Aslında Sosyalizm ve Faşizm gibi ideolojilerin yaptığı bu toplum mühendisliği, medeniyetin insani ve dinamik özünün ortadan
kaldırılmasından başka bir şey değildir.Medeniyetin
normal bir şekilde gelişmesi için bireysel-toplumsal çoğulculuğun, bireysel özgünlüklerin ve değişkenliğin
korunması, özendirilmesi ve güvence altına alınması
gerekmektedir.
Toplum, dışarıdan müdahalelerle şekillendirilecek
ya da medenileştirilecek bir yapı değildir. Değişik toplumsal var oluşlar, hiçbir yapay müdahaleyle karşılaşmadan doğal olarak gelişmelidirler. Toplum, dış
müdahaleler olmadan kendi doğal akışına bırakıldığında daha çok gelişmekte ve çeşitlenmektedir. Devlet ve
diğer güçleri kullanarak topluma yapılan müdahale,
medeniyete yapılan müdahaledir. Güç kullanarak toplumu şekillendirmeye kalkışmak medeniyetin en büyük
düşmanıdır. Birbirinin zıddı olan özgürlük ve müdahalenin bir arada olması mümkün değildir. Bireysel hak
ve özgürlüklere yapılan müdahaleler, farklı kimlikleri,
kültürleri ve söylemleri bastırma teşebbüsler, ve toplumsal plüralizmi homojenleştirme projeleri, medeniyeti yok etmeyi hedefleyen zorbalık ve dayatmalardan
başka bir şey değildirler. tek biçim etrafında şekil vermeye kalkarsa bu medeniyete yapılan zorba bir müdahaledir.
Journal of Islamic Research 2007;20(3)
Bilal SAMBUR
MEDENİYET, DEVLET VE HUKUK
Bireysel hak ve özgürlüklerimizi güvence altına almak için hukuk kurallarıyla sınırlı olmak şartıyla devleti önemli yetki ve güçlerle donatmış bulunuyoruz.
Ancak devlet, birey ve toplumdan aldığı güç ve yetkileri, her zaman birey ve toplum yararına kullanmamaktadır.Çoğu zaman devletin kendisine verilen yetkileri
kötüye kullandığı ve bir Leviathana dönüştüğü görülmektedir.Devletin en büyük insan hakları ihlalcisi olduğunu tarih bize söylemektedir.Devletin gücünün
kaynağı halk, yani özgür birey ve sivil toplumdur. Halktan alınan yetkilerin, halk yararına kullanılması şarttır.
Ancak topluma iyilikler yapma yerine kötülükler yapmayı, devletler daha çok tercih etmektedir. Devle tin
topluma zarar vermesi, onun bireysel hak ve özgürlükleri koruma şartıyla almış olduğu yetki ve gücü, kötüye
kullandığı anlamına gelmektedir.
İnsanlar, iç ve dış güvenlik, adalet mekanizmasının
kurulması ve sınırların savunulması gibi üç temel hizmeti yerine getirmek için devlet denilen en büyük bürokratik yapıyı meydana getirmişlerdir. Hiçbir bürokratik
kurum, devlet kadar büyük bir güce sahip değildir. Bireysel hak ve özgürlüklerin başkalarına zarar vermeden
kullanılmasını güvence altına almak için devlet denilen
aygıtı kuran insan toplumları, böyle yapmakla medeniyetin devamı ve gelişimini de güvence altına almak istemişlerdir. Ancak büyük devlet gücünün ve iktidarının
medeniyeti korumaktan ziyade onu yıkmak için kullanıldığı da acı bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.
Devleti kuranlar, insanlardır. İnsanlar, birbirlerine baskı uygulamamak, zulüm görmemek ve güvenliklerini temin etmek için suni bir yapılanma olarak
devleti kurmuşlardır. Devlet organizasyonunu kurmakla insanlar, hayat, mülkiyet ve özgürlük haklarını güvence altına almayı amaçlamışlardır.Bireysel hak ve
özgürlüklerin korunması için devlet vardır. Devleti kutsal görmek, medeniyet dışı bir anlayıştır. Kutsal olan
devlet değil, insandır ve insanın hak ve özgürlükleridir.
Özgürlüğün ve bireyin merkezde olduğu, siyasi otoritenin sadece onları korumakla yükümlü olduğu bir devlet anlayışı medeni olarak nitelenmeyi hak
etmektedir.Devlet, hukuka dayandığı ve bireysel özgürlükler alanını koruduğu sürece meşru ve medeni olan
bir yapıdır.Bireylerin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alamayan ve onları etkin olarak koruyamayan devlet, meşruluğunu ve medeniliğini yitirme
tehlikesiyle karşı karşıyadır.
271
Bilal SAMBUR
Devlet, bir toplumda bireylerin hukuk içerisinde
yaşamaları için gerekli olan bir kurumdur. Toplumsal
hayatta devletin ne kadar gerekli olduğu sorusu, medeniyet için hayati öneme haiz bulunmaktadır. En büyük
güce sahip olan devletin müdahale alanını genişletmek,
medeniyet için tehlike oluşturmaktadır. Devlet gücünün
sınırsız bir şekilde kullanılması, rüşvet, adam kayırmacılık, yolsuzluk, nepotizm, siyasal çürüme, iktidarın tekelleşmesi gibi çok ciddi yozlaşmalara ve çürümelere
neden olabilmektedir. Her güç kötüye kullanıldığı gibi
devlet gücü de kötüye kullanılabilmekte ve yozlaşabilmektedir. Bireyler sahip oldukları gücü kötüye kullanabilirler, ancak bireylerin güç istismarının etkileri
sınırlıdır ve bireysel güç istismarlarını engelleme imkanı vardır. Ancak devlet gücü, bireysel güç gibi değildir.
Çok büyük olan devlet gücünün kullanılmasından
bütün bireyler ve toplum etkilenmektedir. Devlet gücü
aracılığıyla bireysel hak ve özgürlükler bir anda ortadan
kaldırılabilmektedir. Devlet gücünü kimin elinde tuttuğuna bakılmaksızın, bu gücün yozlaşması olasılığına karşı toplumun çok duyarlı olması gerekmektedir. Bireyin
sınırsız devlet gücüne karşı korunması için, devletin hukuk kuralları sınırlandırılması gereklidir. Başka bir ifade
ile devletin zorba devlet değil hukuk devleti olması gerekmektedir.Medeni devlet, güç ve yetkileri hukuk kuralları ile etkin bir şekilde sınırlanmış devlettir. Hukukla
sınırlanmış devlet, medeniyetin olmazsa olmazıdır. Medeniyetin korunması için devletin hukuk süzgecinden sürekli olarak geçirilmesi gerekmektedir. Bireylerin temel
hak ve hürriyetlerini koruyan devlet, halkın tercih ve
seçimiyle işbaşına gelen temsilciler tarafından yönetilmelidir. Çağdaş uygarlığın temelleri olan hukuk ve demokrasi, devletin temel nitelikleri olmalıdırlar.
Hukuk ve demokrasi içerisinde devletin iktidar alanı minimum düzeyde ve kontrol altında tutulmalıdır.
Devletin, belirli bir ideoloji doğrultu sunda toplumu dizayn etme diye bir görevi yoktur. Toplum, spontane olarak gelişmelidir. Devlet gücünü, ideolojik toplum
projelerini hayata geçirmek için kullanmak meşru değildir. Devlet, insanlar arasında cinsiyet, din, dil, etnik köken ve ideolojik görüş farkı gözetemez. Bir toplumun bir
çok farklı din, dil, ırk ve kültürden oluştuğu gerçeği göz
ardı edilmemelidir. Devlet, müdahale ederek toplumu
tekilleştirmeye çalışmamalı, bilakis toplumdaki plüralizmin varlığına saygı duymalı ve onları korumalıdır.
Devletin topluma müdahalesi, çözüm değil sorunun bizzat kendisidir.
Devletin dışarıdan yaptığı bir müdahale, toplumu
doğal gelişim seyrinden çıkarmakta ve toplumsal işlerin
272
MEDENİYET: KAYIP CENNETİN PEŞİNDE
hiç umulmadık sonuçlara yol açmasına neden olmaktadır.Beşeri gelişmelerin ürünü olan medeniyet kurucu
rasyonalizmin ürünü olan projelerle değil, kendiliğinden, çok yönlü ve etkin olarak işeyen sosyal süreçler sonunda ortaya çıkmaktadır.Müdahaleci devlet anlayışı,
kendi iç dinamikleriyle medeniyet ideallerini gerçekleştirmeye çalışan bir toplumun önündeki en büyük engeldir.Müdahaleci devletin, sosyal ve medeniyet açısından
çok ağır bir maliyeti vardır.
Geçen yüzyılda ‘tek kral, tek yasa, tek inanç’ formülünün ifade ettiği devlet anlayışı, devleti dizginlenmez bir vahşi hayvana dönüştürmüş haline gelmiş ve
devlet milyonlarca insana kıymaktan çekinmemiştir.Devletin müdahale alanının büyük ve geniş olması,
birey ve toplumsal alanın bir o kadar küçülüp büzülmesi anlamına gelmektedir. Başka bir ifadeyle devlet devleşirken, birey ve toplum cüceleşmektedir.
Devletin yetkilerini kötüye kullanması, insan temel
hak hürriyetleri için büyük tehlikedir.Çoğu zaman idareci ve hükümetlerin, hukukla sınırlanmayı içlerine sindirmedikleri, hukuku ihlal ettikleri ve yetkilerini
sorumsuzca kullandıkları görülmektedir. Devletlerin hukuk dışına çıkmaları ve iktidar yetkilerini keyfi bir şekilde kullanmaları, medeniyetin asli değeri olan özgürlük
için en büyük tehdit durumundadır.
Devletin, bireye ve topluma egemen olması, onlara
dışarıdan müdahale etmesi medeniyetin önündeki en büyük engellerden birini oluşturmaktadır. Devlet ve diğer
bürokratik kurumlar aracılığıyla bireye ve topluma yapılan müdahaleler, bireyin özgürce iç dinamiklerinden doğan manevi-ahlaki oluşumunun önünde engel olmakta
ve dışarıdan belirlenen formları ona empoze etmektedir.
Devlet bürokrasisinin hayatımızın her alanına girdiği günümüzde, her şey bürokratik süreçler ve işlemlerden sonra gerçekleşmektedir. Devlet başta olmak üzere bütün
kurumların, bireye, topluma ve medeniyete hizmet edecek şekilde reforme edilmeleri gerekmektedir.
MEDENİYET, FİKİRLER VE DİN
Medeniyet hakkında konuşmak, aslında fikirler
hakkında konuşmaktır. Medeniyeti şekillendirmede ve
ona değer katmada, fikirler büyük bir güce sahiptirler.
Ancak günümüzde fikirlerin gücünün pek farkında olmadığımız görülmektedir. Spekülatif ve soyut kurgular
düzeyine indirgenen fikirlerden ziyade somut objeler,
medeniyetin asıl güç ve dinamiği olarak değerlendirilmektedir. Gerçekte durum bunun tam tersidir, çünkü
fikirler, tecrübeyle oluşturduğumuz medeniyetin evrensel değeri ve geçerliliği konusunda açık ve berrak bir
Journal of Islamic Research 2007;20(3)
MEDENİYET: KAYIP CENNETİN PEŞİNDE
bilincin ürünü olan kabuller, düşünceler ve değerlendirmelerden meydana gelmektedir. Mesela özel mülkiyet fikri, medeniyetin olmazsa olmaz fikirlerindendir.
Medeniyete varlık veren, medeni bir varlık olarak medeniyete katkıda bulunmamızı sağlayan özel mülkiyet fikri, medeniyete evrensel değer ve geçerlilik katan güçlü
bir hükümdür. Medeniyet hakkında konuşurken medeniyete ruh veren evrensel değerdeki fikirlerden söz etmemiz gerekmektedir.
Medeniyeti, fikirlerden arındırdığımız zaman sadece silahların ve diğer teknolojik objelerin icat edildiği bir
medeniyet tarihinden başka bir şey elimizde kalmamaktadır. Oysa medeniyet, objelerin birbirleriyle olan ilişkilerinden değil, insanın diğer insanlarla ve objelerle
olan ilişkisinden doğup gelişmiştir.Medeniyet tarihi adını taşıyan birçok kitabın, fikirler yerine objelerin gelişimi tarihinden başka bir şey sunmadıkları görülmektedir.
İnsanlar, medeniyet hakkındaki tasavvurlarını fikir
şeklinde kavramsallaştırırlar. Derin olan fikirlerin, yalın, sistematik, tutarlı ve rafine bir şekilde ifadeye dönüşmeleri gerekmektedir. Fikirlerin, medeniyeti yaratıcı ve
dinamik bir şekilde besleyebilmesi için hiçbir dış kısıtlamaya tabi tutulmadan özgürce ifade edilmeleri gerekmektedir.
Medeniyetin arkasında o medeniyete şekil veren
dünya görüşleri ve fikirler vardır.Medeniyetlerin oluşumunda fikirler önemli olmalarına rağmen, saf düşüncenin tek başına medeniyetin kurucu ilke ve ideallerini
inşa edecek dünya görüşünü oluşturmada yeterli olduğunu söylemek mümkün değildir.Medeniyet ideallerinin oluşmasında devreye daha kapsamlı dünya görüşleri
ve düşünce çerçeveleri girmektedir. Dinler, medeniyete
ahlaki ve manevi karakter kazandıran, medeniyetin kurucu ideallerini üreten en geniş dünya çerçevelerini
oluşturan inanç, ahlak ve davranış sistemleridirler.
Medeniyet ideallerinin oluşmasına kuruculuk düzeyinde katkıda bulunan dinin medeniyetle olan ilişkisi
günümüzde çok zayıflamış ya da zayıflatılmıştır. Dinin
gerçek hayatla olan bağlarının kopartılması ve zayıflatılması, medeniyetle olan ilişkilerinin zayıflatılmasına
neden olmuştur. Günümüzdeki medeniyetin ahlaki ve
insani boyutunun zayıflığı, dinle olan ilişkisinin cılızlaşmasından ve yoksullaşmasından kaynaklanmaktadır.
Medeniyet ideallerinin kurucusu olarak medeniyetle ilişkisi zayıflatılan din, günümüzde çok negatif bir
şekilde medeniyetle ilişkili ve özdeş hale getirilmektedir. Medeniyet ve dini yıkıcı yönde özdeşleştiren tuhaf
bir yaklaşım, dini, medeniyetler arası çatışmanın muharrik gücü olarak gündeme getirmektedir. Dinin medeni-
Journal of Islamic Research 2007;20(3)
Bilal SAMBUR
yetin kurucusu olmak yerine yıkıcısı olarak düşünülmesi, medeniyet-din ilişkisinin ne kadar dejenere edildiğini ortaya koymaktadır. Medeniyetin kurucu ideallerini
ortaya koyan dinin hedefi, medeniyeti, bir çatışma ortamına dönüştürmeyi değil, bir insanın kendi kendini geliştirdiği, özgürleştiği ve olgunlaştığı bir süreç haline
getirmektir.Bu süreçte, medeniyetlerin çatışmasından
söz edilemez. Herhangi bir çatışmanın varlığı, medeniyetin bir çürüme sürecini yani bir barbarlaşma sürecini
ifade etmektedir. Sözde medeniyetler çatışması olarak
ileri sürülen tez özde bir barbarlıklar çatışması senaryosundan başka bir şey değildir.
Her ne kadar din, sözde bir medeniyetler arası çatışmanın, özde ise bir barbarlıklar çatışmasının kaynağı
haline getirilmek isteniyorsa da din olmadan insanlığın
bugününü ve yarınını medeni bir şekilde inşa etmesi
mümkün değildir. Din olmadan medeniyetin inşa edilmeyeceği gerçeği bilinmesine rağmen, günümüzde dünyada meydana gelen bütün olumsuzluklardan din
sorumlu tutulmaktadır. Bu bağlamda özellikle İslam, medeniyet olgusunun dışında değerlendirilmeye, değerleri
medeniyetle uzlaşması mümkün olmayan bir barbar din,
terör üretmekten başka bir işe yaramayan bir inanç durumuna kasıtlı olarak düşürülmeye çalışılmaktadır. Burada da gerçekler değil, propagandanın gene iş başında
olduğu görülmektedir. Biz bu propagandaya cevap vererek İslam’ı savunan apolojik bir görüntü verme niyetinde değiliz. Bütün bu İslam karşıtı propagandanın
tahrip ediciliğine rağmen, şunu ifade etmek istiyoruz:
Erken dönemlerinden itibaren hızla yayılan İslam’ın
dünya medeniyetine olgun katkıları olmuştur.Verdiği ilk
meyveleri olgun olan İslam, bugün olgun bir ağaç gibi
yeni meyveler vermeye hazır durumdadır. İslam’a karşı
medeniyet kavramını kullanarak sistematik olarak yıkıcı bir propaganda faaliyetini yürütmenin, medeniyete
hiçbir katkısı bulunmamaktadır.Evrensellik, insancıllık
ve barış değerlerine otantik olarak sahip olan İslam’la
medeniyeti karşı karşıya getirmenin hiçbir anlamı ve verimliliği bulunmaktadır. İnsan ile Tanrı, toplum ve tabiat arasında uyumlu bir ilişkiler ağının geliştirilmesini
esas alan İslam ve insanlık medeniyeti arasındaki bağlar
propaganda ile zayıflatılmak yerine diyalogla güçlendirilmelidir. İnsanlık medeniyetiyle kurulacak diyalojik
ilişki, İslam’ın, medeniyetin bugününe ve yarınına tekrar olgun katkılarda bulunmasının önünü açacaktır.
SONUÇ
İnsanlığın, medeniyetle, derin bir oluş süreci çerçevesi içerinde ilişki kurmak yerine onunla yapay ve sahte bir iliş-
273
Bilal SAMBUR
ki kurduğu görülmektedir. Bütün tecrübemizi medeniyetle yoğurmak yerine, ona, iyi gördüğümüz davranışlarımızı onaylatmaya kalktık. Karanlık ve ilkel yönümüzü
medeniyet süzgecinden geçirmeye hiç yanaşmadık. Daha
da ileri gidip medeniyeti karanlık ve barbar yönlerimizi
meşrulaştıran bir propaganda aracına indirgedik.
İnsanlık, medeniyeti istismar etmeyi kendisi için
kaçınılmaz bir ihtiyaç olarak gördü, çünkü barbar ve karanlık taraflarını başka türlü rasyonelleştirmesi mümkün
değildi. Karanlık ve barbar eğilimleriyle yüzleşme dürüstlüğünden kaçınan modern insan, karanlık taraflarını medeniyet idealleri haline getirmiş bulunmaktadır.
Bu, medeniyete duyulan saygının artık buharlaştığını
gösteren bir tutum olarak karşımızda bulunmaktadır.
Medeniyete duyulan saygının buharlaşmasının insanlığa
bedeli çok ağır olmuştur, çünkü artık insanlık, neyin medeniyet neyin barbarlık olduğunu bilemeyecek kadar ilkelleşmiş ve cahilleşmiş bulunmaktadır.
Medeniyetin bugünkü durumunu, sıradan bir objenin durumunu analiz eder gibi yapamayız, çünkü medeniyet hakkında ileri süreceğimiz düşünceler,
insanlığın ve gezegenimizin geleceğine dair umutlarımız
ve hayal kırıklıklarımız ifadesini bulacaktır. Medeniyetin mevcut durumu, iyimser olmamızı sağlamamaktadır.
Ancak mevcut durumun pesimistliği, medeniyetin tekrar ihya edilebileceğine dair umut beslememize ve vizyon geliştirmemize engel olmamalıdır. Bilakis mevcut
durumun pesimistliği, medeniyete dair daha insani, ahlaki ve manevi bir vizyon geliştirmeye bizi yöneltmeli-
274
MEDENİYET: KAYIP CENNETİN PEŞİNDE
dir. Ancak bu optimist vizyon, ortaya yeni bir gezegenin çıkacağı ve yeni bir türün medeniyeti yeniden ihya
edeceği şeklinde olursa bu büyük bir yanılgı ve boş bir
fantezi olacaktır. Ne yeni bir gezegen oluşacak ne de yeni bir tür ortaya çıkacaktır. Sadece insanlık, gene bu gezegen üzerinde yeniden medeniyeti ihya edip etmemeye
karar verecektir.İnsanlığa güven duymadığımız takdirde Medeniyetin tekrar ihyası konusunda insanlığa güvenmekten başka bir yol bulunmaktadır.
İnsanlık medeniyetin yeniden ihyası için medeni
idealleri yeniden keşfetmeyecek ya da aramayacaktır.
Biz medeniyet ideallerine, çok eski zamanlardan beri sahip bulunmaktayız. Özgür birey, çoğulcu ve sivil toplum, hukukla sınırla devlet, manevi ve maddi olanın
bütünlüğü, ahlak ve maneviyatın vazgeçilmezliği ve dinin medenileştirici fonksiyonu, insanlığın zaten sahip
olduğu değer ve bilgilerdir. Medeniyet ideallerini yeniden aramaktan çok, insanlığın manevi açıdan yeni bir
ruh yenilemesine ihtiyacı bulunmaktadır. Ruhen yenilenen insanlık, maddi ve manevi gelişmişliği bir arada
götürmeyi esas alan barış, adalet ve özgürlük idealleri temelinde yeniden medeniyeti ihya etme gücüne kavuşabilir. Medeniyetin bu idealleri bugün çok tahrip edilmiş
durumdadır, ancak medeniyeti gene bu temeller üzerinde inşa etmek mümkündür.Bu, büyük bir gökdelenin
tahrip olan temellerini yeniden inşa etmek kadar tehlikelidir, çünkü o koca gökdelen her an çökebilir ve altında kalabiliriz, ama bu riski almaktan başka, o gökdeleni
ayakta tutmanın başka bir yolu bulunmamaktadır.
Journal of Islamic Research 2007;20(3)
Download