Sayfa 28 suyu elde edilmesi yöntemidir. Ancak bu yöntem, elde birim maliyeti çok yüksek olan bir yöntemdir. Üretiminde harcanan enerji petrol kullanılarak elde edildiği için, suyun birimi neredeyse petrolün birimiyle aynı fiyata gelmektedir. Bu ise, yöntemin yaygınca kullanımını engellemektedir. Su kaynaklarını genişletme yöntemlerinden bir diğeri ise, İsrail’in başvurduğu yöntemdir. İsrail, Ulusal Su Taşıma Şebekesi adını verdiği kuruluşu ile, özellikle gelişmiş sulama teknolojisini kullanarak suyu tarıma aktarabilmektedir. Suyun dışarıdan getirilmesine dayalı projeler ise, bütünüyle politik nedenlerle kesintiye uğramış, uygulanamaz hale gelmiştir. (Nil sularının Sina yarımadasına taşınması önerisi ya da Özal’ın ölümünden önce Barış Suyu Projesi adıyla gündeme getirdiği öneri gibi.)(12) İkincisi: Varolan yerüstü su kaynakları (nehirler) birden fazla devlet topraklarına dağılmıştır ve kullanımında birden fazla devlet hak sahibi olduğunu iddia edebilmektedir. Üstelik, her bir ülkenin nüfus artışı ve sanayileşmesinin yol açtığı su gereksinimi bir yıl öncesinden daha fazladır. Bu, doğal olarak kapasiteleri sınırlı olan su kaynaklarının kullanımının, her ülkenin kendi sınırları içerisinde daha da artırılması anlamına gelmektedir. Kaynağın kullanımında pay sahibi olan her devlet kendi payını artırırken, diğerinin payının kısıtlanmasına neden olmaktadır. Sadece kullanım amaçlı değil, ama aynı zamanda diğerlerini kontrol altına alabilmek için mevcut su kaynaklarına hakim olma isteği su sorununun temel nedenini de oluşturmaktadır. Bu çaba, potansiyel ortakları saf dışı bırakma çabasıyla birleşince de, doğal olarak çatışmanın alanı büyümektedir. Üstelik, bölge dışı ülkeler de, bölge devletleri ile olan ilişkileri oranında sorunun içerisinde yer almaktadırlar. Üçüncüsü: Yer altı sularının büyük bir kısmı yenilenemeyen kaynaklar türündendir. Bu durum, özellikle sorunla karşı karşıya olan Ürdün, Filistin, İsrail ve Mısır gibi ülkelerin, geleceklerini garantiye almak amacıyla daha fazla su kaynağına sahip olma anlamında girişimlere yönelmesine neden olmaktadır. Örneğin içinde bulunduğumuz ilk beş on yılında Ürdün’de yer altı su kaynaklarının tükeneceğine yönelik araştırma sonuçları vardır. Suriye’nin yıllık su açığı 1 milyar metreküpe ulaşmıştır. Sudan yeraltı su kaynakları gibi doğal kaynaklar ya da su kaynakları üzerinde oluşturulan büyük tesislerin bir kısmı sadece tüketilen kaynak niteliğindedir. Örneğin Mısır’da Nil üzerinde yapılan Asuan barajında, yılda yaklaşık olarak 10 milyon metreküp su buharlaşmaktadır. Dördüncüsü: Ortadoğu su kaynaklarının en önemli bölümünü oluşturan Nil, Dicle ve Fırat nehirleri aynı zamanda uluslararası suyolu niteliğindedirler. (Ürdün nehri ise bölgedeki tek bölge içi ırmaktır. Ne var ki, Filistin sorunu nedeniyle bu nehrin uluslararası sorun olma özelliği, kendi konumlanışının ötesinde bir önem kazanmıştır.) Su sorunun tarihsel geliflimi a- Cumhuriyet öncesi Fırat-Dicle ve su sorunu U ygarlık tarihinin söz ettiği ilk coğrafya Dicle-Fırat su yollarının üzerinde Mezopotamya diye tanımladığımız bölgedir. Sümerlerle başlatılan uygarlık tarihi MÖ 3000 yıllarına kadar uzanmaktadır. Tarihin en eski dönemlerinden itibaren bu iki nehrin değişik noktalarda kanallarla birbirine bağlanmasıyla elde edilen geniş su yolu şebekesi, sadece sulama göreviyle tarımdaki rolü itibariyle değil, ama daha önemlisi taşımacılık alanında üstlendiği fonksiyon ile en azından bölgede tarihin akışını belirlemede rol sahibi olmuştur. İlk çağlardan başlayarak, eski dünyanın doğu ve batısını birbirine bağlayan en önemli ticaret yolları Baharat Yolu ve İpek Yolu olarak adlandırdığımız iki ana yol idi. Doğal olarak aynı zamanda Doğu ve Batı toplumları arası kültürel akışın da gerçek- Temmuz 2003 leştirildiği bu yollardan Baharat Yolu, Çin’den başlayarak iki ana kol üzerinden ilerlerdi. Birinci kol Kızıldeniz üzerinden Akdeniz limanlarına uğrarken ikinci kol Basra körfezinin kuzeyinden Basra limanına, ve buradan devamla Şattülarap üzerinden yukarı tırmanarak Bağdat’a ulaşırdı. Bağdat’tan ikiye ayrılan bu yollardan biri Dicle nehri üzerinden Musul’a ve Anadolu ile İran’a; diğeri, Fırat Nehri’ni izleyerek Suriye limanlarına yani Akdeniz’e veya Anadolu üzerinden İstanbul’a kadar uzanırdı. Taşımacılık, bu limanlardan sonra Avrupa içlerine devam ederdi. Dolayısıyla gerek bu iki nehir üzerindeki birçok yerleşim yeri gerekse nehirlere açılan başlangıç limanı olan Hürmüz limanı gibi limanlar eski çağların en önemli ticaret ve kültür merkezleri idiler.(13) Dicle ve Fırat’ın bu önemi, Portekizlilerin Ümit Burnu’nu keşfetmelerine kadar devam etmiştir. Portekizliler 1515 yılında, Kızıldeniz’in ağzındaki Sokotra adasını ve Hürmüz limanını işgal ederek, Doğu mallarının Akdeniz’e taşındığı ticaret yollarının kapılarını Antlaşması’na kadar devam eder. Bu Antlaşma ile Mezopotamya üzerindeki egemenliğin Osmanlı’ya ait olduğu bir kez daha kabul edilmiştir. Portekiz’in İspanyollar tarafından işgalinden sonra Hint Okyanusu üzerinden bölge egemenliği üzerine Avrupa ülkeleri arasında çatışmalar sürekli olarak devam etti ve egemenlik bu ülkeler arasında hep el değiştirdi. Kapitalizmin Avrupa ülkelerinde gelişiminin doğal sonucu olarak Pazar kavgaları da giderek gelişmeye başlamıştı. 1806’dan itibaren Avrupa pazarlarında İngiliz mallarına boykot kampanyası açılması ve İngiltere’nin yeni pazar arayışı, İngiliz üretiminin maliyetini düşürmeye yönelik düşünceleri geliştirmeye başladı. Bunlar arasında en önemlisi Hindistan yolunu kısaltmak düşüncesi idi. Böylece 1830’lu yıllarla birlikte Fırat-Dicle su yolu yeniden gündeme getirilmiş idi. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın Suriye’yi ele geçirmesinden sonra Irak’a da yönelmesi, Fırat-Dicle üzerinde İngiltere Serxwebûn lınca Dicle-Fırat üzerinde varolan çatışmalara bir de İngiliz-Alman çatışmasını katmış oldu. Bir Alman projesi olan BerlinBağdat demiryolu hattı projesi de aslında Dicle-Fırat su yolu çatışmasının bir başka versiyonundan başka bir şey değildi. Üstelik bölgede petrol kaynaklarının zenginliği ve artık emperyalist dünyada petrol enerjisinin birinci dereceden önem kazanması; Fırat ve Dicle nehirlerinin suladığı alanlarda gerçekleştirilecek bir tarım reformu ile pamuk üretiminin artırılacağına yönelik düşünceler İngiliz ve Fransız kapitalizmi ile gecikmiş bir rekabete giren Almanya’yı bölgeye doğru motive ediyordu. İki nehir üzerinden yeni sulama şebekeleri bir proje olarak geliştirilmekteydi. Çatışma artık Osmanlı, İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya arasına geçecektir. 29 Temmuz 1913 tarihinde Osmanlı temsilcisi Hakkı Paşa ile İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey tarafından imzalanan bir dizi sözleşmenin bütününden oluşan Osmanlı-İngiliz Antlaşması ile Os- “Türkiye’nin suyu art›k politik mücadelenin bir arac› olarak kullanmaya bafllamas›yla birlikte Irak ve Suriye’de, mevcut kaynaklardan h›zla ve sonuna kadar kullanabilmek için yo¤un bir çabaya girdiler. Örne¤in GAP projesini gerçeklefltirmeye yönelik olarak yap›lan kredi anlaflmalar›na müdahale etmeye çal›flarak, Irak ve Suriye’nin bu nehirlerden yararlanma haklar›n› geniflletmeye ve projenin bafllamas›n› geciktirmeye yöneldiler.” müslüman gemicilere kapatmış ve böylece Baharat Yolu’nun yönünü değiştirmişlerdir. Artık Doğu’dan taşınacak mallar Akdeniz üzerinden değil, Güney Afrika’dan geçerek Avrupa’ya ulaşacaktır. “Bu da, Doğu Akdeniz’le birlikte Basra, Dicle ve Fırat yolu ile, bunların bulunduğu bölgenin ticaret bakımından öneminin kaybolmasına ve büyük maddi zararlara uğramasına neden olmuştur. Bu sırada Osmanlı İmparatorluğu ise bölgede -henüz siyasi bir varlık olarak belirmeye başlamıştır.”(14) Osmanlı devleti Suriye, Mısır ve Hicaz’ı sınırları içerisine katarak Doğu Akdeniz ve Kızıldeniz’e doğru inmiş; 1534 yılından sonra ise Irak’ı ele geçirerek Basra körfezinin kuzey ve batı kıyılarında egemenliğini kurmuş yani Hint Okyanusu’na inerek Portekiz egemenliğiyle karşı karşıya kalmıştır. Osmanlı-Portekiz egemenlik savaşı esas olarak Hint seferleri (1538-1553) biçiminde gerçekleştirilse de, Osmanlı bu mücadelenin sonucunda Hint Okyanusu’nda egemenliği Portekizlilere bırakmak zorunda kalmıştır. Bu sonuç, Portekizlilerin oluşturduğu yani Baharat Yolu’nun yönünü Ümit Burnu üzerinden değiştiren yeni ticaret yolunun kalıcılığını pekiştirmiştir. Osmanlı, Hint Okyanusu’ndan çekilip Basra körfezine kapanınca, bu kez Dicle ve Fırat nehirleri boyları ve Basra kenti bölgesi üzerine İran ile çatışmaya devam etmiştir. Bu çatışmalar 1639 Kasr-ı Şirin ile çatışma halinde olan Osmanlı’yı İngiltere ile anlaşmak zorunda bıraktı. Osmanlı, 16 Ağustos 1838 tarihinde yapılan bir ticaret antlaşması imzalayarak, İngilizlerin, Fırat nehri üzerinden Doğu ile ticaret yapmak için istediği izni verdi. “Osmanlı devleti ile İngiltere arasında yapılan bu antlaşma ile de, Dicle-Fırat nehirleri, sulama ve ulaşım konuları yanında aynı zamanda siyasi bir nitelik kazanmış oldu.”(15) Bölge üzerinde egemenlik kurma mücadelesine 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarından itibaren Rusya’nın da aktif olarak katılımı ile, artık gücü bütünüyle tükenmekte olan Osmanlı’nın yerine gerçek çatışma İngiltere ile Rusya arasında sürmeye devam etti. 1877-78 OsmanlıRus Savaşı sonrası imzalanan Ayastefanos Antlaşması ile elde ettiği haklar nedeniyle Rusya, Dicle-Fırat-Basra körfezi üzerinde İngiltere için ciddi bir tehlike teşkil etmeye başladı. Bundan sonraki çatışmalar bu üç devletin çıkar ilişkilerine göre tarafların da sık sık değiştiği bir görünüm kazandı. 1882 yılında Mısır’ı işgal eden İngiltere, daha sonra Maritime Truce (Deniz Mütarekesi) adıyla gerçekleştirdiği anlaşmalarla Katar ile Omon arasındaki beş Arap şeyhini ve daha sonra Katar, Bahreyn ve Kuveyt’i de etkisine alarak Basra kıyılarına bütünüyle yerleşmiş oldu. Fakat, hızla gelişmekte olan Almanya da aynı yol üzerindeki egemenlik mücadelesine katı- manlı devleti, Dicle ve Fırat nehirleri, Şattülarap üzerindeki egemenlik haklarından İngiltere lehine hemen hemen bütünüyle feragat etmiştir. Bölge üzerine daha uzun bir tarih araştırması yapmak, konunun anlaşılması açısından zorunluluk olmakla birlikte, bu çalışmanın amacı değildir. Ancak, su sorununun genel özellikleri üzerine aktaracağım temel saptamalar için kısa başlıklarla da olsa, böylesi bir tarih hatırlatması yapmayı gerekli kılmıştır. b- Cumhuriyet dönemi ve Dicle-Fırat sorunu Türkiye ile işgal altında olan Suriye’nin mandater devleti olan Fransa arasında yapılan 20 Ekim 1921 Ankara Ön Barış Anlaşması’nın(16) Fırat ve Dicle nehirlerinin kullanımını düzenleyen 12. maddesi, kıyıdaşlar arası yardımlaşma anlayışını öne çıkarmıştır. Madde şöyle der: “Madde 12: Kuveik suyu, Halep kenti ile kuzeyde Türk kalan bölge arasında, hak gözetilerek, iki tarafı tatmin edecek biçimde bölüşülecektir. Halep kenti, bölgenin gereksinimini karşılamak üzere, kendi yapacağı harcamalarla, Türk toprağı üzerinde Fırat’tan da su alabilecektir.”(17) Lozan Antlaşması sonrasında da geçerli olarak kabul edilen anlaşmanın 9. maddesinde ise: “Suriye topraklarında ka- lan Süleyman Şah Türbesi’nin bulunduğu Caber Kalesi” bir Türk toprağı sayılmıştır. ’73 yılında, Suriye’de Fırat üzerinde bir baraj yapılırken söz konusu türbenin yeri Suriye tarafından değiştirilmek istenince, Türkiye 9. maddeyi bahane ederek baraj yapımına karşı çıkmıştır. 24 Temmuz 1923’de imzalanan ve TBMM tarafından 23 Ağustos 1923 tarihinde onaylanarak yürürlüğe giren Lozan Antlaşması’nın 109. maddesi de su sorununu gündeme getirmiştir: “Madde 109: Tersine hükümler olmadıkça, eğer yeni bir sınırın çizilmesi yüzünden bir devletin sularının düzeni (kanallar açılması, su baskınları, sulama, drenaj ya da onların benzeri işler) öteki bir devletin toprağında yapılacak işlere bağlı bulunduğu ya da bir devletin toprakları üzerinde, savaştan önceki(18) yapılagelişler gereğince, öteki bir devletin toprağından çıkan sular ya da idrolik enerji kullanılıyorsa, ilgili devletler arasında, her birinin çıkarlarını ve kazanılmış haklarını koruyacak nitelikte bir anlaşma yapmaları gerekir. Anlaşma olmazsa sorun hakem yolu ile çözümlenecektir.”(19) Lozan’da “borçlar sorunu” nedeniyle Türkiye ile arası açılan Fransa, değişik boyutlarda gerginlikler yaşadıktan sonra, nihayet 18 Şubat 1926’da mandateri konumunda bulunduğu Suriye ve Lübnan adına Türkiye ile yeni bir dostluk antlaşması daha imzalar. Bu yeni antlaşmada, 1921 anlaşmasından farklı olarak, suyun kullanımı konusunda Suriye’ye bazı kolaylıklar daha sağlanmıştır: “Madde 13: 20 Ekim 1921 günlü Ankara Anlaşması’nın 12. maddesini uygulamak üzere, Fransa Yüksek Komiserliği’nce, Suriye için 200 bin Franka varabilecek bir harcama ile Kuveik suyunun niceliğini artırarak ya da Fırat’tan su alarak ya da her ikisini birden kullanarak, bugün Kuveik sularından yararlanan bölgelerin ve Halep kenti ile çevresinin gereksinimini karşılamağa elverişli bir program yapabilmek için hemen incelemelere girişilecektir. Türkiye hükümeti, bu incelemeler elinden gelen yardımı yapacağı gibi, programın gerçekleşmesinde gerekli yapımlar için ‘kamu yararı’ kararları almayı yükümlenir.” Su arzının artırılmasına yönelik olarak yapılacak yeni yatırım harcamalarına Türkiye’nin de ortak olmasını karara bağlayan antlaşmanın 14. maddesinde ise tarafların, “Devletler hukuku ilkelerine göre, belirli egemenlik konularında serbestliklerini saklı tutarak”, anlaşmazlık halinde sorunun nasıl çözümleneceğine ilişkin düzenlemeler getirilmiştir. 1946’da ise Irak ile yapılan bir dostluk antlaşmasının, “Dicle ve Kolları Sularının Düzene Konması Protokolü” adını taşıyan 1 Numaralı ek protokolü de iki ülke arasında, su kaynaklarının kullanımının düzenlenmesini içermektedir.(20) İlginçtir ki bu antlaşmada da su kaynaklarının kullanımı bir “sorun” olmaktan çok, iki ülke arasında dostluk ilişkilerinin geliştirilmesine vesile olabilecek bir karşılıklı dayanışma antlaşması niteliğinde bir güzellik taşımaktadır. Örneğin, Irak’ın su taşkınlarından korunması için alınması gereken önlemlerin masraflarına iki ülkenin birlikte katılımı karar altına alınmıştır. Protokolün 4. maddesinde ise, sulama ve enerji elde etme amaçlı düzenlemelerin, iki ülkenin karşılıklı rızalarına bağlı olarak gerçekleştirilebileceği zorunluluğu konularak, işbirliğinin sürekliliği temel alınmıştır. Ne var ki, daha sonraki yıllarda iki ülke de, dayanışma ve karşılıklı rızayı zorunlu kılan bu anlaşmayı görmezlikten gelmeyi tercih etmiş ve fiilen rafa kaldırmışlardır. 1960 sonrasında uygulamaya sokulan GAP projesi ile, o güne kadar Dicle ve Fırat’ı pek kullanmayan Türkiye, bu su kaynaklarının kullanımına ilişkin politikalarında köklü bir değişime yönelmiştir. Özellikle Fırat’tan önemli oranda su çekecek olan bu projenin amacı, sadece sulama ve enerji üretimi alanlarında kullanılmakla sınırlı değildi. Fırat ve Dicle, bu kaynakları kullanmakta olan diğer bölge ülkeleri üzerinde Türkiye lehine bir güç kaynağı olarak kullanmaya da başlayarak, zaman zaman tehdit unsuru olarak gündeme getirmeye baş-