24 Ağustos 2012 www.sorularlaislamiyet.com 1 İçindekiler Yaratıcı neden yalnız değil? Yaratıcı kimseye muhtaç olmadığı halde, çevresinde neden melekler, şeytanlar insanlar var? ............................................................................................... 3 Hadis alimi kime denir? Hadis alimlerini tanıtan yani biyografileri yazılmış bir eser biliyor musunuz? .................................................................................................................................... 4 İki erkek veya iki kadın beraber yatabilir mi? ........................................................................... 6 Yasin suresinde, "Bir tek sesle onların hepsi huzurumuzda toplanır." deniliyor. Bunu nasıl anlamalıyız, nasıl oluyor? ........................................................................................................... 7 Secdede el parmaklarının durumu nasıl olmalı? Hepsi kapalı birleşik olarak mı durmalı, yoksa hepsi açık mı, farketmez mi? ........................................................................................... 8 Renkler (yeşil, krmızı, beyaz, siyah,..) hakkında bilgi verir misiniz? Renklerin dinimize göre bir anlamı var mı? ....................................................................................................................... 9 Çingeneler kimlerdir, onlardan alışveriş yapılır mı? Bir millet sayılmamalarının sebebi nedir? Soyları ile alakalı gayri ahlaki şeyler duydum, doğru mudur? ................................... 11 Münafıklara lanet etmek caiz midir? ....................................................................................... 12 Saça zeytin yağı sürmenin sünnet olmasının hikmeti nedir? Peygamberimiz (asm) bir sünneti de zeytinyağının saça sürülmesidir. Bu yağ saça sürüldüğü zaman saç bitlenmez mi?.. ............................................................................................................................................ 13 Diğer ilahi kitapların tahriften korunmamasının sebebi nedir? İncil, Tevrat ve Zebur da Kur'an gibi Allah tarafından gönderilmiş ilahi kitaplar olduğuna göre, onlar neden korunmamış ve zamanımıza kadar tahrif edilerek gelmiştir? ............................................... 14 Dünya ne zaman yaratılmıştır ve insan dünyaya ne zaman gelmiştir? Ayet ve hadislerde bu konuda ne denilmektedir?.. ..................................................................................................... 18 Hz. Ali, Hz. Fatıma validemizin üstüne evlenmek isteyince, Peygamberimiz, bunu yapacaksa önce benim kızımı boşasın, demiştir. Bunun hikmetini anlatır mısınız? ............ 19 Alevilikte tavşan etinin yenmemesinin sebebi nedir? ........................................................... 20 Panislamizm (İttihad-ı İslam, İslam birliği) hakkında bilgi verir misiniz? Bir Müslümanın görevi Panislamizmi savunmak olabilr mi?.. .......................................................................... 22 Cariyelerin ve kölelerin, namazda ve diğer durumlarda avret yerleri neresidir? ................ 23 2 Yaratıcı neden yalnız değil? Yaratıcı kimseye muhtaç olmadığı halde, çevresinde neden melekler, şeytanlar insanlar var? - Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur: “Allah(ezelde) vardı, onunla birlikte hiç bir şey yoktu” (Kenzu’l-ummal, h. No: 29850). Bu hadisten anlaşılacağı üzere, yer ve göklerin de içinde bulunduğu yaratılmış varlıktan hiç bir eser yokken Allah vardı ve yalnızdı. Ehl-i sünnetin bu konudaki inancı şudur: “Allah vardı, onunla birlikte hiçbir şey yoktu”. Ne gök vardı, ne de yer vardı. Allah, gökler ve yer yokken neredeyse yine oradadır. Orada ne zaman ve ne de mekân vardır. Demek ki, Allah zaman ve mekândan münezzehtir. Zaman ve mekânların dışında olmasıyla Allah yalnızdır, eşi benzeri yoktur. - Bununla beraber, şunu unutmamak gerekir ki, İslam’da “Allah yalnızdır” ifadesi yerine “Allah birdir, tektir” ifadesi benimsenmiştir. - “Allah tektir” demekten maksat, “Yaratıcı yalnız Allah’tır; ibadet edilen Mabud yalnız Odur; Rızık veren yalnız Odur, öldüren, dirilten yalnız Odur..” demektir. Yoksa, Allah’tan başka var olan bir mahluk yok demek değildir. Çünkü, Allah’ın isim ve sıfatları varlıkların yaratılmasını ister. Örneğin, Allah, yaratan manasındaki Halık-Fatır-Bâri gibi isimleriyle kâinatı var etmekle maharetini göstermek ister. Keza, varlıkları var etmekle, ilim, hikmet ve kudretinin sonsuzluğunu göstermek ister. - İnsanın yaratılışındaki hikmetlerden birinin, belki en önemlisinin, Allah'ın kemal sıfatlarına ayna vazifesini görmek olduğunu ifade eden Bediüzzaman, bunu desteklemek için "Ben gizli bir hazine idim, kâinatı beni tanımaları için yarattım" (Aclunî, 2/132) meâlindeki kudsî hadisi açıklarken, İbn Arabî'nin "Mahlûkatı, bana bir âyine olsun ve o âyinede cemâlimi göreyim diye yarattım." şeklindeki ifadelerini delil olarak göstermiştir. (İşaratu’l-İ’caz, s.17) - Melekler dahil hiç varlık Allah’ın yanında, çevresinde değildir. Allah ezelîdir, başka bütün varlıklar sonradan var olmuş hadistirler. Sonradan var olanların ezeliyetle hiç bir yakınlıkları olamaz. Allah’ın meleklere emir vermesi, onların Allah’ın yanında olduğunu veya onu görmekte olduğu anlamına da gelmez. Zira Allah’ın kibriya ve azameti, büyüklük ve yüceliği bütün varlıklardan perdelenmeyi, gerektirir. - Halk arasında yaygın olarak kullanılan “Yalnızlık Allah’a mahsustur” ifadesi bütün varlıkların birbirine muhtaç olduğu, biri birisiz yaşamaları adeta mümkün olmadığı, hiç bir şeye muhtaç olmayanın sadece Allah olduğu anlamına gelir. İlave bilgi için tıklayınız: Allah'ın sebepleri yaratmasının ve çalıştırmasının hikmeti nedir? Allah Neden Sebepleri Çalıştırıyor? 3 Hadis alimi kime denir? Hadis alimlerini tanıtan yani biyografileri yazılmış bir eser biliyor musunuz? Hadisleri öğrenip rivayet etmekle meşgul olan kimseye Muhaddis denir. Daha geniş manasıyla, "rivayet ettiği hadisleri senediyle birlikte nakleden ve bu hadislerin metinlerini ezbere bilen, senedlerindeki râvilerin güvenilirliği konusunda görüşleri bulunan kimse" demektir. Bazıları, hadis âlimlerinden usulüne uygun şekilde hadis öğrenen ve rivayet eden herkese muhaddis demiştir. Hadis talebesi olmaya karar veren bir kimsenin öncelikle Sahîhayn/Buhari-Müslim, ardından Ebû Dâvûd ve Nesâî'nin es-Sünen'leri ile Tirmizî'nin el-Câmiu's-sahîh'indeki hadisleri okumaya ve anlamaya çalışması, bu arada Beyhakî'nin es-Sünenü'l-kübra'sını, Ahmed b. Hanbel'in el-Müsned'i, İmam Mâlik'in el-Muvatta'ı başta olmak üzere ahkâma dair hadisleri ihtiva eden câmi'leri, ayrıca Ahmed b. Hanbel'in Kitâbü'l-İlel'i ile bu konudaki diğer eserleri, Buhârînin et-Târîhu'l-kebîr’i ve İbn Ebû Hâtim'in el-Cerh ve't-tadîl'i gibi rical kitaplarını, İbn Mâkûlâ'nın el-İkmâl'i gibi isim, lakap, künye ve nisbelerin doğru bir şekilde tesbitine yardımcı olan eserleri okuması uygun görülmüş, ayrıca hadis âlimlerinden bin adet hadis cüzü dinlemiş olması gerektiği söylenmiştir. Hadis öğrenmek isteyen kimse bu işi Allah rızâsını kazanma ve Hz. Peygamber'in sünnetini yaygınlaştırarak ona hizmet etme niyetiyle yapmalı, hadisi menfaatlerine alet etmemeli, Allah rızâsı için öğrenilmesi gereken bir ilmi dünyalık elde etmek için öğrenen kimsenin kıyamet gününde cennet kokusu duyamayacağını (Ebû Dâvûd, İlim, 12) unutmamalı, Resûl-i Ekrem'in, âhirette faydası görülecek şeyleri elde etmeye çalışıp bu hususta Allah'tan yardım dilenmesi ve acze düşülmemesi yolundaki tavsiyesini (Müslim, Kader, 34) tutmalıdır. Allah'tan yardım ve başarı istemeli, kendisini doğru yola ulaştırmasını niyaz etmeli, hadis âlimlerinin ahlâkını öğrenerek onlar gibi yaşamaya çalışmalıdır. Muhaddisin rivayet ettiği hadislerden hüküm çıkarabilmesi ve usûl-i hadîs yanında usûl-i fıkhı da bilmesi arzu edilmekle beraber bu niteliğe sahip kimselerin az sayıda bulunduğu, muhaddislerin çoğunun rivayet tekniğini iyi bilmekten öteye geçemediği görülmektedir. Hadiste yeterli olmayan kimselerin çok sayıda hadis kitabını anlamadan okuması, çok hadisi ezbere bilmesi fazla önemli sayılmamış, rivayet kurallarından haberi bulunmayan ve öğrendiğini yaşamayan kimseler muhaddis kabul edilmemiştir. Bir muhaddiste hadisi dinleme, ezberleme, anlama, onunla amel etme ve başkalarına öğretme şeklinde beş özelliğin bulunması gerekli sayılmıştır. (bk. TDV İslam Ansiklopedisi, Muhaddis md.) Gerek hadis usulü ve hadis edebiyatı gerekse de hadisçiler hakkında bilgi almak için aşağıdaki eserlere bakılabilir: 1. Hadis Edebiyatı, İ. Lütfi Çakan, İFAV Yayınları 2. İlk Devir Hadis Edebiyatı (trc. Hulusi Yavuz], İstanbul 3. Hadis ve Hadisçiler, Muhammed Ebu Zehv, Ensar Neşriyat 4 4. Hadis Edebiyatı Tarihi, Muhammed Zübeyr Sıddıki, Yeni Zamanlar Yayınları 5. Hadis Edebiyatı, İsmail Lütfi Çakan, 6. Hadis Edebiyatında Zevaid Kitapları, Dr. Abdullah Karahan, Sır Yayıncılık 7. Hadis İlimleri Edebiyatı, Mücteba Uğur, Diyanet Vakfı Yayınları 8. Hadis Tarihi, İzmirli İsmail Hakkı, Darulhadis Yayıncılık 9. Hadis Tarihi, Talat Koçyiğit, Diyanet Vakfı Yayınları 10. Hadis Tarihi, P rof. Dr. Ahmet Yücel, İFAV Yayınları 11. Hadis Usulü, Ahmet Yücel, İFAV Yayınları 12. Hadis Usulü, Talat Koçyiğit, Diyanet Vakfı Yayınları 13. Hadis Usulü, İ. Lütfi Çakan, İFAV Yayınları 14. Kadınların Hadis İlmindeki yeri, Nusrettin Bolelli, İFAV Yayınları 15. Sahabe ve Hadis Rivayeti, NevzatAşık, İzmir 1981 16. Selçuklu Devri Muhaddisleri, Nuri Topaloğlu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları 5 İki erkek veya iki kadın beraber yatabilir mi? Günümüz eğitimcileri bu konuda biraz daha sıkı hareket ederek, çocukların yataklarının ayrılması yaşını bir yaşına kadar indirmektedirler. Ancak sünnetin ölçüsü hiçbir zaman şaşmaz ve en isabetli olanıdır. Buna göre on yaşına gelmiş olan erkek ve kız çocukların yataklarının ayrılması ve ayrı ayrı yataklarda yatmaları icap eder. Sadece kızların erkeklerden değil, kızların kızlardan, erkeklerin de erkeklerden ayrılması, yataklarının ayrı olması gerekir. Bunun sayılamayacak hikmet ve faydaları bulunmaktadır. İlave bilgi için tıklayınız: Gelinler kaynatalarının yatağında yatabilirler mi?.. 6 Yasin suresinde, "Bir tek sesle onların hepsi huzurumuzda toplanır." deniliyor. Bunu nasıl anlamalıyız, nasıl oluyor? "Bir tek sesle onların hepsi huzurumuzda toplanır." (Yasin, 36/53) Bu âyette "yalnızca bir sesti" diye çevrilen cümledeki sayha, bu bağlamda kıyametin kopup hayatın sona ermesinden bir süre sonra, -yeniden dirilmeyi sağlayacak biçimde- sûrun ikinci defa üflenmesini ifade etmektedir.1 Bu üfürüş de -ki o dirilme ve kabirlerden kalkma üfürüşüdür- son derece süratli olacaktır. Sûr'a ikinci kere üfürüldüğünde bütün insanlar toplanacak ve hesap ve amellerinin karşılığını görmek üzere Rabblerinin huzuruna süratle giderek orada hazır olacaklardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Boyunlarını çağırana doğru uzatmış koşarlarken..." (Kamer, 54/8). Hesap haktır ve adaletli bir şekilde görülecektir. Amellere verilecek karşılık da mutlak adalet ölçüleri ile olacaktır. Dolayısıyla ne kadar az olursa olsun hiçbir amelin sevabı eksiltilmeyecek ve insanlar, işledikleri hayır ve şerre uygun karşılıktan başka bir şeyle karşılık görmeyeceklerdir. Dipnot: 1. Râzî, XXVI / 88; ayrıca bk. 49. âyetin tefsiri; Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV / 447. 7 Secdede el parmaklarının durumu nasıl olmalı? Hepsi kapalı birleşik olarak mı durmalı, yoksa hepsi açık mı, farketmez mi? Secdede eller ne fazla açık (baş ve alından) ne de çok yakın tutulur. Baş iki el arasında ve baş parmaklar burun deliklerinin önüne gelecek şekilde olur. Diğer parmaklar kıbleye bakar şekilde bitişik durur. Bu şekilde olması en güzelidir. Ancak başka şekilde olsa da namaza bir zararı olmaz. NAMAZDA SECDE Hz, Peygamber (S.A.V.) tekbir getirip secdeye varırdı. Nitekim namazını güzel kılmayan kimseye de bu şekilde emrederek şöyle buyurmuştur: "Hiçbir kimsenin namazı... 'Semiallahu limen hamideh.' diyerek doğrulmadıkça, sonra da 'Allahu Ekber' deyip bütün eklemleri mutmain olacak derecede secde etmedikçe tamam olmaz." (Buharî, Müslim, Ebû Dâvud ve Hâkim.) Hâkim "Sahih" demiş, Zehebî de ona katılmıştır. "Hz. Peygamber (S.A.V.) secdeye varmak istediği zaman tekbir getirir (kollarını böğürlerinden uzaklaştır), sonra mafsalları tatmin oluncaya kadar secdede kalırdı. Bazen de secdeye varırken ellerini kaldırırdı.'" (Nesaî, Dârekutni, Muhallis, el-Fevâid, 1/2/2) İki sağlam isnatla rivayet etmiştir. Bu el kaldırma, on sahahîden nakledilmiştir. Eller Üzerine Secdeye Kapanmak Hz. Peygamber (S.A.V.) şöyle buyuruyor: "Şüphesiz eller de yüzün secde ettiği gibi secde ederler. Sizden biri yüzünü secdeye koyduğu zaman ellerini de koysun, yüzünü kaldırınca ellerini de secdeden kaldırsın." (Ibn Huzeyme, I/79; Ahmed b. Hanbel) "Hz. Peygamber (S.A.V.), secdede elleri üzerine dayanır ve onları yere yapıştırırdı. Parmaklarını birleştirirdi. Ellerini kıbleye doğru yöneltirdi."(Beyhakî, sağlam bir isnadla. Ibn Ebî Seybe, I/82/2) "Hz. Peygamber (S.A.V.) ellerini secdede iken omuzlarının hizasında, bazen de kulakları hizasında tutardı. Burun ve alnını da yere koyardı." (Ebû Dâvud, Hâkim). 8 Renkler (yeşil, krmızı, beyaz, siyah,..) hakkında bilgi verir misiniz? Renklerin dinimize göre bir anlamı var mı? Her rengin kendine göre bir güzelliği vardır. Örneğin Peygamberimizin ( a.s.m) beyaz, siyah, yeşil ve kırmızı renklerden yapılmış elbiseleri, çeşitli zamanlarda giydiği bilinmektedir. Ancak çoğu zaman beyaz rengi tercih ettikleri gibi, ashabına da tavsiye etmişlerdir. Kırmızı renk cübbe, hırka ve sarık giydiklerine dair rivayetler vardır.(İbn-i Sa’d, Tabakat, I/451; Buhari, el-Ebed 127 no: 348) Bu nedenle, bazı renkleri şer ve şeytana yorumlamak uygun değildir. Nasıl ki her organımızın kendi yerinde bir mükemmelliği vardır. Göz, yerinde güzeldir, dil de yerinde güzeldir. Birinin güzelliği diğerinin güzelliğini yok etmez. Bunun gibi her rengin de kendi yerinde bir güzelliği vardır. Yine kainatta yaratılan tabii seslerin ve tadların da kendine göre bir güzelliği vardır. Sadece bir ses ya da sadece bir tad güzeldir, demek nasıl yanlış olursa, bazı renklerin güzel bazı renklerin de kötü olduğunu söylemek de öyle yanlış olur. Yeter ki her rengi yerinde ve zamanında kullanalım. Nitekim her meyvenin ve her çiçeğin rengi kendine göre en güzelidir. Aşağıda renklerle ilgili ayetleri verdikten sonra hangi rengin neyi ifade ettiğine kısaca işaret edeceğiz: "(Bu sefer) dediler ki: "Rabbine adımıza yalvar da, bize (kesilmesi emredilen ineğin) rengini bildirsin." O: "(Rabbim) diyor ki: O, bakanların içini ferahlatan sarı bir inektir." dedi." (Bakara, 2/69) "Yerde sizin için üretip-türettiği çeşitli renklerdekileri de (faydanıza verdi). Şüphesiz bunda, öğüt alıp düşünen bir topluluk için ayetler vardır." (Nahl, 16/13) "Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürüuçuver. Onların karınlarından türlü renklerde şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır. Şüphesiz düşünen bir topluluk için gerçekten bunda bir ayet vardır." (Nahl, 16/69) "Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması, O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, alimler için gerçekten ayetler vardır." (Rum, 30/22) "Allah'ın gökyüzünden su indirdiğini görmedin mi? Böylece biz onunla, renkleri değişik olan meyveler çıkardık. Dağlardan da beyaz, kırmızı renkleri değişik ve siyah yollar (kıldık)." (Fatır, 35/27) "İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da renkleri böyle değişik olanlar vardır. Kulları içinde ise Allah'tan ancak alim olanlar içleri titreyerek korkar. Şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, bağışlayandır." (Fatır, 35/28) "Görmüyor musun; gerçekten Allah, gökyüzünden su indirdi de onu yerin içindeki kaynaklara yürütüp-geçirdi. Sonra onunla çeşitli renklerde ekinler çıkarıyor. Sonra kurumaya başlar, böylece onu sararmış görürsün. Sonra da onu kurumuş kırıntılar kılıyor. Şüphesiz bunda, temiz akıl sahipleri için gerçekten öğüt alınacak bir ders (zikr) vardır." (Zümer, 39/21) 9 "Dağlar da (etrafa uçuşmuş) rengarenk yün gibi olacak. " (Meariç, 70/9) "Ve dağların 'etrafa saçılmış' renkli yünler gibi olacakları (gün)." (Karia, 101/5) Renkler ve Bazı Anlamları: KIRMIZI: Bu renk canlılık ve dinamizmle ilgili bir renktir. Mutluluğu temsil eder. Kırmızı renk, fiziksel olarak; ataklığı, canlılığı ve duygusal bağlamda; bir işi sonuna kadar götüren azmi ve kararlılığı gösterir. YEŞİL: Duygusal olarak bizi en çok etkileyen bir organımız olan kalp organının, bu rengin yaydığı enerji alanında olduğu düşünülür. Doğanın ve baharın rengidir. Güven veren renktir. SİYAH: Duygusallığı ve hüznü simgeler. Gücü ve tutkuyu temsil eder. MAVİ: Vücudumuzda boğaz bölgesini yansıtan bir renktir. Mavi renk gökyüzünün ve geniş ufukların, denizin simgesidir. Sınırsızlığı ve uzak bakışlılığı simgeler. Huzuru temsil eder ve sakinleştirir. LACİVERT: Kozmik renk olarak kabul edilir; sonsuzluğu, otoriteyi, verimliliği simgeler. MOR: Eskiden beri ihtişamın son basamağı olarak düşünülür. PEMBE: Uyum, neşe, şirinliğin ve sevginin simgesi. SARI: Sarı renk zeka, incelik ve pratiklikle ilgilidir. BEYAZ: Temizliği ve saflığı temsil eder. İstikrarı, devamlılığı simgeler. KAHVERENGİ: Gerçekçiliğin, plan ve sistemin rengidir. 10 Çingeneler kimlerdir, onlardan alışveriş yapılır mı? Bir millet sayılmamalarının sebebi nedir? Soyları ile alakalı gayri ahlaki şeyler duydum, doğru mudur? Çingeneler de diğer milletler gibi onlarla eşit olan insanlardır. Bunlarla elbetteki alışveriş yapmak caizdir. Çingeneler hakkında söylenen bazı gayriahlaki söylemler halkın uydurduğu asılsız iddalardır. Bunlara itibar etmemek gerekir. Hiç bir insanın diğerine karşı üstünlüğü bulunmamaktadır. Üstünlük ancak takva ile olur. Çingenelerden de Müslüman olup ibadet eden insanlar bulunmaktadır. Genel değerlendirmelerde bulunarak bir milleti tahkir etmek doğru değildir, mesuliyeti gerektirir. 11 Münafıklara lanet etmek caiz midir? Rasûlüllah Efendimiz (asm): "Ben lânetçi olarak gönderilmedim." (Müslim, birr 87) buyurur. Bir mü'mine lânet (beddua) etmenin, onu öldürmek gibi olduğunu bildirir. (Buhârî, Edep 44) Yapılan bir lânetin (bedduanın) yerine vardığında haksız yere yapıldığını görünce sahibine döneceğini haber verir. (Tirmizî, birr 48; Ebû Dâvûd, edep 45) İslâm, Müslümanların kendileri ve diğer Müslümanlar aleyhinde beddua etmelerini yasaklamıştır. Peygamber Efendimiz (a.s.m): "Kendi aleyhinize, evlâtlarınızın ve mallarınızın aleyhine sakın beddua etmeyiniz ki; duaların kabul olacağı bir saate rastlarsınız da bedduanız kabul olmuş olur." (Riyazü'sSâlihin Tercümesi, III / 82) buyurmuştur. Peygamber Efendimiz (a.s.m) beddua etmekten kaçınırdı. Kendisinin lânet eden değil, aksine "rahmet peygamberi" olduğunu söylerdi. Mekke döneminde İslâmî tebliğ etmek üzere Tâif'e gittiğinde, orada kötü bir davranışla karşı karşıya kalmış; dönüşte taş yağmuruna tutulmuş, mübarek ayakları kanlar içerisinde kalmıştı. O sırada Allah tarafından kendisine "onlar aleyhinde yapacağı bedduanın kabul edileceği, dilerse onları helâk edeceği" bildirilmiş, fakat Peygamber Efendimiz (asm) "Hayır, belki bunların sulbünden sana ibadet edecek çocuklar doğar, yâ Rabb." demişti. Uhud'da dişini kıran, yüzünü yaralayan düşmanları için: "Allah'ım! Kavmimi hidayete erdir, çünkü onlar yaptıklarını bilmiyorlar." (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, IV / 314) diye dua etmiştir. Bütün çalışmalara rağmen İslâmiyeti kabul etmeyen Devs kabilesine beddua etmesi istenince: "Yâ Rabbi! Devs kabilesine hidayet eyle de onları bizim saflarımıza kat" diye dua etmişti." (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, VIII / 344) Bununla beraber, Peygamber Efendimiz (a.s.m)'in zaman zaman Allah düşmanlarına beddua ettiği de olmuştur. Bi'r-i Mâûne'de yetmiş İslâm davetçisini şehît eden Kilab kabîlesine Resulullah (a.s.m) bir ay süre ile beddua ve lânet etmişti. Kâbe'de namaz kılarken kendisiyle alay eden müşriklere de beddua etmiş, Bedir muharebesinde yere serildiklerini gözleriyle görmüştü. (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, X / 43-45) Hendek muharebesinde Medine önlerinde toplanan düşmanın perişan olup dağılmaları için dua etmiş, bunun üzerine geceleyin ansızın doğudan kopan fırtına düşmanın altını üstüne çevirmişti. (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, VIII / 342-343) Bütün bunlardan sonra diyebiliriz ki Müslüman, günahkâr da olsalar, Müslümanlara beddua etmekten sakınmalı, fakat gerektiğinde açıkça din düşmanlığı yapanlara beddua ve lânet etmesi caizdir. 12 Saça zeytin yağı sürmenin sünnet olmasının hikmeti nedir? Peygamberimiz (asm) bir sünneti de zeytinyağının saça sürülmesidir. Bu yağ saça sürüldüğü zaman saç bitlenmez mi?.. Gerçekten de Allah Rasulü Efendimiz (sav)'in: "Zeytinyağı yiyin ve onunla yağlanın, çünkü o mübarek bir ağaçtandır." (Tirmizi, atime 43; İbn Mace, at'ime 43; Darimi, at'ime 20) buyurduğu sahih hadis kitaplarımızda geçmektedir. Bazı kitaplarda: "Çünkü o hoş ve mübarektir... Çünkü onda yetmiş derde deva vardır, cüzzam da bunlardan biridir. Basura iyi gelir..." (Hindî, Kenz, X/48) gibi ilaveler de vardır. Sürme hakkında ise, "Sürmenizin iyisi Ismid'den olandır. O gözü cilalar, tüyü bitirir." (Ebu Davud, libas 13, Tip 14; Tirmizi, libas 22,23; Ibn Mâce, tip 25) buyurulmuştur. Anlaşılacağı gibi, her ikisi de tibbî birer tavsiye niteliğindedirler. Yani zevâid sünnetten sayılırlar. Bu yüzden terkeden, eğer hafife alarak terkediyor değilse, günah işlemiş sayılmaz. Sadece tibbî faydalarını düşünerek kullanan, tibbî faydasından yararlanmış olur. Nitekim modern tıp, hem "ismid" denen taştan yapılan sürmenin göze faydalarını, hem de zeytinyağının saç dibi hücrelerini ve cildi besleyici özelliğini tesbit etmiş durumdadır. Bunları bir sünnet olarak düşünüp tatbik edenler ise hem tıbbî faydalarından istifade ederler, hem de sünnet sevabı alırlar. Enes bin Malik (ra) anlatıyor: "Resulullah Efendimiz, mübarek saçlarını çoğu zaman yağlarlar ve sakalı şeriflerini ekseriyetle tararlardı. Saçlarına yağ sürdükten sonra, sarıklarının yağlanmaması için, umumiyetle sarığın altına bir tülbent koyarlardı." 13 Diğer ilahi kitapların tahriften korunmamasının sebebi nedir? İncil, Tevrat ve Zebur da Kur'an gibi Allah tarafından gönderilmiş ilahi kitaplar olduğuna göre, onlar neden korunmamış ve zamanımıza kadar tahrif edilerek gelmiştir? 1. İnsanoğlunun yaratılması, Allah’a kulluk etmeleri içindir. Bu kulluğun nasıl yapılacağını göstermek için de birer rehber olarak elçiler ve kitaplar gönderilmiştir. Kitapların, peygamberlerin gönderilmesi, insanların âdil bir imtihan geçirmelerinin olmazsa olmaz şartıdır. Gerçeği anlamak için insanlara akıl, şuur verildiği gibi, imtihanın âdil ve eşit şartlarda geçmesi için de onların her birisine özgür irade verilmiştir. Özgür iradesini kullanamayan, aklı olmayan çocuk, deli ve icbar altında olanlar bu imtihandan muaftır. Bu tablo karşısında yer alan insanlar, bu gelen peygamberlere ve kitaplara iman edenler ve etmeyenler olarak iki gruba ayrılır. “Dinde zorlama yoktur...”(Bakara, 2/256) mealindeki ayetten iki şey anlıyoruz: Birincisi; dine girmelerini sağlama adına, insanlara hiçbir surette baskı yapılamaz. İkincisi; dine girmemelerini engelleme adına hiçbir surette baskı yapılamaz. Bu prensibi bize öğreten Allah, kendisi de aynı prensibe uygun hareket ediyor. Buna göre Allah, peygamberlere iman edenleri engellemediği gibi, iman etmeyenleri, hatta onları öldürenleri de engellemiyor. Kitaplara iman edip sahip çıkanları engellemediği gibi, onları tahrif edenleri de engellemiyor. Eğer Allah, bütün katillerin, canilerin, hırsızların, dinsizlerin, tahrifçilerin ellerinden tutup onları yaptıklarından alıkoysa, bu takdirde dünyada kötülük namına bir şey kalmaz ve tabii ki, bu durumda imtihandan da söz edilemez. 2. Daha önceki peygamberler, belli kavimlere ve belli bir süre için gönderilmişlerdir. Onların kitapları da sadece o kavimler ve belli bir süre için geçerlidir. Onun için Allah onları koruma altına almamıştır. Çünkü o peygamberin gönderildiği süre dolunca veya kitabı tahrife maruz kalınca Allah peşinden başka bir peygamber ve başka bir kitap göndermiştir. Ama bizim Peygamberimiz (asm), bütün zamanlar ve mekanlar için gönderilmiş son peygamberdir. Ondan sonra peygamber gelmeyeceğine göre, eğer Allah O’na (asm) verdiği Kur’an’ı korumasaydı, daha sonraki asırlarda gelen/gelecek insanların doğru yolu bulmaları mümkün olmazdı. 3. Allah’ın yeryüzünde yarattığı şeylerin hepsi bir değildir. Kimini sebeplere bağlar, kimini sebepsiz vasıtasız yaratır. Mesela insanların hepsi anne ve babadan gelirken Hz. Ademi (as) hem anne hem babasız, Hz. İsa (as)'ı babasız, Hz. Hava'yı da annesiz yaratmıştır. Demek ki umumi kanunların dışında bazen hususi olarak muamele etmektedir. Ayrıca ateş yakar, ay ikiye yarılmaz, ağaç yürümez, asa yılan olamaz. Sebepler açısından 14 böyledir. Ancak, Hz. İbrahim (as) yanmamış, Ay ikiye ayrılmış, ağaç Peygamberimizin (asm) emriyle yürümüş, Hz. Musa (as)'ın asası da yılan olmuştur. Allah’ın izniyle ve muradıyla bunlarda değişiklik olmuştur. Yine bazı peygamberler gelmiş, gönderildiği ümmetleri tarafından öldürülmüştür. Ama Hz. Musa (as), Hz. İbrahim (as), Hz. Muhammed (asm) gibi bazı peygamberlerini de muhafaza ederek korumuştur. İşte aynı durum kitaplar için de geçerli olabilir. Diğer kitapların değiştirilmesine müsaade eden Allah, hususi olarak lütfuyle Kur’an-ı Kerim’in değiştirilmesini engellemiştir. Bu sebepten dolayı Kur’an’ın özel koruması altında olduğunu belirtmiştir. Hz İbrahim (as)’i ateşten yakmayıp koruyan Allah, Kur’an-ı Kerimi de değişiklikten muhafaza etmiştir. Şimdi nefis ve şeytanımız, neden diğer peygamberlerini öldürülmekten korumadı da Hz. İbrahim (as)’i korudu, diyemeyeceği gibi, bu konuda da fikir beyan edemeyecektir inşallah. 4. Kur'an'dan önce gelen ve bugün elde mevcut bulunan İlâhî Kitapların hiçbiri, Allah'ın peygamberlerine indirdiği semavî kitapların orijinali değildir. Bunların zamanla asıl nüshaları kaybolmuş, insanlar tarafından yeniden yazılmışlardır. Bu yüzden de içlerine hurafeler ve bâtıl inançlar karışmıştır. Meselâ Tevrat'ın, Hz. Musa (as)'dan sonra uzun asırlar esir ve sürgün hayatı yaşayan, hattâ bir ara inançlarını bile kaybedip putperestliğe düşen Yahudiler tarafından muhafaza edilemediği; bugün elde olan nüshanın Hz. Musa (as)'dan çok sonra bâzı din adamları tarafından yazıldığı, fakat Tevrat'ın aslı imiş gibi yeniden din kitabı olarak kabul edildiği bilinen tarihî gerçeklerdendir. Böyle uzun ve karışık bir devreden sonra ortaya çıkarılan bir kitabın Hz. Musa (as)'a indirilen Tevrat'ın aynısı olamayacağı açıktır. Bu yüzdendir ki, içinde peygamberlere yakışmayacak isnad ve iftiralar yer almakta; tevhid dîninin ruhuna aykırı düşen hükümler bulunmaktadır. Davud (as)'a gelen Zebur da, Tevrat'ın mâruz kaldığı akıbetten kurtulamamıştır. İncil'e gelince, Hz. İsa (as) kendisine gelen vahiyleri yazdırmamıştı. Çünkü otuz yaşında peygamber olmuş, otuz üç yaşında da peygamberlik vazifesi son bulmuştu. Üç sene gibi kısa bir süre içinde de köyden köye, şehirden şehire dolaşıp, halkı irşâd için uğraşmıştı. Son zamanlarında ise, zaten Yahudilerin kışkırtmasıyla Romalı idareciler tarafından sürekli takip altında idi. Bu durumda İncil'i yazdırmak için ne zaman, ne de imkân bulabilmişti. Nitekim bugün elde mevcut olan İnciller, müelliflerinin adıyla anılmakta ve içinde Hz. İsa (as)'ın havarilerine verdiği vaazlarını, ders ve irşadlarını ihtiva eden bir siyer kitabı görüntüsünü taşımaktadırlar. Üstelik de bunları yazanlar Hz. İsa (as)'ın havarileri olan ilk mü'minler değil, onları görüp Hz. İsa (as)'a gelen İlâhî sözleri onlardan dinleyenlerdir. Eldeki mevcut İncillerde bir takım muhteva ve anlatış farkları görülmektedir. Aslında bu İnciller, M.S. 325 tarihinde İznik'te toplanan bin kişilik bir ruhanî konsülün kararı ile kabul edilmiştir. Bu hey'et, yüzlerce İncil'i incelemişler, 318 üyenin ittifakı ile aralarından Hz. İsa (as)'ın ulûhiyet tarafı olduğunu ileri süren bugünkü dört İncil'i kabul edip diğerlerini yakıp imha etmişlerdir. Görüldüğü gibi, Hz. İsa (as)'ın -hâşâ- Allah'ın oğlu olduğu prensibi, Hz. İsa (as)'dan yıllar sonra bir meclis kararı ile kabul edilmiştir. Hattâ bu karara bâzı Hristiyan kiliseleri 15 uymamışlardır. Bu bakımdan bugünkü dört İncil'in, Hz. İsa (as)'a indirilen İncil'in aslına uygun olduğunu söylemek mümkün değildir. Kur'an'ın Dışındaki İlâhî Kitaplar Tahrif Edildiklerine Göre, Bunlara İman Nasıl Olur? Biz Müslümanlar, Hz. Musa, Hz. Dâvud ve Hz. İsa Aleyhimüsselâm'a Tevrat, Zebur ve İncil adını taşıyan İlâhî kitaplar gönderildiğine ve bu kitapların hak ve tevhid dînine aykırı hiçbir hüküm taşımadığına inanırız. Fakat ne var ki, bu kitaplar sonradan muhafaza edilemeyerek asılları kaybolmuştur. Bugün Yahudi ve Hristiyanların ellerinde bulunan kitapların içinde, peygamberlere indirilmiş olan vahiylerden hiçbir şey yoktur diyemeyiz. Fakat, içine hurafe ve bâtıl itikadların karıştığı da bir vakıadır. Bu sebeple, bu kitaplara karşı ihtiyatlı davranırız. İçinde bulunan Kur'an'a uygun hükümlerin, vahiy mahsulü olduğunu kabul ederiz. Kur'an'a zıd düşen hükümlerin ise, sonradan o kitaplara ilâve edildiğine ihtimal veririz. O kitapların Kur'an'a uygunluk veya zıd düşme durumu söz konusu olmayan haberlerinde ise, sükût ederiz. Ne kabul, ne de reddederiz. Çünkü onların vahiy eseri olma ihtimali olduğu kadar, olmama ihtimali de vardır. Bu hususta Ebû Hüreyre (ra) şöyle demiştir: «Ehl-i Kitab, Tevrat'ı İbranice (metni) ile okurlar, Arab diliyle de Müslümanlara tefsir ederlerdi. Bu hususta Resûlüllah (asm) ashabına şöyle buyurdu: "Siz Ehl-i kitabın sözlerini ne tasdik, ne de tekzib ediniz. Ancak deyiniz ki: 'Biz Allah'a, bize indirilen Kur'an'a; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yâkub ve torunlarına indirilenlere; Musa'ya ve İsa'ya verilenlere ve (bütün) peygamberlere Rabları katından gönderilen (kitap ve âyetler)'e îman ettik. Onlardan hiçbirini (kimine inanmak, kimini inkâr etmek suretiyle) diğerlerinden ayırt etmeyiz. Biz (Allah'a) teslim olmuş Müslümanlarız.' " (Bakara, 2/136)." Kur'an Tahriften Nasıl Uzak Kalmıştır? Allah'ın son mukaddes kitabı, bütün insanlığa İlâhi fermanı olan Kur'an, yirmi üç senede âyet âyet, sûre sûre nazil olmuştur. Peygamber Efendimiz (asm) kendisine nazil olan âyet ve sûreleri yanında bulunan sahabelerine okur, sahabeler de onu ezber ederler, bir kısmı da yazardı. Bundan ayrı olarak, Peygamber Efendimizin (asm) vahiy kâtipleri vardı. Bunlar nazil olan âyetleri ve sûreleri özel olarak yazmakla vazifeli idiler. Gelen âyet ve sûrenin nerede yer alacağı, Kur'an'ın neresine gireceği de bizzat Peygamberimize (asm) Cebrail (as) vasıtasıyla bildiriliyor, o da vahiy kâtiplerine tarif ederek, gerekeni yaptırıyordu. Böylece Hz. Peygamber (asm)'in sağlığında Kur'an'ın tamamı yazılmış, nereye neyin gireceği belli olmuştur. Aynca Cebrail (as) her Ramazanda gelir, o güne kadar nazil olmuş âyet ve sûreleri Peygamberimize (asm) yeni baştan okurdu. Efendimizin (asm) vefatından evvelki son Ramazanda Hz. Cibril (as) yine gelmiş, ancak bu sefer Kur'an'ı Peygamberimiz (asm) ile iki sefer okumuşlardı. Birinci sefer Hz. Cibril (as) okumuş, Peygamberimiz (asm) dinlemiş; ikinci seferde ise Peygamberimiz (asm) okumuş, Hz. Cibril (as) dinlemişti. Böylece Kur'an son şeklini almıştı. Bununla beraber, Hz. Peygamber (asm)'in sağlığında Kur'an, henüz müstakil bir cilt hâlinde bir araya toplanmış da değildi. Sayfalar halinde sahabeler arasında dağınık olarak bulunuyor, hafızalarda ezberlenmiş halde duruyordu. Fakat neyin nereye gireceği gayet kesin ve net 16 şekilde bilinmekteydi. Nihayet Hz. Ebû Bekir (ra)'in hilâfeti zamanında görülen lüzum üzerine Zeyd bin Sâbit'in başkanlığında vahiy kâtiplerinden ve kuvvetli hafızlardan müteşekkil bir komisyon kuruldu. Kur'an'ın bir cilt hâlinde bir araya toplanma işi, bu komisyona havale edildi. Ashabdan herkes, elinde yazılı bulunan Kur'an sayfalarını getirip bu komisyona teslim ettiler. Hafızların ve vahiy kâtiplerinin elbirliği ile çalışmaları sonunda sayfalar, sûre ve âyetler Peygamberimizin (as) tarif ettiği şekilde yerli yerine kondu. Böylece Kur'an, Mushaf adıyla tek kitab hâline getirilmiş oldu. Artık Kur'an için unutulma, kaybolma, tahrif ve tebdile uğrama diye bir şey söz konusu olamazdı. Zira aslı, Hz. Peygamber (asm)'e gelen şekliyle eksiksiz ve noksansız şekilde tesbit edilmişti. Hz. Osman (ra) zamanında görülen lüzum üzerine, bu Mushaf'tan yeni nüshalar çoğaltılıp çeşitli memleketlere gönderildi. Bugün elde mevcut olan Kur'anlar, işte bu Kur'an'dan çoğaltılmıştır. Kur'an tesbit edilişindeki sağlamlık itibariyle, diğer ilâhi Kitaplardan farklı olarak, hiçbir tahrifat ve değişikliğe uğramadan vahiy mahsulü olan şekliyle tesbit edilip ortaya konmuş; 1400 senedir de muhafaza edilerek gelmiştir. Bunda, Kur'an'ın edebî icaz ve i'câzının, yani, ezberleme kolaylığının hiçbir insan sözüne benzememesinin ve söz olarak hiçbir taklidinin yapılamamasının, edebiyatve belagatına erişılememesinin ve zaptında a'zamî titizlik gösterilmesinin büyük rolü olduğu kesindir. Fakat asıl sebep, Kur'an'ı Cenâb-ı Hakk'ın hıfz ve himayesine alması, onu kıyamete kadar lâfızve mânâ bakımından bir mu'cize olarak devam ettirmeyi taahhüd etmesidir. Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulur: "Muhakkak ki bu Kur'an'ı biz indirdik ve onu koruyacak, muhafaza edecek, devam ettirecek de biziz..." (Hicr, 15/9). Bugün yeryüzündeki bütün Kur' anlar aynıdır; hiçbir farklılık ve değişiklik yoktur. Ayrıca milyonlarca hafızın ezberinde bulunmakta, her an milyonlarca dil ile kırâet edilip okunmaktadır. Bu özellik, Kur'an'dan başka herhangi bir beşeri kitaba nasib olmadığı gibi, semavi kitablardan hiçbirine dahi nasib olmamıştır. Allah'ın son kelâmı, hükmü kıyamete kadar baki ezelî fermanı olan Kur'an'ın, böyle eşsiz bir makam ve ulvi bir şerefe nail olması da, elbette zaruri ve lüzumludur. (Mehmed Dikmen, İslam İlmihali, Cihan Yayınları, İstanbul, 1991, ss. 94-97.) 17 Dünya ne zaman yaratılmıştır ve insan dünyaya ne zaman gelmiştir? Ayet ve hadislerde bu konuda ne denilmektedir?.. İlk yaratılan Peygamberimizin (asm) nurudur. Bu nurdan diğer varlıklar yaratılmış ve en sonunda da insan yaratılmıştır. Dünya ve içindekilerin yaratılması konusunda Peygamber Efendimiz (asm) şu sırayı bildirmektedir: "Toprak, dağlar, ağaçlar, hayvanlar, mekruhlar, nur ve Hz. Adem (as)" [Müslim, Sıfatu'l-Kıyâme 27, (2789)]. Mekruhtan maksat, zahire göre şerdir. Bir kısım alimler ise buna madenler demişlerdir. Dikkat edersek, eşyanın yaratılışında mantıkî bir sıralama vardır. Sırayla toprak, dağlar, bitkiler, hayvanlar ve en son olarak insan yaratılmıştır. Burada asıl hedefin, yani kâinatı yaratmaktan maksadın insan olduğu görülmektedir. Zîra, bir meyve ağacı meyvesi için dikilir. Meyve ise, ağacın en son mahsulüdür. Çekirdek, filiz, fidan ağaç, yaprak, çiçek safhalarından geçtikten sonra meyveye ulaşılır. Âyet-i kerimedeki "arzın insanlar için bir beşik kılınması" (Tâhâ, 20/53) benzetmesini bu hadisin açıkladığını söyleyebiliriz. Zîra, beşik önceden bebek için, onun büyümesine uygun şekilde hazırlanır. Dağların yaratılması ağaç ve bitkilere zemin hazırlamıştır. Bitkiler hayvanların yaratılmasına, bitki ve hayvanların varlığı insanların gelmesine zemin hazırlamıştır. İnsan hayatı bunların varlığına bağlıdır. Bazı âlimler, "Allah'ın her şeyi bir anda yaratabilecek güçte olmasına rağmen kademeli olarak yaratmış olması, mahlukatına itinalı ve sağlam adım atma dersini vermek içindir." diye yorumlamışlardır. (Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütübü Sitte, VI/383) İlave bilgi için tıklayınız: İnsanlık tarihi ne zaman başladı? 18 Hz. Ali, Hz. Fatıma validemizin üstüne evlenmek isteyince, Peygamberimiz, bunu yapacaksa önce benim kızımı boşasın, demiştir. Bunun hikmetini anlatır mısınız? Peygamber Efendimiz (asm) birden fazla evliliğe karşı çıkmamış, ancak baba ve veli olarak kızı hakkında görüşünü beyan etmiştir. Peygamberimizin (asm) Hz. Ali (ra)'in evliliğine karşı çıkmasının sebebi ise, özel bir durumdur. Peygamberimizin (asm) kızı Hz. Fatıma (ra), kocası Hz. Ali (ra)'in ikinci bir kadınla evlenmek istemesine karşı çıkmıştır. Peygamberimiz de kızının bu konuda üzülmesini istemediğinden dolayı, böyle bir evliliğe karşı çıkmıştır. Ayrıca Peygamberimizin (asm) terbiyesinde büyüyen Hz. Fatıma (ra)'nın, kocasının ikinci evliliğine karşı çıkması caiz olmasaydı, Allah Resulü (asm) onu ikaz eder, kocasının arzusuna boyun eğmesini emrederdi. Halbuki durum öyle olmamış, bilakis kızının üzüldüğünü gören Allah Resulü (asm), damadı Hz. Ali (ra)'in bu arzusundan vazgeçmesini istemiş, eğer vazgeçmezse ancak Fatıma (ra)'yı boşadıktan sonra evlenebileceğini bildirmiştir. Hz. Ali (ra)'in Fatıma (ra)'nın üzerine evlenip onu üzmesine razı olmamıştır. Allah Resulünün (asm)bu davranışında, Müslüman kız ve babalarının, damadın ikinci evliliğine karşı çıkabilecekleri hususunda ruhsat vardır denilebilir. 19 Alevilikte tavşan etinin yenmemesinin sebebi nedir? Hz. Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Kavmimden biri bir veya iki tavşan avladı. Bunları taşla kesti. Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm)'dan soruncaya kadar astı. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) yemesini emretti." (Tirmizî, Zebâih 1) Hâlid İbnu'l-Huveyris (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir adam bir tavşan avladı ve Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)' ya gelip: "Ne dersiniz (bunun eti yenir mi?)" diye sordu. Abdullah: "Tavşan Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a da (böyle avlanıp) getirilmişti. Ben de o sırada yanında oturuyordum. Ondan ne yedi ne de onun yenmesini yasakladı, tavşanın hayız gördüğüne inanıyordu." dedi." (Ebû Dâvud, Et'ime 27) Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Yürüdük ve Merri'z-Zahrân'dan bir tavşan kaldırdık. Arkadaşlarımız peşinden koştular ve (sonunda yakalamaktan) âciz kaldılar. Bu sefer ben koştum, yetiştim ve yakaladım. Onu (babalığım) Ebû Talha (radıyallahu anh)'a getirdim. O, tavşanı keskin bir taşla kesti. Budunu benimle Resulullah'a gönderdi. Resulullah onu yedi." Enes'e: "Yedi mi, (gördün mü yediğini?)" diye sorulmuştu. "Yani kabul etti" dedi." [Buhârî, Sayd 32, 10, Hibe 5; Müslim, Sayd 53, (1953); Ebû Dâvud, Et'ime 27, (3791); Tirmizî, Et'ime 2, (1790); Nesâî, Sayd 25, (7, 196).] AÇIKLAMA: 1. Tavşan kesmekte kullanılan taşın çeşidi "merve" ile ifade edilmektedir. Lügatçiler bunun beyaz renkli, taşların en sert cinsi olduğunu belirtirler. İnce şekilde kopabilen bu taş bıçak yerine de kullanılabilmektedir. Alimler bu hadisin, sadece merve cinsiyle değil, her çeşit taşla, hîn-i hacette kesim yapmaya cevaz ifâde ettiğini belirtirler. 2. Hadis, ayrıca tavşan etinin helâl olduğunu da ifâde etmektedir. Hattâ Hz. Enes (radıyallâhu anh)'ten gelen bir rivâyette, bâbalığı Ebû Talha'nın Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm)'a bu şekilde avlanan bir tavşanın iki budunu gönderdiğini, Resûlullah'ın bu hediyeyi kabul edip yediğini öğrenmekteyiz. Ulemâ kâhir ekseriyeti ile tavşan etinin helâl olduğuna hükmeder. Ancak şunu da belirtelim ki, ashabtan Abdullah İbnu Ömer ile Tâbiîn'den İkrime ve fukahâdan Muhammed İbnu Ebî Leylâ, tavşan etinin mekruh olduğuna hükmetmişlerdir. Bu büyükler, Huzeyme İbnu Cezî elSülemî'den gelen bir rivâyeti esas almışlardır: "Ey Allah'ın Resûlü, tavşan hakkında ne dersiniz?" dedim, "Ne yerim ne de haram ederim!" dedi. Ben de: "Öyleyse, siz haram etmedikçe onu yiyeceğim. Ey Allah'ın Resûlü, siz niye yemiyorsunuz?" dedim. Şu cevabı verdi: "Bana onun kanadığı haber verildi." 20 Bir başka rivâyette geçen "tavşanın hayız gördüğüne inanıyordu" ifâdesi, "kanaması"ndan maksadın ne olduğunu açıklar. Râfiî, Ebû Hanîfe (rahimehumallah)'nin tavşan yemeyi haram addettiğini yazmış ise de, Nevevî, Râfiî'yi Ebû Hanîfe'den nakilde hata yapmakla itham etmiştir. Hülâsa, tavşan etinin mekruh olduğunu söyleyenlerin dayandığı bazı rivâyetler var ise de, âlimler bunlardan mekruh hükmünün çıkmayacağında ittifak etmişlerdir. Şiilerin ve Alevilerin tavşan yememelerinin sebebi tavşanın hayız görmesi ve Resulullah (sav) Efendimizin tavşan etini yememiş olmasıdır. (Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte) 21 Panislamizm (İttihad-ı İslam, İslam birliği) hakkında bilgi verir misiniz? Bir Müslümanın görevi Panislamizmi savunmak olabilr mi?.. İttihâd-ı İslâmın varlığı ve devamı için: 1. İslâm milliyetini esas alıp, menfi unsuriyet fikrini bırakmak; 2. İslâm dünyasındaki dini cemaatler, gayede ve dini esaslarda ittifak edip teferruat meseleleri medar-ı niza etmemek. 3. İslâm devletleri arasında, meşveret-i şer'iyyeyi yapmak. Bunlar en ehemmiyetli sebeplerinden üç tanesidir. İttihad-ı İslâm, yani İslâm birliği, bütün Müslümanları derecelerine göre alâkadar eden ehemmiyetli bir mes'eledir. Zira ittihad-ı İslâm sadece siyasî bir mes'ele değildir. Bu ittihad iki mü'minin imanı kardeşlik rabıtalarıylâ irtibat ve tesanüdlerinden başlayarak tâ Âlem-i İslâm genişliğinde bütün Müslümanların teavün ve teşrik-i mesaîlerine kadar gider. Müslümanların bu dinî kardeşliğinden gelen ve tesanüdden hâsıl olan muazzam kuvvetle, dinimiz, milletimiz, vatanımız her türlü tehlike ve her çeşit düşmanlardan muhafaza edilir ve sulh-u umumîye vesile olur. Bunun içindir ki, bu maddî ve mânevi kuvvetin karşısında dayanamayan düşmanlar, bu kuvvetin dağılıp parçalanması için her çeşit hîle ve plânlarla Âlem-i İslâmın ittihad ve tesanüdünü bozmağa çalışırlar. İşte bu bozguncuların ifsadlarına karşı müteyakkız olmağa ve dinimizin çok ehemmiyetle emrettiği İslâm kardeşliğinin mâna ve mâhiyetini ve ehemmiyetini bilmeğe ve icablarını yapmağa gayret göstermek gerektir. Kur'an’ın (Enfal, 8/73) âyetinde, beyn-el İslâm teavün olmazsa büyük fesadların zuhura geleceğine dikkat çekilmektedir. İslâmiyet, teavünü netice verecek mühim vazife ve düsturlar getirmiştir. Meselâ, teavün ve ittihad-ı İslâm için haccın ehemmiyeti çok büyüktür. İlave bilgi için tıklayınız: Müslümanlar arasında barış nasıl sağlanabilir? Bunun için neler yapılabilir?.. 22 Cariyelerin ve kölelerin, namazda ve diğer durumlarda avret yerleri neresidir? Öncelikle, cariye veya köle esir demektir. Bir esirin köle veya cariye olarak kullanılması ise Devlet Başkanının iznine bağlıdır. Bu açıdan günümüzde cariye sisteminin olması söz konusu olamaz. İslam, insanlığın gereği olarak var olan bazı uygulamaları düzenler ve ortadan kalkması için uygulamalar koyar. Köle ve cariye olayı da bunlardan biridir. Savaşlar esirlerin varlığını ortaya koymuştur. Bu esirler değişik zamanlarda köle ve cariye olarak kullanılmıştır. Böyle bir uygulamayı insanileştirmek ve zamanla ortadan kalkmasını sağlamak için gerekli yöntemler konulmuştur. Nitekim azad etme, kefaret ödeme gibi yöntemlerle cariye ve kölelerin hürriyetine kavuşturulması sağlanmıştır. Bir esir kadın cariye olarak belli bir şahsın hizmetine verilince, ona hayat hakkı tanınıyor ve orta malı olmaktan da çıkarılmış oluyor. Yoksa ya öldürülecek ya ömür boyu hapis yatacak ya da sahipsiz olarak topluma bırakılacaktır. Böyle bir kadını belli bir şahsın kontrolüne vermek ve o şahsa cariyenin lehine sorumluluklar yüklemek kadın için de en hayılısıdır. Ücretsiz hizmet etmesi ise, onun adına haksızlık değil bir hak tanımaktır. Bu gün hapishanede bulunanlara böyle bir hak tanınsa nasıl memnun olacakları bellidir. Esir bir kadının da hapiste olması yerine böyle bir hizmete verilmesi elbette daha iyidir. Zaten kadın veya erkek her köleye kendi yediğinden yedirmek, giydiğinden giydirmek ve yapabileceği işi vermek de efendisinin görevleir arasındadır. Olayı bu yönden dğerlendirince ne kadar insani ve ahlaki olduğu kendiliğnden anlaşılacaktır. Cariyeler (köle olan kadınlar) için avret yeri, erkekler gibi, göbekleri altından dizleri altına kadar olan kısımla karın ve sırtlarıdır. Hür kadınların şeref ve durumları bakımından örtmek zorunda bulundukları organları daha çoktur. Köleler ise, hürriyet şerefinden yoksun ve efendilerinin hizmeti ile meşgul oldukları için, bunlara daha fazla genişlik gösterilmiştir. Ayrıca, cariyelerin başları dışındaki bütün yerlerini örtmeleri (İbnü Kesir, 6/471) gerektiğini söyleyen alimler olduğu gibi, hür kadınlar gibi bütün bedenlerini örtmeleri gerektiğini söyleyen alimler de vardır. (bk. Neylü'l-Evtar, 2/75; el-Bahru'I-Muhît, 7/250; Sâbûnî, 2/380) Not: Cariyeler de aynen hür kadınlar gibi namazlarını kılarlardı. Yukarıda da ifade edildiği gibi bazı alimlere göre sadece örtü konusunda bir farklılık vardı. Bazı alimlere göre ise örtü konusunda da hür kadınlar gibiydiler ve onlar gibi örtünerek namazlarını kılarlardı.. 23