moda dekorasyon 02 bakım 11 seyahat 07 16 teknoloji müzeler Mart 2013 27 23 Moda OSMANLI’DA MODA Kadifeler, gümüşle dokunmuş ipekler, çuhalar, taftalar... Osmanlı kadınları bugün podyuma çıksalar moda yazarlarından tam not alırlardı herhalde... Kat kat giyinmelerine rağmen üstlerindeki her parça bir diğeriyle müthiş bir uyum sergiliyordu. Özellikle saraylı kadınlar için ‘moda’ kavramı, Osmanlı’da dokumacılığın gelişmesini sağlayacak kadar önem arz ediyordu. Hem erkek hem de kadın giyiminde dökümlü ve uzun kıyafetler hakimdi. Kadınlar yazın ipekten, kışın ise yünden yapılma feraceler giyiyorlardı. Yere kadar uzanan ve kıyafetlerini tamamlayan feraceler bugünün trençkotlarıyla aynı işlevi görüyordu aslında. Feraceleri yaşmak ve peçe ile tamamlıyorlardı. Yine o zamanın deyimiyle entarilerin üzerine giyilen ihtişamlı kaftanlar da Osmanlı denilince giyime dair akla gelen en önemli unsurlardandı. Tıpkı bugün olduğu gibi o zamanlarda da, maddi imkanlar kadınların giyim zevklerini önemli ölçüde şekillendiriyordu. İpek çamaşırlar, elmas işlemeli kemerler, dekolteleri taçlandıran mücevherler, altın işlemeli kumaşlar, samur kürkler özellikle zengin kadınların tercihi oluyordu. Osmanlı’da modadan bahsederken rengârenk şalvarları da unutmamak gerekir. Kaliteli kumaşlardan dokunan bu şalvarlar, ayak bileği hizasında toplanırdı. Kolları bileklere doğru daralan elbiselerin kol ve etek uçlarını tığ işlemeleri zenginleştirirken, bellerini kuşaklar süslerdi. Yine bugün olduğu gibi farklı ülkeler ve kültürlerle ilişkiler geliştikçe, modanın da bundan etkilenmesi kaçınılmaz oldu. 19. yüzyılda batı esintileri ile etek ve ceket takımlar yavaş yavaş kendini göstermeye başladı. Osmanlı kadını bu dönemde eldivenle, şemsiye ile vücut hatlarını biraz daha belli eden korsajlı kesimler ve fırfırlı eteklerle tanıştı. Tercih edilen deri ayakkabı ve çantalar da kıyafetlerle uyum gösterecek şekilde genellikle aynı renklere sahipti. PEÇELİLER Moda her zaman toplumsal ve siyasi olaylardan büyük oranda etkilenerek şekillenmiştir. Osmanlı döneminde bu durumun en iyi örneklerinden biri; erkek modasına yön veren Peçeliler’dir. Yaşları küçük ve Yeniçeri olmaya aday gençlere ‘Yeniçeri Civeleği’ denilirdi. Onlara hamilik yapan kişilerse, bu genç, yakışıklı delikanlılara bakanların nazarı değmesin diye hasır püskülden peçeler yaptırmışlar ve onların yüzlerinde bu peçelerle gezmelerine izin vermişlerdir. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına kadar, 50 yıl boyunca bu durum devam etmiş ve de ‘peçeli delikanlı’ modası olarak anılmıştır. TANIDIK GELEBİLECEK BİR MODA Ayakkabı topuğunun üstüne basıp yürüyen biri geçse yanınızdan, yüzünüzde hafif bir kınama ifadesi oluşması mümkün. Artık pek hoş karşılanmayan bu durumun Osmanlı zamanında moda olduğunu bilmek ise oldukça şaşırtıcı. 19. yüzyılın başında ister paşa olsun isterse sokaktaki bir satıcı, para, kültür, sosyal sınıf farkı tanımaksızın şalvar paçalarını sıvayıp, arkaları basık pabuçlarla çıplak ayaklı gezmek, İstanbul delikanlıları arasında yaygın bir modaydı. Neyse ki bu durum günümüzde moda olmaktan çıktı. DÖVME Dövmeler filmlerden aldığımız referansla hep denizcilerle özdeşleştirdiğimiz bir vücut süsüdür. Osmanlı’ya da dövme, önce denizciler ardından Yeniçeriler ile gelmiştir. Bir Yeniçeri hangi tabura aitse onun simgesini dövme olarak vücudunda taşıyordu. Bu dövmeler ok, yay, bayrak gibi çeşitli sembollere bürünebiliyordu. Daha sonra bu durum bir moda haline geldi ve esnaf çocukları gibi halktan kişiler de bu dövmeleri taklit etmeye başladılar. Bir moda akımının insanı ölüme götürmesi pek rastlanacak bir durum değildir ama 1826’da Yeniçeri Ocağı kaldırıldığında, vücutlarında bu dövmelerden taşıyan pek çok Yeniçeri adayı sadece bu sebepten idam edildi. BİNDALLI Bir zamanlar bildiğimiz anlamda ‘gelinlik’ yoktu belki ama gelinler hep vardı. Osmanlı zamanının gelinliği ise ‘Bindallı’ idi. Kına gecelerinde, özel günlerde, düğünlerde giyinilen bindallı genellikle koyu renk ve kadifeden yapılıyordu. Üzerinde sırma tekniği kullanılarak işlenmiş bitki motiflerine de sıkça rastlanıyordu. Köylere doğru gidildikçe aynı kumaş ve işlemeleri şalvar ve de ceketlerin üzerinde iki parça olarak görmek mümkündü. Avrupa modasının etkileri Osmanlı topraklarına ulaştığındaysa bindallı yerini bugünün çizgilerine yakın, pembe ve krem renklere, iki parçalı, uzun kuyruklu, dantelli, incili gelinliklilere bırakmaya başladı. TÜRK HANIMLAR BALO ELBİSESİ İLE TANIŞTI Diğer ülkelerle kurulan ilişkilerin modaya yön verdiğinden bahsetmiştik. İşte bu durumun en bariz örneklerinden biri de “Malakof tuvalet modası” nam-ı diğer sepetli fistandır. Fransızlar Malakof tabyasını (askeri birlik) ele geçirince İstanbul’daki elçilik binasında kutlama amaçlı bir balo düzenlediler. İşte ilk defa bu baloda Osmanlı kadınları Paris modasına ait olan beli son derece sıkan ve eteğin içine konulan balina kemiklerinden yapılmış ince çemberler yardımıyla belden aşağı kabarık bir şekilde inen bu tuvaleti gördüler. Bu balodan sonra özellikle Rum ve Ermeni kökenli zengin kadınların büyük ilgisini çeken bu tuvaletler sepetli fistan olarak anılmaya başlandı. BAHRİYELİ BEYZADELER Avrupa’da prenslere giydirilen bahriyeli kıyafetler, Osmanlı Hanedanı’na gelince değişime uğramış ve birebir taklit edilmek yerine amiral üniformasına dönüşmüştür. İstanbul’da şık semtlerde oturan zengin aileler ise bu modayı olduğu gibi benimsemiş ve bahriyeli kıyafetlere bürünen çocuklar, varlıklarını birkaç nesil boyunca devam ettirmişlerdir. TOPKAPI SARAYI SİZİ BEKLİYOR… Eğer bütün bu okuduklarınızın ardından daha önce ziyaret etme imkanı bulamadıysanız, Topkapı Sarayı’na gitmenizi ve bahsettiğimiz bu kaftanları, ipeklileri, mücevherleri görmenizi tavsiye ederiz. 1500’den fazla parçası ile geniş bir giyim koleksiyonuna sahip olan müzede, padişahların, sadrazamların, yüksek rütbeli devlet memurlarının giysilerini yakından görme şansına sahipsiniz. Bakım SÜRMELİ GÖZLER, KINALI SAÇLAR… TARİHTEN GÜNÜMÜZE UZANAN GÜZELLİK SIRLARI Günümüzde kozmetik firmalarının bize sunduğu sayısız üründen hangisini seçeceğimize karar veremediğimiz bir noktaya geldik. Peki büyük büyük annelerimizin elinde böylesine seçenekler yokken, daha güzel daha bakımlı görünmek adına onlar neler yapıyorlardı? Bizim için kozmetik markaları neyi ifade ediyorsa onlar için de ‘doğanın nimetleri’ aynı anlama geliyordu. İşte size Osmanlı saraylarından çıkma birkaç doğal güzellik sırrı... PARLAK VE GÜR SAÇLAR İÇİN YAĞLAR Şampuanın icadından önce saç için başlıca temizlik malzemesi sabundu. Yalnız bilindiği gibi sabun saç köklerini kurutmasıyla meşhurdur. Bu yüzden saçların yumuşaması için ebegümeci ve hatmi kullanılırdı. Bir de kil... Kil kovalara boşaltılır (bunlara kildanlık denilirdi), üstüne su dökülür ve kil çöktükten sonra yüzeyde kalan su süzülüp saçlar için kullanılırdı. Bu suyun saçları yumuşatma özelliği bulunurdu.Erkeklerin en büyük problemlerinden olan saç dökülmesi ve de ağarmasıyla başa çıkmak içinse defne yağı, çörek otu yağı, mersin yağıyla masajlar yapılırdı. Kadınların saçlarını boyamak için kullandıkları bitki ise bugün de hala pek çok kadının tercihi olan kına idi. Kınaya eklenen ceviz kabuğu ve rastıksa, kızıl yerine siyah saç isteyenlerin tercihiydi. GÜZEL BİR CİLT İÇİN KESE Bir hamam klasiği olan kese cildi temizlemek için kullanılan en önemli yöntemdi. Kesenin ardından gül, zeytin ve de susam yağından karışımlar sürülür ve cildin yumuşak kalması sağlanırdı. Cilt yaraları ve temizliği için gül suyu oldukça fazla tüketilirdi. Günümüzde kırışıklık karşıtı kremler ne ise o zamanlarda limon da oydu. Antiseptik özelliği ile limon, cildi gerginleştirmek için kullanılırdı. FONDÖTEN YOKTU AMA ‘DÜZGÜN’ VARDI Düzgün, gülgün adlı bitkiden elde ediliyor, fondötenin işlevini yerine getiriyordu. Bitkilerin ezilmesi yöntemi ile elde edilen boya da bugünkü allığın görevini yerine getiriyor ve yanaklara daha koyu bir ton veriyordu. Gözlerse, doğallığı sayesinde hala tercih sebebi olan sürme ile boyanırdı. Tarihte güzellikleri ile anılan sadece Osmanlı Sultanları değildi elbette. Tarihi güzellik sırlarımıza biraz da sınırlarımız dışından devam edelim… Son Mısır Kraliçesi hükümdarlığı kadar güzelliği ile de anılmış bir isim olmuştur. Dünyanın en güzel kadınlarından biri olarak kabul edilen Kleopatra’ nın süt banyosuna ne kadar düşkün olduğu dillere destan bir hikayedir. Ama sadece bununla da kalmıyor, saçları için balmumu ve reçine karışımını bugünkü spreylerin yerini tutacak bir şekillendirici olarak kullanıyordu. Hayvan yağında ovduğu tarçınla parfüm yapıyor, bozulmaması için su mermerinde saklıyordu. Makyajını da ihmal etmeyen Kleopatra rimel olarak lacivert taş, bal ve toprak boyasından bir macunu kullanıyordu. Günde bir kadeh kırmızı şarabın kalbe iyi geldiği bilinen bir gerçektir. İskoç Kraliçesi Mary ise süt yerine banyosunu kırmızı şarapla yapıyor, cildinin tazeliğini şarapla koruyordu. Kraliçe Elizabeth ise cildi sıkılaştırması ile meşhur yumurta akını maske olarak kullanıyordu. Elizabeth’in takipçisi olmak isterseniz şu formülü deneyebilirsiniz. Yumurta akını 10 dakika yüzünüzde bekletip sonrasında ılık su ile yıkamanız ve tazelenmiş bir cilde sahip olmanız mümkün. Güzelliğiyle dillere destan Yunan Tanrıçası Afrodit’in sırrının ise deniz yosunu olduğu söylenir. Banyo suyuna ekleyeceğiniz deniz yosunu sayesinde bedeninizi toksinlerden arındırmanız olası. Dekorasyon TARİHTE DEKORASYON Eşyaların dili olsa da konuşsa deriz ya bazen… Yıllarını yaşantılarımıza tanıklık ederek geçiren, misafirlerimizi bizimle ağırlayan, nesilden nesile miras bırakılan eşyalarımız, sadece zevkimizi değil kişisel tarihimizi de anlatırlar aslında. Biçimleri, renkleri, kullanım amaçları dünden bugüne o kadar çok değişime uğramıştır ki, atalarımızı tanımaya çalışırken bize referans olacak en önemli unsurlardan biridir onlar. Biz de geçmişe bir bakalım, eşyaların insanoğluyla birlikte adım adım ilerleyen yolculuğuna bir göz atalım istedik. İLK MOBİLYALAR Mağara devri insanları kullandıkları eşyaları diğerlerininkiyle kıyaslamıyor, ‘onunkinin rengi benimkinden güzel’ gibi yorumlarda bulunmuyorlardı şüphesiz. Eşyanın tabiatı bir amaca hizmet etmekti o zamanlar. Yerleşik hayata geçilmesiyle birlikte ‘eşya’ sosyal yaşamın parçası olmaya başlamış, ödünç alınmış ya da daha iyi bir forma sokulmaya çalışılmıştır. Yani estetik bakış açısı sosyalleşme ile gündeme gelmiştir. Taşların ve hayvan kürklerinin yerini ağaçtan yapılan eşyaların alması MÖ 4000`li yıllara dayanmaktadır. Tahta, forma sokulması diğer materyallere göre daha kolay olduğundan insanlık tarihinin her zaman öncelikli ve en kullanışlı tercihlerinden olmuştur. İlk iskemle dahil olmak üzere papirüs ve palmiye yapraklarından örülmüş yataklara yani mobilya olarak adlandırabileceğimiz objelere ilk olarak eski Mısır’da rastlanmaktadır. İnsan egosu işin içine girmeye başladığında mobilyalar da zenginliğin ve makamın göstergesi haline gelmiş ve bu amaçlarını günümüze kadar devam ettirmişlerdir. Kullanılan materyaller değişmiş, çeşitli el işçiliğiyle süslenmiş ve değerleri giderek artmıştır. Bu durumun en güzel örneklerine yine Mısır’da rastlamak mümkündür. Kullanılan malzemeler özenle işlenmeye başlanmış ve ayaklarda aslan, fil, leopar motifleri gibi süslemelere önem verilmiştir. Ahşap yerine metal tercih edildiği zaman ortaya çıkan örneklerin, süs eşyası olması da ilginç bir durumdur. Metalin ağırlıklı tercih edildiği uygarlıklar olan Sümerler, Akadlar, Elamlar, Asurlara ait eşyalar, Mezopotamya’da yapılan kazılarla ortaya çıkarılmış, bunların arasında heykel ve süs eşyası, insan figürleri, bronz kelepçeler ve sarmal metal süslere rastlanmıştır. Anadolu’da yapılan kazılardaysa Frigya Krallığı’na ait çok sayıda yine ağaçtan yapılma mobilyalar bulunmuştur. Kokusu ve rengi ile ön plana çıkan ceviz, ardıç gibi ağaçların kullanılması estetiğe verilen önemin de kanıtı niteliğindedir. Eskiden bir yatak hem uyuma amaçlı hem de gündüz oturma amaçlı kullanılabiliyordu. Yaşam alanının tek bir bölümden oluştuğu evlerde bu durum son derece doğaldı. Hatta Roma’da yataklar aynı zamanda yemek masası hizmetini de görmüştür. Eski Yunan ve Roma’da eşyaların çoğu duvarlara asıldığından büfe, vitrin, dolap türünden mobilyaya rastlanmamakta, Ortaçağ’ın başlarına doğru raflı, kapaksız büfeler görülmeye başlanmaktadır. DEVİR DEĞİŞİRSE MOBİLYA DA DEĞİŞİR Değişen siyasi ve dinsel akımlar sadece düşünceleri değil yaşam alanlarını da etkilemiştir. Ortadoğu’nun göçebe kültüründen gelen ve çadırlarda yaşayan Türkler, yerleşik hayata geçtikten ve İslamiyet’i kabul ettikten sonra Arap etkisinin evlere yansıdığı ve uzun süre de varlığını devam ettirdiği gözlemlenmektedir. Bir diğer örnek ise Bizanslıların mobilya sanatında doğu sanatının etkisinin görülmesidir. Mobilya biçimleri oldukça basit olmakla beraber, doğu sanatının etkisinde kalması nedeni ile çok süslü bir görünümdedir. Anadolu topraklarında mobilya kavramının gelişimi Osmanlı döneminde olmuştur. Selçuklular tahta işçiliğinde süsleme amaçlı çiçek ve geometrik motifleri kullanmışlar ama Osmanlıların son dönemlerine kadar masa, sandalye, büfe, komodin gibi mobilya türlerinin örneklerine rastlanmamıştır. Gömme dolaplar, yer sofraları ve sedirler başlıca mobilyalardı. Karyola yerine yer yatakları kullanılıyordu. 14. yüzyılda Osmanlılarda mobilya yapımına başlandıktan sonra sandık, rahle, kavukluk, yüklük kapakları ve tavan gibi ağaç malzeme üzerine boyalar ile süsler ve çeşitli motifler yapılmıştır. Yeniçağ’ın başında Osmanlı saray ve konaklarında batıdan ithal edilmiş mobilyalar yer almıştır. HOŞ GELDİN İHTİŞAM Mobilyanın egoların esiri olabildiğinden bahsetmiştik. Rönesans’la beraber İtalya’da gelişen mobilya sektörü bu konudaki en çarpıcı örnekleri vermiştir. Bu dönemde doğu süslemeciliğine dayanan oyma ve kabartma önem kazanmış, dolap kapaklarına yağlı boya ile gerçek bir tablo değeri taşıyan resimler yapılmış, marangozluk ikinci plana itilmiştir. Rönesans’ı takiben doğan Barok sanatında ise ihtişam bir basamak daha yükselmiş abartı iyice ön plana çıkmıştır. XIV Louis ile özdeşleşen bu dönemde amaç şaşırtmak ve göz kamaştırmaktır. Barok’tan sonra hala tercih edilen bir tarz olan Rokoko dönemi gelmiştir. Karışık ve dolambaçlı çizgiler, kabartmalı yüzeyler, derin oymalar, canlı ve kontrast renkler ile göz kamaştıran bir üslup olarak mobilyaya yansımıştır. Artık yatak odalarının olmazsa olmazı komodin ve tuvalet masası da bizlere bu dönemden yadigar kalmıştır. Seyahat TÜRKİYE’NİN TAŞI TOPRAĞI “TARİH” Sayfaları gökyüzüne açık birer tarih kitabı gibi Türkiye’nin ören yerleri. Sanki daha dün bu tarihi taşların, evlerin, tapınakların içinde insanlar varmışçasına konuklarını ağırlamaya ve zamana karşı verdikleri mücadeleye devam ediyorlar… Sagalassos Belki uzun bir yolculuk yapmanız gerekecek. Belki de benim bu dağın başında ne işim var diyeceksiniz… Karşınızda bütün ihtişamı ile beliren Sagalassos’u gördüğünüzde bu fikirler yerini hayranlığa bırakacak. Yazının başında belirttiğimiz gibi daha dün terk edilmiş gibi duran yerlerden biri de Sagalassos antik kenti. Bunun sebebi, erozyon nedeniyle şehrin toprak altında kalması ve 1990 yılında yapılmaya başlanan kazı çalışmalarına kadar el değmemiş şekilde kendini muhafaza etmesi. Burdur’un Ağlasun ilçesinin 7 km. kuzeyinde bulunan bu antik kentte 9 bin kişilik dünyanın en yüksek Roma tiyatrosunun yanı sıra çeşmeler, Yunan tanrı ve tanrıçalarının heykelleri, havuzlar ve bir Roma hamamı göreceksiniz. Ayrıca aralarında Bouleuterion, Apollo Klarios, Antonin Pius, Dorik’in de bulunduğu pek çok tapınak da ziyaretçilerin ilgisini çeken eserler arasında. Nemrut Dağı Milli Parkı Yükseklerden bizi selamlayan tarihi değeri büyük, coğrafi anlamda büyüleyici, dillere destan Nemrut Dağı ve dev heykelleri! Adıyaman’ın Kahta ilçesinde yer alan, UNESCO tarafından “Dünya Kültür Miras”ı listesine alınan, dünyanın sekizinci harikası olarak kabul edilen Nemrut Dağı, ziyaretçilerini biraz yoran yerlerden bir diğeri. Ama yine buna değiyor dememize gerek yok herhalde. 2150 metre yüksekliğe çıkıyor ve oradan adeta dünyayı selamlıyorsunuz. Güneşin doğuşunun ve batışının en güzel izlendiği yerler arasında olan Nemrut Dağı’nın ve muazzam heykellerinin arkasındaki hikaye Kommagene Krallığı’na dayanıyor. Grek ve Pers uygarlıklarının bütünleştiği güçlü bir krallık olan Kommagene’nin bilinen en büyük kralı I. Antiochos’tu. Bu kralın yeni bir din kurmak, bu dini Nemrut Dağı’ndan bütün dünyaya yaymak gibi hayalleri vardı. Bugün Nemrut Dağı’ndan bizleri selamlayan heykeller bu hırslı kralın, krallar ve tanrılar adına yaptırdığı heykellerdir. Heykellerin arkasına baktığınızda Antiochos’un 200 satırlık vasiyetini de görebilirsiniz. Ne mi anlatıyor? Ölümünden sonra tapınağa iyi bakmalarını söylüyor, kötü niyetli ziyaretçilere beddua ederken iyi niyetli olanlar içinse tam tersi temennilerde bulunuyor. Heykellerin dışında bir de anıt mezar bulunmaktadır. Krallar ve tanrıların arasında I. Antiochos kadınları da unutmamış, bu anıt mezarı kraliyet mensubu kadınlar için yaptırmıştır. Nemrut Dağı’nda bulunan kabartmaların en ünlüsü olan aslan kabartmasının tarihi de Kommagene’nin ilk kralı Mithradates’in taç giydiği geceye, İÖ 109 yılının temmuz akşamına denk gelmektedir. Güzelyurt Kapadokya Bölgesi’nin tüm özelliklerini bünyesinde barındıran, Aksaray’a 45 km. uzaklıktaki Güzelyurt, 19. yüzyılda Hıristiyanlığın yayılması için yapılan çalışmalar sonucunda bir manastır cenneti haline gelmiştir. Günümüzde bu coğrafyadan, bitki ve jeolojik yapısından nasıl etkileniyorsak tarihte pek çok farklı uygarlık da etkilenmiş ve bölgeyi mesken tutmuşlardır. Bunlar arasında Hititler, Persler, Romalılar yer alır. Hıristiyanlığın hakimiyetine son verildikten sonra çan kulesi minareye dönüştürülen Aziz Gregorius Kilisesi, Güzelyurt’un merkezinde yer almaktadır. Bu kilise haç yolu ziyaretleri için listeye alınan, Hıristiyanlık dünyası açısından öneme sahip yerlerden biridir. Bölgedeki önemli kiliselerden Aziz Anargiros ise, bölge mimarisine hakim olan kaya oymacılığının nadide örneklerindendir. Tamamı kayaya oyularak yapılan Aziz Anargiros Kilisesi 1884 yılında onarım görmüş ve bugünkü görünümüne kavuşmuştur. Bölgenin en önemli yerlerinden olan Analpsis Tepesi’nde Hititlerden kalma duvarların üstüne inşa edilmiş kilise kalıntıları ile mutlaka görülmesi gereken yerlerdendir. Aspendos Türkiye’nin hatta dünyanın eşine az rastlanır güzellikteki Roma tiyatrosu örneklerinden olan Aspendos’un, Truva Savaşı’ndan sonra Pamphylia’ya gelen kahraman Mopsos liderliğindeki Argive kolonicileri tarafından kurulduğu düşünülmektedir. Antalya’dan Alanya karayoluna dönen yolun sonunda bulunan Aspendos bir tepeye inşa edilmiştir. İki bölümden oluşan oturma sıralarında, üst kısımda yirmi bir, alt kısımda ise yirmi oturma sırası vardır. Yığma taştan yapılan Aspendos iki katlıdır ve alt katında sahne ve oyuncuların bu sahneye çıkması için beş kapı vardır. Günümüzde hala konserlere ve tiyatro oyunlarına ev sahipliği yapan bu tarihi yapının akustiği dillere destandır. Bir oyuncu sesini, yaka mikrofonu kullanmadan en arka sırada oturan seyirciye rahatlıkla duyurabilmektedir. Antik tiyatroyu ziyaret ettiğiniz zaman yalnız değilseniz bu gerçeği test etmenizi öneririz. 12 bin kişilik oturma kapasitesi bulunan tiyatronun havalandırma sistemi de bu zamanın yapılarına şapka çıkarttıracak cinstendir. Merdiven bölümleri arasında yer alan koridora girdiğiniz zaman, yazın en sıcak günlerinde bile sizi anında rahatlatacak serin bir havayla karşılaşırsanız şaşırmayın! Bu durum da Aspendos’un mimari başarısının örneklerinden biridir. Teknoloji TARİHTE TEKNOLOJİ Mobil telefonsuz evden adım atamadığımız günlere bir anda gelmedik tabii ki… Teknoloji uzun bir yolculuk yaptı ve bu yolculuğun bir kısmı evlerimizde sonlandı. Çamaşır makinesi Otomatik çamaşır makineleri ‘son teknoloji’ ürünler olarak banyolarımızdaki yerlerini aldıkları tarihlerde, özellikle çocuklar arasında ‘Nasıl yıkayabiliyor, içinden eller mi çıkıyor’ gibi son derece akla zarar yorumlar yapılırdı... Sesinden ürkülür ama sonucundan memnuniyet duyulurdu. Ama durumdan en memnun olan da çamaşırlardı herhalde. Malum otomatik makinelerden önce çamaşırlar için temizlenme süreci adeta işkence gibiydi. Su kenarında taşlara vurulurlar, kaynayan sularda dakikalarca kaynatılır, tuhaf bir kimyevi madde olan kolaya yatırılırlardı... Şimdilerdeyse hassas yıkama programları ile modern dünyanın rahatlığına kavuştular. Çok programlı, bol düğmeli, kendinden kurutmalı, pembesi yeşili olmadan önce çamaşır makineleri neredeyse motorlu teneke görünümündeydi. Hatta ilk makinenin motoru dahi yoktu. 1858 yılında Hamilton E. Smith tarafından tasarlanan çamaşır makinesi, büyük bir kutu içinde dönen çarklarla sağlanan yıkama eylemi esasına dayanıyor ve tamamen insan gücü gerektiriyordu. Kutunun dışında bulunan kolu çevirmek için de gerçekten güçlü ‘kollar’ gerekiyordu. Bu durum pek de pratik görünmedi. Mekanik çözüm yerini motora bıraktı. Günümüz hanımlarının teşekkür etmesi ya da daha doğrusu minnetle anması gereken isimse Alva John Fisher oldu. 1906 yılında geliştirdiği makinenin içindeki tamburlar elektrik yardımı ile dönüyor ve hareket sayesinde çamaşırlar yıkanıyordu. Yıkama işin büyük bir kısmı olsa da sıkma ve kurutma hala sorun teşkil ediyordu. Yine bu iş için kullanılan merdaneler randımanlı bir çözüm olmaktan çok uzaktaydı. Makinelere kurutma işlevinin eklenmesi ise 1924 yılında gerçekleşti ve bildiğimiz anlamdaki çamaşır makinesinin prototipi oluşturulmuş oldu. Telefon Artık fotoğraf çekip gönderiyor, müzik dinletiyor, internette sörf yapıyor… Telefonlarımız ‘Alo’ demenin ötesinde bambaşka işlere hizmet ediyor. Halbuki Alexander Graham Bell bir şubat gününde telefonun ilk adımı olan radyofonu icat ettiğinde sesinin çalışma arkadaşı Charles Sumner Tainter tarafından duyulmuş olmasından büyük bir heyecana kapılmıştı… İletişim aracı olarak telgrafın kullanıldığı o yıllarda Bell’in aklına bir fikir geldi. İnsan sesindeki frekansı elde etme ve bunu elektrik sinyali biçiminde bir telden iletme. Bell 1876 yılında telefonunun patentini aldığında bu amacına ulaşmış oldu. Graham Bell telefonu icat sürecinde ilk hattını sevgilisi Allessandra Lolita Oswaldo’nun evine çekmişti. Aradığı zaman karşısında kimi bulacağından emin olduğu için zamanla adını kısaltıp ‘Ale Lolos’ demeye başladı. Giderek daha da kısalan bu isim en son ‘Alo’ halini aldı. Bir süre sonra Allessandra, Graham’ı terk etti. Telefon hatları artık tüm şehre yayılmaya başladı. Ama Bell telefon her çaldığında arayanın Alessandra olduğunu düşünüyor o yüzden her telefona ‘Alo’ diye cevap veriyordu. Bu söz de o zamandan bu zamana miras kaldı. Cep telefonunun icadı içinse yıllar geçmesi gerekti. 1973 yılında Amerikan vatandaşı Martin Cooper cep telefonunu icat eden kişi olarak adını tarihe yazdırdı. 1993 yılında gönderilen ilk yazılı mesajın ardından her şey giderek daha da hız kazandı… Hikayenin geri kalanı da muhtemelen şu anda elinizde! Buzdolabı 1800’lü yılların sonuna kadar yaygın bir şekilde başvurulan soğutma yöntemi buzdu. Özellikle havaların ısındığı dönemlerde satın alınan ve Frederic Tudor gibi buz ticareti yapan isimlere son derece iyi paralar kazandıran bu yöntem yerini daha akılcı bir çözüme bırakmalıydı. İşte o çözüm için ilk adımlar 1790 yılında İngiliz Thomas Harris ve John Long’ dan geldi. O yıl ikili mekanik soğutma için patent aldılar. Ardından Amerikalı Jacop Perkins, eter ile çalışan pistonlu bir cihazın patentini aldı. 1861 yılında Dr. Alexander Kirk, kömür ısısı ile çalışan ilk absorbsiyonlu soğutma cihazını geliştirdi. Bu sistem öncekilere göre daha büyük başarı kazandı ve otomatik buzdolapları 1918 yılında Kelvinatör Company tarafından imal edilmeye başlandı. Televizyon Evlerimizin onur konuğu baş köşe misafiri televizyonun bir lavabo ve çay tenekesinden bu günlere geldiğini öğrenmek oldukça şaşırtıcı oldu. Teknolojik gelişmeler ve ihtiyaçlar doğrultusunda diğer icatlardan daha geç tarihte hayatımıza katılan ama en radikal değişimlerden birini de yapan televizyonun babası İskoç mucit John Logie Baird’dir. Baird bir elektirik mühendisiydi. Maddi sıkıntı çeken Baird’in teknik ekipmanları bisküvi kutusu, dikiş iğneleri, balmumu gibi akla hayale gelmeyecek materyallerdi. Kurduğu düzenekle hedefine yaklaşan mucit 1925 yılında ‘Stokey Bill’ adını verdiği ilk ilkel televizyonda görüntü transmisyonunu da gerçekleştirmeyi başardı. Müzeler ADIM ADIM MÜZELER… Yıllar boyunca süren kazı çalışmalarından çıkan tarihi eserlerimiz, ülkemizin çeşitli müzelerinde sergilenmekte ve her yıl binlerce ziyaretçiyi ağırlamaktalar. Biz de sizlere bu müzelerimizi daha yakından tanıtmaya karar verdik. Yolunuz o taraflara düşmeden önce fikir sahibi olun istedik. Üstelik Maximum Kart’ınız artık Müzekart! Maximum Kart’ınızla T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı müze ve ören yerlerini 1 ay boyunca ücretsiz ziyaret edebilirsiniz. İstanbul Arkeoloji Müzeleri Adresini kurucusunun adından alan İstanbul Arkeoloji Müzesi, 1891 yılında Osman Hamdi Bey tarafından kurulmuş ve Türkiye’nin ilk müzesi olma şerefine nail olmuştur. Geniş ve ilgi uyandırıcı bir eser yelpazesine sahip olan müzenin bina olarak da ilgi çekici bir yanı vardır. Nitekim bu bina, dünya üzerinde müze olarak tasarlanan ve de inşa edilen ilk 10 müzeden biridir. Eski Şark Eserleri Müzesi ve Çinili Köşk Müzesi de Arkeoloji Müzesi’yle beraber aynı idari çatı altında olduğundan, müze yerine ‘müzeleri’ denmektedir. Topkapı Sarayı’na yakın bir mesafede, Gülhane Parkı’nın yanında konumlanmış müzede, Anadolu’nun farklı bölgelerinden getirilmiş Helenistik dönemden, Roma dönemine kadar çeşitli sayıda eseri bir arada görme şansına sahipsiniz. Bu eserlerden en önemlisi mermerden yapılmış olan İskender Lahdi’dir. Bu lahdin Sidon Kralı Abdalonymos’a ait olduğu düşünülmektedir. İskender’in lahit üzerinde ayrıntılı bir tasvirinin bulunması, bu esere adının verilmesindeki en büyük etkendir. Persler ve Yunanlılar arasındaki bir savaşın betimlendiği lahitte, ayrıntılar görenleri hayrete düşürecek kadar muazzamdır. Bir diğer yüzünde ise at ve arabalarla canlandırılan bir av sahnesi yer almaktadır. Mutlaka görülmesi gereken bir diğer lahit Ağlayan Kadınlar’dır. MÖ 350 yıllarında yaşamış olan Sidon Kralı Straton’a ait olduğu düşünülen lahid, İon Tapınağı şeklinde yapılmıştır. Lahdin üzerinde, üstleri yırtık, ayakları çıplak, ağlayan 18 tane kadın figürü yer almaktadır. Yakından incelediğinizde hepsinin yüz ifadelerini net bir şekilde görmeniz mümkündür. Bu kadınların ölen kişinin eşleri ya da haremindeki kadınlar olduğu düşünülmektedir. Helenistik döneme ait olan Marsyas heykeli kollarından ağaca asılan Marsyas’ı tasvir etmektedir. Heykelin detayları önünde dakikalar boyunca durmanızı sağlayacak kadar etkileyicidir. Şair Sappho’ya ait olan Roma dönemi portre örneklerinden Appho Başı, kader, şans ve başarı tanrıçası Tykhe’nin heykeli, Apollon ve havarilerinin tasvir edildiği Miletos Faustina Hamamları heykel grubu, araba yarışçısı Porphyrious’un heykeli müzede görebileceğiniz sayısız eserden sadece birkaçıdır. Daha ilkokul sıralarındayken adını duyduğumuz tarihin ilk barış anlaşması olan ünlü Kadeş Anlaşması’nın metnini içeren tablet, tarihten aklımıza kazınan ünlü Babil Kralı Hammurabi’nin dillere destan kanununun okullarda okutulmak ve mahkemelerde kullanılmak için tabletler üzerinde kopya edilen nüshaları da müzenin değerli eserleri arasındadır. 1889 yılında Bağdat’ın 150 kilometre uzağındaki Sümer kenti Nippur’da bulunan, tarihe dünyanın en eski aşk şiiri olarak kaydedilen tablet de, “Eski Şark Eserleri Müzesi Çivi Yazılı Belgeler Arşivi”nde görülebilir. Arkeoloji Müzesi’nin hemen yakınında yer alan Çinili Köşk Müzesi’nde, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait 2000 civarında eseri, Anadolu ve Mezopotamya’nın Yunan öncesi, Mısır ve Arap Yarımadası’nın İslam öncesi çağlarına ait eserler içinse Eski Şark Eserleri Müzesi’ni ziyaret edebilirsiniz. Orpheus Mozaiği M.S.194 tarihli, Roma dönemine ait Orpheus Mozaiği 1998 yılında yasadışı yollarla Amerika’ya kaçırılmıştı. Türkiye’ye ait olduğu ispatlanan eser geçtiğimiz yıl Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın çabaları sonucunda vatanına geri döndü. Urfa’da yapımı devam eden Urfa Müzesi tamamlanıncaya kadar Orpheus Mozaiği, İstanbul’daki Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor. Müzede yer alan eserleri saymakla bitmez. Ama sizin gezmekten yorulacağınız muhakkak. O yüzden gezintiniz bittiğinde, müzenin dillere destan güzellikteki bahçesinde, yine tarihi eserlerin arasında dinlenerek, bir yorgunluk çayı içebilirsiniz. Adres: İstanbul Arkeoloji Müzeleri Alemdar Cad. Osman Hamdi Bey Yokuşu Sk, 34122, Gülhane / Fatih, İSTANBUL Ziyaret saatleri: 09:00 – 17:00