SESLİ KADINLAR 25 KASIM BÜLTENİ / YIL: 2015 ŞİDDETE KARŞI MÜCADELENİN TOPLUMSALLAŞTIRILMASI 2 ŞİDDET VE ÖRGÜTLENME 4 SAĞLIKTA ŞİDDET SORUNUNA YAKLAŞIMIMIZ NASIL OLMALIDIR? 5 MOBBİNG Mİ? HANGİMİZİN BAŞINA GELMEDİ Kİ? 8 CİNSİYETÇİLİĞE KARŞI FEMİNİST PSİKOTERAPİ 10 ÖZEL GÜVENLİK BÖLGELERİ VE KADINA YÖNELİK ŞİDDET 13 ŞİDDETE KARŞI MÜCADELENİN TOPLUMSALLAŞTIRILMASI Belkıs YURTSEVER | Ses Kadın Genel Sekreteri Bilmekteyiz ki halkların, ulusların, mücadelenin hafızasında önemli anlamlar yüklediğimiz tarihi günler vardır. Bu günler özellikle emekçiler, yoksullar, ezilenler ve kadınlar için tarihsel başkaldırıların, ilk isyanın ve mücadele kararlılığının simgeleri olmuşlardır. Tarihi günler sadece katliamların, anımsamaların sınırı değildir, aynı zamanda zalim iktidarlara karşı insanlık onurunu korumak için verilen mücadelelerin ve direnişlerin tarihidir. 2 Tarihi, insanlık tarihi kadar eski olan kadına yönelik şiddet toplumda var olan toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin bir sonucu olarak, erkeğin kadın üzerinde tahakküm kurmasının ve kadını baskı altına almasının yollarından birisidir. BM 1999 yılında yaptığı genel kurulunda, kadına yönelik şiddete karşı mücadele için 25 Kasımı "kadına yönelik şiddete karşı mücadele ve uluslararası dayanışma günü” olarak kabul etti. 25 Kasım, 1960 yılında Dominik Cumhuriyetini diktatörlükle yöneten Rafael Trujillo’ya karşı mücadele eden Mirabel kardeşlerin Trujillo tarafından hedef olarak gösterilmesiyle siyasi otoritenin askeri güçleri tarafından üç kız kardeşin tecavüz edilerek vahşice öldürüldüğü gündür. 25 Kasım, o günden bu güne tüm dünyada kadına yönelik şiddetin sona ermesi için verilen mücadelenin miladı olmuştur. Mirabel kardeşlerin diktatörlüğe karşı verdikleri mücadele, diktatörlük tarafından basitçe hapis ya da idam cezası ile cezalandırılmamıştır. Diktatörlük Mirabel kardeşlerin yürüttüğü mücadeleyi doğrudan onların kadın kimliğini hedef alarak cezalandırmıştır. Benzer yaklaşımlar siyasal iktidarlar tarafından bugüne dek sürdürülmüştür. Oldukça uzun zamandır SES’Lİ KADINLAR Ortadoğu’nun pek çok bölgesinde ve ülkemizde IŞİD ve onu besleyen örgütlerin kadın üzerindeki baskı ve kıyımı sistematik ve yoğun biçimde devam etmektedir. IŞİD’in kontrol ettiği tüm bölgelerde öncelikle kadınlar üzerinde baskı kurulmakta, bu baskı ve şiddet IŞİD’ın “toplumsal düzen ”inin adeta belkemiğini oluşturmaktadır. IŞİD’a karşı yürütülen mücadele bu nedenle en çok kadınların mücadelesi ve direniş de kadınların direnişidir. Kadın bedenine ve kadının varlığına düşman olan, bizleri yok sayan, baskı ve şiddet politikalarıyla kadınlığımızı silmeye kalkışan yaklaşımların siyasal olarak her yerde oldukça örgütlü olduğunu unutmamalıyız. Benzer bir biçimde ülkemizde de kadına düşman yaklaşımlar, yasaları, sokakları, işyerlerini, evleri ve aslında nefes aldığımız her yeri derinden bir dönüşüme uğratmaya çalışmaktadır. AKP siyasetinin ve devletçi sistemin şiddet geleneği kendini yeniden üreterek genişlemeye devam ediyor. Kadın cinayetleri ve nefret cinayetlerinin devam eden varlığı, AKP’nin kadın düşmanı politikalarının sonucu olduğu kadar AKP öncesinde de var olan toplumsal cinsiyetçiliğin sistemli devamlılığının da sonucudur. Artık bir kadın kıyımına dönüşmüş olan cinayetlerin yanısıra çalışma yaşamındaki ayrımcı uygulamalar, işçi cinayetleri, tarım alanında çalışan kadın emekçilerin son derece kötü koşullarda çalıştırılması, işyerlerinde bizlere yönelen mobbing, emeğimizin gün geçtikçe ucuzlatılması, haklarımızın güvenceden yoksun bırakılması, iş güvencemizin elimizden alınması gibi sorunlarla da yüz yüzeyiz. Mülteci kadınların daha da kötü olan çalışma ve yaşam koşullarına hep birlikte şahit oluyoruz. Kadınlara yönelik bu tarz saldırıların devletin tarihi kadar eski ve köklü olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Yaklaşık iki yüzyıldır sermayenin saldırılarının da eklenmesiyle kadına yönelik şiddet gerçekten korkunç bir hal almıştır. Kadına yönelik şiddet ve ayrımcılığın, her şeyden önce bir siyasal yönetme biçimi olduğunun ve biçimi ne olursa olsun bütün devletlerin ortak bir unsuru olduğunun farkına varılması oldukça önemlidir. Dolayısıyla biz kadın emekçilerin şiddetle ilgili mücadelesi özünde insanın insana her türden tahakkümünü ortadan kaldırmaya yönelik bir mücadele olmalıdır. Kadına yönelik şiddetin ortadan kaldırılması hem her türden ayrımcılık ve baskının son bulması hem de her türden sömürünün sonlandırılmasına ilişkin bir mücadeledir. Bu anlamıyla var olan eşitsizlikleri ve ayrımcılığın her türlüsünü derinleştiren savaşa ve savaşlarla ve sömürüyle büyüyen kapitalist sisteme karşı çok boyutlu bir mücadele perspektifi geliştirmeliyiz. Kadınlar olarak yüz yüze kaldığımız çok boyutlu şiddet karşısında bu şiddetin toplumsal kaynaklarını oldukça iyi çözümlemek ve taleplerimizi ve isyanımızı da bu şiddet kaynaklarının hepsine birden yönelterek büyütmek zorundayız. Bütün şiddet biçimlerine olanak veren siyasal baskı ve tahakküm mekanizmalarının sermaye ile ilişkisini, sermayenin ve sömürünün siyasal iktidarlardan beslenen doğasını bir arada ele almak zorundayız. Hepimizin yakından tanık olduğu 10 Ekim Katliamı, eşitlik ve özgürlüğe ilişkin taleplerin siyasal iktidarlar tarafından nasıl bastırılmak istendiğinin en açık göstergelerinden biriydi. Alanı dolduran kadınlar olarak bizler, Ortadoğu’da devam eden savaşların birincil kurbanı olarak kalmak yerine savaşa güçlü biçimde hayır demek için oradaydık. Savaşın ve sömürünün, çalışma ve yaşam koşullarımızı daha da güvencesizleştiren politikaları karşılıklı olarak beslediğini haykırmak için oradaydık. Pek çok arkadaşımızın hayatını kaybettiği ve 3 yaralandığı bu mücadeleyi, hem sömürüyü hem de savaşı aynı anda hedef alan bir perspektifle bulunduğumuz her yerde büyütmek ve kadınlar olarak kendi gücümüze ve kararlılığımıza güvenmek zorundayız. Biz kadınlar, savaş ve sömürü politikaları çerçevesinde ne kocalara, ne bizi yok sayan anlayışlara, ne patronlara ne de devlete daha fazla kurban vermeyeceğiz! Biz kadınlar, hayatın en az yarısıyız ve kırıntılarla asla yetinmeyeceğiz! Biz kadınlar, aramıza çizilen her türden sınıra rağmen her yerde bir araya geleceğiz! Biz kadınlar, onurlu, eşit ve adil bir yaşamı dilenmeyeceğiz, direnerek kendi gücümüzle kuracağız! 25 KASIM 2015 ŞİDDET VE ÖRGÜTLENME Cahide SARI | Ses Genel Merkezi Örgütlenme, bir araya gelerek eylemeye ilişkin bir süreçtir. Eylemek, insanın özneleşmesini mümkün kılan tüm faaliyetleri kapsar ve bir araya gelişleri zorunlu kılar. Eylemek, eşitliğe dayanan bir dünya yaratmak için bir başlangıç noktasıdır. 4 Örgütlenme, hayatın akışı içerisinde, kendisini kaçınılmaz bir biçimde dayatır. Bunun sonucunda bileşenlerinin toplamını aşan, pasif/ izleyici bireyleri aktif/dönüştürücü rolüne taşıyan, hayata müdahalenin bir aracı olarak örgüt ortaya çıkar. Örgüt hiç bir zaman örgütlenmenin nihai amacı değil, amaca ulaşmak için ihtiyaç duyulan işbirliğinin bir formudur. Bu açıdan sağlıklı bir örgütlenme; bileşenlerin aktif katılımıyla sürekli gelişen, kendini ve bileşenlerini değiştiren, dönüştüren ve yeniden üreten bir süreçtir diyebiliriz. Örgütlenmenin temeli gönüllü bir araya gelişlerdir ve bu bir araya gelişler dayanışma ile genişler ve güçlenir. Bu anlamıyla dayanışma bir örgütlülüğü mümkün kılan en önemli unsurdur. Muhalif bir strateji olarak örgütlenme, toplumsal dönüşüm sorunuyla doğrudan ilgili siyasal biraraya gelişlerdir. İktidarın toplumsal ilişkiler bağlamında gündelik hayatımızı biçimlendirme ve bu biçimlendirmeye uygun rızayı oluşturarak kendisini yeniden üretme yönündeki hamleleri ancak örgütlenme ile tersine çevrilebilecek süreçlerdir. Bu bağlamda dayanışma, hem bireysel olarak kendi gücümüzün farkına varmamızı sağlayan hem de bu potansiyeli başkalarıyla ilişkilenerek büyüten çok önemli bir zemindir. SES’Lİ KADINLAR Kadınlar için örgütün ve dayanışmanın en önemli yönü ise, mağduriyet ve korku üzerinden örgütlenen iktidar ilişkilerini ters yüz ederek toplumsal alanın yeniden inşasına dair söz sahibi olabilmektir. Gazetelerden internet sayfalarına, sosyal medyadan gündelik hayatın tüm gerçekliğine dek her yerde yeniden ve yeniden üretilen ve kadın olmayı mağdur/ kurban olmakla eşitleyen söylem ve eylemler karşısında kadının özneliğini ortaya çıkaran bir örgütlenme en önemli ihtiyaçlarımızdan biridir. Kadınlar üzerindeki baskı, kontrol ve sömürü neredeyse doğanın kaçınılmaz bir yasasıymış gibi görünmektedir. Oysa bugün deneyimlediğimiz her türden şiddet ve baskı toplumsal olarak inşa edilmiş süreçlerdir ve bu nedenle toplumsal olarak dönüştürülebilirler. Biz kadınlar bugün yüz yüze kaldığımız ve bize “değişmez gerçeklikler” olarak sunulan her şeyi radikal biçimde sorgulamak zorundayız. Tabi kılınan ve sömürülenin mücadelesine ve onun sesine odaklanan bir bakış açısı geliştirebilmenin anahtarı bu sorgulama ile mümkündür. İktidarın şiddetle ilişkisini, bu ilişkinin gündelik hayatı nasıl dönüştürdüğünü, iktidarın bilgiyi nasıl ele geçirdiğini, iktidarın suç ortakları dışındakilere ilişkin dışlayıcı söylemin nasıl inşa edildiğini ortaya çıkarmak ve tüm bu süreçleri radikal biçimde ters yüz etmek için kadınlar olarak birbirimizin aklına, emeğine ve yüreğine ihtiyacımız var. SAĞLIKTA ŞİDDET SORUNUNA YAKLAŞIMIMIZ NASIL OLMALIDIR? Gönül ERDEN | Ses Eş Genel Başkanı Şiddet kelimesinin etimolojik kökeni Arapça’dır ve bir gücün derecesi, sertlik, peklik anlamlarını barındırır. Kelimenin İngilizce ve Almanca kullanımı ise Latince birkaç kavramın birleşiminden oluşmaktadır ve bir yandan ihlal etmek ve zarar vermek anlamlarını taşırken diğer yandan kuvvet, hız ve aşırılık anlamlarını da karşılamaktadır. Bu bağlamda şiddet kavramı, en geniş tanımıyla gücün, kuvvetin, otoritenin ve üstünlüğün kötüye kullanımı ile ortaya çıkan sınır ihlalini ifade eder. Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımına göre şiddet, sahip olunan gücün ve iktidarın, fiziksel ya da ruhsal bir yaralanmaya ve kayba neden olacak biçimde bir başka insana, kendine, bir gruba ya da bir topluma doğrudan ya da dolay- lı yolla uygulanmasıdır. Şiddetin tanımındaki en önemli boyutlardan biri, içinde bir kasıt, yani bir zarar verme amacı taşımasıdır. Şiddet; amaçlı, kasıtlı olarak, gücün bedensel ve/ veya ruhsal zarar verecek ya da verme riski yaratacak biçimde kullanımıdır. Şiddet, bir kontrol kaybı değildir; ya da medyanın o çok sevdiği ifade ile bir cinnet hali değildir. Aksine, bilinçli, kontrollü, planlı ve sistematik bir eylemdir, bir seçimdir. Asla, rastgele değildir. Şiddet bir toplum sağlığı sorunudur ve bir hak ve özgürlük ihlali olarak ele alınmalıdır. Sağlık alanında son yıllarda artan şiddet olayları sağlık emekçilerinin fiziksel ve psikolo25 KASIM 2015 jik sağlığını olumsuz etkileyecek bir noktaya ulaşmıştır. Kamu ve özel ayırımı olmadan; her düzeydeki sağlık kurumunda, her düzeydeki sağlık çalışanı şiddete maruz kalmaktadır. Ancak yapılan araştırmalar ve istatistikler bize göstermektedir ki özellikle kadın sağlık emekçileri bu şiddete daha fazla maruz kalmaktadır. Sağlık emekçilerinin yaşadığı şiddeti; a) Hasta ve hasta yakınlarının uyguladığı şiddet, b) Bakanlığın, hükümetin ve idarecilerin dil ve üslubu, c) Uygulanan sağlık politikalarının etkisi d)Güvencesiz istihdam modelleri, iş yoğunluğu vb. 6 e)Mobbing, f) İşyerlerinde kadrolaşmaya bağlı olarak çalışanlar üzerinde hegemonya kurma amaçlı baskı, g)İfade ve örgütlenme özgürlüğü karşısında sürgün, soruşturma, gözaltı ve tutuklamalar, ya da siyasal şiddet, gibi başlıklar altında sıralayabiliriz. Bu başlıkları daha da uzatabiliriz. yaşanmaması mümkün değildir. Ülkedeki siyasal politikalardan ve sağlıkta yaşanan gelişmelerden bağımsız olarak yapılacak her türlü değerlendirmelerin ve bu değerlendirmeler üzerinden alınacak önlemlerin sonuç vermediğini maalesef son dönemlerde artan şiddet olayları bize bir kere daha göstermiştir. Sağlık hizmeti sunumu 75 milyon yurttaşı ilgilendiren temel bir hizmettir. Sağlık kurumları insanları yaşatmaya çalışan, insanların yaşam kalitesini yükseltmek için çaba harcanan kurumlardır. Bu kurumlar yaşama doğrudan değmektedir. Halkın kurumlarıdır. Bu nedenle halktan izole bir cezaevi, adliye ya da güvenlik kurumu gibi değerlendirilemez. Sağlık hizmetlerinin tüm ülkede yaygınlaştığı ve sosyal bir hak olarak vatandaşa sunulmaya başlandığı günden neoliberal sağlıkta dönüşüm programı başlayıncaya kadar gecen dönem içerisinde sağlık kurumlarında herhangi bir güvenlik önlemi yoktu. Sadece hastane acillerinde adli vakalar için bir polis memuru nöbet tutmaktaydı. Buna karşılık şiddet de bu kadar fazla değildi. Sağlıkta dönüşümle birlikte alınan çok sayıdaki özel ve taşeron güvenlik elemanına rağmen şiddetin bugün geldiği boyut içler açısıdır. Sağlık emekçileri olarak maruz kaldığımız şiddet kamuoyu tarafından sadece sağlık kurumlarına gelen hasta ve hasta yakınlarının sağlık emekçilerine yönelik fiziki şiddeti olarak algılanmaktadır. Oysa yukarıda sıraladığımız gibi, bizler işyerlerimizde çok boyutlu şiddet biçimleri ile karşı karşıyayız! Bu nedenle sağlık alanında yaşanan şiddeti, sadece hasta yakınlarından gelen şiddetle sınırlı olarak gören ve buradan çözüm üretmeye çalışan yaklaşımlar acilen terk edilmelidir. Dolayısıyla sağlıkta şiddet sorunu gerçekten ortadan kaldırılmak isteniyorsa öncelikle sağlık emekçilerini tüm sağlık sisteminin öznesi olarak gören bir yaklaşım benimsenmelidir. Tüm sağlık kurumlarında sağlık emekçileri karar alma mekanizmaları tarafından içerilmelidir. İşyerlerinde nasıl bir güvenlik politikası izleneceği sağlık emekçilerinin kendi karar ve iradeleri ile belirlenmelidir. Sağlık emekçisini yok sayan yönetim anlayışı terk edilmeden sağlıkta şiddet sorununa sürdürülebilir çözüm geliştirmek mümkün değildir. Şiddet olgusuna yaklaşım sadece dışsal bir şiddetle sınırlandığında ve sorun güvenlik sorununa indirgendiğinde çözümde eksiklik Bunun yanı sıra, halkla sağlık emekçisini karşı karşıya getiren, yıkıcı ve piyasacı sağlık politikalarının bedelini sağlık emekçisine ödeten SES’Lİ KADINLAR anlayış acilen terk edilmelidir. Pek çok sağlık kurumunda sağlık personeli açığı bulunmaktadır. Az sayıda sağlık emekçisi olarak halkın siyasi iktidar tarafından kışkırtılmış sağlık hizmeti talebini karşılamak için çabalıyoruz. Uzun çalışma saatleri ve angarya nedeniyle her geçen gün daha da fazla yıpranıyoruz. Oysa atanamayan çok sayıda sağlık emekçisi arkadaşımız bulunuyor. Sağlık alanını tam bir çatışma alanına dönüştüren bu sorunların çözümü için personel sayısının güvenceli ve kadrolu biçimde arttırılması, angaryanın ortadan kaldırılması gereklidir. Performans sistemiyle işyerinde barış ortadan kaldırılmıştır. Bu uygulamalar sonucunda sağlık emekçileri arasında dayanışma yerine rekabet öne çıkmış ve şiddetin kendini var edeceği zemin o l u ş m u ş t u r. Hükümetin ve Memur Sen’in toplu satış sözleşmeleriyle haklarımız daralırken bu daralma ve ihlallere karşı çıktığımızda da baskıya, yalnızlaştırmaya ve sürgüne maruz kalıyoruz. Bu durum karşısında ilgili tüm kurumlar ve örgütler olarak daha fazla yan yana gelmeli ve ortak bir irade geliştirebilmeliyiz. Özellikle kadın sağlık emekçileri olarak, sağlıkta şiddetin her türlüsüne en çok maruz kalanlar olarak sağlık ortamında yaşanan şiddeti toplumsal şiddetten ayrı düşünemeyiz. Çözümü bu bağlamda ele almalıyız. Genel olarak kadına özelde de kadın sağlık emekçilerine yönelik şiddeti önlemenin yolu kadının bulunduğu her alanda her boyutuyla öz gücünü örgütlemesidir. Biz kadınların elindeki en büyük silah, kendi gücümüze inanmak ve onu dayanışmayla ve direnişle büyütmektir. Şiddet karşısında, bulunduğumuz her yerde kadın özgürlük mücadelesini kendi gücümüzle büyüterek ve kadını kurban değil toplumsal özne olarak açığa çıkaran daha güçlü bir kadın örgütlenmesi yaratarak direnebiliriz. Kadınların her boyutuyla şiddete karşı öz savunmaları, kendi güçlerine güvenerek kendilerinin yarattıkları mücadele araçlarıyla kendi örgütlülükleriyle şiddete direnmeleri ve alternatif politikalar oluşturması ile mümkündür. Bu nedenle bu günden başlayarak örgütümüzün yerel ve merkezi kurumsal yapısı içine kadın meclislerimizi oturtmalı ve örgütsel işleyişimizi buna göre yeniden yapılandırmalıyız. Kendi adına düşünmesi ve karar almasının önüne set çekilenler olarak, üzerimize giydirilen kurban rolünü terk ederek kurban değil özne olduğumuzun altını çizen politikalar geliştirmeliyiz. Kendi adımıza konuşarak, eyleyerek ve irade geliştirerek kendi kararlarımızı kendimizin oluşturacağı meclisleri her düzeyde örgütlemeli ve insiyatifimizi hayata geçirmeliyiz. Kadın ne kadar güçlü olur ve kendi iradesiyle söz sahibi olursa o oranda da kendi savunmasını yapabilir, tüm boyutlarıyla kendi varlığını koruyup geliştirebilir. 7 25 KASIM 2015 MOBBİNG Mİ? HANGİMİZİN BAŞINA GELMEDİ Kİ? Sevinç HOCAOĞULLARI | Ses Genel Merkezi Çalışma koşullarımız gün geçtikçe ağırlaşırken fiziksel şiddete maruz kalma oranlarımız da giderek artıyor. Bir yandan da daha ince şiddet biçimleri ile karşı karşıya kalıyoruz. Yok sayılma, sistematik baskı, yıldırma… Hangimizin başına gelmiyor ki? Normalleştirmek istemiyoruz. Sağlıklı bir yaşamın emekçileri olan bizler şiddetin her biçimine karşı olduğumuz gibi bizi içten içe kemiren mobbinge de izin vermeyeceğiz. 8 En çok biz kadın emekçilerin maruz kaldığı mobbingi durdurmak için haklarımızı öğreniyoruz, dayanışmamızı büyütüyoruz. Anlık öfke ile ortaya çıkan ve süreklilik göstermeyen geçici davranışlar mobbing değildir. Herhangi bir tutumun mobbing sayılabilmesi için: Sistematik, sürekli ve kasıtlı olması gerekir. Yıldırma, pasifize etme ve işten uzaklaştırma amacında olmalıdır. Arkadaşımız başhekimin, şimdilik, bir defaya mahsus hakareti nedeniyle mobbing başvurusu yapamayacak olsa da bu durumun tekrarlanmaması için uğradığı hakaretle ilgili başhekim hakkında disiplin sürecinin işletilmesi için yazılı şikayette bulunmalıdır. Maruz kalınan anlık davranış, hakaret, taciz, fiili saldırı gibi ceza kanununda suç olarak tanımlanan bir davranış ise savcılığa suç duyurusunda bulunma hakkımız bulunmaktadır. Bir defaya mahsusmuş gibi görünen davranışların tekrar edebileceğini düşünerek idari adli yollara başvurmak, süreci unutmamak için not almak ve belgeleri biriktirmek önemlidir. Polikliniğin her zamanki gibi yoğun günlerinden biriydi. Doktor, randevusuz hasta kabul etmeyeceğini söylemişti. Ne yazık ki kendisi de bunu randevusuz gelen hastalara açıklamak zorundaydı. Bu duruma sinirlenen hasta bağırarak poliklinikten ayrıldıktan hemen sonra başhekimin odasına çağrıldı. Hasta başhekimin odasındaydı ve gayet sinirli görünen başhekim onu hastanın önünde azarlamaya başladı: “sen ne zannediyorsun kendini” “haddini bileceksin”, “olduğun yer çok rahat geldi galiba”, “çık çabuk buradan bir daha hastalara saygısızlık yaptığını görmeyeceğim”… Ağzını açmasına dahi fırsat verilmemişti. Bunu hak etmemişti. Aşağılanmıştı. Basbayağı mobbingti bu. Bunu kabullenemezdi. Hemen hukuksal yollara başvurmaya karar verdi. SES’Lİ KADINLAR Bugün yine ayakları onu çalıştığı huzurevine götürmüyordu. Bakıcı anne kadrosunda çalışmasına rağmen bir süredir evrak işleriyle ilgilenmek zorunda bırakılmıştı. İtiraz etmişti etmesine. Defalarca kez kurum müdürüne kadrosu dışında çalıştırılamayacağını söylemişti. Daha ne yapabilirdi ki? Daha fazla ısrarcı olsa çalışma koşulları daha katlanılmaz bir hal alabilirdi. Biraz daha idare edeyim diye düşündü. Birkaç ay sonra izinli olduğu günde yaşanan bir sorunla ilgili şikayet üzerine onun hakkında da disiplin soruşturması başlatılmıştı. İyice takmıştı müdür belli ki. Neyse benle ilgili değil soruşturma diye düşünse de sözlü uyarı aldı. Böyle bir disiplin cezası yok diye düşündü kanunda dava açmasam da olur. Aradan iki yıl geçtiğinde yaşadıkları katlanılmaz bir hal almıştı. Mobbing davası açmak istediğinde geriye dönüp baktığında yaşadığı sorunları ispatlayacak bir şey olmadığını gördü. Mobbinge uğradığımızı düşünüyorsak; Yaşadığımız olaylarda; tarih, yer ve olaya şahit olan kişiler ile olayla ilgili bilgi ve belgeleri bir yere not etmeliyiz; Mobbing idare tarafından verilen anlamsız emirler, görevler gibi davranışlarla uygulanıyorsa bunlara yazılı olarak itiraz etmeliyiz; Hem yardımcı olması hem de kanıt oluşturması bakımından gerekiyorsa tıbbi ve psikolojik yardım almamız faydalı olabilir. Artık yeter diye düşündü. Önü arkası kesilmeyen baskı mobbing değilse neydi? İdare iflah olmuyordu. Evde evraklarını biriktirdiği dosyaları karıştırdı. Disiplin cezaları, mahkemelerin iptal kararları, yönetime yaptığı yazılı başvurular. Kendisinin bile unuttuğu ne çok şey yaşanmıştı. Küçük bir dosya yaptı ve ertesi gün işyeri temsilcisiyle beraber sendikadaydı. Evet dava açma hakkı vardı ve açacaktı. Mobbing ile mücadele yalnızca yasal yolları işletmekle mümkün değildir. Ancak hukuki düzenlemelere dayanarak hak talebinde bulunmak da mücadelenin bir parçasıdır. Kamu emekçileri açısından yapılabilecek hukuksal işlemleri özetlersek; Öncelikle mobbing yapan amirin kurum içerisinde şikayet edilmesi gereklidir. Şikayetle beraber bu amirin mobbing uygulaması devam ediyorsa Medeni Kanuna göre “önleme ve tespit davası” açılabilir. 9 Ayrıca Hukuk mahkemesinde mobbing yapan kişiye karşı manevi tazminat davası açılabileceği gibi idare mahkemesinde de idare aleyhine manevi tazminat davası açılabilir. Mobbing süreci işyerinde yalnızlaştırma, değersizleştirme, yıldırma süreci olarak işletildiğinden ekip çalışmasını da parçalamaktadır. Bu nedenle mobbinge karşı ekip arkadaşlarımızla, sendikamızla birlikte mücadele etmek mobbingi etkisiz kılmanın en önemli yollarından biridir Yanlış başvuruların hak kayıplarına yol açabileceğini düşünerek hukuksal süreçlerin sağlıklı yürütülebilmesi için sürecin başından itibaren sendika işyeri temsilcilerimizle iletişim halinde olunması ve sendikamızdan hukuksal destek alınması önemlidir. 25 KASIM 2015 CİNSİYETÇİLİĞE KARŞI FEMİNİST * PSİKOTERAPİ Prof. Dr. Şahika YÜKSEL Feminist psikoterapistler, geleneksel kadınlık rolünün kadınların ruh sağlığına iyi gelmediğini, hatta depresyondan, ağrıya, bayılmaya pek çok zorluğa neden olduğunu düşünüyor. Prof. Dr. Yüksel, Çiçek Tahaoğlu’na feminist terapiyi anlattı.1 10 Ruhsal hastalıklara yol açan nedenlere bakarken, sosyal ve kültürel olgulara çok az yer verilmesi bir eksiklik. Cinsiyetçiliğe karşı doğan bir kuram olan feminist psikoterapi de bu eksikliği dolduruyor. Feminist psikoterapi, cinsiyet rolleri ve kalıplarını pekiştiren geleneksel yaklaşımlara karşı, kadınları özgürleştirici bir yöntem olarak kullanılıyor. Cinsiyetçiliği ve bunun kadın psikolojisi üzerindeki etkisini deşifre ederken, kadınların biyolojisinin kaderlerini belirlemediğini savunuyor. Kısacası, feminist terapi kadının günlük hayatında, sosyal ilişkilerinde, duygularında feminist direnç ve değişim yaratacak çözümler arıyor. İnsanların zor ve farklı hayat koşullarından sonra yeniden sosyalleşmelerinin ve kendilerini geliştirmelerinin mümkün olduğunun altını çiziyor. 1960’lı yıllarda kadın özgürlük hareketi, kadınların ikinci sınıf vatandaş olarak sıkıştırıldıkları konumları ele alırken, aynı dönemde kadın psikolojisi hakkında feminist bir kuram gelişti ve 1976’da Londra’da, 1981’de New York’ta ilk kadın terapi merkezleri açıldı. * http://bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/158298-cinsiyetciligekarsi-feminist-psikoterapi ‘den alınmıştır. SES’Lİ KADINLAR Geleneksel kadınlık rolünün kadınların ruh sağlığına iyi gelmediği konusunda tüm feminist terapistler uzlaşıyor. Hatta tam tersine depresyondan kaygıya, ağrıdan bayılmaya pek çok zorluğa da neden olabildiği düşünülüyor. Kadınların kendi ilgi, istek ve ihtiyaçlarını tanımlamasına özgürlük veren feminist terapi anlayışı, tüm alanlarda olduğu gibi kadın cinselliğinin de kadın bakış açısından, kadınların ihtiyacı, isteği ve doyumu açısından yeniden tanımlanmasının yolunu da açtı. 1980’lerde Londra’da bu çalışmalara katılan ve “Çok şey öğrendim, benim için psikiyatrinin anlamı değişti” diyen Prof. Dr. Şahika Yüksel’le feminist psikoterapi üzerine konuştuk. “Kadın mücadelesi psikolojiyi de etkiledi” Yüksel “Kadın hareketinin kolektif bir ürünü olarak ortaya çıkan feminist terapi kuramının kurucusu olarak belirli tek bir isim yok” diyor. Çalışmalara yol açan öncüler olarak ise J. Micheal, N. Chadorow, S. Orbach, L. Eichenbaum, H. Lerner’ı sıralıyor. “1960’larda kadın özgürlük hareketi, kadınlara geleneksel olarak ve normalize edilerek sunulan ikincil rolde kalmayı kökten eleştiren farklı bir bakış getirdi. Bu itirazlar kadınların özel alanı olan ailede ve kamusal alandaki konumunu, hayatın tüm alanlarını kapsıyordu. Bu süreç kaçınılmaz olarak kadın psikolojisi ile ilgili kuramlar ve uygulamalara da yansıdı. Feminist psikologlar, özellikle Amerikan Psikoloji Derneği kongrelerinde kadınların ana konuşmacı olmamasına itiraz ediyordu. Bu tartışmaların bir ürünü olarak, 70’li yılların başında feminist terapi veya cinsiyete duyarlı tedaviler gelişti. Kadın psikiyatristler bir araya gelerek bilinç yükseltme çalışmalarını psikolojik bağlamda gerçekleştirmeye başladılar. Yani özünde hümanist bir terapi olan feminist psikoterapi, kadınlara uygulanan cinsiyetçiliğe karşı doğan bir kuram. Zaman içinde kendi ilkelerini ana akım psikolojide dile getirir oldu.” “Kadına şiddetin dile getirilmesinde büyük etkisi oldu!” Yüksel feminist psikoterapi kuramının, erkek egemen dünyada toplumsal baskıların kadın kimliğinin biçimlenmesinde ve sınırlanmasında etkisi olduğu gerçeğinden yola çıktığını ve ayrımcılığı, kadına şiddeti ve birçok toplumsal cinsiyet sorununu teşhir ettiğini anlatıyor: “Bu kuram, norm olarak dayatılan ayrımcılığı teşhir etti. Kadınların hayatındaki travmaların çokluğunun ve maruz kaldıkları şiddetin dile getirilmesinde bu bilgi birikiminin ciddi rolü var. Ev içi şiddet ‘kol kırılır, yen içinde kalır’, ‘evdeki gerginlik dışarı yansımamalıdır’ gibi anlayışlarla konuşulmaz. Örneğin, bir danışanım konuşurken ‘sevgilimin baskılarını size anlatmak, dedikodu yapmak gibi geliyor’ diyor. Ben sevgilisini tanımıyorum ve depresyondan çıkmasına yardım etmek için oradayım. Ama sanki bir polis sorgusunda suçsuz bir yakınını ihbar ediyormuş gibi bir kaygı yaşıyor. Bu tür şeyler kadınlarda çok sık rastladığımız bir durum. Bu tavır yaşadığı travmadan kaynaklanıyor ama bunu cinsiyet rolü içinde değerlendirmek lazım. Biz tedavide günlük yaşamı konuşurken feminist terapötik anlayış içinde onların zorluklarını görünür kılmaya çalışıyoruz.” Bilinç yükseltme çalışmaları, kadın terapistlerin kendi eğitimleri için bir yöntem olarak kullanılmaya başladı. Daha sonra tedavilerde de kullanıldı. Bunlar, lidersiz, hiyerarşik olmayan ilişkiler içinde işleyen, farklı deneyimlerin paylaşıldığı, katılımcıların yalnız olmadığını hissedebildiği, destekleyici grup çalışmaları idi. Katılan bireyler kendilerinin yaşadığı cinsiyetçiliğin ve toplumsal baskıları, aile içinde iş bölümü adına yaşanan ikincil konumlarını fark ediyorlardı. Ortak sorunların saptanmasının ardından ortak çözümlerde birlikte üretilerek güçlenme yolları keşfediliyordu. Kadınlar adım adım keşfederek giderek güçlenirken kendilerini bastıranlara karşı sosyal eylemlerde yer alabiliyordu. Bilinç yükseltme çalışmaları artık feminist terapinin klinik olarak yaptığı bir iş değil ama feminist terapistlerin gelişmesinde, kendi eğitimlerinde bilinç yükseltme gruplarından geçmiş olmaları son derece önemli. Nasıl ilaçla tedavi veya davranış tedavisi, analitik terapiyi öğrenmek için bir eğitim süreci varsa feminist terapi içinde aynı eğitim gerekir. Bu eğitimin stajı kliniğe sınırlı değil gerçek yaşam ortamıdır.” Psikolojik şiddet, bir şiddet türüdür! Yüksel, psikoterapilerde fiziksel şiddetin kadınlar için çok daha kolay ifade edilebilir bir hale geldiğini söylerken, feminist terapinin ekonomik ve psikolojik şiddetin adlandırılmasına ve deşifre edilmesine yoğunlaştığını anlatıyor: 11 “Türkiye için şunu söyleyebilirim, bugün aile içi fiziksel şiddet ifade edilebilir oldu. Ama psikolojik şiddetin adlandırılması (Beni aşağılıyor, fikrimi önemsemiyor, başkalarının yanında alay 25 KASIM 2015 ediyor gibi) çok daha zor. Ama bunların bir şiddet türü olarak adlandırılamaması, kişinin psikolojisini etkilemediği anlamına gelmiyor. Bu psikolojik baskıların bir hayli yüksek olduğunu ve çoğu zaman fiziksel şiddetten daha olumsuz etkileyebildiğini, depresyona, bayılmaya, kaygıya, korkuya, paniklemeye neden olduğunu söylemek mümkün.” Aktivizmi ve dayanışmayı teşvik eden bir terapi! Yüksel, feminist terapinin bir amacının da sosyal aktivizmi olumlu olarak teşvik ederek herkesin yaşantısını zenginleştirme ve aydınlatmak olduğunu ifade ediyor: 12 “Türkiye’de kadınlar toplu olarak adliyelere gidiyor, kadın cinayetlerine karşı eylemler yapıyorlar. Bunlar çok önemli. Evlerinde tek tek yaşayan, tehdit edilen kadınların bu eylemleri düzgün bir şekilde haberleştiren basın yoluyla gördüklerinde kendi zorluklarını yaşayan ve buna itiraz eden başka kadınların olduğunu görmeleri, kendi durumlarını değiştirmeyi hayal edebilmeleri için onlara bir pencere açmış oluyor. Aktivizm ve dayanışmanın feminist tedavideki önemini işaret ederken şunu da hatırlamakta yarar var. Bayılma, ağrılar ve sıkıntılarla boğuşan bir kadın ilk adım olarak eylemlerle kampanyalarla kendini değiştirmeye kalkışamaz. Daha hızlı koşmayı öğrenmenin yolu önce kısa süreli egzersizlerden geçer.” Peki erkek terapistler de feminist terapi yapabilir mi? Her kadın terapist bunu yapabilir mi? “Hümanist ve toplumsal cinsiyet sorunlarına duyarlı bir bakış açısına sahip olan terapistler feminist terapi yapabilir. Feminist terapide bilinen diğer psikoterapi yöntemleri cinsiyetçilik açısından gözden geçirilerek kullanılabilir. SES’Lİ KADINLAR Erkek terapistlerden de benzer anlayışı kendi uygulama alanına sokabilmiş olanlar yapabilir. Bütün kadınlar feminist terapi yapabilir demiyoruz. Kadın veya erkek bir terapist, geleneksel değerlerin uygun olduğunu, bazı kadınların hakettiği için dövüldüğünü, yetersiz olduğu için başının ağrıdığını, eşinin her istediğinde cinselliğine yanıt veremeyen kadının zorla cinsellik yaşaması gerektiğini düşünüyor ise bu olmaz. Terapistin cinsiyet rolü sosyalizasyonunu, kadın ve erkek olma geleneksel stereotipleri arasında görmemesi, toplumsal cinsiyet rollerinin insanlar üzerinde etkilerini bilmesi lazım. Feminist terapi yapacak terapistin cinsiyetçiliği sosyal bağlamı, aile ve bireye etkisi açısından anlamış olması, güç dağılımının aile ve toplumdaki farklı etkilerinden haberdar olması ve psikopatolojinin bir kaynağı olarak cinsiyet rolünü elemeyi vaat etmiş olması gerekir. Sonuçta bu kuram, erkekler lehine güç işaret eden değerleri sorgulayan, bunun tek ve en uygun model olmadığını ileri süren ve bu anlayışı kişinin yaşam şekline yerleştirmeye çalışan bir tedavi yöntemidir. “Terapist ‘aile önemlidir, kadının rolü şudur, kadın kocasının yanında onun tasvip ettiği şekilde davranmalıdır’ anlayışında olmamalıdır. Feminist terapiyle cinsiyet rolüne bağlı gizlenenlerle, kişinin yaşadığı zorluklar ve sorunların ilişkisini kurmaya çalışıyoruz ve bu ilişkileri fark edip başka tür ilişkiler kurma olasılıklarını, alternatifleri tanımasına yardımcı oluyoruz.” (Çiçek Tahaoğlu*)2 2 Çiçek Tahaoğlu: Université Marc Bloch’da sosyoloji okudu. 2009’dan 2011’e kadar AFP’de fixer ve çevirmen olarak çalıştı. Açık Radyo’da Cadı Postası programını yaptı. 2015 Müşerref Hekimoğlu Başarı Ödülü'nü aldı. 2011’den beri bianet’te kadın ve LGBTİ haberleri editörü olarak çalışıyor. ÖZEL GÜVENLİK BÖLGELERİ VE KADINA YÖNELİK ŞİDDET SES GENEL MERKEZİ Özel güvenlik bölgesi uygulaması, 1981'de çıkarılmış '2565 sayılı Askeri Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Kanunu uyarınca yürürlüktedir. 90'lı yıllarda bölgede yaşanan köy boşaltmaları, faili meçhul cinayetler ve OHAL uygulamaları gibi hafızalardan silinmeyen ve birçok yurttaşın topraklarını terk etmesine sebep olan bu uygulamalar, 2015'te Özel Güvenlik ve Askeri Güvenlik Bölgesi Kanunu olarak karşımıza çıkmaktadır. 7 Haziran’da ortaya çıkan halk iradesini kabullenmeyen siyasi iktidar tarafından dozu giderek arttırılan şiddet ortamıyla kalıcı bir barışa dönüştürülemeyen çatışmasızlık sürecinin bitmesiyle birlikte olağanüstü uygulamalar yeniden başlatıldı. Bu şiddet ortamı toplumun tüm kesimlerini etkiledi, özellikle mevcut iktidara muhalif tüm kesimler hedef haline getirildi. 20 Temmuz'daki Suruç katliamı ve 3 gün sonrasında IŞİD'in Suriye sınırında bir askerin şehit etmesiyle birlikte 'geçici askeri güvenlik bölgesi ilanı' haberleriyle yeniden karşılaşmaya başladık. Birbiri ardına farklı kentlerde ve bölgelerde özel güvenlik bölgesi uygulaması adı altında haftalar süren sokağa çıkma yasakları ilan edildi. Bu uygulamalar ile oralarda yaşayan sivil halk orantısız bir şiddete maruz bırakıldı ve başta yaşam hakkı olmak üzere halkın beslenme, sağlık hizmetine ulaşma/bu hizmetlerden yararlanma gibi temel hakları ihlal edildi. Tüm bu zor şartlar altında fedakârlıkla görevini yapmaya çalışan sağlık emekçilerinin payına düşen sadece baskı değil, ölüme varan uygulamalar oldu, olmaya da devam ediyor. Bu koşullarda sağlık emekçileri sağlık hizmeti sunamadığı gibi öldürüldü, yaralandı, tehdit edildi ve aynı zamanda toplumun diğer üyeleri gibi sağlık hizmetlerine erişemedi. Üyelerimiz Eyüp Ergen ve Şehmus Dursun bu saldırılarda hayatını kaybetti. Tüm bu saldırı süreçleri boyunca ambulansların hastaları almaları da engellenmiş, sağlık emekçileri ve özellikle kadın sağlık emekçileri güvenlik güçleri tarafından tehdit edilmiş, 112 işlevsiz hale getirilmiştir. 25 KASIM 2015 14 "Nusaybin’de diyaliz hastası bir adam eşi ve geliniyle birlikte sokakta ambulansa ulaşmak için beyaz bayrakla yürümek zorunda kalmıştır. Kendi çalışma bölgem olan Sur ilçesinde de sokağa çıkma yasağı ilan edildiği dönemlerde 112 Acil çalışanları olarak Sur halkına beyaz bayraklı sağlık hizmeti sunmak durumunda kaldık. Sur’da hamile bir kadın 9 aylık hamile olduğunu ve doğum sancılarının başladığını söyleyerek bizden yardım istedi. Kadına yardım edebilmek için Emniyet’le görüştüğümde kadının ancak elinde beyaz bayrakla evinden çıkabileceğini belirttiler. İlk önce telefon hattındaki görevli polisin ne dediğine emin olamadığım için ‘Beyaz bayrak mı?!’ diye sormak gereğini duydum. ‘Evet’ cevabını alınca hastama geri dönüp ‘Tamam size ambulans göndereceğim ama elinize beyaz bayrak alın’ dedim ve ‘Bir de lütfen, mesafenin farkındayım ama Ulu Cami önüne çıkmanız gerekiyor’ diye ekledim. Sonuç itibariyle beyaz bayrak aracılığıyla da olsa hastamı hastaneye ulaştırabildim." Sokağa çıkma yasağı boyunca eczaneler açılamamış, kronik hastalar ilaçlarını alamamış, mamayla beslenmek zorunda olan bebekler de mamaya ulaşamamıştır. Bazı mahallelerde elektrik ve suyun hiç olmaması, bazı evlerde bulunan su depolarının ise saldırılar sonucu kullanılmaz hale getirilmesi ciddi enterit vakaları ve bulaşıcı hastalıklara sebep olmuştur. Halk temiz olmayan kuyu sularını içmek zorunda bırakılmıştır. Hamile kadınlar ise evde zor şartlarda doğum yapmak zorunda kalmıştır. SES’Lİ KADINLAR Bu doğumlarda ölüm oranını tespit etmek ise olağanüstü koşullar nedeniyle mümkün olmamıştır. Bu süreçte doğumların evlerde, temiz içme suyunun bile olmadığı oldukça sağlıksız koşullarda gerçekleştirilmesi kadın ve bebek sağlığına ciddi ölçüde zarar vermiştir. Şemdinli ve Yüksekova’da 300’den fazla kadının ya düşük yaptığı ya da düşük şüphesi ile hastaneye yatırıldığı resmi belgelerle ortaya çıkmıştır. ‘Cenin katliamı’ için Sağlık Bakanlığı, herhangi bir soruşturma başlatmazken, ölü doğan bebek sayısının ciddi rakamlara ulaştığı, Şemdinli Devlet Hastanesi ile Yüksekova Devlet Hastanesine giden kadınların çoğunun bebeklerini kaybettiği anlaşılmıştır. Yaşanan düşük vakalarına korku, panik, endişe ve stres gibi dürtülerin neden olduğu düşünülürken, bunların da çatışmalı ortamdan kaynaklandığı belirtilmektedir. Ağustos ve eylül ayları arasında Şemdinli Devlet Hastanesinde 24 düşük vakası yaşandığı öğrenilirken, kanama şikâyetiyle giden kadınlarda ‘negatif gebelik’ olduğu ortaya çıkmıştır. Şemdinli’de 24 Eylül tarihinden beri kadın doğum doktorunun bulunmamasından dolayı, kadın doğum hastalarının Yüksekova Devlet Hastanesine geldiği öğrenilmiştir. Düşük yapan kadınların büyük çoğunluğunun özel harekât polislerinin rastgele etrafı taradığı Cumhuriyet Mahallesi’nden olması oldukça dikkat çekicidir. Sağlık Bakanlığı Hakkari Yüksekova Devlet Hastanesi hasta epikriz raporlarında şu veriler yer almaktadır: Negatif gebelik vakası: 73, düşük tehdidi: 97, Erken doğum teşhisi ve sonradan düşük: 76, tam olmayan düşük: 28, ölü doğum: 10, doğumsal hastalıklar: 1. Ulaşılan bu verilerin büyük çoğunluğu son 3 aya aitken, düşük vakalarının en çok ekim ayında olduğu anlaşılmıştır. Yine, erken doğum teşhisi (EDT) için hastaneye giden kadınların çoğu düşük yapmıştır. Bu veriler 28 Ekim tarihinden öncesine aitken, 28 Ekim sonrasında da 50’ye yakın kadının daha düşük şikayetiyle hastaneye gittiği belirtilmektedir. mı bu süre boyunca evlerinden çıkamamış ve telafisi olanaksız önemli sağlık ihlalleri yaşanmıştır. Örneğin Cizre Devlet Hastanesi Diyaliz servisi takibinde olup diyaliz uygulanmakta olan son dönem 68 böbrek yetmezliği hastası ablukanın ilk 4 günü boyunca hastaneye hiç gidememiş, daha sonra ise sınırlı sayıda (sadece 25 kişi) ancak yasağın 4. gününden sonra diyalize alınmaya başlanmıştır. Basit tıbbi müdahalelerle hayatta kalabilecek onlarca yaralı, polis tarafından ambulansların hasta almasına izin verilmemesi nedeniyle kan kaybından hayatlarını kaybetmişlerdir. Koruyucu sağlık hizmetleri büyük ölçüde aksamış, düzenli tedavi görmesi gereken kronik hastalar da ciddi zorluklarla karşı karşıya kalmışlardır. Koruyucu sağlık hizmetlerinin ciddi ölçüde aksamasının kadın üreme sağlığına ve çocukların bağışıklık sistemine dair son derece olumsuz etkileri bulunmaktadır. Hastaların büyük kıs- Her yerde olduğu gibi bu bölgelerde de yasanın hükmünün geçmediği, hukukun adeta askıya alındığı ve evlerin ateş altında kaldığı bir ortamdan en olumsuz biçimde etkilenenler çocuklar ve kadınlar olmuştur. OHAL’i aratmayan uygulamalarla savaş durumlarında bile görülmeyen bir şekilde halk çatışmaların arasında bırakılarak psikolojik açıdan travmalara maruz bırakılmıştır. Özellikle çocuklarda ve kadınlarda ciddi ve onarılamaz psikolojik travmalar söz konusudur. 15 25 KASIM 2015 YİTİRDİĞİMİZ KADIN SESLER SES Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası Adına Sahibi: Gönül ERDEN Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Belkıs YURTSEVER Yönetim ve Yazışma Adresi: Necatibey Cad. No: 82/4 Kızılay - ANKARA Tel: (0312) 232 61 22 pbx - Faks: (0312) 230 21 93 Baskı: Hermes Tanıtım Ofset Ltd. Şti. - Büyük Sanayi 1. Cad. No: 105 İskitler/ANKARA • Basım Adedi: 5.000 • Basım Tarihi: Kasım 2015