Gösteriş ve Reklam Kültürü - Diyanet İşleri Başkanlığı Müdürlükler

advertisement
Aylık Dergi Aralık 2013 Sayı 276
Gösteriş ve
Reklam Kültürü
Riya:
Manevi Hastalık
Reklam
ve Gösteri(ş)
Toplumu
Prof. Dr.
Hasan Kâmil
Yılmaz ile Mevlana
Üzerine
başyazı
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.
Prof. Dr. Mehmet Görmez
Diyanet İşleri Başkanı
Gösteriş ve Reklam Kültürü
İ
nsanoğlunun, eşyanın hakikatini
anlama serüveni insanlıkla yaşıttır. Hz. Âdem’den beri insanlık
eşyayı göründüğü gibi değil, olduğu
gibi anlama çabası içinde olmuştur.
Başlangıçta bu çaba eşyanın gerçek
isimlerini bilmekle sınırlı görülmüş
olsa da, zamanla konunun başka
boyutları önemsenmiş ve nihayet
gerçek mahiyeti anlamanın imkânı
bile tartışılır olmuştur. Çünkü insanın her zaman bir gözlemci, bir algılayan olarak var olduğu ve kendisini
kendinden soyutlamayacağı iddia
edilmiştir. İnsanın öznelliğini merkeze alan görüş iki yöne evrilmiştir.
Birincisi, öznellik üzerinden bir dünya algısı inşa etmiş, böylelikle peşinen her şeyin ancak görüntüsü ile
muhatap olabileceğimiz kabul edilmiştir. Eşyanın mahiyetine inme çabasından vaz geçilip onun görünme
biçimleri üzerine yoğunlaşılmıştır.
Gerçi hiçbir zaman mahiyeti irdeleyen çabalar eksik olmamıştır. Yine
de çoğunluğun, mahiyetin erişilemez
olduğu fikri üzerinde yoğunlaşmış
olduğu söylenebilir.
İkinci bir yaklaşım ise daha az yaygın olmakla birlikte belki de daha
dikkate değerdir. Buna göre de her
şeyin bir görüntüsü bir de aslı vardır
ve belki de asıl her zaman görüntü
perdesi arkasında saklı kalacaktır. Fakat insan eşyanın aslına ulaşamazsa
bile kendi aslına ulaşabilir konumdadır. Dolayısıyla burada insanın kendi
aslına dönük bir çaba ve sorumluluğundan bahsetmek gerekir ki bu ahlaki bir sorumluluktur. İnsan kendi
görüntüsünün aslıyla özdeşliğini
sağlayabilir. Bu ahlaki sorumluluğu
Hz. Mevlana ünlü özdeyişinde özetlemiştir: “Ya olduğun gibi görün, ya
göründüğün gibi ol.”
İnsanın kendine sadık olması, dünyaya gerçek mahiyet katan bir eylemdir. Her şeyin görüntüde takılıp
kaldığı bir ortamda bizzat insan öz,
asıl, zat olabilmektedir. Dahası konu
bununla da sınırlı kalmamaktadır.
İnsan kendi üretimlerinde de bu
sadakati koruyabilir. Ürettiğiniz eşya,
nesne, fikir, eser aslına sadıksa, yani
olduğu gibi görünüyorsa, siz görüntü
ile asıl arasındaki boşluğu bir kez
aralık 2013 / sayı 276
daha doldurmuş olur ve dünyaya
bir sadakat daha sunmuş olursunuz.
Yani yaptığınız binalar göründüğü
kadar sağlamsa, ürettiğiniz meyveler
göründükleri kadar sağlıklı ve tatlıysa, diktiğiniz gömlekler göründükleri kadar dayanıklıysa, yazdığınız
kitaplar göründükleri kadar sahihse,
işte o zaman siz eşyanın mahiyetine
ulaşmışsınızdır. Zira belki de sandığımızın aksine eşyanın mahiyetine
ulaşmak bir gözlem ve araştırma
değil, bir eylem ve üretim işidir.
Ne yazık ki bugün bu ikinci görüş
fazlaca yaygın değildir. Aksine günümüzde asıl, önemini yitirmekte
ve görüntüye ağırlık verilmektedir.
Bütün bir reklam sektörü eşyayı olduğundan daha farklı, daha iyi, daha
elzem göstermek üzerine kuruludur.
Bir ismin marka olması en az ürettiği ürün kadar, ürettiği reklamla da
ilintilidir. Hatta reklamla, yani görüntüyle çok daha fazla ilgilidir. Vitrinde ve reklam filmlerinde bedenlere olağanüstü şık duran kıyafetler
evinize geldiğinde size aynı şıklığı
sağlamıyor, çünkü o bedenler gerçekte yoktur, onlar sadece görüntüdür.
Fakat sadece reklam sektörüne yüklenmek de doğru bir tavır değildir.
Her şeyden önce dönüp kendi hayatımıza bakalım ve ne kadar olduğumuz gibiyiz bir soralım. Kendimizi
anlatırken aslında ne kadar kendimiaralık 2013 / sayı 276
zi olduğumuzdan farklı gösteriyoruz,
daha doğrusu ne kadar kendimizi
pazarlıyoruz. Görüntümüz içimizi ne
kadar yansıtıyor. İbadetlerimizde ne
kadar kendimiziz ve yaptıklarımıza
ne kadar riya ve gösteriş karışıyor?
Tüm bu soruları şu veya bu şekilde
kendimize sormalıyız. Çoğu kez de
soruyoruz. Ama asıl acı olan bu sorulara bulduğumuz cevaplardır. Zira
çoğu kez yaşadığımız ortamda bizden beklenenin tam da bu gösteriş,
kendini pazarlama, kendini olduğundan daha iyi gösterme, şekle sokup
sunma olduğunu kavrıyoruz.
Üzülerek ifade edelim ki, birçok
yerde görüntümüzün aslımızdan
daha değerli olduğunu anlıyoruz.
İşte o vakit aslımıza değer verenlerin değerini daha iyi kavramalıyız
ve bilmeliyiz ki her zaman aslımıza
bakan Allah var. Nitekim bir hadis-i
şeriflerinde Rasul-i Ekrem Efendimiz
“Allah sizin dış görünüşlerinize ve
mallarınıza bakmaz, bilakis kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim,
Birr, 34.) buyurmaktadır.
Öyleyse önce Allah’a karşı, önce ibadetlerimizde sahih olmaya başlayalım ve sonra aslımıza değer verenlere
karşı dürüst olalım. Nihayet bunu bir
ahlaka dönüştürelim ve olduğumuz
gibi görünelim, sahih ürünler üretelim. Çünkü sorumluluğumuz her şeyi
aslıyla bilen Allah'a karşıdır.
editörden
Dr. Yüksel Salman
Dini Yayınlar Genel Müdürü
İ
nsanların zamanlarını, paralarını ve güçlerini “iyi bir imaj” için nasıl harcadıkları,
daha çok insana ulaşmak ve daha çok
kazanmak için zihinlerini bu uğurda nasıl
yorduklarını hepimiz biliriz. İyi tanınmak,
iyi bilinmek, toplum içinde hatırı sayılır bir
yer edinmek doğal bir hâldir. Ancak olduğundan farklı görünmeye veya göstermeye
çalışmak, böylece bir gerçekliğin üstünü örterek sahte gerçeklikler inşa etmek ne kadar
insani ve ahlakidir?
zemin hazırlayan gösteriş ve reklam kültürünü bu sayımızda değişik boyutlarıyla ele
aldık. Amacımız bu konuda gösterişten ve
abartıdan uzak, gerçeğe uygun ortak bir dilin
oluşmasında yazarlarımız eliyle mütevazı bir
katkı sağlayabilmek.
Rabbimiz insanın ihtiyaç duyduğu her şeyi
bize bir nimet olarak sunmuş ve helal olan
şeylerden yiyip içmemizi ve istifade etmemizi istemiştir. İslam, haram kılınan bazı
şeylere bile zaruret hâlinde ve zaruret miktarınca müsaade etmesine rağmen, bir şeyin
amacı dışında kullanılmasını ve ihtiyaçtan
fazla tüketilmesini ve gösterişi yasaklamıştır. Gösteriş hem tüketimi körüklemekte
hem de pek çok manevi hastalığı besleyerek
insan tabiatını bozmakta ve olumsuz yönde
etkilemektedir. Öte yandan üretilen bir malın tanıtımında dinen bir mahzur görülmezken, abartıya kaçan, hakikati gizleyen veya
olduğundan farklı gösteren her söz ve eylem
yasaklanmaktadır. Kuşkusuz bu davranış
İslami olmadığı gibi insani ve ahlaki de
değildir.
Bu kapsamda ibadetlerde gösteriş konusu
Prof. Dr. Ramazan Muslu’nun “Riya: Manevi
Hastalık” başlıklı yazısıyla yer aldı dergimizde. Dr. Mehmet Ulukütük, “İmaj ile Gösteriş
Arasında Mahremiyetin Metafizik Dönüşümü” başlıklı yazısıyla her şeyin yerini temsillere bıraktığı imaj ve gösterişler dünyasında
en çok zarar görenin mahremiyet olduğunu
akıcı bir üslupla anlattı. Hakan Çopur, araçların amaçlara hükmettiği modern çağda
“Gösteri(ş) Toplumu” yazısıyla reklamı “tüketimin ateşini canlı tutan odun” olarak tanımladı ve “en büyük zenginliğin kanaatkârlık”
olduğu ilkesinden hareketle, Müslümanların
günümüz gösteri ve gösteriş dünyasında pek
de iyi imtihan vermediği tespitini bizimle
paylaştı. Alparslan Durmuş ise “Değerleri
Tüketmemek İçin” başlıklı yazısıyla, sahip
olma iddiasında bulunduğumuz değerlere
gerçekte ne kadar sahip olduğumuz konusunda kendimizi sorgulamamız gerektiğine
dikkat çekti.
Ticari kuruluşların kazançlarının önemli bir
bölümünü reklama ayırdıkları günümüzde,
zengini ölçüsüz biçimde harcamaya, fakiri de
iktisadi ve ruhi açıdan sıkıntıya iten, bazen
de ailede ve toplumda üzücü hadiselere
Diyanet Aylık dergimizin bu yılki son sayısını beğeninize sunarken, sürekli iyiye gitme
gayretiyle 2014 yılının hepimize sağlık,
huzur ve hayırlar getirmesini Yüce Allah’tan
niyaz ediyorum.
aralık 2013 / sayı 276
içindekiler
gündem
276
Aylık Dergi Aralık 2013 Sayı 276
06
Riya: Manevi Hastalık
Prof. Dr. Ramazan Muslu
Gösteriş ve
Reklam Kültürü
Riya:
Manevi Hastalık
Reklam
ve Gösteri(ş)
Toplumu
Diyanet İşleri Başkanlığı Adına Sahibi
ve Genel Yayın Yönetmeni
Dr. Yüksel Salman
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Dr. Faruk Görgülü
Mali İşler ve Dağıtım Sorumlusu
Mustafa Bayraktar (Dön. Ser. İşl. Müd.)
Yayın Koordinatörleri
Mustafa Bektaşoğlu
Dr. Lamia Levent
Mutlu Doğan
diyanetdergi@diyanet.gov.tr
Tashih
Mesut Özünlü
Teknik Servis
Latif Köse
Arşiv
Ali Duran Demircioğlu
Prof. Dr.
Hasan Kâmil
Yılmaz ile Mevlana
Üzerine
Yönetim Merkezi
Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü
Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar
Bulvarı No:147/A 06800
Çankaya/ANKARA
Tel: (0312) 295 73 06
Fax: (0312) 284 72 88
Abone İşleri
Tel : (0312) 295 71 96-97
Fax : (0312) 285 18 54
e-mail: dosim@diyanet.gov.tr
Abone Şartları
Yurt içi yıllık: 33,60 TL
Yurt dışı yıllık: ABD, 30 ABD Doları
AB Ülkeleri, 30 Euro
Avustralya, 50 Avustralya Doları
İsveç ve Danimarka, 250 Kron
İsviçre, 45 Frank
Abone kaydı için, ücretin Döner
Sermaye İşletme Müdürlüğü’nün
T.C. Ziraat Bankası Ankara - Akay
şubesindeki
IBAN: TR84 0001 0007 6005 9943 0850 01
no’lu hesabına yatırılması ve makbuzun
fotokopisi ile abonenin hangi sayıdan
başlayacağını bildirir bir dilekçe,
mektup, yazı, faks veya e-postanın
Diyanet İşleri Başkanlığı Döner Sermaye
İşletme Müdürlüğü Üniversiteler
Mahallesi Dumlupınar Bulvarı No:147/A
06800 Çankaya /ANKARA adresine
gönderilmesi gerekir.
Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın
Diyanet Aylık Dergi (Türkçe)
Temsilcilikler:
Yurt içi: İl Müftülükleri, İlçe Müftülükleri
Yurt dışı: Din Hizmetleri Müşavirlikleri,
Din Hizmetleri Ataşelikleri
www.diyanet.gov.tr
diniyayinlar@diyanet.gov.tr
sureliyayinlar@diyanet.gov.tr
aylikhaber@diyanet.gov.tr
Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve
çıkartmalar yapılabilir. Yazıların bilimsel
sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tasarım: Acar Basım ve Cilt Sanayi ve Ticaret A.Ş.
Baskı: Korza Yayıncılık Basım Sanayi Tic. Ltd. Şti. Ankara - Türkiye
Beysan Sanayi Sitesi Birlik Caddesi No: 26 Acar Binası
Tel: (0.312) 342 22 08 / Faks: (0.312) 341 28 60
Haramidere / Beylikdüzü / İstanbul - Türkiye
www.korzabasim.com.tr
Tel: (0.212) 422 18 34 / Faks: (0.212) 422 18 04
Basım Yeri: Ankara / Basım Tarihi: 20.12.2013
www.acarbasim.com
ISSN - 1300 - 8471
söyleşi
23
Prof. Dr.
Hasan Kâmil Yılmaz ile
Mevlana Üzerine
12
İmaj ile Gösteriş Arasında
Mahremiyetin Metafizik
Dönüşümü
din
düşünce
yorum
16
Allah’ı Unutmanın Adı:
“Dünyevileşme”
Tekfir Meselesine
İrfani Gelenekten
Farklı Bir Bakış
Prof. Dr. Ramazan Altıntaş
Dr. Adil Bor
43
20
33
36
Alpaslan Durmuş
Aile Yaşamında Farklılıklarda
Uzlaşmak ve Ortak Noktalarda
Buluşmak
Yard. Doç. Dr. Mustafa Koç
47
Evlilikler Hizmet Fırsatı
Olmalı
62
Tık Tık… Kimse Yok Mu? Kim O!
64
Osmanlıyı Cihana Duyuran
İmam: Dursun Fakih
50
Na’t Edebiyatımız
53
Halil Bektaş’ın Şiirlerinde
Anlam Arayışı
Kutsal ve İnsan-Mekân İlişkisi
İsmail Özgören
66
Fıkıh Köşesi
71
Seyfü’l-İslam Et-Tıhami
(Mısırlı, Eski Papaz Yardımcısı)
Din İşleri Yüksek Kurulundan
Vedat Ali Tok
Haz: Prof. Dr. Abdülaziz Hatip
Mesut Özünlü
Yard. Doç. Dr. Ahmet Çapku
Dünyevileşme Karşısında
İnsan
Prof. Dr. Ali Köse
56
Suya Nasihat: Ak!
58
Kur’an’ı Kutsarken O’na
Yabancılaşmak
Halime Karabulut
74
Kur'an Kavramları
76
Yaşlılara Karşı Görevlerimiz
79
Kitap Tanıtımı
Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı
40
Tülay Çankaya
Şefika Kaya Meriç
Hakan Çopur
Değerleri Tüketmemek İçin…
68
29
Dr. Mehmet Ulukütük
Reklam ve Gösteri(ş) Toplumu
hikmet
penceresi
Adam Olmak
Dr. İlhami Ayrancı
60
Peygamber’in Yetimleri
Hale Çerçibaşı
Doç. Dr. İsmail Karagöz
Hasan Küçük
Rukiye Aydoğdu
06
gündem / diyanet aylık dergi
gündem
Riya: Manevi Hastalık
Prof. Dr. Ramazan Muslu İzmir İl Müftüsü
Riya, Allah için yapılması gereken amel ve ibadeti,
kullara gösteriş olsun veya onların beğenisini, saygınlığını kazanmak veya onlardan dünyevi bir çıkar
sağlamak amacıyla ve dolayısıyla da inandığından
farklı bir şekilde davranmayı ifade eder.
Günümüzde bedensel hastalıklarımızın tedavisine vermiş
olduğumuz önemi, manevi (kalbî) hastalıklarımızın tedavisine verdiğimizi söylemek oldukça güçtür. Hâlbuki her ikisi de
aynı derecede önemli ve mutlaka tedavi edilmesi gereken hususlardandır. Öyleyse sorun nedir? Ya bu durumun farkında
değiliz ya da farkında olmakla birlikte çaresizlik içerisindeyiz;
yol ve yöntem açısından desteğe ihtiyacımız olduğu hâlde bu
desteği bulamıyoruz, demektir.
aralık 2013 / sayı 276
gündem / diyanet aylık dergi
Sözlükte “görmek” anlamındaki “re’y”
kökünden bir ahlak terimi olan “riya”,
“ihlas” ve “sıdk” kavramlarının zıddıdır.
Yani riyanın bulunduğu kalpte ihlas ve
sıdk, bu ikisinin bulunduğu yerde de
riya olmaz demektir. Riya, Allah için yapılması gereken amel ve ibadeti, kullara
gösteriş olsun veya onların beğenisini,
saygınlığını kazanmak veya onlardan
dünyevi bir çıkar sağlamak amacıyla ve
dolayısıyla da inandığından farklı bir
şekilde davranmayı ifade eder.
Riya, kaynaklarımızda Allah’tan başkasının hoşnutluğunu kazanma düşüncesiyle amelde ihlası terk etme;
Allah’a itaat eder görünerek kulların
takdirini kazanmayı isteme; ibadeti
Allah’tan başkası için yapma, ibadetleri
kullanarak dünyevi çıkar peşinde olma;
Allah’ın emrini yerine getirmek maksadıyla değil, insanlara gösteriş olsun
diye iyilik yapma; insanların görmesi ve
takdir etmesi için ibadeti açıktan yapma
vb. şekillerde tanımlanmıştır. (Cürcani, etTa’rifat, Riya mad.; Gazali, İhya, III, 297; Çağrıcı,
“Riya”, 137.) Bu ifadeler, bize, riya kavramının kapsamını ve hemen hemen tüm
boyutlarını verir niteliktedir.
Kur’an-ı Kerim’de ‘riya’ kavramının beş
ayette geçtiğini görüyoruz: İlk iki ayette
ibadet niyeti taşımadan, Allah rızasını gözetmeden, sadece gösteriş olsun
diye “sadaka verenler” (Bakara, 2/264; Nisa,
4/38.), üçüncü ayette gösteriş ve şöhret
için “savaşa katılanlar” (Enfal, 8/47), diğer
ikisinde de gösteriş için “namaz kılanlar”
(Nisa, 4/142; Maun, 107/6.) zikredilerek kınanmışlardır. Öte yandan içerisine riya
karışan ibadet ve amelin özü kaybolduğu
için kuru bir davranıştan ibaret oluşu
ve imanın kalbe tam olarak yerleşmediğinin bir işareti oluşu, Kur’an’da şöyle
ifade edilir: “Ey iman edenler! Allah'a ve
ahiret gününe inanmadığı hâlde insanlara gösteriş olsun diye malını harcayan
kimse gibi, sadakalarınızı başa kakmak
ve gönül kırmak suretiyle boşa çıkarmayın…” (Bakara, 2/264.) Bu nedenledir
ki riya ve riyakârlık Kur’an-ı Kerim’de
münafıklara nispet edilmiş ve müminlerin riyadan uzak durmaları istenmiştir:
“Bunlar, mallarını insanlara gösteriş
için harcayan, Allah'a ve ahiret gününe
de inanmayan kimselerdir…” (Nisa, 4/38.)
Nitekim kalbinde riya duygusu bulunarak namaz kılan bir kimsenin, namazını
yeniden inşa etmesi mümkün değildir.
aralık 2013 / sayı 276
07
08
gündem / diyanet aylık dergi
Kalbinde riya duygusu bulunarak
namaz kılan bir kimsenin, namazını
yeniden inşa etmesi mümkün
değildir. Çünkü hastalık neredeyse
tedaviye oradan başlamak gerekir.
Önce kalpteki riya hastalığı, tövbe
ve ihlas disipliniyle tashih edilmeli,
ondan sonra mutmain bir kalp ile
divan-ı ilahîye durulmalıdır ki ibadet
ve namazdan umulan sonuç elde
edilebilsin.
Çünkü hastalık neredeyse tedaviye oradan başlamak gerekir. Önce kalpteki riya
hastalığı, tövbe ve ihlas disipliniyle tashih
edilmeli, ondan sonra mutmain bir kalp
ile divan-ı ilahîye durulmalıdır ki ibadet ve
namazdan umulan sonuç elde edilebilsin
(Dinle Neyden, s. 54.), yani insanı kötülüklerden alıkoyabilsin.
Riya kavramı Peygamber Efendimiz
(s.a.s.)’in hadislerinde de geçer. Burada bir
kutsi hadisi hatırlatmakta yarar görüyoruz.
Cenab-ı Hakk’ın “İşlediği bir amelde benden
başkasını bana ortak koşan kişiyi de onun
şirkini de reddederim.” (Müslim, Zühd, 46;
İbn Mace, Zühd, 21.) buyurması ve yine Efendimiz (s.a.s.)’in ashabına kendileri için en
fazla korktuğu şeyin “küçük şirk” olduğunu
söylemesi; ashabın da “Ey Allah’ın Rasulü,
küçük şirk nedir?” diye sorması üzerine
“riyadır” şeklinde cevap vermesi, riyanın
tedavi edilmesi gereken ne kadar mühim
bir hastalık olduğunu ortaya koymaktadır.
aralık 2013 / sayı 276
Hadisin devamında Yüce Allah’ın kıyamet gününde kullara amellerin karşılığını
verdiği zaman, onlara, “Dünyada kendilerine riyakârlık yaptıklarınızın yanına gidin!
Bakın acaba onların yanında bir mükâfat ya
da hayır görebilir misiniz?” diyeceği ifade
edilmektedir. Peygamber Efendimiz başka
bir hadis-i şeriflerinde de, “Ümmetim için
gizli şirk ve şehvetten kaygı duyuyorum.”
buyurmuş; “Sizden sonra da şirk olacak
mı?” sorusuna da, “Evet, fakat güneşe, aya,
taşa ve puta tapmak şeklinde olmayacak,
insanlar ibadetlerini riya için yapacaklar.”
cevabını vermiştir. (Müsned, IV, 124.)
Günümüz İslam toplumlarında ne yazık
ki konu ile ilgili ayet ve hadislerde ifade edilen hususların tezahürlerine sıkça
rastlanmaktadır. Yapılan ibadetlerin ihlas
ile yapılması ne kadar önemliyse, yapılan
iyiliklerin minnetsiz, hayır ve hasenatın
hiçbir karşılık beklemeden yapılması da o
kadar önemlidir. Zira tevhit dinine mensup
insanların kendilerini bir şekilde gizli şirkten veya nifaktan korumaları gerekir.
İnsanı riyakârlığa sevk eden sebeplerin başında “ucb” yani kendini beğenme duygusu
gelir. Kötülenmekten korkma, şan, şöhret
ve birtakım menfaatlere ulaşma isteği de
insanı riyakâr olmaya iten sebeplerdendir.
Mevlana Mesnevi’sinde menfaat karşılığı
ve gösteriş için ibadet edenleri şöyle tavsif
eder: Nice kişiler vardır ki, ibadetlerini menfaat karşılığı yaparlar da sapıtırlar, ibadetleri ile sevap kazanmaya ve dolayısıyla cenneti elde etmeye çalışırlar. Böylece onların
ibadet diye yaptıkları işler, birer gizli günah
olmaktadır. Çünkü Hak'tan gayrıyı hedef
tutan ibadet suçtur. Gösteriş için, kılınan
namaz, dıştan temiz, saf görünürse de içi
gizli şirkle bulanmaktadır. (II, 3384-85.)
Başkaları tarafından takdir edilme ve beğenilme, nefse hoş gelen bir durumdur. Kişi
gündem / diyanet aylık dergi
bu duyguyu kontrol edemezse davranışlarını bu arzu doğrultusunda gerçekleştirmeye
çalışır, zamanla insanların yanında başka
türlü, yalnızken başka türlü davranmaya
başlar ve ikiyüzlü bir kişiliğe bürünür.
Hâlbuki insanları bu şekilde aldattığını
düşünen riyakârın bu sahte tavrı, ahirette ortaya çıkacaktır. Nitekim Peygamber
Efendimiz (s.a.s.) “…Kim, görsünler (riya) ve
duysunlar (süm’a) diye bir kişiyi yüceltirse
Allah da kıyamet günü onun gösteriş ve
insanlara duyurma niyetini ortaya çıkarır.”
(Ebu Davud, Edeb, 35; Darimî, Rikâk, 35.) buyurmuştur. Dolayısıyla kişinin riya duygusundan kurtulabilmesi için Allah’a yerde ve
gökte hiçbir şeyin gizli kalmadığını (Âl-i
İmran, 3/5.), O’nun, kulların bütün yaptıklarını gördüğünü (Alak, 96/14.) ve hangi niyetle
yaptıklarını bildiğini (Hud, 11/5.) hatırdan
çıkarmaması önemlidir. Peygamber Efendimiz bu hakikati şöyle dile getirir: “Allah
sizin dış görünüşlerinize ve mallarınıza
bakmaz, bilakis kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr, 34.) “Ameller ancak niyetlere göre değer
kazanır. Herkes niyet ettiği
şeyin karşılığını alacaktır.”
(Ebu Davud, Talak, 10-11.) hadisi de niyetin güzel amellere ibadet değeri kattığını
ifade eder. Öte yandan
Efendimiz (s.a.s.) “İhsan,
Allah’ı görüyormuş gibi
ibadet etmektir.
Sen O’nu
görmesen
de O seni
görmek-
tedir.” (Tirmizi, İman, 4.) buyurarak kulun da
Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmesinin
önemini vurgular.
Gerçek mümin, Allah’a gönülden bağlanır. Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in
ifadesiyle din samimiyettir. (Müslim, İman,
95.) Bu nedenle samimi mümin, dinin inanç,
ibadet ve ahlak boyutlarını özümsemiş,
bunları içselleştirmiş, gündelik hayatına
yansıtmış ve ahlaki açıdan olgunlaşmış
insan demektir. Bir gün Efendimiz (s.a.s.)’e
gelen bir bedevi, “Bir adam var, ganimet elde
etmek için savaşıyor, bir adam da kahramanlığı duyulsun diye, diğeri de görülsün diye
savaşıyor. Bunlardan hangisi Allah yolundadır?” diye sordu. Allah Rasulü de ona, “Kim
Allah’ı (tevhidi) yüceltmek için savaşırsa işte
o, Allah yolundadır.” (Buhari, Farzu’l-humus, 10.)
buyurdu. Burada asıl olan, insanın dışa yansıyan tutum ve davranışları değil, bunların
kaynağında yer alan iyi niyet ve samimiyettir. Nitekim Allah Teala, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in şahsında bütün müminlerden dosdoğru olmalarını
istemektedir. (Hud, 11/112.)
İslam’ın müminlerden istediği,
riyakârlık
olarak
aralık 2013 / sayı 276
09
10
gündem / diyanet aylık dergi
Amellerde esas olan gizliliktir.
Çünkü gizlilik ihlaslı olmayı ve
riyadan kurtulmayı sağlar. Nitekim
Efendimiz (s.a.s.) sadakasını gizli
veren kişinin Allah Teala’nın en
sevdiği üç kişiden biri olduğunu
buyurmuş ve yalnız başına
kaldığında Allah’ı zikredip gözyaşı
döken kişiyi de Allah Teala’nın
ahirette kendi himayesine alacağı
yedi kişi arasında saymıştır.
tanımlanan ve münafıkların özelliklerinden olan gösteriş merakını hayatlarının
dışına itmeleridir. Bu nedenle insan, ibadetlerine ve amellerine riya bulaşmaması
için dua etmeyi de ihmal etmemelidir.
Nitekim Efendimiz (s.a.s.)’in de bu amaçla
dua ettiğini biliyoruz. Enes b. Malik’in naklettiğine göre, bineğinin üzerinde (mütevazı
bir şekilde) hacceden Efendimiz (s.a.s.) şöyle
dua etmişti: “Allah’ım riyasız ve gösterişsiz
bir hac eyle.” (İbn Mace, Menasik, 4.) Efendimiz
(s.a.s.)’in ibadetlerin eda edilişinde gizliliği
tavsiye ve teşvik etmesi, ibadetlere riya
karışmasını önlemek açısından önemlidir.
(Buhari, Ezan, 36.)
Kaynaklarda dünyevi konulardaki
riyakârlıklara yer yer değinilse de (Mesela
bk. Muhasibi, er-Riaye, s. 183-184; Gazzali, İhya, III,
297-299.) daha çok yukarıda da ifade edildiği
gibi “ihlas” ve “sıdk” kavramlarının karşıtı
olan riya üzerinde durulmuştur. Zira ayet
ve hadislerde bildirilen manevi tehlikeleri
aralık 2013 / sayı 276
dolayısıyla ahlak ve tasavvuf kitaplarında
riya konusuna özel bir önem verildiğini
görüyoruz.
Riya konusunu sistemli bir şekilde ele alan
Haris el-Muhasibi, er-Riaye adlı eserinde
konuya geniş bir bölüm ayırmıştır. (s. 153306.) Ona göre riyanın ağır ve hafif dereceleri vardır. Ağır olanı, kulun Allah için
yapılması gereken ameli insanlara gösteriş
için yapması; hafif olanı ise sırf Allah için
yapılması gereken ibadeti hem Allah’ın
hem de kulların hoşnutluğunu kazanmak
için ifa etmesidir. (s. 163-167.) O, riya duygusunun dışa yansımasının beden, dış görünüş,
söz, amel ve sosyal çevreyle ilişkilere dindarlık süsü verme gibi beş şekli olduğunu
söyler. Mesela, bir kimsenin ahiret endişesi
taşıdığını göstermek için yüzüne kederli
bir görüntü vermesi; oruçlu olduğu bilinsin
diye sesi kısılmış, gözlerinin feri sönmüş
bir hâl takınması; âbitler ve zahitler gibi
saçı başı dağınık görünmesi; konuşmalarında hikmet sahibi, âlim ve zikir ehli bir
kimse olduğu izlenimi uyandırmaya çalışması; oruç ve hac gibi ibadetlerinde titiz bir
dindar görüntüsü sergilemesi; ilim ve din
ehlinden olduğunu, ilimde ve dinde yüksek
bir mertebede bulunduğunu hissettirmek
amacıyla âlimler ve âbitlerle düşüp kalkması gibi hususlar riyanın dışa yansıma
örnekleri arasında zikredilebilir.
Gazali ise insanlardaki mevki tutkusunu
ele alıp inceledikten sonra bu tutkunun bir
neticesi olarak gördüğü riyanın, amellerin
kabul edilmesine etkisi bakımından farklı
derecelerini sıralamıştır. O, gösteriş kastı
arttıkça riyanın zararının artacağını, Allah
rızası, ibadet niyeti ve sevap beklentisi
arttıkça da riyanın zararının azalacağını
ifade etmiştir. En tehlikeli riyayı ise kalpte
yalnız Allah’a gösterilmesi gereken tazimi
Allah’tan başkasına gösteren kişinin riyası
gündem / diyanet aylık dergi
olarak belirtmiştir. Zira ona göre böyle bir
kişi Allah’a itaat ediyor gibi görünse de
gerçekte başkasına itaat etmektedir. Riyanın bundan dolayı gizli şirk olarak kabul
edildiğini söylemiştir. (İhya, III, s. 274-335.)
Amellerde esas olan gizliliktir. Çünkü gizlilik ihlaslı olmayı ve riyadan kurtulmayı
sağlar. Nitekim Efendimiz (s.a.s.) sadakasını
gizli veren kişinin Allah Teala’nın en sevdiği
üç kişiden biri olduğunu buyurmuş (Tirmizi,
Sıfatü’l-cenne, 25.) ve yalnız başına kaldığında Allah’ı zikredip gözyaşı döken kişiyi de
Allah Teala’nın ahirette kendi himayesine
alacağı yedi kişi arasında saymıştır. (Tirmizi,
Zühd, 53.) Ancak amelleri açıktan yapmanın
sakıncasının bulunmadığı, hatta faydalı
olduğu durumlar da vardır. Nitekim Kur’an-ı
Kerim’de “Sadakaları aşikâre olarak verirseniz bu ne güzel! Eğer yoksullara gizlice
verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara, 2/271.) buyurulmuştur. Hac, cihat ve cuma
namazı gibi gizlenmesi mümkün olmayan
ameller de vardır. Namaz, oruç ve sadaka
gibi gizlice yapılabilen amellerin insanlara
örnek olup onları da hayırlı faaliyetlere teşvik etmek amacıyla açıktan yapılabilir. Nitekim bir adam, “Ey Allah’ın Rasulü! Bir kimse
bir amel işler ve onu kimse görmesin diye
gizli tutar, fakat sonradan onu başkalarından
öğrenince hoşlanır. (Bu kimsenin durumu
nedir?)” diye sorunca Rasulüllah ona şöyle
cevap verir: “O kimseye iki mükâfat vardır:
Biri, (amelini gizlediği için) gizlilik sevabı,
diğeri de (başkalarının onu örnek almasına sebep olacağı için) işlediği amelin açığa
çıkmasının sevabı.” (Tirmizi, Zühd, 49.) Öte yandan amel açıktan yapılabilirse de gösteriş
tehlikesinden kaygı duyulduğu durumlarda
gizliliğin daha faziletli olduğunda ittifak
edilmiştir. Sufiler, ayrıca amellerden önce,
amel esnasında ve amellerden sonra riya
duygusuna kapılmanın ibadetlerin kabul
En tehlikeli riyayı ise kalpte yalnız
Allah’a gösterilmesi gereken tazimi
Allah’tan başkasına gösteren kişinin
riyası olarak belirtmiştir. Zira ona
göre böyle bir kişi Allah’a itaat ediyor
gibi görünse de gerçekte başkasına
itaat etmektedir. Riyanın bundan
dolayı gizli şirk olarak kabul edildiğini
söylemiştir.
edilip edilmemesini ne ölçüde etkileyeceği
konusu üzerinde de durmuşlardır. (Muhasibi,
er-Riaye, s. 208-213; Gazzali, İhya, III, 307-318.)
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, Müslümanlar olarak bizler ilim, amel ve ihlas
bütünlüğünü hayatımızın her safhasında
her iş ve ibadetimizde gözetmek durumundayız. Buna her zamankinden daha fazla
ihtiyacımız var. İlimsiz amel ne ise ihlassız
amel de odur. Riyadan korunmanın en
kestirme yolu, -kanaatimizce- yaptığımız
amel ve ibadetleri sadece Allah rızası için
yapmaya çalışmak ve başkaca bir amaç gütmemektir. Aksi hâlde ihlas yerine riya ile
amel ve ibadet edenler, Kur’an ve sünnetin
ifadesiyle, çeşitli vesilelerle tenkit edilmiş
ve hatta azaba duçar olacakları bildirilmiştir. Şehitlik, namaz, oruç, sadaka vb.
hususlarda olduğu gibi ayet ve hadislerdeki
uyarılar, niyet, ihlas, sıdk ve samimiyetin
önemine güçlü bir şekilde dikkat çeken
hususlardır. Birey olarak gösterişi ne ölçüde
terk edebilirsek o ölçüde samimi, dürüst,
ihlaslı ve şirkten uzak bir toplum olabileceğimiz izahtan varestedir.
aralık 2013 / sayı 276
11
12
gündem / diyanet aylık dergi
İmaj ile Gösteriş Arasında
Mahremiyetin Metafizik
Dönüşümü
Gösteriş yani görünür olma arzusu ve hevesinin ayyuka çıktığı bir ruh hâlinin
bugün hakka ve hakikate yönelik en büyük tehdit olduğu aşikârdır. Gösteriş
bir kez bir karakter, dahası ethos hâline gelince madde ile suret, suret ile
tasavvur birbirine karışır.
Dr. Mehmet Ulukütük İnönü Üniv. İlahiyat Fak.
Niceliğin egemenliği altında gerçeklerle
boğuşan insanların imaj perdesinin gölgesi
altında görmeye ve gösterilmeye muhtaç
hâlde yaşadıkları günümüz dünyası modernliğin ve özgürlüğün patladığı, tüm temsil
ve karşı temsillerin göklere çıkarıldığı bir
dünyadır. Bu dünyanın insanları içinde
yaşadığı hayatın ‘niçin’ini bilmeden zahirdeki esbabın /nedenselliklerin esareti altında,
‘hayat’ını unutmuş yaşamının biyolojik
sürekliliğine mahkûm olmuştur. Bu insanların oluşturduğu sözde toplumlar gösterilerin
uçsuz bucaksız evreninde dolaysız yaşanmış
her şey gibi yerini bir temsile bırakmıştır.
Temsiller ise gündelik hayatın tüketim
mekanizması içinde her an tüketilmek için
yeniden üretilen bir endüstri hâlini almaktadır. Bu durum kaotik bir dünya tasavvuru
aralık 2013 / sayı 276
doğurmuştur. Bu kaotik dünya, hakikatin ve
hakkın değil imajların gölgesi altında görmenin ve gösterilmenin şehvetiyle oluşan
gösterişler dünyasıdır.
Gösteriş yani görünür olma arzusu ve
hevesinin ayyuka çıktığı bir ruh hâlinin
bugün hakka ve hakikate yönelik en büyük
tehdit olduğu aşikârdır. Gösteriş bir kez bir
karakter, dahası ethos hâline gelince madde
ile suret, suret ile tasavvur birbirine karışır.
Müslüman düşünürlerin ve özellikle klasik
Osmanlı ulemasının ısrarla vurguladığı varlık mertebeleri arasındaki ontolojik hiyerarşi
gösteriş dünyasında yok olup gider. Zira
varlık mertebeleri arasında gözetilen hiyerarşi temelde dış dünyadaki varlık, zihnî varlık,
kitabi varlık ve lisani varlık arasındaki has-
gündem / diyanet aylık dergi
sas dengeye dayalıdır. Ancak gösteriş kültürü, zihnî varlığın ürettiği imaj perdesinin
hakikatin üstünün örtülmesine/kapanmasına neden olur. Hakikatin ve hakkın tevhidi/
birliği yerini imajların tekâsürüne/çokluğuna bırakır. Postmodern dünyanın hakikat
oyunları arasında yapmaya çalıştığı siyasal
ortam, neticede insanları hakikat ekonomisiyle baş başa bırakır. Artık hakikatin haklığı
ve haklılığı yerini zihin dünyasının ürettiği
vehimlerle malul sözde hakikatler arasındaki fayda/menfaat ilişkisine bırakır.
Hakikatin haklığının ve haklılığının imajlar perdesinin ürettiği gösteriş kültüründe
bir anlamının ve iddiasının kalmayacağı
malumdur. Gösterişin ve imajın, hakikatin
kendi mahreminde de bir deprem yarattığı
ise çoğu zaman göz ardı edilen bir husus
olmuştur. İmajlar hakikat hâline gelince
hakikat imajlardan bir imaja dönüşmüş, gösterişler dünyasına kurban edilmiştir. Gösteriş ise en çok mahrem olana zarar verir. Zira
mahrem bir kutsalı olanların kendilerine
haram saydıkları bir alana delalet eder. İlahî
buyruklarla çizilen sınırların ihlal edilmemesi, ihtiram, muhterem ve hürmet dengesinin
yitirilmemesi demektir. Mahrem ve mahremiyet, insanların imanlarıyla keşfettikleri
ama asla ifşa ve iğfal etmemeleri gereken
bir duruma göndermede bulunur. Tam da
bu bağlamda Cenab-ı Hakk'ın azametinin ve
kudretinin imanla keşfedilmesi ama bunun
keyfiyetinin ifşasından içtinap edilmesi keşf
ve ifşa dengesinin en güzel ifadesi olarak
okunabilir.
Peki, mahremiyet salt bir yasaklamaya ve
kısıtlamaya mı çağırır özgür insanı? Bilakis hakikatin mahremiyet olarak tezahürü
kısıtlanmış bir özgürlük durumuna değil,
özgürlüğün ahlakla tekâmülüne göndermede bulunur. Özellikle rasyonel bilinçlerin
sınır tanımaz metafizik ifşalarının karşısına
özgürlüğün mahremiyetine yönelik keşfedilmeyi bekleyen ahlaki hakikatler çıkarır.
Ancak günümüz dünyasının sınır tanımaz
aralık 2013 / sayı 276
13
14
gündem / diyanet aylık dergi
saf rasyonel bilinçlerin ilk tahribatı mahremiyetin metafiziği alanında başlamakta,
aklın mahremiyetini kaybetmesiyle sonuçlanmaktadır.
Peki, acaba aklın mahremiyetinden söz
etmek ne anlama gelir? Daha doğrusu aklın
girmesinin mahrem olduğu alanlardan söz
edebilir miyiz? Mahrem kavramı etrafında
bu kadar çok konuşulurken, modern dönemlerde mahremiyetten özellikle bireysel insan
yaşamındaki gizlilik ve sırlar bağlamında
söz edilirken aklın kendisine mahrem olduğu alanlardan bahsetmek ne anlama gelir?
Özellikle Aydınlanma ile birlikte epistemoloji merkezli bir felsefe ve bilim anlayışı
neşvünema bulurken, epistemolojide başat
rolün akla verilmesi ne anlama geliyordu?
Bu, aklın düstursuz ve fütursuzca her alana
gireceği ve orada tek söz söyleyeceği anlamına mı geliyordu? Aklın da kendisine mahrem bir alanından söz etmek aklı işlevsiz ve
anlamsızlaştırmak anlamına gelir mi? Aklın
her alanda ve her düzlemde hâkim olduğunu iddia etmek, sorgulanamaz ve hesap
aralık 2013 / sayı 276
verilemez bir varlık olduğunu iddia etmek
akılcılığın vazgeçilmez bir amentüsü müdür? Böyle bir amentüye sahip olanlar aklın
ahlaki iradesini hiçe sayarak onu iradesiz ve
ahlaksız bir niteliğe dönüştürdüklerinin ne
kadar farkındalar acaba? Zira mümkün varlık
düzleminde yer almak, irade sahiplerine yaratılışları gereği ahlaki bir varoluş imkânını
aramalarını zorunlu kılmaktadır. Mümkün
varlık olmak, yaşamla ilgili ahlaki kriterleri
kendisinin koymasının mümkün olmaması
anlamına gelir ki tam da bundan dolayı
ahlaki bir varlık olma imkânı da elde eder.
İnsanın ahlakiliğinden söz edilebileceği yerde insanî olan ve insana ait olan şeylerin de
ahlakiliğinden söz etmenin yine ahlaki bir
gereklilik olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Bir insanın nasıl kendine ait mahremi varsa
insan aklının ve onun tezahür ettiği dilinin
de kendi ahlaki iradeleri gereği bir mahreminin, girmemesi gereken varlık alanlarının
olduğunu düşünmek durumundayız.
Günümüz dünyasında mahremiyetin metafizik dönüşümü tam da aklın kendi mah-
gündem / diyanet aylık dergi
remini unutmasıyla başlamaktadır. Mahremiyetini kaybetmiş gösterişler dünyası her
şeyi görmeye, göstermeye ve gösterilenler
üzerinden gösterişler üretmeye çalışmaktadır. Gösterişler dünyası aklı da tahakkümü
altına almaya çalışmakta, bir bakıma her
şeyi akılla görmeye ve göstermeye çalışmaktadır. Kur’an bir mahremiyet ölçüsü altında
gayba imanı, kâinatı anlamayı, eşyanın hakikati üzerinde akletmeyi, Yaradan’ı tefekkür
etmeyi salık verir. Geçmişte Gazali’nin Meşşai filozoflara yönelik metafizik eleştirisinin,
modern dönemlerde özellikle Heidegger’in
kabul gören modern batı felsefesinin başat
figürlerinden olan Descartes’in cogito ergo
sum (düşünüyorum o halde varım) ifadesiyle
hakikatin tek ölçüsü olarak insan aklını gösteren tutumuna da en ciddi eleştiri olarak
okunabilir.
‘rasyonel bilince’ yönelik eleştirilerin altında
mahremiyet ölçüsünün toz duman olduğu ortamda aklın kendi ahlaki sınırlarına
çekilmeye yönelik kaygılarının yer aldığını
söylemek mümkündür. Mevlana da Mesnevi’sinde mahremiyetini kaybetmiş, ilahî olan
karşısında sorumluluklarını unutmuş, her
şeyi bileceğini, açıklayabileceğini zanneden, kibrine yenik düşmüş akla karşı irfan
diliyle tenkitlerde bulunur. Bu yaklaşım
aynı zamanda, bugün en fazla okunan ve
vardır. Her türden mahrem alanın tahribata
uğradığı zamanımızda, mahremiyetin özel,
kişisel yaşamlardaki sınırsız ifşalarından
çok önce metafizik düzlemde başladığı, imaj
ve gösterişlerin fütursuz akılla inanç dünyasını metafizik bir yıkıma uğrattığı hususu
artık fark edilmelidir. İnsanın diğer canlılar
arasında akılla tefrik edilebilmesi onun
mahreminin de evvel emirde akılda tezahür ve tecessüm etmesi gerektiğini ortaya
koymaktadır.
Artık şu hakikati teslim etmek gerekir ki;
eşya ve hadiselerin hakikatlerinin peşine
düşmüş, mahremiyetlerinin ahlaki hudutlarının bilincinde olan hikmet yolcusu ile eşya
ve hadiselerin zahirine aldanmış, hakikati
görünür olana kurban etmiş gösterişler dünyasının tüketici öznesi arasında azim bir fark
aralık 2013 / sayı 276
15
16
gündem / diyanet aylık dergi
Reklam ve Gösteri(ş) Toplumu
Her insan, az ya da çok gösterişe meyilli olabilir; bu, insanın doğası, fıtratıyla
ilgili bir özelliktir. Burada önemli olan ölçülü olmaktır; insanın sahip olduğu
bir şeyi fıtrî olarak “göstermesi” makul iken bunu abartması, aşırıya kaçıp
herkesin gözüne sokması bir “edep sorunu” hâline gelebilir.
Hakan Çopur Araştırmacı
İçinde bulunduğumuz teknoloji çağı, insanoğlunun tüm hücrelerine nüfuz edecek düzeyde hayatımızı kuşatmış durumda. Özellikle iletişim teknolojileri, hayatımızın her
alanında ve anında bize eşlik ediyor; daha
da önemlisi bizi etkiliyor ve biçimlendiriyor.
Kullandığımız iletişim “araçları”, amaçlarımızın çoğunun anlam ve değerini yeniden tanımlıyor. Doğası gereği bir kaynaktan çıkan
mesajı hedefe ulaştırmak üzere kurgulanmış
“iletişim araçları”, bizatihi kendi nitelikleri
sebebiyle insan eylem ve amaçlarını doğrudan ya da dolaylı olarak etkiliyor. Bu etkiye
basit bir örnek olarak, kullandığımız akıllı
cep telefonlarının hayatımızda nasıl bir yer
tuttuğuna bakmak yeterli olacaktır. Kısaca
belirtmek gerekirse, araçların amaçlarımıza
hükmettiği bir modern çağda yaşıyoruz.
Her insan, az ya da çok gösterişe meyilli
olabilir; bu, insanın doğası, fıtratıyla ilgili bir
özelliktir. Burada önemli olan ölçülü olmakaralık 2013 / sayı 276
tır; insanın sahip olduğu bir şeyi fıtrî olarak
“göstermesi” makul iken bunu abartması,
aşırıya kaçıp herkesin gözüne sokması bir
“edep sorunu” hâline gelebilir. İşte içinde
yaşadığımız haz ve hız çağı, televizyonuyla
internetiyle bize sürekli daha çok tüketmeyi, yeni şeyler almayı, daha iyisine sahip
olmayı, hasılıkelam “homo economicus”
olmayı öğütlüyor. Reklamlar, belki de bu
öğütlerin en genel adı. Nasıl ki internetsiz,
sosyal medyasız ve televizyonsuz dakikamız
geçmiyorsa reklamlara maruz kalmadığımız
anlarımız da parmakla sayılı. Bu durumu
modern çağın iletişim hastalıklarından biri
olarak nitelendirmek mümkün. Bu hastalık,
insanları reklamlar üzerinden daha çok tüketmeye götürüyor; daha çok tüketen insan
satın aldığı şeyler üzerinden diğer insanlar
üzerinde bir etki meydana getirme yarışına
giriyor ve sonrası adı konulmamış bir gösteriş toplumu…
gündem / diyanet aylık dergi
Tüketim-reklam ilişkisi
Tüm dünyada reklamcılık sektörü, milyarlarca dolarlık devasa alanı kaplayan bir pazarlama alanı. Bu alanda insana dair hemen her
şeyi pazarlamanın bir yolu bulunuyor. Üreticiler, ürünlerini daha çok insana ulaştırmak
için reklamcılara ihtiyaç duyuyor. Reklamcılar bir ürünü alıp ona bir fikir giydirip yüzlerce yöntemle hedef kitleye ulaştırıyor. Bu
fikirler sadece gözümüze, kulağımıza değil,
aynı zamanda bilinçaltımıza hitap ediyor.
Tüketim ile mutluluk arasında ters orantı
olduğunu düşünmüşümdür hep; insan daha
fazla tükettikçe daha az mutlu olan bir varlıktır. Reklamlar bize bunun aksini öğütler:
Tüketin, tükettikçe daha mutlu olacaksınız!
Doğası gereği dış etmenlerden etkilenmeye
açık olan insanoğlu, ağır reklam bombardımanı altında farklı derecelerde tüketim çağının mahkûmu olmaya, ihtiyacının ötesinde
tüketmeye ve zamanla gösteriş çağının bir
üyesi hâline geliyor. Kimisi daha az etkile-
niyor bu virüsten, kimisi ise tamamen onun
etkisi altında hayatını sürdürüyor. Belki de
bu olan bitene “gösteri” demek lazım; zira
gösteriş çağının üyesi olan herkes bir “gösteri” yapıyor, bir şov yapıyor farkında olmadan; üzerindeki kıyafetiyle, saatiyle, arabasıyla, yemek yediği lokantasıyla, arkadaşına
aldığı hediyeyle vs. Bunlar belki sihirbazlık
gösterisi değil, ama diğer insanları etkiliyor ve onlarda da tüketim iştahı uyandırıyor. Maalesef bu sarmal sürekli reklam
bombardımanıyla her an destekleniyor ve
gösteriş toplumu ortaya çıkıyor. Bu gösteriş
toplumunda reklamlar, tüketim ateşini canlı
tutan odun görevi görüyor.
Eskiden evlerimizde radyo ve televizyon vardı; bugün ise onlara ek olarak çok önemli ve
etkili bir başka araç var: Bilgisayar. İnternet,
küçücük evinizden sizi dünyanın istediğiniz
herhangi bir köşesine taşıyabiliyor. Geleneksel iletişim araçlarının aksine internet
araçları (akıllı cep telefonları, tabletler ve
aralık 2013 / sayı 276
17
18
gündem / diyanet aylık dergi
Özellikle son dönemin iletişim rengini
belirleyen sosyal medya araçları,
bu ifşa iştahını inanılmaz derecede
yükseltmiş durumda. Sosyal
medya üzerinden mahremiyetini
kaybeden evlerde insanlar, daha
fazla tüketerek diğer insanlara
neyi gösterebileceklerini, neyi
ifşa edebileceklerini düşünür hale
geldiler. Bu toplum, kabul edelim, bir
gösteri ve gösteriş toplumudur.
diğer taşınabilir benzer cihazlar) zaman ve
mekâna bağlı olmaksızın her an ve her yerde sizi dünyaya bağlıyor. Ancak bu durum,
aynı zamanda yepyeni ve sınırsız bir reklam
ve tüketim alanı demek: Artık internetten
alışveriş yapıyor, internetten yemek siparişi
veriyor, internetten arkadaşlarımızı beğeniyoruz; kısacası internet bize ikinci bir yaşam
alanı sunuyor, sanal bir yaşam alanı.
“Homo Economicus” olarak insan
İnsanın ne olarak tanımlandığı tüm meselenin kökü ve başlangıcıdır. Eğer insanı,
“içinde iyiliğin de kötülüğün de aynı anda
olduğu” ama Allah’ın kendisine bahşetmiş
olduğu akıl, vicdan ve ilahi rehberlerle doğruyu bulabilecek bir varlık olarak tanımlıyorsanız karşınıza kâmil insan potansiyeli
olan değerli bir kul çıkar. Ancak insanı,
her zaman kendi çıkarını maksimize eden
rasyonel bir özne olarak tanımlıyorsanız o
zaman karşınıza “insan insanın kurdudur”
ilkesine inanmış bir birey çıkar. Bu iki tanıaralık 2013 / sayı 276
mı, genel olarak İslam’ın ve Batı’nın insana
bakışı şeklinde nitelemek mümkün.
İslam’a göre insan yaratılmışların en şereflisidir, yani eşref-i mahluktur; dolayısıyla
şeytan ve nefis ile olan savaşını kazanabilecek donanımlara sahiptir, ancak imtihan
dünyasının sınavlarından geçmelidir. Bu sınavlardan geçmek için insan bazen elindeki
tek lokmayı bir başkasıyla paylaşabilir ya da
hayrı yakalamak için zahiri anlamda kendi
aleyhine gibi gözüken birçok iş yapabilir. Bu
durum, Batılı insan anlayışına pek de uygun
değildir. Çünkü “homo economicus” her
şeyden önce rasyoneldir; 2’nin 1’den büyük
olduğunu bilir ve her zaman 2’yi tercih eder.
Bu rasyonalite takıntısı, vahşi kapitalizmin
de yumuşak kapitalizmin de kaynaklarından biridir. Rasyonel insan, harcarken de
birikim yaparken de bu dünyaya ait daha
büyük bir şeyler almak için çaba gösterir. Çünkü bu onun zaafıdır ve ilkelerini
zaaflarının peşine takmış herkes gibi o da
kaybetmeye mahkûmdur. Hâlbuki zaaflarını
ilkelerinin peşine takmış olan bir insan, gerektiğinde zaaflarıyla ilkeleri uğruna savaşır.
İnsanın hangi temel parametrelerle tanımlandığı, onun temel/asıl ihtiyaçlarının neler
olduğunu belirlemeyle doğrudan alakalıdır.
Eğer insan homo economicus ise kendi rasyonalitesi onu her zaman daha iyiye sahip
olmaya iteceği için içinden çıkamayacağı
bir tüketim sarmalına düşürecektir. Eğer
insan, kâmil insan olma potansiyeline layık
bir varlık ise o zaman nefis terbiyesi ile
başlayan İslami bir rasyonalite onu dengeli/
makul bir kul yapacaktır. Şimdi şunu düşünün: Her yanımızı saran reklam ve tüketim
bombardımanları, hangi tür insanı daha
fazla etkiler ya da hangi insan etkilenmeye
daha açıktır?
Gösteriş toplumu
Yaşadığımız çağın belki bir diğer adı da
“ifşa çağıdır”: Mahremiyetin kaybolduğu,
gündem / diyanet aylık dergi
herkesin her şeyi ve her şeyini ifşa etme
yarışına girdiği bir çağ. Televizyonun
gelişimi bu çağın habercisi ise internetin
gelişimi bizatihi kendisidir. Özellikle son
dönemin iletişim rengini belirleyen sosyal
medya araçları, bu ifşa iştahını inanılmaz
derecede yükseltmiş durumda. Sosyal
medya üzerinden mahremiyetini kaybeden
evlerde insanlar, daha fazla tüketerek diğer
insanlara neyi gösterebileceklerini, neyi ifşa
edebileceklerini düşünür hale geldiler. Bu
toplum, kabul edelim, bir gösteri ve gösteriş
toplumudur. Burada kastın sadece kendi
toplumumuz olduğu düşünülmesin; tüm
dünyanın farklı evrelerde etkilendiği bir
“küreselleşmeden” bahsediyoruz aslında.
Küreselleşmenin birçok olumlu özelliğinin
yanında bir de kapitalizmi küreselleştiren
böyle bir yanı var.
“En büyük zenginliğin kanaatkârlık” olduğu
ilkesine inanan biz Müslümanlar, bu küreselleşme dalgasında pek de iyi bir imtihan
veremiyoruz. Tüketim iştahımız Batılı birçok
toplumdan az değil. Gerçek ihtiyaç göstergemiz bozulmuş durumda. Neyi ne kadar
tüketmenin makul, ne kadardan sonrasının
israf olduğuna ilişkin bilincimiz zayıflıyor.
Hiç şüphesiz tüm bunlar bizi daha kırılgan
hâle getiriyor; reklam ve tüketim bombardımanlarında daha fazla yara
alıyoruz ve kan kaybediyoruz. Gösteriş toplumu
oldukça hücrelerimiz
zayıflıyor, Müslüman
bilincimiz sendeliyor.
Ama tablonun tamamı
karanlık değil elbette; bizi
biz yapan değerlerimiz,
sendelediğimiz anlarda
yardımımıza koşuyor ve
elimizden tutuyor. Bize
cömertliği, yardımlaşmayı,
sabrı, mahremiyeti, makul
olmayı ve gösterişten uzak
durmayı yeniden hatırlatıyor. Batılı piyasa
ekonomisinin rasyonalitesine karşı İslami
bilincin sağlam iktisadını öğüt veriyor; 2’nin
her zaman 1’den büyük olmadığını anlatıyor. Bu bilinç bizi, üç parçaya böldürdüğü
kurban etinin bir parçasını evine bırakan ve
“Bizim kazancımız budur” diyen bir peygamberin muhteşem rasyonalitesine davet
ediyor.
Bir teknoloji ve internet çağı olan 21. yüzyılın temel özelliklerinden biri de bir tüketim
çağı olmasıdır. Tüketimin temel motivasyonu ise insanın kendi nefsini tatmin etmesi
kadar sahip olduklarını başkalarına da
göstermesidir. Kolunuzdaki saatin amacı
zamanı göstermek değil de başkalarına
markasını göstermek ise burada bir sorun
var demektir. Hiç şüphesiz Müslümanlar da
dünyevi ihtiyaçlarını giderecek, yeri geldiğinde şartların gerektirdiği en iyi ürünleri
kullanacaklardır. Ancak bu doğal tüketim
iştahının önünde mutlaka ilkelerimizin
olması gerekiyor; aksi hâlde o iştah sınırsız
bir şekilde büyüyerek bizi ele geçirecektir.
Dolayısıyla dengeli olmak, bu işin ve bu imtihanın mihenk noktasıdır. Bu denge/ölçü
elimizde olduğu sürece neyi nerede ne ölçüde tüketeceğimize ilişkin sağlam ve
sağlıklı bir bilince sahip oluruz. Bu
dengeyi/ölçümüzü kaybettiğimiz
ölçüde gösteriş çağının iştahlı
birer tüketicisi olmak kaçınılmaz hâle gelebilir.
Buyurun denge
imtihanına…
aralık 2013 / sayı 276
19
20
gündem / diyanet aylık dergi
Değerleri Tüketmemek İçin…
Sahip olduğumuz değerler, var olanları ve olmakta olanları anlamamıza
yaramıyorsa, onları olması gereken çerçevesinde anlamlandırmamızı ve
oldurmamızı sağlamıyorsa ya bu değerlere aslında sahip değilizdir ya da
sahip olduğumuzu düşündüğümüz değerlerin gerçek anlamda bir değeri,
değerin üstlenmesi gereken işlevi üstlenme kabiliyeti (kuvvesi) yok demektir.
Alpaslan Durmuş Eğitim Danışmanlığı ve Araştırmaları Merkezi
Değerler, var olanları ve her dem yeniden
olmakta olanları anlamamıza ve bütün bunları olması gereken çerçevesinde anlamlandırmamıza ve oldurmamıza yarayan ölçüler
toplamıdır.
Bireye verilen anlama ve kavrama araçları
ile boyutlanan, “değer” isimlendirmesiyle bir
başlık altında topladığımız bu ölçüler, bireyin bilinç, duygu ve eylemlerini yönlendirir.
“Rabbiniz size basiretler vermiştir. Artık kim
gözünü açar da görürse kendi yararına, kim
de körlük ederse kendi zararınadır. Ben başınızda bekçi değilim.” (En’am, 6/104.)
Bu ölçüler bedendeki can gibi ferdin fiillerinin varlık bulmasını sağlar. Örneğin fert
neyi verip alacağını “Çalışın! Çünkü amelinizi hem Allah görecek hem Rasulü hem
müminler. Ve hepiniz mutlaka o, görülmeyeni ve görüleni bilenin huzuruna döndüaralık 2013 / sayı 276
rüleceksiniz. O da size bütün yapmakta
olduğunuz şeyleri haber verecektir.” (Tevbe,
9/105.) çerçevesinde bilir ve ona göre eyler
eyleyeceklerini…
Değerler, benzerlerine sahip çıkan özneleri
birbirleriyle buluşturup birbirlerine kenetler.
Ve yine bu ölçüler, karşıtlarına bağlı olanlarla ayrıştırır beridekileri. (Âl-i İmran, 3/64; Nisa,
4/69; Enfal, 8/46, 72; Tevbe, 9/88; Hud, 11/112… vb.)
Bellidir çünkü ölçü: “İnkârcılara ve iki yüzlülere uyma. Onların eziyetlerine aldırma.
Allah'a güvenip dayan, destek olarak Allah
yeter.” (Ahzab, 33/48.)
Bu ölçüler, yeni karşılaşılan ya da su yüzüne
çıkan başka ölçülerin temellerine oturup tezahürlerini belirler. “Ey iman edenler! Allah
için adaleti şahitler olarak yerine getirenlerden olun. Bir topluma olan nefretiniz, sakın
ha sizi doğru davranmaktan alıkoymasın.
gündem / diyanet aylık dergi
Doğru davranın, bu sakınmaya daha uygundur. Allah’a sığının. Allah yaptıklarınızdan
kesinlikle haberdardır.” (Maide, 5/8; Ayrıca bkz.
Bakara, 2/256; Âl-i İmran, 3/69-74; Maide, 5/77; Ankebut, 29/12… vb.)
Değerler, insanların teker teker ya da farklı
vasıflardaki insan öbekleri olarak birbirleriyle her türlü mübadelelerine ve ilişkilerine
etki eder, belirler, yönlendirir.
O hâlde sahip olduğumuz değerler, var
olanları ve olmakta olanları anlamamıza
yaramıyorsa, onları olması gereken çerçevesinde anlamlandırmamızı ve oldurmamızı
sağlamıyorsa ya bu değerlere aslında sahip
değilizdir ya da sahip olduğumuzu düşündüğümüz değerlerin gerçek anlamda bir
değeri, değerin üstlenmesi gereken işlevi
üstlenme kabiliyeti (kuvvesi) yok demektir.
Aynı hüküm bilinç, duygu ve eylemlerimiz
değerlerimize göre oluşmuyorsa yine verilebilir. Ve değerlerin vücuda getirmesi beklenen fiillerimiz varlık bulmuyorsa, bizden o
değerlere uygun eylemler sudur etmiyorsa,
o değerlere sahip çıkanlarla bizi buluşturmuyor veya karşıt değerlere sahip çıkanlarla
bizi ayrıştırmıyorsa, başka değerleri ölçüp
biçmemize yaramıyorsa yine aynı hüküm
verilebilir: Sahip olduğumuzu iddia ettiğimiz
değerlere aslında sahip değilizdir veya bu
değerlerin gerçek anlamda bir değeri, işlevi
veya umduğumuz potansiyeli yoktur.
Bu durumda iki başlık altında bir muhasebe
yapılabilir: (I) kendimizi sahip olma iddiasında bulunduğumuz değerlere sahip olup
olmama yönüyle sigaya çekmek ve (II) sahip
olduğumuz değerleri sigaya çekmek.
İnanıyoruz ki değerlerimiz Allah’tan gelen
haktır, hak geldikten sonra batıl da yok
olup gitmeye mahkûmdur. (İsra, 17/77-84.) Bu
sebeple “sahip olduğumuz değerleri sigaya
çekmek” başlıklı muhasebe kalemini kapatıp
bir numaralı “kendimizi sahip olma iddiasında bulunduğumuz değerlere sahip olup
olmama yönüyle sigaya çekmek” kalemine
bakalım.
Her ikisinin de tamamıyla farazi olduğunu
ve hiçbir kişi ya da kurumu zan altında
bırakmadığımızı ve hedef almadığımızı vurgulayarak iki örnek vaka verelim önce:
aralık 2013 / sayı 276
21
22
gündem / diyanet aylık dergi
Örnek 1: SGK mevzuatına göre Zeyd, çalışma
yaşamı boyunca aldığı maaşların ortalaması kadar emekli maaşı alabilecektir. Zeyd
2.000-TL maaş almaktadır, ama işvereni olan
Amr, vergi vb. kanuni yükümlülüklerinden
sıyırabilmek için Zeyd’i 1.000.-TL maaş alıyor
göstermektedir.
Örnek 2: Zeyd hacca gitmeyi çok istemektedir, ancak mali durumu gidiş bedelini karşılamaya yetmemektedir. Zeyd hacca gitmek
üzere bir firmayla anlaşır ve kasap sıfatıyla
(gidince kasap olarak çalışmayacaktır, sureta
kasaptır) daha ucuz bir bedelle hacca gitme
yoluna girer. Ancak bir miktar eksiği kalmıştır, onu da banka kredisiyle çözer. Giderken
de Amr’ın ricası üzerine Amr’ın annesi
Hind’i de muhatap ülke makamlarına “kız
kardeş” olarak beyan eder. Böylece Hind de
vize alıp hacca gider.
Birinci farazî örneğimizdeki Zeyd, emekli
olduğunda alması gerekenden daha az bir
emekli maaşına hak kazanacak olduğundan
dolayı Amr, Zeyd’in hakkını çiğnemektedir.
Hak, hukuk, adalet, insaf, emeğe saygı gibi
değerlere sahip olan biri (örneğimizdeki
adıyla Amr), örnek vakadaki davranış içinde
bulunduğu hâlde zikredilen değerlere sahip
olduğunu iddia edebilir mi?
İkinci farazi örneğimizdeki Zeyd’in “kasaplık”
ve “kız kardeş” beyanı, faizli muamelesi göz
önüne alındığında faiz, yalan gibi toplumsal
günahlardan sakınmak değerine sahip olduğunu söyleyebilir miyiz? Zeyd, örnek vakada
zikredilen günahları işlediği hâlde hakkaniyet,
adalet, dürüstlük, sorumluluk, saygı vb. değerlere sahip olduğu iddiasında bulunabilir mi?
O hâlde her ikisi de tamamıyla farazi olan
ve hiçbir kişi ya da kurumu zan altında bırakmak ve hedef almak amacında olmayan
örnek vakalarımıza benzer durumlar aklımıza geliyorsa değerlere sahip olmadığımızı,
onları ve/veya vücuda getirmeleri gereken
etkilerini tükettiğimizi söyleyebiliriz.
aralık 2013 / sayı 276
İçinde yaşadığı toplumun sahip olduğu
değerleri bilip tanıyan, benimseyip uygulayan bireylerin oluşturacağı toplumlar
sağlıklı toplumlardır. Çünkü sağlıklı bir
toplum kendisini oluşturan fertlerinin
bireysel özelliklerinin ve kimliklerinin
çeşitliliğine rağmen her bir üyesi tarafından paylaşılan ortak değerlere dayanır,
dayanmalıdır. Toplumun hayatiyetini
ve sürekliliğini sağlaması açısından bu
vazgeçilemez bir zorunluluktur. Bu sebeple
güvenilirlik, saygı, sorumluluk, hakkaniyet,
dürüstlük vb. ortak değerler kümesinin,
toplumu oluşturan bireylere aktarılıp müşterek zemine dönüştürülmesi çabası tüm
toplumsal kurumların ve ailenin gündeminin baş unsurudur. Ancak aile ve toplumsal kurumlar gündeminde bu çabanın
olduğunu “Değerlerimize sahip çıkalım.”,
“Değerlerimizi önemseyelim.”, “Değerlerimiz çok önemlidir.”, “Bizim değerlerimiz…”
misali söylemsel düzeyde bir mübadele ve
tedavülle gösteremez. Nitekim günümüzde tam da bu çerçevede birtakım kelam
döndürmelerle sıkça karşılaşılmakta, ne var
ki değerlerimizin kendimizde veya çevremizdeki birçok fertte tezahür ve tecellileri
görülememektedir.
O hâlde İstihlâk edilmiş (tüketilmiş), içi
boşaltılmış, anlam örgüsü çözülüp darmadağın edilmiş, zayıflatılmış vb. değerlerin
dipdiri bir şekilde ihyası için “Ne yapmalı?”
Çok şey… Ama öncelikle söylemekten
eylemeye geçilmeli. Örneğin gerekli
düzeltmelerin (tashih) yapılması, yanlış
içeriklendirmelerin ayrıştırılıp arındırılması (tahliye), iki dünya saadetine vesile
olacak hedeflerinin ve yararlarının anlaşılmasının/görülmesinin sağlanması, tanınıp
benimsenmesi için örnekliklerin sunulması, diriltilen ve yaşayan değerlerin itibarlarının idraklerde ve vicdanlarda makes
bulması… yapılmalı.
Haydi o zaman, vakit kaybetmeden, vira
bismillah!
söyleşi
Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz ile
Mevlana Üzerine
Hz. Mevlana’ya göre insanın ilk hedefi Allah ve Allah’ın rızası olmalıdır.
Sen O’na koşmayı hayatının merkezine alabilirsen, Allah her zaman senin
yardımcındır. Başaramadığın zaman elinden tutup kaldıracak olan O’dur.
Söyleşi: Dr. Lamia Levent - Mehmet Çilek
Sayın Hocam, malumunuz olduğu üzere
aralık ayında Mevlana haftası dolayısıyla
ülkemiz genelinde programlar düzenlenmektedir. Biz de bu vesile ile Mevlana’nın
insan anlayışını ele almayı istedik. Hz.
Mevlana insanı yüce bir varlık olarak
görür. Zira insan yalnızca su ve topraktan
yaratılan; et, kemik ve kandan ibaret bir
varlık değildir. İnsan; Allah’ın emanetini
yüklenmiş, meleklerden daha üstün olan ve
Cenab-ı Hakk’ın tecellisine mazhar olarak
yaratılan ulvi bir varlıktır. Buradan yola
çıkarsak, Mevlana’ya göre insan kimdir?
Aralık ayı malum Mevlana Celaleddin
Rumi Hazretleri’nin Şeb-i Arus dediğimiz Hakk’a vusul mevsimi (17 Aralık).
Mevlana’nın Mesnevi ve diğer eserlerini
incelediğimiz zaman gördüğümüz odur ki,
Mevlana merkeze insanı almış; sistemini
insan düşüncesi üzerine oluşturmuş bir
mütefekkirimizdir. Aslında İslami anlayışta
hem ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde, hem
İslam tasavvufunda, hem de İslam fıkhında durum böyledir. Yani merkezde insan
vardır ve diğer varlıklar ona musahhardır;
göklerde ve yerde ne varsa insanın emrine
verilmiştir. “Gerçekten biz seni yeryüzünde
halife yaptık.” (bkz. Bakara, 2/30; Sad, 38/26.)
ayetinden yola çıktığımızda, bunun böyle
aralık 2013 / sayı 276
24
söyleşi / diyanet aylık dergi
olduğunu görürüz. Yine: “Biz, hakikaten
âdemoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık.”
(İsra, 17/70.) ayeti ile “Biz, gerçekten insanı en
güzel bir biçimde yarattık.” (Tin, 95/4.) ayetinde Mevlana’nın söylediklerine dayanak
bulursunuz.
Mevlana’nın insana yüklediği yüksek yorum onun yaşadığı dönemle çok yakından
alakalıdır. Mevlana’nın yaşadığı XIII. yüzyıl
İslam dünyasının çok kötü savrulmalara
sahne olduğu bir dönemdir. Hz. Mevlana
yaşadığı dönemdeki insanların yeis ve
ümitsizliğe kapıldıklarını, toplumda psikolojik ve sosyolojik çözülmelerin başladığını
görmüş ve böyle bir kaos ortamında insanların kendilerini toparlamaları için onlara
çok değerli olduklarını anlatma ihtiyacı
hissetmiştir. Hz. Mevlana insanlara: “Siz
önemli varlıklarsınız, bunların üstesinden
gelebilecek güçtesiniz, emaneti yüklenmiş;
Allah’ın mükerrem kıldığı insanlarsınız.”
diyerek değerlerini hatırlatmış; ümit kapılarını göstermiştir.
Hocam, hep ihtiyacımız yok mu bunları
duymaya? O yüzden Mevlana 800 yıl
geçmesine rağmen hâlâ tekrar tekrar
okunuyor. Söyledikleri hiç eskimiyor, her
çağdaki insanın ilgi ve alakasına mazhar
oluyor.
Herkesin zihninde, şuur altında bu tür
zaaf ve eksikler her zaman bulunur. Yani
içimizde sürekli bizim dünya nimetlerinden
yararlanmada ölçü konusunda problemimiz
vardır. Çoğu zaman dünyaya fazlaca meylederiz, bazen de uzaklaşırız. Hz. Mevlana’nın
söylediklerine bu manada çok ihtiyaç var.
Çünkü insan potansiyel olarak hem iyilikler
tarafına, hem de kötülükler tarafına doğru
gidebilecek bir yapıya sahip.
aralık 2013 / sayı 276
Mevlana insanı bir ormana benzetiyor.
Ormanın içerisinde ceylan ve geyikler de
var, çakallar ve kurtlar da. İyi hayvanlar
da var, kötü hayvanlar da. İnsanın içerisinde de iyi duygular da, kötü duygular
da var. Önemli olan insanın o duyguları
nasıl yönettiği, hangilerini öne çıkardığı,
hangilerinin gelişmesine ve yücelmesine
fırsat verdiği. Eğer iyileri ortaya çıkarıp
kötülerden vazgeçebilirse o zaman yüce
bir makama, değilse aşağılara düşecek
duruma gelebilir. Mevlana Dîvân’ında der
ki: “İnsanın suretini zıt vasıflarla birleştirdiler. Onun nakşını gam tezgâhında çizdiler. İnsan bazen şeytan olur bazen vahşi
hayvan. Bu bir sihirdir ki, çeşitli huylar
onda toplanmıştır.”
Özellikle melek, hayvan ve insan arasında bir derecelendirme yapmaktadır Hz.
Mevlana. Yani insanın melekten aşağıda,
hayvandan yukarıda orta bir yerde durduğunu ve hem kendisinden yukarıda duran
melekten, hem de kendinden aşağıda
bulunan hayvandan birtakım özellikler taşıdığını belirtir. Sıkça tekrarlanan şöyle bir
rivayet vardır: “Müjdeler olsun o kimseye
ki, aklını kumandan nefsini ve hevasını
esir etmiştir. Yazıklar olsun o kimseye ki,
nefsini kumandan aklını ona esir etmiştir.” Şimdi insanda melekteki akıl; yani iyiliğe güzelliğe yönelebilme istidadı da var,
hayvandaki heva ve nefis de var. Dolayısıyla bu ikisinin çatışmasının sonucunda
insan, insan olacak. Yani hevasını aşabilirse, aklını hevaya galip getirebilirse o
zaman meleklerden daha yukarı çıkmaya
müsait olur. Ama tersi ise aşağıya, esfel-i
safiline doğru düşmeye. Mevlana insana
şöyle bir hedef koyuyor:
Her şey Mâşuk’tan ibârettir; âşık perde,
Diri olansa Sevgili’dir; âşık mürde/ölü.
söyleşi / diyanet aylık dergi
Hz. Mevlana’ya göre insanın ilk hedefi
Allah ve Allah’ın rızası olmalıdır. Sen O’na
koşmayı hayatının merkezine alabilirsen,
Allah her zaman senin yardımcındır. Başaramadığın zaman elinden tutup kaldıracak
olan O’dur. Her zaman O’nun himayesine
sığınma imkânına sahipsin. Dolayısıyla yönünü, yolunu bulmakta; zaafa uğradığında
kendini toparlamakta bu itikadın, bu inanç
ve anlayışın çok önemli yeri vardır. Hz.
Mevlana bunları anlatıyor, öğütlüyor ve bu
manada insanların değerli varlıklar olduğunu ifade ediyor.
Sayın Hocam, Hz. Mevlana’ya göre Yüce
Allah, kendi sanat ve sıfatını göstermek
istemiş ve dünyayı yaratmış; kendi zatını
göstermeyi murat edince de Âdem’i yaratmış. Hz. Mevlana’ya göre insan, Cenab-ı
Hakk’ın esma ve sıfatlarına nasıl ayinedarlık eder?
Şöyle bir hadis-i şerif var: “Allah Teala
insanı, kendi suretinde” veya “Rahman’ın
suretinde yarattı.” Bu şu demek: Yani Allah
Teala insanı yeryüzünde halife kıldı, ona
hilafet; yani kendi adına tasarruf yetkisi
verdi. İnsanoğluna zati sıfatlarından değil
belki ama sübuti sıfatlarından ihsanlarda
bulundu. Böylece Cenab-ı Hak insanoğluna
diyor ki: “Ben seni kendime halife olarak
yarattım. Sen, bu hilafet özelliğiyle benim
esma ve sıfatlarımın mazharı olacaksın.”
Yani onların zuhura geldiği; insanlar
tarafından görülebildiği bir zuhur mahalli
olacaksın.
“Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim (bilinmeye muhabbet ettim) ve kâinatı
yarattım.” (Acluni, II, 132.) diye bir rivayet var.
Sıhhatiyle ilgili birtakım değerlendirmeler
olmakla birlikte, irfan geleneğimizde bu
merkeze alınan bir görüştür. Allah Teala,
“Esma, sıfat, kibriya, varlık ve azametimin
bilinmesini murat ettim. Bunun için de halkı ve insanları yarattım.” demektedir. Niye?
Çünkü Allah Teala azametini, kibriyasını
göstermek murat edince; bir varlık olması
lazım ki O’nun kibriyasını, azametini, esma
ve sıfatını kavrasın, anlasın, görsün, kabul
etsin. O’nunla ilgili bir yorum ve değerlendirme yapsın. Yani insan diye bir varlık
ve diğer varlıklar olmasa, Cenab-ı Hakk’ın
esma ve sıfatının zuhura gelmesi, idrak
aralık 2013 / sayı 276
25
26
söyleşi / diyanet aylık dergi
edilmesi, anlaşılması, bilinmesi ve kemaliyle zahir olması mümkün olmazdı.
Zuhûru perde olmuştur zuhûra
Gözü olan delil ister mi nura?
Yani O’nun şiddet-i zuhuru o kadar yüksek
ki siz onun zuhurunu; şiddet-i zuhurundan
kavrayamıyorsunuz. Güneşe baktığınız
zaman ortalık karanlık değil, ama güneşe
bakamıyorsunuz. Niye? Işığı o kadar şiddetli ki o sizin gözünüzü kamaştırıyor ve siz
gözünüzü kapamak zorunda kalıyorsunuz.
Güneşin ışınlarını görüyoruz ama bu
ışınların şiddetinden kendisini görmek çok
zor oluyor.
Evet onun gibi. Bu âlemde de Cenab-ı
Hakk’ın zatını idrakimiz, görmemiz, kavramamız mümkün değil. Kur’an’da da bununla ilgili ayet-i kerimeler var. Bizim Allah
ile olan irtibatımız, Allah’ı tanımakla ilgili
olan alanımız zatıyla değil, esma ve sıfatlarıyladır. Kur’an açıkça söylüyor bunu zaten.
Kur’an’da Allah, Âdem’e esmayı tamamıyla
öğrettiğini ifade ediyor. (bkz. Bakara, 2/31.)
Dolayısıyla biz esma ve sıfatlardan yola
çıkarak bunu kabul edebiliriz. Mevlana da
bunu söylüyor. İnsan, esma zikirleriyle ve o
ilahî isimlerle olan ülfetiyle Cenab-ı Hakk’ı
daha yakından tanıyor. İnsan Cenab-ı
Hakk’ın hangi ismine mazhar olursa, o
tecelli ediyor. Mesela Cenab-ı Hakk’ın semi’
sıfatına mazhar olanın işitmede duyarlılığı
daha çok olur. Basir sıfatına mazhar olanın
basireti, görme ve kavraması şüphesiz çok
daha farklıdır. Rahman sıfatına mazhar
olanın merhameti, şefkati ziyade olur.
Yani bir anlamda O’nun esması ile ruhi bir
terbiye gerçekleşiyor değil mi hocam?
Evet ama iki yöntem var bu konuda. Biri
riyazet yöntemi, diğeri ibadet ve taat
aralık 2013 / sayı 276
yöntemi. İbadet ve taatle ruh güçleniyor.
Riyazatla nefis zayıflıyor.
Hocam sizin de söylediğiniz gibi, insanın
iyi ve kötü ile bir mücadelesi var. İnsanoğlu devamlı o mücadeleyi sürdürmek
zorunda. Peki, insanoğlunun yaratılışındaki iyilikleri ortaya çıkartıp, kötülüklerden
uzaklaşabilmesi için Mevlana bize ne
öğütlüyor?
Mevlana kendisi her ne kadar aşk ve cezbe
yolunu önemseyen, ona yönelik mesajlar
veren bir mutasavvıf olsa da, buna ulaşmanın yolunun da riyazat ve mücahededen
geçtiğini ısrarla vurgular. Mesela “bedenini yağlı gıdalarla besleme” der. “Bedenin
toprağa verilecek kurbandır.” Dünyaya ait
lezzetler hoşuna gidiyor diye onun önünü
açma. Yani sen ona biraz ulviyet tarafını;
yani ibadetlerden haz tarafını, aşk tarafını
da tattır. İnsanın riyazat ve mücahedeyle
kendini frenleyecek bir alışkanlık kazanmasını öğütlüyor. Mesela yerine göre yemekten doymadan kalkabilmesini, maddi
hazlardan yerine göre el çekebilmesini
tavsiye ediyor. Yani dünya nimetlerinin
insanın gönlüne girmesini istemiyor.
Kıymetli hocam, söz buraya gelmişken
şunu sormak istiyorum: Biliyorsunuz
dünyanın gerçekten aldatıcı bir yanı var.
Hatta Hz. Mevlana da dünyayı insana
cilveler yapan, insanı aldatmaya, kandırmaya çalışan, aklını çelmeye çalışan bir
geline benzetiyor. O gelin sandığımız da
gerçekte ihtiyar bir kadın. Peki, bunu nasıl
başaracak insan, bu dünyanın cazibesine kapılmadan hayat yolculuğunu nasıl
sürdürecek?
söyleşi / diyanet aylık dergi
İşte orda çok iyi bir denge olması gerek.
Dünya ve ahiret arasındaki dengedir bu.
Dünyanın zaten kendisi insanları kandırmaya çok haris. Yani insanı hemen
yakalamak istiyor. İnsanda da ona karşı
bir zafiyet var. Aslında Mevlana’nın koyduğu ölçü bence çok güzel. Mevlana “dünya
nedir?” diye soruyor. “Dünya, Allah’tan
gafil olmaktır.” diyor. Bu müthiş bir tespit:
Allah’tan gafil olmak… Dünya ne paradır,
ne makamdır, ne altındır, ne gümüştür,
ne kumaştır, ne kadındır, ne erkektir, ne
şudur, ne budur. Dünya denilen şey insanı
Allah’tan gafil kılan şeydir. Yerine göre
ibadet bile dünyadır. Eğer kıldığınız bir
namaz dünyevi bir hesapla, riya ile kılınmışsa, dünyadır. Mevlana diyor ki, sen
dünya nimetleri içerisinde yüzebilirsin.
Ama dünya nimetleri senin içine girerse
batarsın. Çok da güzel örnekler veriyor.
Testi örneğini veriyor; içi boş olan testiyi
suya bırak yüzsün, batmaz diyor. Topraktan yapılmış testi, içi boş olduğu için batmıyor. Ama testinin içine su dolduracak
olursan, aşağı doğru batar gider. İnsan da;
dünya nimetlerinden yararlanabilir, onların içinde yüzebilir, ama dünya sevgisini
kalbine koyarsa manen batar.
Hocam bu konu ile bağlantılı olarak şunu
sormak isterim müsaadenizle: Dünyanın
gösterişi, alayişi hayatın içinde ziyadesiyle var. Yani baktığımız zaman insanlar
bir varlığa sahip oldukları zaman bunu
herkesin bilmesini, herkesin o varlığa, o
dünyalığa sahip olduğunu bilmesini istiyor. İnsanlar arasında âdeta bir gösteriş
yarışı var. Makamıyla gösteriş yapanlar,
parasıyla yapanlar, eviyle, arabasıyla,
çocuklarıyla… Bu aldanış, bu gösteriş
neden kaynaklanıyor?
Kur’an-ı Kerim’de Yüce Rabbimiz: “Çokluk
duygusu sizi oyaladı ve kandırdı.” (Tekâsür,
102/1.) buyuruyor. Ben daha zenginim, ben
daha güzelim, ben daha varlıklıyım, benim çocuklarım daha çok, aşiretim kalabalık ben daha üstünüm… Benim arabam son
model, benim dairem daha büyük, benim
villam vs. Yani insanın kendisine ait,
kendisine nispet ederek başkalarıyla kıyaslama ve övünme duygusu, tam şeytani
bir duygudur. Ne diyor şeytan Âdem için:
“Onu topraktan beni dumansız ateşten
yarattın. Ben ondan üstünüm.” (A’râf, 7/12.)
Ben ona mı benzerim. Şimdi bizde de aynı
o şeytani duygu var. Kendini herkesten
farklı ve üstün görme ve gösterme... Bunların hepsi ayette bahsedilen tekâsürdür, çok
görünmedir.
“Kabirlere varıncaya kadar övünme. Ancak
ölünce ya da ölümü düşünüp tefekkür edince ibret alıyoruz. Bu açıdan mezar ziyareti
önemli. Eskiden cuma selamlığında: “Mağrur olma padişahım. Senden büyük Allah
var.” derlermiş. Yani padişah halkın önünden geçip selam verirken halk: “Padişahım
çok yaşa!” diye bağırırmış. Bu sırada, hani
ola ki padişah gurura kapılır; “bu kadar tebaam var, bu kadar varidatım var, bu kadar
mülküm var.” şeklinde içine bir duygu gelir
ve kendinde bir varlık hisseder diye. İşte
tam bu sırada bir münadi bağırırmış: “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah
var!” Müthiş bir şey bu!
Şimdi bir de Cenab-ı Hakk'ın imtihan
esprisi var. Cenab-ı Hakk varlıkla ve darlıkla imtihan edeceğini açıkça ifade ediyor
Kur’an-ı Kerim’de. Dolayısıyla o varlık ve
darlık imtihanında; varlığın insanın gözünü
kamaştırıp, insana benlik ve varlık iddiası
getirmesi çok önemli bir hastalık. Ve Allah
Teala dünyanın insan için süslü ve cazibeli
kılındığını belirtiyor: “Kadınlar, oğullar, yük
aralık 2013 / sayı 276
27
28
söyleşi / diyanet aylık dergi
yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar
ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insana süslü gösterildi. Bunlar
dünya hayatının geçimliğidir. Oysa asıl
varılacak güzel yer ancak Allah’ın katındadır. (Âl-i İmran, 3/14.)
Hocam bizim bu topraklarımız yüzyıllardır
tasavvufun yaşandığı, konuşulduğu topraklar. Tasavvuf demek biraz mahviyet demek,
tevazu demektir. Ama buna rağmen
toplumda bu kadar gösterişin olmasının
sebebi nedir?
Dünya tutkusunun sebebi fıtridir, ancak
lüks ve israfın sebebi ise sanayi devrimidir
diyebiliriz. Sanayi devrimi insanlara israfı
telkin etti. Üretmeden tüketmeyi öğretti.
Teknolojinin gelişmesi ile birlikte köylerden şehre indik. Şehirleri köylüleştirdik.
Şehir yerine büyük köyler oluştu. Yani şehrin görgüsünü, göreneğini, örf ve âdetlerini
sindirerek varlıklı olmuş, zengin olmuş
insanlar kalmadı. Onun yerine dün fakir,
bugün milyoner adamlar türedi. İnsanlar
bunu hazmedemiyor. Onu hazmetmek çok
kolay değil. Dolayısıyla insanın belli bir
hazımla zengin olması, sindirerek zengin
olması, paylaşarak zengin olması çok önemli. Vermeyi öğrenerek zengin olmak elbette
başka. Bugün insanlarda bu yok.
Hocam Hz. Mevlana’yı herkes kendi bakış
açısına göre değerlendiriyor. Kimi bir şair,
kimi bir hümanist, kimi bir mutasavvıf
olarak görüyor. Siz bu görüşleri nasıl
değerlendiriyorsunuz? Mevlana kimdir,
diye size sorsak ne dersiniz?
Ben Mevlana’nın kendisini gördüğü gibi
görürsek onu daha doğru anlayacağımızı
aralık 2013 / sayı 276
düşünüyorum. Mevlana’nın çok güzel bir
rubaisi var. Hz Mevlana diyor ki:
Bendesiyim Kur’ân’ın tende oldukça bu can
Ahmed-i Muhtâr’ın ayağının tozuyum her ân
Benden bundan başka bir söz nakleder ise her kim
Ben o sözden de onu nakledenden de incinirim
(Şefik Can, Hz. Mevlânâ’nın Rubâileri, b. 1311.)
Mevlana’nın aşk ve varlık âlemiyle ilgili
söyledikleri çok yüksek şeyler ve cezbe
hâlinde coşku ile söylenmiş şeyler. Bunların elbette Kur’an ile sünnet ile izahı
mümkündür. Ancak bugün bunların başka
taraflara çekilerek sekülerleştirildiğine,
dünyevileştirildiğine şahit oluyoruz. “Mevleviyiz ama Müslüman değiliz.” diyor bazıları. Bu Mevlana’yı anlamamak demektir.
Mevlana fikrî yapısının temeline Kur’an ve
sünneti koymuştur. Onun bir sabit ayağı
şeriatın üzerindedir, öbür ayağı ise bütün
âlemi gezmektedir. Böyle düşündüğümüz
zaman bir sorun yok. Şeriata dayanan ayağını şeriattan kaldırırsanız Mevlana’yı tanıyamazsınız. O zaman hümanist mi olur,
şair mi olur, mutasavvıf mı olur, Budist
mi olur; yani ne olacağı pek belli olmaz.
Dolayısıyla Mevlana’yı kendini tarif ettiği
gibi anlamak lazım. Yani onu; gönlünü
Kur’an’a ve havz-ı Nebi’ye bağlayan bir
insan olarak görmek, mümin, muvahhit
ve iyi bir Müslüman olarak algılamak
gerekiyor. Değilse onun aşk, gönül ve hoşgörüyle ilgili söyledikleri hümaniter şeyler
gibi düşünüldüğünde, merkezinde Allah
ve peygamber, kitap ve sünnet olmayan
bir algı gibi değerlendirildiğinde, o zaman
Hz. Mevlana’nın Müslümanlığı kalmaz.
Oysaki o, böyle anlaşılmaktan çok rahatsız olacağını söylemektedir. Çünkü o, bu
kültürün insanı, bu peygamberin ümmeti,
bu Kur’an’ın bağlısıdır. Olayı böyle görmek
lazım.
din
düşünce
yorum
Allah’ı Unutmanın Adı:
“Dünyevileşme”
Güçlü ahiret inancıyla donanmayan insanlarda servet, dinî hassasiyetleri
zayıflatmakla kalmaz, seküler bir zihniyetin oluşumuna da yol açabilir.
Nitekim Kur’an’da bu durum çok güzel tasvir edilir: “Mal toplayarak onu
tekrar tekrar sayan, diliyle çekiştirip alay eden kimsenin vay hâline! Malının
kendisini ölümsüz (ahlede) kılacağını sanır.”
Prof. Dr. Ramazan Altıntaş Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
Dünyevileşme kavramı, insan aklının, dinî
ve metafizik her türlü bağdan kurtulup,
ebedîliği “şimdi”de aramasını ifade eder.
Elbette her insanda ebedîlik (huld) düşüncesi vardır. Kendisinde yeterli düzeyde
“takva” gelişmemiş insanlar, Kur’an’ın
“aldatıcı zevk ve geçinme” (bkz. Ra’d, 13/26;
Mü’min, 40/39.) diye tanımladığı dünyanın
cazibesine tutularak “ebedî”liği bu dünyada aramaya kalkabilir. Nitekim Kur’an-ı
Kerim’de böyle bir insan tabiatından daha
somut bir biçimde bahsedilir, hayatını
maddi dünya ile sınırlandıran ve ahlaki
değerleri hiçe sayarak dünyayı doya doya
yaşamak isteyen bir kimsenin psikolojisi
anlatılır: “Fakat o, dünyaya meyletti ve
hevasına uydu.” (A’raf, 7/176.)
İnsanda ebedîlik düşüncesini körükleyen
unsurlar arasında servet birikimi, taraftar
çokluğu, istiğna duygusu, büyüklenme, nankörlük gibi durumların etkileyici olduğu bir
gerçektir. Bunlar tutkularının esiri olmuş ve
bakışlarını sadece buraya, şimdiye çevirmiş
olan insanlarda Allah’ı unutma gibi bir sonucun doğmasına yol açabilir. Çünkü şeytan da
Hz. Âdem’e: “Ölümsüzlük ve yok olmayacak
bir mülk” (Taha, 20/120.) tavsiyesinde bulunmuştu. Güçlü ahiret inancıyla donanmayan
insanlarda servet, dinî hassasiyetleri zayıflatmakla kalmaz, seküler bir zihniyetin oluşumuna da yol açabilir. Nitekim Kur’an’da bu
durum çok güzel tasvir edilir: “Mal toplayarak onu tekrar tekrar sayan, diliyle çekiştirip
alay eden kimsenin vay hâline! Malının
aralık 2013 / sayı 276
30
din-düşünce-yorum / diyanet aylık dergi
İslam dini, “dünyayı” eşyanın
maddesinde değil, ilgi tarafında
arar. İlgi tarafı ile arada gerektiği
kadar bir temas boşluğu bırakmaya
özen gösterdikten sonra, dış
görüntüleri olarak mal-mülk tarafı
ile ilişki kurmanın herhangi bir
sakıncası yoktur.
kendisini ölümsüz (ahlede) kılacağını sanır.”
(Hümeze, 104/1-3.) Hâlbuki ahiret hayatını göz
ardı ederek dünya hayatını tek hayat olarak
görmek bir inkârcılıktır: “Onlar, hayat ancak
bizim şu dünya hayatımızdan ibarettir, biz
bir daha dirilecek değiliz derler.” (bkz. En’am,
6/29; A’raf, 7/51; Mü’minun, 23/37; Casiye, 45/24;
Necm, 53/29.) Kaldı ki Kur’an’ın ortaya koyduğu
“el-hayatü’t-dünya” tasavvuru, “el-âhire”den
kopuk değildir. Ahiret yurdundaki beklentilerin kaynağı ve meşru zemini, dünyadır.
Dolayısıyla, dünyevi tabiatımız ilahî tabiatın
bir tezahürü olarak görülmelidir. (Altıntaş,
Ramazan, Din ve Sekülerleşme, İstanbul 2005, s. 137.)
İslam, dünya kurmaya karşı değildir. İslami
literatürde ‘arz’ kelimesi, yeryüzünün coğrafi
ve jeolojik yönünü, dünya ise, insanın ilgi
yönünü temsil eder. Bu nedenle dünya, çoğu
zaman Kur’an’da, hayat kelimesiyle birlikte
kullanılmış ve ahiret kavramının mukabili
olarak zikredilmiştir. (Kırca, Celâl, “Dünyâ”,
İslâmî Kavramlar, Ankara 1997, s. 196.) Kur’an’da
dünya için oyun ve eğlence diyen ve dünyanın iç, ilgi yanına dikkatleri çeken ayetler
olduğu gibi, hak/gerçek diyen ve dünyanın
dış yanına dikkatleri çeken ayetler de vardır.
(En’âm, 6/32, 73.) Bu ayetlerde “dünyayı hakla
aralık 2013 / sayı 276
yarattı” pasajının anlamı, hakkın ortaya çıktığı yer ya da Hakk’a götüren bir delil olması
yönüyledir. (bkz. Elmalılı, M. Hamdi Yazır, Hak Dini
Kur’an Dili, İstanbul 1979, III, 1550.) O hâlde uzağında durulması gereken varlık-dünya, içte, ilgi
tarafında aranmalıdır. Yoksa dünya, Allah’a
giden yolda yol gösterici olmak bakımından
bir araç olarak çok değerlidir; zira burası,
Allah’ın sıfatlarıyla ilişkili bir varlık alanıdır.
Kur’an’da uyarı, sadece dünya hayatının, ahiret hayatı göz ardı edildiği takdirde Allah’la
olan ilişkiyi saptırıcı mahiyetine yöneliktir.
(krş. Attas, Nakıp, Modern Çağ ve İslâmi Düşünüşün
Problemleri, (çev. M. Erol Kılıç), İstanbul 1989, s. 69.)
Bu anlamda dünya, sufilerin tanımıyla; “insanı, Allah’tan uzaklaştıran şeydir.” (İsfehânî, Ebû
Nuaym, Hılyetü’l-Evliya, Beyrut, ts., IX, 264.)
din-düşünce-yorum / diyanet aylık dergi
Ahlâkı ve Kapitalizmin Rûhu, (çev. Zeynep Arıoba),
İstanbul 1985.) Gerçekten de, Batı dünyasında
Protestan ahlakı, paylaşmayı devre dışı
bırakarak salt tasarrufu teşvik etmek ve servet birikimini artırmak adına meşrulaştırıcı
ve kalkınmacı bir araç olarak dünyevileşmenin önünü açmıştır. İslam da çalışmayı
emreder, ama İslam servetin belirli ellerde
tekelleşmesine karşıdır. (bkz. Haşr, 59/7.) Bu
nedenle İslam, paylaşma eksenli olmayan
Protestan ahlakının aksine, tasarruf ve
biriktirme odaklı tekelleşmeyi önlemek
için mevcut sermaye birikimini üretime
dönüştürür ya da zekât vermek ve infakta
bulunmak gibi, servetin toplumsal hayatta
ihtiyaç sahiplerinin ekonomik anlamda
güçlendirilmelerinde kullanımına yönelik
teşvikte bulunur. İslam, insana ekonomik
teşebbüs özgürlüğü verirken, bir yandan
da tekelciliğin gelişmesini kontrol eder,
denetler. Çünkü paylaşma ahlakına dayalı
manevi öğelerden arındırılmış bir dinî anlayış, Hristiyanlığın Protestan yorumunda
yaşandığı gibi, vahşi kapitalizmin cazibesinden yakayı kurtaramaz.
İslam dini, “dünyayı” eşyanın maddesinde
değil, ilgi tarafında arar. İlgi tarafı ile arada
gerektiği kadar bir temas boşluğu bırakmaya özen gösterdikten sonra, dış görüntüleri
olarak mal-mülk tarafı ile ilişki kurmanın
herhangi bir sakıncası yoktur. İç dünyamıza
hükmetmeye kalkmadıkça yiyecek, içecek,
giyecek olarak madde tarafının haram kılınması söz konusu değildir: “De ki: Allah’ın
kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz-hoş
rızıkları kim haram etmiştir?” (A’râf, 7/32.)
Bilindiği gibi ünlü sosyolog Max Weber
(1864-1920) klasik tezinde, endüstriyel
kapitalizm geliştikçe dindarlığın önemini
yitireceğini ve dünyevileşmenin kaçınılmaz
olacağını vurgulamıştır. (Weber, Max, Protestan
İslam, hayatın her alanında iktisatlı yaşamayı tavsiye eder. Din-dünya ilişkilerini
bu denge üzerinde tutar. Bu bakış açısını
Hz. Mevlana “deniz-gemi” metaforuyla çok
güzel anlatır. Nasıl ki der, geminin üzerinde
durduğu su, geminin yürümesine yardımcı
oluyorsa, Allah’la ilgiyi kesmeme üzerine
kurulu bir dünya anlayışı da dinin ayakta
durmasına yardımcı olur. (Mevlânâ, Mesnevi,
(çev. Veled İzbudak), Ankara 1974, I, 74.) Çünkü
din-dünya ilişkileri sağlıklı yürüdüğü
takdirde, temeli adalet ve şefkate dayalı bir
medeniyetin inkişafına yol açar, bu durum,
küresel ölçekte barış ve uzlaşı kültürünün
gelişmesini sağlar. Dinle ilişkisi olabildiğince sınırlandırılan bir dünya anlayışında, hırs ve aç gözlülük ön plana çıkar ve
insanda doyumsuzluğu derinleştirir. Kanaat
aralık 2013 / sayı 276
31
32
din-düşünce-yorum / diyanet aylık dergi
Kanaat ahlakıyla dengelenmeyen bir
hırs güdüsü, birey ve toplumların
başına büyük felaketler getirir. Dün
ve bugünkü savaşların temelinde
bile çoğu zaman aşırı tamahtan
kaynaklanan hırs güdüsü vardır.
ahlakıyla dengelenmeyen bir hırs güdüsü,
birey ve toplumların başına büyük felaketler getirir. Dün ve bugünkü savaşların
temelinde bile çoğu zaman aşırı tamahtan
kaynaklanan hırs güdüsü vardır.
Velhasıl dünyevileşme, ahlaki ve manevi
değerlere karşı bir kayıtsızlık olup, anlık doyumlara dayalı yaşam biçimini beraberinde
getirir. Hiçbir ahlaki kural tanımayan bir
insan, dinî ve ahlaki esasları nefsani arzuları önünde bir bariyer olarak algılar. Maddi
hazlarını yaşama uğruna her şeyi mubah
olarak görür. Artık onun hayatında kutsala
dair hiçbir değer kalmamıştır. Bu ruh ve
düşünce hâlini yaşam tarzına dönüştüren
bir kimse için dünya hayatı, ahirete tercih
edilir. (bkz. İbrahim, 14/3.) Özünde nihilist bir
bakış açısına sahip olan bu yaşam tarzı, ahlaki anlamda insanı yaralamış ve asıl vazifesinden uzaklaştırmıştır. Gerek bireysel ve
gerekse sosyal hayatta nefsi olabildiğince
kışkırtma üzerine dayalı sefihane bu hayat,
aralık 2013 / sayı 276
maalesef insanın ulvi latifeleri ve aklını
nefs-i emmarenin tutsağı hâline getirmiştir. Bunun sonucu olarak insanın dinle
ilgili duyarlılığı ve hassasiyeti olabildiğine
zayıfladığı için; insafsızlık, yalancılık, hırs,
israf, fuhuş, hıyanet, gıybet gibi Kur’an
tarafından şiddetli bir surette yasaklanmış
olan rezaletler ortaya çıkmıştır. İnsan ancak
bu edna hayattan; hüsnüniyet sahibi olmak,
başkalarına iyilik etmek, iffet, hayâ, müsamaha, sabır ve tahammül, iktisat, doğruluk,
istikamet, sulhperverlik, hakperestlik gibi
ahlaki değerleri kuşanmakla ve itikadi
anlamda bütün benliğiyle Allah’a itimat,
tevekkül ve itaatle kurtulabilir. Onun için
Kur’an’da sürekli ahiret bilincini diri tutma
vurgulanır. Çünkü ahiret bilinci, takvayı
göz ardı eden insanın eşyanın çekiciliğine
dalıp, buraya, şimdiye (ed-dünya) çakılıp
kalmasını önler. Eğer temelinde “bereket”
yatan yeni bir iktisat ahlakı geliştirilmezse,
dünyevileşmeyi dizginlemek zorlaşır. Çünkü “sahip olma” içgüdüsünü olabildiğince
besleyen “hırs”, samimi dindarlığı ortadan
kaldırdığı gibi, ahiret hayatının kazançlarına yönelik paylaşma ahlakını da yok eder.
O hâlde hırs, israf, kanaatsizlik gibi her biri
dünyevileşmenin alametifarikaları olan
ahlaki değersizliğe karşı, iktisat, kanaat
ve tevekkül gibi ahlaki değerlere yeniden
hayatiyet kazandırılmalıdır.
din-düşünce-yorum / diyanet aylık dergi
Kutsal ve İnsan-Mekân İlişkisi
Kur’an’da insanlar için inşa edilen ilk evin Kâbe olduğu ifade edilir. Camiler ise
Kâbe’nin yeryüzüne dağılmış şubeleridir. Ev, insanın maddi planda güvende
olduğu bir sığınaktır. Allah’ın evi olan Kâbe’nin de bu manada bir güven yeri
olduğu belirtilir.
Yard. Doç. Dr. Ahmet Çapku Kırklareli Üniversitesi
İslam düşüncesinde insan mükerrem (saygın, değerli) varlık olarak kabul edilir (İsra,
17/70.) ve onun canı, malı, namusu, inancı,
aklı garanti altına alınarak diğer canlılar
arasında ayrıcalıklı bir konuma yükseltilir.
İnsanın değerli kılınışı yanında insan için
değerli kılınan ve onun hayatına anlam katan kutsal zamanlar ve mekânlar vardır. (Bilgi
için bkz. Günay Haral, Kutsiyet mad., Diyanet İslâm
Ansiklopedisi, c. 26, s. 497.) Kutsal mekânların
başında ise şüphesiz ki, Allah evleri olarak
kabul edilen ibadet mekânları gelir.
Kur’an’da insanlar için inşa edilen ilk evin
Kâbe olduğu ifade edilir. (Âl-i İmran, 3/96.)
Camiler ise Kâbe’nin yeryüzüne dağılmış
şubeleridir. Ev, insanın maddi planda
güvende olduğu bir sığınaktır. Allah’ın evi
olan Kâbe’nin de bu manada bir güven yeri
olduğu belirtilir. (Âl-i İmran, 3/97.) Bu yönüyle
insan için hayati önem taşıyan güven (emniyet) hâli ile Allah evleri arasında bir irtibat
tesis edilmiş olur. Kâbe ve çevresinin harem
olarak adlandırılışı ve o muhitte olan her
canlının yaşamının garantiye alınmış olması
İslam’ın hayata verdiği önem açısından ilgi
çekicidir. Dahası Kâbe ve çevresinde özellikle belli zamanlarda ihrama giren kişilerin,
kavga ve günahlardan uzak durmasının istenmesi de aynı konuyla bir şekilde irtibatlı
görünmektedir. (Bakara, 2/197.)
aralık 2013 / sayı 276
33
34
din-düşünce-yorum / diyanet aylık dergi
Kurulan İslam şehirlerine bakılınca
hemen bütün yolların Kâbe’nin
şubeleri olan camilere çıktığı yani
İslam şehrinin merkezinde kutsal
mekânlar olarak camilerin yer aldığı
görülür.
Hz. Peygamber’in hicret esnasında Medine yolunda iken Kuba’da, Kâbe’den sonra
İslam’ın ilk mescitlerinden olan Kuba
Mescidi’ni inşa etmesi, Medine’ye gelir
gelmez de Mescid-i Nebi’nin yapımına
başlaması insanın, kutsal kabul edilen
mekânlarda arınma ve manen Allah katına
yükselme düşüncesi ile ilgili olsa gerektir.
Kuba Mescidi ile ilgili olarak Kur’an’da,
“takva üzere kurulan mescit”, “onda temizlenmeyi seven insanlar vardır ve Allah
çokça temizlenenleri sever.” (Tevbe, 9/108.)
ifadeleri Allah evleri olan camiler ile takvaya bürünmüş temiz insan olma ameliyesi
arasındaki ilgiye dikkatimizi çeker.
İslam’ın ilk yıllarında başta Mescid-i Nebi
olmak üzere inşa edilen diğer ibadet
mekânlarının hayatın tam kavşak noktasında yer aldığı görülür. İbadet mekânları
olmaları yanında eğitim, yardımlaşma,
güvenlik ve gündelik hayatın paylaşımı
gibi konular açısından camiler merkezî bir
konum üstlenmiştir. Bir Müslümanın doğumundan evlenmesine, ölümünden kabir
hayatına kadar hemen birçok unsurun cami
merkezli olduğunu düşünürsek camilerin
düşünce ve duygu dünyamızda ne kadar derinlere kök saldığı anlaşılır. Buna binaendir
ki, kutsal ile irtibatlı olan cami merkezli bir
hayat ile güvenilir insan olmayı hedefleyen
kulluk algısının ibadet mekânları/camiler
aralık 2013 / sayı 276
üzerinden inşa edilmiş olması oldukça
düşündürücüdür.
Kurulan İslam şehirlerine bakılınca hemen
bütün yolların Kâbe’nin şubeleri olan camilere çıktığı yani İslam şehrinin merkezinde
kutsal mekânlar olarak camilerin yer aldığı
görülür. Bu açıdan Müslümanların aynı
mana etrafında ana buluşma noktası camiler olurken hayatın diğer müştemilatının
da cami etrafında şekillendiği bilinen bir
gerçektir. İstanbul’da Süleymaniye Külliyesi
örneği üzerinden meseleyi ele alacak olursak şunları dile getirmemiz mümkündür.
Yahya Kemal’in, “Görebilsin diye sonsuzluğu
her yerden iyi / Seçmiş İstanbul’un ufkunda bu kutsi tepeyi” (Yahya Kemal, Kendi Gök
Kubbemiz, İst. 1997, 11. bsm., Fetih Cemiyeti Yay.,
s. 10.) mısralarıyla tebcil ettiği Süleymaniye
Camii, hemen herkes tarafından görülebilecek bir mekâna inşa edilmiştir. Külliye’nin
ortasında en görkemli hâliyle inşa edilen
Süleymaniye Camii’nin etrafında medreseler (evvel, sânî, sâlis, râbi‘, dârul-hadîs
medreseleri), bugün en büyük yazma eser
kütüphanesi konumundaki Süleymaniye
Kütüphanesi, türbeler ve mezarlık, çarşılar,
aşhane (daru’z-ziyafe), hastane, çeşmeler vd.
bulunur. Gerçekte böyle bir yapı manzumesi
denilebilir ki, insanımızın âlem tasavvuru
ve kalbi duygularıyla doğrudan irtibatlıdır.
Bu yönüyle yerleşim alanlarımızın merkezinde bir mabedin yer alıyor oluşu aynı
zamanda kutsal mekân vasıtasıyla gerek Allah-insan gerek insan-insan arasında kalbi/
hissi bağların kurulmasını da temin eden
bir unsur olmuştur.
Doğrusu bir bitki nasıl köksüz yaşayamazsa
insanlar da tarihlerinden ve tarihî değerlerinden kopuk olarak varlıklarını devam
ettiremezler. Türkler Müslüman olduktan
sonra yeni yerleştikleri yerlerde mekân tutabilmek için başta camiler olmak üzere kendi
değerlerinin sembolü olan tarihî nitelikte
eserler yapmaya özel önem atfetmişlerdir.
din-düşünce-yorum / diyanet aylık dergi
Fatih Camii
Sözü edilen yapılar, onlara kişilik ve kimlik
kazandıran temel unsurlar cümlesinden
olagelmiştir. İnancın timsali olan camiler,
bilginin timsali olan mektepler ile yan yana
yapılarak kişinin dünya ve ukba mutluluğunun inşa edilmesinde özel bir konum arz
etmiştir. Mektepler kişilerin fikri yapılarının oluşumunu sağlarken kutsal mekân
olan camiler ise kişiye duygu değer kazandıran ve böylece toplum fertlerine kişilik
ve kimlik kazandıran yapılar olagelmiştir.
Aynı duyguları paylaşan insanlar kaynaşıp
bir arada yaşayabilirler. İnsanların fikirleri
zamanla değişebilir nitelikte iken duygunun
ve duygu değerlerin değişmesi kolay olmaz.
Dolayısıyla duygu değerlerin kendileri vasıtasıyla sağlandığı camiler, toplumun birlik
ve bekasında kaynaştırıcı ve birleştirici bir
fonksiyon icra ederler.
İmam Maturidi özellikle camilerin kutsal
yerler oluşunu, “Üzerinde Allah’tan başkasına tapınılmamış yer özelliği taşıması (…) ve
içinde ibadet edilmesinin sevabının fazla
olması” (bkz. Haral, agm., c. 26, s. 497.) şeklinde
yorumlar. Süleyman Çelebi’nin Mevlid-i
Nebi’de, “İsm-i pakin pak olur zikreyleyen”
mısraıyla dile getirdiği üzere arınmak için
Allah’a ibadet eden kişinin amacı temiz bir
insan olmaktır. Camiye ibadet için gelenler
de elbette ki günahlardan temizlenmek,
elinden ve dilinden kimsenin zarar görmediği güvenilir bir insan olmak hedefini
gaye edinirler. Bu açıdan camiler, aynı mana
ve gaye etrafında duygu-değer birlikteliği
içinde bir araya gelenlerin kaynaştığı, fizik
dünya ile metafizik âlem arasında sağlam
köprüler kurarak dünya ve ahiret kardeşi
olan insanların vücut bulmasında temel bir
işlev görür. Yaşam alanlarının merkezinde
kurulan ve en yüksek sanat heyecanıyla
yapılan mabetler doğumdan ölüme bir Müslümanın hayatının şekillenmesinde belirgin
bir hususiyet taşır. Bu yönüyle camiler, kutsal mekânlar oluşları itibarıyla inananların
hayatına deruni bir anlam ve kutsiyet katan
en somut yapılardır.
aralık 2013 / sayı 276
35
din ve
sosyal
hayat
Dünyevileşme Karşısında
İnsan
Artık modern toplumun insanı, cenneti her şeyin bulunduğu, kredi
kartlarını limitsiz kullanabileceği ve hatta sadece her istediğini değil,
komşusundan biraz daha fazlasını alabileceği devasa bir süpermarket
olarak hayal etmekte. Artık insan kendi değerini sahip olduğu şeylerle
ölçmekte. Ona göre kendisinin ne olduğu değil, neye sahip olduğu önemli.
Prof. Dr. Ali Köse Marmara Üniv. İlahiyat Fak. Dekanı
Modern insanın temel problemi modernizmin ürünü olan yaşam biçiminin onu esir
almasıdır. Adına “refah toplumu” dediğimiz ve insanın maddi tatminine yönelik
modernizmin ona gerçekten refahı sağlayıp
sağlamadığı bugün bir kesim Batı insanının
sorgulamasına muhatap olmuştur.
diğini anlatıyordu sözleri. Şöyle diyordu bu
Batılı: “Gezdiğim birçok ülkede çok önemli
bir tespitim oldu. Hayatın daha sade, daha
basit olduğu yerlerde insanların daha mutlu
olduklarını, refah seviyesi yüksek yerlerde
de daha mutsuz ve iç huzurundan yoksun
olduklarını gördüm.”
Kızıl Haç örgütünde hemşire olarak çalışan
ve birçok ülkeyi gezen bir batılının sözlerini
unutamıyorum. Çünkü modernizmin insanın özüne uygun bir şekilde gerçekleşme-
Onun bu sözleri Erich Fromm’un refah toplumunu sorgulamasının belki de somut bir
örneği. Refah kelimesinin “bolluk” anlamına
geldiğini vurgulayan Fromm, bolluğun her
aralık 2013 / sayı 276
din ve sosyal hayat / diyanet aylık dergi
zaman olumlu anlam taşımadığını savunur.
Mesela hasadı bol olan bir çiftçi için “bolluk” olumlu bir anlam taşırken, Nil nehrini
taşıracak kadar bol yağan yağmur olumsuz
anlam taşır. Maddi bolluk anlamında refah
yaşayan Batı toplumunun içinde bulunduğu
durumun bu açıdan değerlendirilmesi gerektiğini söyler Erich Fromm.
Sahip olma hastalığı…
Modernizmle eş anlamlı kullanılan bu
“refah” anlayışı insanları hangi noktaya
getirdi? Tabii ki, televizyonu ya da müzik
seti olmayan insanlar normal görülmemeye başlandı. Tüketici olmayı bir onurlu hâl
görür oldu modern insan. Bu yaşama biçimi
insanların fizik ötesi dünyaya ait tasavvurlarını bile değiştirdi. Artık modern toplumun insanı, cenneti her şeyin bulunduğu,
kredi kartlarını limitsiz kullanabileceği ve
hatta sadece her istediğini değil, komşusundan biraz daha fazlasını alabileceği devasa
bir süpermarket olarak hayal etmekte. Artık
insan kendi değerini sahip olduğu şeylerle
ölçmekte. Ona göre kendisinin ne olduğu
değil, neye sahip olduğu önemli.
Modernizmi doğuran endüstriyel süreç, insanların “sahip olma” duygusunu geliştirdi.
Hatta yeteri kadarını değil, daha fazlasını
elde etme duygusudur bu. Ama insanca
yaşamanın ve mutlu olmanın temel ilkesi “sahip olma” değil, insanın “kendisi
olması”dır. Batı insanının manevi bunalımının temelinde bu önemli ayrımın yattığını,
insanın kendi varlığını anlamlandırması
için âlemin kozmik yapısında kendisine bir
yer biçmesi ve maneviyatın göz ardı edilmemesi gerektiğini belirten psikolog ve psikoterapistlerin sayısı belki de postmodern
bir söylem içinde artmaktadır. Onlara göre
depresyonların, iç sıkıntılarının temelinde
bu gerçek yatar.
Bugün Batı modernizminin çocuklarının bir
kısmı babalarının miraslarını kabul etmeyerek, kimlik arayışına girmişler, kendilerini
katı bir akılcılığa kilitleyen dünya görüşüne
isyan etmişlerdir. İnsanlar artık modern
dünyanın getirdiği bunalımın stresinden
kurtulmak istiyorlar. Çağdaş psikiyatri veya
psikoterapiye alternatif arıyorlar.
Birey hızla toplumdan uzaklaşıyor
Modern insan kendisinden uzaklaşmakta,
tabiatla kendisi arasındaki bağı, diğer insanlarla insani ilişkilerini gerçekleştirecek
ortamı kaybetmektedir. Bilim ve teknolojinin gelişmesi ile modern dünyanın en
önemli özelliği hâline gelen “bireycilik”
kişiyi toplumdan soyutlanmış bir varlık
hâline getirmiştir. Kişi toplumun ortasında
yaşar, tamamıyla ona bağımlıdır, ama onun
ne işe yaradığını anlayamaz.
Seyyid Hüseyin Nasr bugün Batı’nın modern kentlerinde yaşayan hemen herkesin
bir şeylerin eksik olduğunu sezinlediğini,
aralık 2013 / sayı 276
37
38
din ve sosyal hayat / diyanet aylık dergi
İslam dünyasında insanlarla,
mesela camide yan yana namaz
kıldığınız kimse ile fiziksel
bir temasınız söz konusudur;
yanınızdaki kimseye dokunursunuz.
Birisiyle buluştuğunuz zaman el
sıkışırsınız. Fakat Batı toplumunda
kız arkadaş vb. dışında insanlarla
fiziksel temasınız yoktur. Sanırım
Batı toplumu insan bağını kaybetti.
Dinin toplumda bu anlamda yeri
yok. Din, artık sadece pazar günleri
yaptığınız bir şeyden ibaret.
bunun da tabiatı mümkün olduğunca saf
dışı eden yapay bir çevreden kaynaklandığını belirtir. Nasr’a göre modern insan
tabiata birlikte yaşayacağı bir varlık olarak
değil, kendisinden mümkün olduğunca
yararlanılacak bir nesne gözüyle bakmıştır.
Bunu doğuran motivasyon da şüphesiz insanın sahip olma duygusudur. Nasr insanın
var oluşunun tabiatla ilgili bu hayati boyutunu kaybetmesi ile ortaya çıkan boşluğun
kimi zaman şiddet, kimi zaman umutsuzluk
şeklinde tezahür ettiğini belirtir.
Batı’yı baz alarak bir değerlendirmede
bulunursak, 18. yüzyılda endüstrileşme ile
başlayan ve şehirde yaşamayı gerektiren
modernizm, kültürel sistemin de değişmesine, geleneksel değer ve inançların zedelenmesine yol açtı. Kültürel değişim ekonomik
aralık 2013 / sayı 276
büyümenin kaçınılmaz bir sonucuydu.
Bu süreçte Hristiyanlığın başarısız olması
hâlinde insanlar ahlaki değerlerini kaybedeceklerdi, çünkü ahlak standartlarının
kaynağı Hristiyanlık’tı. Nihayet Hristiyanlık
başarısız oldu ve Bryan Wilson gibi din sosyologlarının da belirttiği üzere dinin tesis
ettiği ahlaki kontrol, sekülerleşme neticesinde yerini mekanik ve bürokratik araçlara
bıraktı. Kilise artık insanların işi olduğu
zaman gittikleri bir “postane” gibi algılanmaya başlandı. Günlük hayatta modern
aletlerin kullanımı insanlar arası ilişkileri
asgari düzeye indirdi. Tabii bu da insanın
yapısına aykırıydı. Bu gerçeğin güzel bir
ifadesini Batılı bir Müslümanın şu sözlerinde buldum: “İslam dünyasında insanlarla,
mesela camide yan yana namaz kıldığınız
kimse ile fiziksel bir temasınız söz konusudur; yanınızdaki kimseye dokunursunuz.
Birisiyle buluştuğunuz zaman el sıkışırsınız. Fakat Batı toplumunda kız arkadaş vb.
dışında insanlarla fiziksel temasınız yoktur.
Sanırım Batı toplumu insan bağını kaybetti.
Dinin toplumda bu anlamda yeri yok. Din,
artık sadece pazar günleri yaptığınız bir
şeyden ibaret.”
Bu Batılının sözleri bugün Müslümanların
belki de farkına varmadıkları bir nimete
sahip olduklarını ortaya koyuyor. İnsanın
sosyal bir varlık olduğunu vurgulayan
çok önemli bir özellik bu bence. Ama bu
özelliği modernizmle birlikte yavaş yavaş
kaybettiğimizi hem kendimde hem de
başkalarını gözlemimde şahsen artık iyice
fark ediyorum. Modernizmin aletlerine
esir olmuş gibiyiz. Onlar bizim için bir araç
olmaktan ziyade hayatın kendisi olma yolunda hızla yol alıyorlar. Günlük hayatımızın telaşı modern hayat biçimiyle azalacak
yerde gitgide artıyor. Kilometrelerce uzakta
olan bir arkadaşımdan sayfalarca dolusu bir
din ve sosyal hayat / diyanet aylık dergi
mektup almayı bazen o kadar arzuluyorum
ki. Ama telefon veya internet buna izin
vermiyor. Kendisiyle işyerinde aynı odayı
paylaştığım oda arkadaşım bir taraftan cep
bilgisayarındaki telefon ve adresleri gözden
geçirirken diğer taraftan çok uzaklardaki
bir arkadaşına mektup yazması gerektiğini,
ama bir türlü elinin değmediğini son altı
aydır sürekli söylüyor. Belki bir on sene
önce bu mektup bu kadar gecikmeyecekti.
Ama arkadaşım için artık internet birinci
haberleşme vasıtası oldu.
Modernizmin çocuğu modernizmin aletlerinin hem sahibi hem de esiridir. Kumanda
ile kendisine hükmettiğimizi zannettiğimiz,
ama aslında kendisine esir olduğumuz
televizyonla ilgili şu hikâye manidardır.
Baba ile 5-6 yaşlarındaki oğlu yağmurlu ve
rüzgârlı bir havada arabaları ile gezintiye çıkarlar. Bir müddet sonra tekerleri patlar. Bu
havada teker değiştirmenin zorluğunu fark
eden çocuk, babasına seslenir: “Babacığım,
başka bir kanala çevirsek ya!”
Hülasa, modernizmin Batı’da insanları bazı
doğal özelliklerinden uzaklaştırdığı hususunda şüphe yok. Ama bizim de Batı’nın
yolunda olduğumuz bir başka gerçek. Artık
sokakta insanlarla selamlaşmıyoruz; kapı
komşumuzun isminin ne olduğu dahi bizi
ilgilendirmiyor; sıkıntılarımızı, dertlerimizi
paylaşacağımız insanların sayısı giderek
azalıyor. Bir ihtiyacımızı gidermek için en
yakınlarımıza bile müracaat etmekten çekiniyoruz. Birçoğumuz dertlerimizi başkalarıyla paylaşamamanın sıkıntısını yaşıyoruz.
Modernizmi araç değil hedef olarak görme
anlayışını tersine döndüremediğimiz sürece
Batı’nın yıllar önce yaşadığı süreci tecrübe
edeceğimizden ve neticede Batı’nın bugünkü geldiği noktaya varacağımızdan şahsen
benim şüphem yok.
aralık 2013 / sayı 276
39
40
din ve sosyal hayat / diyanet aylık dergi
Adam Olmak
Her ne kadar biz giyinip kuşandığı kıyafetler içerisindeki herkesi insan
olarak kabul edip ona göre muamele etsek de hakikatte adam olmanın
kişinin makamı, yaşı, cinsiyeti, giyim ve kuşamıyla ilgisi yoktur.
Dr. İlhami Ayrancı
‘Adam olmak’, insan olmanın bir gereği.
Eğitimin amacı da bunu gerçekleştirmek
değil mi? Hayatımızı bu gayeye adar,
çocuklarımızı adam olsunlar diye okuturuz. Okuturuz ama okuyup makam-mevki
sahibi olmuş, ancak adam olamamışların
hikâyelerini hiç unutmaz, çocuklarımıza
da unutturmamaya çalışır, yeri geldiğinde
konu ile ilgili çok bilinen hikâyeyi onlara
da anlatırız.
Hikâye malum; “Çok eski zamanlarda yaşamış bir ailenin bir türlü söz dinlemeyen bir
oğlu varmış. ‘Dur’dan ‘sus’tan anlamayan
bu delikanlıya babası; ‘sen adam olmazsın’
diyerek nasihat eder ama çocukta hiçbir
değişiklik olmazmış. Oğlunun haylazlıkları
canına tak eden baba bir gün yine dayanamamış ve ‘sen adam olmazsın’ diyerek
azarlamış onu. Bu sözlere çok içerleyen genç
aralık 2013 / sayı 276
adam evi terk etmiş. Okuyup adam olmayı,
babacığına böylece bir ders vermeyi koymuş kafasına. Uzun yıllar ailesini ne aramış
ne sormuş, böylece izini de kaybettirmiş.
Bu arada babasının kendisine söylediği;
“adam olmazsın” sözlerini de hiç aklından
çıkarmamış.
Çalışmış çabalamış, önemli okulları bitirmiş ve sonunda emelini gerçekleştirerek
vali olmuş. Artık babasına bir ders verme
zamanının geldiğini düşünüyormuş. Babası
ona ‘adam olmazsın’ demişti ama o vali bile
olmuşmuş. İdaresindeki görevlilere; ‘Gidin,
filan adamı alın getirin bana’ diye talimat
vermiş.
Görevliler istenilen kimseyi bulup dikmişler vali beyin karşısına. Yaşlı adam şaşkın;
‘Bir vali fakir bir köylüyü niçin çağırsın ki
din ve sosyal hayat / diyanet aylık dergi
huzuruna?’ diye düşünmüş ama bir cevap
bulamamış. Üstelik ne bir suçu, ne de vukuatı varmış.
Büyük bir gururla yaşlı köylüyü huzuruna
kabul eden vali bey, karşısında tedirgin
bir vaziyette bekleyen adamcağıza gururlu
bir eda ile ‘İyi bak, tanıdın mı beni?’ diye
sormuş.
Bu soruya bir anlam veremeyen ve huzuruna çıkarıldığı valinin kendi oğlu olabileceğini aklının ucundan bile geçirmeyen yaşlı
adam ‘Siz bizim vali beyimizsiniz efendim’
diyebilmiş sadece.
Yıllar önce evi terk edip giden ve bu güne
kadar hiç haber alamadığı oğlunu aradan
uzun yıllar da geçtiği için tanıyamamış.
Vali bey, babasından iyi bir intikam almanın gururu ile böbürlene böbürlene;
‘demek’ demiş ‘tanıyamadın beni öyle mi?
Ben senin oğlunum! Hani, ‘adam olmazsın’
dediğin oğlun. Sen bana ‘adam olmazsın’
diyordun ama gördüğün gibi ben vali oldum’ demiş.
Meseleyi yenice anlayabilen ve kelimenin
tam anlamı ile bir şok yaşayan güngörmüş
adam acı bir tebessüm ile oğluna bakarak,
‘evlat’ demiş. ‘Beni köyümden demek bunun için getirttin yaka paça. Ben sana ‘vali
olamazsın’ demedim ki. ‘Adam olmazsın’
demiştim. Şayet sen adam olsaydın, babanı adamlarınla huzuruna çıkarmaz, bizi
görmeye gelir, elimizi öper, hayır duamızı
alırdın. Sen ise habersizce evi terk ederek
bizi sonsuz acılara boğdun. O gün bugün
aradan geçen yıllara rağmen anacığının iki
gözü iki çeşme ve sen bir gün yaşlı babanı
ayağına bu şekilde çağırarak beni haklı
çıkarıyorsun. Düşün benim zavallı evladım,
sen bunca okumanın ardından adam olsaydın böyle mi yapardın? Görüyorum ki sen
hâlâ adam olamamışsın, demiş.
Bu muhteşem mesaj yüklü anonim Anadolu
hikâyesinden yola çıkarak insanımıza, ‘büyük adam’ olsunlar diye okullara gönderdikleri çocuklarının öncelikle ‘adam’ olmalarını
temin yolunda gayret edilmesi gereğini hatırlatmalıyız. Mukaddes kitabımızda müminler anlatılırken; “Onlar ki faydasız işlerden
ve boş sözlerden yüz çevirirler.” (Müminûn,
23/3.) buyrulması ve Peygamber Efendimiz’in
duasında ilmin bile faydasızından Allah’a
sığınması (Tirmizi, Daavat, 69; Nesei, İstiaze, 2.)
bize bunu öğütlemektedir.
Peki, nasıl bir şeydir adam olmak?
Her ne kadar biz giyinip kuşandığı kıyafetler içerisindeki herkesi insan olarak kabul
edip ona göre muamele etsek de hakikataralık 2013 / sayı 276
41
42
din ve sosyal hayat / diyanet aylık dergi
Erdemli ve şahsiyetli insan
yetiştirmenin yolu takvâdan
geçer. Kalbinde Allah korkusu
taşımayanların durumu ortada.
İnsanlığın çektiği ızdırapları
durdurmanın yolu Allah korkusunu
kalplere yerleştirmek, insanlığı
Efendimiz’in bizzat yaşayarak örnek
olduğu ve hadislerinde anlattığı
İslam ahlakı ile bezeyerek adam
etmekten geçmektedir.
te adam olmanın kişinin makamı, yaşı,
cinsiyeti, giyim ve kuşamıyla ilgisi yoktur.
İnsanı onurlu veya onursuz kılan temel
ölçüt, onun sahip olduğu donanım ve bu
donanıma uygun yapıp ettikleridir. Ezelde Allah Teala insanı ‘ahseni takvim’ -en
güzel bir biçimde, eşrefi mahluk- olarak
yarattı. (Tîn, 95/4.) Ancak görevini layıkıyla
yapmayan, kulluğunun gereğini yerine
getirmeyen kimseleri de ‘esfel-i safiline’
-aşağıların aşağısına- indirdi. (Tîn, 95/5.)
Allah nazarında insanı değerli kılan temel
kıstasın da takva (yani Allah’ın emir ve
yasaklarına uygun yaşamak) olduğunu
bildirdi. (Hucurat, 49/13.)
Bu yüce değerden yola çıkarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Büyük makamlara
ulaşmak, mala mülke ve şöhrete sahip
olmak değildir esas olan. Allah Teala katında önemli olan şey, kişinin gönül dünyaaralık 2013 / sayı 276
sı ve amelidir. (İbn Mace, Zühd, 9.) Çünkü
davranışları kendisini onurlandırmayan
kimseyi harici hiçbir aidiyet onurlandıramaz. “Kapılardan kovulmuş, üstü başı
perişan nice insanlar vardır ki Allah’a
yemin etseler Allah onları yeminlerinde
haklı çıkarır.” (Müslim, Birr, 138, Cennet, 48.)
buyuran Peygamber Efendimiz, insan
onurunu tanımlamak için maddi sıfatlara
bakmanın yanıltıcılığına işaret etmekte,
Allah Teala’nın insanların dış görünüşüne
ve mallarına değil, kalplerine ve işlerine
baktığını beyan etmektedir. (Müslim, Birr, 33;
İbn Mace, Zühd, 9; Ahmed b. Hanbel, 2/285, 539.)
Hikâyemizden yola çıkarak ifade etmemiz
gerekirse, dinimizde büyük öneme sahip
olan ilim dahi ancak sonucu ile değerlendirilmelidir. İşte, büyük gönül adamı
Yunus bunu, “İlim ilim bilmektir / İlim
kendin bilmektir / Sen kendin bilmezsen
/ Bu nice okumaktır?” dizeleri ile Mevlana
da; “Nice insanlar gördüm üzerinde elbise
yok, nice elbiseler gördüm içinde insan
yok.” vecizesi ile ifade etmektedir.
Erdemli ve şahsiyetli insan yetiştirmenin yolu takvâdan geçer. Kalbinde Allah
korkusu taşımayanların durumu ortada.
İnsanlığın çektiği ızdırapları durdurmanın
yolu Allah korkusunu kalplere yerleştirmek,
insanlığı Efendimiz’in bizzat yaşayarak
örnek olduğu ve hadislerinde anlattığı
İslam ahlakı ile bezeyerek adam etmekten
geçmektedir. Ne var ki çoğunluk, geçici olanı tercih ederek insanların gözünde büyük
adam olma sevdasında. Oysa insanların
değer verdiği şeylere ulaşmak aslında sanıldığı kadar zor bir şey değil. Zor olan, büyük
adam olmak değil, ‘adam olmak’tır!
aile
Aile Yaşamında Farklılıklarda
Uzlaşmak ve Ortak Noktalarda
Buluşmak
Bugün yapılan evliliklere bakıldığında özellikle genç çiftlerin evlilik
ilişkilerinden çok büyük beklentilerinin olduğu görülmektedir. Hâlbuki bu
türden gerçekleşmesi zor olan büyük beklentilerin, aile içi ilişkileri olumsuz
yönde etkilediğinin bilinmesi gerekir. Bu nedenle karşılıklı konuşarak
beklentileri karşı tarafa iletmek ve karşılıklı beklentileri öğrenerek buna
uygun davranış modelleri üretmek oldukça önemlidir.
Yard. Doç. Dr. Mustafa Koç Balıkesir Üniv. İlahiyat Fak.
“Eğer karı-kocanın arasının açılmasından
endişe ederseniz, erkeğin ailesinden bir
hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. İki taraf (arayı) düzeltmek isterlerse,
Allah da onları uzlaştırır. Şüphesiz, Allah
hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdardır.”
(Nisa, 4/35.)
“Evlenmek, insanın haklarının yarıya düşmesi ve görevlerinin iki katına çıkmasıdır.”
(A. Schopenhauer)
*******
Modern hayat, bireylerin tüm yaşam alanlarını az veya çok etkilemektedir. Etkilenen
yaşam alanlarının başında ise aile gelmektedir. Bugün sosyal çevrelerinde uyumlu
gibi görünen birçok evli çift, aslında ev
içerisindeki mahrem olan özel yaşamlarında birbirlerini yıpratan kişiler olarak ortaya
çıkabilmektedir. Dolayısıyla bugün dışarıdan mükemmel bir evlilikmiş gibi görünen
birçok evliliklerin aslında çok da sağlam
temellere dayanmadığı görülebilmektedir.
Söz konusu bu durumun bir sonucu olarak,
ne yazık ki her geçen gün boşanmalarda
ciddi bir artış ortaya çıkmaktadır. İşte
böylesi karmaşık bir ortama sahip aile
yaşamında, eşlerin birbirleriyle aralarında
aralık 2013 / sayı 276
44
aile / diyanet aylık dergi
Farklı kültürlerden yapılan
evliliklerde göz önünde
bulundurulması gereken en önemli
nokta, kültürlerin birbirinden ne
kadar farklı oldukları değil; eşlerin
bu kültürel farklılıklar karşısındaki
değişime ne kadar açık olup
olmadıklarıdır. Örneğin; eşlerden
biri: 'ben böyleyim, ne yapalım
değişemem, beni böyle kabul
edeceksin' gibi bir ifade kullanırsa
diğer eş zor durumda kalabilir.
oluşabilecek problem alanlarına karşı farklılıklarda uzlaşmaları ve ortak noktalarda buluşmaları özel bir öneme sahip olmaktadır.
Öte yandan bu türden olumsuz tabloların
yanında, evliliklerinin üstünden yıllar
geçtikçe birbirlerine daha çok bağlanabilen
eşler görmek de mümkündür. Elbetteki
böyle olumlu bir tabloyu gösterebilmek için
iki tarafın da, uzun soluklu çaba göstermeleri gerekmektedir. Peki, öyleyse böylesine
güzel ve uzun soluklu bir karı-koca ilişkisini
sağlıklı sürdürebilmenin olmazsa olmaz
kuralları neler olabilir? Söz konusu bu
kuralların başında; (a) Mutlu ve uyumlu bir
evlilik için karşılıklı konuşma ve birbirine
vakit ayırma gelmektedir. İyi bir evliliği
yürütebilmek için sağlıklı bir aile içi iletişim gereklidir. Öte yandan diğer önemli bir
nokta da (b) Çiftlerin birbirlerinin beklenti
düzeylerini iyi bilip kendilerini ona göre iyi
aralık 2013 / sayı 276
ayarlamaları gerekmektedir. Bugün yapılan
evliliklere bakıldığında özellikle genç çiftlerin evlilik ilişkilerinden çok büyük beklentilerinin olduğu görülmektedir. Hâlbuki
bu türden gerçekleşmesi zor olan büyük
beklentilerin, aile içi ilişkileri olumsuz
yönde etkilediğinin bilinmesi gerekir. Bu
nedenle karşılıklı konuşarak beklentileri
karşı tarafa iletmek ve karşılıklı beklentileri öğrenerek buna uygun davranış modelleri üretmek oldukça önemlidir.
Evliliklerde kültürel farklılıkların
önemi
Geleneksel aile yapılarında farklı kültürlerden bireylerin, birbirleriyle evlilik yaptıkları çok görülen bir durum değildi. Özellikle
bu son yıllarda, modern yaşamın doğal
bir sonucu olarak iletişim olanaklarının
artması, farklı kültürlerden bireylerin aynı
ortamlarda buluşabilmelerine de imkân
sağlamıştır. Bu bağlamda farklı kültürlerden yapılan evliliklerde göz önünde
bulundurulması gereken en önemli nokta,
kültürlerin birbirinden ne kadar farklı
oldukları değil; eşlerin bu kültürel farklılıklar karşısındaki değişime ne kadar açık
olup olmadıklarıdır. Örneğin; eşlerden biri:
'ben böyleyim, ne yapalım değişemem,
beni böyle kabul edeceksin' gibi bir ifade
kullanırsa diğer eş zor durumda kalabilir.
Evliliklerde ‘ortak paydalarda buluşabilme’
bağlamında “altın merkez nokta” denilen
bir kural vardır. Eşlerden her iki taraf da,
evlilik öncesi sahip oldukları alışkanlıklarından ödün vererek birer adım ileriye
atıp bazı ortak paydalarda/noktalarda
buluşabilirlerse yapılan bu evlilik, kültürel
farklılıklardan çok fazla etkilenmeyebilir.
Dolayısıyla birbirinden farklı kültürlere
sahip eşler, şayet ortak yaşam alanlarındaki düzeni sağlama adına esnek bir biçimde değişime açık olabilirlerse, ortaya çok
güzel ve uyumlu evlilikler çıkabilir.
aile / diyanet aylık dergi
Öte yandan eşlerin temel bazı konularda birbirilerine denk olması; farklılıkları
azaltarak ortak noktalarda buluşma adına
evlilik için ideal bir durumdur. Dolayısıyla olaylara, durumlara ve insanlara aynı
pencereden bakabilmek, sağlıklı bir aile
içi ilişki için gereklidir. Çünkü bireylerin
düşünce kalıplarının önemli bir kısmı çocukluk döneminde içinde yetiştiği kültürün
etkisiyle şekillenerek davranışlarına yansır.
Farklı kültürlerden bireylerin birbirleriyle
evlenmesi aslında bir bakıma bu kişilerin
zora talip olmaları anlamını taşır. Zira
kültürel farklılıklar, aile içerisinde eşlerin
ortak paylaşım alanlarını da azaltmaktadır.
Farklı kültürlerin verdiği kişilik ve davranış
kalıpları, olaylar, durumlar ve ilişkiler karşısında farklı tutum ve algılamaları da ister
istemez beraberinde getirir. Örneğin; farklı
kültürlerdeki eşlerden birinin güldüğüne
diğeri tepki bile vermeyebilir. Aynı şekilde,
yaşama tamamıyla maddeci düşünceyle
bakan bir eşle maneviyatçı gözle bakan bir
eşin sohbet edebilecek ortak alanlar bulması oldukça zorlaşabilir.
Bireyin kültür durumunu belirleyerek
yanlış algılanması sonucunda aile içerisindeki farklılıklarda uzlaşıp ortak noktalarda
buluşmayı engelleyen önemli faktörlerden
biri ise ‘eğitim düzeyi’ durumudur. Dolayısıyla eşler arasında eğitim farkı varsa, bu
durum kültürel farklılıkları belirginleştirerek zamanla evlilik içerisinde yeni problem
alanları oluşturabilir. Bu nedenle eşlerin,
eğitim seviyesini aralarında bir savaş nedeni hâline getirmemeye özen göstermeleri
gerekmektedir. Eşlerden özellikle eğitim
düzeyi açısından daha ileride olan taraf,
aradaki farkı psikolojik olarak hissettirmemelidir. Evlenmeden önce eşlerin, eğitim
düzeyindeki farklılıklarını açık açık konuşmalarında yarar vardır. Ayrıca tartışma
anında veya bir gerginlik durumunda eşler,
eğitim düzeylerini ön plana çıkarmama
konusunda dikkat etmelidirler. Çünkü insanın psikolojik olgunluğunu, aldığı diploma
belirlemez. Modern yaşamın aile kurumuna
yaptığı zararlardan birisi de, eşlerin evlenirken birbirilerinden hoşlanmalarına ve
kişilik yapılarının uyuşmalarına rağmen
‘diploma krizi’ nedeniyle evliliklerin yapılamamasıdır. Hâlbuki diploma bir ambalajdır.
O nedenle ambalaja bakıp da öze önem
aralık 2013 / sayı 276
45
46
aile / diyanet aylık dergi
vermeyen insanlarla yapılan evliliklerin
yürümesi de temelde oldukça zor bir durumdur.
Aile yaşamında her zaman fedakâr
olabilmek…
Aile içerisindeki mutluluğu arttıran faktörlerden birisi de fedakârlık temeline dayanan karşılıklı saygı, anlayış ve şefkattir.
Eşler ve ailenin diğer üyeleri olan çocuklar,
aile içerisinde birbirlerine ne kadar saygılı
olurlarsa, birbirlerinin kişilik farklılıklarını azaltacak tutum ve davranış sergileyip
birbirlerine ne kadar anlayış gösterirlerse o
derecede birbirleriyle kaynaşarak huzurlu
olabilirler. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “Ey
inananlar! Onlarla (kadınlarınızla) güzel
geçinin. Eğer onlardan hoşlanmadınızsa
olabilir ki hoşlanmadığınız bir şeyde Allah
birçok hayırlar takdir etmiş olur.” (Nisa, 4/19.)
buyurulmaktadır. Görüldüğü gibi eşlerden
birbirlerine hoşgörülü ve iyimser olanlar,
hem kendilerini hem de çevresindekilerini mutlu edebilirler. Buna karşın hayata,
bardağın boş tarafından bakarak her şeyin
aralık 2013 / sayı 276
kötü yanını görenler ve karamsar olanlar
ise, sıkıntıdan kurtulamazlar ve yanlarındakileri de sıkarlar. Böyle oldukları sürece de
mutsuz olurlar.
Bir yönüyle birarada yaşama tecrübesi anlamına gelen aile hayatında, eşlerin farklılıklarda uzlaşarak ortak noktalarda buluşup
uyumlu bir şekilde mutlu olabilmeleri
için mutlaka karşılıklı fedakârlık yapmaları gerekmektedir. İslam peygamberi Hz.
Muhammed (s.a.s.) de: “Sizin en hayırlınız,
ailesine en hayırlı ve yararlı olanınızdır.”
(İbn Mace, Nikâh, 50.), buyurarak eşlerin gerektiği zaman kendi kişisel haklarından bile
fedakârlık etmesini bilmeleri gerektiğinin
altını çizmiştir. İşte böyle bir yaşam tarzı
benimsenebilirse, o zaman geçim kolaylaşır
ve aile yaşamından tat alınır. Eşler birbirlerinden beklediklerini bulamadıkları zaman
hemen kızmamalıdırlar. Yine eşler, birbirlerinin eksik yanlarını aramamalıdırlar. Kırıcı
bir davranış olsa bile hoş görebilmelidirler.
Her şeyi iyiye yorumlar ve birbirlerinin iyi
yönlerini görerek davranışlarını hoş karşılayabilirlerse evlilikleri sıkıcı olmaz.
aile / diyanet aylık dergi
Evlilikler Hizmet Fırsatı Olmalı
Şunu biliyoruz ki, birçok genç bugün maddi imkânsızlıklardan dolayı evlilik
düşünemiyor. Evlenmeye niyet eden bir gencin önüne binlerce liralık bir bütçe
çıkıyor. Üstelik bu genç işsiz ise evlilik ulaşılması imkânsız bir sevda veya
hayal oluyor.
Şefika Kaya Meriç Gürpınar Kız Kur'an Kursu Öğreticisi/Beylikdüzü-İstanbul
Ebu Hüreyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre
Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Bir
kadınla dört şey için evlenilir: Malı, soyu,
güzelliği ve dindarlığı. Sen dindar olanı seç.
Yoksa sıkıntıya düşersin.” (Buhari, Nikâh, 15;
Müslim, Rada, 53.)
Evlilik, aile, aile ilişkileri, çocuklar ve onların
eğitimleri anne babaların hayat gaileleri
arasında olan temel konulardır. Bu yazımızda yoğun yaşadığımız evlilik merasimlerine
ve evliliklerin kolaylaştırılması konusunda
birkaç hususa dikkat çekmek istiyoruz.
Şunu biliyoruz ki, birçok genç bugün maddi
imkânsızlıklardan dolayı evlilik düşünemiyor. Evlenmeye niyet eden bir gencin önüne
binlerce liralık bir bütçe çıkıyor. Üstelik bu
genç işsiz ise evlilik ulaşılması imkânsız bir
sevda veya hayal oluyor. Bazen toplumun
âdetleri İslam’ın bizden beklediği davranışların önüne geçebiliyor. Özellikle dinî hayatın
gelenekle iç içe geçtiği toplumumuzda evlilikle alakalı ritüeller olmazsa olmaz olarak
değerlendirilip asıl maksadın önüne engeller
konulmuş oluyor.
Ben öyle inanıyorum ki, bu satırları okuyan
insanların bir kısmı evli, bir kısmı da evlenmeye aday insanlardan oluşuyor. Birazdan
vereceğimiz misalleri herkese kendi zaviyesinden değerlendirmeli, İslam’ın, dolayısı ile
Efendimiz’in bizlerden istediği tavrı iyi idrak
etmeliyiz.
Birçok genç kardeşimizin en temel korkusu,
karşı tarafın talepleri oluyor. Kız tarafının
erkek tarafından özellikle maddi talepleri
aralık 2013 / sayı 276
47
48
aile / diyanet aylık dergi
evliliği çıkmaza sokuyor. Daha kız istemeye
gidilen ilk günde, ev, araba, kayınvalide ve
kayınpederden ayrı yaşama isteği icabında
erkek tarafını bu hayırlı işten vazgeçirmeye
kadar götürebiliyor. Hatta gönülleri birbirine
düşmüş iki genç o muhabbetleri ile kendilerini bekleyen bütün zorluklara beraber
göğüs gereceklerine kendilerini inandırsalar
da, tecrübeli(!) anne ve babalar, ileriyi gördüklerini ifade edip, güya evlatlarını garanti
altına aldıklarını düşünüyorlar. Allah’ın Rezzak ism-i celili bütün yaratılanların bir rızık
koruması altında olduğuna iman etmemize
yetmiyor mu?
Son zamanlarda, yayında olan ve biraz bizi
anlatan bir televizyon dizisinde, anne karakterinin hep kızını vereceği gencin mutlaka
SSK’lı olması gerektiğini ifade etmesi ironi
ile bizim bilinçaltımızı ortaya koyuyor.
Efendimiz’in yukarıda ifade ettiğimiz hadis-i
şerifi gayet açık:
aralık 2013 / sayı 276
“Bir kadınla dört şeyden dolayı evlenilir:
Malı, soyu, güzelliği ve dini için. Sen dindar
olanını seç. (Aksi hâlde) fakr u zarurete
düçar olursun.” Bu hadis-i şerifi tek taraflı
düşünmek doğru olmaz. Kadın tarafından
baktığımız zaman erkek için aynı evsafın
olması gerektiği sonucuna varabiliriz.
Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’inde buyuruyor:
‘‘A ranızdaki bekârları, kölelerinizden ve
cariyelerinizden iyi davranışta olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi
lütfu ile onları zenginleştirir. Allah, (lütfu)
geniş olan ve (her şeyi) bilendir.’’ (Nur, 24/32.)
Biraz imanımızın kıvamı ile alakalı. Allah’ın
lütfuna, keremine iman etme ile alakalı.
Birçok insandan duymuşuzdur; evlendikten
sonra Allah’ın rızkını artırdığını, hayatının
daha çok bereketlendiğini. Dolayısı ile bu
konuda Rabbimize hayırlısı için dua etmeli,
Rabbimizin zenginliğine itimat etmeli ve insani tedbirleri alıp, Allah’a tevekkül etmeliyiz.
aile / diyanet aylık dergi
Asr-ı saadet döneminde yaşanan şu hadise
özellikle kız tarafı için örnek alınması gereken takdire şayan bir davranıştır:
Ümmü Süleym, Peygamber Efendimiz’in
hizmetkârı Enes İbn Malik’in annesidir.
Efendimiz Medine’yi teşrif ettiği zaman,
Enes’in elinden tutup onu Rasul-i Ekrem’in
huzuruna getirmiş, münasip görürlerse
Enes’in kendilerine hizmet etmesini niyaz
etmişti. (On Sekiz Bin Âlemin Mustafası, M. Yaşar
Kandemir, Erkam Yayınları, 2010.)
Maddi bir zenginliğe sahip değildi. Ciğerparesini onun hizmetine sunmaktan daha
iyi bir hediye bulamadığı için yavrusunu
ona götürmüştü. O zeki ve kabiliyetli oğlu,
pek az insana nasip olan bu bahtiyarlığı en
iyi şekilde değerlendirmiş, elde ettiği nice
faziletlerin yanı sıra, en çok hadis rivayet
eden yedi sahabiden biri olmuştu, annesinin
sayesinde.
Enes’in babası Malik, Ümmü Süleym gibi bir
pırlantayı göğsüne takmanın ötesinde, saadetten nasibi olmayan bir zavallıydı. Ümmü
Süleym küçücük yavrusu Enes’e:
“Haydi oğlum, la ilahe illallah, de. Haydi yavrum, eşhedü enne Muhammeden
Rasulüllah de” diye telkin ettikçe Malik’in
canı sıkılır, Ümmü Süleym’e kızardı. Malik’i
bir gün sokakta bir düşmanının öldürdüğü veya Müslüman olduğu için Ümmü
Süleym’e kızarak Suriye’ye gittiği ve orada
öldüğü söylenir.
Ümmü Süleym dul kalınca, ona Ebu Talha
el-Ensari talip oldu. Müslümanlığın on ikinci
yılında, Birinci Akabe Biatı’nda bulunan on
iki Medineliden biri. Gür sesinin savaşta
bir grup insana bedel olduğu Rasul-i Kibriya
tarafından belirtilen bir arslan. Fakat Ümmü
Süleym ile evlenmek istediğinde daha
Müslüman olmamıştı. Bu sebeple onun bu
isteğine Ümmü Süleym şu cevabı verdi:
Mehir dediğin böyle olmalı. Allah
yoluna hizmeti şart koşmak, ömür
boyu Allah ve rasulünün izinden
ayrılmamak üzere antlaşma
yapmak… Bütün bunlar bizim
bu hayatta kendimize neyi gaye
edindiğimizle alakalıdır.
“Ebu Talha! Ben senin teklifini reddetmem;
çünkü senin gibisi reddolunmaz. Ancak sen
müşriksin. Ben ise -elhamdülillah- Müslümanım. Eğer İslamiyet’i kabul edersen,
mehrimi de sana bağışlarım. Bilmez misin
ki, senin taptığın tanrı yerden biter; sonra
onu marangoz yontar. Şu hâlde sen bir tahta
parçasına tapmaya utanmıyor musun?”
Ebu Talha hiçbir cevap vermeden gitti.
Düşündü, taşındı. Ümmü Süleym’in haklı
olduğunu görerek Müslümanlığı kabul etti
ve Ümmü Süleym ile evlendi.
Ümmü Süleym’in ne büyük bir insan ve
ne samimi bir Müslüman olduğunu, Ebu
Talha’dan aldığı mehir de göstermektedir.
Onun bu mehir hâdisesi daha sonraki devirlerde hep konuşulagelmiştir.
Mehir dediğin böyle olmalı. Allah yoluna
hizmeti şart koşmak, ömür boyu Allah
ve rasulünün izinden ayrılmamak üzere
antlaşma yapmak… Bütün bunlar bizim bu
hayatta kendimize neyi gaye edindiğimizle
alakalıdır.
Rabbimizin, Efendimiz’e öğrettiği şu dua
bizim dualarımızın başında olmalı:
‘‘De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım,
hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi
Allah içindir.’’ (En’am, 6/162.)
aralık 2013 / sayı 276
49
kültür
sanat
edebiyat
Na’t Edebiyatımız
Büyük şairlerimizden Mevlana: “Şairlik, peygamberlikten bir cüzdür.” diyerek
şaire insanlık namına, en büyük ve en ulvi vazifeyi yüklerken, Fuzuli de bu
vazifelerin ilimsiz yapılamayacağı hükmüne varmıştır.
Vedat Ali Tok
Şiir, insanoğlu için vazgeçilmez bir sanattır.
Şair, yüreğine sığmayan engin ve mistik
duyguları, gönlündeki kıvılcımları, ölçülerle,
kafiyelerle ilmek ilmek işleyip, başkaları ile
paylaşma ihtiyacını duymuştur.
Büyük şairlerimizden Mevlana: “Şairlik,
peygamberlikten bir cüzdür.” diyerek şaire
insanlık namına, en büyük ve en ulvi vazifeyi yüklerken, Fuzuli de bu vazifelerin ilimsiz
yapılamayacağı hükmüne varmıştır. Tarih
boyunca şiir, çeşitli tariflerle bir kayıt altına
alınmaya çalışılmışsa da tıpkı ağından kurtulan bir kuş gibi, yeni ufuklara doğru kanat
çırpmıştır. Geçmişten günümüze doğru şiir
serüvenini gerek muhteva gerekse şekil
bakımından şöyle bir gözden geçirecek oluraralık 2013 / sayı 276
sak, şiir sanatının gerçekten bir kayıt altına
alınamadığını, hatta alınmaması gerektiğini
rahatlıkla anlayabiliriz.
Bakınız şiir için nasıl tarifler yapılmış:
Divan edebiyatçıları: “Mevzun ve mukaffa
sözdür.” diyerek şiiri kısaca ve vezinli ve kafiyeli sözler topluluğu olarak görmüşler.
Peyami Safa şiir için, “Bütün ruh hâllerinin
toptan ifadesidir.” der.
Necip Fazıl: “Arı bal yapar, fakat balı izah
edemez. Ağaçtan düşen elma da yer çekimi
kanunundan habersizdir.” diyerek şairi, şiiri
ve okuyucuyu bir muammanın içine sokar.
Üstat daha sonra sanatı, Allah’ı aramanın
yollarından biri olarak tarif edecektir.
kültür-sanat-edebiyat / diyanet aylık dergi
Yahya Kemal halis şiiri bulma yollarını ararken kararını verir: “Mısraın ayakları yerden
kopmazsa ve uçmazsa…” şiirden söz etmek
mümkün değildir.
Görüldüğü gibi her sanatkâr, kendi dünyasındaki şiiri yakalayıp onu anlatmıştır.
Peki, şiir ve şair hakkında Kur’an-ı Kerim’de
ne buyuruluyor bir de ona bakalım. Mesela
Şuara suresinde (224, 225, 226, 227. ayetler) şu
hükümler oldukça dikkat çekicidir: Şairlere
gelince onlara da sapıklar uyarlar. Onların
her vâdide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve
gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini
görmedin mi? Ancak iman edip iyi şeyler
yapanlar, Allah’ı çok ananlar ve haksızlığa
uğradıklarında kendilerini savunanlar başkadır. Haksızlık edenler nereye döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.
Bilindiği gibi cahiliye dönemi Araplarında
şiir, çok büyük itibar gören bir sanattı. Bu yüzden pazarlara, panayırlara bile çıkabilen bir
meta durumuna gelmiştir. Kabileler arasında
sık sık şiir yarışmaları düzenlenir, kıyasıya
mücadeleler olurmuş. Bu mücadelelerde gâlip
gelen şiirler Mekke’de Kâbe duvarına asılırmış. Bu şiirlere “muallaka” adı verilmiş olup
bunların en güzelleri de “Yedi Muallaka” adı
ile anılmıştır. Arap şairlerinin o zamanki
şiirlerinde kuvvetli bir ahenk ve belagat olmasına rağmen konuları bakımından, sadece
kadın güzelliği, içki gibi konular müstehcen
bir dille kaleme alındığı için, sonradan pek
hoş karşılanmamıştır. Nitekim bu çok ustaca
yazılmış şiirler Kur’an-ı Kerim’in nüzulünden
sonra yerle bir edilmiştir; çünkü Kur’an-ı
Kerim’deki ilahî kelam ve ifadelerdeki ahenk
birçok şairin şiir yazmaktan vazgeçmesine
sebep olmuştur. İslam güneşinin doğuşundan
sonra Müslüman olan şairler, artık bu yeni
dinin ışığında sözler söyleyip, cahiliye dönemine ait imajlarını terk etmişlerdir.
“Kaside-i Bürde” Hz. Muhammed (s.a.s.)’i
metheden meşhur bir şiirdir. Hz. Muhamaralık 2013 / sayı 276
51
52
kültür-sanat-edebiyat / diyanet aylık dergi
Cahiliye döneminden sonra
Müslümanlar arasında şiir, ayrı bir
güzellik ve değer kazanmıştır. Bu,
biraz da Hz. Muhammed (s.a.s.)’in
şairlere gösterdiği hoşgörü
neticesinde olmuştur. Bu yüzden
Arap, Fars ve Türk edebiyatlarında
peygamberimizi övücü şiirler, yani
naatlar, yazılmıştır.
med (s.a.s.), şiirini dinledikten sonra, şair
Ka’b b. Züheyr’e hırkasını hediye etmiştir.
Enes b. Malik şöyle bir hadise naklediyor:
Rasulüllah (s.a.s.) Mekke’ye giderken, deve
ile önlerinden giden İbn Revaha’nın beyitler
okuduğunu duyan Hz. Ömer “Ya İbn Revaha!
Sen Rasulüllah’ın önünde şiir mi okuyorsun!” diye hiddetlenir. Müşrikleri kızdıracak
mahiyette şiir okuduğunu duyan Rasulüllah
(s.a.s.): “İbn Revaha’ya dokunma ya Ömer! O
beyitler kâfirlere atılan oklardan daha tesirlidir.” diyerek Hz. Ömer’i ikaz eder.
İslam tarihine baktığımız zaman şunu
anlıyoruz ki şiir, yüklendiği misyona göre ya
övülmüş yahut zemmedilmiştir. Yani İslam’a
ve insanlığa zarar vermeyen şiir yasak edilmemiştir, diyebiliriz.
Cahiliye döneminden sonra Müslümanlar arasında şiir, ayrı bir güzellik ve değer
kazanmıştır. Bu, biraz da Hz. Muhammed
(s.a.s.)’in şairlere gösterdiği hoşgörü neticesinde olmuştur. Bu yüzden Arap, Fars
ve Türk edebiyatlarında peygamberimizi
övücü şiirler, yani naatlar, yazılmıştır. Övme,
methetme anlamında olan naat kelimesi
edebiyatımızda daha çok Hz. Muhammed
aralık 2013 / sayı 276
(s.a.s.) için yazılan, onun doğumu, vasıfları,
peygamberliği, mucizeleri, miracı, hicreti ile
ilgili şiirlerin genel ismi olmuştur.
Türklerin İslamiyet’i kabulünden sonra
Müslüman Türk şairler de diğer Müslüman
milletlerin şairleri ile boy ölçüşecek dereceye gelmiştir. Hatta denilebilir ki Divan şairleri Hz. Muhammed (s.a.s.) ile ilgili şiirlerinde,
daha içten, daha samimi, daha lirik ifadeler
kullanmışlar. İşte bu sebeple asırlarca en
okumamış kesimlerde bile mevlitlerden
beyitler duyulur; Hz. Muhammed (s.a.s.) ile
ilgili duygu yüklü mısralar, makamlarla söylenir. Mukaddes gecelerde, düğünlerde, cenazelerde, mevlit tegannilerinde âdeta şiirle Hz.
Muhammed (s.a.s.) özdeşleştirilir, mübarek
yaşantıları manzum olarak dile getirilir.
Divan şairleri, şiirlerini topladıkları kitaplarını düzenlerden, Allah’ın birliğini tasdik ve
O’na yalvarıştan sonraki bölümü Kâinatın
Efendisi’ne ayırmışlar; bu, klasik bir kural
olarak asırlarca devam edegelmiştir.
Türk edebiyatında Hz. Muhammed (s.a.s.)
için sayısız şiirler yazılmıştır. Divan edebiyatında Hz. Muhammed (s.a.s.) hakkında
yazılan naatlarda onun doğumu, hayatı, peygamberliği, peygamberlikte çektiği sıkıntılar,
miracı, mucizeleri gibi konular işlenmiştir.
Edebiyatımızın yönünü Batı’ya çevirdiği
dönemden itibaren, belki de o zaman kadar
bir değer ifade eden birçok konu gibi, naat
türünde yazılan şiirlerde de dikkat çekici
bir azalma gözlenir. Fakat bu dönem uzun
sürmeyecektir. Divan şairlerinin divanlarını tertip ederken bir bakıma mecburen
yazdıkları naatlara karşılık, yeni edebiyatta
gönüllü naat şairleri birçok divan şairinden
daha samimi ve güzel şiirleri ile bu geleneği sürdürmüşlerdir. Nitekim bugün bir, Ali
Ulvi Kurucu’nun, Ârif Nihat Asya’nın, Necip
Fazıl’ın, Nurullah Genç’in naat türündeki
eserleri Türk edebiyatındaki yerini çoktan
almıştır.
kültür-sanat-edebiyat / diyanet aylık dergi
Halil Bektaş’ın Şiirlerinde
Anlam Arayışı
Bektaş, şiirlerinde hikmet ve anlam arayışına koyulurken, önce bütün varlığın
Allah’ın kudret ve azametinin bir eseri olduğu esasından yola çıkıyor.
Mesut Özünlü
Halil Bektaş içimizden biri ve camiamız
içerisinde görevli bir meslektaşımız. Karabük İl Müftüsü. O aynı zamanda üç kitabı
yayınlanan bir şair ve araştırmacı yazar.
Edebî çalışmalarında özellikle şiir dünyasında hikmet ve anlam arayışını sürdüren bir
düşünce insanı. Halil Bektaş, şiirlerini Ay
Vakti ve Cemre adlı iki ayrı kitapta toplamış. Ay Vakti’ni 2011’de, Cemre’yi ise 2012
yılında okuyucularıyla buluşturmuş. Şair ve
yazar meslektaşımız, ayrıca Kur’an’ın Özürlülere Bakışı adlı bir araştırma ve inceleme
eserinin de sahibi. 2011 yılında yayınlanan
bu eser, Bektaş’ın Cumhuriyet Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi’nde yapmış olduğu yüksek
lisans tezinin basılmış hâli. Biz bu akademik
çalışmadan daha çok Halil Bektaş’ın şiirle
ilgili eserlerini anlamaya ve bu eserlerde
ilgimizi çeken hikmet ve anlam arayışları
üzerinde durmaya çalışacağız.
AY VAKTİ
Şairin şiire dair ilk eseri Ay Vakti, doksan
iki şiiri içeren bir edebî yapıt. Bu eserinde
Bektaş, şiirlerini altı bölüm başlığı altında
bir araya getirmiş. Yakarış adını verdiği
ilk bölüme bütün güzelliklerin başı olan
“Bismillahirrahmanirrahim” başlıklı şiiriyle
giren şair, ikinci şiirine ise “Münacat” ismini
verdiği hikmet ve mana yüklü dizelerle
devam ediyor.
aralık 2013 / sayı 276
53
54
kültür-sanat-edebiyat / diyanet aylık dergi
Bektaş, şiirlerinde hikmet ve anlam arayışına koyulurken, önce bütün varlığın Allah’ın
kudret ve azametinin bir eseri olduğu esasından yola çıkıyor. Her şeyin O’nun kudretinin
bir yansıyışı olduğunu, kâinatta O’nun irade
ve bilgisi dışında bir yaprağın dahi yere düşmediğini, O’nun dilemesi olmadan çarenin
Türk şiirinde bir hayli rağbet gören, daha
çok postmodernizm sonrası ortaya çıkan
sembolik imge ve ilintilerle örülü neoepik
tarz şiirler yazmak yerine daha bizden,
daha gönül dünyamıza has, sade ve açık
bir üslubu tercih ediyor. Bir nevi Türk-İslam
Edebiyatının klasik tekke şiirlerini çağrıştıran bize özgü bir temayla, bir yandan kafiye
ve nakaratlarla süslü kelimeleri mevzun bir
edebî anlatıma dönüştürüyor, diğer yandan
da Yaradan ile yaratılan arasında derinlikli
bir anlam bağı kurarak kâinata bu pencereden bakmanın kendi iç coğrafyasında oluşturduğu hayretengiz seyranı dile getiriyor.
Duygu yoğunluğu yüksek bu içkin temaşanın ardından, kitabının 16’ıncı sayfasında yer
alan İman Ettim Allah’ım başlıklı şiirinin şu
coşkun dizelerinde ise şair, hikmet ve anlam
arayışını sürdürmenin yanı sıra kendini ilahî
kudrete ram oluşun kucağına atıyor, âdeta
nemli gözlerle yenilenen terütaze bir imanın
teslimiyet hazzını yaşıyor:
“Yıldızların seyrinde, doğup batan güneşte
Dondurucu soğukta, ısı veren ateşte
Kâinatın dilinde, yarattığın her işte
Hikmetini görerek iman ettim Allah’ım.”
ve dermanın, O’nun adıyla başlanmadan
hayır ve felahın mümkün olmayacağını
vurguladıktan sonra:
“Hayrete düşer insan bakıp da kâinata
Görünce her işinde iç içe hikmetini
Boyun eğer önünde ram olup hakikate
Ve haykırır diliyle o sonsuz kudretini
Sübhanallah…
Sübhanallah…”
Dizelerini kitabına taşıyor. Burada da yakinen görüldüğü üzere Bektaş, son zamanlarda
aralık 2013 / sayı 276
Bektaş’ın şiirinde hikmet ve anlam, maddenin ötesini görebilme dirayetinde gizlidir.
Çünkü basiretli gözlerin görebildiği bu iki
kıymet, sadece madde ile beş duyunun arasına sıkışmış sınırlı bir coğrafyanın kof hasadı
değildir. Bundan böyle Bektaş’ın şiirinde bu
arayış, yalnız duygusal bir istiğraktan çok;
kalbin, aklın ve sezginin tevhidiyle ortaya
çıkan bir gerçekliğin tecellisini ifade etmektedir. Başka bir deyişle Bektaş’ın kaleme
aldığı şiirlerde duygu ve istiğrak kadar idrak
ve mantıki kurgu da önemlidir. Hatta onun
dizelerinde mantıki kurgu sezgiyi, sezgi
de istiğrak ve duyguları harekete geçiriyor,
denilebilir. Bektaş’a göre kâinat çok muhteşemdir. Bu ihtişamın nedeni ise sanat içinde
sanatın bulunmasıdır. Böyle bir sanatın olması ise bizatihi eşsiz bir sanatkârın varlığı-
kültür-sanat-edebiyat / diyanet aylık dergi
nı gerektirmektedir. Tıpkı “Sanatkâr” başlıklı
şiirde dile getirilen, aynı zamanda Bektaş’ın
hikmet ve anlam arayışının tefekkür remizli
birer örneğini teşkil eden şu iki ayrı beyitte
olduğu gibi:
“Maddenin ötesini gören gözlere ayan
Önce O’nu görüyor kapıyı aralayan.”
…
“Bütün ihtişamıyla sanat içinde sanat
O eşsiz sanatkârı haykırıyor kâinat.”
CEMRE
Bektaş’ın şiire dair ikinci eserinin Cemre
olduğunu belirtmiştik. Seksen üç şiirden
oluşan 120 sayfa tutarındaki bu eserinde ise
şair, ilk eseri olan Ay Vakti’nden farklı olarak
herhangi bir bölüm başlığına yer vermemiş.
Fakat dinî şiirlerinin yanında Malazgirt Zaferi, Sarıkamış Destanı, Gurbette Bayram gibi
millî şiirlerini de bir araya getirmiş. Ama aynen birinci kitabında olduğu gibi, hikmet ve
anlam arayışını bu eserinde de sürdürmüş.
Bu arayışın en dikkat çekici başlıklarından
birisi ise onun “Kur’an İkliminde” başlıklı
şiirinde görülmektedir:
…
“Gerçekte var mıyım, var isem neden?
Nedir vicdanları rahatsız eden?
İki asli unsur ruh ile beden
Kur’an ikliminde cevap buluyor.”
Bu dörtlüğün ilk beytinde kendini kuşkucu
bir düşünce sarmalının arasında kalmış gibi
gösterse de, aslında burada Bektaş, septisizm
tandanslı bir tereddütten öte varlığının hikmet ve anlamıyla birlikte, ebedilik noktasında bir hiç olduğunun itirafını dillendirmeye
çalışıyor. Sonra da sözü, insanın iç âleminde
sessizce durmakta olan ama en tavizsiz, en
deruni ve en bağımsız hâkim rolünü üstlenmiş bulunan vicdanın neden ve niçin
rahatsız olduğu sorusuna getiriyor. Ardından, insanı var eden iki temel unsurun ruh
ve beden olduğunu ifade ederek; kâinatla
insan, insanla vicdan arasında çözümlenemeyen ve zaman zaman beşerin salt aklını
tökezleten düalist çelişkilere dikkati çekiyor.
En nihayet tüm bu çelişkilere cevap veren
tek merciin Kur’an olduğunu, onun nurlu
ikliminin dışında çözüm aramanın, insanoğlunu büyük bir anlamsızlık krizi ile karşı
karşıya bırakacağını vurguluyor.
Sadece bu kadar değil elbette… İkinci dörtlüğünü yukarıda verdiğimiz “Kur’an İkliminde”
adlı şiiriyle Bektaş, hikmetin katrelerini
kelime kelime, söz söz bir araya getiriyor;
önce sızıntı, dere ve çay olmayı, ardından da
anlam ırmağına doğru akmayı arzuluyor.
Yunus gibi okyanusa, Gothe gibi hakikate,
Necip Fazıl gibi idrake ermek için…
“Var edildi varlık, yokluktan nasıl?
Nedir o yokluktan, var eden asıl?
Sonsuzluk içinde bu kısa fasıl,
Kur’an ikliminde cevap buluyor.”
aralık 2013 / sayı 276
55
56
kültür-sanat-edebiyat / diyanet aylık dergi
Suya Nasihat: Ak!
Önemli olan hayat pınarının kurumamasıdır. Kimlerin senin akışına yol
verdiği, kimlerin serin sularından içtiği, kimlerin suyunun kuruması için
çalışıp çabaladığı, kimlerin kaynağın üstünü örttüğü senin için hiç önemli
olmasın. Hiçbirine aldırış etme, kin besleme. “Benden için ya da içmeyin”
deme hiç kimseye. Sadece ak, ak, ak…
Halime Karabulut Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü
Sürekli akan bir yanın olsun. Aktığın yön,
mecra önemli değil. Gitmen gereken yere
bir yol bulunur elbet. Bazen ihtiyaç sahipleri
bir kanal açar, daha hızlı ve güvenli akman
için… Bazen de nasıl olsa akıyor, nimetleniyoruz, kendimizi yormayalım, akmaya
devam eder denilir. Bir başka ihtiyaç sahibi
yeni bir kanal açar, başka yöne, farklı diyarlara akıtır seni.
Bazen de suyuna ihtiyaç duyan olmaz, öylece
bırakırlar seni kendi hâline, kurumaya terk
ederler. Fakat sen görünmeyen yollardan
akacak bir yol bulup akmaya devam edeceksin.
Önemli olan hayat pınarının kurumamasıdır. Kimlerin senin akışına yol verdiği,
kimlerin serin sularından içtiği, kimlerin
suyunun kuruması için çalışıp çabaladığı,
kimlerin kaynağın üstünü örttüğü senin için
hiç önemli olmasın. Hiçbirine aldırış etme,
kin besleme. “Benden için ya da içmeyin”
deme hiç kimseye. Sadece ak, ak, ak…
Pınarın amacı kurumadan akmaktır, suyunu
kurak yerlere akıtmaktır, hayat vermektir…
Kimin faydalandığı ile ilgilenmez.
aralık 2013 / sayı 276
Sen pınar olmaya bak… İçin hep kıpır kıpır
olsun, suyun fokur fokur çağlasın… Ama
bitki ama hayvan, ama insan… ya da düşman, senden beslensin… Sen yeter ki duru
bir kaynak ol, içeni zehirleme, içen senden
hayat bulsun. Bir defa içen, bir daha içmek
istesin. Seni içen Rabbine şükretsin. Sana
teşekkür etmesini bekleme. Sana teşekkür eden divaneye aldırış etme. Kendinde
benlik görme. Rabbin suyunu çekip alırsa
sana kim su verebilir? Allah’ın lütfuyla var
olduğunu unutma. Suyundan içenlerin
vefasızlığından şikâyet etme. Bir yudum
su içtiği için, kimseyi kendine minnettar
sayma. Senden kana kana içenlerin, bir
başkasının içmemesi için üstünü örtmelerine hayret etme. Üstünü toprakla örtenin
ayakları altında ezildiğini sanma. Gülümse
ve ayaklarını okşa… Uzaklaşınca da yüzeye çıkmak için bir yol ara. Tembel tembel
oturup bir çiftçinin kazma kürekle beline
vurmasını bekleme. Akmak için teşekkür
veya ücret bekleme. Akmamak için karı-buzu, sarpı-yokuşu bahane etme.
Sahibini bil, kendini tanı. Varoluş sebebini
unutma. Seni yarattı ki, mahlukata hizmet
kültür-sanat-edebiyat / diyanet aylık dergi
edesin. Mahlukata hizmet hakka hizmettir bilirsin… Sen Rabbinin rahmetinin bir
tecellisisin. Mahlukatı suyundan mahrum
etme. Çobana kızıp, sürüyü susuz bırakma.
Bahçıvana darılıp, çiçekleri kurutma. Çiftçi,
sana akman için bir kanal kazmadı diye
tarladaki tohumların kuruyup, çatlamalarına
göz yumma. Ak, ak, ak… Her şey seninle
hayat bulsun.
Akıttığın suyu kendi marifetin bildiğin
zaman, işte o zaman kurursun. Sen, kendini
kurutursun. Bilmez misin ki Rabbin, sana
lütfederse bütün dünya bir araya gelse seni
kurutamaz. Bunu bilmez misin? Suyunu yüzeye bırakmazlarsa sen kurumuş olmazsın.
Sadece senin aktığını görmeyenler seni kurumuş sanacaklar, seni yok bilecekler. Bu durum Rabbinin seni örtmesidir, korumasıdır,
araya perde koymasıdır. Fakat sen yine de
yok olmayacaksın. Kendini yok sayma, sen
akmalısın, akacaksın. Çünkü yerin dibinde
yaşayan yılan-çıyan, börtü-böcek senin suyuna ihtiyaç duymuştur. Yani vazifen derinlere
inmek, derinleşmek olmuştur. Buharlaşmaktan kurtulup kendini toparlamak olmuştur.
“Ne de güzel akıyordum, neden şimdi durumlar değişti?” diyerek Rabbine sitem etme.
İsyan etme, sen niyaz makamında değilsin,
şikâyet etme. Rabbinin işine mi karışacaksın? Acizliğini bil. Rabbine ve mahlukatına
isyan etme. Eğer takdir durmanı gerektirmişse sakın buna itiraz etme. Suyunu depolama,
gücünü toparlama zamanı gelmiştir. Akacağım diye inat etme.
Amacın görünür olmak mı, yoksa Rabbinin
emrine uymak mı? Sakın hedefini şaşırma…
Yeni pınarlar var ettiği için Rabbine gücenme. Ümitsizliğe kapılma. Diğer pınarlara
haset etme. Diğer pınarlarla hayır yolunda
yarışabilirsin ama sakın hayırlı işlerine
engel olma. Suyunu diğer havzalara boşalt,
diğer pınarlarla birleş ama senin adını almasını bekleme.
Amacın nam salmak olmasın. Amacın suyunu akıtmak olsun. Cana can katmak, kurumuşa hayat vermek olsun. Fakat namına da
kara leke sürmelerine asla müsaade etme.
Sen berrak bir pınar ol. Ak, ak, ak… Hayat
seni hep akarken görsün. Bekleyip bulanma,
kokuşma… Mahlukata can verip, taze filizler
devşir.
Ey insan! Sen su kadar şeffaf ol her işinde…
Ve su kadar faydalı ol her şeye… Ey insan, su
kadar aziz ol!
aralık 2013 / sayı 276
57
Bir Ayet Bir Yorum
Kur’an’ı Kutsarken
O’na Yabancılaşmak
Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
ihkarsli@diyanet.gov.tr
“Kendilerine
verdiğimiz kitabı,
layık olduğu şekilde
okuyup izleyenler
var ya, işte onu
tasdik edenler
onlardır.”
(Bakara, 2/121.)
Kur’an, getirdiği dünya görüşü ile milletimizin tarihsel
yürüyüşünde, kültür ve medeniyetinde temel belirleyici
olmuştur. Son iki asırda toplumumuzun Kur’an kaynaklı
bir kısım değer ve pratikleri
tartışma alanına çekilmiştir. Hatta bunlardan bazıları
toplumsal hayatta eski etkisini
kaybetmiştir. Bununla beraber
Kur’an, en genel anlamda Türk
toplumunun ortak değerlerinden biri olma vasfını hâlâ
sürdürmektedir.
Pratik hayatında insanımız
Kur’an’ın bazı emir ve yasaklarını yerine getirmese
de, değişik vesilelerle onun
kutsiyetinden ve bereketinden
faydalanmayı ummaktadır.
Manalarını anlamasa da onu
tilavet ederek Yaratıcı’ya yaklaşmayı, O’nun rızasına ermeyi
arzulamaktadır. Bazı sure ve
ayetleri tekrarlayarak musibetlerden korunacağına, dertlerine
çare bulacağına inanmaktadır.
Bu anlamda Kur’an-ı Kerim
âdeta bir dua kitabı işlevi görmektedir.
Türk toplumunun Kur’an’a
karşı olan saygısı, bazen onun
maddi varlığı bağlamında ayrı
bir boyut kazanır. Bu saygı,
onun içerdiği emir ve buyruklara saygıdan bağımsız bir hâl
alır. Hatta talep ettiği hayat
tarzıyla çelişen kuru, ruhsuz
bir niteliğe dahi bürünebilir.
Böylece insanlar onun buyruk-
larını yerine getirmese de onu
yüceltmeye devam ederler.
Toplumumuzda Kur’an’a olan
saygı biraz da korku ile karışık bir özellik ortaya koyar.
Çünkü insanlar yemin ederken
“Kur’an çarpsın” ifadesini kullanırlar. Getirdiği dünya görüşüyle rahmet ve şifa kaynağı olan
Kur’an’a böyle bir anlam nasıl
yüklenmiştir? Bu, dikkat çekici
bir sorudur.
Millet olarak biz, Kur’an’a
sıradan bir kitap muamelesi yapmayız. Genelde o, bir
mahfaza içerisinde tutulur. Ele
alındığında öpüp başa konulur.
Bir yere taşınırken gelişigüzel
hareket edilmez. Belden aşağıya sarkıtılmaz. Hele hele yere
konması onun kutsiyetiyle hiç
de bağdaştırılmaz.
Burada şu çelişkiye dikkat
çekmek gerekir: Kur’an’la olan
ilişkide bir taraftan onun maddi varlığını yüceltmiş; diğer
taraftan ise insanlar onun
muhtevasına yabancılaşmışlardır. Dolayısıyla o anlaşılan,
üzerinde akıl yürütülen bir kitap olmaktan gittikçe uzaklaşmıştır. Bu anlayış, günümüzde
belirli ölçüde değişse de hâlâ
hem halk kesiminde hem de
dinî eğitim ve hizmet kurumlarında varlığını sürdürmektedir.
Oysa bizim için önemli olan,
bizzat Kur’an’ın bu konudaki
yaklaşımıdır. İnsanları muhatap alırken, amaç ve metodunun ne olduğudur?
bir ayet bir yorum / diyanet aylık dergi
Bilindiği gibi Kur’an’ın temel yöntemi, insanın bütün
anlama ve idrak vasıtalarını
harekete geçirmektir. (Kâf, 50/37.)
Müslüman şahsiyeti inşa ve
ihya etmeyi gaye edinen bir
kitaptan bundan başkası da
beklenemezdi. Kur’an’ı anlamaya, onun üzerinde inceden
inceye düşünmeye davet eden
onlarca ayeti burada zikretmek
mümkündür. (bk. Nisa, 4/82; Muhammed, 47/24; Sad, 37/28.)
İşin garip tarafı şudur ki, aklı
ve kalbi harekete geçirmeye bu
denli önem veren bu ilahî kelamın, anlaşılmasının hâlâ ikinci
plana itilmesi ve buna gereken
önemin verilmemesidir. Bu,
günümüzde sahip olduğumuz
meal ve tefsir imkânları düşünüldüğünde, Kur’an adına talihsiz bir gidişat ve izahı mümkün
olmayan bir durumdur.
Bu yaklaşımın, Kur’an’ın
hidayetinden Müslümanların
istenilen şekilde istifade etmelerini engellediği açıktır. Yine
bu hâlleriyle Müslümanların
geleceğe yürümeleri ne kadar
mümkündür? Öyle ya, medeniyet kaynağı olan bu ilahî kelam
üzerine yoğunlaşmadan İslam
medeniyeti yeniden nasıl inşa
edilecektir? Bilgi ve düşünce
üretiminde yarışın olduğu bir
dünyada yaşıyoruz. Böyle bir
vasatta Kur’an’ı anlamadan ona
dayalı bir düşünce iklimini üretmek ne derece mümkündür?
Merhum Nurettin Topçu şöyle
der: “Kur’an’ı çok okuyor ve
az düşünüyoruz. Büyük kitap,
bir musiki güftesi midir? Ne
münasebet! Onu karşılayacak
kalbimiz mi yok? Buna da inanılmaz… Neden Türk çocuğu,
düşünen dünyanın ortasında
ve muazzam bir hikmet hazinesinin başında manayı bırakır
da iskelete bağlanır?” (Nurettin
Topçu, Yarınki Türkiye, Dergâh, İstanbul 2010, 60.)
Kur’an’la ilgili bahsedilen yaklaşım tarzı, sonraki dönemlerde oluşmuştur. Çünkü ashabın
onunla olan ilişkisi kabukla
değil özle; zarfla değil mazrufla; lafızla değil muhteva ile ilgiliydi. Mushaf’ın maddi varlığı
onlar için ne salt bir araştırma
objesi, ne de sadece bir sanat
vesilesi veya kutsama nesnesi
idi. Onların bütün meselesi anlamak ve yaşamak; işitmek ve
itaat etmekti. Allah’ın boyası
ile boyanmak, vahyin rengini
almak esas gayeleri idi. (bk.
Bakara, 2/138.)
Kur’an’la kuracağımız ilişki,
onun rahmet dünyasına yabancılaşmamız sonucunu doğurmamalıdır. Dolayısıyla Müslümanlar Kur’an’ı ibret nazarıyla
okuyup anlamalılar. Aksi
takdirde büyük buluşmanın,
huzur-ı ilahîde hesap vermenin
vahametini idrak edemeyeceklerdir. (bk. Müzzemmil, 73/17.)
Ölüm sonrasında kendilerini
bekleyen, aklın ve hayalin
almayacağı olağanüstü güzel ve
çekici cennetleri göremeyeceklerdir. Yine insanları bekleyen uykuları kaçıran türden
korkutucu ve belalı cehennem
hayatını yeterince fark edemeyeceklerdir. (bk. Furkan, 25/12.)
Yine Kur’an’ı anlamadan ve
düşünmeden okumak, onun
feyzinden ve ruhaniyetinden
mahrumiyete sebep olmaktadır. Çünkü bu durumda ticaret,
siyaset, sanat vb. alanlarda
yapılan çalışmalar bir ibadet
şuuru içerisinde yapılmamaktadır. Zira Kur’an’ın ruh ve feyiz
dolu ayetleri, insanların akıl ve
duygularıyla buluşmamakta, do-
59
layısıyla hayatlarına kendi renk
ve desenini verememektedir.
Diğer taraftan Müslümanların,
Kur’an’ı öğüt almak maksadıyla
okumamaları, ufuklarının daralmasına, idraklerinin körelmesine sebep olmaktadır. Dini
sadece bazı emir ve yasaklar
bütünü olarak algılamaktadırlar. Geçmişten geleceğe yüklendikleri büyük emanet ve
sorumluluğu fark edemez hâle
gelmektedirler. Hayatın ve varoluşun derin anlamını unutmaktadırlar. Çünkü Kur’an’dan uzak
bir hayat varlığa dar bir pencereden bakmakla eşdeğerdir.
Kur’an’a yabancılaşmamak için
onu hayata taşımamız gerekir.
Bunun için de hayatın içinde
ayetlerle ilişki kurabilecek bir
vahiy kültürüne ihtiyacımız
vardır. Mesela ticaret yapıyorsak, ticaret ve alışverişin
Allah’ın zikrinden ve ibadetlerden alıkoymaması ayetini aklımızdan çıkarmamalıyız. (Nur,
24/37.) Yine musibetlere maruz
kaldığımız bir durumda “Andolsun ki biz sizi biraz korku
ve açlık, mallardan, canlardan
ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele!”
(Bakara, 2/155.) ayetini unutmamalıyız. Hak ve adalet sorumluluğunun gittikçe unutulduğu
bir dünyada “Ey iman edenler!
Allah için hakkı ayakta tutun.
Adaletle şahitlik eden kimseler
olun.” (Maide, 5/8.) ikazını gerektiğinde hatırlayabilmeliyiz.
Kin ve husumet duygularının
depreştiği durumlarda ”Ey
rabbimiz! Bizi ve bizden önceki
iman etmiş kardeşlerimizi
bağışla; kalplerimizde iman
edenlere karşı kötü bir düşünce ve duyguya yer bırakma.”
(Haşr, 59/10.) ayetlerini terennüm
edebilmeliyiz.
aralık 2013 / sayı 276
Bir Hadis Bir Yorum
Peygamber’in Yetimleri
Hale Çerçibaşı Diyanet İşleri Uzmanı
Sehl b. Sa’d’dan
nakledildiğine göre,
“Allah Rasulü (s.a.s.),
‘Ben ve yetime kol
kanat geren kimse
cennette böyle (yan
yana) olacağız.’
buyurdu ve aralarını
hafifçe ayırarak işaret
parmağıyla orta
parmağını gösterdi.”
(Buhari, Talak, 25.)
Çölün tam ortasında, göğün
en tepe noktasına geldiğinde
güneş, en çok onların içini
kavururdu çöl sıcağı. Gece olup,
karanlık aynı çölü bağrına bastığında, soğuk çöl rüzgârları en
çok onları savururdu. Kimi bir
savaştan arta kalandı, kimiyse hastalıktan. Çoğu, bitmek
bilmeyen kan davalarında kaybetmişti biricik babasını. Bazısı,
bakımsızlık ve fakirliğe kurban
vermişti tutunacak en sağlam
dalını. Babasız kaldıklarından
beri isimlerini unuttular, onlara bundan böyle “yetim” dendi.
Yetim, yani “yalnız”, yani “tek
başına”. Lügatler yalnızlıkla,
muhtaçlıkla, geride kalmakla
birlikte andı onların adını. (İbn
Manzur, Lisanü’l-Arab, XII, 645-646.)
Yalnız lügatler mi? Adları ağır
sözlerle birlikte anıldı yıllar
yılı, bedenleri en ağır işlerde
kullanıldı. Küçücük yürekleri,
kibirli bakışlar altında ezildi.
Malları talan, haklarıysa gasp
edildi. Kendi babalarının mallarına varis olmaları engellendi. Enes, Abdullah, Beşir, Sehl,
Süheyl ve diğerleri… Şimdi
onların her biri peygamberin
yetimleriydi. Bakışları peygamberin bakışlarına kenetlenmiş, onun mübarek ağzından
çıkacak sözlere dikkat kesilmiş-
lerdi. Öyle ki söylenecek olan
onlarla ilgiliydi. Yetimlerin
peygamberi, mübarek iki parmağını kaldırdı, bu defa kime,
neyi müjdeleyecekti? Belli ki
parmakları cennete giden yola
işaret edecekti:
“Ben ve yetime kol kanat geren
kimse cennette böyle (yan
yana) olacağız.” buyurdu Nebi
ve aralarını hafifçe ayırarak işaret parmağıyla orta parmağını
gösterdi. (Buhari, Talak, 25.)
Kanadı kırık yetimlere kol
kanat gereni, onların yaralarına
merhem olanı, gözlerindeki
yaşı sileni cennetle müjdeliyordu Nebi. Kimsesizlerin kimsesi
olanlara, gönlünde gariplere
yer verenlere, Yetim Peygamber cennette, yanı başında yer
ayırıyordu. Zira o, yetimliğin,
bir yanı eksik bir tarafı yarım
yaşamanın ne demek olduğunu
herkesten iyi bilirdi. Rabbinin
kendisini yetim bulup barındırdığı gibi (Duha, 93/6.), inananların da hanelerinde yetimlere
yer açmalarını öğütlüyordu:
“Müslümanlar arasında en
hayırlı ev, içinde kendisine iyi
davranılan bir yetimin bulunduğu evdir. Müslümanlar
arasında en kötü ev ise içinde
kendisine kötü davranılan bir
bir hadis bir yorum / diyanet aylık dergi
yetimin bulunduğu evdir.” (İbn
Mace, Edeb, 6.)
Saadet asrında, haneler içinde
peygamberin hanesi, yetimlerin en çok huzur buldukları
yerdi. Kanadı kırık yavrular
için peygamberin kanatları
altında yer bulmak ne yüce bir
saadetti! Öyle ki Allah Rasulü,
kendi Fatıma’sı ihtiyaçları için
babasının kapısını çaldığında,
Bedir’in yetimlerinin daha
öncelikli olduğunu söylemişti.
(Ebu Davud, Harac, 19-20.)
Yuva sıcaklığını hane-i saadette
bulan yetimlerden biri Enes’ti
(r.a.). Babasız kaldıktan sonra
Medine’de annesi ile birlikte
yaşayan küçük Enes, Allah
Rasulü’nün hizmetine verilmiş,
on yıl onun yanında bulunmuştu. Allah Rasulü, “Yavrucuğum”, (Müslim, Âdab, 31.) “Enescik” (Ebu Davud, Edeb, 1.) diye
seslendiği Enes’e bir kez olsun
“Öf!” bile dememiş ve herhangi
bir şey için onu asla azarlamamıştı. (Müslim, Fedail, 51.)
Sevgili Peygamberimiz, ashabından savaşlarda şehit düşenlerin yetimleriyle de yakından
ilgilenmişti. Allah Rasulü’nün
amcasının oğlu Cafer b. Ebu
Talib, Mute’de şehit düştüğünde, ardında boynu bükük üç
yetim bırakmıştı. Onlardan biri
olan Abdullah b. Cafer, babasının şehadetiyle, kuş yavruları
gibi kalakaldıklarını, Allah
Rasulü’nün kendilerine sahip
çıktığını, üzerlerindeki matem havasından kurtulmaları
için onların evlerine gelerek
perişan hâldeki kardeşleriyle
beraber kendisini tıraş ettirdiğini, yıllar sonra tatlı bir anı
olarak yad etmişti. (Nesai, Zinet,
57; Ebu Davud, Tereccül, 13.)
Babasını Uhud Savaşı’nda
kaybeden gözü yaşlı Beşir’i
de Allah Rasulü teselli etmiş,
ona “Ben senin baban olayım,
Âişe de annen olsun istemez
misin?” diyerek bu mahzun
yavrunun gönlünü en güzel
şekilde almayı başarmıştı. (İbn
Hacer, İsabe, I, 302.) Babasının yerine Allah Rasulü’nü koyan Beşir,
artık Medine’de bulunan tüm
çocukların olmayı arzu ettikleri
bir yerdeydi.
Enesler, Abdullahlar, Beşirler…
Her biri saadet asrında ayın
etrafını çevreleyen hale misali
Allah Rasulü’nün etrafında
kendilerine yer edinmişlerdi.
Her biri Allah Rasulü’nün engin merhametinden nasiplenmiş, Peygamber’in (s.a.s.) yetimleri olma saadetine ermişlerdi.
Bugün de şefkat dolu bir bakışın hasretini çeken, kuytularda
anılmayı bekleyen, çaresizliğin
61
belini büktüğü yetimler var
ve onların her biri inananlara
Peygamber’in (s.a.s.) emaneti…
Yetime şefkat, imanın üzerimize yüklediği bir kulluk, bir
ümmet görevi. Ancak bugün
perdelenmiş gözlerimizle onları göremez, kaskatı kesilmiş
yüreklerimizle onların acısını
hissedemez olduk. Kibirden
başımızı indiremediğimiz için
yetimlerin gözyaşlarını silemez
olduk, onlarla aynı dünyada
yaşadığımızı unuttuk. Nefsimiz
sarp yokuşlarda kaldı da onları
aşamaz olduk. (Beled, 90/12-14.)
Dünyalıklarla doldurduğumuz
yüreğimizde yetime, yoksula,
kimsesize yer bırakmadık,
kimseye acıyamaz olduk. Göz
pınarlarımızı kuruttuk, kimse
için ağlayamaz olduk. Oysa
katı kalpliliğin şifasının yetim
başı okşamak olduğunu haber
vermişti Nebi. (İbn Hanbel, II,
387.) Şefkatle yetimin başını
okşayana ellerinin değdiği saç
teli sayısınca mükâfat verileceğini müjdelemişti. (İbn Hanbel,
V, 250.) Yetime kol kanat gerenle cennette komşu olacağını
haber vermişti. (Buhari, Talak,
25.) Sevgili Peygamberimizin
yetimleri onun yanı başındaydı. Ve bizler, yetimlerimize
yakınlığımız kadar yakınız
Rasul-i Ekrem’e. Peki, bizim
yetimlerimiz nerede?
aralık 2013 / sayı 276
din
görevlisinin
hatıra
defterinden
Tık Tık… Kimse Yok Mu?
Kim O!
“Mutluluklar paylaşınca çoğalır, üzüntüler paylaşınca azalır.” Paylaşmayı
taç edinmiş en yüce ruhun ümmetiydik. Ekmeği paylaşmak bile ekmeğin
kendisinden daha tatlıydı. Paylaştıkça nasibi çoğalıyordu en kıtlık
zamanların… havayı-duayı, derdi-dermanı, mutluluğu-hazzı, hüznüözgürlüğü, kardeşliği-dostluğu paylaşmak güzeldi.
Tülay Çankaya Din Hizmetleri Uzmanı/Amasya Müftülüğü
El uzattı…
Dertliydi, elini uzattı… Güvenle…
Biliyordu ki: “Müslüman, Müslümanın elinden ve dilinden güvende olduğu kimsedir.”
(Buhari, İman, 4-5; Müslim, İman, 64; Ebu Davud,
Cihad, 2; Tirmizi, Kıyame, 52.)
El uzattık…
Çünkü “Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, ihanet etmez, yalan
söylemez ve onu sıkıntıda bırakmaz.
Müslümanın kanı (canı), namusu ve malı
aralık 2013 / sayı 276
dokunulmazdır, saygındır…” (Buhari, Mezalim,
3; Müslim, Birr, 58; Tirmizi, Birr, 18.) öğretildi
bizlere.
Paylaşmalıydık…
Çünkü hep kulağımızda yankılanan bir
cümle vardı. “Mutluluklar paylaşınca çoğalır, üzüntüler paylaşınca azalır.” Paylaşmayı
taç edinmiş en yüce ruhun ümmetiydik.
Ekmeği paylaşmak bile ekmeğin kendisinden daha tatlıydı. Paylaştıkça nasibi çoğalıyordu en kıtlık zamanların… havayı-duayı,
derdi-dermanı, mutluluğu-hazzı, hüznü-
din görevlisinin hatıra defterinden / diyanet aylık dergi
özgürlüğü, kardeşliği-dostluğu paylaşmak
güzeldi.
Böylece el ele, halka halka büyüdük, sert
topraklara dahi kök saldık. Yüreğimizden,
dilimizden dökülen:
“Milletimin hizmetinde yaya değil atlıyım
Farklıyım ben cahillerden hem de çift kanatlıyım
Ayıramam dünyayı ukbadan bir lahza ben
Bu birlik ruhu ile ben Rabbim’den beratlıyım.”
dizeleri hep canlı kaldı, dilimizden aktı
dertli gönüllerin devası uğruna… Hassas
olmalıydık, dik durmalıydık. Hani Mevlana diyor ya;
“Ya kırdığın gönlü Allah seviyorsa? Bilemezsin, bilseydin ödün kopardı; dokunamazdın.”
Korkmadık, dokunduk hassasça gönül
iklimine uzanan ellerin. Karınca kararınca
başardık, ferahlattık, su serptik… Dua edin
geçer dedik, ağlayın, sıkmayın kendinizi
dedik, çözüm yolunu kendi bulsun diye
ufuk açtık. Dua etmeyi ve ağlamayı bilen
kadınlar güçlü olurlar aslında, bunu öğrettik.
Kimi öğrencimizdi, 14-15 yaşlarında ya da
65-70.
Kimi müftülüğümüzdeki odamıza, evimize, kursumuza gelen Rabbimizin misafiriydi.
Din gönüllüsü olarak başladığımız bu
yolda, karşılığını zerre zerre vermeliydik,
aldığımızın. Hatta aldığımızdan daha fazla
vermekti Allah rızası…
Peygamberin irşat dallarını paylaşmıştık
bölüp bölüp, kursta Kur’an öğreticisi, kürsüde vaize, masa başında telefon ucunda
fetva hattı, aile irşat odasında kucak açan
gönüllerdik biz.
Biz de kadındık, biz de eştik, biz de ev
Fotoğraf: Burhan Çimen
hanımı, biz de anne, biz de gelindik. İnancımızla ve kendi tecrübelerimizle yoğurduğumuz dünyamızı açtık onlara.
Gelin dedik, ne olursanız olun gelin…
Aile olalım…
İrşat olalım…
Huzur bulalım…
aralık 2013 / sayı 276
63
örnek
hayatlar
Osmanlıyı Cihana Duyuran İmam:
Dursun Fakih
Osman Gazi’nin yanında bulunan, onunla savaşlara katılan ve orduda imamlık
yapan Dursun Fakih, Karacahisar’ın, bugünkü Eskişehir’in merkez bucağının
bir köyü olan Karacaşehir’in fethinden sonra -fetihle birlikte kiliseden
çevrilen camide- Osman Gazi adına bağımsızlık anlamında ilk cuma hutbesini
okudu.
İsmail Özgören
“Gökten indi Cebrail virdi selâm
Elçiliğe gönder âdem ya İmam”
Dursun (Tursun) Fakih; şair, tefsir, hadis,
fıkıh âlimi ve Şeyh Edebali hazretlerinin damadı, Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman
Bey’in bacanağı (Tursun Fakih, Hayatı ve Edebî
Şahsiyeti, s. 7.) ve Osmanlının cihan devleti olduğunu ilk hutbeyle ilan eden kişidir. (İslam
Ansiklopedisi, c.10, s. 7.) Kaynakların bazılarında
Dursun Fakih’in ismi, Dursun Fakı, Tursun
Fakıh ve Dursun Fakih olarak geçmektedir.
Dursun Fakih’in şemaili “Seyrek sakallı,
gözlerinin içi hep gülümsüyormuşçasına
dostça bakan” biri olarak tarif edilir. (Destanlarla Büyük Veli Şeyh Edebali, s. 43.) Doğum tarihi
bilinmemekte, ölüm tarihi hakkında ise
birkaç farklı görüş vardır.
aralık 2013 / sayı 276
Mehmet Neşri, Kitab-ı Cihannüma’da
Dursun Fakih’ten bahsederken onun aziz
birisi olduğunu şu şekilde dile getirmiştir:
“…Zira bu Dursun Fakih bir aziz kişi idi.
Halka imamet ederdi, Edebali’ye dahi aşina
idi.” Solakzade de onun için “Dursun Fakih
adında bir faziletli adam…” şeklinde bir ifade
kullanır. (Tursun Fakih, Hayatı ve Edebî Şahsiyeti
Mesnevileri, s. 7.) Çeşitli ilimleri, Hocası Şeyh
Edebali’den tahsil edip tefsir, hadis ve fıkıh
(Tursun Fakih, Hayatı ve Edebî Şahsiyeti, s. 8.) alanında âlim, tasavvufta da yüksek derecelere
sahip olmuştur. O, hocasına mürit olmasının
yanında, hocasının onu tarikata intisabını da
sağladığı ve Ebu’l Vefa el-Bağdadi’ye nispet
edilen Vefaiyye Tarikatı mensubu olduğu
bilinmektedir. Ebu’l Vefa el-Bağdadi’nin
Türk olması, 13 ve 14. yüzyılda Dede Karkın,
örnek hayatlar / diyanet aylık dergi
Geyikli Baba gibi şahsiyetlerin bu tarikata
mensup olması; Şeyh Edebali’nin de Vefaiyye Tarikatı’nın içinde bulunması Osmanlı
Devleti’nin kuruluşunda gösterdiği fonksiyon açısından önemlidir. (Tursun Fakih, Hayatı
ve Edebî Şahsiyeti, Mesnevileri, s. 4-8.)
Osman Gazi’nin yanında bulunan, onunla
savaşlara katılan ve orduda imamlık yapan
Dursun Fakih, Karacahisar’ın, bugünkü
Eskişehir’in merkez bucağının bir köyü
olan Karacaşehir’in fethinden sonra -fetihle
birlikte kiliseden çevrilen camide- Osman
Gazi adına bağımsızlık anlamında ilk cuma
hutbesini okudu. (Alptekin, Ali Berat, Evliya
Çelebi Seyahatnamesi’nden Seçmeler, s.68.) Hutbe
okumak ve sikke darp etmek o dönemde
saltanat alametidir.
Dursun Fakih, Osman Gazi’nin cihat hareketine iştirak etti. O hem elinde kılıcı ile
gazalara katılıyor hem de namaz vakitlerinde gazilere namaz kıldırıyordu. Ayrıca
gazilerin dinî meselelerdeki suallerini de
Dursun Fakih çözüyordu. Bu hususiyetleri ile
onun, Osmanlı Devleti’nin resmî olmamakla beraber ilk kazaskeri, hüviyetini taşıdığı
anlaşılmaktadır. Dursun Fakih, okuduğu hutbelerde vaaz ve nasihatlerinde gazilerin gaza
şevkini artırıcı sözler söylerdi. Resulüllah
Efendimiz’in ve onun mübarek ashabının
güzel ahlakını ve örnek yaşayışlarını anlatırdı. Bu mübarek âlimin söz ve dualarının
bereketi ile Osman Gazi’nin seçme yiğitleri,
Allah Teala’nın dinini yaymaya, insanlara
merhametli davranıp zarar vermemeye çok
gayret ettiler. Herkese iyilik edip, hayırlı
ameller işlediler. Nefislerini terbiye edip,
ebedî saadete kavuşmak için gayret gösterdiler. (Ecer, A. Vehbi, İlk Osmanlı Kadısı Dursun Fakih,
s. 23-29.)
“Koma Allah’ı dilinden bir nefes
Andan artuk kılma nesneye heves”
Şeyh Edebali’nin Vefaiyye tarikatına mensup olduğunu belirtmiştik. Bu tarikat, Şazeli
Dursun Fakih Türbesi
tarikatının bir koludur. Dursun Fakih de
onun yanında yetişen öğrencisi ve damadıdır. Şeyh Edebali bazen Dursun Fakih’e
“Dursun Can” (Destanlarla Büyük Veli Şeyh Edebali, s. 58.) diyerek, kendisine yakın olduğunu
bu sözle ifade eder. Osmanlı Devleti’nde
Osman Bey zamanında fetva işlerine Şeyh
Edebali, yargı işlerine Dursun Fakih bakardı. (www.diyanet.gov.tr)
Şeyh Edebali’nin vefatından sonra onun zaviyesinde şeyhlik makamına Dursun Fakih
oturdu. 1331'de İznik, Orhan Gazi tarafından
alındıktan sonra Bilecik kadısı olan Çandarlı Kara Halil, İznik kadılığına getirildi. Bu
tarihten itibaren Dursun Fakih'e de Bilecik
kadılığı vazifesi verildi. Dursun Fakih'in bu
görevde iken vefat ettiği (1326 h. veya 1327 h.)
tahmin olunmaktadır. (Tursun Fakih, Hayatı
ve Edebî Şahsiyeti, Mesnevileri, s.10; Tursun Fakih,
Hayatı ve Edebî Şahsiyeti, s.10.)
Dursun Fakih’in mezarı, Bilecik’in Söğüt ilçesinin Küre Beldesi’nde Dursun Fakih Tepesi
diye adlandırılan yerde bulunmaktadır. Karaman, Karacahisar ve Bilecik’teki Şeyh Edebali
türbesinde ise makam türbesi vardır.
aralık 2013 / sayı 276
65
fıkıh
köşesi
Din İşleri Yüksek Kurulundan
Bir camide aynı gün iki defa cuma
namazı kılınabilir mi?
Asıl olan, cuma namazının bir camide bir
defa kılınmasıdır. Dolayısıyla meşru bir
mazeret veya zorunluluk yok iken aynı camide cuma namazının tekrarlanması uygun
değildir. Ancak, yer darlığı ve benzeri meşru
bir mazeretin bulunması hâlinde başka bir
imamla birlikte aynı camide ikinci defa
cuma namazı kılınabilir.
Seferiliğin başlangıcı
nasıl belirlenir?
Dinen sefer sayılacak mesafedeki bir yere
gitmek üzere yola çıkan kişi, bulunduğu
şehrin belediye sınırlarından çıkınca misafir
hükmünde kabul edilir. Bu kimse yolculuk
hüküm ve ruhsatlarından yararlanmaya
başlar. Buna göre, yolculuğa çıkıp belediye
sınırlarını geçen kimse dört rekâtlı farz namazları iki rekât olarak kılar.
Günümüzde şehirler genişlemiş, İstanbul örneğinde olduğu gibi, iki ucu arasındaki mesafe neredeyse sefer mesafesi olacak kadar
genişlemiştir. Günümüzde, bu gibi kentlerde
seferiliğin, otogardan veya istasyondan ya
da bulunduğu semtin sınırlarından başlayacağı yönünde görüşler vardır.
aralık 2013 / sayı 276
Seferi olan kişi cemaate
namaz kıldırabilir mi?
Seferi kimse, hem seferi olan cemaate, hem
de mukim olan cemaate imamlık yapabilir.
Seferi olan kişi dört rekâtlı farz namazları iki rekât olarak kılacağı için, böyle bir
kimse cemaate namaz kıldıracağı zaman
namaza başlamadan önce, “Ben seferiyim,
ikinci rekâtın sonunda selam vereceğim.
Ben selam verince siz selam vermeksizin
kalkıp namazınızı tamamlayınız.” uyarısında
bulunması, karışıklığı önlemek bakımından
uygun olur. Nitekim Hz. Peygamber Mekke
fethinden sonra Mekke’de kaldığı sürece namazları misafir olarak (kasrederek) kıldırmış
ve “Biz misafiriz, siz namazlarınızı tamamlayınız.” buyurmuştur. (Ebu Davud, Salatü’l-Müsafir,
10.) Hz. Ömer (r.a.) de aynı şekilde, Mekke’ye
geldiği zaman dört rekâtlı farzları iki rekât
olarak kıldırmış ve mukim cemaate: “Mekkeliler! Namazınızı tamamlayınız; biz misafiriz.” demiştir.
Seferi olan bir kimse mukim
imamın arkasında namazını
nasıl kılar?
Seferi olan bir kimse mukim bir imama uyarsa namazını tam olarak kılar.
Zira Rasulüllah (s.a.s.), “İmam kendisine
uyulsun diye imam olmuştur.” (Buhari,
Salat, 18.) buyurarak, cemaatin namazının
imamın namazıyla aynı olması gerektiğini ifade etmiştir. Seferi olan kişi, vakit
içinde mukim bir imama uyup namazını
tamamlamadan selam verirse, kıldığı bu
namaz geçerli olmaz. Bu durumda namazı bozulan kişi aynı namazı yeniden tek
başına kılarken dört rekât olarak değil
iki rekât olarak kılar.
fıkıh köşesi / diyanet aylık dergi
Asr-ı evvel ve asr-ı sani ne
demektir? Ülkemizde ikindi namazı
hangisine göre kılınmaktadır?
Kelime olarak asr-ı evvel; ilk ikindi, asr-ı sani
de ikinci ikindi demektir. Dinî bir terim olarak asr-ı evvel; fey-i zevalden yani güneşin
tam tepe noktasına gelip, cisimlerin gölgesinin en kısa olduğu hâlden başka her cismin
gölgesinin kendi misline ulaştığı zamana
denilir. Asr-ı sani, fey-i zevalden başka her
şeyin gölgesinin kendisinin iki katına ulaştığı zamandır. İmam Ebu Hanife’ye göre asr-ı
sani öğle namazının son, ikindi namazının
da ilk vaktidir. Yani öğle namazı bu vakte
kadar kılınabilir. İkindi namazının vakti de
bu esnada girer. İmam Ebu Yusuf ve İmam
Muhammed ile diğer üç mezhep imamına
göre ise, asr-ı evvel ile öğle namazının vakti
çıkmış ve ikindi namazının vakti girmiş
olur. Ülkemizde takvimlerdeki ikindi vakti,
asr-ı evvele göre hazırlanmıştır.
Cuma namazında hutbeye
yetişemeyen kimsenin namazı
geçerli midir?
Cuma namazında hutbe, namazın sahih
olmasının şartlarından biridir. Hutbe
okunmadan kılınan bir cuma namazı
sahih değildir. Bu nedenle hutbe okunurken en az bir erkeğin hazır bulunması gerekir. Ancak cuma kılabilmek
için hutbeye yetişmek ve dinlemek şart
değildir. Buna göre, mazeretine binaen okunan hutbeye yetişemeyen veya
hutbeyi duymayan kişinin kıldığı cuma
namazı sahih olur. Hutbeyi dinlemeye
yetişemeyen kimse, cuma namazının
ikinci rekâtına bile yetişse, imam selam
verdikten sonra ayağa kalkıp bir rekât
daha kılarak cuma namazını tamamlar.
Sabah namazı imsak ile birlikte
kılınabilir mi?
İmsak vakti, (başka bir deyişle oruç yasaklarının başlama vakti), fecr-i sadıkın oluşması, yani tan yerinin ağarmasıdır. Kur’an-ı
Kerim’de, “Artık (ramazan gecelerinde)
eşlerinize yaklaşın ve Allah'ın sizin için
takdir ettiklerini isteyin. Şafağın beyaz ipliği
(aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından)
ayırt edilinceye kadar yiyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın.” (Bakara, 2/187.)
buyrulmaktadır. İmsak vakti ile sabah namazının vakti girdiğine göre bu vakitte sabah
namazı kılınabilir. Sabah namazının vakti,
güneşin doğmasına kadar devam eder. Zira
Cebrail´in Hz. Peygamber’e (s.a.s.) imamlık
ettiğine ilişkin hadise göre Cebrail sabah namazını birinci günde tan yerinin ağarmasıyla, ikinci günde de ortalık tamamen ağarıp
güneş doğmak üzereyken kıldırmış ve “Bu
iki vaktin arası, senin ve senin ümmetin için
sabah namazının vaktidir.” (Nesai, Mevakit, 10,
2; Muvatta, Vükût, 3.) demiştir.
Cuma namazında iç ezanı okumanın
hükmü nedir?
Cuma günü öğle vaktini bildiren ezan, Hz.
Peygamber (s.a.s.) döneminde cami içinde
hatip minbere çıktıktan sonra okunmaktaydı. Bu sebeple cuma günü hutbeden önce
okunan iç ezanın, hatibin huzurunda olması
hutbenin sünnetlerindendir.
Hz. Osman döneminde şehrin genişlemesi ve iç ezanın her tarafta duyulmaması
üzerine, namaz vaktinin girdiğinin bildirilmesi maksadı ile dışarıda ezan okutulmaya
başlandı. Hz. Peygamber’in uygulaması olan
iç ezanı okunmaya da devam edildi.
aralık 2013 / sayı 276
67
hikmet
penceresi
Tekfir Meselesine İrfani
Gelenekten Farklı Bir Bakış
İnsanlık tarihinde gönderilen peygamberler ve kitaplar aslında insanın bu
fıtri yapısını muhafaza etmeye matuftur. En son vahiy Kur’an-ı Kerim’de taklit
ve taassubun tenkit edilmesi ve aklı işlevsel hâle getirmeye vurgu yapılması
bunun açık bir delilidir.
Dr. Adil Bor İstanbul Haseki Dinî Yüksek İhtisas Eğitim Merkezi
Olaylara farklı bakmak ve herhangi bir olguyu veya metni farklı yorumlamak insan
yapısının doğal bir sonucudur. İnsanın akli
yapısı, tabii olgular ve sosyal olaylar buna
zemin hazırlamaktadır. Bu, haddizatında
olumsuz bir durum değildir. Bilakis insana
tevdi edilen yeryüzünün imarı için gereklidir. Çünkü hakikatın keşfi, ilim ve teknolojide ilerleme ve medeniyetin inşası ancak
insanın bu yapısının inkişafıyla mümkündür. Dolayısıyla insan ancak bu fıtri
yapısını işlevsel hâle getirmekle gelişebilir
ve insanlık yararına faydalı eserler ortaya
aralık 2013 / sayı 276
koyabilir. Nebevi değerlerde olay ve olguları farklı yorumlamanın rahmet sayılması,
insanın farklı düşünebilme veya yorumlayabilme özelliğine bir vurgudur.
İnsanlık tarihinde gönderilen peygamberler
ve kitaplar aslında insanın bu fıtri yapısını
muhafaza etmeye matuftur. En son vahiy
Kur’an-ı Kerim’de taklit ve taassubun tenkit
edilmesi (Zuhruf, 43/22.) ve aklı işlevsel hâle
getirmeye vurgu yapılması (Yunus, 10/100.)
bunun açık bir delilidir. İslam tarihinde
neşvünema bulan farklı fıkhi ekoller, felsefi
ve tasavvufi anlayışlar bunun bir sonucu-
hikmet penceresi / diyanet aylık dergi
dur. Bu farklı yorumlar aynı zamanda İslam
medeniyetinin farklı karelerini meydana
getirmektedir.
Ancak tarihî süreçte aklı ve irfanı bir kenara bırakan dindarlık anlayışından dolayı
rahmet sayılan farklı yorum ve bakış açıları
olumsuz karşılanmaya başlandı. Bunun bir
sonucu olarak basit bazı yorum farklarından karşılıklı tekfir ithamları ortaya atıldı.
Bu dışlayıcı ve ayrıştırıcı anlayış (tekfir) bazı
hadislerle de desteklendi. Bu hadislerden
biri de fırka hadisi olarak şöhret bulan
hadistir. Bu hadiste şöyle denilmektedir.
“Benim ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Birisi dışında hepsi ateştedir. O
hangisidir diye sorulduğunda, o da benim
ve ashabımın sahip olduğu dinî anlayışa
sahip olandır şeklinde diye cevaplandırdı.”
(Tirmizi, İman, 18.)
Bir kısım Müslümanlar bu hadisi delil göstererek kendilerini fırka-i naciye (Kurtuluşa
ermiş grup) ve kendileri gibi düşünmeyenleri fırak-ı dalle (hak yoldan çıkmış gruplar)
olarak telakki ettiler ve hepsinin cehenneme gideceklerini belirttiler. Böylelikle
sanki fırka-i naciye olarak düşünülenlerden
hiç kimse cehenneme gitmeyecektir. Diğer
taraftan bidat ehli ve sapık olarak düşünülen fırkaların sürekli cehennemde kalacakları imajı oluşturuldu. Ancak söz konusu
hadisin üslubu incelendiğinde bunun böyle
olmadığı anlaşılmaktadır.
İrfani anlayışın öncülerinden olan ve aynı
zamanda ikinci bin yılın müceddidi kabul
edilen İmam er-Rabbani, bu hadisten kastedilen manayı çok net bir şekilde ortaya
koymaktadır. O, bu konuda şunları söylemektedir: “Hadiste geçen ‘biri hariç hepsi
ateştedir’ cümlesi, söz konusu fırkaların belaralık 2013 / sayı 276
69
70
hikmet penceresi / diyanet aylık dergi
İmam Rabbani, farklı yorum ve bakış
açısından dolayı insanların tekfir
edilmemesi görüşünü benimsemiştir. Bunun anlamı, Kur’an ve sünnete
inananların, bütün farklılıklarıyla
birlikte mümin ve dolayısıyla kardeş olduklarıdır. İmam Rabbani’nin
bu tespitiyle bütün farklılıklarıyla
birlikte Müslümanların birliğini ve
dostluğunu savunduğunu söylemek
mümkündür.
li bir müddet cehennemde kalacaklarını ifade etmektedir. Çünkü cehennemde sürekli
kalmak imanın değil, küfrün bir özelliğidir.
Dolayısıyla bu konuda söylenebilecek en
son söz, bunların akidelerinin bozuk olmasından dolayı hepsinin cehenneme gidecek
ve orada hataları kadar kalacak olmalarıdır.
Fırka-i naciye ise; inançları azaptan kurtarmayı gerektirdiğinden onlardan günah
işleyip tövbe etmeyenler günahları kadar
cehennemde kalıp azap göreceklerdir. Buna
göre fırka-i naciyeden günah işleyenler ve
diğerleri ise toplu hâlde cehenneme gidecekler ve belli bir müddet sonra da cennete
gideceklerdir.” (İmam Rabbani, Mektubat, II, 53.)
Görüldüğü üzere İmam er-Rabbani bütün
Müslüman fırkaları mümin olarak görmekte ve sonuçta hepsinin cennete gideceklerini belirtmektedir.
Daha sonra İmam er-Rebbani, bidat fırkalarının kıble ehlinden oldukları için tekfir
aralık 2013 / sayı 276
edilmelerinin doğru olmadığını söylemekte
ve bu konuda âlimlerin şu görüşünü nakletmektedir: “Bir meselede herhangi birinin
yüzde doksan dokuz tekfirini gerektiren bir
durum söz konusu olsa fakat yüzde bir ihtimalle onun mümin olduğunu ifade eden
bir tevil imkânı varsa bu durumda yüzde
birlik bu tevil tercih edilmeli ve söz konusu
kişi tekfir edilmemelidir.” (İmam Rabbani,
Mektubat, II, 53.)
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, İmam
Rabbani, farklı yorum ve bakış açısından
dolayı insanların tekfir edilmemesi görüşünü benimsemiştir. Bunun anlamı, Kur’an
ve sünnete inananların, bütün farklılıklarıyla birlikte mümin ve dolayısıyla kardeş
olduklarıdır. İmam Rabbani’nin bu tespitiyle bütün farklılıklarıyla birlikte Müslümanların birliğini ve dostluğunu savunduğunu
söylemek mümkündür.
Netice itibarıyla Kur’ani ve nebevi değerlerde asıl olan yeryüzünde barışı, kardeşliği,
dostluğu ve adaleti ikame etmektir. Bu ise
tarihsel süreçte Kur’an ve sünnet etrafında
meydana gelmiş yorumları değil, onların ihtiva ettiği ahlaki ve insani değerleri
savunmakla mümkün olabilir. İnsan onuru,
hak, adalet ve gelişmek ancak böyle gerçekleşebilir. Tarihte yaşanmış kavgaları, yorum
farklılıklarını ve dışlamayı (tekfir) güncellemek bunu olumsuz etkilemektedir. Buna
göre yorumlar asl ve söz konusu ve İslam’ın
temel değerleri feri‘ olarak kabul edildiğinde İslam dünyasında tevhit yerine tefrika
hâkim olacaktır. Bu nedenle Kur’an ve sünnetin ihtiva ettiği bilgi, hikmet, hak, adalet,
taakkul, ahlaki, irfani ve insani değerler vb.
edilmelidir. Mezhebi ve meşrebi yorumlar
ise takdir olunmalıdır. Sonuç itibarıyla ehlisünnet ve selef, dışlayan değil birleştiren
(cemaat) bir anlayışa sahiptir.
islamla
yeniden
doğanlar
Seyfü’l-İslam Et-Tıhami
(Mısırlı, Eski Papaz Yardımcısı)
Haz: Prof. Dr. Abdülaziz Hatip
30.07.1980’de Kahire’de Hristiyan bir anne ve
babanın çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası
Ermeni Katolik, annesi ise İncili (Evanjelik)
idi. Babasının amcasının kızı, Ermeni Rahibeler Okulu’nda rahibe olarak çalışıyordu.
Dayısı Evanjelik bir kilisede papazdı. İki tane
ablası vardı. Katıksız bir Hristiyanlık terbiyesiyle büyüdü.
Bundan sonraki aşamada ihtida öyküsünü
bizzat kendisinden dinleyelim:
“Alemlerin Rabb’ine hamd, Rasulü
Muhammed’e en güzel salat ve selamlar
olsun. Çocukluğumdan itibaren her pazar
günü ve her bayramda kiliseye giderdim. Ayrıca kimse beni zorlamadığı hâlde canımın
istediği başka vakitlerde de sık sık kiliseye
giderdim. Oraya gitmeyi seviyordum. Özellikle orada icra edilen ayinleri seyretmek,
okunan dua ve ilahileri dinlemek hoşuma
giderdi. Çocuklar için düzenlenen gezilere
katılmak, izci kamplarına iştirak etmek ve
oyunlar oynamak, orayı benim için çok
daha çekici hâle getiriyordu.
Ermeni Nobaryan okuluna kaydedilmiştim.
Bu, sadece Ermeni çocuklarının okuyabildiği
ve ana sınıfından kiliseye kadar tüm öğrencilerinin sayısı 125 kadar olan bir okuldu.
Her sabah okulun önünde sıra olurken toplu
hâlde dua ederdik. Okulumuzun bir kilisesi
vardı ve öğretmenlerin büyük çoğunluğu
Hristiyan’dı. Şartlarımdan anlaşılacağı üzere
mahallede bir iki komşu ve çocuklarından
başka Müslümanlarla hiçbir ilişkim yoktu.
Vaktimin büyük kısmını kilisede geçirirdim.
Kilisede ayin ve dualar esnasında papaza
yardım ederdim.
Liseye kadar bu durumum böyle devam etti.
Bundan sonra kiliseyle ve din adamlarıyla
irtibatım daha da kuvvetlendi. Bundan da
cidden çok mutluydum. Çünkü en yakın
dost ve yardımcıları olmuştum. Ayin sırasında İncil okumak, papazın okuyuşuna karşılık
kasım
aralık 2013 / sayı 276
275
72
islamla yeniden doğanlar / diyanet aylık dergi
Allah’ın kulları için seçtiği, onları
onurlandırdığı ve uymaya çağırdığı
bu yüce dine gönlüm ısındı. Ezelden
ebede kadar Allah’a hamd olsun.
Allah’a sonsuza kadar hamd olsun.
İslam nimetini nasip ettiği için Allah’a
hamd olsun. Zaten nimet olarak
İslam yeter.
vermek, ayine iştirak edenlere mum vb.
adaklar ve şarap getirmek vs. gibi hizmetlerde bulunurdum.
Bir gün Müslüman bir arkadaşımla oturuyorduk, bana, “Müslüman olmayacak mısın?”
dedi.
“Neden Müslüman olacakmışım? Sen niye
Hristiyan olmuyorsun? Dedim. Bana, “Siz
Allah üçün üçüncüsüdür. Hz. İsa, Allah’ın
oğludur diyorsunuz. Hz. İsa’ya bunun gibi
iftiralarda bulunuyorsunuz.”
“Tüm bunları nereden biliyorsun? İncilleri
okudun mu ki?” dedim.
“Hayır dedi, fakat tüm bunları Kur’an söylüyor.”
Bunlar ilk defa duyduğum, çok ilginç şeylerdi. Kur’an dinimizde olan bu şeyleri nasıl
biliyordu? Hz. İsa hakkındaki bu inançlarımızın küfür olduğunu ve cehenneme götüreceğini nasıl söylüyordu? O andan itibaren
bende bir tereddüt başladı.
Bu konu üzerinde derin düşünmeye başladım. Sonra İncil’i bir defa daha, fakat bu kez
muhakememi kullanarak okudum. Daha
önceki okumalarım körü körüne imiş. Hz.
İsa’nın nesebi konusunda korkunç tutarsızlıklar dikkatimi çekti. Hz. İsa’nın kâh tanrı
olduğunu, kâh tanrının elçisi olduğunu yazıyordu. Ben de kendi kendime soruyordum:
aralık 2013 / sayı 276
“Gerçekte Mesih kimdir? Bir peygamber mi?
Allah’ın oğlu mu? Yoksa Allah’ın kendisi mi?”
Tüm bu sorularım cevapsız kalıyordu. Kafama takılan bu soruları, ikna edici cevaplar
bulmak amacıyla papaza götürüyordum.
Fakat hiçbir soruma beni rahatlatacak bir
cevap bulamıyordum.
İçimden kesin kararımı verdim: Benim
gibi bir insan olan papaza günah itirafında
bulunmayacaktım. İsa’nın kanı diye şarap
içmeyecek, onun eti diye ekmek yemeyecektim. Hz. İsa’nın bir insan olması dolayısıyla
tanrı olamayacağına, olsa olsa bir nebi olabileceğine inandım. O tanrı olamazdı, çünkü
Tanrı’nın, insan sıfatlarından farklı ve üstün
özel kemal sıfatları vardı. İncil’i okurken,
kaydedildiği gibi “Rabbimiz İsa Mesih” dememeye, sadece “İsa Mesih” deyip geçmeye
başladım. Fakat yine de aradığım iç huzuru
bulamıyordum. İnanacağım dinde bunun da
yeterli çözüm olmadığını hissediyordum.
O sırada ve hayatımın o kararsız günlerinin
birinde evde oturmuş ders çalışıyordum. Evimizin tam arkasında bir cami bulunuyordu.
Aylardan ramazandı. Teravih namazından
sonra getirilen tekbir ve dua sesleri yükselip
kulağıma kadar geliyordu. İmamın okuduğu
Kur’an’ın sesi, odamdan işitiliyordu. Güzel
ve gönül okşayıcı bir sesti. Bana haz veren
bir sesti. Fakat okunanların Kur’an ayetleri
olduğunu o an için henüz bilmiyordum.
Allah’ın gönlümü İslam’a açtığı an gelmişti
artık. Bir pazar günüydü, kilisede ve ayinin
yapılacağı salonda bulunuyordum. Ayinde,
cemaatin huzurunda okuyacağım İncil pasajlarını tekrar ediyor, hazırlık yapıyordum.
Bu sırada kendi kendime sordum: Okurken,
“Rabbimiz İsa Mesih mi diyeyim, yoksa sadece, “İsa Mesih” diye mi okuyayım. Çünkü
bana göre o tanrı değil, bir peygamberdi.
Fakat o kelimeyi atlasam insanlar durumu
fark edecekti, fakat vicdanımın itiraz sesine
rağmen nasıl o kelimeyi söyleyebilirdim ki?
Sonunda şu karara vardım. İnsanların huzurunda okurken İncil’i olduğu gibi okuyacak,
yalnız kaldığımda ise gerekli gördüğüm o
islamla yeniden doğanlar / diyanet aylık dergi
değişikliği yapacaktım. Ayin başladı ve İncil’i
okuyacağım an geldi. “Rabbimiz İsa Mesih”
ifadesine kadar aynen okudum. Oraya gelince, dilim bir türlü aynen okumaya varmadı.
Elimde olmayarak “Rabbimiz” kelimesini atladım. Papaz bu tutuma şaşırdı. Eliyle oturmam
için işaret etti. Okumayı kestim ve oturdum.
Hiçbir şey olmamış gibi ayin devam etti.
Ayin bitince özel odamıza geçtim. Orada
papaz bana, niçin böyle yaptığımı, neden
İncil’i olduğu gibi okumadığımı sordu. Cevap
vermedim. Sadece, eve gidip istirahat etmek
istediğimi söylemekle yetindim.
Eve gittim. Odama çekildim. Büyük bir dehşet içindeydim. Niçin böyle yaptım? Ne oldu
bana öyle?
O günden itibaren, önceleri her gün uyumadan önce okuduğum İncil’i okuyamaz oldum. Ne ayinden ne duadan ne de kiliseden
bir haz alıyordum artık. Hâlimi düşünmeye
başladım.
Bundan sonra, karşılaştırmalı dinler tarihi
kitaplarını ve özellikle Hz. İsa’nın hayatını
konu alan İslami kitapları ciddi bir şekilde
okumaya başladım. Bu arada daha önce bilmediğim bir gerçeği de öğrenmiş oldum: Hz.
Muhammed’in, Eski Ahit (Tevrat) ve Yeni
Ahit’te (İncil) haber verildiği gerçeği…
Dikkatimi çeken bir nokta da şu oldu: Hz.
İsa ve annesi Hz. Meryem, Kur’an’da son
derece yüceltici ifadelerle anılıyordu. Kur’an’a
göre Hz. İsa peygamberdi. Allah, “ol!” demiş,
o da oluvermişti. O Allah’tan bir ruhtu.
Elimizdeki İncillerin tahrif edildiğine ve
içlerinde çok katıştırmaların bulunduğuna
kesin kanaat getirdim. Yine bildim ki biricik
hak din İslam’dır. Allah, İslam’dan başka
bir dini kabul etmez. Cehennemden kurtuluş ve cennete ulaşmanın tek yolu odur. Bu
okumalarımın ardından bir kitapçıya gittim,
bizzat incelemek için bir Kur’an-ı Kerim
aldım. Okumaya başladığımda önceleri fazla
anlayamadım. Fakat okudukça içimde tuhaf
bir rahatlama hissediyordum.
Allah’ın kulları için seçtiği, onları onurlandırdığı ve uymaya çağırdığı bu yüce dine
gönlüm ısındı. Ezelden ebede kadar Allah’a
hamd olsun. Allah’a sonsuza kadar hamd olsun. İslam nimetini nasip ettiği için Allah’a
hamd olsun. Zaten nimet olarak İslam yeter.
Beni hayrete düşüren bir sürpriz de şu oldu:
Kız kardeşlerime Müslüman olduğumu
söylediğimde, onların bu konuda beni geçtiklerini gördüm. Hiçbiri bana itiraz etmedi.
Hepimize birden İslam’ı nasip eden Allah’a
hamd olsun. “Allah’tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed’in Allah’ın rasulü
olduğuna şahitlik ederim” diyerek kelime-i
şehadet getirdim. Yeniden doğmuş gibiydim.
Ne güzel dindir bu! Doğurmayan, doğmayan,
bir ve tek olan, eşi ve benzeri bulunmayan
Allah ne büyük Rab’dir!
“Hamd olsun Sana Allah’ım! İzzetim de
şanım da Senin yanındadır. Sen, Sana ümit
bağlayanı asla mahrum etmezsin. İman ve
İslam nimetinden dolayı Sana hamd olsun.
Allah’ım, imanımda beni sabit eyle! Bu dünyadaki son sözümün, “La ilahe illallah Muhammedün Rasulüllah” olmasını nasip eyle!
Bu inanç doğrultusunda yaşamayı, onunla
dünyaya gözümü yumup huzuruna varmayı
lütfet! Ve peygamberlerin en seçkini, nebilerin önderi Hz. Muhammed’e kıyamete kadar
bolca salat ve selam eyle!”
Kaynak: Abdurrahman Mahmud, s. 143-149
aralık 2013 / sayı 276
73
74
kur'an kavramları / diyanet aylık dergi
Kur'an Kavramları
Nikâh ve Zina
Doç. Dr. İsmail Karagöz Rehberlik ve Teftiş Başkanı
Yüce Allah, her
çeşidi ile zinayı çok
kötü, çok çirkin,
edep dışı ve isyan
olan bir eylem
olarak gördü ve
haram kıldı. Aynı
şekilde zinaya vasıta
olan söz, eylem
ve davranışlar da
yasaklandı.
“Nikâh” kelimesi sözlükte iki
şeyin birbirine tedahül etmesi
anlamına gelir. En eski dilbilimcilerden biri olan İbn Faris,
Mu’cemü Mekâyisi’l-Lüga, adlı
eserinde “n-k-h” maddesinin
kök anlamının “cima, cinsel
ilişki” olduğunu söylemiştir. Ebu’-Ferac İbnü’l-Cevzi,
Nüzhetü’l-A’yüni’n-Nevazır fi
İlmi’l-Vücuhi ve’n-Nezair adlı
eserinde “nikâh” kelimesinin
asıl anlamının, “cinsel ilişkide
bulunmak”, mecazi anlamının
ise “evlilik sözleşmesi yapmak”
olduğunu, kelimenin evlilik
sözleşmesi anlamında kullanılmasının cinsel ilişkiye vasıta
olması sebebiyle olduğunu söylemiştir. Rağıb el-İsfehani ise,
el-Müfredat fi Garibi’l-Kur’an
adlı eserinde “nikâh” kelimesinin asıl anlamının “evlilik
sözleşmesi”, mecazi anlamının
“cima, cinsel ilişki” olduğunu
söylemiştir.
“Nikâh” kelimesi sözlük anlamına paralel olarak Kur’an-ı
Kerim’de evlilik (Nisa, 4/3.),
cinsel ilişki (Bakara, 2/230.), evlilik ve cinsel ilişki (Nisa, 4/22.),
evlilik çağı (Nisa, 4/6.), mehir ve
evliliğin getireceği külfetler
(Nur, 24/33.) anlamlarında kullanılmıştır. (Ebu’l-Ferac, s. 591-592.)
İki ayette geçen “nikâh”
kelimesinin “cinsel ilişki”
veya “evlilik” anlamlarından hangisinin kastedildiği
açık değildir. Bu ayetlerden
biri Nisa suresinin 22’inci,
aralık 2013 / sayı 276
diğeri Nur suresinin 3’üncü
ayetidir. Nisa, 4/22 ayetindeki
“nikâh” kelimesi sadece “evlilik” anlamına alınırsa anlamı
şöyle olur: “Geçmişte olanlar bir
yana babalarınızın nikâhladığı
kadınlarla evlenmeyin; çünkü bu bir edepsizliktir, iğrenç
bir şeydir ve kötü bir yoldur.”
Cahiliye döneminde yaşayanlar,
ölümünden sonra babalarının
hanımları (üvey anneleri) ile
evlenirlermiş. Bu ayet ile bu
kötü gelenek kayıtsız ve şartsız
yasaklanmıştır. Eğer “nikâh”
kelimesinin “evlilik” anlamı ile
birlikte “cinsel ilişki” anlamı da
dikkate alınırsa ayetin anlamı
mı şöyle olur: “Geçmişte olanlar
bir yana babalarınızın evlendiği
ve cinsel ilişki kurduğu kadınlarla evlenmeyin; çünkü bu bir
edepsizliktir, iğrenç bir şeydir
ve kötü bir yoldur.” Ayete bu şekilde anlam verildiği zaman, bir
kimse babasının hem evlendiği
kadın ile hem de nikâhsız cinsel
ilişkiye girdiği kadın ile ve bu
kadının anası ve kızıyla evlenmesi yasaklanmış olur. Ebu Hanife, ayeti bu şekilde anlamıştır.
(Kurtubi, Nisa, 4/22-23.) Peygamberimizin beyanına göre bir kimse
bir kadın ile nikâhlansa sonra
bu kadını boşasa, bu kadın ile
zifafa girmiş olsun olmasın bu
kadının anası ile evlenemez
ancak zifafa girmemiş ise bu kadının kızı ile evlenebilir. (Beyhaki,
es-Sünenü’l-Kübra, VII, 160, No: 14284.)
Bir kimse bir kadın ile zina etse
veya şehvetle öpse ve dokunsa
kur'an kavramları / diyanet aylık dergi
bu kadının anası ve kızı ile evlenemez. (Kurtubi, Nisa, 4/22-23.)
Nur, 24/3 ayetindeki “nikâh”
kelimesi, “evlilik” veya “cinsel ilişki” anlamına gelebilir.
Eğer bu kelime, “cinsel ilişki”
anlamında ise ayetin anlamı
şöyle olur: “Zinakâr erkek
ancak zinakâr veya Allah’a
ortak koşan bir kadınla zina
eder. Zinakâr bir kadınla ancak
zinakâr veya Allah’a ortak
koşan bir erkek zina eder. Bu
(zina), müminlere haram kılınmıştır.” Sahabeden Abdullah
ibn Abbas, tabiin âlimlerinden
İkrime, Mücahid ve Said
b. Cübeyr, ayetteki “nikâh”
kelimesine bu anlamı vermiş,
müfessir Taberi ve İbn Arabi de
bu görüşü tercih etmiştir. (Taberi, X, 18/74; Kurtubi, XII, 169.) Bu
anlama göre ayette zina haram
kılınmaktadır. Zinakâr erkek
ve zinakâr kadın zina yaparken
birlikte aynı çirkin fiili işlemektedirler. Nikâh kelimesini
“evlilik” değil de “cinsel ilişki”
olarak alan bu yoruma göre,
ayette bir olgu tespit edilmekte, sonra da zinanın haram
olduğu bildirilmektedir. Eğer
“nikâh” kelimesi “evlilik” anlamında ise ayetin anlamı şöyle
olur: “Zina eden erkek ancak
zina eden veya Allah’a ortak
koşan bir kadınla evlenir. Zina
eden bir kadınla da ancak zina
eden veya Allah’a ortak koşan
bir erkek evlenir. Bu (zinakâr
ve müşrikler ile evlenmek),
müminlere haram kılınmıştır.”
Ayet bu anlama alındığı zaman, bir Müslüman’ın müşrik
bir insan ile evlenebileceği
hükmü çıkar. Bu takdirde ayet,
Bakara suresinin 221’inci ayeti
ile çelişir. Çünkü bu ayette
kadın olsun erkek olsun Müslümanın müşrik bir insanla
evlenmesi yasaklanmaktadır.
Nur, 24/3 ayetinin öncesinde
zinanın, sonrasında zina suçu
isnadının yasaklanmış olması,
ayetteki “nikâh” kelimesinin “cinsel ilişki” anlamında
olduğuna bir işarettir. Taberi ve
İbn Arabi de bu anlamın sahih
olduğunu söylemiştir.
“Evlilik” anlamında “nikâh”
kelimesi; aralarında evlenme
engeli bulunmayan bir kadın
ile bir erkeğin nesillerinin
devamını sağlamak ve cinsel
arzularını meşru olarak gidermek ve birlikte yaşamak için
en az iki tanığın huzurunda,
tarafların irade beyanları ile
süresiz ve aleni olarak gerçekleştirilen ve karşılıklı hak ve
sorumluluk yükleyen medeni
bir sözleşmedir. Nikâh akdi;
hısım akrabalığı, nesep, miras,
mehir ve nafaka gibi hukuki
sonuçlar doğurur. Nikâh-ı mut'a
(menfaat karşılığı süreli nikâh)
ve nikâh-ı sır (tarafların aile
fertlerinin bilmediği, toplumdan saklanan gizli nikâh) ve
nikâhsız birlikte yaşamak helal
değildir.
Yüce Allah, evlenmeyi ve
evlendirmeyi emretmekte (Nisa,
4/3; Nur, 24/32.) Peygamberimiz
(s.a.s.) de teşvik etmektedir. (İbn
Mace, Nikâh, 1.)
Evlilik sözleşmesi yapılmadan
yapılan cinsel ilişkiye ayetlerde; zina (İsra, 17/32; Furkan, 25/68;
Nur, 24/2-3.), sifah (Nisa, 4/24-25;
Maide, 5/5.), biğa (Meryem, 19/20,
28; Nur, 24/33.), fahışe (Nisa, 4/15,
19, 22, 25; Yusuf, 12/24; İsra, 17/32.)
ve ahdan (Nisa, 4/25, Maide, 5/5.)
denilmiştir.
75
Zina, aralarında meşru bir
nikâh bulunmayan bir kadın
ile bir erkeğin cinsel ilişkide
bulunmasıdır. (Halebi, Umdetü’lHuffaz, z-n-v md.) Toplumdan gizlemeden yapılan zinaya “sifah”
ve “fahışe”, gizli yapılan zinaya
“ahdan” denir. İslam öncesinde
zina ücret karşılığı yapılırsa
“biğa”, aşk için yapılırsa “zina”
denirdi. Birilerinin saptırdığı
gibi “iki kişinin ilişkisinden
üçüncü kişi nemalanıyor, fuhuş
ticareti yapılıyorsa zina olur,
gönüllü ilişkiler zina olmaz”
şeklindeki tanımlar, Kur’an’a ve
sünnete aykırı söylemlerdir. İster ücret karşılığı, ister aşk için,
ister gizli ister açık yapılsın,
kişi ister evli ister bekâr olsun
nikâhsız cinsel ilişki zinadır.
Yüce Allah, her çeşidi ile zinayı
çok kötü, çok çirkin, edep
dışı ve isyan olan bir eylem
olarak gördü ve haram kıldı.
Aynı şekilde zinaya vasıta olan
söz, eylem ve davranışlar da
yasaklandı. (İsra, 17/32; Nur, 24/3031.) Zina, dünyada had cezası
konulan büyük günahlardan
biridir. (Nur, 24/2.)
Sonuç olarak nikâh, Kur’an’ın
çok anlamlı kelimelerinden
biridir. Evlilik ve cinsel ilişki
anlamlarına gelir. Kur’an’da
daha çok evlilik anlamında
kullanılmıştır. Zina, nikâhsız,
cinsel ilişki kurmaktır. Nikâh,
zinanın zıddıdır. Nikâh meşru
ve helal, zina batıl, gayrimeşru
ve yaratılış gayesine aykırı bir
eylemdir. Allah ve peygamberi
nikâhı emrederken zinayı haram kılmaktadır. Nikâhın, şart
ve rükünlerine uygun, aleni ve
sürekli olması gerekir. Nikâh
fert, aile ve toplumu huzura,
zina ise fesada götürür.
aralık 2013 / sayı 276
kürsüden
Yaşlılara Karşı Görevlerimiz
Hasan Küçük Uludere İlçe Müftüsü
I. Plan
a) Hayatın evreleri
b) Son durak yaşlılık
c) Kur’an’da yaşlılar
d) Hadislerde yaşlılar
e) Yaşlılara karşı görevlerimiz
f) Yaşlılıkla ilgili hikmetli sözler
II. İşleniş
Konuya insan hayatının değeri ve evrelerinin izahı ile başlanır. Güçsüz ve merhamete
muhtaç olarak dünyaya gelen insan, kendisi
için takdir edilen yaşam evrelerinden geçer.
Çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık
dönemlerinde farklı duygular yaşar, tecrübeler edinir. Bu duygu ve tecrübeler çocuklukta
oyun, gençlikte heyecan ve arzu, yetişkinlikte kariyer ve kazanç endişesi, yaşlılıkta ise
geçmişin muhasebesi ve değerlendirilmesi
şeklinde tezahür eder.
Gençlik çağında elde ettikleri bilgi, tecrübe
ve donanımlarıyla yılların verdiği olgunluğu
aralık 2013 / sayı 276
birleştiren yaşlı kimselerin, bu birikimlerini
kendilerinden sonra gelen nesillere aktarmalarının önemi üzerinde genişletilir.
Sosyal bir varlık olan insanın yaşlılık döneminde çevresine olan bağlılığı ve bağımlılığı
artar. Bu sebeple, yarının yaşlıları olan gençlerin yaşlılara hoş muamele etmesi onlara
karşı sorumlu, hassas, şefkat ve merhamet
içeren davranışlar sergilemesi gerektiği anlatılır. Sadece kendi akrabamız olan yaşlılar
değil ilgiye muhtaç tüm yaşlılarla ilgilenmenin, onları ziyaret edip, hâl-hatırlarını
sormanın, ihtiyaçlarını karşılayıp dualarını
almanın İslami ve insani bir sorumluluk olduğu vurgulanır. Vaaz; ayet, hadis, hikmetli
söz ve örnek yaşam öykülerinden örneklerle
zenginleştirilebilir.
III. Özet sunum
İnsan, yeryüzünün halifesi, birçok varlığın
kendisine hizmetle musahhar kılındığı
zübde-i âlemdir. Doğumla başlayan hayat
serüveni çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve
yaşlılık basamaklarından geçip ölümle
kürsüden / diyanet aylık dergi
nihayete erer. Hayatın akışı içerisinde her
dönem yerini bir sonraki döneme bırakır. Bu
dönemler içerisinde yaşlılık son demdir.
Yaşlılık hayatın kaçınılmaz bir gerçeği her
canlıyı bekleyen bir süreç ve insanoğlunun
iyisi ve kötüsüyle geride bıraktığı ömrünü
sorgulama zamanıdır. Yaşlanmayı durdurmak mümkün değildir. O hâlde yaşlanmayı
kabullenip, yaşlılık günlerine kendimizi
hazırlamamız en uygun olanıdır.
Yaşlılık, yaratılışın tersine çevrilmesi yani
ikinci bir çocukluk dönemidir. Çünkü
yaşlanan insanın hem psikolojik hem de
fizyolojik birtakım güç ve yetilerinde zayıflama meydana gelmektedir ve bir anlamda
yaşlılar çocukluk dönemine geri dönmektedir. Artık bu dönemde insan güçlülük yerine
acizlik, sağlık yerine hastalık gibi kaçınılmaz
hâllerle baş başa kalır.
Hz. Ömer’in, kendisine her gün ölümü
hatırlatması için birini ücretle tuttuğu, bir
zaman sonra saçlarına aklar düştüğünde
ise artık bunu hatırlatmaya gerek olmadığını, saçlarına düşen akların ona ölümü
hatırlatmak için kâfi geldiğini söylediği
rivayet edilir.
Bazı olumsuz yönlerine rağmen yaşlılık,
insan tecrübesinin dorukta olduğu en olgun
dönemdir. Güçsüzleşen bir bedene mukabil
bilgi dağarcığı ve yaşanmışlıklarıyla olgunlaşmış bir zihne sahip olur insan. Yaşlılık
ununu eleyip bir kenara çekilme zamanı
değil, gücü nispetinde kişinin üretkenliğini
devam ettirerek hayata bağlı kalması ve
katkı sağlaması gereken bir dönemdir.
Hayatlarının en muhtaç dönemini yaşayan
yaşlılarımızı aile ortamından koparmamalı
mümkün olduğunca onları huzur evlerine
mahkûm etmemeliyiz. Onların eş, dost,
çocuk, torun ve akrabalarıyla iç içe yaşayarak
hayat sevinci ve mutluluğunu zinde tutmalarını sağlamalıyız. Onların asıl ihtiyacının iyi ye-
mek, iyi giyinmek değil kendilerine sevgi ve
saygı gösterilmesi olduğu unutulmamalıdır.
Yaşlılarımızın ihtiyaçlarının karşılanıp, onlara ilgi, sevgi, saygı ve hürmet gösterilmesi
gerektiğini yüce Rabbimiz Kerim Kitabında
ve Sevgili Peygamberimiz hadis-i şeriflerinde en güzel şekilde ifade buyurmuşlardır.
IV. Konuyla ilgili bazı ayetler
“Rabbin, sadece kendisine ibadet etmenizi,
anne babaya da iyi davranmanızı kesin
olarak emreder. Eğer onlardan biri ya da her
ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa,
sakın onlara “öf” bile deme. Onları azarlama. Onlara tatlı ve güzel söz söyle. Onlara
merhamet ederek üzerlerine kanat ger ve
de ki: Ey Yüce Rabbim! Küçükken onlar beni
nasıl koruyup yetiştirdilerse, Sen de onları
esirge.” (İsra,17/23, 24.)
“Kime uzun ömür verirsek biz onun yaratılışını (gençliğini, güzelliğini) bozar, gücünü
azaltır, beli bükük hâle getiririz. Onlar bunu
hiç düşünmezler mi?” (Yasin, 36/68.)
“Allah, sizi güçsüz olarak yaratan, sonra
güçsüzlüğün ardından bir güç veren, sonra
gücün ardından bir güçsüzlük ve yaşlılık
verendir.” (Rûm, 30/54.)
V. Konu ile ilgili bazı hadisler
Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor: "Peygamberimiz
(s.a.s.) bir gün:
"Burnu sürtülsün, burnu sürtülsün, burnu
sürtülsün" dedi.
"Kimin burnu sürtülsün ey Allah'ın Rasulü?"
diye sorulunca şu açıklamada bulundu:
"Ebeveyninden her ikisinin veya sâdece
birinin yaşlılığına ulaştığı hâlde cennete
giremeyenin." (Müslim, Birr, 45/9, III, 1978.)
“Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir.”
(Tirmizi, Birr, 25/15, IV, 322.)
aralık 2013 / sayı 276
77
78
kürsüden / diyanet aylık dergi
“Herhangi bir genç, bir kimseye yaşlı olduğu
için ikramda bulunursa, Allah o gence, yaşlılığında kendisine ikramda bulunacak birini
nasip eder.” (Tirmizi, Birr, 25/75, IV, 372.)
Aşırı yaşlılıktan Allah’a sığınan Hz. Peygamber (Ahmed İbn Hanbel, Müsned, II, 185.) bir
devlet başkanı olarak güçsüzlerin ve yaşlıların bakımını üstlenmiştir. Bu konudaki bir
hadis şöyledir:
"Güçsüz ve düşkünleri araştırıp bana getirin,
(ihtiyaçlarını karşılayayım). Çünkü siz ancak
içinizdeki güçsüzler sayesinde yardım görüyor ve rızıklandırılıyorsunuz." (Tirmizi, Cihad,
21/24, IV, 206.) Abdullah İbn Amr İbni'l-Âs (r.a.)
anlatıyor: "Rasulüllah (s.a.s.) buyurdular ki:
"Allah, merhametli olanlara rahmetle muamele eder. Öyleyse, sizler yeryüzündekilere
karşı merhametli olun ki, semada bulunanlar da size rahmet etsinler. Rahim (akrabalık
bağı) Rahman'dan bir bağdır. Kim bunu
korursa Allah onunla (rahmet bağı) kurar,
kim de koparırsa, Allah da ondan (rahmet
bağını) koparır." (Tirmizi, Birr, 25/16, IV, 323-324.)
Hz. Ebu Bekir’in babası Ebu Kuhafe, pir-i fani
olduğu hâlde, henüz Müslüman olmamıştı.
Gözlerinin feri kalmamış, yolunu göremiyordu. Oğlu Hz. Ebu Bekir ihtiyar babasının
elinden tutarak Hz. Peygamber’in huzuruna
getirdi. Herkese karşı saygı gösteren büyük
Peygamber: "İhtiyarı niçin buralara kadar
zahmete koştun? Onu kendi hâlinde bıraksaydın, biz onun ayağına giderdik", dedi.
Onu önüne oturttu. Elini göğsünün üzerine
koyarak ona İslam’ı telkin etti. (İbn Hişam,
es-Sîretü’n-Nebeviyye, Kahire 1955, II, 405-406; A. H.
Berki, O. Keskioğlu, Hz. Muhammed ve Hayatı, D.İ.B.
Yayını, Ankara 1972, s. 330.)
VI. Konu ile ilgili bazı hikmetli sözler
Yüzün sararması, saçın sakalın ağarması
olgunlaşmış aklı müjdeler, yeni sürmüş
yeşermiş yapraklarsa meyvenin hamlığına
delalet eder. (Mevlana)
aralık 2013 / sayı 276
Beynimiz yeni tecrübeler keşfettiği sürece insan beyni genç kalır. (William Gladstone)
Yalnızlığa dayanırım da bir başınalığa asla,
Yaşlanmak hoş değil duvarlara baka baka,
Bir dost göz arayışıyla,
Saat tıkırtısıyla…
Korkmam, geçinip gideriz bir mutlulukla,
Ama; ‘Günün aydın, akşamın iyi olsun’ diyen biri olmalı
Bir telefon sesi çalmalı ara sıra da olsa kulağımda
Yoksa zor değil, hiç zor değil demli çayı bardakta karıştırıp,
bir başına yudumlamak doyasıya
Ama; ‘Çaya kaç şeker alırsın?’ diye soran bir ses olmalı ya
ara sıra…
(Can Yücel)
VII. Verilebilecek mesajlar
Son durağı yaşlılık olan bir yoldur dünya
hayatı. Bu hayatın son evresi olan yaşlılık ise
dünyanın bir imtihan yeri oluşunu gösteren
önemli bir işarettir. Allah'ın ömür verdiği
herkes için kaçınılmaz bir durumdur yaşlılık.
Öyleyse gençler birgün mutlaka yaşlanacaklarının farkında olmalı ve Hz. Peygamber'in
dediği yaşlılık gelmeden önce gençliğin kıymetini bilmelidirler. Bu anlayışla hayatlarını
sürdürme gayreti içerisinde olmalıdırlar.
Toplumun görmüş geçirmiş, tecrübeli kişileri
olan yaşlılar da bu dönemi gençlere tecrübelerini aktaracakları bir zaman dilimi olarak
görmeli ve çabalarını bu yöne teksif etmelidirler.
VIII. Yararlanılabilecek diğer bazı kaynaklar
• Elmalılı, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an
Dili, İstanbul 1979.
• Kur’an Yolu, Komisyon, DİB Yayını, Ankara
2006.
• Hadislerle İslam, DİB Yayını, Ankara 2013.
• Riyazü’s-Salihin, DİB Yayını, İstanbul 2012.
• Levent, Lamia, Yaşlılara Saygı, DİB Yayını,
Ankara.
kitap
tanıtımı
Rukiye Aydoğdu Diyanet İşleri Uzmanı
Riyazü’s-Salihin
Hicri yedinci asrın önde gelen muhaddislerinden Nevevi (1233-1277) tarafından kaleme alınan
Riyazü’s-Salihin, yüzyıllardır kütüphanelerimizin
vazgeçilmez eserleri arasında yer alan İslam klasiklerinden biridir. Tam adı Riyazü’s-Salihin min
Hadisi Seyyidi’l-Mürselin’dir. Eser, sadece hadislerin derlendiği bir kitap değil, aynı zamanda
müellifinin yaşadığı dönemde İslam coğrafyasının meselelerini ortaya koyan bir belge; insanların ihtiyaçlarına İslam’ın iki kaynağı ışığında
çözüm yolları gösteren bir rehber niteliğindedir.
Eserin kaleme alındığı hicri yedinci asırda İslam
coğrafyasının Haçlı ve Moğol istilalarına maruz
kalması sonucu Müslüman toplumunda çeşitli
sorunlar baş göstermiştir. Böyle bir durum karşısında duyarsız kalamayan Nevevi ise bu önemli
eseri yazmıştır. Nitekim o, kitabının mukaddimesinde kişiyi ahirete hazırlayacak, kendisine
iç ve dış dünyasını güzelleştiren edep ve ahlak
ilkelerini kazandıracak, iyi ve güzel olana yönlendirip kötü ve çirkin olandan uzak tutacak,
nefsi terbiye edip ahlakı güzelleştirecek, kalpleri
arındıracak ve bedenin her bir uzvunu günahlardan koruyacak sahih hadislerden oluşacak
derleme bir eser telif edeceğini belirtmiştir.
Meşhur sahih hadis kitaplarından sahihliği
sabit olan hadisleri vermek, her konuya Kur’an-ı
Kerim’den ayet-i kerimelerle başlamak, manası
kapalı olup şerh edilmeye ihtiyaç duyulan kelimeleri ve ifadeleri açıklamak ve hadislerin kaynaklarını göstermek, Nevevi’nin Riyazü’s-Salihin’i
hazırlarken gözettiği sistematik ve prensiplerdir.
Farklı nüshalarda verilen farklı hadis sayılarından hareketle tekrarlarla birlikte yaklaşık 1900
hadis ihtiva ettiğini söyleyebileceğimiz Riyazü’sSalihin, 17 bölüm ve 372 babdan (alt konu
başlıklarından) oluşmaktadır. Nevevi, yaşadığı
dönemin şartlarını göz önünde bulundurarak
tespit ettiği başlıkların altında öncelikle konuyla
ilgili ayetleri, ardından da hadisleri sıralamıştır.
Tövbe, hayâ, cenaze, yolculuk adabı gibi konularda ise ayet ve hadislerden önce ya da sonra
âlimlerin konuyla ilgili görüşlerine yer verdiği
olmuştur.
Nevevi, hadislerin senetlerini uzun uzadıya
vermek yerine sadece sahabi ravilerinin isimlerini vermeyi tercih etmiş ve her hadisin sonunda
aralık 2013 / sayı 276
80
kitap tanıtımı / diyanet aylık dergi
aldığı kaynakları zikretmiştir. Bununla birlikte
bazı hadislerde lafzın hangi kaynağa ait olduğunu belirtmiştir. Ebu Davud ve Tirmizi’den
aldığı hadislerin sonunda onların rivayetle
ilgili değerlendirmelerine yer vermiştir. Zaman
zaman kendi değerlendirmelerini de sunmuştur.
Hadislerde anlamı kapalı olan ya da bilinmeyen
kelime ve ifadelerin bir kısmını açıklamış, bazı
uzun rivayetleri kısaltmıştır. Hadisleri lafzen
rivayet etmekle birlikte mana ile de rivayet
etmiştir. Nevevi, bazen bir kelimenin yerine eş
anlamlı başka bir sözcüğü kullanmıştır.
Telif edildiği günden beri hem İslam dünyasında hem de ülkemizde hakkında pek çok
çalışma yapılan Riyazü’s-Salihin’in Diyanet İşleri
Başkanlığı tarafından 17 kez baskısı yapılmış ve
yayımlanmıştır. Ancak mevcut çevirinin zaman
içerisinde anlaşılmaması nedeniyle yeniden tercümeye ihtiyaç duyulmuş ve böyle bir ihtiyacın
neticesinde Diyanet İşleri Başkanlığımız tarafından gerek şekil gerekse üslup yönünden yeni bir
tercüme faaliyeti gerçekleştirilmiştir. Bu tercümede, özellikle günümüz okurları tarafından
anlaşılmayan dil yerine daha anlaşılır ve sade
bir üslup tercih edilmiştir. Hadislerin çevirisinde
lafzi bir tercümeden ziyade, metindeki manayı
okuyucuya en uygun dil ile aktarmayı esas alan
bir yöntem uygulanmıştır.
Okuyucunun yanlış anlayabileceği yahut konuyla ilgili muhtemel soruları dikkate alınarak bazı
hadislerle ilgili açıklayıcı ve yönlendirici kısa
dipnotlar düşülmüştür. Bu dipnotlarla o hadisin,
İslam’ın temel ilkeleri çerçevesinde doğru anlaşılması amaçlanmıştır.
Dua ve zikir cümleleri içeren rivayetlerin tercümelerinde bu kısımlar, ezberleneceği ihtimaliyle
yeni harflerle okunuşları ve anlamlarıyla birlikte
verilerek italik hâle dönüştürülmüştür.
Eserde tekrar gibi duran başlıklar azaltılmış,
uzun olan başlıklar kısaltılmış, bazı konu başlıklarında içerikleriyle birlikte konu bütünlüğünü
dikkate alarak takdim-tehirler yapılmış, altındaki ayetler ve hadislerle uyumlu olmadığı düşünülen, hüküm ifade eden başlıklar ise daha nötr
konu başlığı hâline dönüştürülmüştür.
İmam Nevevi’nin en meşhur eseri olan Riyazü’sSalihin, tarih boyunca geniş halk kitleleri
tarafından büyük ilgi görmüş ve İslam dünyasında Müslümanların el kitabı olma özelliğini
korumuştur. Müellifinin İslam ahlak ve adabını öğretmek maksadıyla derlediği bu eserin,
günümüz insanına hitap eden yeni bir sunuş ile
kıymetli okuyucularla buluşması, şüphesiz yazılış amacına hizmet edecek ve Hz. Peygamber’in
sözlerini anlama ve onun sünnetini yaşama
adına mühim bir katkı sağlayacaktır.
İslam Felsefesi
Adab ve Erkanıyla Müezzinlik
M. Cüneyd Kaya,
İsam Yayınları, İstanbul 2013, 869 s.
Dr. Behlül Düzenli,
Damla Yayınevi, İstanbul 2010, 224 s.
Kültürümüzün Kırk Ambarı
Cemil Meriç
Hz. Peygamber Devri Kronolojisi
Selahaddin Yaşar,
Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2013, 197 s.
Prof Dr. Kasım Şulul,
İnsan Yayınları, İstanbul 2013, 1208s.
aralık 2013 / sayı 276
“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme
ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme.
Zira Allah, kendini beğenmiş
övünüp duran kimseleri asla sevmez.”
(Lokman, 31/18.)
Download