Medeniyetimiz ve Sanat Hüseyin Kutlu Konferanslar Serisi 3 Mayıs 2014 ilmi etüdler derneği Medeniyetimiz ve Sanat İLEM Eğitim Programı 2013-2014 Kapanış Konferansı 03 Mayıs 2014, Üsküdar Hüseyin Kutlu Özet: Medeniyet kavramını farklı disiplinlerde filozoflar, sosyologlar, fikir adamları ve sanatçılar kendilerince tarif etmişler, ona farklı anlamlar yüklemişlerdir. İslam medeniyeti ise Kur’an-ı Kerim yani ilahi kaynaklıdır. Bu tarifler içinde en kısa, öz ve meseleyi en geniş manada ihata edeni Allah’ın kullarını mesrur eylemektir. Medeniyet ile Medine aynı kökten gelmektedir. İslam medeniyetinde şehir planlaması camiiyi merkeze almıştır. Batı’da ise medeniyetin karşılığı olarak uygarlık kelimesi kullanılmaktadır. Uygarlık kelimesi de “uygur”dan türetilmiş ve onu çağrıştırmaktadır. 18.yy. dan itibaren de Avrupa’da kullanılmaya başlayan civilization kavramı “medenîleştirme” ile ilişkilidir. Yaklaşık iki asırdan beri dünya siyasetine ve ekonomisine Batı hakim olduğu için İslam dünyasının yüzü de Batı’ya çevrilmiş ve sanat anlayışımız da Batı kıstasları ile değerlendirmeye tabii tutulmuştur. Batı sanatı tabiatın sadece şeklini, dış görünüşünü taklit ettiği için natüralist kalmış; İslam sanatı ise tabiatın kanunlarını sezmiş, canlı varlıklarda gelip geçici olanı değil manayı aramıştır. Bu bakımdan Türk sanatı idealist ve sürrealist kalmayı başarmıştır. Anahtar Kelimeler: Medeniyet, Sanat, İslam, Batı ilmi etüdler derneği İlmi Etüdler Derneği’nin (İLEM) temel gayesi, ilim geleneğimizi sürdüren ilim adamlarının yetişmesine zemin oluşturarak, ulusal veya küresel düzeyde ortaya çıkan sorunların çözülmesi için çalışmalar yapmaktır. İLEM’in temel faaliyetlerinden birisi lisans öğrencilerinin devam ettiği üç yıllık bir eğitim programıdır. Bu programda katılımcıların kendi medeniyetlerinin kadim birikimi kadar çağdaş dünyayı da tanımalarını ve meseleleri vukufiyetle ele almalarını sağlayacak bir bilgi birikimi elde etmeleri amaçlanmaktadır. İLEM Eğitim Programı, her yıl bir açılış konferansı ile başlamakta ve kapanış konferansı ile nihayete ermektedir. Bu konferansların metinleri konferans öncesinde basılarak katılımcıların istifadesine sunulmakta ve kalıcı bir ilmî katkıya dönüştürülmektedir. Adres: Halk Caddesi, Türbe Kapısı Sokak, Hektaş İş Merkezi No:13/4 Üsküdar, İstanbul • Telefon: +90 216 310 4318 • E-Posta: bilgi@ilmietudler.org • Web: www.ilmietudler.org © Tüm hakları saklıdır. İlmi Etüdler Derneği’nin yazılı izni olmadan bu eserin hiçbir kısmı elektronik ya da mekanik yollarla çoğaltılamaz. Yazıda belirtilen görüşler yazara aittir ve İlmi Etüdler Derneği’ni bağlamaz. 1949 yılında Konya’da doğdu. 1966-1967’de Konya İmam-Hatip Okulundan mezun oldu. 1968 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümüne kaydoldu. Tahsilini sürdürebilmek için Diyanet İşleri Başkanlığından görev talebinde bulundu. Eskişehir Mihalıççık vaizliğine tayin edildi. Aynı sene Hattat Hamid Aytaç’tan sülüs-nesih yazı meşkine başladı. Bu arada Eczacı Hattat Uğur Derman’dan ta’lıyk meşk etti. 1972’de ulaşım zorluğu nedeniyle Mihalıççık’tan Sokullu Şehit Mehmet Paşa Camii İmam-Hatipliğine getirildi. 1974’te Fakülteden mezun oldu. Aynı yıl (H. 1395) Hamid Bey’den sülüs-nesih yazı icazeti aldı. Askerliğini Işıklar Askerî Lisesinde öğretmen olarak yaptı. 1976’da Hekimoğlu Ali Paşa Camii İmam-Hatipliğinde göreve başladı. Türk-İslâm Medeniyeti’nin merkezi olarak telakki ettiği camiye, gerek kurum olarak kaybettiği fonksiyonlarını kazandırma çabalarını gerekse o kurumun en üst düzeyindeki temsilcisi olma misyonunu yüklediği imam-hatiplik görevini, cami ölçeğinde ve külliye projesinde gerçekleştirmek istedi. Harap durumda olan camii, sebil, türbe, kütüphane ve hazirenin imar ve ihyasına çalıştı. 2002 yılında emekli olduktan sonra “İslâm Medeniyetinin Merkezi Olarak Camii” projesini, aynı çatı altında hizmet veren Uygulamalı Türk-İslâm Sanatları Kütüphanesinde devam ettirdi. Hekimoğlu Ali Paşa Camii avlusunda açılan I. Türk-İslâm Sanatları sergisi “Lâlezâr”ı “İcâzet”, “Gül”, “Mevlânâ”, “50. Vuslat Merâsim ve Albümleri” takip etti. “Kaybolan Medeniyetimiz: Hekimoğlu Ali Paşa Camii Hazîresindeki Tarihi Mezartaşları” kitabı, hat sanatının Necm-i Süheyl’i Hattat Şevki Efendi’nin “Amme Cüzü”, bir hak ve vatan dostu Alvarlı Efe Hazretleri’nin “Tarihçe-i Hayat” adlı biyografi eseri, “Hulâsatül-Hakâyık” adlı kitabı, bu kitaptan seçilmiş münâcaat niteliğindeki yakarışları “Nazlı Niyazlar”ı, yine hazretin divançesinden derlenen İlâhi-Niyaz cd.leri ile “Türk Kültür ve Medeniyeti’nde Fatih Külliyesi” kitabını yayına hazırladı. Bu çalışmaların yanında hat sanatında hilye, kıt’a, çeşitli orijinal istifler olmak üzere 1000’den fazla eseri koleksiyonları süslüyor. 40’ın üzerinde talebeye icazet verdi. Ayrıca Adana Sabancı Merkez Camii, Aşkaabad Camii, Tokyo Camii, Konya Hacı Veys-zâde Camii, Selçuk Üniversitesi Kampüs Camii, Karacaahmet Şakirin Camii, Ataşehir Mimar Sinan Camiinde ve daha birçok yurt içi ve yurt dışı mimari eserlerde yazıları bulunmaktadır. Hâlen Uygulamalı Türk-İslâm Sanatları Kütüphanesinde hüsn-i hat grup başkanlığı yapmaktadır. Önsöz Süleyman Güder İLEM Eğitim Komisyonu Başkanı N itelikli ilim adamı yetiştirmek, ilim anlayışını İslam medeniyetinin köklerinden hareketle yeniden yorumlamak ve yeni bir hayat nizamı için gerekli bilgi-birikimi oluşturmak hedefleriyle çalışmalarını yürüten İLEM, sosyal bilimler alanında önemli bir ilmî muhit olma çabasındadır. Bu doğrultuda yürüttüğü ilmî çalışmalar ve düzenlediği çeşitli konferanslar, paneller, atölyeler, anma toplantıları ve seminerler ile İLEM, meselelere özgün bir bakışla alternatif çözümler üretmek gayesindedir. Ayrıca, geniş bir yelpazede yürüttüğü bu faaliyetlerin çıktılarını da yayına (kitap, dergi, bülten, yıllık, politika raporu vs.) dönüştürmekte ve bu yayınları kamuoyunun istifadesine sunmaktadır. İLEM bu çerçevede, lisans düzeyindeki katılımcılara, kendi medeniyetlerinin kadim birikimi kadar çağdaş dünyayı da tanımalarını sağlayan ve onlara meseleleri vukufiyetle ele alacak bir perspektif katan üç yıllık bir eğitim programı sunmaktadır. İLEM Eğitim Programı kademelerinde yıllık program, onar hafta süren Güz ve Bahar dönemlerinde gerçekleştirilmektedir. Her dönem, katılımcıların takip ettiği üç farklı seminer bulunmaktadır. On iki yıllık tecrübesiyle İLEM, Eğitim Programı’nı farklı kılan ve katılımcıların yoğun ilgi gösterdiği grup çalışmalarını önemsemektedir. Program, katılımcıların; okuma, çözümleme ve mukayeseli değerlendirmelerde bulunabilmelerini mümkün kılacak donanımlara haiz olmasını öncelikli hedefleri arasına koymaktadır. Programda merkezî konumda yer alan danışmanlık sistemi ise her bir katılımcının ilmî ve fikrî donanımı yanı sıra şahsi yönelimlerine ve sorunlarına ilişkin rehberlik almasını da mümkün kılmaktadır. 5 İLEM, her yıl eğitim dönemini bir kapanış konferansı ile tamamlamaktadır. “Türkiye’de Etno-Milliyetçilik”, “Türkiye’de Siyasal ve Toplumsal Değişim”, “Modern Türkiye’de Devletin Schmittyen Bir Okuması”, “Şehirli Olmak Şiir, Derviş ve Mekân” geçtiğimiz yıllarda gerçekleştirdiğimiz kapanış konferansları arasındadır. İLEM, düzenlediği açılış ve kapanış konferanslarının metinlerini de konferans öncesinde katılımcıların istifadesine sunmaktadır. Bu yılki kapanış konferansımızda, “Medeniyetimiz ve Sanat” başlığı altında medeniyetimizin kökleri, onu inşa eden varlık tasavvuru, bugünkü sanat ve medeniyet algımız ile bugün için imkânlarını ve açmazlarını ele alıyoruz. Medeniyetler kaynağını coğrafya ve insan unsurunun etkisiyle oluşan maddi kültürün yanı sıra, mensubu olduğu insanların taşıdığı inanç, ideal ve varlık tasavvurundan da almaktadır. Bu kaynaklardan beslendikleri ölçüde insanların medeniyet algılarında berraklık; iktisadi ve içtimai hayatlarında, fikrî yönelimlerinde önemli izler oluşur. Müslümanların “Allah güzeldir, güzeli sever.” düsturunu benimsemiş olmaları ilmî, felsefi ve edebî eserler etrafında çeşitli sanatların doğmasına vesile olmuştur. Mabet inşa ederken kubbelerin; kıraatte makamların; ayetleri çoğaltırken hüsn-i hattın ortaya çıkması onların sahip oldukları zevk-i selimdendir. Modernleşmeyle taklit dönemine giren sanat algımız, son dönemdeki çabalarla aslına rücu edecek midir? Batı sanatı niçin naturalist; Türk İslam sanatı neden idealist ve sürrealist kalmıştır? Batıya benzemeye çalışan toplumların sanatçıları ve aydınları ibda gücüne ulaşabilir mi? “Medeniyetimiz ve Sanat” başlıklı kapanış konferansımızda medeniyet ve sanat serüvenimizi ele alırken bu sorulara da yanıtlar bulacağız. 6 Medeniyetimiz ve Sanat Hüseyin Kutlu İLEM Eğitim Programı 2013-2014 Kapanış Konferansı 03 Mayıs 2014, Üsküdar M edeniyet kavramı farklı disiplin- ma’mur beldeler acaba kendi başına bir an- lerde farklı anlamlarda kullanıl- lam ifade eder mi? mıştır. Filozoflar, sosyologlar, fikir adamları ve sanatçılar medeniyeti kendile- Bilindiği gibi medeniyetler bütünüyle şu rince tarif etmişler, ona muhtelif anlamlar veya bu kavme mâledilemezler. Kişiler de yüklemişlerdir. Bize göre bu tarifler içinde en kendi başlarına bir medeniyet meydana ge- kısa, öz ve meseleyi en geniş manada ihata tiremezler. Şu hâlde medeniyet topluma ait edeni “Beldeleri ma’mur, Allah’ın kullarını bir olgu ve insanlığın ortak malıdır. Komşu mesrur eylemek.” anlamına gelen; “İ’mâru’l- medeniyetlerin birbirleriyle kültür alış-veri- bilâd, tefrîhu’l- i’bâd” tır. Ma’mur beldeler ve şinde bulunmaları ve karşılıklı etkileşimleri mesut müreffeh kullar manasına gelen bu de tabîîdir. Her medeniyetin özünde ve te- ibare medeniyetimizin inşasında dikkate şayan bir düstur olmuştur. Biz bu çalışmamızda medeniyetimizde bunların geniş manada ne anlama geldiğini ele alacağız. İnsanı kalkındırmadan, onun kafasını, ruhunu düzenli ve şuurlu bir seviyeye getirmeden yapılacak îmar faaliyetinin hiçbir anlamının olamayacağını peşinen söylemeliyiz. Beldeler mamur olmasa da medenî, erdemli insanlar daima var olagelmiştir ve bu kendi başına bir anlam ifade etmektedir. İnsaniye- melinde bir inanç gerçeği vardır. Yeryüzünde ateist bir toplum mevcut olmadığı gibi ateist bir medeniyet de olamaz. Osmanlı’da Batı medeniyetinden faydalanma teşebbüsü, “batılılaşma hamlesi” adı altında bir projeyle yürütüldü. Batı’nın takip ettiği usulün tam aksine bir anlayış ve tepeden inme uygulamalarla dayatılan bu proje, bütünüyle Batı’ya benzeme ve aynen onun gibi olmayı hedefliyordu. tini yitirmemiş insanların, içinde yer almadığı 7 İLEM Eğitim Programı 2013-2014 Kapanış Konferansı Tanzimat Fermanı’yla bu yenilenme ve değişimin ilk adımı atılmış oldu. Ne yazık ki bunun değişim değil başkalaşım olduğunu gören yoktu. Onlara göre kültürel değerlerin bütünü, ilerlemenin önünde bir engel teşkil etmekteydi. zırladı. Hicretten sonra, yüzyılı aşkın bir süredir birbirlerine düşman kabileler arasında dostane ilişkiler kuruldu. Yesrib’in adıyla birlikte her şeyi değişti ve Yesrib nurlu, aydınlık şehir anlamına gelen Medîne-i Münevvere oldu. Bu gelişmelerden de anlaşılacağı üzere Arapların şu veciz sözü tam da bu bağlama uymaktadır: “Şeref-ül mekân bil mekîn” Bizim medeniyetimizin kaynağı Kur’an-ı Kerim yani ilâhî vahiydir ve temeli hicretle birlikte atılmıştır. Peygamber Efendimiz hicret ettiği zaman Medîne diye bir şehir yoktu. Bilindiği gibi bugünkü Medîne-i Münevvere’nin o zamanki adı zarar vermek, karıştırmak, kötülemek, başa kakmak, bozmak anlamlarına gelen “serb” kökünden türetilmiş olan “Yesrib” tir. Yesrib halkı M.Ö. 586’da Bâbil hükümdarının Kudüs’teki ma’bedinin yıkılmasından sonra Medîne’ye göç eden İsrailoğulları, anavatanları Yemen olan Evs- (mekânın şerefi içinde oturandan gelir). Bilindiği gibi medeniyet Medîne ile aynı kökten gelmektedir. Medeniyet ile Medîne arasındaki bu irtibat çok önemlidir. Meselâ medeniyetin karşılığı olarak kullanılan uygarlık, “uygur”dan türetilmiş ve onu çağrıştırmaktadır. 18. yy.dan itibaren Avrupa’da kullanılmaya başlayan civilization da medeniyet değil “medenîleştirme” anlamına gelmektedir. Avrupa’nın medenîleştirme adı altında yürüttüğü faaliyetlerin, medeniyet götürme değil doğrudan doğruya “sömürgeleştirme” faali- Hazreç kabîleleri ve Amâlika kabîlelerine yeti olduğu zamanla anlaşılabilmiştir. Bıra- mensup topluluklardan meydana gelmekte kın medeniyet götürmeyi, sömürgeleştirdiği idi. Evs ve Hazreç kabîleleri 120 sene boyun- toplumlar bugün dahi bellerini doğrultama- ca birbirleriyle savaşmıştı. Bu savaşların en yacak kadar zaafa uğramışlardır. Çoğu kez kanlısı ve sonuncusu, hicretten 5 yıl kadar hîle, bazen de zorbalıkla işgal ettiği ülkelerin önce vukubulmuş ve tarihe Buas savaşı ola- tabiî kaynaklarını gasb eden Avrupa, onları rak geçmişti. İşte Peygamber Efendimiz, halkı ahlâksızlık ve sefahete sürükleyerek adeta birbirine düşman ve adı uğursuz olan böyle mefluç hâlde bırakmıştır. Şu halde medeni- bir şehre hicret etmişti. yet, uygarlık, civilization kelimeleri ne lügat Allah Rasûlü Efendimiz’in Medine’deki ilk işi mescid-i seâdeti inşa etmek oldu. Daha sonra kendi peygamberliğini ve getirdiği dini anlamı ne de tarihi akış içerisinde ifade ettiği uygulamaların muhtevası itibariyle birbirleriyle örtüşmemektedir. inkâr edenlerle, birlikte yaşamanın esaslarını Batı, Doğu’nun kültür ve medeniyetiyle belirleyen “Medîne Vesikası” olarak bilinen haçlı seferleri ve coğrafi keşifler vesilesiyle (Bu antlaşma bugün dünyanın ilk anayasısı tanışmıştır. Bağdat, Suriye, Mısır gibi İslâmın olarak kabul edilir.) bir mutabakat metni ha- kültür merkezlerini gördükten sonra ancak 8 Hüseyin Kutlu, Medeniyetimiz ve Sanat Rönesansını gerçekleştirebilmiştir. Burada larla, onlara benzemeden ve onları kendi- dikkatle üzerinde durulması gereken önemli lerine benzetmeden birlikte yaşamışlardır. nokta şudur: Batı dünyası İslam medeniye- Müslümanlar idareleri altında bulunan gayr-i tinden etkilenip ondan faydalanmaya karar müslim tebaayı kendilerine benzetme şöyle verince buna hiçbir zaman “Doğululaşma hamlesi” dememiştir. Müstakil bir medeniyet yaratma kararında sonuna kadar direnmiş ve felsefesini Greko-Romen köklerine bağlamıştır. Kapitalizme dayanan iktisadî gücüyle, ilim, fikir ve teknolojisiyle yeni bir hüviyet kazanarak dünyaya üstünlük sağlamıştır. dursun bilâkis inançlarıyla, örf ve âdetleriyle, kıyafetleriyle “kendileri olarak” var olmalarına imkân sağlamış ve gerekli şartları hazırlamıştır. Her iki kesim arasında kendi özelliklerini koruyacak şekilde görünen-görünmeyen sınırlar belirlenmiştir. Mayasını Şeyh Edebâli’nin çaldığı Osmanlı Medeniyeti ise 19. yy.a gelindiğinde samyeli misali esen Batı rüzgârlarına karşı maalesef kendini koruyamamıştır. Ne yazık ki çoğu aydınlar kendi medeniyetlerine âdeta düşman kesilmişlerdir. Son iki asırda Batı dünyasında gelişen teknik, tekniğin yaygın kullanımı ve dünya görüşü karşısında müslüman toplumlar, konumlarını ve içinde bulundukları Hz. Peygamber’in Medîne vesikasıyla uygulamaya koyduğu Medîne modeli, daha sonraki İslâm devletlerinde “Âdemiyet” ve “İbrahimiyet” farkıyla yüzyıllar boyu uygulanmaya devam etmiştir. Hz. Peygamber’in Medîne’de oluşturduğu sosyal, siyasî, hukukî ve kültürel yapı, açık medeniyetin müesseseleşmiş en güzel örneğidir. durumu tarihî, coğrafî, iktisadî, siyasî şartlar bakımından iyi ve doğru değerlendiremedikleri için komplekse kapılıp aslî kimliklerinden İslam, hayatın her alanına ve varlığın her bo- uzaklaşmışlardır. yutuna “kendine mahsus” damgasını vuran Osmanlı’da Batı medeniyetinden faydalan- bir dindir. Müslüman olmanın kendine has ma teşebbüsü, “batılılaşma hamlesi” adı al- hükümleri, tarz, sembol ve âlâmetleri vardır. tında bir projeyle yürütüldü. Batı’nın takip Bunların muhafazası Efendimiz (s.a.v) tara- ettiği usulün tam aksine bir anlayış ve tepe- fından “Ümmetine” titizlikle öğütlenmiştir. den inme uygulamalarla dayatılan bu proje, Tarih boyunca Müslümanların hep “kendine bütünüyle Batı’ya benzeme ve aynen onun mahsus” bir dünya görüşü ve yaşayış tarzı gibi olmayı hedefliyordu. Oysaki İslâm fıkhın- yani kendi kültürü ve medeniyeti olmuştur. da “teşebbüh” yani bir kavme isteyerek ben- Eşya ve olayları bu “kendine mahsus” telakki zeme îmana taalluk eden bir mesele olarak mütalaa edilmiştir. tarzıyla değerlendirmesi, “kimlik bilinci”nin tezahürü olarak okunmalıdır. Bu bilinç “mo- Ebubekir Sifil’in tarif ettiği gibi Müslümanlar dern döneme!” kadar titizlikle muhafaza edil- geçmişte farklı din ve kültüre sahip toplum- miş ve bu şuur hiçbir zaman kaybolmamıştır. 9 İLEM Eğitim Programı 2013-2014 Kapanış Konferansı Peygamber Efendimiz’in “Kim kendisini bir tabîî ve gerekli ise Hakk ehli ile batıl ehlinin kavme benzetirse onlardandır.”, “Bizden baş- birbirinden kesin hatlarla ayrışması da o ka- kasına benzeyen bizden değildir.” şeklinde dar tabîî ve gereklidir. İmam-ı Rabbânî’nin al- îkâzları, mutlak ifade yönüyle dikkate alın- tını çizdiği gibi, Hakk ehli batıl ehline benze- dığında yasaklanan hususun sadece kılık- diği anda, inancından ve mensubiyetinden kıyafetle sınırlı olmadığı, “benzeme” tavrının gelen “İzzet”ten uzaklaşmış, zillete düşmüş bilinçli bir tercih olarak tezahür ettiği her olur. İmam-ı Rabbânî Hazretleri sanki İslâm alanda bu yasağın çerçevisine dahil olduğu âleminin bugün düştüğü zilleti üç yüz yıl ön- görülecektir. Bilhassa günümüzde “gayri- cesinden görüp gayriye benzemenin tehlike- müslimlere benzeme”, daha doğrusu “kendi- sine karşı bizi uyarmıştır.1 ni gayrimüslimlere benzetme” illeti, hayatın Son iki buçuk asırlık süreçte İslam dünyası çok fazla fark edilmeyen boyutlarında bile Batı’ya benzemek suretiyle kalkınacağına son derece belirleyici durumdadır. ve adam yerine konulacağına ikna edilmiş- Ulemamız, mezkur rivayetleri şerh ederken problemin bu boyutuna dikkat çekmiş ve buradaki “benzeme”nin, ahlâkta, tavır ve davranışta, giyim - kuşamda.... hasılı hangi konuda ve ne şekilde olursa olsun başkasına özenme, kendine ait olanı terk edip başkasının özelliklerini benimseme şeklinde anlaşılması gerektiğini beyan etmiştir. tir. Bundan dolayı birçok Batı Medeniyeti hayranı taraftar türemiştir. Bu medeniyetin hayranları kitap ve dergilerinde din karşıtı akımlardan basmakalıp alınan fikirleri yayınlamaya başlamışlardır. Zamanla dîni, batıl inançlar yığını olarak gören, kendi manevî değerlerinden tamamen koparılmış aydın tipler yetişmiş oldu. Batılılaşmanın önünde en büyük engelin İslâm olduğu kabul edildi. İslam, Müslümanları kılık - kıyafetten inanca, Pozitivizmin kurucusu Auguste Comte’un düşünce tarzından örf, âdet ve kültüre kadar Mustafa Reşit Paşa’ya yazdığı 4 Şubat 1858 her alanda başkasına benzemekten şiddetle tarihli mektupta “İslâm dîninin gerçeklik an- sakındırmış, hakk ehli ile batıl ehlinin birbi- layışının Osmanlı’yı “insanlık dîni” ne intisâp rine benzemesini hakk ile batılın birbirine etmede kolaylık sağlayacağını ve devletin, benzemesi olarak görmüştür. Hakk ile batı- Batı’nın yaşamak zorunda kaldığı metafizik lın fıtri olarak birbirinden ayrışması ne kadar devreyi yaşamadan “pozitif din” devresine geçebileceğini telkin etmişti.2 Haçlı seferleri ve coğrafî keşiflerle farklı medeniyetlerle sıkı ilişkiye giren Batı, öteki ile barışa ve saygıya dayanan bir ilişkiden çok, yok etmeye veya asimile etmeye yönelik bir çaba sergilenmiştir. 10 Bu pozitivist-materyalist görüşlerle sarhoş olan Tanzîmât aydınları akl-ı selîm ile düşün- 1 2 Sifil, E. Ötekine Bezeyerek Ötekileşme. Rıhle Dergisi. (11). Ayverdi, S. (2005) Milli Kültür Meseleleri ve Maarif Davamız. İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı. Hüseyin Kutlu, Medeniyetimiz ve Sanat meyen, siyaset ve kiyâsetten uzak robotlar haline gelmişlerdir. Başta Abdullah Cevdet, Kılıçzâde Hakkı ve Celâl Nûri Bey’ler olmak üzere materyalizm, pozitivizm, Darvinizm gibi Batı’daki sivri akımlara kendilerini kaptıran pek çok yazar, Osmanlı toplumunun ilerleyebilmesi için topyekûn Batılılaşma dışında Günümüzde Esnaf ve Sanatkârlar Odaları, sendikalar gibi kuruluşların fonksiyonları, işleyiş tarzları ile asırlar boyu benzeri fonksiyonları icra etmiş olan ahilik teşkilatının uygulamalarını kıyaslamak sûretiyle bu kültürün her zaman yaşanabilir olduğuna dikkat çekmek istiyorum. bir çarenin bulunmadığını iddia etmişlerdi. Dini, yetersiz ve geri kalma sebebi olarak takdim edenler tıpkı Batı’da olduğu gibi bir Tanzimat’la birlikte yapılan yenilikleri bu Batı yeniliğe ve değişime ihtiyaç bulunduğunu şablonuna oturtmak isteyenler, tıpkı onlar savunuyorlardı. Tanzimat Fermanı’yla bu yenilenme ve değişimin ilk adımı atılmış oldu. Ne yazık ki bunun değişim değil başkalaşım olduğunu gören yoktu. Onlara göre kültürel değerlerin bütünü, ilerlemenin önünde bir engel teşkil etmekteydi. 1839 Tanzimat Fermanı ile İslâm hukukunda olmayan bir takım hakların verildiği görüşünün hiçbir mesnedi yoktur. Zira bu ferman İslâm hukukuna göre Âdemiyetle doğuştan var olan hakların yazılı kanunnâmeye dönüş- gibi dini dışlama yoluna gitmişlerdir. Oysa ki durum hiç de öyle değildir. Tam aksine Batı, dinden uzaklaştıkça ilerlemiş, müslümanlar dinden uzaklaştıkça gerilemişlerdir. Tarihî akış bu açıdan incelendiği zaman bunun kuru bir iddia olmadığı açıkça görülecektir. İslâm dünyası kendi köküyle irtibatını kaybetmiş, İslâm Medeniyet tarihini ve uygulamalarını unutmuştur. Bu sebeple bugün Müslüman ülkelerin insan hakları ve demokrasiye uyum sağlayıp sağlayamayacağı hususu tartışma konusu yapılmaktadır. türülmesinden başka bir şey değildir. İslâm Hâlbuki dini ve onun müesseseleriyle bir çatışma da Peygamber’in Medîne vesikasıyla uygula- söz konusu olmamıştır. Çünkü bu uygulamalar Halife, şeyhülislâm ve ulemanın onayı ve desteği ile gerçekleştirilmiştir. hicretten hemen sonra Hz. maya koyduğu Medîne modeli, daha sonraki İslâm devletlerinde “Âdemiyet” ve “İbrahimiyet” farkıyla yüzyıllar boyu uygulanmaya devam etmiştir. Hz. Peygamber’in Medîne’de Batı attığı her yeni ve doğru adımın karşısın- oluşturduğu sosyal, siyasî, hukukî ve kültürel da kiliseyi engelleyici bir unsur olarak buldu- yapı, açık medeniyetin müesseseleşmiş en ğu için din ve dünya işlerini birbirinden ayrı güzel örneğidir. tutma ihtiyacını duymuş ve kilise mensupla- Malikî görüşünün hâkim olduğu Endülüs rını kendi dar görüşleriyle baş başa bırakarak medeniyetinde İbrahimiyete dayalı bir ço- “ben senin işlerine karışmıyorum, sen de be- ğulculuğun örneği söz konusu iken, Hanefî nim işlerime karışma” demiştir. anlayışın hâkim olduğu Hindistan örneği ise 11 İLEM Eğitim Programı 2013-2014 Kapanış Konferansı Âdemiyete dayalı bir örneği sergilemekteydi. gâh rasyonalizm, gâh pozitivizm yollarını Çünkü Hindistan’da ehl-i kitapla birlikte, Bu- aşındırıp durmuşuz. Mülkün sahibi olan yüce dist ve Hindûlara da kendi kültür ve mede- yaratıcının yetkilerini kendimizce sınırlandır- niyetlerini sürdürmeleri imkânı sağlanmıştır. maya kalkmışız. Aklı, bilgi ve tecrübe biriki- Hanefî görüşe dayanan Osmanlı Medeniyeti mini yegâne doğru ve en güvenilir kaynak de kendi dışında kalan medeniyetlere kar- zannetme yanılgısına kapılıp beyhude ça- şı daima açık olmuştur. Dört kıtada birçok balarla kendimizi örseleyip yıpratmışız. Oysa medeniyeti dışlamadan bünyesinde yaşat- ki vahyin aydınlığında yürümeyen akıl, Hz. mayı başaran Osmanlı yıkıldıktan sonra, bu Mevlânâ’nın tabiriyle çamura batmış eşek coğrafyada yani Balkanlar, Kuzey Afrika ve gibidir. Allah Teâlâ “Yaratan Rabbinin adıyla, Ortadoğu’da etnik, siyasî çatışmalar başla- O’nun adına oku” emriyle; Allah, insan ve var- mış, hâlen de devam etmektedir.3 lık âlemine dikkat çekmekte, aynı zamanda Batı, Ortaçağ boyunca başka din ve medeni- onlara ait doğru bilgilere ulaşmanın yönte- yetlere açık olmak bir tarafa, farklı hristiyan mini de beyan etmektedir. mezheplerine dahi müsamaha gösterme- Yaratan Rab, O’nun yarattıkları ve O’nun adı- miştir. na, O’nun adıyla okuması emredilen insan. Haçlı seferleri ve coğrafî keşiflerle farklı me- Şu halde Allah, kâinat ve insan, tasavvuru- deniyetlerle sıkı ilişkiye giren Batı, öteki ile muz doğru bilinmeden bizim medeniyeti- barışa ve saygıya dayanan bir ilişkiden çok, mizi anlamak ve anlatmak mümkün değildir. yok etmeye veya asimile etmeye yönelik bir Varlık âleminin hakîkatini bilmeden şehirle- çaba sergilenmiştir. rin îmarından, insanın hakîkatini bilmeden de onun refahından ve mutluluğundan söz Ahîlik, fütüvvet esasına dayanan içtimaî, iktisadî hayatla el ele ve işbirliği hâlinde çalışan ve hukukî münasebetleri düzenleyen hatta sırasında siyasî otorite hüviyetini haiz olan bir teşkîlâttı. Kuvvetini tasavvuftan aldığı için bünyesini asırlarca sağlam koruyabilmiştir. edilebilir mi? Hz. Peygamber (s.a.v) Ka’be ve Mescid-i Aksa ekseninde Medîne’de inşa ettirdiği Mescid-i Nebî ile medeniyetimizin iki ana unsurundan biri olan i’mâru’l- biladın başlangıç noktasını ve merkezini işaret etmiştir. Bizim medeniyetimizde şehir planlaması camiyi merkez almıştır. Osmanlı ve daha önceki dönemlerde Görülüyor ki biz batılılaşma sürecinde aslın- kurulan şehirleri bu yönüyle incelendiğimiz da bizi yaratan yüce Rabbimizle tartışmanın zaman bu uygulamanın özenle yürütüldüğü tarafı olarak ona hasım kesilip gâh septizm, ve korunduğu görülecektir. Tefrîhu’l-ibâdın merkezinde ise insân-ı kâmil bulunmaktadır. 3 12 Şentürk, R. (2010). Açık Medeniyet. İstanbul: Timaş Yayınları. İnsanlık tarihinin idrak ettiği tek seadet asrı, Hüseyin Kutlu, Medeniyetimiz ve Sanat mutlak insân-ı kâmil Efendimiz’in yaşadığı olarak teklif ettiği “hars” kelimesi bir müddet asırdır. O’ndan önce yaşayanlar ve sonra ya- kullanıldıktan sonra terk edildi. Hars’a göre şayacak olanların gerçek mutluluğa erebil- kültür daha yerleşmiş ve yerlileşmiş görünü- meleri O’nun nurundan alacakları nasibleri yor. Ancak bugün kültür kelimesiyle ifade et- miktarıncadır. Yine İslam Medeniyetinde in- tiğimiz değerler manzumesine dün biz sahip sanı, insan-ı kâmillerle irtibatlandırarak onu değil miydik? Sahip idiysek bu muhtevayı ne eğitme ve manevî doygunluğa ulaştırıp saa- ile ve nasıl ifade ediyorduk? det ve refahını temin yolu izlenmiştir. İtiraf edelim ki hafızamızda kalan kendi medeniyetimizin izlerini takip etmek istediğimiz zaman ne yazık ki bu izler bizi kendi medeniyetimize götürmüyor. İz sürmek isteyenlerin, yer yer silinen izlerin bir ucunu diğer ucuyla buluşturamayıp kayboldukları ya da yanlış Fütüvvet ehli ahîler, kemer (şed) kuşanarak teşkîlâta alınır, şalvar giyer ve her sanatın bir pîri olduğuna inanırlardı. Birbirlerini ahî (kardeşim) bilirler “Ali’den başka feta (yiğit), zülfikardan başka kılıç yoktur.” deyip Hz. Ali’yi pîr ve baş feta kabul ederlerdi. istikamete saptıkları bir gerçektir. İyi iz sürenlerden birçoğumuzun varabildiği son nokta ise “yaşanılabilir olma hüviyetini kaybetmiş kültürümüz” ve “tarihe mal olmuş bir medeniyet” fikrinden öteye geçmiyor. Mantığımızı ve sağlıklı düşünme yeteneğimizi kaybederek “İslam ümmetindenim, garb medeniyetindenim” demenin İslam medeniyetini inkâr anlamına geldiğini acaba hiç düşündük mü veya şimdi düşünüyor muyuz? Kültür kavramının Batı’da 18.yy.da bizde ise 19.yy.da ortaya çıktığını biliyoruz. Müslüman toplumların dünya görüşleri, yaşayış tarzları, kendilerine dünyevi-uhrevi her konuda yol gösteren ve ölçüler koyan Kur’an-ı Kerim ve O’nun insanlığa en güzel model (üsve-i hasene) olarak takdim ettiği İslam Peygamberi’nin sünnetine göre şekilleniyordu. En güzel model olan Peygamber’i gören Kültürsüz sanat, kültür ve sanatsız da me- müminlere Sahâbî denilmiştir. Sahâbî olmak deniyet olmaz. İtiraf etmeliyim ki şu kültür âkıl, bâliğ ve mümin olma şartıyla birlikte kelimesi bana hep kekremsi gelmiştir. Biz görme (görenek) esasına bağlanmıştır. Onu bu kelimeyi alırken yuyup yıkayıp sonra, içi- görenleri görenler ve görenleri görenler ni kendi muhtevamızla doldurabileceğimiz şeklinde görenek ve isnat (gelenek) yoluyla münasip bir kap gibi almadık. Bu kelimenin, nesillere aktarılmıştır. Gelenek ve görenek ait olduğu yere mahsus tadını, kokusunu tarîkıyle aktarılanların bütünü ise fıkıh ve hâlâ üzerinde taşıyor olması, aradan onlarca tasavvufla ilmi hüviyete bürünmüştür. Dola- yıl geçmiş olmasına rağmen ona tamamen yısıyla Müslüman’ın yapacağı veya yapmaya- kendi tadımızı, kokumuzu veremediğimi- cağı her şey fıkıh ve tasavvuf kavramlarıyla zi gösteriyor. Ziya Gökalp’in kültür karşılığı ifade edilmiştir. 13 İLEM Eğitim Programı 2013-2014 Kapanış Konferansı Vakta ki Müslümanlar yüce yaratıcının yet- kültürümüzün yeniden yörüngesine otur- kilerini sınırlamaya, Peygamberi de sınırlı tulabilmesi elbette ki kolay olmayacaktır. konularda model kabullenme gibi Hıristiyan Yenidünyanın yaşanan gerçeklerini görmez- tarzı bir anlayışı benimser hale gelince, Hıris- likten gelemeyiz. Yeniyi eskiyle, daha doğru- tiyanlara ait kavramları muhtevasıyla birlikte su kökle buluşturabilmek için yeni metotlar ithal ederek uygulamaya koyuldular. Kültür geliştirmek mecburiyetindeyiz. Aslında yeni denildiği zaman genelde karma değerler bü- metot geliştirme ile ifade etmeye çalıştığımız tünü kastediliyor. Hatta sonradan türetilmiş anlayış bizim geleneğimizin özünde mevcuttur. Batılılaşma hevesleri bizde piramidin Batı tabiatın yalnız şeklini, dış görüşünü taklit ettiği için naturalist kalmış; Müslümanlar ise tabiatın kanunlarını sezmiş, canlı varlıklarda gelip geçici olanı değil mânâyı aramıştır. Bu bakımdan Türk İslam sanatı idealist ve sürrealist kalmayı başarmıştır. tepe noktasında başlamıştır. Devletin bütün imkânlarını kullanarak halkı da değişmeye zorlayan yöneticiler ve aydınlar belli ölçüde direnişle karşılaşmışlardır. Böylece bir nevi koruma içgüdüsüyle kabuğuna çekilen halk zorlanmadığı sürece tepkisini daha değişik şekillerde (baş kaldırma, isyan) ortaya koymamıştır. Şu anda yaşadığımız kültür büyük “global kültür” diye bir kavram var. Aslında bir dağınıklık manzarası gösteriyor olsa da bu Batı’nın kendi kültürünü kutsayıp diğer yeni bir oluşum sürecinin yaşandığı mu- kültürleri yok sayan anlayışını yansıtıyor. hakkaktır. Önemli olan bu oluşumu kontrol Kimi aydınlarımız böyle yeni kavramları her edebilmek ve bu yeni oluşuma geleneğin nedense hemen sahiplenip onun üzerinden özünü hakim kılabilmektir. Biz kültürümüzü fikirler üretmeye kalkışıyorlar. Oysa ki, glo- ve medeniyetimizi “artık bugün yaşanamaz” bal kültür yada kendi başına kültür söylemi görenlerin hilâfına yaşanabilir ve yaşatılabilir niteliksizdir. Kasten veya cehlen hiç bir şey olduğunu kabul edenlerdeniz. ifade etmemeyi amaç edinenler tarafından icat edilmiştir. Oysa ki adı, sıfatı belirtilerek Günümüzde Esnaf ve Sanatkârlar Odaları, İslam kültürü, Hindu kültürü, Din kültürü sendikalar gibi kuruluşların fonksiyonları, şeklinde nitelikli ifadeler kullanılması gerekir. işleyiş tarzları ile asırlar boyu benzeri fonksi- Ayrıca Osmanlı kültürü, Arap kültürü denildi- yonları icra etmiş olan ahilik teşkilatının uy- ği zaman da bunu İslam kültürünün çeşnileri gulamalarını kıyaslamak sûretiyle bu kültü- olarak anlamak icap eder. Biz eğitimize milli rün her zaman yaşanabilir olduğuna dikkat eğitim diyoruz ama her nedense kültürümüz çekmek istiyorum. için milli kültür demiyoruz. Ahîlik, fütüvvet esasına dayanan içtimaî, Bazen cahilce bazen de haince yapılan iktisadî hayatla el ele ve işbirliği hâlinde ça- müdahalelerle lışan ve hukukî münasebetleri düzenleyen 14 yörüngesinden saptırılan Hüseyin Kutlu, Medeniyetimiz ve Sanat hatta sırasında siyasî otorite hüviyetini haiz Fütüvvet ehli ahîler, kemer (şed) kuşanarak olan bir teşkîlâttı. Kuvvetini tasavvuftan aldı- teşkîlâta alınır, şalvar giyer ve her sanatın bir ğı için bünyesini asırlarca sağlam koruyabil- pîri olduğuna inanırlardı. Birbirlerini ahî (kar- miştir. En ücra yerlere kadar yayılmış olan ahî deşim) bilirler “Ali’den başka feta (yiğit), zülfi- teşkîlatının zâviyeleri, başta devlet büyükleri, kardan başka kılıç yoktur.” deyip Hz. Ali’yi pîr âlim, şâir, çiftçi, esnaf, tüccar, zengin, fakir ve baş feta kabul ederlerdi. her sınıftan insana açıktı. Bu suretle medeniyetimizin zümre medeniyeti olmayıp toplum merkezli bir medeniyet olduğunu yani âdemiyet esasına dayandığını yaşayarak, yaşatarak göstermiş oluyordu. Gerek Osman Bey, gerek onu tâkip eden ilk İşte bakınız bu nasıl bir aşıdır ve nasıl bir mühürdür ki, on dört asır boyunca, 19. yy.a kadar hiç solmadı ve hiç silinmedi. Bu uygulamanın günümüzde geçersiz ve uygulanamaz olduğu hangi gerekçeye dayandırılabilir? hükümdarlar ve şehzâdeler ile idare ve devlet adamları, tasavvufun müşterek esaslarına sâhip ahîliğin gaye, terbiye ve disiplinine 17. asrın sonlarına kadar esnaf tarikatleri göre yetişen iç kontrollü kimselerdi. şeklinde devam eden ahîlik, 18. asırda deği- Bu teşkîlâta girmek isteyenler fütüvvetnâmelerde yazılı olan kurallara uymak mecburiyetinde idiler. Teşkîlâta girme- şikliğe uğrayıp şeyh ve nakîblerin yerini yiğitbaşılar ve kâhyalar aldı ve tarîklara da lonca denilmeye başlandı. den önce bu kitapta yazılanları okumak ve bu Çekirdekten alıp yetiştirilen çocuk önce çırak kurallara uyacağına dair ahid vermek mec- sonra kalfa olur. Bu merhalelerin kendine has buriyeti vardı. Teşkîlât mensuplarında olması kuralları ve merasimleri vardır. Ustalığa terfî istenen vasıflar vefa, doğruluk, emniyet, cö- eden kalfa için tertip edilen merasimin nasıl mertlik, tevazû, ihvana nasihat, affedici olma ve tevbe idi. Şarap içme, zina, yalan, gıybet, hile gibi davranışlar meslekten atılmayı ge- cereyan ettiğini Sâmiha Ayverdi şöyle anlatıyor: rektiren sebeplerdendi. Fütüvvetnâmelerde Genç kalfa, merâsime kaç usta iştirak ede- yer alan prensiplerden bazıları şöyledir: cekse, hepsinin hediyelerini hazırlar, hısımını Herkesle iyi geçinmek, incinmemek, incitmemek. Sofrasında yemek yiyen mü’minle kâfir arasında ayrım yapmamak. İnsana eziyet etmemek, bol bol ikramda bulunmak; hatta bir ziyafet verildiği zaman mahalledeki köpekleri dahi doyurmak, bir karıncayı dahi incitmemek. akrabasını, eşini, dostunu da dâvet ederdi. Şerbetler ezilir, kahveler hazırlanır, cemiyet tamam olunca, rehber önde, usta namzeti, elleri rehberinin omuzlarında olarak arkada, içeri girer girmez rehberinin ilk sözü: - ”Esselâmü aleyküm yâ ehl-i şerîa!”, demek olurdu. Kâhya da bu selâmı aynen iâde 15 İLEM Eğitim Programı 2013-2014 Kapanış Konferansı Hz. Peygamber (s.a.v) Ka’be ve Mescid-i Aksa ekseninde Medîne’de inşa ettirdiği Mescid-i Nebî ile medeniyetimizin iki ana unsurundan biri olan i’mâru’l- biladın başlangıç noktasını ve merkezini işaret etmiştir. Bizim medeniyetimizde şehir planlaması camiyi merkez almıştır. Osmanlı ve daha önceki dönemlerde kurulan şehirleri bu yönüyle incelendiğimiz zaman bu uygulamanın özenle yürütüldüğü ve korunduğu görülecektir. eserleri bir gümüş tepsiye koyarak, merâsimi tâkip etmekte olan yüzlerce dâvetliye göstere göstere geçirir ve aynı zamanda da mûtat gülbank çekmeğe başlardı: Allah Allah bir Allah... muîni settâr, hâlikul leyli vennehâr hû... Pîrimiz üstâdımız (.....) nebî aşkına ve gelip geçen san’at erbâbı ervâhına aşk ile hû diyelim hû... diye nidâ eder ve gencin ustası ileri gelip eski çırağını kâhyanın önüne götürür, genç usta da diz çöküp kâhyanın elini öper, kâhya ise gencin sağ omuzuna elini koyarak bülent âvâz ile: Sabûr ol, hamûl ol, mütevek- edip “Fâtihâ” dedikten sonra, rehber bir kil ol, haram yeme, haram içme, el ve eteğini adım daha ilerleyerek bu defa: temiz tut, koymadığın mala el uzatma, gör- - ”Esselâmü aleyküm yâ ehl-i tarîka!”, der. Yine selâm iade olur. Fâtihâ çekilirdi. Üçüncü selâm ise: - ”Esselâmü aleyküm yâ ehl-i hakîka!”, diye verilirdi. Dördüncü selâm: - ”Esselâmü aleyküm yâ ehl-i mârife!”, denmek sûretiyle dört kapı selâmı tamamlanıp yine Fâtihâlar okunur ve rehber, elleri omuzlarında olarak arkadan gelen genci, götürüp kâhyaya teslim ederdi. Genç de büyük bir dâvetli ve meslektaş kalabalığı ortasında, gönlünde ürperti, gözünde nem, rûhânî bir heyecanla yumuşamış olarak, bu kalabalık cemâat hûzurunda, mesleğinin şeref ve nâmusuna leke sürmeyeceğine, merâsimle yemin ederdi. Usta olacak kalfanın yaptığı işler lonca heyeti tarafından tetkik edilerek bir atlas torba içinde mühürlenmiş olduğundan, nihâyet bunlar kâhya tarafından açılır ve yiğitbaşı da 16 düğün iyiliği unutma, sana fenâlık edeni affet, yürü Allah destgîrin ola!... der. Nihâyet sıra, kökü tâ ahî teşkîlâtına dayanan şed bağlama işine gelirdi. Bir nevi gayret ve iffet kemeri demek olan peştemalı usta, kâhyaya verir, o da genç ustanın beline bağlar ve yavaş sesle de gencin kulağına san’atın esrârını beyan ederdi. Tekrar el öpülür, kucaklaşılır, davul üç kere vurur ve zurna çalmaya başlardı. İşe o zaman yiğitbaşı “İlk siftah uğruna aşk ola!” diye yüksek sesle haykırarak gümüş tepsideki eserleri mezat etmeğe başlar, herkes bir parça alıp, karşılığında tepsiye bu küçük eşyanın kıymetinden çok fazla bir bedel koyardı. Böylece dolaştırılan tepsi para ile dolar ve bu paralar da delikanlının açacağı dükkâna ilk sermâye olmuş olurdu. Genç bundan sonra sıra ile el öper, Mevlit ve Aşır okunur, hatim duâları yapılıp bittikten sonra, teşkîlât mensupları, ustalığa yüksel- Hüseyin Kutlu, Medeniyetimiz ve Sanat miş genci aralarına alır, evvelden hazırladık- yönünde oluşturulan teoriler tarafından be- ları dükkânına götürerek Besmele ile içeri lirlenmiştir. Bu çizginin dışında kalan mede- sokarlardı. niyetlerin sanatları Batı sanatları ile ilintileri Nihâyet yeni ustaya bir mahlas lâzım gelirdi ki, bu iş için de bir başka zaman yine loncada bir Aşır okunarak, isim duâsı yapılırdı. Bu sûretle de ölünceye kadar içinde nâmus ve sadâkatle çalışacağı dükkânında yalnız bırakılan genç san’atkâr, kıdemli meslektaşları tarafından himâye ve teşvik edilir, müşteri gönderilir ve dâima kollanıp korunurdu. ölçüsünde değerlendirmeye tabii tutulmuştur. Batıya benzemeye çalışan toplumların sanatçıları ve aydınları, sözünü ettiğimiz bu bakış açısı yüzünden gerçek bir ibda gücüne ulaşamamakta, takipçi ve taklitçi olarak kalmaktadırlar. Hâlbuki Doğu sanatlarının Batılı anlamda bir sanat tarihi anlayışıyla ele alınamayacağı açıktır. Kâhya, loncaya bağlı esnafın en küçük yolsuzluğuna dahi göz yummayıp muvakkat bir zaman için dükkânını kapatmak veya ticâretten men etmek gibi salâhiyetlere sâhip ise de, hemen hemen ne teşkîlât mensupları böyle bir mecburiyeti hissederler, ne de esnafın başına böyle bir yüz kızartıcı hâl gelirdi. İşte bakınız bu nasıl bir aşıdır ve nasıl bir mühürdür ki on dört asır boyunca, 19. yy.a kadar hiç solmadı ve hiç silinmedi. Bu uygulamanın günümüzde geçersiz ve uygulanamaz olduğu hangi gerekçeye dayandırılabilir? Yukarı- Batı’nın insana, eşyaya ve tabiata bakışı en ideal bakışmış gibi sanatımız ve kültürümüz hakkında yersiz şüpheler yaratılmıştır. Oysa ki sanatın gelişim süreci bir başka açıdan değerlendirildiği zaman, Batı sanatının bu değerlendirmede dünya sanat tarihinin ancak bir cüz’ü olarak kalacağı muhakkaktır. Ama ne yazık ki Batı’dan sürekli estetik teorileri ithal eden aydınlarımız Türk İslam sanat ve kültürünün zengin estetik birikimini bu teorilerin ölçülerine vurarak kendilerince bir takım eksiklikler bulmuşlardır. da da ifade ettiğimiz gibi yenidünyanın yaşanan gerçeklerini görmezlikten gelmek gaflet olur. Önemli olan şu anda yaşadığımız kültür oluşumunu kontrol etmek ve bu yeni oluşuma geleneğin özünü hakim kılmaktır. Bir başka ifadeyle geçmiş kültürümüzü Yeni Dünyaya doğru ve kusursuz tercüme etmektir. Batı’nın insana, eşyaya ve tabiata bakışı en ideal bakışmış gibi sanatımız ve kültürümüz hakkında yersiz şüpheler yaratılmıştır. Oysa ki sanatın gelişim süreci bir başka açıdan değerlendirildiği zaman, Batı sanatının bu değerlen- Yaklaşık iki yüz yıldan beri dünya siyasetine dirmede dünya sanat tarihinin ancak bir cüz’ü ve ekonomisine Batı hâkim olduğu için, dik- olarak kalacağı muhakkaktır. Ama ne yazık katlerimiz ister istemez Batı tarihinin gelişme ki Batı’dan sürekli estetik teorileri ithal eden çizgisine yönelmiş dolayısıyla sanat tarihi aydınlarımız Türk İslam sanat ve kültürünün anlayışımız da söz konusu gelişme çizgisi zengin estetik birikimini bu teorilerin ölçüle- 17 İLEM Eğitim Programı 2013-2014 Kapanış Konferansı Peygamber Efendimiz’in “Kim kendisini bir kavme benzetirse onlardandır.”, “Bizden başkasına benzeyen bizden değildir.” şeklinde îkâzları, mutlak ifade yönüyle dikkate alındığında yasaklanan hususun sadece kılıkkıyafetle sınırlı olmadığı, “benzeme” tavrının bilinçli bir tercih olarak tezahür ettiği her alanda bu yasağın çerçevisine dahil olduğu görülecektir. Bilhassa günümüzde “gayrimüslimlere benzeme”, daha doğrusu “kendini gayrimüslimlere benzetme” illeti, hayatın çok fazla fark edilmeyen boyutlarında bile son derece belirleyici durumdadır. rine vurarak kendilerince bir takım eksiklikler bulmuşlardır. Bizi asırlarca kendi öz kaynağımız olarak besleyen acılarımızı, sevinçlerimizi, aşklarımızı, hasretlerimizi terennüm ettiğimiz edebiyatımızı, mûsikîmizi, mimarimizi, tezyini sanatlarımızı yani bizi biz yapan bütün değerlerimizi ilkellik, çağdışılık ve yetersizlikle yaftalayan aydınlarımız, ait oldukları gelenekle bağlarını koparmış ama maalesef yeni bir gelenek de kuramamışlardır.4 4 18 Ayvazoğlu, B. (1989). İslam Estetiği ve İnsan. İstanbul: Çağ Yayınları. Batı tabiatın yalnız şeklini, dış görüşünü taklit ettiği için naturalist kalmış; Müslümanlar ise tabiatın kanunlarını sezmiş, canlı varlıklarda gelip geçici olanı değil mânâyı aramıştır. Bu bakımdan Türk İslam sanatı idealist ve sürrealist kalmayı başarmıştır. Kendimizi Batılı diye tarif etmekten vazgeçmeliyiz. İki yüz elli seneden beri taşıdığımız bozuk bir batılı manzarasını yüzümüzden silerek kurmuş olduğumuz büyük medeniyete kendi kendimizi uyandırmalı ve onu restore etmeliyiz. Aynı zamanda cahili bıraktığımız nesillerimize sil baştan kendi medeniyetimizi yeniden öğretmeli ve tanıtmalıyız. Felsefesiz, fikri temeli olmayan, metodsuz, sistemsiz her hareketin akamete uğramaya mahkûm olduğunu asla unutmamalıyız. ilmi etüdler derneği ilmietudler.org i l m i e t u d l e r. o r g • b i l g i @ i l m i e t u d l e r. o r g • 0 2 1 6 3 1 0 4 3 1 8