sesli kadınlar

advertisement
SESLİ
KADINLAR
25 KASIM BÜLTENİ / YIL: 2015
ŞİDDETE KARŞI
MÜCADELENİN
TOPLUMSALLAŞTIRILMASI
2
ŞİDDET VE
ÖRGÜTLENME
4
SAĞLIKTA ŞİDDET
SORUNUNA
YAKLAŞIMIMIZ NASIL
OLMALIDIR?
5
MOBBİNG Mİ?
HANGİMİZİN BAŞINA
GELMEDİ Kİ?
8
CİNSİYETÇİLİĞE KARŞI
FEMİNİST PSİKOTERAPİ
10
ÖZEL GÜVENLİK
BÖLGELERİ VE KADINA
YÖNELİK ŞİDDET
13
ŞİDDETE KARŞI MÜCADELENİN
TOPLUMSALLAŞTIRILMASI
Belkıs YURTSEVER | Ses Kadın Genel Sekreteri
Bilmekteyiz ki halkların, ulusların, mücadelenin hafızasında önemli anlamlar yüklediğimiz tarihi günler vardır. Bu günler özellikle
emekçiler, yoksullar, ezilenler ve kadınlar için
tarihsel başkaldırıların, ilk isyanın ve mücadele
kararlılığının simgeleri olmuşlardır. Tarihi günler sadece katliamların, anımsamaların sınırı
değildir, aynı zamanda zalim iktidarlara karşı
insanlık onurunu korumak için verilen mücadelelerin ve direnişlerin tarihidir.
2
Tarihi, insanlık tarihi kadar eski olan kadına
yönelik şiddet toplumda var olan toplumsal
cinsiyet eşitsizliğinin bir sonucu olarak, erkeğin
kadın üzerinde tahakküm kurmasının ve kadını
baskı altına almasının yollarından birisidir. BM
1999 yılında yaptığı genel kurulunda, kadına
yönelik şiddete karşı mücadele için 25 Kasımı
"kadına yönelik şiddete karşı mücadele ve uluslararası dayanışma günü” olarak kabul etti.
25 Kasım, 1960 yılında Dominik Cumhuriyetini
diktatörlükle yöneten Rafael Trujillo’ya karşı
mücadele eden Mirabel kardeşlerin Trujillo
tarafından hedef olarak gösterilmesiyle siyasi otoritenin askeri güçleri tarafından üç kız
kardeşin tecavüz edilerek vahşice öldürüldüğü gündür. 25 Kasım, o günden bu güne tüm
dünyada kadına yönelik şiddetin sona ermesi
için verilen mücadelenin miladı olmuştur.
Mirabel kardeşlerin diktatörlüğe karşı verdikleri mücadele, diktatörlük tarafından basitçe
hapis ya da idam cezası ile cezalandırılmamıştır. Diktatörlük Mirabel kardeşlerin yürüttüğü
mücadeleyi doğrudan onların kadın kimliğini
hedef alarak cezalandırmıştır. Benzer yaklaşımlar siyasal iktidarlar tarafından bugüne
dek sürdürülmüştür. Oldukça uzun zamandır
SES’Lİ KADINLAR
Ortadoğu’nun pek çok bölgesinde ve ülkemizde
IŞİD ve onu besleyen örgütlerin kadın üzerindeki baskı ve kıyımı sistematik ve yoğun biçimde
devam etmektedir. IŞİD’in kontrol ettiği tüm
bölgelerde öncelikle kadınlar üzerinde baskı
kurulmakta, bu baskı ve şiddet IŞİD’ın “toplumsal düzen ”inin adeta belkemiğini oluşturmaktadır. IŞİD’a karşı yürütülen mücadele bu
nedenle en çok kadınların mücadelesi ve direniş de kadınların direnişidir. Kadın bedenine
ve kadının varlığına düşman olan, bizleri yok
sayan, baskı ve şiddet politikalarıyla kadınlığımızı silmeye kalkışan yaklaşımların siyasal
olarak her yerde oldukça örgütlü olduğunu
unutmamalıyız.
Benzer bir biçimde ülkemizde de kadına düşman yaklaşımlar, yasaları, sokakları, işyerlerini, evleri ve aslında nefes aldığımız her yeri
derinden bir dönüşüme uğratmaya çalışmaktadır. AKP siyasetinin ve devletçi sistemin şiddet
geleneği kendini yeniden üreterek genişlemeye
devam ediyor. Kadın cinayetleri ve nefret cinayetlerinin devam eden varlığı, AKP’nin kadın
düşmanı politikalarının sonucu olduğu kadar
AKP öncesinde de var olan toplumsal cinsiyetçiliğin sistemli devamlılığının da sonucudur.
Artık bir kadın kıyımına dönüşmüş olan cinayetlerin yanısıra çalışma yaşamındaki ayrımcı
uygulamalar, işçi cinayetleri, tarım alanında
çalışan kadın emekçilerin son derece kötü
koşullarda çalıştırılması, işyerlerinde bizlere
yönelen mobbing, emeğimizin gün geçtikçe
ucuzlatılması, haklarımızın güvenceden yoksun
bırakılması, iş güvencemizin elimizden alınması gibi sorunlarla da yüz yüzeyiz. Mülteci
kadınların daha da kötü olan çalışma ve yaşam
koşullarına hep birlikte şahit oluyoruz. Kadınlara yönelik bu tarz saldırıların devletin tarihi
kadar eski ve köklü olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Yaklaşık iki yüzyıldır sermayenin
saldırılarının da eklenmesiyle kadına yönelik
şiddet gerçekten korkunç bir hal almıştır.
Kadına yönelik şiddet ve ayrımcılığın, her şeyden önce bir siyasal yönetme biçimi olduğunun
ve biçimi ne olursa olsun bütün devletlerin
ortak bir unsuru olduğunun farkına varılması
oldukça önemlidir. Dolayısıyla biz kadın emekçilerin şiddetle ilgili mücadelesi özünde insanın
insana her türden tahakkümünü ortadan kaldırmaya yönelik bir mücadele olmalıdır. Kadına
yönelik şiddetin ortadan kaldırılması hem her
türden ayrımcılık ve baskının son bulması hem
de her türden sömürünün sonlandırılmasına
ilişkin bir mücadeledir. Bu anlamıyla var olan
eşitsizlikleri ve ayrımcılığın her türlüsünü derinleştiren savaşa ve savaşlarla ve sömürüyle
büyüyen kapitalist sisteme karşı çok boyutlu bir
mücadele perspektifi geliştirmeliyiz. Kadınlar
olarak yüz yüze kaldığımız çok boyutlu şiddet
karşısında bu şiddetin toplumsal kaynaklarını
oldukça iyi çözümlemek ve taleplerimizi ve
isyanımızı da bu şiddet kaynaklarının hepsine
birden yönelterek büyütmek zorundayız. Bütün
şiddet biçimlerine olanak veren siyasal baskı
ve tahakküm mekanizmalarının sermaye ile
ilişkisini, sermayenin ve sömürünün siyasal
iktidarlardan beslenen doğasını bir arada ele
almak zorundayız.
Hepimizin yakından tanık olduğu 10 Ekim
Katliamı, eşitlik ve özgürlüğe ilişkin taleplerin siyasal iktidarlar tarafından nasıl bastırılmak istendiğinin en açık göstergelerinden
biriydi. Alanı dolduran kadınlar olarak bizler,
Ortadoğu’da devam eden savaşların birincil
kurbanı olarak kalmak yerine savaşa güçlü
biçimde hayır demek için oradaydık. Savaşın
ve sömürünün, çalışma ve yaşam koşullarımızı
daha da güvencesizleştiren politikaları karşılıklı olarak beslediğini haykırmak için oradaydık.
Pek çok arkadaşımızın hayatını kaybettiği ve
3
yaralandığı bu mücadeleyi, hem sömürüyü
hem de savaşı aynı anda hedef alan bir perspektifle bulunduğumuz her yerde büyütmek
ve kadınlar olarak kendi gücümüze ve kararlılığımıza güvenmek zorundayız.
Biz kadınlar, savaş ve sömürü politikaları
çerçevesinde ne kocalara, ne bizi yok sayan
anlayışlara, ne patronlara ne de devlete daha
fazla kurban vermeyeceğiz!
Biz kadınlar, hayatın en az yarısıyız ve kırıntılarla asla yetinmeyeceğiz!
Biz kadınlar, aramıza çizilen her türden sınıra
rağmen her yerde bir araya geleceğiz!
Biz kadınlar, onurlu, eşit ve adil bir yaşamı
dilenmeyeceğiz, direnerek kendi gücümüzle
kuracağız!
25 KASIM 2015
ŞİDDET VE ÖRGÜTLENME
Cahide SARI | Ses Genel Merkezi
Örgütlenme, bir araya gelerek eylemeye ilişkin
bir süreçtir. Eylemek, insanın özneleşmesini
mümkün kılan tüm faaliyetleri kapsar ve bir
araya gelişleri zorunlu kılar. Eylemek, eşitliğe
dayanan bir dünya yaratmak için bir başlangıç
noktasıdır.
4
Örgütlenme, hayatın akışı içerisinde, kendisini
kaçınılmaz bir biçimde dayatır. Bunun sonucunda bileşenlerinin toplamını aşan, pasif/
izleyici bireyleri aktif/dönüştürücü rolüne
taşıyan, hayata müdahalenin bir aracı olarak
örgüt ortaya çıkar. Örgüt hiç bir zaman örgütlenmenin nihai amacı değil, amaca ulaşmak
için ihtiyaç duyulan işbirliğinin bir formudur.
Bu açıdan sağlıklı bir örgütlenme; bileşenlerin
aktif katılımıyla sürekli gelişen, kendini ve bileşenlerini değiştiren, dönüştüren ve yeniden
üreten bir süreçtir diyebiliriz.
Örgütlenmenin temeli gönüllü bir araya gelişlerdir ve bu bir araya gelişler dayanışma ile
genişler ve güçlenir. Bu anlamıyla dayanışma
bir örgütlülüğü mümkün kılan en önemli unsurdur. Muhalif bir strateji olarak örgütlenme,
toplumsal dönüşüm sorunuyla doğrudan ilgili
siyasal biraraya gelişlerdir. İktidarın toplumsal ilişkiler bağlamında gündelik hayatımızı
biçimlendirme ve bu biçimlendirmeye uygun
rızayı oluşturarak kendisini yeniden üretme
yönündeki hamleleri ancak örgütlenme ile tersine çevrilebilecek süreçlerdir. Bu bağlamda
dayanışma, hem bireysel olarak kendi gücümüzün farkına varmamızı sağlayan hem de bu
potansiyeli başkalarıyla ilişkilenerek büyüten
çok önemli bir zemindir.
SES’Lİ KADINLAR
Kadınlar için örgütün ve dayanışmanın en
önemli yönü ise, mağduriyet ve korku üzerinden örgütlenen iktidar ilişkilerini ters yüz
ederek toplumsal alanın yeniden inşasına dair
söz sahibi olabilmektir. Gazetelerden internet
sayfalarına, sosyal medyadan gündelik hayatın tüm gerçekliğine dek her yerde yeniden
ve yeniden üretilen ve kadın olmayı mağdur/
kurban olmakla eşitleyen söylem ve eylemler
karşısında kadının özneliğini ortaya çıkaran
bir örgütlenme en önemli ihtiyaçlarımızdan
biridir.
Kadınlar üzerindeki baskı, kontrol ve sömürü
neredeyse doğanın kaçınılmaz bir yasasıymış
gibi görünmektedir. Oysa bugün deneyimlediğimiz her türden şiddet ve baskı toplumsal
olarak inşa edilmiş süreçlerdir ve bu nedenle
toplumsal olarak dönüştürülebilirler. Biz kadınlar bugün yüz yüze kaldığımız ve bize “değişmez gerçeklikler” olarak sunulan her şeyi
radikal biçimde sorgulamak zorundayız. Tabi
kılınan ve sömürülenin mücadelesine ve onun
sesine odaklanan bir bakış açısı geliştirebilmenin anahtarı bu sorgulama ile mümkündür.
İktidarın şiddetle ilişkisini, bu ilişkinin gündelik
hayatı nasıl dönüştürdüğünü, iktidarın bilgiyi
nasıl ele geçirdiğini, iktidarın suç ortakları dışındakilere ilişkin dışlayıcı söylemin nasıl inşa
edildiğini ortaya çıkarmak ve tüm bu süreçleri
radikal biçimde ters yüz etmek için kadınlar
olarak birbirimizin aklına, emeğine ve yüreğine
ihtiyacımız var.
SAĞLIKTA ŞİDDET SORUNUNA
YAKLAŞIMIMIZ NASIL
OLMALIDIR?
Gönül ERDEN | Ses Eş Genel Başkanı
Şiddet kelimesinin etimolojik kökeni Arapça’dır
ve bir gücün derecesi, sertlik, peklik anlamlarını barındırır. Kelimenin İngilizce ve Almanca
kullanımı ise Latince birkaç kavramın birleşiminden oluşmaktadır ve bir yandan ihlal etmek
ve zarar vermek anlamlarını taşırken diğer
yandan kuvvet, hız ve aşırılık anlamlarını da
karşılamaktadır. Bu bağlamda şiddet kavramı,
en geniş tanımıyla gücün, kuvvetin, otoritenin
ve üstünlüğün kötüye kullanımı ile ortaya çıkan
sınır ihlalini ifade eder.
Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımına göre şiddet, sahip olunan gücün ve iktidarın, fiziksel
ya da ruhsal bir yaralanmaya ve kayba neden
olacak biçimde bir başka insana, kendine, bir
gruba ya da bir topluma doğrudan ya da dolay-
lı yolla uygulanmasıdır. Şiddetin tanımındaki
en önemli boyutlardan biri, içinde bir kasıt,
yani bir zarar verme amacı taşımasıdır. Şiddet; amaçlı, kasıtlı olarak, gücün bedensel ve/
veya ruhsal zarar verecek ya da verme riski
yaratacak biçimde kullanımıdır.
Şiddet, bir kontrol kaybı değildir; ya da medyanın o çok sevdiği ifade ile bir cinnet hali
değildir. Aksine, bilinçli, kontrollü, planlı ve
sistematik bir eylemdir, bir seçimdir. Asla,
rastgele değildir.
Şiddet bir toplum sağlığı sorunudur ve bir hak
ve özgürlük ihlali olarak ele alınmalıdır.
Sağlık alanında son yıllarda artan şiddet olayları sağlık emekçilerinin fiziksel ve psikolo25 KASIM 2015
jik sağlığını olumsuz etkileyecek bir noktaya
ulaşmıştır. Kamu ve özel ayırımı olmadan; her
düzeydeki sağlık kurumunda, her düzeydeki
sağlık çalışanı şiddete maruz kalmaktadır.
Ancak yapılan araştırmalar ve istatistikler
bize göstermektedir ki özellikle kadın sağlık
emekçileri bu şiddete daha fazla maruz kalmaktadır.
Sağlık emekçilerinin yaşadığı şiddeti;
a) Hasta ve hasta yakınlarının uyguladığı
şiddet,
b) Bakanlığın, hükümetin ve idarecilerin dil
ve üslubu,
c) Uygulanan sağlık politikalarının etkisi
d)Güvencesiz istihdam modelleri, iş yoğunluğu vb.
6
e)Mobbing,
f) İşyerlerinde kadrolaşmaya bağlı olarak
çalışanlar üzerinde hegemonya kurma
amaçlı baskı,
g)İfade ve örgütlenme özgürlüğü karşısında sürgün, soruşturma, gözaltı ve
tutuklamalar, ya da siyasal şiddet,
gibi başlıklar altında sıralayabiliriz. Bu başlıkları daha da uzatabiliriz.
yaşanmaması mümkün değildir. Ülkedeki siyasal politikalardan ve sağlıkta yaşanan gelişmelerden bağımsız olarak yapılacak her türlü
değerlendirmelerin ve bu değerlendirmeler
üzerinden alınacak önlemlerin sonuç vermediğini maalesef son dönemlerde artan şiddet
olayları bize bir kere daha göstermiştir.
Sağlık hizmeti sunumu 75 milyon yurttaşı ilgilendiren temel bir hizmettir. Sağlık kurumları
insanları yaşatmaya çalışan, insanların yaşam
kalitesini yükseltmek için çaba harcanan kurumlardır. Bu kurumlar yaşama doğrudan
değmektedir. Halkın kurumlarıdır. Bu nedenle
halktan izole bir cezaevi, adliye ya da güvenlik
kurumu gibi değerlendirilemez.
Sağlık hizmetlerinin tüm ülkede yaygınlaştığı ve sosyal bir hak olarak vatandaşa sunulmaya başlandığı günden neoliberal sağlıkta
dönüşüm programı başlayıncaya kadar gecen
dönem içerisinde sağlık kurumlarında herhangi bir güvenlik önlemi yoktu. Sadece hastane
acillerinde adli vakalar için bir polis memuru
nöbet tutmaktaydı. Buna karşılık şiddet de
bu kadar fazla değildi. Sağlıkta dönüşümle
birlikte alınan çok sayıdaki özel ve taşeron
güvenlik elemanına rağmen şiddetin bugün
geldiği boyut içler açısıdır.
Sağlık emekçileri olarak maruz kaldığımız
şiddet kamuoyu tarafından sadece sağlık kurumlarına gelen hasta ve hasta yakınlarının
sağlık emekçilerine yönelik fiziki şiddeti olarak
algılanmaktadır. Oysa yukarıda sıraladığımız
gibi, bizler işyerlerimizde çok boyutlu şiddet
biçimleri ile karşı karşıyayız! Bu nedenle sağlık
alanında yaşanan şiddeti, sadece hasta yakınlarından gelen şiddetle sınırlı olarak gören ve
buradan çözüm üretmeye çalışan yaklaşımlar
acilen terk edilmelidir.
Dolayısıyla sağlıkta şiddet sorunu gerçekten
ortadan kaldırılmak isteniyorsa öncelikle sağlık emekçilerini tüm sağlık sisteminin öznesi
olarak gören bir yaklaşım benimsenmelidir.
Tüm sağlık kurumlarında sağlık emekçileri karar alma mekanizmaları tarafından içerilmelidir. İşyerlerinde nasıl bir güvenlik politikası
izleneceği sağlık emekçilerinin kendi karar ve
iradeleri ile belirlenmelidir. Sağlık emekçisini
yok sayan yönetim anlayışı terk edilmeden
sağlıkta şiddet sorununa sürdürülebilir çözüm
geliştirmek mümkün değildir.
Şiddet olgusuna yaklaşım sadece dışsal bir
şiddetle sınırlandığında ve sorun güvenlik
sorununa indirgendiğinde çözümde eksiklik
Bunun yanı sıra, halkla sağlık emekçisini karşı
karşıya getiren, yıkıcı ve piyasacı sağlık politikalarının bedelini sağlık emekçisine ödeten
SES’Lİ KADINLAR
anlayış acilen terk edilmelidir. Pek çok sağlık
kurumunda sağlık personeli açığı bulunmaktadır. Az sayıda sağlık emekçisi olarak halkın
siyasi iktidar tarafından kışkırtılmış sağlık
hizmeti talebini karşılamak için çabalıyoruz.
Uzun çalışma saatleri ve angarya nedeniyle
her geçen gün daha da fazla yıpranıyoruz.
Oysa atanamayan çok sayıda sağlık emekçisi arkadaşımız bulunuyor. Sağlık alanını tam
bir çatışma alanına dönüştüren bu sorunların
çözümü için personel sayısının güvenceli ve
kadrolu biçimde arttırılması, angaryanın ortadan kaldırılması gereklidir.
Performans sistemiyle işyerinde barış ortadan kaldırılmıştır. Bu uygulamalar sonucunda
sağlık emekçileri arasında dayanışma yerine
rekabet öne çıkmış ve şiddetin kendini var
edeceği zemin
o l u ş m u ş t u r.
Hükümetin ve
Memur Sen’in
toplu
satış
sözleşmeleriyle haklarımız
daralırken bu
daralma
ve
ihlallere karşı
çıktığımızda da
baskıya, yalnızlaştırmaya ve
sürgüne maruz kalıyoruz.
Bu durum karşısında ilgili tüm kurumlar ve örgütler olarak
daha fazla yan yana gelmeli ve ortak bir irade
geliştirebilmeliyiz.
Özellikle kadın sağlık emekçileri olarak, sağlıkta şiddetin her türlüsüne en çok maruz kalanlar
olarak sağlık ortamında yaşanan şiddeti toplumsal şiddetten ayrı düşünemeyiz. Çözümü bu
bağlamda ele almalıyız. Genel olarak kadına
özelde de kadın sağlık emekçilerine yönelik
şiddeti önlemenin yolu kadının bulunduğu her
alanda her boyutuyla öz gücünü örgütlemesidir. Biz kadınların elindeki en büyük silah,
kendi gücümüze inanmak ve onu dayanışmayla ve direnişle büyütmektir. Şiddet karşısında, bulunduğumuz her yerde kadın özgürlük
mücadelesini kendi gücümüzle büyüterek ve
kadını kurban değil toplumsal özne olarak
açığa çıkaran daha güçlü bir kadın örgütlenmesi yaratarak direnebiliriz. Kadınların her
boyutuyla şiddete karşı öz savunmaları, kendi
güçlerine güvenerek kendilerinin yarattıkları
mücadele araçlarıyla kendi örgütlülükleriyle
şiddete direnmeleri ve alternatif politikalar
oluşturması ile mümkündür.
Bu nedenle bu günden başlayarak örgütümüzün yerel ve merkezi kurumsal yapısı içine
kadın meclislerimizi oturtmalı
ve örgütsel işleyişimizi buna
göre yeniden
yapılandırmalıyız. Kendi adına
düşünmesi ve
karar almasının önüne set
çekilenler olarak, üzerimize
giydirilen kurban rolünü terk
ederek kurban
değil özne olduğumuzun altını çizen politikalar geliştirmeliyiz.
Kendi adımıza konuşarak, eyleyerek ve irade
geliştirerek kendi kararlarımızı kendimizin
oluşturacağı meclisleri her düzeyde örgütlemeli ve insiyatifimizi hayata geçirmeliyiz.
Kadın ne kadar güçlü olur ve kendi iradesiyle
söz sahibi olursa o oranda da kendi savunmasını yapabilir, tüm boyutlarıyla kendi varlığını
koruyup geliştirebilir.
7
25 KASIM 2015
MOBBİNG Mİ?
HANGİMİZİN BAŞINA GELMEDİ Kİ?
Sevinç HOCAOĞULLARI | Ses Genel Merkezi
Çalışma koşullarımız gün geçtikçe ağırlaşırken
fiziksel şiddete maruz kalma oranlarımız da
giderek artıyor. Bir yandan da daha ince şiddet biçimleri ile karşı karşıya kalıyoruz. Yok
sayılma, sistematik baskı, yıldırma… Hangimizin başına gelmiyor ki? Normalleştirmek
istemiyoruz. Sağlıklı bir yaşamın emekçileri
olan bizler şiddetin her biçimine karşı olduğumuz gibi bizi içten içe kemiren mobbinge
de izin vermeyeceğiz.
8
En çok biz kadın emekçilerin maruz kaldığı
mobbingi durdurmak için haklarımızı öğreniyoruz, dayanışmamızı büyütüyoruz.
Anlık öfke ile ortaya çıkan ve süreklilik göstermeyen geçici davranışlar mobbing değildir.
Herhangi bir tutumun mobbing sayılabilmesi
için:

Sistematik, sürekli ve kasıtlı olması gerekir.
Yıldırma, pasifize etme ve işten uzaklaştırma amacında olmalıdır.
Arkadaşımız başhekimin, şimdilik, bir
defaya mahsus hakareti nedeniyle mobbing başvurusu yapamayacak olsa da
bu durumun tekrarlanmaması için uğradığı hakaretle ilgili başhekim hakkında
disiplin sürecinin işletilmesi için yazılı
şikayette bulunmalıdır.
Maruz kalınan anlık davranış, hakaret,
taciz, fiili saldırı gibi ceza kanununda
suç olarak tanımlanan bir davranış ise
savcılığa suç duyurusunda bulunma hakkımız bulunmaktadır.
 Bir defaya mahsusmuş gibi görünen davranışların tekrar edebileceğini düşünerek idari adli yollara başvurmak, süreci
unutmamak için not almak ve belgeleri
biriktirmek önemlidir.
Polikliniğin her zamanki gibi yoğun günlerinden biriydi. Doktor, randevusuz
hasta kabul etmeyeceğini söylemişti. Ne yazık ki kendisi de bunu randevusuz
gelen hastalara açıklamak zorundaydı. Bu duruma sinirlenen hasta bağırarak poliklinikten ayrıldıktan hemen sonra başhekimin odasına çağrıldı. Hasta
başhekimin odasındaydı ve gayet sinirli görünen başhekim onu hastanın önünde azarlamaya başladı: “sen ne zannediyorsun kendini” “haddini bileceksin”,
“olduğun yer çok rahat geldi galiba”, “çık çabuk buradan bir daha hastalara
saygısızlık yaptığını görmeyeceğim”… Ağzını açmasına dahi fırsat verilmemişti.
Bunu hak etmemişti. Aşağılanmıştı. Basbayağı mobbingti bu. Bunu kabullenemezdi. Hemen hukuksal yollara başvurmaya karar verdi.
SES’Lİ KADINLAR
Bugün yine ayakları onu çalıştığı huzurevine götürmüyordu. Bakıcı anne kadrosunda çalışmasına rağmen bir süredir evrak işleriyle ilgilenmek zorunda bırakılmıştı. İtiraz etmişti
etmesine. Defalarca kez kurum müdürüne kadrosu dışında çalıştırılamayacağını söylemişti.
Daha ne yapabilirdi ki? Daha fazla ısrarcı olsa çalışma koşulları daha katlanılmaz bir hal
alabilirdi. Biraz daha idare edeyim diye düşündü. Birkaç ay sonra izinli olduğu günde yaşanan bir sorunla ilgili şikayet üzerine onun hakkında da disiplin soruşturması başlatılmıştı.
İyice takmıştı müdür belli ki. Neyse benle ilgili değil soruşturma diye düşünse de sözlü uyarı
aldı. Böyle bir disiplin cezası yok diye düşündü kanunda dava açmasam da olur. Aradan iki
yıl geçtiğinde yaşadıkları katlanılmaz bir hal almıştı. Mobbing davası açmak istediğinde
geriye dönüp baktığında yaşadığı sorunları ispatlayacak bir şey olmadığını gördü.
Mobbinge uğradığımızı düşünüyorsak;
 Yaşadığımız olaylarda; tarih, yer ve olaya
şahit olan kişiler ile olayla ilgili bilgi ve
belgeleri bir yere not etmeliyiz;
 Mobbing idare tarafından verilen anlamsız emirler, görevler gibi davranışlarla
uygulanıyorsa bunlara yazılı olarak itiraz
etmeliyiz;
 Hem yardımcı olması hem de kanıt oluşturması bakımından gerekiyorsa tıbbi
ve psikolojik yardım almamız faydalı
olabilir.
Artık yeter diye düşündü. Önü arkası kesilmeyen baskı mobbing değilse neydi? İdare
iflah olmuyordu. Evde evraklarını biriktirdiği
dosyaları karıştırdı. Disiplin cezaları, mahkemelerin iptal kararları, yönetime yaptığı
yazılı başvurular. Kendisinin bile unuttuğu
ne çok şey yaşanmıştı. Küçük bir dosya yaptı ve ertesi gün işyeri temsilcisiyle beraber
sendikadaydı. Evet dava açma hakkı vardı
ve açacaktı.
 Mobbing ile mücadele yalnızca yasal yolları işletmekle mümkün değildir. Ancak
hukuki düzenlemelere dayanarak hak talebinde bulunmak da mücadelenin bir
parçasıdır.
 Kamu emekçileri açısından yapılabilecek
hukuksal işlemleri özetlersek;
 Öncelikle mobbing yapan amirin kurum
içerisinde şikayet edilmesi gereklidir.
Şikayetle beraber bu amirin mobbing
uygulaması devam ediyorsa Medeni
Kanuna göre “önleme ve tespit davası”
açılabilir.
9
Ayrıca Hukuk mahkemesinde mobbing
yapan kişiye karşı manevi tazminat davası açılabileceği gibi idare mahkemesinde de idare aleyhine manevi tazminat
davası açılabilir.
 Mobbing süreci işyerinde yalnızlaştırma,
değersizleştirme, yıldırma süreci olarak
işletildiğinden ekip çalışmasını da parçalamaktadır. Bu nedenle mobbinge karşı
ekip arkadaşlarımızla, sendikamızla birlikte mücadele etmek mobbingi etkisiz
kılmanın en önemli yollarından biridir
 Yanlış başvuruların hak kayıplarına yol
açabileceğini düşünerek hukuksal süreçlerin sağlıklı yürütülebilmesi için sürecin
başından itibaren sendika işyeri temsilcilerimizle iletişim halinde olunması ve
sendikamızdan hukuksal destek alınması
önemlidir.
25 KASIM 2015
CİNSİYETÇİLİĞE KARŞI FEMİNİST
*
PSİKOTERAPİ
Prof. Dr. Şahika YÜKSEL
Feminist psikoterapistler, geleneksel kadınlık rolünün kadınların ruh sağlığına iyi
gelmediğini, hatta depresyondan, ağrıya,
bayılmaya pek çok zorluğa neden olduğunu düşünüyor. Prof. Dr. Yüksel, Çiçek
Tahaoğlu’na feminist terapiyi anlattı.1
10
Ruhsal hastalıklara yol açan nedenlere bakarken, sosyal ve kültürel olgulara çok az yer
verilmesi bir eksiklik. Cinsiyetçiliğe karşı doğan bir kuram olan feminist psikoterapi de bu
eksikliği dolduruyor.
Feminist psikoterapi, cinsiyet rolleri ve kalıplarını pekiştiren geleneksel yaklaşımlara
karşı, kadınları özgürleştirici bir yöntem olarak kullanılıyor. Cinsiyetçiliği ve bunun kadın
psikolojisi üzerindeki etkisini deşifre ederken,
kadınların biyolojisinin kaderlerini belirlemediğini savunuyor.
Kısacası, feminist terapi kadının günlük hayatında, sosyal ilişkilerinde, duygularında feminist direnç ve değişim yaratacak çözümler
arıyor. İnsanların zor ve farklı hayat koşullarından sonra yeniden sosyalleşmelerinin ve
kendilerini geliştirmelerinin mümkün olduğunun altını çiziyor.
1960’lı yıllarda kadın özgürlük hareketi, kadınların ikinci sınıf vatandaş olarak sıkıştırıldıkları
konumları ele alırken, aynı dönemde kadın
psikolojisi hakkında feminist bir kuram gelişti
ve 1976’da Londra’da, 1981’de New York’ta
ilk kadın terapi merkezleri açıldı.
* http://bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/158298-cinsiyetciligekarsi-feminist-psikoterapi ‘den alınmıştır. SES’Lİ KADINLAR
Geleneksel kadınlık rolünün kadınların ruh
sağlığına iyi gelmediği konusunda tüm feminist terapistler uzlaşıyor. Hatta tam tersine
depresyondan kaygıya, ağrıdan bayılmaya pek
çok zorluğa da neden olabildiği düşünülüyor.
Kadınların kendi ilgi, istek ve ihtiyaçlarını tanımlamasına özgürlük veren feminist terapi
anlayışı, tüm alanlarda olduğu gibi kadın cinselliğinin de kadın bakış açısından, kadınların
ihtiyacı, isteği ve doyumu açısından yeniden
tanımlanmasının yolunu da açtı.
1980’lerde Londra’da bu çalışmalara katılan
ve “Çok şey öğrendim, benim için psikiyatrinin
anlamı değişti” diyen Prof. Dr. Şahika Yüksel’le
feminist psikoterapi üzerine konuştuk.
“Kadın mücadelesi psikolojiyi de etkiledi”
Yüksel “Kadın hareketinin kolektif bir ürünü
olarak ortaya çıkan feminist terapi kuramının
kurucusu olarak belirli tek bir isim yok” diyor.
Çalışmalara yol açan öncüler olarak ise J. Micheal, N. Chadorow, S. Orbach, L. Eichenbaum,
H. Lerner’ı sıralıyor.
“1960’larda kadın özgürlük hareketi, kadınlara geleneksel olarak ve normalize edilerek
sunulan ikincil rolde kalmayı kökten eleştiren
farklı bir bakış getirdi. Bu itirazlar kadınların
özel alanı olan ailede ve kamusal alandaki
konumunu, hayatın tüm alanlarını kapsıyordu.
Bu süreç kaçınılmaz olarak kadın psikolojisi
ile ilgili kuramlar ve uygulamalara da yansıdı.
Feminist psikologlar, özellikle Amerikan Psikoloji Derneği kongrelerinde kadınların ana
konuşmacı olmamasına itiraz ediyordu. Bu
tartışmaların bir ürünü olarak, 70’li yılların
başında feminist terapi veya cinsiyete duyarlı
tedaviler gelişti. Kadın psikiyatristler bir araya
gelerek bilinç yükseltme çalışmalarını psikolojik bağlamda gerçekleştirmeye başladılar.
Yani özünde hümanist bir terapi olan feminist
psikoterapi, kadınlara uygulanan cinsiyetçiliğe
karşı doğan bir kuram. Zaman içinde kendi ilkelerini ana akım psikolojide dile getirir oldu.”
“Kadına şiddetin dile
getirilmesinde büyük
etkisi oldu!”
Yüksel feminist psikoterapi kuramının, erkek
egemen dünyada toplumsal baskıların kadın
kimliğinin biçimlenmesinde ve sınırlanmasında etkisi olduğu gerçeğinden yola çıktığını ve
ayrımcılığı, kadına şiddeti ve birçok toplumsal
cinsiyet sorununu teşhir
ettiğini anlatıyor:
“Bu kuram, norm olarak
dayatılan ayrımcılığı
teşhir etti. Kadınların
hayatındaki travmaların
çokluğunun ve maruz
kaldıkları şiddetin dile
getirilmesinde bu bilgi
birikiminin ciddi rolü
var. Ev içi şiddet ‘kol
kırılır, yen içinde kalır’,
‘evdeki gerginlik dışarı
yansımamalıdır’ gibi anlayışlarla konuşulmaz.
Örneğin, bir danışanım
konuşurken ‘sevgilimin
baskılarını size anlatmak, dedikodu yapmak
gibi geliyor’ diyor. Ben sevgilisini tanımıyorum ve depresyondan çıkmasına yardım etmek
için oradayım. Ama sanki bir polis sorgusunda
suçsuz bir yakınını ihbar ediyormuş gibi bir
kaygı yaşıyor. Bu tür şeyler kadınlarda çok
sık rastladığımız bir durum. Bu tavır yaşadığı
travmadan kaynaklanıyor ama bunu cinsiyet
rolü içinde değerlendirmek lazım. Biz tedavide
günlük yaşamı konuşurken feminist terapötik
anlayış içinde onların zorluklarını görünür kılmaya çalışıyoruz.”
Bilinç yükseltme çalışmaları, kadın terapistlerin kendi eğitimleri için bir yöntem olarak
kullanılmaya başladı. Daha sonra tedavilerde de kullanıldı. Bunlar, lidersiz, hiyerarşik
olmayan ilişkiler içinde işleyen, farklı deneyimlerin paylaşıldığı, katılımcıların yalnız
olmadığını hissedebildiği, destekleyici grup
çalışmaları idi.
Katılan bireyler kendilerinin yaşadığı cinsiyetçiliğin ve toplumsal baskıları, aile içinde
iş bölümü adına yaşanan ikincil konumlarını
fark ediyorlardı. Ortak sorunların saptanmasının ardından ortak çözümlerde birlikte
üretilerek güçlenme yolları keşfediliyordu.
Kadınlar adım adım keşfederek giderek güçlenirken kendilerini bastıranlara karşı sosyal
eylemlerde yer alabiliyordu.
Bilinç yükseltme çalışmaları artık feminist
terapinin klinik olarak yaptığı bir iş değil ama
feminist terapistlerin gelişmesinde, kendi
eğitimlerinde bilinç yükseltme gruplarından
geçmiş olmaları son derece önemli. Nasıl ilaçla tedavi veya davranış tedavisi, analitik terapiyi öğrenmek için bir eğitim süreci varsa
feminist terapi içinde aynı eğitim gerekir.
Bu eğitimin stajı kliniğe sınırlı değil gerçek
yaşam ortamıdır.”
Psikolojik şiddet,
bir şiddet türüdür!
Yüksel, psikoterapilerde fiziksel
şiddetin kadınlar
için çok daha kolay ifade edilebilir
bir hale geldiğini
söylerken,
feminist terapinin
ekonomik ve psikolojik şiddetin
adlandırılmasına
ve deşifre edilmesine yoğunlaştığını anlatıyor:
11
“Türkiye için şunu
söyleyebilirim, bugün aile içi fiziksel
şiddet ifade edilebilir oldu. Ama
psikolojik şiddetin adlandırılması
(Beni aşağılıyor,
fikrimi önemsemiyor, başkalarının yanında alay
25 KASIM 2015
ediyor gibi) çok daha zor. Ama bunların bir
şiddet türü olarak adlandırılamaması, kişinin
psikolojisini etkilemediği anlamına gelmiyor.
Bu psikolojik baskıların bir hayli yüksek olduğunu ve çoğu zaman fiziksel şiddetten daha
olumsuz etkileyebildiğini, depresyona, bayılmaya, kaygıya, korkuya, paniklemeye neden
olduğunu söylemek mümkün.”
Aktivizmi ve dayanışmayı teşvik eden bir
terapi!
Yüksel, feminist terapinin bir amacının da
sosyal aktivizmi olumlu olarak teşvik ederek
herkesin yaşantısını zenginleştirme ve aydınlatmak olduğunu ifade ediyor:
12
“Türkiye’de kadınlar toplu olarak adliyelere
gidiyor, kadın cinayetlerine karşı eylemler yapıyorlar. Bunlar çok önemli. Evlerinde tek tek
yaşayan, tehdit edilen kadınların bu eylemleri
düzgün bir şekilde haberleştiren basın yoluyla
gördüklerinde kendi zorluklarını yaşayan ve
buna itiraz eden başka kadınların olduğunu
görmeleri, kendi durumlarını değiştirmeyi
hayal edebilmeleri için onlara bir pencere
açmış oluyor.
Aktivizm ve dayanışmanın feminist tedavideki
önemini işaret ederken şunu da hatırlamakta yarar var. Bayılma, ağrılar ve sıkıntılarla
boğuşan bir kadın ilk adım olarak eylemlerle
kampanyalarla kendini değiştirmeye kalkışamaz. Daha hızlı koşmayı öğrenmenin yolu
önce kısa süreli egzersizlerden geçer.”
Peki erkek terapistler de feminist terapi
yapabilir mi? Her kadın terapist bunu yapabilir mi?
“Hümanist ve toplumsal cinsiyet sorunlarına
duyarlı bir bakış açısına sahip olan terapistler
feminist terapi yapabilir. Feminist terapide
bilinen diğer psikoterapi yöntemleri cinsiyetçilik açısından gözden geçirilerek kullanılabilir.
SES’Lİ KADINLAR
Erkek terapistlerden de benzer anlayışı kendi
uygulama alanına sokabilmiş olanlar yapabilir.
Bütün kadınlar feminist terapi yapabilir demiyoruz. Kadın veya erkek bir terapist, geleneksel
değerlerin uygun olduğunu, bazı kadınların
hakettiği için dövüldüğünü, yetersiz olduğu
için başının ağrıdığını, eşinin her istediğinde
cinselliğine yanıt veremeyen kadının zorla
cinsellik yaşaması gerektiğini düşünüyor ise
bu olmaz.
Terapistin cinsiyet rolü sosyalizasyonunu,
kadın ve erkek olma geleneksel stereotipleri
arasında görmemesi, toplumsal cinsiyet rollerinin insanlar üzerinde etkilerini bilmesi lazım.
Feminist terapi yapacak terapistin cinsiyetçiliği sosyal bağlamı, aile ve bireye etkisi açısından anlamış olması, güç dağılımının aile ve
toplumdaki farklı etkilerinden haberdar olması
ve psikopatolojinin bir kaynağı olarak cinsiyet
rolünü elemeyi vaat etmiş olması gerekir.
Sonuçta bu kuram, erkekler lehine güç işaret eden değerleri sorgulayan, bunun tek ve
en uygun model olmadığını ileri süren ve bu
anlayışı kişinin yaşam şekline yerleştirmeye
çalışan bir tedavi yöntemidir. “Terapist ‘aile
önemlidir, kadının rolü şudur, kadın kocasının
yanında onun tasvip ettiği şekilde davranmalıdır’ anlayışında olmamalıdır.
Feminist terapiyle cinsiyet rolüne bağlı gizlenenlerle, kişinin yaşadığı zorluklar ve sorunların ilişkisini kurmaya çalışıyoruz ve bu ilişkileri
fark edip başka tür ilişkiler kurma olasılıklarını,
alternatifleri tanımasına yardımcı oluyoruz.”
(Çiçek Tahaoğlu*)2
2 Çiçek Tahaoğlu: Université Marc Bloch’da sosyoloji okudu. 2009’dan
2011’e kadar AFP’de fixer ve çevirmen olarak çalıştı. Açık Radyo’da
Cadı Postası programını yaptı. 2015 Müşerref Hekimoğlu Başarı
Ödülü'nü aldı. 2011’den beri bianet’te kadın ve LGBTİ haberleri editörü olarak çalışıyor.
ÖZEL GÜVENLİK BÖLGELERİ VE
KADINA YÖNELİK ŞİDDET
SES GENEL MERKEZİ
Özel güvenlik bölgesi uygulaması, 1981'de
çıkarılmış '2565 sayılı Askeri Yasak Bölgeler
ve Güvenlik Bölgeleri Kanunu uyarınca yürürlüktedir. 90'lı yıllarda bölgede yaşanan köy
boşaltmaları, faili meçhul cinayetler ve OHAL
uygulamaları gibi hafızalardan silinmeyen ve
birçok yurttaşın topraklarını terk etmesine sebep olan bu uygulamalar, 2015'te Özel Güvenlik ve Askeri Güvenlik Bölgesi Kanunu olarak
karşımıza çıkmaktadır.
7 Haziran’da ortaya çıkan halk iradesini kabullenmeyen siyasi iktidar tarafından dozu
giderek arttırılan şiddet ortamıyla kalıcı bir
barışa dönüştürülemeyen çatışmasızlık sürecinin bitmesiyle birlikte olağanüstü uygulamalar
yeniden başlatıldı. Bu şiddet ortamı toplumun
tüm kesimlerini etkiledi, özellikle mevcut iktidara muhalif tüm kesimler hedef haline getirildi. 20 Temmuz'daki Suruç katliamı ve 3 gün
sonrasında IŞİD'in Suriye sınırında bir askerin
şehit etmesiyle birlikte 'geçici askeri güvenlik
bölgesi ilanı' haberleriyle yeniden karşılaşmaya başladık. Birbiri ardına farklı kentlerde ve
bölgelerde özel güvenlik bölgesi uygulaması
adı altında haftalar süren sokağa çıkma yasakları ilan edildi. Bu uygulamalar ile oralarda
yaşayan sivil halk orantısız bir şiddete maruz
bırakıldı ve başta yaşam hakkı olmak üzere
halkın beslenme, sağlık hizmetine ulaşma/bu
hizmetlerden yararlanma gibi temel hakları
ihlal edildi.
Tüm bu zor şartlar altında fedakârlıkla görevini yapmaya çalışan sağlık emekçilerinin
payına düşen sadece baskı değil, ölüme varan
uygulamalar oldu, olmaya da devam ediyor.
Bu koşullarda sağlık emekçileri sağlık hizmeti
sunamadığı gibi öldürüldü, yaralandı, tehdit
edildi ve aynı zamanda toplumun diğer üyeleri
gibi sağlık hizmetlerine erişemedi. Üyelerimiz
Eyüp Ergen ve Şehmus Dursun bu saldırılarda
hayatını kaybetti. Tüm bu saldırı süreçleri boyunca ambulansların hastaları almaları da engellenmiş, sağlık emekçileri ve özellikle kadın
sağlık emekçileri güvenlik güçleri tarafından
tehdit edilmiş, 112 işlevsiz hale getirilmiştir.
25 KASIM 2015
14
"Nusaybin’de diyaliz hastası bir adam eşi
ve geliniyle birlikte sokakta ambulansa
ulaşmak için beyaz bayrakla yürümek
zorunda kalmıştır. Kendi çalışma bölgem
olan Sur ilçesinde de sokağa çıkma yasağı ilan edildiği dönemlerde 112 Acil
çalışanları olarak Sur halkına beyaz bayraklı sağlık hizmeti sunmak durumunda
kaldık. Sur’da hamile bir kadın 9 aylık
hamile olduğunu ve doğum sancılarının
başladığını söyleyerek bizden yardım
istedi. Kadına yardım edebilmek için
Emniyet’le görüştüğümde kadının ancak
elinde beyaz bayrakla evinden çıkabileceğini belirttiler. İlk önce telefon hattındaki görevli polisin ne dediğine emin
olamadığım için ‘Beyaz bayrak mı?!’ diye
sormak gereğini duydum. ‘Evet’ cevabını alınca hastama geri dönüp ‘Tamam
size ambulans göndereceğim ama elinize beyaz bayrak alın’ dedim ve ‘Bir
de lütfen, mesafenin farkındayım ama
Ulu Cami önüne çıkmanız gerekiyor’ diye
ekledim. Sonuç itibariyle beyaz bayrak
aracılığıyla da olsa hastamı hastaneye
ulaştırabildim."
Sokağa çıkma yasağı boyunca eczaneler açılamamış, kronik hastalar ilaçlarını alamamış,
mamayla beslenmek zorunda olan bebekler
de mamaya ulaşamamıştır. Bazı mahallelerde
elektrik ve suyun hiç olmaması, bazı evlerde
bulunan su depolarının ise saldırılar sonucu
kullanılmaz hale getirilmesi ciddi enterit vakaları ve bulaşıcı hastalıklara sebep olmuştur.
Halk temiz olmayan kuyu sularını içmek zorunda bırakılmıştır. Hamile kadınlar ise evde zor
şartlarda doğum yapmak zorunda kalmıştır.
SES’Lİ KADINLAR
Bu doğumlarda ölüm oranını tespit etmek ise
olağanüstü koşullar nedeniyle mümkün olmamıştır. Bu süreçte doğumların evlerde, temiz
içme suyunun bile olmadığı oldukça sağlıksız
koşullarda gerçekleştirilmesi kadın ve bebek
sağlığına ciddi ölçüde zarar vermiştir.
Şemdinli ve Yüksekova’da 300’den fazla kadının ya düşük yaptığı ya da düşük şüphesi ile
hastaneye yatırıldığı resmi belgelerle ortaya
çıkmıştır. ‘Cenin katliamı’ için Sağlık Bakanlığı,
herhangi bir soruşturma başlatmazken, ölü
doğan bebek sayısının ciddi rakamlara ulaştığı, Şemdinli Devlet Hastanesi ile Yüksekova
Devlet Hastanesine giden kadınların çoğunun
bebeklerini kaybettiği anlaşılmıştır. Yaşanan
düşük vakalarına korku, panik, endişe ve stres
gibi dürtülerin neden olduğu düşünülürken,
bunların da çatışmalı ortamdan kaynaklandığı
belirtilmektedir.
Ağustos ve eylül ayları arasında Şemdinli
Devlet Hastanesinde 24 düşük vakası yaşandığı öğrenilirken, kanama şikâyetiyle
giden kadınlarda ‘negatif gebelik’ olduğu
ortaya çıkmıştır.
Şemdinli’de 24 Eylül tarihinden beri kadın
doğum doktorunun bulunmamasından dolayı,
kadın doğum hastalarının Yüksekova Devlet
Hastanesine geldiği öğrenilmiştir. Düşük yapan
kadınların büyük çoğunluğunun özel harekât
polislerinin rastgele etrafı taradığı Cumhuriyet
Mahallesi’nden olması oldukça dikkat çekicidir.
Sağlık Bakanlığı Hakkari Yüksekova Devlet Hastanesi hasta epikriz raporlarında
şu veriler yer almaktadır: Negatif gebelik
vakası: 73, düşük tehdidi: 97, Erken doğum
teşhisi ve sonradan düşük: 76, tam olmayan düşük: 28, ölü doğum: 10, doğumsal
hastalıklar: 1.
Ulaşılan bu verilerin büyük çoğunluğu son
3 aya aitken, düşük vakalarının en çok ekim
ayında olduğu anlaşılmıştır. Yine, erken
doğum teşhisi (EDT) için hastaneye giden
kadınların çoğu düşük yapmıştır. Bu veriler 28 Ekim tarihinden öncesine aitken, 28
Ekim sonrasında da 50’ye yakın kadının
daha düşük şikayetiyle hastaneye gittiği
belirtilmektedir.
mı bu süre boyunca evlerinden çıkamamış ve
telafisi olanaksız önemli sağlık ihlalleri yaşanmıştır. Örneğin Cizre Devlet Hastanesi Diyaliz
servisi takibinde olup diyaliz uygulanmakta
olan son dönem 68 böbrek yetmezliği hastası ablukanın ilk 4 günü boyunca hastaneye
hiç gidememiş, daha sonra ise sınırlı sayıda
(sadece 25 kişi) ancak yasağın 4. gününden
sonra diyalize alınmaya başlanmıştır.
Basit tıbbi müdahalelerle hayatta kalabilecek
onlarca yaralı, polis tarafından ambulansların
hasta almasına izin verilmemesi nedeniyle kan
kaybından hayatlarını kaybetmişlerdir. Koruyucu sağlık hizmetleri büyük ölçüde aksamış,
düzenli tedavi görmesi gereken kronik hastalar
da ciddi zorluklarla karşı karşıya kalmışlardır.
Koruyucu sağlık hizmetlerinin ciddi ölçüde aksamasının kadın üreme sağlığına ve çocukların
bağışıklık sistemine dair son derece olumsuz
etkileri bulunmaktadır. Hastaların büyük kıs-
Her yerde olduğu gibi bu bölgelerde de yasanın hükmünün geçmediği, hukukun adeta
askıya alındığı ve evlerin ateş altında kaldığı
bir ortamdan en olumsuz biçimde etkilenenler
çocuklar ve kadınlar olmuştur. OHAL’i aratmayan uygulamalarla savaş durumlarında
bile görülmeyen bir şekilde halk çatışmaların
arasında bırakılarak psikolojik açıdan travmalara maruz bırakılmıştır. Özellikle çocuklarda
ve kadınlarda ciddi ve onarılamaz psikolojik
travmalar söz konusudur.
15
25 KASIM 2015
YİTİRDİĞİMİZ KADIN SESLER
SES Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası Adına Sahibi: Gönül ERDEN Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Belkıs YURTSEVER Yönetim ve Yazışma Adresi: Necatibey Cad. No: 82/4 Kızılay - ANKARA
Tel: (0312) 232 61 22 pbx - Faks: (0312) 230 21 93 Baskı: Hermes Tanıtım Ofset Ltd. Şti. - Büyük Sanayi 1. Cad. No: 105 İskitler/ANKARA • Basım Adedi: 5.000 • Basım Tarihi: Kasım 2015
Download