Onkapak -259 (Page 1)

advertisement
Sayfa 28
suyu elde edilmesi yöntemidir. Ancak bu
yöntem, elde birim maliyeti çok yüksek
olan bir yöntemdir. Üretiminde harcanan
enerji petrol kullanılarak elde edildiği için,
suyun birimi neredeyse petrolün birimiyle
aynı fiyata gelmektedir. Bu ise, yöntemin
yaygınca kullanımını engellemektedir.
Su kaynaklarını genişletme yöntemlerinden bir diğeri ise, İsrail’in başvurduğu
yöntemdir. İsrail, Ulusal Su Taşıma Şebekesi adını verdiği kuruluşu ile, özellikle gelişmiş sulama teknolojisini kullanarak suyu
tarıma aktarabilmektedir.
Suyun dışarıdan getirilmesine dayalı
projeler ise, bütünüyle politik nedenlerle
kesintiye uğramış, uygulanamaz hale gelmiştir. (Nil sularının Sina yarımadasına taşınması önerisi ya da Özal’ın ölümünden
önce Barış Suyu Projesi adıyla gündeme
getirdiği öneri gibi.)(12)
İkincisi: Varolan yerüstü su kaynakları
(nehirler) birden fazla devlet topraklarına
dağılmıştır ve kullanımında birden fazla
devlet hak sahibi olduğunu iddia edebilmektedir. Üstelik, her bir ülkenin nüfus artışı ve sanayileşmesinin yol açtığı su gereksinimi bir yıl öncesinden daha fazladır.
Bu, doğal olarak kapasiteleri sınırlı olan su
kaynaklarının kullanımının, her ülkenin
kendi sınırları içerisinde daha da artırılması anlamına gelmektedir. Kaynağın kullanımında pay sahibi olan her devlet kendi
payını artırırken, diğerinin payının kısıtlanmasına neden olmaktadır. Sadece kullanım amaçlı değil, ama aynı zamanda diğerlerini kontrol altına alabilmek için mevcut su kaynaklarına hakim olma isteği su
sorununun temel nedenini de oluşturmaktadır. Bu çaba, potansiyel ortakları saf dışı
bırakma çabasıyla birleşince de, doğal
olarak çatışmanın alanı büyümektedir.
Üstelik, bölge dışı ülkeler de, bölge
devletleri ile olan ilişkileri oranında sorunun içerisinde yer almaktadırlar.
Üçüncüsü: Yer altı sularının büyük bir
kısmı yenilenemeyen kaynaklar türündendir. Bu durum, özellikle sorunla karşı karşıya olan Ürdün, Filistin, İsrail ve Mısır gibi ülkelerin, geleceklerini garantiye almak
amacıyla daha fazla su kaynağına sahip
olma anlamında girişimlere yönelmesine
neden olmaktadır. Örneğin içinde bulunduğumuz ilk beş on yılında Ürdün’de yer
altı su kaynaklarının tükeneceğine yönelik
araştırma sonuçları vardır. Suriye’nin yıllık
su açığı 1 milyar metreküpe ulaşmıştır.
Sudan yeraltı su kaynakları gibi doğal kaynaklar ya da su kaynakları üzerinde oluşturulan büyük tesislerin bir kısmı sadece
tüketilen kaynak niteliğindedir. Örneğin
Mısır’da Nil üzerinde yapılan Asuan barajında, yılda yaklaşık olarak 10 milyon metreküp su buharlaşmaktadır.
Dördüncüsü: Ortadoğu su kaynaklarının
en önemli bölümünü oluşturan Nil, Dicle ve
Fırat nehirleri aynı zamanda uluslararası
suyolu niteliğindedirler. (Ürdün nehri ise
bölgedeki tek bölge içi ırmaktır. Ne var ki,
Filistin sorunu nedeniyle bu nehrin uluslararası sorun olma özelliği, kendi konumlanışının ötesinde bir önem kazanmıştır.)
Su sorunun tarihsel geliflimi
a- Cumhuriyet öncesi Fırat-Dicle ve
su sorunu
U
ygarlık tarihinin söz ettiği ilk coğrafya Dicle-Fırat su yollarının üzerinde
Mezopotamya diye tanımladığımız bölgedir. Sümerlerle başlatılan uygarlık tarihi
MÖ 3000 yıllarına kadar uzanmaktadır.
Tarihin en eski dönemlerinden itibaren bu
iki nehrin değişik noktalarda kanallarla birbirine bağlanmasıyla elde edilen geniş su
yolu şebekesi, sadece sulama göreviyle
tarımdaki rolü itibariyle değil, ama daha
önemlisi taşımacılık alanında üstlendiği
fonksiyon ile en azından bölgede tarihin
akışını belirlemede rol sahibi olmuştur.
İlk çağlardan başlayarak, eski dünyanın
doğu ve batısını birbirine bağlayan en
önemli ticaret yolları Baharat Yolu ve İpek
Yolu olarak adlandırdığımız iki ana yol idi.
Doğal olarak aynı zamanda Doğu ve Batı
toplumları arası kültürel akışın da gerçek-
Temmuz 2003
leştirildiği bu yollardan Baharat Yolu,
Çin’den başlayarak iki ana kol üzerinden
ilerlerdi. Birinci kol Kızıldeniz üzerinden Akdeniz limanlarına uğrarken ikinci kol Basra
körfezinin kuzeyinden Basra limanına, ve
buradan devamla Şattülarap üzerinden yukarı tırmanarak Bağdat’a ulaşırdı. Bağdat’tan ikiye ayrılan bu yollardan biri Dicle
nehri üzerinden Musul’a ve Anadolu ile
İran’a; diğeri, Fırat Nehri’ni izleyerek Suriye
limanlarına yani Akdeniz’e veya Anadolu
üzerinden İstanbul’a kadar uzanırdı. Taşımacılık, bu limanlardan sonra Avrupa içlerine devam ederdi. Dolayısıyla gerek bu iki
nehir üzerindeki birçok yerleşim yeri gerekse nehirlere açılan başlangıç limanı olan
Hürmüz limanı gibi limanlar eski çağların en
önemli ticaret ve kültür merkezleri idiler.(13)
Dicle ve Fırat’ın bu önemi, Portekizlilerin
Ümit Burnu’nu keşfetmelerine kadar devam
etmiştir. Portekizliler 1515 yılında, Kızıldeniz’in ağzındaki Sokotra adasını ve Hürmüz
limanını işgal ederek, Doğu mallarının Akdeniz’e taşındığı ticaret yollarının kapılarını
Antlaşması’na kadar devam eder. Bu Antlaşma ile Mezopotamya üzerindeki egemenliğin Osmanlı’ya ait olduğu bir kez daha kabul edilmiştir.
Portekiz’in İspanyollar tarafından işgalinden sonra Hint Okyanusu üzerinden
bölge egemenliği üzerine Avrupa ülkeleri
arasında çatışmalar sürekli olarak devam
etti ve egemenlik bu ülkeler arasında hep
el değiştirdi. Kapitalizmin Avrupa ülkelerinde gelişiminin doğal sonucu olarak Pazar
kavgaları da giderek gelişmeye başlamıştı. 1806’dan itibaren Avrupa pazarlarında
İngiliz mallarına boykot kampanyası açılması ve İngiltere’nin yeni pazar arayışı, İngiliz üretiminin maliyetini düşürmeye yönelik düşünceleri geliştirmeye başladı.
Bunlar arasında en önemlisi Hindistan yolunu kısaltmak düşüncesi idi. Böylece
1830’lu yıllarla birlikte Fırat-Dicle su yolu
yeniden gündeme getirilmiş idi.
Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın Suriye’yi ele geçirmesinden sonra Irak’a da
yönelmesi, Fırat-Dicle üzerinde İngiltere
Serxwebûn
lınca Dicle-Fırat üzerinde varolan çatışmalara bir de İngiliz-Alman çatışmasını
katmış oldu. Bir Alman projesi olan BerlinBağdat demiryolu hattı projesi de aslında
Dicle-Fırat su yolu çatışmasının bir başka
versiyonundan başka bir şey değildi. Üstelik bölgede petrol kaynaklarının zenginliği
ve artık emperyalist dünyada petrol enerjisinin birinci dereceden önem kazanması;
Fırat ve Dicle nehirlerinin suladığı alanlarda gerçekleştirilecek bir tarım reformu ile
pamuk üretiminin artırılacağına yönelik
düşünceler İngiliz ve Fransız kapitalizmi
ile gecikmiş bir rekabete giren Almanya’yı
bölgeye doğru motive ediyordu. İki nehir
üzerinden yeni sulama şebekeleri bir proje olarak geliştirilmekteydi. Çatışma artık
Osmanlı, İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya arasına geçecektir.
29 Temmuz 1913 tarihinde Osmanlı
temsilcisi Hakkı Paşa ile İngiltere Dışişleri
Bakanı Sir Edward Grey tarafından imzalanan bir dizi sözleşmenin bütününden
oluşan Osmanlı-İngiliz Antlaşması ile Os-
“Türkiye’nin suyu art›k politik mücadelenin bir arac› olarak kullanmaya
bafllamas›yla birlikte Irak ve Suriye’de, mevcut kaynaklardan h›zla ve sonuna
kadar kullanabilmek için yo¤un bir çabaya girdiler. Örne¤in GAP projesini
gerçeklefltirmeye yönelik olarak yap›lan kredi anlaflmalar›na müdahale etmeye
çal›flarak, Irak ve Suriye’nin bu nehirlerden yararlanma haklar›n›
geniflletmeye ve projenin bafllamas›n› geciktirmeye yöneldiler.”
müslüman gemicilere kapatmış ve böylece
Baharat Yolu’nun yönünü değiştirmişlerdir.
Artık Doğu’dan taşınacak mallar Akdeniz
üzerinden değil, Güney Afrika’dan geçerek
Avrupa’ya ulaşacaktır. “Bu da, Doğu Akdeniz’le birlikte Basra, Dicle ve Fırat yolu ile,
bunların bulunduğu bölgenin ticaret bakımından öneminin kaybolmasına ve büyük
maddi zararlara uğramasına neden olmuştur. Bu sırada Osmanlı İmparatorluğu ise
bölgede -henüz siyasi bir varlık olarak belirmeye başlamıştır.”(14)
Osmanlı devleti Suriye, Mısır ve Hicaz’ı
sınırları içerisine katarak Doğu Akdeniz ve
Kızıldeniz’e doğru inmiş; 1534 yılından
sonra ise Irak’ı ele geçirerek Basra körfezinin kuzey ve batı kıyılarında egemenliğini
kurmuş yani Hint Okyanusu’na inerek Portekiz egemenliğiyle karşı karşıya kalmıştır.
Osmanlı-Portekiz egemenlik savaşı esas
olarak Hint seferleri (1538-1553) biçiminde
gerçekleştirilse de, Osmanlı bu mücadelenin sonucunda Hint Okyanusu’nda egemenliği Portekizlilere bırakmak zorunda
kalmıştır. Bu sonuç, Portekizlilerin oluşturduğu yani Baharat Yolu’nun yönünü Ümit
Burnu üzerinden değiştiren yeni ticaret yolunun kalıcılığını pekiştirmiştir.
Osmanlı, Hint Okyanusu’ndan çekilip
Basra körfezine kapanınca, bu kez Dicle
ve Fırat nehirleri boyları ve Basra kenti
bölgesi üzerine İran ile çatışmaya devam
etmiştir. Bu çatışmalar 1639 Kasr-ı Şirin
ile çatışma halinde olan Osmanlı’yı İngiltere ile anlaşmak zorunda bıraktı. Osmanlı,
16 Ağustos 1838 tarihinde yapılan bir ticaret antlaşması imzalayarak, İngilizlerin, Fırat nehri üzerinden Doğu ile ticaret yapmak için istediği izni verdi. “Osmanlı devleti ile İngiltere arasında yapılan bu antlaşma ile de, Dicle-Fırat nehirleri, sulama ve
ulaşım konuları yanında aynı zamanda siyasi bir nitelik kazanmış oldu.”(15)
Bölge üzerinde egemenlik kurma mücadelesine 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarından itibaren Rusya’nın da aktif olarak katılımı ile, artık gücü bütünüyle
tükenmekte olan Osmanlı’nın yerine gerçek çatışma İngiltere ile Rusya arasında
sürmeye devam etti. 1877-78 OsmanlıRus Savaşı sonrası imzalanan Ayastefanos Antlaşması ile elde ettiği haklar nedeniyle Rusya, Dicle-Fırat-Basra körfezi üzerinde İngiltere için ciddi bir tehlike teşkil etmeye başladı. Bundan sonraki çatışmalar
bu üç devletin çıkar ilişkilerine göre tarafların da sık sık değiştiği bir görünüm kazandı. 1882 yılında Mısır’ı işgal eden İngiltere, daha sonra Maritime Truce (Deniz
Mütarekesi) adıyla gerçekleştirdiği anlaşmalarla Katar ile Omon arasındaki beş
Arap şeyhini ve daha sonra Katar, Bahreyn ve Kuveyt’i de etkisine alarak Basra
kıyılarına bütünüyle yerleşmiş oldu. Fakat,
hızla gelişmekte olan Almanya da aynı yol
üzerindeki egemenlik mücadelesine katı-
manlı devleti, Dicle ve Fırat nehirleri, Şattülarap üzerindeki egemenlik haklarından
İngiltere lehine hemen hemen bütünüyle
feragat etmiştir.
Bölge üzerine daha uzun bir tarih araştırması yapmak, konunun anlaşılması açısından zorunluluk olmakla birlikte, bu çalışmanın amacı değildir. Ancak, su sorununun genel özellikleri üzerine aktaracağım
temel saptamalar için kısa başlıklarla da
olsa, böylesi bir tarih hatırlatması yapmayı
gerekli kılmıştır.
b- Cumhuriyet dönemi ve
Dicle-Fırat sorunu
Türkiye ile işgal altında olan Suriye’nin
mandater devleti olan Fransa arasında yapılan 20 Ekim 1921 Ankara Ön Barış Anlaşması’nın(16) Fırat ve Dicle nehirlerinin
kullanımını düzenleyen 12. maddesi, kıyıdaşlar arası yardımlaşma anlayışını öne
çıkarmıştır. Madde şöyle der: “Madde 12:
Kuveik suyu, Halep kenti ile kuzeyde Türk
kalan bölge arasında, hak gözetilerek, iki
tarafı tatmin edecek biçimde bölüşülecektir. Halep kenti, bölgenin gereksinimini karşılamak üzere, kendi yapacağı harcamalarla, Türk toprağı üzerinde Fırat’tan da su
alabilecektir.”(17)
Lozan Antlaşması sonrasında da geçerli olarak kabul edilen anlaşmanın 9.
maddesinde ise: “Suriye topraklarında ka-
lan Süleyman Şah Türbesi’nin bulunduğu
Caber Kalesi” bir Türk toprağı sayılmıştır.
’73 yılında, Suriye’de Fırat üzerinde bir baraj yapılırken söz konusu türbenin yeri Suriye tarafından değiştirilmek istenince,
Türkiye 9. maddeyi bahane ederek baraj
yapımına karşı çıkmıştır.
24 Temmuz 1923’de imzalanan ve
TBMM tarafından 23 Ağustos 1923 tarihinde onaylanarak yürürlüğe giren Lozan
Antlaşması’nın 109. maddesi de su sorununu gündeme getirmiştir: “Madde 109:
Tersine hükümler olmadıkça, eğer yeni bir
sınırın çizilmesi yüzünden bir devletin sularının düzeni (kanallar açılması, su baskınları, sulama, drenaj ya da onların benzeri işler) öteki bir devletin toprağında yapılacak işlere bağlı bulunduğu ya da bir
devletin toprakları üzerinde, savaştan önceki(18) yapılagelişler gereğince, öteki bir
devletin toprağından çıkan sular ya da idrolik enerji kullanılıyorsa, ilgili devletler
arasında, her birinin çıkarlarını ve kazanılmış haklarını koruyacak nitelikte bir anlaşma yapmaları gerekir.
Anlaşma olmazsa sorun hakem yolu ile
çözümlenecektir.”(19)
Lozan’da “borçlar sorunu” nedeniyle
Türkiye ile arası açılan Fransa, değişik boyutlarda gerginlikler yaşadıktan sonra, nihayet 18 Şubat 1926’da mandateri konumunda bulunduğu Suriye ve Lübnan adına
Türkiye ile yeni bir dostluk antlaşması daha imzalar. Bu yeni antlaşmada, 1921 anlaşmasından farklı olarak, suyun kullanımı
konusunda Suriye’ye bazı kolaylıklar daha
sağlanmıştır: “Madde 13: 20 Ekim 1921
günlü Ankara Anlaşması’nın 12. maddesini
uygulamak üzere, Fransa Yüksek Komiserliği’nce, Suriye için 200 bin Franka varabilecek bir harcama ile Kuveik suyunun
niceliğini artırarak ya da Fırat’tan su alarak
ya da her ikisini birden kullanarak, bugün
Kuveik sularından yararlanan bölgelerin ve
Halep kenti ile çevresinin gereksinimini
karşılamağa elverişli bir program yapabilmek için hemen incelemelere girişilecektir.
Türkiye hükümeti, bu incelemeler elinden gelen yardımı yapacağı gibi, programın gerçekleşmesinde gerekli yapımlar için
‘kamu yararı’ kararları almayı yükümlenir.”
Su arzının artırılmasına yönelik olarak
yapılacak yeni yatırım harcamalarına Türkiye’nin de ortak olmasını karara bağlayan
antlaşmanın 14. maddesinde ise tarafların, “Devletler hukuku ilkelerine göre, belirli egemenlik konularında serbestliklerini
saklı tutarak”, anlaşmazlık halinde sorunun nasıl çözümleneceğine ilişkin düzenlemeler getirilmiştir.
1946’da ise Irak ile yapılan bir dostluk
antlaşmasının, “Dicle ve Kolları Sularının
Düzene Konması Protokolü” adını taşıyan 1
Numaralı ek protokolü de iki ülke arasında,
su kaynaklarının kullanımının düzenlenmesini içermektedir.(20) İlginçtir ki bu antlaşmada da su kaynaklarının kullanımı bir “sorun”
olmaktan çok, iki ülke arasında dostluk ilişkilerinin geliştirilmesine vesile olabilecek bir
karşılıklı dayanışma antlaşması niteliğinde
bir güzellik taşımaktadır. Örneğin, Irak’ın su
taşkınlarından korunması için alınması gereken önlemlerin masraflarına iki ülkenin
birlikte katılımı karar altına alınmıştır. Protokolün 4. maddesinde ise, sulama ve enerji
elde etme amaçlı düzenlemelerin, iki ülkenin karşılıklı rızalarına bağlı olarak gerçekleştirilebileceği zorunluluğu konularak, işbirliğinin sürekliliği temel alınmıştır. Ne var ki,
daha sonraki yıllarda iki ülke de, dayanışma
ve karşılıklı rızayı zorunlu kılan bu anlaşmayı görmezlikten gelmeyi tercih etmiş ve fiilen rafa kaldırmışlardır.
1960 sonrasında uygulamaya sokulan
GAP projesi ile, o güne kadar Dicle ve Fırat’ı pek kullanmayan Türkiye, bu su kaynaklarının kullanımına ilişkin politikalarında
köklü bir değişime yönelmiştir. Özellikle Fırat’tan önemli oranda su çekecek olan bu
projenin amacı, sadece sulama ve enerji
üretimi alanlarında kullanılmakla sınırlı değildi. Fırat ve Dicle, bu kaynakları kullanmakta olan diğer bölge ülkeleri üzerinde
Türkiye lehine bir güç kaynağı olarak kullanmaya da başlayarak, zaman zaman tehdit unsuru olarak gündeme getirmeye baş-
Download