töre-devlet yayınları

advertisement
lEHM
AYLIK
FİKİR
VE
SANAT
DERGİSİ
DOÇ, DR. NECMETTİN HACIEMİNOĞLU
Ülkücülük ve Ülkücüler
DR. MUSTAFA E. ERKAL
«Özgürlükçü Demokrasi» Tutkusu ve Sulandırılmış
Marksizm
DOÇ. D. TURAN YAZGAN
Sosyal Güvenlik Meselemiz
YETİK OZAN
Umut
YÜK. MÜH. SİNASİ GÜCERİ
Millî Endüstri Politikası
MEHMET ŞAHİN
Batılı Beyinde Türk
HALİDE NUSRET ZORLUTUNA
Yakarı
DR. TURGUT GÜNAY
«Tutsak» Üzerine
ARİF NİHAT ASYA
I
Havuz
S. K E M Â L TURAL
Dokuz Işık Açısından Sanat ve Edebiyatta Teşkilatlanma
MURAT BARDAKÇI
Neyzen ihsan T ü r ile B i r Konuşma
YÎLT"
SAYI 28
DEVRE~2~
EYLÜL
Kurucusu : HALİDE NUSRET ZORLUTUNA
Sahibi < EMİNE IŞINSU
Umumî Neşriyat Müdürü : GALİP ERDEM
İdare Müdürü MUSTAFA KARAPINAR
Merkez Temsilcisi : RUHİ ÖZKANLI
Ankara Temsilcisi ; ŞEVKET YAHNİCİ
Erzurum Temsilcisi ,: DENİZ ŞAHİN
#
Her türlü haberleşme adresi
TÖRE P.K. 211 Kjzılay — ANKARA
Havale
10Û7İ!9^8 numaralı posta çeki
1973
m
İLAN : ÖZEL ŞARTLARA TABİDİR
ABONE
ŞARTLARI
Altı aylık
Yurt içi yıllık
Yurt dışı yıllık
30 T L .
60 T L .
120 TL-
m
Dergimizdeki yazılar, dergimizin ismi ve yazının çıktığı
sayı ve sayfa belirtilmeden iktibas edilemez.
•
•'
Merkez : İstanbul
Şube : Ankara
Genel Dağıtım : GAMEDA
ÜLKÜCÜLÜK
VE
ÜLKÜCÜLER
DOC, DR. NECMETTİN HACIEMİNOGLU
Ülkü, insanın ya kendi milleti veya bütün insanlık için, ulaşılmasını
şiddetle arzu ettiği son hedeftir. Arzu ve hayal edilen bu son hedefe var­
mak gayesiyle, yorulup yılmadan, bıkıp usanmadan fazilet ve cesaretle,
fedakârca çalışanlara da ülkücü denir. Hayatlarını insanlığa hizmet uğrunda
harcayan peygamberlerle bazı filozof ve ilim adamları birer ülkücü sayılırlar.
Kendilerini milletlerine adayan büyük liderler, cihangir başbuğlar ve kah­
raman askerlerle, milliyetçi ilim, fikir ve san'at adamları da tam mânâsiyle
birer ülkücüdürler. İnsanlık da, milletler de bugünki seviyelerini gelmiş
geçmiş ülkücülere borçludurlar. Ancak, gerek insanlık tarihinde, gerekse
milletlerin tarihinde kendini böyle bir ülküye vermiş ülkücülerin sayısı pek
fazla değildir. Çünki ülkücülük çok çetin bir yoldur. O yola herkes dayana­
maz. Hevesle başlasa da, herkes bu dikenli yolda sonuna kadar gidemez.
Her insanın san'atkâr veya kahraman olması nasıl mümkün değilse, ülkücü
olması da öyle imkânsızdır. Hattâ ülkücülük, sanatkârlıktan da, kahraman­
lıktan da güç ve daha fazla bir şeydir. San.'atkâr, yaratılışının icabına uygun
olarak, istemese bile eser vermeğe mecburdur: Kahraman ise, belki bir
ömür boyu bekledikten sonra, gerektiğinde kendini feda edecektir. Ama
ülkücü onlar gibi değildir. Hayatının her anını yalnız ülküsü uğrunda harcar.
Ülkücünün vazifesi ve hizmeti belirli bir an için değildir. Kendini bir ülküye
3
NECMETTİN HACIEMÎNOĞLU
adayanlar, şahsiyetlerini ancak azim, irade ve sabırla bu yolun icabına göre
terbiye eder ve hazırlarlar. Ülkücülüğün en güç tarafı da budur. Ülkücünün,
bir insan olarak, hem eksiksiz ve kusursuz, hem de bir çok üstün meziyet­
lerle yüklü olması gerekir. Doğuştan» bu derece mükemmel insan pek az
bulunacağına göre, kusurları düzeltip, eksiklikleri tamamlayarak mükemmel
bir insan seviyesine yükselmek ülkücüye düşen ilk vazifedir. Ülkücü, adetâ,
kendi kendini yeniden yaratacaktır. Yetiştiği çevreden ve gördüğü sakat
eğitimden edindiği kötü alışkanlıkları bırakmak, yanlış bilgi ve
inanışları değiştirmek suretiyle kendini yeniden terbiye etmek de gene
ülkücüden beklenen bir iştir.
Acaba ülkücüde bulunması şart olan vasıf ve meziyetler nelerdir? Hepsi
aynı derecede önemli ve lüzumlu olan bu vasıfları şöylece sıralamak müm­
kündür:
i
j
Azim ve irade : Her iş ve meslekte başarıya ulaşmanın mühim unsur­
larından biri olan azim ve irade ülkücünün birinci vasfıdır. Ülkü dediğimiz
uzak ve yüce hedef öyle kolayca ulaşılacak bir nokta olmadığına göre,
o yola baş koyanların her türlü güçlüğe, ağırlığa, tersliğe, aksi tesadüflere,
talihsizlik ve engellere yılmadan, bıkmadan, bezmeden ve ümitsizliğe düş­
meden karşı koymaları gerekir. Bu da ancak güçlü bir azim ve çelik gibi
sağlam bir irade sayesinde mümkündür. İnsanın, elinde olmadan, doğuştan
getirdiği veya muhitinden kaptığı zaaf ve kusurlarını düzeltebilmesi de,
gene kuvvetli bir iradeye sahip olmasına bağlıdır. Bu bakımdan, azim ve
irade, ülkücünün sırtını dayadığı yüce dağlar gibidir. O sayede, hiç bir
düşman ve saldırı karşısında gerilemez, direnir. Direndiği müddetçe de
ayakta kalır ve kazanır. Zaten irade Tanrının insanlara bağışladığı en güçlü
silahtır. Onun yardımı ile yenilemiyecek düşman, aşılamıyacak engel, düzeltilmiyeeek şahsî kusur yoktur. Yeter ki insan ülkücülüğün bunu gerek­
tirdiğini kabul etsin.
Sabır ve tahammül: Ülkücü, döktüğü alın terine, harcadığı emeğe ve
ve kaybettiği zamana rağmen, hedefe hemen ulaşılamıyacağım bilmeli ve
mutlu neticeyi yıllarca sabırla beklemeğe razı olmalıdır. Öyle hedefler var­
dır ki oraya ancak asırlarca sonra varılabilir. Bu uğurda kimbilir kaç ülkücü
hedefe yarın varılacakmış gibi çalışır fakat zafer çiçeklerinin yüz yıllarca
sonra derlenebileceğim' de göze alır. Dilimizdeki «Sabrın sonu selâmet»,
«Sabreden derviş, muradına ermiş,», «Sabırla koruk helva olur», «Sabır
başı sarı altın» gibi ata sözleri bütün ülkücülerin kulağına küpe olmalıdır.
Sabırsız insan çok çabuk yılar. Dâvadan hemen dönebilir. Halbuki ülkücü
tuttuğu yolun bütün icaplarını yerine getirdikten sonra, geçici başarısızlık
ve yenilgilerle dayanma gücünü kaybetmez. Ayrıca, döktüğü kanın boşa
4
ÜLKÜCÜLER
gitmiyeceğinden de emindir.
Disiplin: Ülkücü, yapmakta olduğu işin bir çeşit savaş olduğunu bil­
melidir; Savaş ise, başında bir komutanın bulunduğu çeşitli rütbe ve dere­
cedeki askerlerin katıldığı bir san/attır. Tek gaye olan zafere kavuşmanın
mühim şartlarından biri de, herkesin vazifesini mutlak bir disiplin içinde
yapmasıdır. Bu disiplin, bütün askerlerin, komutanın emirlerine kayıtsız
şartsız itaat etmeleridir. Her ferdin kendi yerini ve sırasını iyi bilip, âmirle­
rinin sözünü dinlemesidir. İşte ülkücü de böyle bir savaş cephesinde oldu­
ğunu düşünmeli ve liderin emirlerini tam bir inançla yerine getirmelidir.
Emir dışına çıkanlara «ordu bozan» adı verilir. Milletimiz böylelerinden
büyük zararlar görmüştür. Bunlar yüzünden nice savaşlar yenilgiyle bit­
miştir. Disiplin, bir bakıma, savaşçı veya ülkücünün dâvasına ne ölçüde
bağlı olduğunu gösteren mihenk taşıdır. Şahsî düşünce ve anlayışının tesiri
ile, yahut da inanç zayıflığı yüzünden, liderin emirlerini dinlemeyip disiplin
dışına çıkanlar tam bir ülkücü sayılamazlar. Bir ülkücü, her hangi bir gurup
içine girmeden tek bir fert olarak da çalışsa, gene dâvanın gerektirdiği di­
sipline uymak zorundadır. Bu da, aynı yolun diğer yolcuları ile iyi geçinmeyi,
yardımlaşmayı ve iç mücadeleye girmemeyi zaruri kılar. Çünki dâva şahsî
değil, millîdir. Metot ve teferruattaki görüş ayrılıkları, aynı hedefe yönelmiş
ülkücüleri bir birleriyle karşı karşıya getirmemelidir. Bayrak göndere çe­
kildiği zamanı, çeken kim olursa olsun, bütün ülkücüler onun altında toplanmıyacaklar mı?
Fedakârlık: Her ülkücünün fedakâr olması gerektiğini söylemek bile
lüzumsuzdur. Kendini milletine adamış bir kimsenin her şeyini bu uğurda
feda etmesinden daha tabiî ne olabilir. Ancak gene de bu fedakârlığın, dere­
cesi üzerinde durmak isteriz. Ülkücünün fedakârlığı, hayatı dahil, bütün
maddi ve manevi varlığını milleti için harcamaktan ibaret değildir. Ülkücü,
verdiğinin ve yaptığının hiç bir zaman karşılığını istemeyen kimsedir. Ül­
kücü, şöhret, mevki ve menfaatle hiç bir ilgisi olmayan bir atsız kahramandır.
Asırlardır, savaşlarda verdiğimiz ve hiç birinin adını bilmediğimiz milyon­
larca Türk şehidi gibi. Ülkücülük, insanın bazı şahsî zevk, arzu ve alışkan­
lıklarını da terk etmesini gerektirir. Hem prensler gibi rahat yaşamak, hem
de ülkücü olmak mümkün değildir. Türk Milleti, söz ve yazıları ile milliyetçi
fakat yaşayış ve davranışları ile menfaat ve mevki düşkünü eyyamcılardan
çok çekmiştir. Onlar gibi, ülkücü geçinip de bunun hiç bir şartına uyma­
yanların aramızda yeri yoktur.
Fazilet ve dürüstlük : Dürüst ve faziletli olmayan insanlar hiç bir işte
uzun zaman başarı sağlayamazlar. Onun için uzak hedefti dâvaların sahip­
leri daima ahlâk ve faziletle mücehhez olmak zorundadırlar. Ülkücülerin de
5
NECMETTİN HACIEMİNOĞLU
Türk töresinin bütün esaslarına uymaları ve düşmanlarına karşı bile dürüst,
mert ve insanca davranmaları gerekir. Yalan, entirika, dedi-kodu, iftira ve
bozgunculuk gibi ahlâkî hastalıklardan bir tanesi dahi, büyük bir kitleyi da­
ğıtıp mahvetmeğe yeter. Düşmanlarımızı yenmek pahasına da olsa, ülkücü
böyle âdi yollara baş vurmamalıdır.
Bilgi ve çalışkanlık : Yaşadığımız çağda bilgi kadar değerli bir servet
yoktur. Her insana başarı kapılarını açan anahtar da bilgidir. Ülkücünün,
mesleği ne olursa olsun, önce o konuda sağlam ve geniş bilgi sahibi olması
gerekir. Çünki kendi mesleğinde başarılı olamayanların başka sahalarda da
fayda sağlamadıkları görülmüştür. Sonra da Türk tarihini, Türk töre ve kül­
türünü bilmek icab eder. Türkiye'nin bugünki meselelerini, bunların hal ça­
releri için sunulan reçeteleri ve dostu-clüşmanı öğrenmek de gene zaruridir.
Tabii bütün bunların temini ülkücünün çalışkan olmasına bağlıdır. Ülkücü bîr
karınca sabrı ve bir arı titizliği ile çalışmak zorundadır.
Bütün bunlardan başka, her ülkücü Türk soyunun ve töresinin mirasçısı
olarak, cesur, kahraman, şeref ve namusuna düşkün, alçak gönüllü, yardım
sever, merhametli ve vicdanlıdır. Dini inançları sağlam, mânevi yönü kuv­
vetli bir insandır.
Ülkücülerin vasıflarını sayıp döktük. Günümüzdeki bu meziyetlere sa­
hip insanları bulmak o kadar güç ki... Tarif ettiğimiz ülkücü tipi, okuyucu­
larımıza, geçmiş asırların evliyalarını (hatırlatacaktır. Ancak, bugün de, içi­
mizden, dün olduğu gibi büyük lider, başbuğ, komutan ve atsız kahraman­
lar çıkaramazsak, ayakta duramayız. İşte bu sebepledir ki, Türk Milleti'nin
bağrından binlerce ülkücü yetişmeğe başlamıştır. Bu ülkücüler, bin bir güç­
lüklere rağmen, Türk tarihinin her karanlık gecesinde parlayan atsız kahra­
manların birer eşidirler. Göktürk İmparatorluğu'nu kuranların, Roma'da at
oynatanların ve Anadolu'yu fethedenlerin hakiki torunları bunlardır. Bu du­
rum ve ülkücülerin bir çığ gibi Türk'ün bağrından kopup gelişi, tarihimizin
akışı içinde tabii bir neticedir. Türk tarihi, her sahada sayısız ülkücülerin
yetiştiği zengin bir hazinedir. Milletimiz asırlarca zaferden zafere ulaştıran
atsız kahramanlar, cihana hakim kılan hakanlar, ve nice fırtınalara rağmen
onun ayakta kalmasını sağlayan kültür, san'at ve gönül erbabı hep birer
ülkücü idiler. Türk Milleti »bağrından böyle sayısız ülkücüler yetiştirmeseydi, bugün varlıkları tarih kitaplarında sadece birer isimden ibaret kalan
topluluklar gibi, silinir giderdi.
Tarihimize baktığımız zaman görürüz ki, milletimizin hayatı yer yer
zirveleşen, yer yer düzlükler halinde devam eden ve bazı kısımlarında da
çöküntüler olan büyük bir dağ silsilesini andırıyor. Bu dağ silsilesi ince6
ÜLKÜCÜLER
lendiği zaman anlaşılır ki her zirveden sonra bir düzlük, her düzlükten
sonra da bir çöküntü gelmektedir. Çöküntünün hemen arkasından ise
tekrar bir zirve başlamaktadır. İşte her zirve millet içindeki ülkücü nisbetinin yüksek olduğunu, her çöküntü de bu nisbetin sıfıra yaklaştığını gös­
termektedir. Ama daima çöküntüyü yeni bir zirve takip etmektedir. Demek
ki çöküntü devirleri milletin bağrından hemen sayısız ülkücülerin çıkmasına
sebep olmaktadır. Onlar da yeniden zirvelere doğru
tırmanmaktadırlar.
Çöküntü anında kurtarıcı ülkücüler yetiştiremiyen topluluklar ise eriyip
gitmektedir.
Cemiyetimizin bugünle! durumuna bakarsak, bir dağ silsilesini andıran
tarihimizin çöküntü kısmında bulunduğumuzu fark ederiz. Bu, tabii, çok
üzücü bir haldir. Türk tarihini iyi bilmiyenleri ve milletimizi tanımayanları
ümitsizlikle kahredebilir. Fakat tarihimizin akışını bilenler için, bu çöküntü
yeni bir yükselişin, yeni bir zirvenin müjdecisidir. Nasıl «kul sıkılmayınca
Hızır yetişmez» ise, Türk Milleti de büyük bir sıkıntıya düşmeyince, ülkü­
cüler görülmemektedir. Bunun yakın tarihimizdeki örneği kurtuluş savaşı,
uzaktaki örneği de Göktürk devletinin kuruluş ve yükseliş hadisesidir. Son
örneği ise, bir çok resmi sorumlu ve vazifeli Türk Devleti'nin yıkılışına se­
yirci kalırken, binlerce ülkücü gencin millî bir iç güdü ile büyük tehlikeyi
sezip, hain düşmanların, karşısına dikilmesidir. Bu kükreyiş bize gösteriyor
ki, Türk Milleti binlerce ülkücünün omuzları üstünde yeni zirvelere doğru
yükselmektedir. •
YETİK OZAN
" A T M A C A
U Ç U R U M U "
şiirler
YAKINDA
«ÖZGÜRLÜKÇÜ DEMOKRASİ» TUTKUSU VE
SULANDIRILMIŞ MARKSİZM
DR. MUSTAFA E. ERKAL
Son zamanlarda, bilhassa bazı siyasiler ve bazı basın tarafından sık sık
ve ısrarlı olarak bir kavram üzerinde durulmaktadır. Günümüzde devamlı
olarak fikir hürriyetinden dem vurulmakta ve ülkemizde mevcut olmayan bir
baskı düzeni varmış gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Türkiye'yi tanımayan,
12 Mart öncesini ve sonrasını değerlendirecek bilgiden yoksun bir yabancı
gazeteci için meslekî sermaye teşkil eden bu özgürlük nöbeti. Türkiye'yi
dışarıda tanıtma görevini görevsizlik olarak değerlendiren bazı yetkililer sa­
yesinde bilhassa bazı Avrupa ülkelerinde etkili olmuştur. Bazı basındaki bu
özgürlük nöbetini sinyal kabul eden Avrupa Konseyi üyesi iki üç keşifçi mil­
letvekili, işi Türkiye hakkında tahkikat komisyonu kurdurmak için teklif ver­
me cüretine kadar vardıımışlardır.
8
ÖZGÜRLÜKÇÜ DEMOKRASİ
— DIŞA BAĞLI JURNALCİLİK —
Gerçekler demokratik rejimin var olduğu ülkelerde demokratik haklarla
ilgili çeşitli haber ve yorumlar yaşadığımız dünyada ilgi çekici konular ha­
line gelmiştir. Bunun birçok sebepleri vardır. Belli başlı sebeplerden biri
de, demokrasi ile idare edilen ülkelerdeki iç politika gelişmeleridir. Aslın­
da, 1970'Ierin dünyasında, birçok ülkede demokrasi kriz geçirmektedir. Par­
lamenter rejimler çeşitli iç ve dış sebeplerle sarsıntılar içinde bulunmakta­
dırlar. Nitekim, eskiden beri kaynayan bir kazan durumunda bulunan Güney
Amerika ülkelerinden Uruguay, Arjantin ve Brezilya gibi parlamenter rejimli
ülkelerin karşılaştığı meseleler oldukça zorludur. Diğer taraftan İtalya'da
uzun süre devam eden hükümet buhranları, huzursuzluk yaratan genel grev­
ler, Yunanistan'da 1967'den bu yana uygulanan cunta yönetimi, nihayet ge­
çenlerde yapılan Anayasa oylaması ve Devlet başkanı için yapılan halk oy­
laması, dünya kamu oyunun dikkatini ister istemez demokrasinin tatbik edil­
diği çeşitli ülkelerdeki iç gelişmelere çevirmiştir. Bu durumda doğru yan­
lış haber imalciliği yoluyla yapılan jurnalcilik, dış ülkelerde alıcı bulabil­
mekte ve alâka uyandırmaktadır. Nitekim, Türkiye'de bir kısım solcu basın
tarafından sıkıyönetim ile ve diğer konularla ilgili uydurma haberler dış
ülkelerde sosyal demokrat veya başka bir ifade ile sulandırılmış marksist
çevrelere aktarılmaktadır. Kısaca günümüzde bu jurnalcilik hastalığına fena
tutulmuş görünen dışa bağlı kiralık kalemler göze çarpmaktadır. Hatta bu
jurnalci kaynaklar sayesinde, Türkiye'ye demokrasi dersi vermeye kendileri­
ni uygun gören, aslında güdümlü demekrasinin bütün özelliklerini kendi
ülkelerinde gördüğümüz akıl hocaları ortaya çıkmıştır. Aslında gerek 12
Mart öncesinin gerek sonrasının olayları incelenirse, Türkiye'nin kimse­
den demokrasi dersi almaya ihtiyacı olmadığı gün gibi aşikârdır. Burada
bunları teker teker ortaya koyup da savunma ihtiyacı duyanlardan da deği­
liz. Ancak, bir iki örnek vermeden de geçemiyeceğiz.
12 Mart öncesinin gazete kolleksiyonları bir çok gerçeği ortaya koy­
maktadır. Geçen yıllarla birlikte geçen fakat hafızalardan
silinmiyecek
tesirler yapan, sosyal olaylar aydınlarımız üzerinde oldukça eğitici bir rol
de oynamıştır. Bu hiçbir şekilde inkâr edilemez.
Türkiye'yi bilmem kaçıncı defa kurtarmak! için bir cunta içinde yer
alan bir yazar 10 Haziran 1968 tarihli sütununda şöyle diyordu :
«...Millî Kurtuluş Savaşımızı ve Gazi Mustafa Kemâl'i iyice anlamak
için muhakkak 1917 olaylarını, Marks ve Lenin'i bilmeliyiz»
Başka bir ideolog özentisi yazar da bir dergide 9 Mart 1971 tarihli ya­
zısında da şunları yazıyordu :
«Gerilla güzel ve kahramanca bir şeydir. Halkın ve gençliğin en ce­
sur vatansever kesimleri, kırlarda ve şehirlerde silahlı savaşa başlıyor-
9
MUSTAFA E. ERKAL
lar. Türkiye'de de bugün gerilla başladıysa, bunun nedeni gençliğin ma­
cera ve gangesterlik hevesinden değildir.»
Bunlar yüzlerce örnekle çoğaltılabilir. Bu tip devrimsel (!) yazıları,
bildirileri ve nutukları bir an için bir tarafa bırakalım ve günümüzde öz­
gürlükçü demokrasi tutkusu içinde olanları tekzip eden bir kaç örnek
üzerinde duralım.
1973 Türkiyesinde demokrasinin
özgürlükçü yanını
fazla teferruata girmeden aradık, taradık ve yüzlercesi arasından iki mi­
sal bulduk.
11 Haziran 1973 günü günlük bir gazetede yazarın biri şunları yazıyor:
«Sol düşünceli örgütler, kişiler ezilmelidir ki, bu ülkede egemen olan kişiler, güçler rahat etsin, soluk alsın,, iş görsün! Her çağda bu böyle
olmuştur. İş işten geçtikten sonra... Türkiye'de bugün kemalist («k» harfi
küçük harfle yazılmış) devrimciler yenik düşmüş durumdadır, çağdaş so­
runlara eğilmek istiyen kafalar kırılmıştır, sol cephe ortadan kalkmıştır.»
Bir başka yazar da, günlük bir gazetede 27 Temmuz 1973 günü yakla­
şan seçimlerle ilgili olarak solun durumunu ve şansını ele alıyor ve şöyle
diyor :
«...Yani asıl kurtuluşu sosyalist partide bulabilecek insanları... Hele
sosyalizme uzun sürede yararlı olacak demokratik hakların kaybedilmesi
ya da kazanılması gibi bir durum varsa ortada, duygusal eğilimlerden dik­
katle kaçınmak gerekir... Sosyalist tercih günümüzün Akdeniz ve Türkiye
koşullarında öncelikle burjuva özgürlüklerinin kabul ettirildiği bir ortam­
da gelişebilir.»
Farzedelim k i , sosyalist tercih, sulandırılmış marksîst olan sosyal de­
mokrat özgürlükçülerin de katkısiyle ve burjuva özgürlüklerinin de kabul
ettirildiği bir ortamda gelişti ve hatta iktidar oldu. Böyle bir siyasi ortam­
da gelişen, ve de iktidar olan deneyler o ülkelere ne ölçüde bir iktisadi
büyüme getirmiş ve nasıl bir kültürel entegrasyon sağlamıştır? En son de­
ney olması bakımından Şili ve Ailende deneyi ortadadır. Sosyalist bir ma­
cera sonucu ülkenin ihracat geliri ortadan kalkmış, zarurî tüketim mal­
ları karneye bağlanmış ve Şili bugün iç savaşla karşı karşıya gelen bir
ülke durumuna girmiştir. Grevlere en son olarak ev kadınları ve şoförler de
katılmışlardır. Şili deneyinden çok ümitli olan bazı parti liderleri ve politi­
kacılar Allende'nin giydiği tipte kravatsız gömleklerle bugün seçim mey­
danlarımızı süslüyorlar. Ailende yönetiminin, sosyal demokrat ve komünist
işbirliğine rağmen bugün hangi noktaya geldiğini bizim mahallenin kasabı
ve bakkalı da bilmektedir.
DÜNYADA NELER OLUYOR?
Çağımızda öyle hızlı gelişmeler oluyor ve öyle olaylara şahit oluyoruz
ki, bütün bunlar çağ dışı bir ideolojinin, emperyalizmin ideolojisinin çökü10
ÖZGÜRLÜKÇÜ DEMOKRASİ
şünü belgeliyor. Tatbik kabiliyeti olmayan sadece ideolog özentisi tipleri
tatmin edebilen sulandırıla sulandırıla günümüzde sosyal demokrasi adlı
barışçı bir stratejiyi kabul eden marksizm, teori olarak hâlâ mevcut, fakat
pratikte yok..
Geçenlerde Amerika'yı ziyaret eden Brejnev Rusya'daki az gelişmiş
bölgelerin kalkınması için ve bilhassa işlenemiyen yer altı kaynaklan bakı­
mından zengin olan Sibirya'ya yabancı sermaye davet etmiştir. Washington'da Amerikan iş adamları ve sanayicileri ile yaptığı konuşmada, ülkesin­
de grev ve lokavt olmadığından, çalışma şartlarının düzenli olduğundan
bahsederek bol kazançlı işlere yatırım yapmalarını istemiştir. Rusya ile
Batı ülkeleri arasındaki ilişkiler gelişmeye devam etmektedir. Rusya bil­
hassa gelişmemiş bölgeleri için Amerikan ve İngiliz sermayesine kapılarını
açmıştır. Amerikan «First National City» Bankasının Moskova'da şube aç­
masının yanı sıra, «Bank of America» ile David Fockefeller'in başında bu­
lunduğu bîr bankalar grubu da şube açmak iznini almışlardır. Bunlardan
başka bir Fransız ve bir Alman bankası da Moskova'da şube açma izni al­
mışlardır. Ayrıca, musevi bankacı David Rockefeller Kızıl Çin başkentinde
yaptığı temaslar sonunda Çin bankası ile bîr anlaşma imzalamıştır. Çinlile­
rin Amerikadaki bloke paralarının 75 milyon dolara ulaştığı dış basında
yer alıyor.
Diğer taraftan özgürlükçü demokrasi edebiyatçılarının başlarını kaldı­
rıp dünyada olup bitenleri de görmekten, aciz oldukları anlaşılıyor. Geçen
ay Fransa'da meydana gelen olaylar sebebiyle Hükümet, Troçkist ve Fa­
şist eğilimli iki örgütü kapatmış ve bir siyasî lideri de tutuklamıştır. Faşist
«Yeni Düzen» örgütü ile Troçkist «Komünist Ligi» örgütleri kapatılmış, da
ha öncede bunların çeşitli faaliyetleri zor kullanılarak dağıtılmıştır. Fran­
sa'da tatbikat hürriyetlerin korunması amacını taşır. Almanya'da da aynı
işlem tatbik edilmekte ve anarşist örgütler kapatılmakta veya onlara zor
kullanılmaktadır. Bu gelişmeler bu ülkelerdeki «özgürlükçü demokrasi »yi
hiç de zedelemiş gözükmemektedir. Çünkü bilinen bir gerçek vardır ve o
da, kanunsuz davranışların adı suçtur, suçun karşılığı da cezadır.
ÖZGÜRLÜKÇÜ DEMOKRASİ TUTKUSU SOĞUK HARBİN BİR GEREĞİDİR
Bugün, Türkiye'de aşırı sol geniş cephe taktiği uygulamak istemekte­
dir. İşte «özgürlükçü demokrasi» ve «çoğulcu demokrasi» de onun can si­
midi olmaktadır. Öncelikle, asgari şartlar neyi gerektiriyorsa onu yapmayı
ve 12 Mart öncesinjn marksist potansiyelini eylem dışı fakat aktif bir şe­
kilde tutmak arzusundadırlar. Şimdilik gaye uzun sürede, yani ileride sos­
yalizme yararlı olacak çoğulcu bir politik zeminde, hissi eğilimlerden bu­
gün için kaçınmak ve sadece özgürlükçü kesilmektir. «Özgür insan» tipi
bunun için gereklidir. Özgürlükçü demokrasi tutkusunun özü budur. Bunun
11
MUSTAFA E. ERKAL
yanj sıra, geniş cepheye pek iltifak etmeyen bazı marksistlerin tek tek
veya küçük gruplar halinre yukarıda belirtmeye çalıştığımız stratejiye sa­
dık kalarak asgari şartları en iyi şekilde değerlendirmek isteyecekleri açık­
tır. Ülkemizde emperyalist şartlandırmanın ürünü olan sınıfçı marksistler
ülkemizi bugünkü politika şartlarına uygun bir soğuk harp içinde tut­
maktadırlar. Aynen 27 Mayıs sonrasmjn gelişmelerine uygun olarak... O
tarihde Yön dergisi ile meydana getirilen bu geniş cephe uygulaması, gi­
derek 12 Mart öncesinin iç savaş şartlarına ve sıcak harbe varmıştı.
Bugün için,, dünün ateşli komünistleri pembe bir renk almışlardır. 12
Mart öncesi olaylarını hazırlayan kuruluşlar yanında Sosyal Demokrasi Der­
neklerinin payı da inkâr edilemez. Üniversite, fabrika ve toprak işgallerini
halkın kurtuluşunun işaretleri olarak görenler, Adana'da topraksızlar kurul­
tayı ve Ege Tütün mitingleri tertipleyip Dev-Genç ile beraber formlar dü­
zenleyip bildiriler yayınlayanlar, sosyal demokrat-komünist iş birliğinin iha­
net belgelerini ortaya koymuşlardır. Tarihi gelişim incelenirse, sosyal
demokrasinin merksist ihtilâle uygun bir ortamı hazırlamakla görevli bir
hareket olduğunu görürüz. 1917 ihtilâlinden önce Rusya'daki sosyal de­
mokrasi tarih boyunca hazırladığı pişirdiği yemeği sofraya getirmiş fakat
yemeğin tadına bile bakmamıştır. Çünkü, artık o sofrada yeri yoktur. Sos­
yal demokrasi bugün ülkemizde bir kamuflaj vasıtasıdır; iyi bir Truva atı­
dır. Bu Truva atının yegâne silâhı da demagojidir.
Sosyal demokrasi, uygulandığı ülkelerde de, bugün pamuk ipliği ile
tutmaktadır. İsveç, Norveç ve Danimarka gibi ülkelerde seçim sonuçları
ile ilgili anketlerde ve nabız yoklamalarında sosyal demokrat partiler geri­
lemektedir. Danimarka'da geçen seçimlerde (1971) toplam oyların yüzde
37.3'ünü aldıkları halde, bu seçimlerde yüzde 10.4'lük bir düşüşle yüzde
26.9'unu alabilmişlerdir. Norveç işçi partisi 1969'da toplam oyların yüzde
46.5'ini aldığı halde, bu seçimlerde oran yüzde 39.3'e düşmüştür. Bu oran,
işçi partisinin iktidara geldiği 1934'den bu yana alınan en düşük orandır.
İsveç'de de 1970 seçimlerinden bu yana, son seçimlerde yüzde 4.5'Iik bir
oy kaybı vardır. Bundan üç sene önceye kadar aktif solcu olan gençler ara­
sında bugün sol düşünceye karşı çıkma, genel bir eğilimdir. Diğer ta-^
raftan Willy Brandt'ın Sosyal Demokrat Partisi'de zor durumdadır. 1972 se­
nesinde «doğuya açılma politikası» yüzünden, Hıristiyan Demokrat lideri
Barzel'i başbakan yapabilmek için, muhalefetteki Hıristiyan Demokrat Par­
ti tarafından, bir güvensizlik önergesi verilmiştir. Sonradan Doğu Almanya
hesabına ajanlık yaptığı anlaşılan eski hıristiyan demokrat milletvekili J.
Steinerin 50 bin mark karşılığı Brandt'a oy verdiği ve bu yüzden Brandt'ın
güven oyu alabildiği bir gerçektir. Diğer taraftan Avrupa basınında, Brandt'­
ın Nobel Barış Ödülünü rüşvetle aldığı iddiası oldukça benimsenmiştir.
12
ÖZGÜRLÜKÇÜ DEMOKRASİ
Bu örnekleri konuya açıklık getirebilmek için vermiş
bulunuyoruz.
Türkiye'de sosyal demokrasi veya demokratik sol görüşle ortaya çıkanla­
rın temel görüşleri, İsveç, Norveç gibi ülkelerdeki sistemle uzaktan ve ya­
kından bir alâkası yoktur. Nitekim, aşağıda vereceğimiz misallerde sosyal
demokrasinin Türkiye'deki anlaşılma şeklini göreceğiz. Yaklaşan seçimler­
de bir partinin merkez kontenjamndan milletvekili olacağı ileri sürülen bir
ilim adamı, bize, sosyal demokrasiyi açık ve seçik olarak izah etmektedir.
Söz konusu yazı 4 Şubat 1971 tarihli Ulus Gazetesinde ve umut dolu bir
ortamda kaleme alınmıştır. Yazar şöyle diyor:
«Demokratik sosyalizm yahut sosyal demokrasi de marksîzme dayan­
maktadır. Ancak, yine Marks'da da bazı belgeleri bulunabilecek tartışma­
larla yönler ve yöntemler ayrılmıştır. Diyalektik materyalist kurallardan
birisi de niceliksel artışların, belli bir süre sonra niteliksel bir değişikliğe
yol açacağıdır.
Bu açıdan bakılırsa, işçi sın.ıfınm ortaya çıkması, bunun büyümesi,
bir sınıf birikimi meydana getirmesi sonucunda işçi sınıfı iktidara gelecek­
tir. Şimdi bu iktidara gelme, demokratik yollar açıksa, demokratik yollar­
dan olur. Eğer, demokratik yollar açık değilse, bu bir patlama halinde olur,
bir ihtilâl halinde olur. Marks'ın kendi zamanında proleter ihtilâlini öne
sürdüğü zaman, Avrupa'da genel seçim yoktu, oy hakkı herkese tanınmış
değildi, Bugün, ise Türkiye'de demokratik hak ve hürriyetler 1961 Anaya­
sası ile teminata bağlanmıştır. Bu hak ve hürriyetleri emekçi sınıfın sonu­
na kadar kullanması... iktidara gelmesi mümkündür. Benim kanımca bunun
karşısında herhangi bir dış kuvvet de duramıyacaktır.»
İster emperyalizmin ideolojisi olan marksizm, ister onun günümüz­
deki barışçı ve sulandırılmış şekli olan sosyal demokrasi olsun, bugün Tür­
kiye'de Türk Milletinde temel bulan onun milliyetçi, ülkücü evlâtlarının
elindö bayraklaşan Türk Milliyetçiliği ülküsü ve milliyetçi hareket, millî
demokrasiyi ve onun ayrılmaz parçası olan iktisadî demokrasiyi gerçek­
leştirecek, milletle ters düşen batıcı ve sınıfçı marksist ideologlarını silip
geçecek ve milliyetçi düzeni gerçekleştirecektir. Tarihi sınıf kavgasından
ibaret sayan iç savaş özlemcileri, sınıflar ve tabakalar arasında tahtaperdeler veya demir parmaklıkların ebedî olmadığını anlıyacaklardır. o
GENÇ
BOZ K U R T L A R ,
«BOZKURT»
OKUYORLAR
PK. 151, Bakanlıklar, Ankara
13
DOÇ DR. TURAN YAZGAN
SOSYAL GÜVENLİK MESELEMİZ
T Ö R E ailesinin kıymetli yazarlarından, İstanbul Üniversitesi, tktisat Fa­
kültesi öğretim üyesi sayın DOÇ. DR. T U R A N YAZGAN'ın, Ankara'da topla­
nan «Sosyal Sigortalar Kurumu» Gene! Kurulunda, «Sosyal Güvenlik Mlseleleri» ilgili ilarak yaptığı konuşmayı, okuyucularımıza sunuyoruz.
Sayın Divan, Sayın yöneticiler, Sayın delegeler,
Ben huzurunuza ilk defa görevle çıkıyorum. Fakat bu konularda ça­
lışmaya başladığımdan beri de bu kongreleri ya fiilen veya zabıtlarını ve
raporlarını okumak suretiyle takibederim. Burada her zaman yapılan tek
şey vardır: Şikayet! Tabiî şikâyetler haksız değildir. Yalnız şikayetler
önemli değildir. Bütün mesele buradadır. Çünkü, sizler gibi eğer her mü­
essesenin mensupları, böyle bir yerde toplanıp şikayet etme imkânını
bulabilseler, belki sizlerden çok daha fazla şikayet edecekler; ve onların
şikâyeti çok daha acı olacak. Bunlar Türkiye'nin ana meseleleri içinde
gerçekten önemsiz görünmesi gereken dertlerdir. Bu dertler her yerde
vardır. Tapu dairesi bozuksa elbette Sosyal Sigortası da, Kuıumu da bo­
zuktur. Üniversitesi bozuksa elbette vergi dairesi de bozuktur. Hepsi bo­
zuktur.
Bu küçük bozuklukların, teferruat şeklindeki şikâyetlerin hiç şüphe­
siz ki esas sebebini, insan unsuru teşkil eder. İlgili ilgisiz, görevli görevsiz, herkes bu kusurların suçlusudur. Ve bunun çözümü de bir millî zih­
niyet meselesidir, gençlerimizi yetiştirme meselesidir. Menfaatlerini bir
tarafa itebilecek ve kendisini memlekete adayabilecek nesillerin yetiştiril­
mesi meselesidir. Bunu yapamadığımız içindir ki Japonya bizi geçdi, terkettiğimiz devletler bizi geçti, ve geçecektir. Çünkü onlar, memleketinin
menfaatini kendi menfaatinden daima üstün tutacak nesiller yetiştirdi.
Yoksa hiç bir zaman toprakları bizimkinden münbit değildi. Hiç bir zaman
insanları bizimkinden çalışkan değildi, madenleri bizimkinden bol değildi.
Hiç bir üstünlükleri yoktur. Ancak bu tip nesilleri yetiştirmişlerdir. Üstün­
lük buradadır. Bu sebeple ben bu şikâyetleri bir tarafa bırakıyorum. Bunun
çözümü uzun vadeli bir millî eğitim meselesi, bir millî ruh meselesidir. Bu­
rada asıl konuşulması gereken mesele hiç şüphesiz ki sosyal güvenlik mese­
lesidir.
14
SOSYAL GÜVENLİK
Çok muhterem delegeler, Türkiye'de yanJış anlaşılmış, anayasaya da
yanlış geçirilmiş kavramlardan birisi sosyal güvenlik kavramıdır. Bu sepeple Türkiye'de Sosyal Güvenlik Müesseseleri vardır, fakat sosyal güvenlik
yoktur. Sosyal güvenlik, günümüzde bir insan hakkıdır ve bir devlet görevi­
dir. Bu insan hakları evrensel beyannamesinde de böyledir. Bu Birleşmiş
Milletler anayasasında da böyiedir. Bu bütün milli anayasalarda da böyle­
dir. Ve bizim milli anayasamızda da böyledir.
Böyle olmakla beraber anayasalarda kayıtlı olan sosyal güvenliğin, bir
insan hakkı oluşu ve bir devlet görevi oluşu hükmü, fiilen özellikle Türkiye'­
de, hiç bir şekilde gerçekleşmemiştir. Sosyal Güvenlik eğer bir insan hakkıy'sa ve bu şekilde anayasaya geçirilmişse insanlar bir birinden ayırt edi­
lemez. Bu memlekette insan sadece memur, işçi ve esnaf mıdır? Hepsi
insandır. Ve sosyal güvenlik anayasada bir insan hakkıysa hepsinin hakkı
olmak gerek. Sosyal güvenlik bir devlet görevi ise bu görev devlet tarafın­
dan yürütülür, ve başkalarına devredilemez. Ama Türkiye'de başkalarına
devredilecek, başkalarının omuzuna yüklenecek tarzda müesseseler kurul­
muştur, ve devam etmektedir.
Sosyal güvenlik bir devlet görevi olunca ister istemez devletin mali gü­
cü ölçüsünde gerçekleştirilir. Fakat bu demek değildir ki, sadece teşkilâtlı,
sesi çıkan guruplara, hemde lüks seviyede verilir de diğer guruplara veril­
mez. Mademki insan hakkıdır, herkese verilir, ama belli bir çizgi içinde.
Türkiye'de sosyal güvenlik bir lükstür. Maalesef bu sebeple sosyal güven­
lik değildir. Çünkü dünyanın hiç bir yerinde kazancın yüzde yetmişi sosyal
güvenlik ödenekleri olarak veya aylıkları olarak ödenmez. Bu avrupa kodun­
da (ki çok yüksek bir standarttır) % 50 dir. Dünya ortalaması yüzde kırk'ı
geçmez. Türkiye,de ise % 70 dir.
Türkiye'de sosyal güvenlik bütün bu kavramların dışında ayrıca bir
sistem de değildir. Sosyal güvenlik ya Sosyal Sigorta ile yürütülür, ya ka­
mu sosyal güvenlik harcamalarıyla. Fakat bütün dünyada bu gün Sovyet
Bloku da dahil, Sosyal Güvenlik, esas itibariyle Sosyal Sigortalarla yü­
rütülmektedir. Onun teknik ve idari yönden bıraktığı boşlukları kamu sos­
yal güvenlik harcamaları tamamlamaktadır. Bizim evvela anayasamız bu
yönden bir hata işlemiştir. Sosyal Güvenliği sosyal sigortalar ve sosyal
yardımla yapmaya kalkışmıştır.
Sosyal Yardım, günümüzde sosyal güvenlikle uzak yakın hiç bir ala­
kası olmayan, bir müessesedir. Güvenlikte yardım yoktur, yani lütuf, ihsan,
vatandaşların vicdanî görevleri, dinî inançları yahut insanî davranışlar sos/al güvenlikte söz konusu olamaz. O halde anayasa bu bakımdan hatalı
boşlukları sosyal yardımlara terketmiştir. İşte bu yüzdendir ki Sosyal Sigor­
taların bıraktığı boşluklar, bugün ya köprü altlarında dilenmek veya sürün15
TURAN YAZGAN
mek zorunda olan aciz ihtiyarlar veya korunmaya muhtaç çocuklar çıkarmış­
tır ortaya ve bunlar maalesef, bilhassa korunmaya muhtaç çocuklar, korun­
ma kararı alındığı halde sıra beklemek gibi bir durumla karşı karşıya bıra­
kılmıştır bu memlekette. Bir korunmaya muhtaç çocuğun sıra beklemesi de­
mek, daha bir süre kendisine sıra gelinceye kadar şunun, bunun himmetine,
keyfine veya dilenciliğe terkedilmesi demektir. Bir tarafta bu var, diğer ta­
rafta sesi çıkan guruplar dünyanın en yüksek sosyal güvenlik hakkını elde
etmiş ve bu hakla da yetinmeyip mütemadiyen arttırma istikametinde ya­
rışıyorlar.
Türkiye'de sosyal güvenlik müesseselerinin bütün bozuklukları bir ta­
rafa evvela bu müesseseler iktisadî şartlarımıza da uygun müesseseler
değildirler. Bir kere Türkiye'de meselâ Sosyal Sigorta niteliğindeki mües­
sesemiz emeği pahalılaştırıcı, yani sermayeye nazaran nisbî maliye­
tini arttırıcı bir yolla finanse edilmektedir. Halbuki bu yol Türkiyenin bu
günkü iktisadî şartlarına taban tabana zıttır. Ve böyle bir finansman Avru­
pa da yapılıyor diye Türkiye'de de yapılırsa, iktisadî şartlarımıza aykırı
düşer, Millî menfaatlerimizi baltalar. İstihdamın ağır bir problem olduğu bir
ülkede primler ücret bordrosu üzerinden alınmaz.
Sonra Türkiye'de sosyal güvenlik müesseselerinin finansmanı, sana­
yileşmemiz gerektiği halde tüccarı koruyan, fakat sanayiciyi ezen bir sis­
temle yapılmaktadır. Meselâ, on milyon lira ciro yapıp para kazanan bir
tüccar iki kişi çalıştırıyorsa iki kişinin primini ödiyecektir. 10 milyon lira
ciro yapıp para kazanan bir sanayici belki bu işi bin kişi çalıştırarak yapa­
bilecektir. Ve bin kişinin primini ödemek zorundadır. Bu sistem, görül­
düğü gibi Türkiye'nin kendine çizdiği ideale de aykırıdır, yani sanayileşme
ilkesine de aykırıdır. Adeta adam çalıştırmayı cezalandırmaktadır.
Ayrıca Türkiye'deki, bu günkü sosyal güvenlik müesseseleri geliri,
tamamiyle tersine yeniden dağıtmaktadır. Bunun anlamı şudur: Hiç sos­
yal güvenliği olmayan nüfusumuzun büyük bir kısmı tükettiği mallar dolayısiyle, sosyal güvenlik primlerini, özellikle işverenin soryal güvenlik prim­
lerini, ödemektedirler. Böylece Türkiye'de lüks seviyede sosyal güvenliği
sağlanmış olan guruplar fakir zümrelerin, özellikle ziraat kesiminin, omuzuna basarak bu güvenliğe kavuşmuşlardır. Diğer taraftan Türkiye'deki
sosyal güvenlik müesseseleri gene bu günkü işleyişiyle tasarrufu da ta­
mamiyle baltalamaktadır. Dünyada hiç bir devlet milletine şunu söyle­
yemez: «Sen bir süre çalış, prim öde, sonra senin hayatta en yüksek ka­
zancın olan paranın hemen tamamını (çünkü vergi ve kesintileri çıkardık­
tan sonra yüzde yük demektir.) ben sana vereceğim. Binaanaleyh biriktir­
me, har vur, harman savur, ne istersen yap» Dünyada hiç bir devlet bu
şekilde bindiği dalı kesmez. Hele bizim gibi bir ülke, tassarufu teşvik et16
SOSYAL GÜVENLIK
mek zorunda olan bir ülke, bunu yapmaz, yapmamalıdır.
Türk sosyal güvenliği aynı zamanda soyal refah hizmetleriyle de bir
bütün teşkil etmesi gerekirken, bununla da hiç bir ilgisi olmayan müessese­
ler durumundadır. Dolayısiyle sosyal sigortanın idarî bakımından bırak­
tığı boşlukları bir tarafa bırakalım; yani halen kapsamına alamadığı çiftçi­
leri, vesaireyi. Ama teknik bakımdan bıraktığı boşluklar da büyük ölçüde
ortada bulunmaktadır Meselâ 1799 gün prim ödiyen bir malûl toptan öde­
me aldıktan sonra bunu eğer iki senede yiyip bitirirse, kimin himayesine
terkediliyor? Sosyal Yardımların! Türkiye'de sosyal yardımlar acaba 18.
asra kadar olduğu gibi işliyor mu? Zekât yerini buluyor mu? Fitre yerini
buluyor mu? Acaba cemiyetlerin yaptığı keyfî yardımlar tehlikeye uğra­
yan insana yönelmiş mi? Hiç değil! O halde kime terk ediyoruz? Sürün­
meye terkediyoruz.
Görülüyor ki sosyal sigortanın bıraktığı teknik boşluklar da tamamiyle
ortadadır ve gerçekten yüz karasıdır. Aynı şeyi yetim için söylemek çok
daha kolay; çünkü Sosyal Sigortaların gelir garantisi tanındığı yetim, eğer
14 yaşından küçükse kendi kendini geçindiremiyecektir ve bu yetim aile
muhitine en yakın bir muhite ihtiyaç duyar. Bu muhit Türkiye'de kurulma­
mıştır. Ve kurulmak için de sosyal yardımlara müracaat ediliyor. Bununla,
bu sağlanamaz. Mahallî idarelere verilmiş olan bu görevler ise hepinizin
gayet iyi bildiği gibi hiç bir şekilde gerektiğinin belki de 20 de biri kadar
bile yapılmamaktadır. Çünkü, hepimiz biliyoruz ki korunmaya muhtaç çocuk
sayısı 300 bin tahmin ediliyor, Korunmaya muhtaç aciz ihtiyar sayısı 100
binden fazla ve bunların çok büyük çoğunluğu tamamen zayıflamış olan
komşuluk ve hemen hemen ortadan kalkmış olan akrabalık duygusunun
keyfi himayesine terkedilmiş durumda. O halde, Türkiye'de sosyal güven­
lik müesseselerini müdafaa etmenin, yaşatmanın gereği var mıdır?
Hatta, gereğini bırakalım, imkânı varmıdır? Benim kanaatim odur ki
bu müesseseler muhakkak yıkılmalıdır. Reform değil, çünkü reform, iyi
kurulup sonradan bozulan şeyin düzeltilmesi demektir. Oysa bu müesse­
seler yanlış kurulmuştur. Türk milletinin iktisadî şartlarına, sosyal şart­
larına uygun değildir. Menfaatlerine aykırıdır.
O halde bu müessesleri yıkmak ve yepyeni bir milli sosyal sigorta
kurmak gerekir. Bu millî sigorta benim iktisadî şartlarıma uygun olur. Yani
tasarrufu baltalamaz, geliri tersine yeniden, dağıtmaz, temaruzu teşvik et­
mez, sahtekârlığı teşvik etmez ve tehlikeyi dikkate alır. Tehlikeye uğramıyana ödenek vermez. Yani 30 yaşında olana emekli aylığı bağlayamaz,
Tehlikenin olmadığı yerde sosyal güvenlik söz konusu olamaz.. Sosyal
güvenlik tarifi icabı, tehlikenin zararından kurtarıcı müessesedir. Yoksa
tehlikeye uğramıyan kimseye ödenek vermek, iane dağıtmaktır. Sosyal
17
TURAN YAZGAN
güvenlikle iane arasında ise hiçbir münâsebet yoktur.
Bu millî sigorta, herkese insan haysiyetine yaraşır bir sosyal güven­
lik sağlar. Yani tehlikeye uğrayan herkes bilir ki devlet kendisine belirli
bir seviyede, (işte gücü orada söz konusudur), gücü seviyesinde onu tehli­
kenin zararlarından kurtarır. Bu kurtarma gelir için gerçekten asgari olma­
lıdır, devletin gücü ile orantılı olmalıdır. Ama sağlık için, azami olmalıdır.
Bu millî sigorta, insanları birbirinden ayırt etmemelidir. Memur teh­
likeye uğradığı zaman başka türlü ıztırap çekmez, Reisicumhur da başka
türlü ıstırap çekmez, işçi de... Ve hepsi aynı şekilde kurtarılmak icabeder;
Aynı ölçülerle ve aynı şekilde. Bu müessese, teknik ve idarî bakımdan
mümkün olan azami genişliğe ulaştırılır. Ama muhakkak bir boşluk bıraka­
caktır. Çünkü teknik müessesedir, teknik müessese olması millî menfaa­
timize uygundur. Bu şekilde tasarruf yaratır, mecburi tasarruf müessesesi
olarak rol oynar ve bu da bizim yatırım gücümüzü arttırır. Onun için zaten
yatırım gücü fazla ülkeler bile sosyal sigortayı tercih ederler.
Fakat bu müessesenin teknik ve idarî bakımlardan bıraktığı boşlukları
kamu sosyal güvenlik harcamaları tamamlar. Bu harcamalar bütçeden ay­
rılır ve yalnız bunun bıraktığı boşluklara yönelir ve her ikisi de tek bir
idare altında yönetilir.hiç kimseyi açıkta bırakmaz. Fakat insan haysiyetine
yaraşır ve millî ekonominin mümkün kılabildiği seviyenin de üstüne çık­
maksızın, tehlikeye uğrayan herkes (tehlike deyince hastalık, analık, kaza,
ihtiyarlık, maluliyet ölüm... gibi hadiselerle çalışma gücünün ve kazancın
geçici veya sürekli olarak ortadan, kalkmasını kastediyoruz.) tehlikenin za­
rarlarından DEVUET'çe kurtarılacağını bilir.
Peki, bunun üstü ne olacak? Bunun üstü için vatandaşlar serbest­
tir. Bilirler ki devlet kendisini belli seviyede koruyacak ve her insan da
bilir ki ne kadar tedbir alınırsa alınsın muhakkak tehlike başına gelecek­
tir. Bazıları muhakkak, bazıları da muhtemelen gelebilir. Ben tehlikeye uğramıyacağım diyebilen insan yoktur, olamaz. Bu kadar mücadeleye rağ­
men yoktur. Yani dünya kurulduğundan, beri devletin, bütün hareketleri,
fertlerin ve gurupların bütün hareketleri tehlikeleri ortadan kaldırmaya yö­
neldiği halde hiç bir tehlike ortadan kalkmamıştır, kalkmaz da. Zaten dün­
yanın tadı da buradadır. O halde, herkes tehlikeye uğrayacağına göre ve
tehlikeye uğradığı zaman devlet kendisine belli bir seviyede sosyal güven­
lik sağlıyacağına göre, şimdiden bunun üstüne çıkmanın yolunu kendisi
yahut guruplar veya teşkilâtları yoluyla serbestçe arayabilir, bulabilir.
İster hisse senedi alır, ister apartman alır, ister İYAK kurar, ister MEYAK
kurar, ister OYAK kurar ve bunun için de dilediği gibi mücadele eder. Ama
bu kurumlar batarsa kendi zararınadır. Devletin o kurumlara garantisi yok­
tur, olamaz. O, herkesin devletin sağlandığının üstüne çıkmak üzere kur18
SOSYAL GÜVENLIK
duğu bir müessesedir. Diledikleri gibi orada mücadele edebilirler ve et­
melidirler de. Bu mücadele millî ekonominin de itici gücünün, teşkil eder.
Bu güce de ihtiyaç vardır. Sosyalist ekonomilerden farklı olarak bu gücü
muhakkak muhafaza etmek gerekir. Çünkü bu güç, aynı zamanda ferde,
fert olma imkânını verir, Ferde ferd olarak değer verme imkânını verir.
Görülüyor ki Türk sosyal güvenliğinin ne tek tek müesseselerini, ne
müesseseler itibariyle mevcut olan sistemini müdafaa etmek mümkün
değildir. Muhafaza etmek ise tamamen yanlıştır. O halde ne yapılabilir?
Yapılacak bütün bu müesseselere en, fazla on yıllık hayat hakkı tanımak.
On yıl sonra bu müesseselerin topyekûn ortadan kalkmasını sağlamak ve
ve şimdiden de Türk Millî Sosyal Sigortasını kurmaktır. Bu takdirde;
On yıla kadar emekli olacaklar bu günkü mevzuata göre haklarını ala­
caklardır. (Gerçi o hakların da müktesep olduğu iddia edilemez ama di­
yelim ki hukuk böyle kabul ediyor, ben hukukçu değilim.) On yılı bir gün
geçtikten sonra emekli olacaklar ise şunu bilecektir: Bu devlet bana be­
lirli bir seviyede sosyal güvenlik sağlıyor, o halde ben şimdiden bunun
üstüne çıkmanın yollarını arayayım. İYAK't kurdurayım, MEYAK için de
iyi çalışayım, hisse senedi alayım, tasarruf edeyim, mücadele edeyim,
daha çok çalışayım. Bunu bilecektir. Ve o zaman hiç kimsenin kimseye
söyleyebileceği birşey yoktur. Çünkü onun içinde yapacağımız yarış ken­
di yarışımızdır; ister batırır ister çıkarırız. Bugünkü S. Sigorta içinde yapa­
cağımız yarış ise bizi değil, işvereni değil, işçiyi değil, Türk milletini ilgilen­
diriyor. Siz zannediyor musunuz ki primleri kendiniz ödüyorsunuz ücreti­
nizden kesildi diye veya işveren ödedi diye? Bu primleri millet ödüyor,
yani maliyetler yoluyla millete ödettiriliyor. Ve üstelik bu milletin büyük
bir kesiminin omuzıma basılarak size güvenlik sağlanmış ve onları hiç dü­
şünen yok. Çünkü teşkilâtlı değiller, çünkü sesleri çıkmıyor. Çünkü gurup­
lar menfaat yarışı yapıyor.
Millî menfaatin yarışını yapmamız gerekirken, etrafımız bütün kalkı­
nan ülkelerle doluyken, bir Türkiye'de gurup menfaatinin yarışını yapıyo­
ruz. Ve bunu çok kötü şekilde, maalesef, gerçekten millî menfaatları çiğ­
neyerek yapıyoruz.
Bu müesseselerin yıkılması zor mudur? Hep bu sorulur. Hepiniz ga­
yet iyi biliyorsunuz ki Anayasa Mahkemesi bir karar verdi ve borçlanmayla
ilgili hükmü iptal etti. İptalin gerekçesi şudur : Anayasada eşitlik
ilkesi vardır, memur son ücreti üzerinden borçlanırken işçi ilk ilk ücreti
üzerinden borçlanamaz. Bu eşitliğe aykıdırdır. Peki başka eşit olmayan
birşey yok mu memurla işçi arasında? Ben size hemen birkaç tane söy­
leyeyim; Memurun kızı işçinin kızından farklı mıdır? (*) Memurun kızı 18
(*)
Bu konuşmanın yapılışından bir hafta sonra neşredilen bir kanunla bu fark ortadan
kaldırılmıştır.
19
TURAN YAZGAN
yaşını geçince evlenemediği sürece çocuktur da işçinin kızı niye çocuk­
luktan çıkıyor? Eşitlik mi bu? Yahut memurun sosyal güvenliği, uzun vadeli
tehlikelere karşı, % 22 primle karşılanıyor da işçininki niye % 13 le karşı­
lanıyor? Eşitlik midir bu? Daha yüzlercesini sayarım size.
O halde herhangi bir parti eşitlik ilkesine dayanarak gerçekten bu
sigorta kurumlarının hepsini birden iptal ettirebilir. Ve ettirmelidir. Bun*
lara tanınsa tanınsa kalkınan Türkiye'de kalkınması zaruri olan Türkiye
de on yıllık hayat hakkı tanınmalıdır. On yılı bir gün geçerse gerçekten
bu Türk milletine yazık olur demektir.
Sosyal güvenlik tehlikesine uğramanın ikinci olarak ortaya çıkardığı
zarar çalışma gücünün kaybıdır. Yani sağlığın ortadan kalkmasıdır ve sos­
yal güvenlik demek, sağlık garantisini azami olarak sağlamak demektir.
Bugün Türkiye'de yapılamayan birşey de budur. Hep hastanelerden şi­
kâyet ediliyor. Peki siz şikâyet edebiliyorsunuz da köyden derdine derman
bulmak üzere çiftini çubuğunu bırakıp gelen köylü ne yapsın İstanbul'da?
O kime şikâyet ediyor?
O halde sağlık garantisi bu millete azami derecede ve bütün va­
tana yaygın olarak verilmek zorundadır. Bu ise Sosyal Sigorta ile olmaz.
Bu, olsa, olsa millî sağlık hizmeti ile olur. Bu hizmet bir plân dahilinde
gerçekten bütün illere eşit şekilde, ihtiyaca göre dağıtılmalı ve devletçe
finanse edilmelidir. Böyle bir hizmet Türkiye'ye, bugünkünden daha ucu­
za mal olabilir. Çünkü Türkiye, bugün belediye olarak sağlık hizmeti yapıyor,
üniversite olarak sağlık hizmeti yapıyor, Millî Savunma olarak sağlık hizmeti
yapıyor, Millî Eğitim olarak sağlık hizmeti yapıyor, Sosyal
Sigorta
olarak yapıyor, Sağlık Bakanlığı olarak yapıyor. Bu israftır, başka hiçbir
şey değil, isterseniz istatistiklere bakın; Türkiye'de Sosyal Sigortaların
boş yatak kapasitesi şu anda bile vardır. Niye?
Milli Sağlık hizmeti de muhakak kurulmalı ve top yekûn bütün mil­
lete eşit şekilde dağıtılmalıdır. Bütün bu söylediklerim, millî sosyal sigor­
ta, kamu sosyal güvenlik harcamaları ve millî sağlık hizmeti teşkilâtı acaba
bu memlekete ilâve bir külfet midir? şimdi bu sorunun cevabını da araş­
tıralım. Hükümetler, plâncılar daima bunu iddia etmişlerdir: Türkiye'nin
gücü bu kadar, Şurası hiç şüphesizdir ki dünya da hiç bir millet tehlikeye
uğrayan insanını sokağa atmaz. Kendi haline bırakmaz. Devlet korumuyorra eğer, vatandaş bizzat kendisi onu korumaktadır. Yalnız bu korumada
bir fark vardır. Benim dul kardeşim iyi korunursa, Mehmedinki zavallı
Mehmet ile beraber güçlük çeker. Buradaki felâket buradadır. Yoksa hiç
kimse sokakta ve açıkta, elbette, değildir. Elbette şurada burada şu veya
bu şekilde mevcut sosyal yardım müesseselerinin himayesine girmiştir.
En kötüsüyle dilenciliğin himâyesindedir. Bu şunu ifade eder; Bugün Tür20
SOSYAL GÜVENLIK
kiye, devletin dışında, vatandaş olarak bir sosyal güvenlik yükü çekmek­
tedir. Bu yüke katlanmaktadır.
Ama bu yük, bizatihi yüklenen fertler ile
eşitsizdir. Onu bir tarafa bırakalım. Fakat faydalananlar bakımından eşit­
sizlik gerçekten acıdır. Çünkü bu eşitsizlik dediğim
gibi mahkeme kararı
verildiği halde korunmaya muhtaç bir çocuğu sırada bekle diye köprü al­
tına terkettirecek kadar bir eşitsizliktir. Bu yük devletin üstüne geçtiği za­
man, fert olarak bu yüke katlananlar bir vergi potansiyeli içine düşecektir.
Bizatihi benim-ben çünkü çocuklarımın
dışında anama ve dul kardeşime
de bakmak zorundayım - yükümü aldıkları zaman bende bir vergi potansi­
yeli vardır. Bunu Sosyal Güvenlik Vergisi olarak, benden tahsil etmek dev­
letin vazifesidir ve hakkıdır. Ve işte bu yükler toplandığı zaman pek âlâ
eşit dağıtılabilir. Ve ancak o zaman herkes insan haysiyetine yaraşır bir
asgariye kavuşabilir. Ve bu asgari, Türk milletine, daha doğrusu Türk eko­
nomisine, tek kuruşluk ilâve külfet yüklenmez. Ancak bazılarının yükünü
arttırır, bazılarını da kurtarır. Böylece de devlet dediğimiz müessese doğar.
Devlete Türkler baba der. Çünkü eşit davranır, koruyucudur, kurtarıcıdır.
Devletin varlığı gerçekten sosyal güvenliğin belirli bir seviye için herkese
eşit dağıtılmasına bağlıdır.
Ayrıca millî bütünlük de böylece sağlanabilir. Guruplara ayrı ayrı kenr
di keyifleri, kendi meclisteki güçleri ölçüsünde sosyal güvenlik sağladığı­
nız zaman bu, millî bütünlük değildir. Bu parçalamadan ibarettir. Fakat
herkese eşitlik sağlandıktan sonra kendi aralarında ve kendi içlerinde ya­
rışa sevkederseniz millî bütünlük tam olarak sağlanmıştır; fertler de bütün
şahsiyetlerini kullanabilme imkânına sahip olurlar.
Benim söyliyeceklerim bunlar. Burada şunu belirtmek isterim ki ben
taraf değilim. Ne işçiyim, ne işveren, ne hükümet. Ben inandığım, bildi­
ğim şeyi millî menfaat çizgisinde söyleyen adamım. Her yerde bunları
söyledim. Her yerde de söyleyeceğim. Hiç bir bağlılığım yoktur. Konuş­
malarımı lütfen buna göre değerlendirin. Ve şunu tekrar edeyim ki, Türt
/e bu günden bu kararı almazsa bu konuda gerçekten çok gecikmiş olacak­
tır. Sosyal güvenlikle ilgili bir konu açılınca benim 15 dakika ile 20 da­
kika ilâ susmam mümkün değildir. Çünkü benim ihtisasım dır. Ama burası
bir kongredir.
Çok özet olarak fikirlerimi söyleme imkânı verdiğiniz için, divana ve
hepinize teşekkür ederim. •
21
22
U M U T
Akça sakalımdan, akça saçımdan
Kut bulup yaşıma eresi balam!
Ben göremem, öyle geçen içimden;
Azatlık gününü göresi balam!
Son gülü kopardı güz toprağımdan,
Kanmadı o kanlı göz toprağımdan,
El için sürdüğüm öz toprağımdan
Gün ola elleri süresi balam!
Ben en yaşlı çınar, sen en genç söğüt,
Sana vereceğim anca bir öğüt:
Kırıl da eğilme, yiğit ol yiğit;
Böyledir Türklüğün töresi, balam!
Başın börklenende, kayguya dalma,
Aç, susuz kal; ama umutsuz kalma,
Büyüdükçe dalda şu kızıl elma
Büyüsün ülkünün yöresi, balam!
YETİK OZAN
MİLLt ENDÜSTRİ POLİTİKASI
YÜK. MÜH. SİNASİ GÜÇERİ
Giriş :
Yakın zamanlara kadar Türkiye'nin bir tarım ülkesi olduğu ve ekonomik
kalkınmanın bu yoldan gerçekleşeceği sanılıyordu. Olaylar «Tarım Ülkesi»
ile «Geri Kalmış Ülke» deyimlerinin aynı anlama geldiğini katı gerçekle­
riyle ortaya koyduktan sonra, memleketimizin de endüstrileşmesine ihti­
yaç olduğu görüşü taraftar bulmaya başladı. Ancak, bunun nasıl olacağı
hususunda isabetli bir politikanın takip edilmiş olduğunu iddia etmek
güçtür.
Cumhuriyet tarihinin ilk beş yıllık kalkınma plânında, bazı tüketim
maddelerini üreten 20 kadar fabrikanın kurulması ile işe başlanmıştır.
Daha sonra 2. beş yıllık plân, Atatürk'ün hayattan ayrılışı ve 2. Dünya
Savaşı'-mn patlaması yüzünden uygulanamamıştır. Bu plânda, çoğu te­
mel endüstri sayılan, 100'e yakın fabrikanın öngörüldüğü bilinmektedir.
2. Dünya Savaşı'ndan sonra memleketimizde sanayileşme çabaları
hızlanmış ve tüketim maddesi üreten fabrikaların genişletilmesine ve
çoğaltılmasına önem verilmiştir.
Ancak bütün bu gelişmeler, Türkiye'nin Sosya-ekonomik kalkınma
meselelerini çözmeye yeterli olamamıştır.
Çok kimse endüstrimizin gelişmesi için henüz kâfi zamanın geçme­
diği kanaatindedir. Oysa Cumhuriyetimiz yarım yüzyılı doldurmuştur.
Bu süre, Japonya'nın orta çağ şartlarından sıyrılarak modern bir sa­
nayi ülkesi haline gelmesi, Almanya'nın iki cihan harbi çıkararak, ikisin­
de de yenildikten sonra Avrupa'nın tekrar en güçlü ve müraffeh ülkeleri
arasında yer alması için yetmiş ve artmıştır.
İşte bu durum, (memleketimizde uygulanagelen endüstri politikası­
nın millî karekteri olup olmadığı hususunda haklı olarak şüphe uyandır­
maktadır. Ancak bu konuda bir yargıya varabilmek için «Millî Endüstri
Politikası» deyiminin anlamını açıklığa kavuşturmak gerekir.
Bu yazının amacı bu açıklığı sağlamağa çalışmaktadır.
24
MİLLÎ ENDÜSTRİ
Endüstrinin Doğuşu :
İngiltere'de 1767 tarihlerinde James Hargreaves adındaki dokumacı­
nın pamuk ipliğini bükmek için icat ettiği makina, daha sonra Endüstri
Devrimi olarak tanımlanan seri olayların başlangıcını teşkil etmiştir.
18. yüzyılın 2. yarısında gelişen bu olayların özelliği, tüketim malları
üreten çeşitli araçların yapılmış olması ve bunların tabiî kaynaklardan
elde edilen enerji ile işletilmesidir.
Genel olarak «Makina» adı verilen bu araçlar, o zamana kadar insan­
oğlunun bedenî gücü ile sınırlanmış bulunan üretim faaliyetlerinin kor­
kunç bir hızla genişlemesine yol açmış, bunun neticesi olarak önce Avru­
pa'da, daha sonra bütün dünya'da
sosyo-ekonomik yapı
değişmeleri
birbirini kovalamıştır.
Değişikliklerin en göze çarpan tarafı, tarıma dayanan feodal düzenin
çökmesi ve onun yerini büyük sermayeli endüstri kuruluşlarının yarattığı
kapitalist düzenin almasıdır.
Olayların başlangıç noktasına dönecek olursak, bütün bu değişikliklere
üretim aracı yapımında ve onların tabiî enerji kaynaklarından elde edilen
enerji ile tahrikinde sağlanan ilmî ve teknolojik başarıların sebep olduğu­
nu görürüz.
İlk olarak İngiltere'de başlayan sanayileşme hareketleri 1830 tarihle­
rinde Belçika ve Fransa'ya sıçramıştır. Almanya'da ise sanayileşme faa­
liyetlerinin başlangıcı 1850'lere rastlar. Kuzey Amerika'nın iç harpleri, bu
ülkede de sanayiin gelişmesini kamçılamıştır. Daha sonra Rusya ile Ja­
ponya sanayileşen ülkeler arasına katılmışlardır.
Endüstrinin
sosyo-ekonomik plânda dünyayı son derece etkileyen
olaylara sebep oluşu, tarım üretim sektörünün yanında, ondan defalarca
güçlü, yeni bir üretim sektörü yaratmış olmasıdır.
Endüstrinin gelişmesi milletleri iki kategoriye bölmüştür. Birinci ka­
tegoride, ileri sanayi ülkeleri bulunmaktadır.
Bunlar:
ir
Üretim aracı yapabilen,
it
İlmî ve teknolojik araştırmalarla bu araçları sürekli olarak geliştirebiien,
it
Kendi üretimlerini kendi tercihlerine göre genişletip, ekonomile­
rini tam istihdam noktası etrafında dengede tutabilen,
ir
Başka ülkelerin üretim aracı ihtiyacını da karşılıyarak dünya üre­
tim politikasının kilit mekanizmalarını kontrolları altına afabilen,
ir Ve nihayet güçlü bir harp sanayiine sahip olduklarından dolayı
uluslararası politika sahnesinde söz hakları ağır basan,
ülkelerdir.
25
ŞÎNASI GÜÇERÎ
Ekonomisi gelişmemiş veya gelişme halinde sayılan ikinci kategori­
deki ülkelerin ortak özelliği ise şöyle özetlenebilir:,
it
Üretim aracı yapamadıklarından ve ihtiyaç duyduklarını satın
alacak kadar yabancı paraları da olmadığından, üretim meseleleri
çözümlenememektedir.
İt
Üretim yetersizliğine bağlı olarak ihracatları da gelişemediğin­
den yabancı para gelirleri artmamakta, dolayısiyle, üretim aracı
temiai imkânları genişleyememektedir.
İt
İlkel bir tarıma dayanan ekonomik yapılarını ayakta tutabilmek
için yabancı kaynaklardan temin ettikleri yardımlar, bir yandan
dış ödemeler dengesinin aleyhdeki bozukluğunu devam ettirirken
öte yandan istihdam darlığı sosyal bunalımlara sebep olmaktadır.
it
En mühim bir sermaye unsuru, Know-How'dan mahrum bulunduk­
ları için kendilerini bu çıkmazdan kurtarabilecek etkili bir yola,
yani sermaye malları endüstrisini kurma yoluna gidememektedirler. Dış yardım kaynakları tüketimi arttırıcı yöndeki yardımlar için
cömert davrandığı halde, üretim aracı ve yatırım malı sanayiini
kurmaları hususunda onlara yardımcı olmaktan uzak durmaktadır.
it
Savaş endüstrileri olmadığı için dünya siyaset alanında etkili ve
bağımsız bir unsur olmak niteliğini gitgide yitirmektedirler.
Bu sebeple, ileri sanayi ülkelerine yetişme meselesi, geri kalmış top­
lumların kafasını kurcalayan en hayatî konulardan biri haline gelmiş ve her
ülke kendi millî çıkarlarına en, uygun olabilecek bir endüstri politikasını
tayin etmek ihtiyacını duymağa başlamıştır.
Millî Endüstri Politikası
Ve Millî Endüstri:
Basit bir tarifle yetindiğimiz takdirde, Endüstri Politikası, kurulacak
endüstri dalları arasında bir öncelik sırasının tesbiti şeklinde ifade olu­
nabilir. Fakat millî karekterde bir politikadan bahsedildiği zaman,, bu önce­
liğin sadece «sırası» değil ve fakat bu sıranın seçiminde hareket noktası
olarak kabul edilen kriterleri de içine alan bir fikir ve düşünce sistemi
hatıra gelmelidir.
O halde millî endüstri politikasını alelade bir politika dan ayıracak
olan olay nedir?
Bu sorunun cevabını milletin, kendi varlığını koruyabilmek için katlan­
makta olduğu sürekli mücadelenin içinde aramak icab eder.
«Yaşama Savaşı» denilen bu olayın biçim ve şartları ne kadar değişik
olursa olsun, işin iç yüzü, milletler topluluğu içinde güçlü ve bağımsız bir
devlet haysiyetiyle yaşamak amacından ibarettir.
Şu halde bir endüstri politikasının «millî» karekterde olabilmesi,
26
MİLLÎ ENDÜSTRİ
cemiyetin, kutsal yaşama savaşını desteklemesi ve onu bu savaşta yenik ya­
da bağımlı duruma düşürmeyecek bir nitelik taşımasıyla mümkündür.
Fakat böyle bir politikanın kriterleri hakkında bir tahlil ve araştırmaya
geçmeden önce, «Millî Endüstri»» kavramının da bir açıklığa kavuşturulma­
sını zorunlu görmekteyiz.
Bir «Aksiyon»» un mülî olmak karekterini, o aksiyonu yaratan kuvvet­
lerin cemiyet içinden doğmuş olması ve sadece cemiyetin tercihleriyle ha­
rekete geçebilmesi imkanı tayin eder.
Meselâ : Bir ülke, endüstriyel varlığını cemiyetin yaratıcı gücü sa­
yesinde ve elindeki kaynakları kendi amaç ve tercihlerine göre kullana­
rak, her zaman ve en zor şartlar altında yeniden meydana getirebilecek
durumda ise, bu takdirde o endüstrinin millî nitelik taşıdığından şüphe
edilemez.
Bu açıdan bakıldığında, Millî Endüstri Politikası, milli bir endüstri teş­
kilâtı yaratmak amacını güden politika demek olur.
Millî endüstri politikasının planlanmasında ve yürütülmesinde göz
önünde bulundurulacak kriterleri, ana çizgileriyle şöy!e özetlemek müm­
kündür.' Bu politika :
İt
Ülkedeki üretim faaliyetlerinin gelişmesini, yabancı kaynakla­
rın yardım ve desteğine bağlı kalmaktan kurtarmalı, diğer bir de­
yimle, tabiî kaynakların işlenmesinde, milletin kendi çıkarına
göre yapacağı tercihler üzerine yabancı güçlerin bir kontrol te­
sis etmesine fırsat vermemelidir.
İt
Ekonomiyi, üretimde mümkün olan en yüksek katma değer oran­
larına ulaşmayı sağlayacak bir entegrasyon yönünde büyütmeli
ve olgunlaştırmalıdır.
İt
Cemiyetin istihdam meselelerine geniş çözüm yolları açabilmelidir.
it Millî paranın değerini ve dış ödemeler dengesini korumaya ye­
terli olmalıdır.
it Yurt savunmasının ve güvenliğinin gerektirdiği araç ve gereçle­
rin elde edilmesi imkânını sağlamalı ve cemiyeti, lüzumu halin^
de bu husustaki imkânlarını genişletmek gücün«e sahip kılmalıdır.
it
Bilim ve teknolojide çağdaş uygarlığın seviyesine erişebilmesi
için cemiyet bünyesi içinde bulunması gereken beyin kadroların
yetişmesini sağlamalı ve milletler arası bilim ve teknoloji yarış­
larına katılmaktan cemiyeti alakoyan engelleri yok etmelidir.
Millî Endüstri Politikasını
Gerçekleştiren Faktörler
Bir ülkenin endüstri politikasına, yukarıda açıklanmış olan kriterlerle
tayin edilen millî karekterin verilebilmesinin pratik yolu nedir? İleri sana27
ŞÎNASI GÜÇERl
yi ülkelerinin verdiği örneklere göre bu yol, millî ekonominin çatı ve is­
keletini vücuda getiren bütün müessese ve mekanizmaların, Endüstri Dev­
rimini gerçekleştirme yönünde işlemelerini sağlamaktan ibarettir.
Yazımızın başında da açıkladığımız gibi, Endüstri Devrimi, üretim ara­
cı yapımında kaydedilen hamle ve gelişmelerin bütününü kapsayan bir
olaydır. O halde bir endüstri politikasını millî olmak niteliğinin en koskin
belirtisini, cemiyetin ihtiyaç duyduğu sermaye mallarını bizzat yapmak hu­
susunda gerçekleştirilmesini ön gördüğü aşamalar teşkil eder.
Bu düşüncenin dayandığı müsbet temel üretim amacı ile üretim faa­
liyetleri arasındaki fizik bağlantıdır.
Zira çok karmaşık bir vetire olan «Cemiyet Kalkınması» da, başta
nüfus ve ona bağlı diğer faktörler olmak üzere, hemen hemen bütün ihti­
yaçların eksporansiyel bir kanuna göre gelişmekte olduğu elle tutulan, göz­
le görülen bir gerçektir.
Bu, aslında eşyan.ın tabiatına uygun bir hadisedir. Ve böyle olduğu için­
dir ki kalkınmış bütün ülkelerde takip edilmekte olan millî endüstri politi­
kasında üretim aracı ve yatırım malları imal edilen ağır sanayi dallarına
hayatî bir öncelik tanımaktadır. Çünkü, ihtiyaçlara tabî olarak, üretimin
de eksponansiyel biçimde arttırılması mecburiyeti üretim aracı ihtiyacını da
aynı şekilde genişletmektedir.
Üretim aracıyla üretim faaliyetlerinin, arasındaki fizik bağlantı, eko­
nomisi gelişmiş ülkelerdeki sanayiin neden iki kompartıman halinde kurul­
muş olduğunun sebebini izaha kâfidir. Bu kompartımanların birinde tüke­
tim maddesi üreten sanayi dalları, diğerinde ise yatırım malı ve üretim
aracı üreten sanayi dalları toplanmıştır. Bu gerçek, çağdaş anlamda ileri
bir ekonomiye sahip olmanın temel postülâsıdır. Bu itibarla, bir ülkenin
makina ve teçhizat şeklindeki sermaye malı ihtiyaçlarını millî kaynakların­
dan sağlamak tedbirlerini ön plânda tutmamış olan bir endüstri politika­
sında millîlik niteliğini aramak beyhudedir.
Çünkü böyle bir politika, millî ekonomiyi biraz evvel saydığımız kri­
terlerle bağdaştırmak yeteneğinden tamamen yoksundur. Daha açık bir
deyimle, kendi üretim araçlarını yapabilmek hususunda belli bir kademeye
erişemeyen cemiyetler:
it
Millî gelirin istenen tempo ile artışını sağlamak,
İt
Ekonominin istihdam sorunlarını çözmek,
it
Dış ticaret ve ödemeler dengesini millî ekonomi leyhinde devam
ettirmek.
it
Millî paranın değerini korumak,
ir Sosyal - ekonomik kalkınma çabalarını dış tesirlerden etkisiz kı­
lacak köklü tedbirleri almak.
28
MİLLÎ ENDÜSTRİ
hususlarında başarı gösterememektedirler.
Millî bir endüstri politikası izliyebilmenin vazgeçilmez bir diğer şartı
da, entellektüel planda, ihtiyaç duyulacak mühendislik hizmetlerini sağlıyan kaynakları cemiyetin kendi bünyesi içinde yaratmaktır.
Gerçekten çağımızda bütün üretim faaliyetleri, karışık endüstriyel
kompleksler vasıtasıyla gerçekleştirilmektedir. Bunları meydana getiren
ünitelerin imal ve inşası işi, birbirinden ayrı, ihtisaslaşmış endüstri dal­
larının alaniarına girer. Bu dallar arasında yapıcı ve düzenleyici bağlantıyı
kuran aktif ajan, mühendislik hizmeti olarak tanımlanan katkıdan başkası
değildir.
Tabii kaynakların donatımı ve ülke ihtiyacının emrine koşulması, üre­
tim sistemlerinin verimli bir düzen içinde işletilmesi ve bu düzen.in korun­
ması geniş çapta mühendislik hizmeti gerektiren konulardır. Kısaca açık­
lanan bu özellikleri ile mühendislik hizmeti modern ekonominin yapı
gelişmesinde ve ona lüzumlu dinamizmin sağlanmasında vazgeçilmez te­
mel unsurlardan biridir.
Bu sebeblerle mühendislik hizmetlerinin gelişmemiş olduğu bir ülke­
de, ekonominin bağımsızlığından ve endüstrinin millî karakterinden bah­
setmek güçtür.
Ekonomisi Gelişmemiş Ülkelerde
Endüstriyel Yapının Genel Manzarası
Ekonomisi geri kalmış ülkelerin endüstriyel yapılarının bugünkü or­
tak manzarası, bir entegrasyondan mahrum olmalarıdır.
Büyük kısmı doğrudan doğruya tüketim maddesi üreten endüstri dal­
larından, meydana gelen bu kuruluşlar, her bakımdan cemiyet ekonomisi­
ne iğreti olarak giydirilmiş bir perukaya benzetilebilir. Zira bu sistemle­
rin inşasında kullanılmış olan araçların ne yapımında ve ne de geliştiril­
mesinde cemiyetin tercihlerine bağlı fonksiyonları olmamtştır.
Bu ülkelerin endüstrilerinin kurma yolunda harcadıkları çabaları, ya­
bancı uzmanların hazırladığı projeleri ve imâl ettikleri makinaları satın al­
maktan ibarettir. Çoğu zaman döviz kaynakları da yeterli olmadığından,
söz konusu sınaî tesisleri kurabilmek için ayrıca yabancı kredi müesse­
selerinin yardım ve desteğine de ihtiyaç duymaktadırlar.
Bu şartlar altında meydana getirilmiş olan endüstriyel sistem :
İç Kendi kendisini yemlemek ve bilhassa geliştirmek
imkanından
mahrumdur.
İT
Üretim aracından yedek parçaya ve ilk hammaddeye varıncaya
kadar herşeyiyle dış kaynaklardan devamlı şekilde beslenmeye
muhtaçtır. Bu kaynakların desteğinin azalması veya büsbütün or29
ŞÎNASI GÜÇERÎ
tadan, kalkması halinde, çökmeye mahkûm olur.
it
Ekonomide tam istihdama ulaştırıcı bir gelişimi sağlayamaz.
Gelişme çabası içindeki ülkelerin bu değişmeyen kaderinin ortak se­
bebi, ekonomilerinin ilkel bir tarıma ve tek kompartımanlı, yani yalnız
tüketime dönük bir endüstriye dayanmış olmasıdır. Bu ülkelerde tarımın
entansifleştirilmesi, kalkınma plânlarının baş köşesine oturtulan hedefler
arasında olduğu halde bir türlü ona yaklaşılamamanın sebebi, üretim ara­
cı yapımında gereken başarı seviyesine ulaşılamamasıdır.
Mamafih bu
gerçek bütün açıklığına rağmen hâlâ tutucu çevrelerin tartışmaktan bık­
madıkları bir konudur. Öyle anlaşılıyor ki, 17. yüzyılda başlayan Endüstri
Devriminin zamanla dünyamızın sosyo-ekonomik şartları üzerinde mey­
dana getirdiği büyük değişmeler, daha doğrusu çağdaş endüstrinin, en­
düstri öncesi şartlarının bu dünyadan artık tamamen silmiş olduğu ger­
çeği, henüz tutucu eğilimli çevrelerce gereği gibi değerlendirilememektedir.
Şartlarda meydana gelen bu değişiklik, üretim araçlarının giderek bü­
yümesi, kompleks biçimler alması ve imâllerinin her hususta zorlaşmış ol­
masıdır. Bunun tabiî sonucu olarak, üretim aracı üreten endüstri dalları
da yatay ve dikey entegrasyonlarla genişlemiş çok yanlı bir strüktür ha­
line gelmiştir.
Bu hal, yatırım malı sanayii davasını, gelişme halindeki cemiyetler
için pek çok güçlükleri yenmeyi göze almayı gerektiren bir konu haline ge­
tirmiştir. Fakat kestirme yoldan da hedefe ulaşabilineceğini sanan bazı
teorisyenler, tüketim sanayiine bir cankurtaran simidi gibi sarılarak bir
süre daha oyalanmak imkânım bulabilmektedirler.
Bu çevrelerde üretim aracı sanayiine, tüketim sanayiinin gelişerek
ulaşacağı bir son aşama gözü ile bakılması, bu yersiz ve mesnetsiz ümi­
de bilimsel bir gerekçe bulmak gayretinden ileri gelmektedir.
Geri kalmış ülkelerin bu davranışı, ileri sanayici ülkelerin işine yara­
mış ve onların yatırım malı sanayilerimin pazarlarını genişleterek daha hızlı
kalkınmalarına, güçlenmelerine ve uluslararası ekonomik ilişkilerde kilit
noktalarını ellerine geçirmelerine imkân ve fırsat vermiştir. Buna karşılık
tüketim malları sanayii ile yetinerek meselelerini, çözebileceklerini sa­
nan, geri kalmış ülkeler, farkında olmaksızın kendi kendilerini teknoloji ça­
ğının gerisinde bırakmışlardır.
Geri Kalmış Ülkelerde Millî Bir Endüstri
Politikasının Uygulanmasındaki Güçlükler
Daha önce de tekrarladığımız gibi çağdaş endüstri, dünyamızın endüs­
tri öncesi sosyo-ekonomik şartlarını öylesine değiştirmiştir ki, artık hiç30
MİLLÎ ENDÜSTRİ
bir toplum, günümüzün, ileri endüstri ülkelerinin evvelce başladıkları nok­
tadan hareket ederek bir sanayileşme hamlesini başarıya ulaştıramaz.
Şartlarda meydana gelen değişiklikler, üretim ünitelerinin büyümesi,
kompleks biçimler alması ve imallerinin her hususta zorlaşmış olması şek­
linde özetlenebilir. Bunun tabiî sonucu üretim aracı üreten endüstri dal­
larında meydana gelen yatay ve dikey entegrasyonlardır.
17. yüzyılın ikinci yarısında başlayan sanayi devrimine, dünyanın bu­
gün geri kalmış sayılan ülkelerinin neden ilgi göstermediklerini ve kendi­
lerini bu büyük olayın dışında bıraktıklarını izah etmek güçtür.
Fakat şimdi her ülke, endüstrinin sosyal ve ekonomik kalkınma ve­
tiresinin, tesirli bir aracı ve yolu olduğu şuuruna varmıştır. Ancak top­
lumlar genel kültür şartları bakımından aynı seviyelerde olmadıklarından
sanayileşmenin, bir aksiyon olarak, fizik ve gerçek nitelikleri hakkında ay­
ni bilgi, düşünce ve tecrübeye sahip bulunmamaktadırlar. Meselâ üretim
aracı ve yatırım malları sanayii ile tüketim maddeleri sanayii arasındaki
derin, yapı farkları, ekonomisi geri kalmış ülkelerin bazen en aydın
çevrelerinde bile, tam bir anlayışa ve takdire mazhar olamamaktadır.
Geri kalmış ülkelerin, bu zayıf noktası politik spekülasyona son de­
rece müsait bir konu teşkil etmekte ve ortaya atılan türlü doktrinler, top­
lumları adeta şaşkına döndürmektedir. Meselâ dünya çapında bir iktisadî
işbölümü ve ihtisaslaşma teorisi ileri sürülerek bir kısım ülkelere tarımla
uğraşmaları ve ekonomilerini turizmle takviye ederek arzu ettikleri refaha
kavuşmaları telkin olunmaktadır.
Makina sanayiinin çok ilerlemiş olduğu, kendi sınırlarının dışında ay­
rıca pazarı olmayan bir ülkede kurulacak makina sanayiinin verimli bir
işletme haline getirilemeyeceği, oysa ileri sanayi ülkelerinin dünya piyasa­
larına hakîm olduğu, tecrübesiz yeni sanayi kuruluşlarının onların ticarî
rekabetine dayanamayacağı gibi düşünceler, sözde bilimsel görünüşlü
kalıplara aktarılarak, geri kalmış ülkelerin aydın zümrelerini
başarı ile
oya I ayab ilmektedir.
Bu keşmekeş ve kararsızlık içinde beliren gerçek, geri ülkelerle sa­
nayici ülkelerin refah ve medeniyet seviyelerinin arasındaki uçurumun gün­
begün derinleşmekte oluşudur.
Endüstride Entegrasyon
İleri sanayi ülkelerinde endüstriyel üretim faaliyetlerinin iki ayrı sek­
törde gruplandığına daha önce değinmiştik. Bu gruplardan birine tüketim
maddelerini üreten endüstri dalları, diğerine ise üretim aracı ve yatırım
malı yapan endüstri dalları girer.
Günlük ihtiyaçlara doğrudan doğruya hitap edenler şüphesiz tüketim
31
SİNASİ GÜÇERİ
mallarıdır. Fakat her tüketim malı kendine mahsus araçlardan meydana ge­
tirilen bir üretim tesisinde elde olunur.
Tüketim maddelerinin üretiminde kaydedilen bütün gelişmeler, aslın­
da üretim araçlarında yapılan yenilikler ve ilerlemeler sayesinde mümkün
olmaktadır. Ortaya yeni bir tüketim maddesinin çıkması da yeni bir üretim
projesinin ve yeni bir üretim aracının bulunmuş oluşunu ifade eder.
O halde ekonominin endüstriyel yapısında gerçekten etkili bir ente­
grasyonun olabilmesi için tüketim mallarının yanı sıra üretim araçlarının
da yapılması, yani bu imalât dallarının kurulup geliştirilmesi şarttır. Zira
üretim aracı sanayii, buraya kadar olan açıklamalardan da anlaşıldığı üze­
re, sosyal - ekonomik kalkınma vetiresinde bir itici kuvvet foksiyonuna sa­
hiptir. Entegrasyon planında yatırım malı ve üretim aracı sanayiinin belli
başlı dallarını içine almamış olan bir endüstriyel yapı, lokomotifsiz bir
katar gibi kendiliğinden harekete geçemez.
Genellikle üretim dallarında kullanılan ve çeşitleri belli bir rakamla
ifade edilemeyecek kadar çok olan araçları aşağıdaki gibi sınıflandırmak
mümkündür:
a)
b)
32
Doğrudan doğruya tüketime arzedilen malları üreten makina ve ci­
hazlar :
Şeker, çimento, kâğıt ve tekstil gibi tüketim maddelerini üreten
fabrikaların cihaz ve makinaları bu kategori için tipik örneklerdir.
Kısmen doğrudan doğruya tüketilen, kısmen de başka endüstri­
lerin ilk maddesi olarak kullanılan çeşitli sanayi yarı mamullerini
üreten makinaları da aynı kategori içinde mütalâa etmek müm­
kündür.
Her türlü tabiî hammaddeden ve maden cevherlerinden metalik
ürünler ve kimyasal maddeler üreten büyük-küçük binlerce çe­
şit endüstri dalının ihtiyacı olan makina ve cihazlar da keza bu
kategorinin içindedir.
Bu tür üretim cihazları son derece çeşitli olmakla beraber imal
olundukları maksadın dışında değişik bir fonksiyon görmeleri
mümkün değildir. Diğer bir deyimle, bu makinalar kendilerine
benzeyen başka makinaların imalinde kulanılamazlar.
Üretim aracı ve yatırım malı imal eden tesislerdeki makinalar:
Yukarıda açıklanan makina türlerinin imali, bu fabrikaların faali­
yet alanı içindedir. Bu fabrikalardaki makina ve teçhizatın da çok
değişik çeşitleri olmakla beraber durum, tüketim malları sanayiine göre daha sınırlı kabul edilebilir Mamafih bu sınaî kuruluşlar,
belli bir fabrikanın makina aksamı veya ünitelerini imal etmek
MİLLÎ ENDÜSTRİ
üzere projelendirilir. Meselâ buhar kazanı, su türbini, buhar tür­
bini, döner elektrik makinası, statik elektrik cihazları, dizel mo­
toru, benzin motoru, taşıt araçları ve benzeri araçlar yapan fabri­
kalar gibi.
Bu tip sınaî imalât tesislerinde kullanılan makinaları genellikle
torna, freze, makkap, pulanya, ve diğer çeşitli iş tezgâhları teşkil
etmektedir. Makina aksamı imal eden. fabrikaların imalât çeşitle­
ri çoğaldığı için, bunların da ihtisas dallarına ayrılması tabiî bir
sonuç olarak meydana gelmiştir. Bir ülkede bu ihtisas dallarının
genişliği nisbetinde makina imalât endüstrisi de muhtar hale ge­
lebilir.
Bu çeşit endüstri sektörünün özelliği, her çeşit fabrika alet ve
makinalarım yapabildikleri halde, kendilerinin ihtiyacı olan maki­
naları, pratik olarak imal etmemeleri veya edememeleridir,
c) İş tezgâhları endüstrisi:
2. grubun dahil bulunduğu sektöre nazaran daha sınırlı bir çevre­
si olan bu endüstri dalında ise, makina imâl eden sanayi dalları­
nın ihtiyaç duydukları çeşitli iş tezgâhları ve cihazları imal edil­
mektedir. Bu sektörün de kendine göre ayrı ihtisas dalları vardır.
Metal, plâstik, ve ağaç gibi çeşitli maddeleri işlemekte ve biçim­
lendirmekte kullanılan iş tezgâhları, el edavatları bu sektöre da­
hil sanayi dallarında imal edilirler. Sektörün özelliği, kendisi için
lüzumlu olan makina ve cihazları da yapabilmekte oluşudur.
İşte, bir ülkede tüketim maddelerinden, iş tezgâh ve avadanlıklarına
kadar endüstriyel imalâtın her çeşidini gerçekleştirmiş olan bir endüstri
gücü yaratabilmiş ise, orada endüstri yatay ve dikey entegrasyona erişmiş
demektir.
Endüstriyel Entegrasyona Ulaşmak İçin
Yenilmesi Gereken Güçlükler:
Şu gerçeği bir kere daha tekrarlamak isteriz :
Çağdaş endüstri, ulaşmış bulunduğu bugünkü merhaleleri ile, endüstri
öncesinin sosyo-ekonomik şartlarını, tekrar dönmemek üzere dünyamız­
dan silip süpürmüştür. İktisaden geri kalmış ülkelerin endüstrileşme gay­
retlerine tüketim mallarından başlamalarının asıl sebebi belki de budur.
İhtiyaçların, ağırlaşan baskısı altında bunalan geri kalmış cemiyetler,
ekonomik meselelerine, palyatif de olsa, acele cevap verebilecek tedbir­
leri arayıp bulmak mecburiyetinde kalmaktadırlar. Tüketim maddesi üre­
ten endüstri dallarının kuruluşu, netice almaktaki kolaylık ve çabukluk ba­
kımından uygun, politik propaganda bakımından da gösterişli işlerdir. Zira
33
ŞİNASt GÜÇERI
bu gibi endüstri tesislerinin plân ve projelerini çarçabuk hazırlayan ya­
bancı mühendislik firmaları, yaln,ız fabrikaların kurulmalarını kolaylaştır­
makla kalmaz, geri kalmış cemiyetlerde bürokratik hiyerarşisinde önemli
bir konu olan «sorumluluk» meselesini de bir kalemde halletmiş olur.
Fabrikaların dışardan ithal edilen makina ve teçhizatları için de aynı
şeyler söylenebilir. Birçok yanlarıyla cemiyetleri memnun eden bu tür
davranışlara ekonomisi gelişmemiş ülkelerde bol bol raslanmaktadır.
Halk kitleleri, satın alma güçlerini genelikle tüketim malları üzerinde
kullandıklarından, bu gibi malları üreten endüstrilerin pazarlarının da çok ça­
buk gelişmeye elverişli olduğu bir gerçektir.
Aynı sebeblerle tüketim
malları sanayii, üretim aracı sanayiine nazaran konjoktürel ekonomik kriz­
lerden daha az etkilenir. Zira bu gibi kriz dönemlerinde yatırım faaliyetleri
yavaşladığı, hattâ tamamen durduğu halde, tüketim olayları belli bir sevi­
yenin altına inmez.
O halde sermaye sahibinin açısından da tüketim malları sanayiinin
risk oranı, yatırım malları sanayiine nazaran çok daha düşüktür.
Tüketim maddesi sanayiinin avantajlı bir diğer yönü de işletme per­
sonelinin kısa zamanda yetiştirilebilmesidir. Zira bu tür endüstriyel tesis­
lerin, cihaz ve makinaları, belli fonksiyonları olan ve çoğunlukla otomatik
çalışan ünitelerden meydana gelmiştir. İleri teknolojiler sayesinde «insan»
in bu makinaları işletmedeki rolü asgariye indirilmiştir. Dolayısıyla eği­
tim meselesi basitleşmiştir.
Bu sebeble, tüketim malları endüstrisinde
disiplin, üretim aracı ve yatırım malı sanayiine nazaran daha kolay kurula­
bilmektedir.
Fakat bütün bu avantajlarına karşılık tüketim maddesi sanayiinin geri
kalmış ülkelerde millî ekonomiye yüklediği bir takım külfetleri de vardır.
Şu olayı derhal belirtmek lazımdır ki, tüketim malları sanayii, kendi kendi­
lerini büyütmek ve geliştirmek yeteneğinden mahrumdurlar.
Bir başka husus da, çok zaman bir tüketim maddesinin nihaî mamul
haline gelinceye kadar birkaç safhadan geçmekte oluşudur. Geri ülkelerde
pek çok tüketim maddesinin üretimine türlü sebebler yüzünden nihaî mamu­
lün sondan hemen evvelki safhalarında başlandığı görülmektedir. Bu olay,
çeşitli ilk madde ithaline sebebiyet vermesi dolayısıyle ekonominin dış
ticaret dengesinin aleyhte bozulmasına yol açmaktadır. Zira bu biçimde
üretilen sanayi mamullerinin, tekrar ihraç edilmesi hemen hemen söz ko­
nusu olamaz. Bütün ülkeler tüketim maddesi ihtiyaçlarını kendi üretimleriyle karşılamak çabası içindedirler. Öyle olduğu için, meselâ bir tekstil
endüstrisinin gelişen makina ihtiyaçlarını satın almaya yetecek kadar ku­
maş ihraç edebilmeleri veya çimento sanayiinin, ihtiyacı olan makinaları
34
MİLLÎ ENDÜSTRİ
satın almaya yetecek kadar çimento ihraç etmeleri ve buna benzer başka
tüketim maddelerinin ihracını sağlayamamaktadırlar. Tarım üretim alanı
için de benzer bir düşünce zinciri kurulabilir.
Bir ülkede teorik olarak bu gibi alış-verişlerde dış ödemeler bilanço­
sunda bir dengenin sağlanması başarılsa bile, üretim aracı ve yatırım malı
İhraç eden ülkelerin yaşama standart!, siyasî bağımsızlığı ve uygarlık dü­
zeyi hammadde, tüketim malı ve tarım ürünü ihraç eden ülkelerinkine na­
zaran daima daha yüksektir. Bunun sebebini anlayabilmek için üretim aracı
ve yatırım malı sanayiinde el emeğinin ve yaratıcı beyin gücüynün çok da­
ha yüksek seviyelerde değerlendirilmekte olduğunu göz önüne getirmek
kâfidir. Yalnız başına tüketim malları sanayii ve tarım üretimiyle bir eko­
nomide tam istihdamın hiçbir şekilde sağlanamayacağını da kesinlikle bil­
mek gerekir.
Yatırım malları ve üretim araçları endüstrisine gelince bu gibi sanayi
dallarının, kurulması geniş bir bilgi ve tecrübe sermayesine ihtiyaç gös­
terir. Bu sermayenin tedarik yolları, maddi sermayelerininkinden farklı
şartlara bağlıdır.
Yatırım malı sanayiinin maddî olmayan, sermayesi, bilim adamı, mü­
hendis, uzman, teknisyen, yetişkin işçi ve benzeri teknik eleman grupla­
rının birlikte ve bir kadro halinde ortaya koydukları düzenli bir faaliyet
türünden ibarettir. Bu sebepledir ki, yatırım malı sanayiinin herhangi bir
dalını bir çimento veya şeker fabrikası gibi, bütün araç ve gereçleriyle bir­
likte, komple bir şekilde dışarıdan satın almaya imkân yoktur.
Makina imal edecek bir fabrikanın tezgâh ve avadanlıklarını satın al­
mak şüphesiz mümkündür. Ancak o fabrikayı çalıştıracak mühendis, uz­
man, işçi ve hattâ araştırıcı bilim adamı kadrosu parayla satın alınamaz.
Böyle olduğu için yatırım malı sanayii gelişmiş her ülkede bu sektörün yüzde
yüz millî bir karekter taşıdığı görülmektedir. Yani cemiyetin fikrî yaratma
gücü, zevki, ekonomik ve sosyal hayata ilişkin felsefesi, yatırım malı sa­
nayii üzerinde belirgin yankılar yapar. Kısaca yatırım malı ve üretim aracı
sanayii ülkenin bir çok millî özelliklerinin, izlerini taşır.
Üretim araçlarında durmadan yenilikler meydana getirilmesi ve yeni
üretim araçlarının yapılması, bu endüstri dallarının sürekli olarak kn.owjhow
kaynaklarından beslenmesim gerektirmektedir. Bu nedenle ileri sanayii
ülkelerinde teknolojik araştırmalara büyük bir önem verilmekte, millî geli­
rin % 3,5 gibi önemli bir parçası bu araştırmaların finansmanında harcan­
maktadır.
Araştırmaların bilimsel nitelikte olanları daha çok üniversitelerde
oluşmakta, endüstri kuruluşlarının kendi teşkilâtları içinde ise teknolojik
35
ŞÎNASÎ GÜÇERI
araştırma bölümleri yer almaktadır. Ayrıca büyük endüstri kuruluşlarının
ortaklaşa vücuda getirdikleri araştırma laboratuarları ve enstitüleri de bu
faaliyetlerin mühim organlarını teşkil etmektedir.
Üretim aracı ve yatırım malı endüstrisi, ekonominin strüktürel geliş­
mesini gerçekleştiren bir sektör olmak dolayısıyla, ileri sanayi ülkelerin­
de devlet; bilimsel ve teknolojik araştırma faaliyetlerinin güçlenmesi ve
ülkenjn uygarlık yarışından geri kalmaması için kendine düşen görevi yap­
maktadır. Bu olay, bu tip endüstrilerin know-how kaynakları ile olan sıkı
ilişkilerinin ne derece hayatî bir önemde olduğunu göstermektedir.
İktisaden geri kalmış ülkelerin arasında satın aldıkları lisans ve pa­
tentlerle üretim aracı sanayiinin bazı dallarını kurmaya muvaffak olanlar
görülmüştür. Fakat bir ülkede yeni teknikler yaratmak için bizzat çaba
harcanmıyorsa, sadece patent satın almak suretiyle modern teknolojiyi
millî endüstrinin bünyesi içine aktarmak kabil olamaz. Bu yüzden ekono­
misi geri kalmtş ülkeler bugün tüketim malları sanayii kurmakla nasıl ileri
sanayi ülkelerinin sosyo - ekonomik olgunluğuna erişemiyorlarsa, yarın
know-how yaratılamayan memleketler de, bir takım yatırım malı sanayiine
sahip olmuş olsalar bile, lisans ve patentlerini satın aldıkları ülkelerin uy­
garlık düzeyine çıkamayacaklardır.
Endüstri devrimini geçen yüzyılda yapmış ülkelerin üretim aracı yapı­
mında elde etmiş oldukları bugünkü güç, ticaret alanında onlara aynı za­
manda büyük bir rekabet üstünlüğü de sağlamaktadır. Bu yüzden ekono­
misi geri kalmış ülkeler bu ezici ve yıkıcı rekabetin etkisi altında kendi
endüstrilerini entegrasyona ulaştıracak tedbirleri alamamakta ve herhangibir şekilde toparlanma fırsatı bulamamaktadırlar.
İleri sanayi ülkelerinde yüzyıllık tarihleri olan büyük endüstri kuruluş­
ları kendi aralarında meydana getirdikleri yeni birleşmelerle ortaya çok
daha büyük güçlerin çıkmasına sebep olmaktadırlar. Bu güçlerin gerçekten
yıkıcı olan rekabeti karşısında, geri ülkeler bir çeşit panik havası içinde
millî ekonomilerinin
endüstri entegrasyonunu erişilmesi
imkansız bir
amaç olarak görmektelerdir. İşte bütün bu sebeblerden dolayı iktisaden
geri kalmış ülkelerin büyük çoğunluğunun sanayileşme gayretleri daha çok
tüketim malları sanayii kurmak çabası şeklinde görülmekte, sanayileşme
plânlarını üretim aracı ve yatırım malı sanayiine doğru genişletmek hu­
susunda başarı gösterememektedir.
Türkiyenin Geleneksel Endüstri
Politikası ve Döviz Tutkusu :
Memleketimizde hemen her devirde millî ekonominin başlıca mese­
lesi, döviz darlığı şeklinde ifade edilmiş ve bu darboğazın aşılması halin36
MÎLLÎ ENDÜSTRİ
de bütün dertlerden arınılacağına inanılmıştır. .
Halbuki «Milli Kalkınma Atılımı», modeli ne olursa olsun, fizik özü
*/e boyutları ile tanımlanan somut bir harekettir.
Zamanımızın bilim ve teknoloji düzeyinde bu eylemi ölçmek ve boyutlandırmak imkânı vardır. Bu hususta yararlanman başlıca parametreler
şöylece özetlenebilir.
it Spesifik tüketimler; (Adam başına Kâğıt, Çimento, Çelik, Tahıl,
Protoinli besin, Tekstil ve benzeri maddele­
rin tüketim miktarları.)
it Millî Gelir; (Belli bir süre içinde üretilen Mal ve Hizmetlerin, cari
fiatlarla toplam değeri)
it
İstihdam; (Nüfusun çalışabilecek durumda olan fertlerinin ken­
dilerinin geçim ve refahını sağlayacak yeterlikte bir
işe sahip olmaları, yani millî gelirin sosyal adalet
ilkelerine uygun biçimde dağılmasını temin eden me­
kanizmanın kuruluşu ve işleyişi)
it Ve nihayet toplumun kendi kaderine ve yaşayışına bir düzen ver­
mek hususunda kendi tercihlerini kullanmaktaki hareket serbesliği.
İşte milletlerin, yaşayışlarına bu açıdan bakıldığı zaman, toprak geniş­
liği ve nüfusu birbirine yakın olan, ve aynı uygarlık ve refah düze­
yinde bulunan ülkelerde, sözü edilen parametrelerin de binbirinine eşit ya
da benzer olduğu görülür.
Bu izlenim, tıpkı bir çocuğun biyolojik büyümesinin onun mensup oldu­
ğu millet, ırk ve cemiyete bağlı olması gibi, Sosyal ve Ekonomik Kalkınma'nm da bir özünün (yani bir tabiatının) bulunduğu ve bu eylemin somut ve
fizik yapısının topluma göre değişen alternatiflerinin olmadığı gerçeğini
ispat eder.
Millî kalkınmanın imkânını döviz meselelerinin çözümlenmesinde gö­
renler, bizzat millette bulunması gereken yaratma yeteneğini yabancı kay­
naklarda aramağa kalkışmakla bir kısır çemberin içine düşmektedirler.
Çünkü tarih, hiçbir toplumun kalkınmasını başkalarına borçlandığına dair
bir örnek vermemektedir.
Gelişmiş ülkelerin Kalkınma uğrunda daha önce yapmış ve halen de
yapmakta olduğu sosyal ve ekonomik atılımlar. Bu hususta hayale yer ver­
dirmeyecek kadar ciddidir. Atılım eylemleri fizik boyutları ile tanımlandığı
zaman işin azameti daha açık biçimde ortaya çıkar. Ve bunun bir döviz me­
selesi olmadığı da kendiliğinden anJaşılır. Biz bu görüşümüzü bir model
üzerinde ispatlamaya çalışacağız.
37
ŞİNASt GÜÇERİ
2000 Yılında Türkiye :
Daha önce de belirtildiği üzere ekonomileri gelişmiş olan ülkelerde
endüstri, iki kompartımandan meydana gelmekte olup bunlardan birinde
tüketim mallan üreten endüstri dalları toplanmakta diğerinde ise serma­
ye malların,! (yani üretim araçlarını) üreten endüstri dallan bulunmaktadır.
Bu yapı biçimi bir tesadüf değil, çağdaşlaşmış ekonomilerin değiş­
meyen temel kuralıdır.
Bir insanın dik durabilmesi ve koşabilmesi için nasıl iki sağlam ayağa
ihtiyacı var ise, bir ekonominin de kendi motris kuvvetlerini kendisinin ya­
ratabilmesi, büyümesine ve gelişmesine imkân, sağlayabilmesi ve kısacası
Dağımsız kalabilmesi için böyle iki kompartımanlı bir endüstri teşkilâtına sa­
hip olması kaçınılmaz bir zorunluktur.
Bu yargı hiçbir açıdan çelişmediği gibi ileri bir uygarlığa ulaşmış millet­
lerin sosyal, ekonomik ve endüstriyel durumlarının incelenmesi sırasında
da, şüpheye yer kalmadan ispatlanmaktadır.
Ve yine şu hususu da iyi bilmek lâzımdır ki, endüstrisi sadece tüketim
malı üreten tesisler topluluğundan meydana gelmiş olan ve sermaye malı
üretmek imkânından yoksun bulunan bir ekonominin, bu eksiklikten doğan
türlü bunalımlarını hiçbir tedbirle onarmak kabil olamamaktadır.
Bu hususta en, iyi örneği yurdumuzun ekonomik düzeni içinde bulabi­
liriz.
Bilindiği üzere, % 7 ile 8 arasında değişecek ve fakat sürekliliğini ko­
ruyacak bir kalkınma hızının gerçekleştirilmesi halinde Türkiye'nin, 1995
yılında İtalyanın 1969 daki uygarlık ve refah seviyesine ulaşacağı, yani,
adam başına milli gelirin 1500 dolara yükseleceği, üçüncü beş yıllık plânın
uzun vadeli perspektifi içinde tespit edilmiştir, (üçüncü beş yıllık plân sayfa
131)
Kâğıt üzerine kolayca aktarılıveren bu hesapların fizik âlemde nasıl
gerçekleştirileceğini düşünmek ve şayet gerçekleşecek olursa, bu duru­
mun, Türkiye'nin ekonomik ve endüstriyel yapısına nasıl bir boyut ve görü­
nüm kazandıracağını yansıtan bir model tasavvur etmek, yerinde harcan­
mış bir gayret olur.
Üçüncü beş yıllık plânda Türkiye'nin bundan sonraki beş yıllık dönem­
lerde, Gayrisafi milli gelir (GSMG), elektrik enerjisi üretimi ve nüfus bakı­
mından ulaşacağı kademeler aşağıdaki tabloda açıklandığı gibi hesaplan­
mıştır, (bu tabloda 2000 yılına ait olan rakamlar yazar tarafından ekstrapolasyonla tamamlanmıştır).
Hiç şüphesiz halen bu rakamların gerçekleşmiş bulunduğu bir ülkenin
ekonomik boyutları ve görünümü, sorumuz için uygun bir cevap teşkil ede38
MIIJJ ENDÜSTRİ
çektir. Bu ülke 1968 yalındaki Batı Almanya'dır.
GSMH
Elektrik
Nüfus
X 10* TL
X 10* Kwh
X 106
1972
191,2
11,2
37,5
1977
279,5
22,4
42,1
1982
—
38,7
—
1987
654,7
65,2
54,5
1995
1361,0
125,0
64,9
2000
1906,0
180,0
70,0
Burada görülüyor ki, 2000 yılında Türkiye;
İC 780.000 Km2 lik bir toprak genişliğinin,
*
70.000.000 luk bir nüfusun,
^
180 milyar Kwh Irk bir elektrik üretiminin,,
it
1906 milyar TL lık bir millî gelirin,
belirleyeceği bir seviyede bulunacaktır. Bu dört rakam söz konusu se­
viye hakkında, yaklaşık olarak, bir fikir verecek niteliktedir.
Acaba bu düzeyin ekonomik boyutları ve görünümü ne olabilir.
Yukarda belirtilmiş olan hadeflere varılması halinde Türkiye'nin 2000
yılında ulaşacağı seviyenin, birçok noktalardan, Batı Almanya'nın 1968 yılın­
da bulunduğu seviyeye benzemesi gerekecektir.
Batı Almanya'nın 1968 yılında ekonomik ve endüstriyel yapısını tanım­
layan bazı rakamlar ise şöyledir:
2777 milyar TL
529 milyar DM
GSMH
Elektrik üretimi
206 milyar Kwh
41 milyon ton
Çelik üretimi
Çimento üretimi
33 milyon ton
231 milyar TL
41,1 milyar DM
Makina üretimi
196 milyar TL
Elek. Mak. üretimi
37.4 milyar DM
164 milyar TL
Taşıt Aracı Üret.
31,3 milyar DM
Toplam sermaye
Mali üretimi
591 milyar TL
112,8 milyar DM
Millî gelirin
içinde toplam
sanayi üretimi
270 milyar DM
1417 milyar TL
(Kaynak. Rerliner)
Öteyandan Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomi Komisyonunun yayınla­
dığı «Bullettin of Statistics On VVorid Trade in Engineering Products-1969»
adlı kitabımda açıklanan rakamlarla yukardakiler karşılaştırılınca. Almanya'­
nın yıllık toplam makina üretiminin ortalama % 34 ünü ihraç ettiği ve % 66
39
ŞÎNASÎ GÜÇERÎ
sını kendi ülkesinde kullandığı anlaşılmaktadır.
Hatta Elektrik Makinalarının sadece %20 si ihraç edilmekte gerisi ülke
içinde kullanılmaktadır.
Buradan şu sonuca varmak mümkündür: 1968 yılında Almanya'da ge­
rek eskiyen tesislerin onarılmasında gerekse yeni tesislerin yapımında 75
milyar D.M. (yani 384 milyar TL.— lık) çeşitli makinalar kullanılmıştır.
Buna göre Türkiyemiz şayet 2000 yılında plânlama teşkilâtının, öngör­
düğü kalkınma eğilimine uygun bir sosyo-ekonomik seviyeye erişecek veya
buna yaklaşacak ise bu takdirde gerek bu yaklaşmanın ve gerekse bu düzey­
de kalabilmenin temel şartı, yılda 350 ila 400 milyar TL. lık bir makina tü­
ketimini icab ettirecek sosyal, ekonomik, endüstriyel ve kütürel şartları ül­
ke içinde yaratmaktadır.
Şimdi bu şartların madde görünümünü yansıtan bazı örneklere bir
gözatalım: 1972 yılında fiilen gerçekleşmiş olan rakamlar başlangıç nokta­
sı olarak alındıkta, önümüzdeki 27 yıl içinde ve yaklaşık büyüklük mertebesi
olarak;
*
11,2 milyar KWh lık elektrik üretiminin 180 milyar KVVh'a,
it 2 milyon tonluk çelik üretiminin 40 milyon ton'a
ir 7 milyon tonluk çimento üretiminin 33 milyon ton'a
ir 37,5 milyar TL. lık toplam sanayi üretiminin 270 milyar TL. ya
çıkarılması gerekmektedir.
Bir geometri problemi kadar açık bir şekilde göz önüne serilmiş olan
bu tablo karşısında artık, hiç kimsenin bu şüpheye veya ümide kapılmadan,
şu gerçeği kabul etmesi lâzımdır ki,
İt
Türkiye'de, Türk insanının yaratma yeteneğini şahlandıracak millî
mühendislik hizmetlerinin gelişmesi imkânı sağlanmadıkça,
it
Türkiye ekonomisini büyütecek ve olgunlaştıracak güçlü bir serma­
ye malı endüstrisi kesimi, milli endüstri teşkilâtının içinde en kısa
zamanda meydana getirilmedikçe,
it
İnsanlığın asırlardanberi sürdüregeldiği bilim ve teknoloji yarışma
millet olarak tüm gücümüzle katılmadıkça,
İt
Ve bütün bu işler için gereken alın terini dökmeğe, zorlukları yük­
lenmeğe yolumuzun üzerine çıkacak engelleri aşmağa hazır ve ka­
rarlı olmadıkça,
kalkınma ve çağdaşlaşma plânlarının kâğıt üzerindeki hedeflerine gerçekte
ulaşılması mümkün olamıyacaktır.
Millî İstihdam Meseleleri :
•Döviz tutkunlarına göre memlekette böl mikdarda döviz akmağa başla­
dığı zaman istenildiği kadar üretim aracını ve yatırım malını istenilen
40
MÎLLÎ ENDÜSTRİ
yerden satın almak mümkün olacak dolayısiyle Sosyal ve Ekonomik Kal­
kınma hamleleri hedeflerine erişecektir.
Bu yargıların hiçbir kantitatif analize dayanmadığını ve çok eski za­
manlarda altun yapma peşinde koşan simyagerlerin hayâllerinden farklı
bir nitelik taşımadığını az önce belirtilmiş olan tablolar yeterince ispat­
lamaktadır.
Döviz tutkusu politikasının millî ekonominin, istihdam meselelerine de
bir çözüm getiremediği ayrıca üzerinde durulması gereken bir konudur.
Üretim aracı ve yatırım malı sanayii dalları en yüksek vasıflı zihin
ve el emeğine ihtiyaç gösteren iş alanlarıdır. Bu sanayi dallarının, ekono­
minin genel istihdam hacmini genişletmekteki rolü ve imkânları ise çok
büyüktür.
Yatırım malı ve üretim araçlarını dışarıdan satın almayı ekonomik
düzenin tabiî bir icabı sayan geri kalmış toplumlar her şeyden, evvel bu
malları üretimi sayesinde kıymet kazanacak bir «İstihdam» unsurundan
kendi millî ekonomilerini mahrum bırakıyorlar demektir. Yani dışarıdan
satın alınan her yatırım malı, teorik olarak, yurt içinde o malın yapımında
kullanılabilecek bir istihdam hacminin yaratılmasını engelliyor demektir.
Bu noktaya hemen şu itirazın yapıldığını görürüz :
«Bir memlekette herşey yapılamaz, yapılırsa da pahalıya mal olur.
Binaenaleyh memleketimizde herşeyin yapılmasına özenmeyelim ve yap­
mağa da kalkışmayalım, falan filan»
Bu basma kalıp yuvarlak sözlerin birçok çevrelerde lüzumundan faz­
la itibar görmesinin sebebini, «İstihdam» kavramının gereği kadar açıklığa
kavuşamamış olmasında aramak doğru olur. Bu sebeple bu konu üzerinde
birazcık durmayı zorunlu görüyoruz.
Ekon,omi kitaplarında «İstihdam» bir cemiyet içinde bir iş yapabile­
cek durumda olan fertlerin gerçekten bir işe sahipolmaları şeklinde tarif
sdilmektedir. Çalışan fert sayısının çalışma süresi ile çarpımı da istihdam
hacmi olarak tarif edilmektedir.
Fakat bir cemiyette çalışabilecek durumdaki insanların yarısı çukur
<azsa diğer yarısı da bu çukurları doldurmakla uğraşsa, iktisadi anlamda
oir istihdam hacmi yaratılmış olmaz.
Ancak ekonomik değeri olan bir üretimin veya hizmetin elde edilme­
si amacıyla yaratılacak olan istihdam bizim için anJam taşıyan bir olaydır.
Böyle olunca yaratılan bir istihdam hacminin beher ünitesine de bir
değer tekabül ettirmek zorunda olur. Bu değer, söz konusu istihdam hac­
minin, üretiminde kullanıldığı mal yada hizmetin niteliğine ve niceliğine
bağlıdır. Konuya bu açıdan yaklaşıldığı zaman, tarım ve endüstri sektörle­
rini, bütün türleri ile içine alan geniş bir spektrümda istihdam hacmi üni41
ŞÎNASt GÜÇERÎ
tesi başına isabet eden gerçek ekonomik değerlerin biribirinden çok farklı
olduğunu görürüz.
Genel olarak endüstride istihdam hacmi birimine isabet eden gerçek
ekonomik değer tarım sektöründen hayli yüksektir. Fakat endüstri sek­
törünün içinde de yatırım malı ve üretim aracı dallarında istihdam hacmi
Dirimine isabet eden gerçek konomik değerler tüketim malları sanayii dal­
larındaki istihdam hacmi birimine isabet eden değerlerden yüksektir.
İşte bundan dolayıdır ki tarım ürünü ihraç ederek sanayi mamulü ihti­
yacını dışardan satın almak yolunu tercih eden bir toplum teorik olarak
tam istihdama ulaşabilse dahi hiç bir zaman sanayi ülkesinin refah düze­
yine erişemez. [
Ayni şekilde tüketime dönük sanayi düzeyinde kalmış olan bir top­
lumun da üretim aracı ve yatırım malı sanayiini kurabilen toplumların
refah ve uygarlık düzeyine ulaşması imkânsızdır.
İstiihdam meselesinin bir başka cephesi de beşeri ihtiyaçların son
derece çeşitlenmiş olması dolayısı ile üretilen mal ve hizmetlerin de fev­
kalâde çeşitli oluşudur. Bu hal, bir ülkede yaşayan bir toplumun yarataDileceği bütün istihdam hacminin sayısız kompartımanlara ayrılmasına se­
bep olmaktadır. Şüphesiz her kompartımanda istihdam hacmi birimine
isabet eden reel ekonomik değer ayni değildir.
Fakat cemiyetin bütün fertlerinin bu değerin en yüksek olduğu istih­
dam kompartımanında iş bulması da mümkün değildir.
Ekonomilerini kendi nüfus potansiyellerinin üstünde bir düzeye doğ­
ru genişleten bazı sanayii ülkelerinin ise, dışardan temin ettikleri yabancı
işçilerle bu imkânı sağlarken, kendi halklarını genellikle değeri daha yük­
sek olan istifhdam kompartımanlarına kaydırdıkları bilinmektedir.
Nüfusu esasen az olan küçük ve ileri sanayi ülkelerinde de genellikle
/üksek değerli istihdam kompartımanlarını yaratan sanayie yönelmiş ol­
duğu ve bu ülkelerin bu yüzden bazı sanayi dallarına iltifat etmedikleri
görülmektedir.
Bize gelince, 35 Milyonu daha şimdiden bulmuş olan nüfusumuza yurt
İçinde müreffeh bir iş hayatı sağlıyabilmemiz için, ekonomimizin istihdam
lacmini hızla genişletmek ve istihdam kompartımanlarının çeşitliliğini
aynı şekilde yükseltmek mecburiyetindeyiz.
Çeşitliliği yükseltmek için yurd içinde mümkün olduğu kadar çok
şey yapmamız ve sanayi dallarının çeşitlerini arttırmamız icab eder.
Genel istihdam hacminin ortalama birim değerini yükseltebilmemiz
İçin de üretim aracı ve yatırım malları sanayiinin kurulmasına büyük bir
ağırlık vermemiz gerekir.
42
MÎLLÎ ENDÜSTRİ
Bugünkü sanayi politikamız bu açıdan da millî olmak vasfını taşıma­
maktadır.
Kalkınmayı bir döviz meselesi sayan görüşün isabetsizliğini ortaya ko­
yan en güzel bir tatbikat örneğini Arap Ülkelerinde görmek mümkündür.
Yüksek petrol gelirleri ile hiç bir döviz meselesi olmayan bu ülkelerin
geri kalmış toplumlar safından kopmayışları dikkatle ve ibretle izlenecek
bir hadisedir.
Netice: Türkiye'nin endüstri politikasına millî
3i r karakter kazandırma m e s e l e s i .
Buraya kadar ifade etmeye çalıştığımız düşünceleri özetlemek üzere
diyeceğiz ki millî amaçlara dönük bir endüstri politikasının başlıca belir­
gin taraflarını:
— Ülkenin tabiî kaynaklarının millî ekonominjn hizmetine koşulma­
sında yabancı güçlerin yardım ve desteğine bağlı kalınılmaması.
— Ekonominin her dalında ileri strüktürel bir entegrasyona erişil­
mesi.
— Millî Para değerinin kararlı bir şekilde korunması ve dış ödemeler
dengesinin millî ekonomi lehine tecelli etmesi.
— Bilim ve teknoloji dallarında toplumun entellektüel gücünü değer
lendirecek faaliyetlerin gelişimine elverişli ortamın yaratılması.
— Ve yine bu ortam içinde millî endüstricin bizzat topluma ait öz
kaynaklar vasıtasıyla kurulması ve devamlılığının sağlanması.
— Millî güvenliğin millî endüstri temellerinin üzerine oturtulması.
— Toplumu bu hedeflere ulaşmakta teşvik etmesi ve bu uğurda har­
canması gerekli gayretlerin külfetlerine katlanması için ona moral gücü
sağlaması,
Gibi hususlar teşkil etmektedir.
Bir ülkede millî bir endüstri politikasının uygulama yollarını ayrıntılı
olarak burada incelemek ve tartışmak konumuzun dışındadır. Fakat şura­
sını hemen ifade etmek mümkündür ki; cemiyetin sosyal ve ekonomik
hayatının diğer yanları kendi haline bırakılarak sadece endüstriyel gelişi­
minin millî hedeflere yönelmesini telkin etmek mümkün değildir.
Zira sosyal - ekonomik hayat, tarım eğitim, ticaret, sanayi ve kül­
türel hizmetler gibi insanla ilgili bütün faaliyet dallarının bir araya gelişin­
den doğma bir bütündür. Bu sebeble, geri kalmış bir ülkede endüstriyel
gelişmelerin millî hedeflere dönük devrimler halinde gerçekleşebilmesi
için, bu bütünün diğer kesimlerinde de aynı yönde ve nitelikte birbirini
tamamlayıcı ve destekleyici merhalelerin gerçekleşmesi icabeder.
Bu biçim bir kalkınma hamlesi ancak, kaynağını kendi gücüne ve ya­
ratma kabiliyetine olan güveninden alan bir hayat görüşü ve felsefesinin,
43
ŞÎNASI GÜÇERÎ
cemiyette yaygın bir inanış haline gelmesiyle mümkündür. Ve pek tabii ce­
miyeti yöneten ve ona hâkim olan kuvvetlerin de, her şeyden evvel bu inan­
cı içtenlikle paylaşması ve onu gereği gibi temsil etmesi îcab eder.
Endüstrileşme olaylarının kalkınan toplumları bazı çetin meselelerle
karşı karşıya getirdiğine şüphe yoktur. Daha 18. yüz yılda endüstri devri­
nin ilk çağlarında Avrupa topluluğu büyük bir kargaşalığın içine düşmüş
idi. Toplumun yaşama şartlarını hızla değiştiren bir sanayileşme aksiyo­
nunun, ayni hızla cemiyet hayatının alışkanlıklarını ve şartlarını da önemli
değişikliklere uğratması tabiidir.
Meselâ geri kalmış ülkelerde millî bir sanayileşme çabasının cemi­
yeti sıkı bir tasarruf zihniyeti ile hareket etmeğe mecbur etmesi bir çok
çevreler için hiçte sempati ile karşılanacak bir olay değildir.
Tasarrufların yatırıma dönüşünün ve üretim aracı ve yatırım malları
sanayiine öncelik tanınması ise cemiyeti bir çok tüketim malını bulup kul­
lanmaktan alıkoyacağı için ayrıca bir sıkıntı kaynağı teşkil eder.
Millî endüstrinin belli bir gelişme noktasına erişinceye kadar bir çok
ahvalde cemiyetin daha düşük ve daha kapalı eşya kullanması mecburiye­
ti de sıkıntıları artıracak bir faktördür.
Millî endüstri politikasının icabı olarak tasarrufun ön plâna alınması
ve tasarrufların öncelikle yatırım malları sanayi alanına yöneltilmesi
mali, ticari, iktisadi ve kültürel alanlarda da bir çok müessir tedbirlerin
alınmasını mecburi kılar. Meselâ;
— Kredi kaynaklarının öncelikle ağır sanayiinin kuruluş ve inkişafın­
da kullanılması,
— Vergi mekanizmasının ağır sanayii destekleyici istikamette işle­
tilmesi,
— İthalat ve ihracat rejiminin yerli sanayii himaye ve yatırım mal­
ları sanayiinin güçlenmesini sağlıyacak mevzuat dahilinde düzenlenmesi,
— Başta üniversite eğitimi olmak üzere, eğitim sisteminin her da­
lında bilimsel araştırma faaliyetlerinin millî amaçlar arasına alınması ve
teknik araştırma merkezlerinin kurularak millî endüstri ile bu merkezler
arasında bağlantılar vücuda getirilmesi, gibi daha pek çok tedbirlere baş
vurulması bir sanayi devrinin aksiyon haline gelebilmesi için vazgeçilmez
bir mecburiyettir•
44
•ci>ta<zcfctatt?n
BATILI
BEYNİNDE
TÜRK
MEHMET ŞAHİN
«Turks Head» (Türk Başı) İngiltere'nin çeşitli yerlerinde rastladığım
bir meyhane adıdır. Gerçi oradaki meyhaneler bizdekilerden oldukça fark­
lıdırlar. Bakkal dükkânı gibi her köşe başında bir tane bulunur ve müşte­
rileri arasında kadın erkek, genç yaşlı, baba oğul, ana kız her seviyede in­
san vardır. Öğle tatilinde ve akşamleyin bu meyhaneler dolup taşar. Aile
münasebetlerinin asgariye indiği bir cemiyette buralar insanların yalnız­
lığının çaresi gibidir. Bu meyhanelerin bazıları büyük firmalar şeklinde teş­
kilâtlanmışlardır ve çeşitli yerlerde birer şubeleri vardır. İşte İngiltere'­
nin çeşitli yerlerinde bulabileceğiniz
meyhanelerden birisi de
«Turks
Head» dır. 6u ismin Osmanlılar'm haşmet devrinden kalan çok eski bir
tarihî geçmişi olduğunu zannediyorum. Kapılarının üzerinde Türk başını
temsil eden büyükçe bir portre vardır. Resmin altında da iri harflerle «Tur­
ks Head» okunur. Gerçekde kapıların üzerindeki bu resimlerin Türk tipi
ile hiçbir alâkası yoktur. Türk'den ziyade azman bir Habeşliyi andırmakta­
dır. Siyaha yakın bir ten, iri ve kan çanağı gözler, sert çehrede derin bu­
ruşuklar, kalın etli dudaklar, diken görünümünde sakal ve bıyıklar, kulak­
larında kocaman yuvarlak küpeler... Resmi gördükden sonra tamam diyor­
sunuz demek ki İngiliz kadınları önce çocuklarını getirip bu resmi göste­
riyor, sonra da evde yaramazlık yaparlarsa Türk geliyor diye onları korku­
tuyorlar. Bu korkulu imaj, Ortaçağ Avrupalısının kafasınıf Türk-İslâm kül­
tür ve medeniyetinin, cazibesine karşı kapalı tutmak için kasden yaratıl­
mıştır ve günümüze kadar da gelmiştir. Meyhane kapısındaki bu resimler­
den hayallere geçen Türk tipi, zalim, gaddar, kıyıcı ve kabadır. Zarafetten,
incelikden, sanattan nasibini almamıştır. Hayatının her safhasında bu re­
simlerin önünden geçen batı insanı, hayalinde Türkleri böyle canlandıragelmiştir.
45
MEHMET ŞAHÎN
Çocukluğunun, çevresinin, ve tarihinin zihninde böyle şekillendirdiği
Türk'e Batılının herhangi bir üstün değer atfetmesi büyük bir zorlama olur.
Onun düşüncesine tabiî ve en, akıcı gelen, Türk'den ilim adamı olamıyacağı, sanat ehli olamıyacağı, Türk'ün görgü, incelik, gelenek, hasasasiyet sa­
hibi olamıyacağı fikridir. Ve bu hem sokaktaki insanın hem de ilim adam­
larının sahip olduğu bir zihniyettir. Şöyle ki :
Avrupa ülkelerinden birinde rastgele bir vatandaşla karşılaşsanız, ve
milliyetinjzi konu etmeden havadan sudan, dereden tepeden konuşsanız
sizi ilgiyle dinleyecek, espirilerinize kahkaha ile gülecek ve belki de ken­
disine iyi bir arkadaş bulduğu için kabına sığmayacaktır. Tabiî bir süre
sonra bu hava içinde konu dolaşıp milliyetinize geldiğinde «Türküm» dediği­
niz zaman adamın birden irkildiğini, saldırıya uğrayacakmış gibi müdafaa
pozisyonuna çekildiğini, gözlerinin donuklaşıp dudaklarındaki gülücüklerin
kaybolduğunu göreceksiniz. «İmkânsız, veya doğru mu söylüyorsunuz» gibi
sözler dökülecektir ağzından. Veya «hayret siz medenî bir insana
benziyorsunuz» diyecektir. Çünkü ona göre beyaz tenli, sarı veya kumral
saçlı yeşil, mavi veya ela gözlü, güzel konuşan, espiri yapan,, etrafındaki
insanlara sözleriyle, tavırlarıyla emniyet telkin eden, her seviyedeki insan­
larla nasıl münasebette bulunacağının adabını bilen bir insan Türk ola­
maz.
Veya daha üst seviyedeki bir insanla karşılaşsanız ve ilimden, sanat­
tan, felsefeden, siyasetten, musikîden bahsetseniz, şiirler okusanız, ko­
nuşmalarınızda, fikirlerinizde bir tutarlılık, karşınızdakini saran bir kıvrak­
lık olsa, muhatabınız sizin Alman, İtalyan, Yugoslav, Yunanlı olabileceği­
nizi kabul edebilecektir de Türk oluşunuza şaşıp kalacaktır. Çünkü Türk
yabanidir, kabadır, başka türlü de olamaz. Eğer yabani ve kaba değilse­
niz, ilimden sanattan- biraz nasibiniz varsa o zaman Türk değilsiniz, demek­
tir. Ve hele muhatabınız biraz eski Yunan'ın, Bizans'ın ve Hıristiyanlığın
tarihini biliyorsa, o zaman siz susun o konuşsun... Küçük Asya'nın eski
medenî kavimlerinden, üstün ırklarından, Yunanlılardan, Bizanslılardan,
Lidyaltılafdan, Firigyalıdardadan, Perslerden, Hıristiyan Yahudilerden, Er­
menilerden bahsedecek ve Küçük Asya'nın bu üstün ırklarının bir avuç
göçebe Türk tarafından nasıl zorbalıkla ezildiğini anlatacaktır. Ve sizin bu
göçebe Türklerle asla bağdaşmayan hususiyetlerinizle diğer üstün ırk­
lardan birine ait olabileceğinizi ima edecektir. Yani siz Türk iseniz mezi­
yetleriniz olamaz, ilim yapamazsınız, sanatkâr olamazsınız. Bu meziyetle­
riniz var ise o zaman da Türk değilsiniz.
Bu çarpık değerlendirme ve zihniyet ilk bakışda bazılarına önemsiz
gibi gelebilir. Canım <bu da dert mi, batılı bizi nasıl değerlendirirse değer­
lendirsin, denebilir. Birbakıma doğrudur belki. Fakat birbuçuk asırdır bu
46
BATILI BEYNİNDE
memleketin idarecilerinin batıda eğitildiği, ve Türk insanının kaderinin
kör bir batıcılığa bağlandığı, ve Ortak Pazar çerçevesinde batıyla bütün­
leşmeye çalışıldığı düşünülürse bu husus kolayca geçiştirilemeyecektir.
Batılının bize de telkin etmeye çalıştığı bu çarpık değerlendirmesi, bizim,
batıya yaranma ve batılı olma politikamıza paralel olarak ele alınınca Türk
Milleti'nin varolma davasıyla ilgili bir durum ortaya çıkmaktadır. Batılının
Türk Milletine ve Anadolu Topraklarına ait tarihten gelen niyetleri belli­
dir. Şuurlu veya şuursuz teşekkül eden politikasının mihveri bu tarihi ni­
yetlerdir. Son zamanlarda Türkiye'de yetişen aydınların ise Batılının çel­
mesini bertaraf edecek bir tarih şuuru ve bir mfllî kültürü yoktur. Çünkü
onlara batılı kendi işine geleni öğretmiştir telkin etmiştir, onlar ise bu
memleket yararına olanı öğrenememişlerdir. Daha şimdiden batılının ar­
zu ettiği yönde şartlanan ve Türkiye'de yaşayan insanların çeşitli millet­
lerden meydana gelmiş bir topluluk olduğunu, Orta Asya'dan gelmiş bir
avuç Türk'ün (!) hakim bir unsur olamayacağını söyleyen ve kendi orijin­
lerinin Yunanlı, Giritli, Lidyalı olabileceğini isbata çalışan bir sürü yazarkaralar yokmudur? Bunlar kendilerini Türk'den gayri bir millete bağlamak­
la güya dehalarını emniyet altına alıyorlar. Bu marazi hal onlara batı ile
temasları sırasında sirayet etmiştir. Her yıl batıya gönderdiğimiz binler­
ce talebenin kafası bir süre orada kaldıktan sonra kendi milletine karşı yı­
kanmış olmaktadır. Eğer tahsil yaptığı ilim dalında başarılı oluyorsa, yu­
karda izah ettiğimiz telkinlerin tesiri altında oturup bu dehasının Anadoludaki hangi üstün ırkdan tevarüs etmiş olabileceğini düşünmektedir. Şayet
başarısız ise bunu Türk oluşuna atfedip aşağılık duygusu içinde bilinmez
bir bataklığa doğru akıp gitmektedir. Batıda tahsil yapmış insanların kaç
tanesinin Türk Milleti'nin kendi öz kültür ve tarih çizgisiyle paralel bir
zihniyete ve güven duygusuna sahip olabildiği düşünülürse konunun ne
kadar vahim olduğu anlaşılır. Bir değer olduğunu, bir değer olabileceğini
isbat etmek için, kendinden, kendi değerlerinden, kendi tarihinden ve mil­
letinden kaçan insanJar... Sonuç budur. Bu panik aydınlardan millete sira/et ettiği gün Ortak Pazar Devletinin bir diplomatı çıkıp, Birinci Dünya Har­
binde Kudüs'ü işgal eden İngiliz Generalinin Selâhaddin Eyyubî'nin me­
zarının üstüne basarak söylediği sözü tekrarlayacaktır: «Haçlılar muzaf­
fer olmuştur.» (Allah böyle bir akibetten Milletimizi korusun.) Bu illetin
halkımıza sirayet etme tehlikesi yok mudur? Batılı dışardaki gençlerimiz
vasıtasiyle aydınlara oynadığı oyunu, yurt dışındaki işçilerimiz vasıtasiyle de balkımıza oynamaya çalışmaktadır. Şimdiden, bir Alman kızla dans
etmek için, bir Fransızla arkadaş olmak için veya Danimarka'ya yerleş­
mek için milliyetini inkâr eden kendini İtalyan, Portekizli, veya Yugoslav
tanıtan vatandaşımız az mıdır?
47
MEHMET ŞAHIN
Batılı olmak sevdasıyla biz batılıyı baş tacı edip, kendi insanımızın
kafasına batılıyı üstün bir varlık olarak nakşetmeye çalışırken, batılı bunun
karşılığında hergün biraz daha manen bizi dinamitlemektedir. Batılının po­
litikacısı yazarı çizeri de, kendi kamuoyunu Türkler lehine oluşturup tarihî
husumetleri bertaraf etmeye çalışmalı değil midir? Aksi halde Batıya ve
ortak pazara tek taraflı yaklaşmamız bu milletin yok olmasını kendi elimiz­
le hazırlamamız anlamına gelmez mi? Oysa batılı kendi kamuoyunu Türkler
lehine oluşturmak yerine hergün biraz daha bizim millî değerlerimizi tah­
rip etmektedir. Türklerden adam çıkmaz düşmanlığı içinde Mevlâna'nın
Masreddin Hoca'nm İranlı, Barbaros'un, Mimar Sinan'ın, Karagöz'ün Yunan­
lı, İbn-i Sina'nın, Fuzulînin Arap olabileceğini isbata çalışan ve zihin fouandırıcı belgeler düzenleyenler batılılar değiller mi? Türk musikîsini ve
güzel sanatlarını Yunanlısından Hintlisine kadar bir sürü millete yakıştı­
ran Batı yetiştirmesi aydınlıksız yazar-karalarlarımız çıkmadı mı? Tarihin
kesin olarak tescil ettiği millî değerlerimizin Türk olmadığını isbat ede­
cek en küçük bir iz bulamazsa Batılı bunu hayıflanarak belirtiyor: İngiliz­
ce bir kitapdan okumuşdum; Farabi'nin üstün meziyetleri zikredildikten
sonra «...kâfi derecede inanılmazdır ki fakat Türk orjinlidir*» diyor. Yazar
pek şaşırmış, çünkü kendi kafa yapısına göre Türk'lerden böyle üstün
bir insan çıkamaz. Bir tek ipucu bulabilseydi, meselâ Frabi'nin bir İranlı
hükümdarla görüşmüş olması veya Hindistan'a seyahat etmesi, veya Araoistan'da bir medresede ders vermiş olması, onun İranlı, Hintli veya Arap
olduğunun kâfi delili sayılacak idi. Demek ki adam Farabi'nin Türk olduğu­
nu çaresizlik içinde kabule mecbur oluyor.
İngiltere'de yayınlanan Observer gazetesinin 16 Mayıs 1971 tarihli
nüshası, İspanyadan Selanik civarına göç edip bilâhare müslümanlığı kabul
eden Yahudilerden bahsediyor. Yazının, sonunda diyor ki «Kemal Atatürk
1881 de Yahudi Müslümanların iki asır süreyle devamlı olarak yaşadıkları
Selânik'de doğmuştur. Anası ve babası Türk olarak bilinmekle beraber,
ondan önceki atalarının durumu karanlıktır. O, gerçek bir Türk'ün husu­
siyetlerine sahip değildi. O, rahatlıkla 1666 da İslâmiyeti kabul eden Ya­
hudilerden biri olabilir...»
Gazetelerde zaman zamam zavallı çığlıklar işitiyoruz:
«Karagözü
Yunanlılar aldı, Nasreddin Hocaya İranlılar sahip çıktı, Ermeniler Doğu
Anadolu'da devlet kurmak istiyor...» Bu, bugünün işimidir ki, bu kadar
şaşırıyoruz. Bizim maddî ve manevî değerlerimizi gasbetmek isteyen
asırların sistemli çabası değil midir? Bir yığın nasipsiz aydınlar bu çabaya
gönüllü katılmıyorlar mı? İdarecilerimiz ise riya ve tabasbus içinde kendi
varlık nedenleri olan Cumhuriyet devrinin değerlerini dahî koruyamamak­
tadırlar. İsbatı yukarda. Takip ettim, Observer gazetesine bir tekzip gön­
deren yetkili dahî çıkmamıştır #
48
VAKARI
HALİDE NUSRET ZORLUTUNA
Şüpheyle tereddütle yürek yandığı anlar
Mahkûm ederim suçlu görüp kendimi kendim.
Âlemlere şâmil keremin, mağrifetin var,
Sen affını çok görme benim Rabb'im Efendim.
Ruhum süzülür nur olarak göklere bazen,
Bazen yedi kat yerlere batmış gibidir can.
Bir korkulu humma gibi kavrar beni isyan
Sen affını çok görme benim Rabb'im Efendim.
Kurtar bizi zulmetten İlâhi bol ışık ver,
Kahrolsun, uzaklaşsın o şeytan denen ejder.
Rabb'im sana ermek dileriz yolları göster,
Sen lûtfunu çok eyle benim Rabb'im Efendim.
49
DÜNDAR
TAŞER
ARMAĞANI
tiyatro
müsabakası
Her yıl tekrarlanmak üzere, DÜNDAR TAŞER ARMAĞANI Roman-hikâye
ve Tiyatro müsabakası açmış bulunuyoruz. Düşüncemiz, hayatı boyunca her
şeyiyle Türk olarak yaşamış olan DÜNDAR TAŞER'in aziz hatırasını yaşat­
mak ve bu arada,
«Türk soyunun yaşadığı tarih ve coğrafya içinde bir bütün olarak göre­
bilecek; millî varlığımızı meydana getiren değer hükümlerini ve ölçülerini
işleyecek; bilhassa genç nesillerde atalarımızın mirası olan gelenek ve gö­
reneklere karşı saygı uyandıracak; Türklük şuur ve gururu, İslâm ahlâk ve
faziletini besleyecek eserler verilmesini teşvik etmektir.».
DÜNDAR TAŞER ARMAĞANI Tiyatro Eseri Müsabakasının şartları
aşağıda gösterilmiştir:
1) Yazarlar, yukarıda belirtilen hedefi esas almak şartı ile, sanat ve
teknik hususunda tamamen hürdürler. Eserin günümüz anlayışına ve çağdaş
tiyatro usullerine uygun olması gerekmektedir.
2) Eser, millî kültürümüzün unsurlarını ÖZ'e uygun bir tarzda, mede­
niyetçi bir görüşle işlemiş olacak, yazar, milletimizin kendine has duyuş,
düşünüş ve davranışlarını belirleyecektir. Millî ve dinî değerlerimize karşı
yıkıcı bir tavır almak yerine, saygı telkin edecektir.
3) Eser, normal oyun süresini dolduracak uzunlukta olacaktır.
4) Müsabakaya girecek eserlerin daha önce hiç bir yerde yayınlan­
mamış olması şarttır.
5) Eser, canlı ve işlek kelimelerin kurduğu güzel Türkçemiz ile, her­
kesin anlayacağı tarzda yazılmış olacak, uydurma kelimelere yer verilme­
yecektir.
6) Metin beyaz pelür kâğıda daktilo ile beş nüsha olarak yazılacaktır.
7) Her yazar müsabakaya en fazla iki eserle katılabilir.
8) Bu müsabakalarda yazarlar takma ad kullanacaklardır. Yazarın adı,
adresi ve takma adı PK. 178 Bakanlıklar — Ankara adresine ayrıca ve
taahhütlü olarak gönderilmelidir.
9) Eserin, en geç 9 Şubat 1974 tarihine kadar Konur Sok. 57 C/8
Ankara adresine taahhütlü olarak gönderilmesi şarttır. Sonuçlar TÖRE,
DEVLET, OCAK ve BOZKURT Dergilerinin Haziran 1974 sayısında ilân edi­
lecektir.
10) DÜNDAR TAŞER ARMAĞANI Tiyatro Müsabakasında derece alan
eserlerin birinci baskıları düzenleyenlere ait olup, eserler kitap halinde
basıldığı taktirde, yazara ayrıca t e l i f hakkı ödenmeyecektir.
11) Derece alan eserler sahneye konulduğu taktirde, yazarın carî öl­
çülere göre alacağı 1/31 müsabakayı düzenleyenlere ait olacaktır.
12) Müsabakada birinciye 10.000, ikinciye 5.000, üçüncüye 3.500 T l .
mükâfat verilecektir. Ayrıca 1. mansiyona 1.500 ve 2. mansiyon olarak
1.000 T.L. ödenecektir.
« T U T S A K »
Ü Z E R İ N E
DR. TURGUT GÜNAY
İnsan kavramını merkez alan tabiî, sosyal ve psikolojik olgular çembe­
rini bütün genişliğiyle verebilmesi bakımından, öbür edebî türlere nazaran,
daha yaygın bir tesir alanına sahip olan roman, aynı zamanda insan haya­
tının tarihî akışı içerisinde ortaya çıkan gelişim ve değişimlerden çok ko*
lay bir biçimde müteessir olan; böylece karakterini sık sık değiştirmek zo­
runda kalan bir türdür. Bu bakımdan her romana yazıldığı çağın aynası, ya­
zıldığı çağda yaşayan insanın anatomisi gözüyle bakılabilir. Son günlerde
renkli kıyafetlerle köşe başı vitrinlerinde müşteri bekleyen basit piyasa
romanları, ne kadar kâr gayesiyle yazılmış olurlarsa olsunlar, çağımızdaki
zevk yozlaşmasını, ruh felcini açık bir biçimde yansıtan belgelerdir. İşle­
nen konu bakımından, çağımızın sosyal çemberi içinde kalan; fakat bakış
açısını bediî ve millî bir kanalla çağın ilerisine taşıyabilecek kabiliyette
olan romanlara artık az rastlanır olması, Türk edebiyatındaki geçici kalem
krizinden ziyade yukarıda işaret edilen marazî akımın geniş alanlara sira­
yetinden, ileri gelen üzücü bir durumdur.
Kendisini «Küçük Dünya», «Azap Toprakları» ve «Ak Topraklar» gibi
üç başarılı romanla tanıdığımız Emine Işınsu hanımın «Tutsak» adını taşı­
yan son romanı1, gerçek ve kalıcı bir romanın artık millî bir görüş açısı ve
bediî bir duyuş tarzıyla yazılabileceğini, edebiyatta ölümsüzlük köprüsünün
ancak bu iki sağlam kaya üzerine kurulabileceğini ispatlayan dopdolu, ye­
ri ve çığır açıcı bir sanat eseri olarak dikkati çekiyor. Sanatçının estetik
anlayışı, sosyal yargıları, psikolojik tahlilleri ve her şeyin üstünde tuttuğu
ülkücülüğü Türk romanı için ayrı ayrı ehemmiyet arz ediyor.
51
TURGUT GÜNAY
Şüphesiz ki, bir sanat eserinin kaynağı ilk planda duygulardır. Sanat
eserinin başarılı veya başarısız olması da duyguların işlenjşinde tutulan
yolun sağlık derecesine sıkı sıkıya bağlıdır. Bu yol, bir ressam için renk­
leri, bir müzisyen için sesleri, bir yazar için kelimeleri yerinde kullana­
bilmek, duygularla uyum içerisinde tutabilmektir. «Tutsak» m bir solukta
okunan; fakat tesir alamndan uzun zaman çıkılamayan bir roman olması,
işlenjşinde sağlıklı bir yolun tutulmuş olmasından; yani duygularla kelime­
ler arasında güçlü bir uyum kurulmuş olmasından ileri gelmektedir. Yaza­
rın şiir diline yaklaşan duru ve zengin Türkçesi herhangi bir zorlanmaya
veya kopmaya uğramaksızın romanın başından sonuna kadar hakim bir es­
tetik unsur olarak kendisini koruduğu için, yer yer temas edilen en ger­
çek siyasî olaylar, adlarıyla zikredilen siyaset adamları bile eserin şiir
atmosferini dağıtmıyor. Söz gelimi, çoklarının «katı ve yetilmez bir hayal»
olarak nitelendirdikleri, ürktükleri «Turan ülküsü» aşağıdaki satırlarda sı­
cak, yumuşak, cana yakın bir duygu olarak şiirleşiyor:
«... Sonra, biraz daha büyüyünce, sonsuz bir düzlük gibi tasavvur et­
tim Turan'ı, sonsuz ve yeşil bir düzlük, gözünün önüne getirebiliyor mu­
sun? İşte onun üzerinde güzel taylar, başıboş koşuyorlardı hep. Amma ne
koşu! Hürriyetin ta kendisi! Bu taylarını rüzgârını iliklerimde duyar ve coşar­
dım...»
Gene, eserde roman kahramanına söyletilen Kerkük hoyratları, nor­
mal insan belleğinin kapasitesini aşan bir sayıya ulaşmakla birlikte, yazarın
şiire karşı duyduğu büyük ilgiye tanıklık etmesi ve anlatıma renk katması
bakımından ilgi çekici görünüyor.
Roman, çerçevesinde yenilik taşıyan ve yoğunluğuyla dikkati çeken
unsurlardan birini de psikolojik tahliller teşkil ediyor. Fakat, bu tahliller
her şeyi bilen, her şeyi gören üçüncü bir göz; yazar gözü ile değil de, ya
kahramanların kendilerini anlatması, ya da birbirlerini tanıtması suretiyle
yapılıyor. Bu arada, James Joyce ile başlayan ve VVilliam Faulkner ile çağı­
mız roman tekniğine köklü bir biçimde yerleşen, «iç-anlatımı» tarzının
«Tutsak» yazan tarafından da başarılı bir biçimde kullanıldığı, ayrıca Tenessee VViliams geleneğine bağlı olarak yaşamayan ve konunun krolonojik
akışı içerisinde sahneye hiç çıkmayan bir kahramanın bütün hatlarıyla canlandırıldığı görülüyor. Romanın teknik bütünlüğü içerisinde bir girişle
başlaması veya bir yorumla bitmesi gereken bölümlerden birinin; VI. bölü­
mün, sadece bir kahramanın iç-anlatımına dayanması, gözden kaçan bir
hata izlenimini bırakmakla birlikte, yazarın psikolojik tahlillere karşı büyük
3İr iştiyak duyduğunu, onları bir hamlede kendi ruhundan, söküp yazıya geçir­
diğini göstermekte ve güçlü romanın yazarla kahraman, arasındaki kaynaş­
madan doğduğunu bir kere daha ispat etmektedir.
52
TUTSAK
Eserin psikolojik örgüsü içerisinde hakim; fakat karmaşık bir duygu,
hatta bir opsesyon (saplantı) olarak işlenen «tutsaklık» kavramı, romanın
asıl kahramanı Ceren başta olmak üzere çevresindeki herkesin, her mües­
sesenin kaçınılmaz bir biçimde içine düştüğü tabiî ve kopmaz bir buna­
lım çemberidir. O, Ceren için en azından annelik, kocası için zenginlik, hiz­
metçisi için fakirlik, arkadaşı Selma için yalnızlık ve ülküce yozlaşmış,
asıl vazifelerini unutmuş olan devrin iktidarı için bir sol darbe korkusu­
dur. Hür olan herkesin değişik tarzlarda yaşadığı bu tutsaklık, sözlük an­
lamıyla gerçek bir tutsak olan ve hürriyet savaşında canını veren Kerkük
Türk'ü Tarık'ın kişiliğinde çözüm bulmakta ve mutlak hürriyete ancak yüce
bir ülküyle varılabileceği gerçeği ortaya çıkmaktadır. Tutsaklığın verdiği
gerilimden kurtulabilmek için müsekkin alan Ceren'e, «...dışarı çık ve gü­
neşe karşı gülümse, haydi can bacım, haydi...» diyen Tarık, bu çemberden
kurtulmak isteyen insanın kendi içinden çıkması ve tabiatın kutsal adı olan
«yurt» kavramına bağlanması gereğine işaret etmiştir. Tarık'la sembolize
edilen insan tipi korku, kuruntu ve bunalımdan uzak, yalın duyuşlu, sağlam
düşünceli «alp» tipine büyük benzerlik gösterir. Türkiye'nin ve tutsak Türk
ellerinin kurtuluşu, tarihimizin en, şerefli dönemlerine kök salan bu tipin
yeniden canlanması ve kalabalık bir gençlik kitlesi halinde günlük mese­
lelere sahip çıkmasryla gerçekleşecektir.
Romanda Ceren'in kişiliğinde tahlil edilen kadın tipi, yazarın asıl noktai nazarını üzerinde topladığı mühim bir unsur görünümündedir. Bu, iyi
bir aile yuvasında sağlam bir terbiye görmesine rağmen hayatın kötülükle­
rine karşı gerçek bir biçimde silahlandırılamayan, ve kendisini bir anda katı
ve kötü gerçeklerin içinde bulan çağdaş Türk kadını tipidir. Tutsaklığın ka­
ranlığında sadece millî ve umutsuz bir ülkünün yordamıyla yürüyen bu ince
duygulu kadın, Oedipus kompleksine sahip bir kocayla problemli arkadaşlar
çevresinin eğlence atmosferi içerisinde, kimseyi suçlamaksızın, hep ken­
disine karşı direnecek ve durmadan yıkılmaya doğru gidecektir. Ta ki, bir
sabah; 1960 yılının 27 Mayıs sabahı, radyodan gelen gür, pürüzsüz, cesur
ve kurtarıcı sesle silkininceye kadar.
Her şeyden önce bir sanat eseri olan romanın, bir yönüyle gayet isa­
betli sosyal ve siyasî yargılara dayanması yazara ayrıca değer kazandıran
bir husus niteliğini taşıyor. 1960 öncesinin sosyal ve siyasî panoramasının
bütün hatlarıyla canlandırıldığı roman, geniş bir mesaiyi gerektiren incele­
melerden ve sağlam dokümanlardan destek bulmakla tebarüz ediyor.
Bu romanla Türk edebiyatına emsalsiz bir armağan bırakmış olan Emine
Işınsu hanımı candan tebrik eder, başarılarının devamını dileriz. $
(1) Emine Işınsu, Tutsak, İstanbul 1973, Ötüken Yayınevi, 219 s.
53
HAVUZ
ARİF NİHAT ASYA
Tuzlu su balıkları, tatlı suya alışamadılar. Tuzlu suyun bir kekrekliği,
jir burukluğu vardı, ki onu ömürlerince aradılar!
Orada dört bucak, alabifdiğine uzanan bir mavi renkti... İleriye, geriye
;e sağa, sola doğru genişleyen; aşağıya doğru koyulaşan bir tuzlu mavi.
54
ARÎF NÎHAT ASYA
Orası öyle bir yurttu. Uçsuz bucaksız kıyılarda yosun ormanları, git
git, bitmezdi... Yosunun sırtları, yanları bir okşayışı vardı ki tatlı suyun
nilüferlerinde bu yumuşaklığı bulamadılar.
Gerçi dost vardı, düşman vardı; fakat bütün bir sonsuzluk, yaşamr
leyecanıyla doluydu.
Hayat, avuç içi havuzların duruluğunda, durgunluğunda ve tatlı suyun
tadında değildi... Biz tatlı su balığı olamazdık!
Orada büyük demir külçelerinin, suya gölgesi vururdu... orada kâğıttan
kayıkların maskarası değildik!
Orada bir taraf maviyse bir taraf yeşildi; bir kıyı duvarsa bir kıyı
kumsal, bir kıyı çakıldı... orada dört taraf, dört duvar değildi!
Çakıllarda, kumlarda dalgalara yan verince dalgaların, gövdeleri bir
yuvarlayışı bir sallayışı olurdu ki biz bu sallantılarla büyüdük.
Orada balıkçılarla kovalamaca oynamak denizin, tadına doyum olmaz
eylencelerinden yalaız biriydi!
Kayalar altında saklı loş kovukların eşiğini ise güneşler aşamazdı.
Orada ay, daha büyük, daha şahane doğardı; pullarımız pırıltısını aydar
alırdı!
Sığılarda dalga kırışıklarının ışık ve gölge hârelerini kovalardık.
Oltanın bir ucundan biz çekerdik, bir ucundan Âdemoğlu çekerdi.
Bir olta yarasını, bütün dertlerin devası tuzlu su, bir günde iyi ederdi!
Bu kazalı oyunun kurbanları da canlarını helâl edebilirlerdi!
Kayıklarla balıklar arasında yarış başlardı.
Gün olur, suyumuzu demir fırıldaklar köpürtürdü.
Denizi uçsuz bucaksız bilirdik, öyleydi... şimdi nasıl oluyor da rüya­
larımıza sığıyor?
Hürriyetin acı suyu, köleliğin tatlı suyundan güzeldi!
Issız gecelerde başımızı bir an sudan çıkarır, göklere bakardık; göklerde
Allah'ı görürdük.
55
DOKUZ IŞIK AÇISINDAN
SANAT VE EDEBİYATTA TEŞKİLÂTLANMA
S. KEMAL TURAL
Sanat; fikir, duygu
şatan, ölümsüzleştiren
ğil... İşte bu sebeple
başarıya ulaşması için,
tem geliştiriyoruz.
ve hayâlin çocuğudur. Sanat ve edebiyat, fikri ya­
bir imkân... Hiçbir imkân onun kadar kuvvetli de­
TÜRK SOYUNUN KENDİNE DÖNÜŞ HAREKETİ'nde
çıkış noktası ve hedefi TÜRK MİLLETİ olan bir sis­
Sanat ve edebiyatı mayalandıran şey, bir milletin maddî ve manevî
yapısının tamamıdır. Bir milletin maddî ve manevî dünyasını hazırlayan
şartlar ise, tarih, kültür ve millî psikolojidir. Kültür ve tarih yozlaşması
gösteren bir cemiyetin, sanat ve edebiyatı da ona paralel bir yozlaşma
gösterir. Haysiyet, kudret ve kuvvet sahibi bir milletin sanatı da o ölçüde
yüce ve itibarlıdır. Haysiyetli ve yüce bir sanatı millîlik pınarından, sulayıp
56
S. KEMAL TURAL
ölümsüzlüğün kucağına vermek istiyoruz. Bu yüzden, sanat ve edebiyatın
hemen her sahasında şu üç basamağa dikkat etmeliyiz :
1 — Geçmişin bütünüyle öğrenilmesi;
2 — Hâl-i hazırın değerlendirilmesi;
3 — Geleceğe ait tekliflerin mîllî, bediî (estetik) ve ebedî (ölümsüz)
lik şartlarına bina edilmesi.
Geliştirilmesini istediğimiz anlayış sanat ve edebiyata ait bütün tarz­
ları içine alacaktır. Bu yüzden önce her tarza ait araştırmalar yapılmasını
teklif ederiz. Türk milleti olarak,
a) edebiyatı,
b) musikîyi,
c) mimariyi,
d) resim ve minyatürü,
e) heykel ve çeşitli oyma-kakma sanatlarını,
(*)
ileride, bu notlan geliştirerek bir kitap yayınlamayı düşündüğümüzden bazı nok­
talara kısaca temasla yetineceğiz.
f — tiyatro ve sinemayı çeşitli devirlerde nasıl anlamışız; hangi eser
eserleri ortaya koymuşuz? Her tarzın, mütahassısları tarafından, tarihçe­
si, hâli hazır görünüşü ve d o k u z ı ş ı k a ç ı ş ı n d a n g e t i r i l e n t e k ­
l i f l e r ortaya konulmalıdır. Konulacaktır da... Biz bu konuda azamî sab­
rı gösteriyoruz; ancak, zaman daha sabırsız olduğundan BEKLENENLERİ
zorla ortaya çıkaracaktır.
Rahmetli Ahmet Hamdi Tanpınar «Millî bir edebiyata doğru» makale­
sinde şöyle demektedir:
«Evvelâ neyiz ve nelerimiz var? Bunu bilmenin ihtirasını duyalım. O
zaman hattâ mevcudiyetinden bile haberdâr olmadığımız hazinelerin üze­
rinde oturduğumuzu göreceğiz. O zaman birden bire bugünün yoksulluğu
içinde, kahramanları, hâtıraları, efsaneleri, büyük mimarî âbideleri, nesil­
lerin sükûn ve ruhâniyet ihtiyaçlarını tatmin etmiş aydınlık peyzajları ile
bütün bir âlem, tam bir zevkin, hâkim bir dünya görüşünün, tamamiyle bi­
ze mahsus bir zaman tasarrufunun hüküm sürdüğü yekpare bir âlem mey­
dana çıkacaktır.
İşte bu âlemin sırrına vasıl olduğumuz derecededir ki, peşinde koş­
tuğumuz garplı kemâle ereceğiz. Çünkü garp milletlerini bilhassa temyiz
eden vasıf, bu kendi kendilerini bilme keyfiyetleri, sanat ve edebiyatların­
da daima bir devam aramaları, millî kaynaklara her an yeni baştan yaklaş­
maları keyfiyetidir.»
Biz de bunu söylüyoruz: Dünü, ve yarını içine alan üç zamanlı bir
oluş... Milletimizin, tarihî bediî (estetik) ve kültür bakımından devamlılı­
ğını temin, edecek, kopuklukları önleyecek bîr sanat ve edebiyat... Bunun
için kendimizi bilelim, kendimize dönelim.
57
SANAT VE EDEBİYAT
Türk sanatı ve sanatkârının korunması, daha iyiye, daha güzele ve öz­
lenene yönelmesi için yapılacak şeylerden biri de teşkilâtlanmadır. Yüz­
lerce sanat ve edebiyat dergisi çıkıyor ve sonra batıyor... Binlerce sanat­
kârımız çeşitli köşelerde kendini duyuramadan ömür tüketiyor... Marifet
rağbete bağlıdır. Bütün Türk sanatkârlarının korunmasını ve bu arada
A — Millî bediî (estetik), ebedî (ölümsüz) eserler verilmesini;
B — Türk milletini, zevk alma, güzel bulma duyguları açısından eği­
tilmesini, yüceltilmesini;
C — Türk soyunun çağ içindeki kavgasının, gelişmeci bir yorumla
belirlenmesini sağlamak için DOKUZ IŞIKÇI ANLAYIŞ, teşkilâtlanmanın
gereğine inanır.
Sanatkârı, hür, bağımsız ve haysiyetli olan bir milletin sanatı, diğer
milletler içinde o derecede büyük bir yer alır. Sanatkârını korumayan bir
toplumun zihniyet kısırlığı, sanatkârın kısırlığı olarak karışımıza çıkacak­
tır. Sanatkârı kısır, bayağı, taklitçi bir cemiyetin yaratıcı, yüce ve millî
benlik sahibi olduğu görülmemiştir. Bilhassa SÖZ'e dayanan, DİL ile temellenen sanatları yozlaşmış milletler çok geçmeden yokolmuşlardır.
Sanatçımızı, istenilen yaratıcılığın, beklenilen eserlerin sahibi gör­
mek için D o k u z I ş ı k ç ı A n I a y ı ş 'm teklif ettiği teşkilâtlanma mode­
line geçiyoruz:
a — Türk sanatkârları birliği
b — Türk sanat ve edebiyat akademisi
c — Sanat ocakları birliği
d — Sanat ocağı teşkilâtı
A — TÜRK SANATKARLARI BlRLÎĞl :
Bir ülkenin sanat ve edebiyatı sosyal, kültürel ve tarihî şartların ya­
şanan çağa bakışına göre şekillenir, yapı kazanır. Sanatkârını korumak,
teşvik etmek milletin ve devletin, vazgeçilmez görevleri arasındadır. Ata­
larımızın dediği gibi marifet rağbet ister. Bu düşünceyle TÜRK'Ü
TÜRK gibi işleyecek bir sanatçılar ordusu kurmaya mecburuz. Türk Sanat­
kârları Birliği, herbiri dokuz kişilik icra kurulu olan 7 birlikten meydana
gelir.
1
2
3
4
5
6
7
58
—
—
—
—
—
—
—
Edebiyatçılar Birliği;
Müzisyenler Birliği;
Folklorcular Birliği;
Sinemacılar Birliği;
Heykeltraş ve Ressamlar Birliği;
Mimarlar Birliği;
Tiyatrocular Birliği;
S. KEMAL TURAL
Her Birlik kendi iç teşkilatlanmasını düzenler; bu arada,
a — Sanat Ocakları Birliğinden gönderilen (Her sanatçı Birliği için
bir kişi) temsil edilmesini,
b — Türk Sanat ve Edebiyat Akademisi'ne bağlı enstitülere üye gön­
dererek Sanatkârlar Birliğinin temsil edilmesini sağlar.
c — Birlikler AKADEMİ'ye bağlı Enstitüler ile işbirliği ve dayanışma
kurma mecburiyetindedirler.
ç — Her Birlik kendi arasında da ayda enaz bir defa olmak üzere top­
lanır. Birliklerin tamamı her senede bir Türk Sanatkârları Birliği olarak
toplanırlar.
d — 1) Jübilesi yapılması gerekenleri,
2) Maddi yardıma ihtiyacı bulunanları,
3) Hasta ve malûl olanlardan tedavi ve bakım isteyenleri AKADEMİ'nin ilgili enstitülerine duyurarak gerekli işlemleri yaptırır.
e — Her BİRLİK kendisi ile ilgili enaz üç ayda bir olmak üzere bir
dergi yayınlar.
B — TÜRK SANAT VE EDEBÎYAIT AKADEMİSİ :
Bu akademi, üniver­
site, akademi ve yüksek okulların edebiyat, sanat tarihi, estetik, tiyatro
ve diğer ilgili dallarına bağlı doçent ve profesörlerinden meydana gelir.
İcra kurulu dokuz kişi olup devletten sembolik bir maaş alırlar. Akade­
minin 24 üyesi bulunur: Üyeler otuz ayda bir icra kurulunu yenilerler. Beş
yılda bir seçilen üyeler, Sanatkârlar Birliğinin seçerek gösterdiği 6 üye ile
birlikte 24 kişilik yönetim kurulu teşekkül ettirmiş olurlar.
Akademi, altı ayda bir ilmî, araştırma dergisi yayınlar. Akademi, ede­
biyat, musikî, mimarî, resim, heykel, tiyatro, folklor dallarında enstitüler
kurar. Bu enstitülerden herbiri gereken iç teşkilâtlanmayı hazırlar. Bu
enstitülerden birinin, teşkilâtlanmasını kabataslak ortaya koymaya çalışalım.
Millî Edebiyat Enstitüsü : Beş üniversite mensubu (dr., doç., prof.) ile
dört sanatçıdan meydana gelir. Üniversiteden gelecekleri Akademi icra
kurulu; sanatçıları da Türk Sanatkârları Birliği tayin eder. Aralarından, seç­
tikleri bir başkan yönetiminde enaz ayda bir toplantı yapar, alınan kararları,
yapılan işleri üç ayda bir toplanan akademiye ulaştırır. Yapacağı başlıca
işler şunlardır:
a — Edebiyat tarihimizin bir bütün halinde hazırlanmasını,
b — Henüz yeni yazıya çevrilmemiş olan eski eserlerimiz ile çeşitli
Türk lehçelerinde yazılmış Türk edebî eserlerinin konuşulan Türkçemize
kazandırılarak yayınlanmasını,
c — Edebiyat terimleri aksiklopedisi hazırlanmasını,
ç — Kırk sanat yılını dolduran sanatçılara jübile yapılmasını; maddî
ve manevî yardımlarda bulunulmasını, resmen müracaat edenlerin hertürlü tedavi işleminin parasız olarak yapılmasını,
59
S. KEMAL TURAL
d — Türk edebiyatçılarının biyografilerini hâvi Ansiklopedik edebiyat­
çılar sözlüğünün baskıya hazırlanmasını sağlar.
e — Akademi tarafından kararı alınıp enstitüce uygulanan, her dört
yılda bir, şiir, roman, hikâye, deneme ve edebî tenkid tarzlarında yarışma­
lar düzenler. Türk edebiyatçılarının tamamının ilgisini çekecek şekilde
duyurusu yapılacak olan yarışmaların sonunda geçerli ölçülere göre mükafaatlar verir.
f — Açtığı yarışmalarda birinci ile dokuzuncu arasında derecelemeyaptığı eserlerden tamamını birinci baskıları için ayrıca telif ödemeden
yayınlatır. Her tarzın birinci gelen, eserinin İngilizce, Almanca, Fransızca
dillerinden birine tercüme edilmesini ve bu arada çeşitli milletler tara­
fından tanınmasını, milletlerarası yarışmalara katılmasını sağlar.
g — Çalışmalarını, Akademi'nin dergisinde yayınlayacağı gibi gerekli
görürse ayrı bir süreli yayında da neşredilebilir. Bu arada radyo, televizyon
ve basın aracılığı ile sanatçıların ve kamuoyunun dikkatini uyanık tutar.
Bu enstitünün daha geliştirilmesi, verimli olması meselesini AKADEMİ'nin kurulmasına bırakıyoruz.
C — SANAT OCAKLARI BlRLlĞI: Nüfûsu 250.000 i aşan il merkezlerin­
de kurulur. Kuruluşun, 9 kişisi icra kurulu olmak üzere 24 üyesi vardır. İcra
kurulunu yönetim kurulu seçer. Üyeler, Fakültenin Türk Dili ve Edebiyatı bö­
lümlerinden mezun oluş bölgedeki 17 öğretmen ile 6 bölge sanatçısın­
dan meydana gelir. 24. üye ilin Millî Eğitim Müdürü (veya Kültür Bakanlı­
ğının muhatabı olan yetkilisi) dür. On dört kişilik öğretmen Millî Eğitim
[ve Kültür Bakanlığı) Bakanlığının gösterdiği adaylar olacaktır. Böl­
ge sanatçıları Millî Eğitim Müdürünüm seçtiği sanatkârlar olacak­
tır. Bu sanatkârların çevrede tanınan, sayılan, sevilen kimseler olması
şarttır. Üyeler üç yıllığına seçilirler; ayrılmalardan boşalan yer, çoğunlukla
tespit edilecek bir aday tarafından doldurulur.
Yapacağı işler, ana çizgileriyle, şunlardır :
a) Çevredeki edebiyat ve sanat hareketlerini tanıtmak üzere her
dört ayda bir dergi yayınlamak;
b) Çevredeki sanatkârları tanıtan, biyografik künyelerini
taşıyan
eserler neşretmek;
c) Çeşitli eğitim müesseseleri ile temaslar yapıp;
1—Şiir ve hikâye yarışmaları açmak,
2 — Amatör tiyatro kurulmasını gerçekleştirmek,
3 — Amatör müzik toplulukları (klâsik ve halk musikîsi) meyda­
na getirmek.
4 — Amatör millî oyun ekipleri kurmak;
60
SANAT VE EDEBİYAT
ç) Çevrenin halk oyunları (halay, horan, zeybek v.s.) üzerinde araş­
tırmalar yaptırıp, yakın mesafeden filme aldırmak;
d) Çevredeki halk tiyatrosu (karagöz, kukla, meddah, sayıcı, tilki,
kanbur v.s. v.s.) cinsinden oyunların özlerim derlemek yakın mesafeden
filme almak.
e) Çevrenin türkü, şarkı ve ağıtlarını güfte ve beste olarak yazıya ge­
çirilmesini temin etmek.
Sanat Ocakları Birliği Akademi'nin ilgili Enstitüleri ile haberleşerek
çalışır. Çevredeki sanatçıların, katılmasını sağlayarak, her üç yılda bir çe­
şitli dallarda (her dalın çeşitli tarzları için) yarışmalar düzenler, armağan­
lar verir.
D — SANAT OCAĞI T E Ş K İ L A T I :
Nüfûsu 100.000 ile 250.000 arasında
olan her şehirde kurulur. Çevredeki sanat dalları öğretmenlerinin teşkil ettiği
dokuz kişilik bir heyet olacaktır. Her altı ayda bir dergi yayınlar. Bu dergi
ile çevrenin sanat ve edebiyat olaylarını ve bilhassa genç sanatçıları
tanıtıcı, teşvik edici çalışmalar yapar. Bir üst kuruluşu olan Sanat Ocakları
Birliği (kendisine en yakın olana) ne bağlı olarak çalışmaların yürütür.
DOKUZ IŞIKÇI HAREKET, Türk soyunu milletler mücadelesinde, millî
kültürler kavgasında z a f e r e ulaştırmayı ü l k ü edinen bir harekettir. Üç
makale ile ana hatlarını ortaya koymaya çalıştığımız Dokuz ışıkçı sanat ve
edebiyat hareketi, millî sanatımızın ve bu arada millî kültürümüzün şahsi­
yet ve haysiyet sahipliğini dünyaya ilân edecektir.
Türk Milleti'ni ve bilhassa aydınlarımızı zararlı ideolojilerin, yabancı
kültürlerin karşısında güçlü kılmanın tek yolu millî fikir ve sanat dünyamızı
kurmaktır.
Teşkilâtlanma modeli ise birara kurulup sonra kaldırılan KÜLTÜR BA­
KANLIĞI bünyesinde olacaktır. Bu dört teşkilâta DİL AKADEMİSİ'ni ekleye­
cek olursak KÜLTÜR BAKANLIĞI eskisi gibi laf ü güzaf olmaktan, çıkıp tarihî
bir görev yapmaya başlamış olacaktır. Türk dili ve sanatına yani millî kültü­
rün büyük unsurlarına, ekonomik kalkınma şartlanmışlığı içinde sırt çeviren­
ler birgün gelir pişman olurlar. Bu modelin gerektirdiği kuruluş kanunlarını
yapan parlamento, TÜRK MİLLETİ'ne harsı büyük görevlerden birini ifa et­
miş olacak ve yarınların TÜRK DÜNYASINDA hayırla anılacaktır^
Dİ L Â V E R
CEBECİ
«H U N A Ş K 1»
|
Fiyatı : 5 TL.
TÖRE - DEVLET YAYINLARI
61
NEYZEN
İHSAN TÜR
İLE
BÎR K O N U Ş M A
MURAT BARDAKÇI
Bu sayımızda, kıymetli neyzenlerimizden İhsan Tür ile yaptığımız bir
mülakatı, okuyucularımıza sunuyoruz.
Ney sazını, dergâh müntesibi olan bir dededen «Hasan dede» (Hasan
Eriç) meşk ve talim eden üstad; 1926 yılında İstanbul'da doğmuştur. Eski,
köklü bir aileye mensuptur. Galatasaray Lisesi'ni ve İstanbul Hukuk Fakültesi'ni bitirdikten sonra, serbest meslek hayatına atılmıştır.
62
MURAT BARDAKÇI
Öz musikîmize duyduğu aşktan dolayı, 1951 yılında devrin kudretli ney­
zeni Hasan Dede'den n,ey öğrenerek, bilhassa saz eserleri geçen üsdad, ha­
len Tanıburî Dr. Selahaddin Tanur'un evindeki mûtad klâsik fasıllarda ney
üflemektedir. Millî kültürümüzün çok güzel ve bihakkın ruha hitap eden
bir kolu olan musikîmizi saygı ve sevgi ile terennüm etmektedir.
S — Radyolarımızdaki Türk Musikîsi programlarının sizce bozuk olan taraf­
ları nelerdir?
3 — Radyodaki Türk Musikîsi programlarının bozuk tarafları pek çoktur.
Şöyle sıralıyabiliriz :
1 — Saz musikîmize kifayetli zaman ayrılmamaktadır. Saz eserlerinin
pek çoğu, nağmeleri bozuk olarak icra edilmektedir. Zira notalar tahrif edil­
miş olup, icrâkârların bozuk şekilde çalmalarına sebebiyet vermektedir.
Meselâ, Yusuf Paşa'nın «Segah Peşrevi»ni, Osman Bey'in «Sabâ peşrevi»ni,
Muman Ağa'mn «Şevkefzâ Peşrevi»ni, bu meyanda zikredebiliriz.
2 — Fasıllar, her gün, dinlenmesine en uygun olmayan satlerde icra
edilmektedir. Hattâ yarıda bile kesildiği görülmektedir.
Sebeb malûm;
arkadan, reklâmlar gelecektir.
3 — Adı üzerinde, «ince saz», denir. Buna rağmen fasıllar, çok kala­
balık ses ve sazla yapılmaktadır ve bu yüzden, artık zevk vermez hâle
düşmüştür. En güzel eser, çok kalabalık terennümde, en dinlenmezi, en
zevk vermezi durumuna gelmektedir. Solo programlarında ise yine ayni
keyfiyet; çok saz ile eseri öldürme çabası uygulanmaktadır.
9
S — Çok sesli Türk Musikîsine taraftar mısınız?
C — Değilim. Bu tür musikî, an'anevi Türk Musikîsi anlayış ve zevkine
asla uygun değildir. Bu çok kerre söylendi. Mamafih buna aykırı düşünen­
ler, çok şükür, pek azdır. Kendi musikimizi sadece batıya hoş görünebilmek
amacı ile polifonize etmek; hiç doğru değildir. Batılı, an'anevi musikîmizi
beğenirse beğensin, dinlerse, dinlesin. Yok olmayacaksa, ne yapalım! Fa­
kat şunu da hemen söyleyelim ki, bizdeki batı-perestlerden daha fazla alâka
ve zevkle, musikîmizi dinleyen batılılar her zaman olmuştur, olacaktır da.
Bir müzikologun «Polifinize edilebilir» fetvasına uyarak, millî kültürümüzün
bir kolu olan mûsiki sanatına bu kabil tasallut, cinayetin ta kendisidir.
Ben polifonik yapılmış icraları dinledim. Buna, ne alışılır, ne de dinlenir
ve dinletilir. Bu iş, tam manâsı ile bomboş bir gayret ve gayretkeşliktir.
63
BİR KONUŞMA
Kilise ya oda musikîsi havasında Türk Musikîsi, Türk Milletine zevk ver­
mekten çok uzaktır. Bunu bilhassa kaydetmek lâzım.
S — Türk Musikîsini, halka daha çok sevdirmek, benimsetebilmek için ne­
ler yapılmalıdır?
C — Bu yapılanlar, yapılmasın kâfidir, demek mümkün. Ancak ilâve edelim
ki, Türk Musikîsinin, Türk cemiyetinin daha geniş bir kesimi tarafından din­
lenebilmesi ve benimsenmesi, bir kültür ve bu kültüre duyulan sevgi ve
saygı meselesidir. Türk Milleti, aydını ve cahili ile binlerce yıllık bir kültü*
rün mirasçısı durumundadır. Milletimiz, bu mirasa sahip olduğunun şuuru­
na varmak ve bu şuur içinde, öz kültürünü işlemek mecburiyetindedir. BatıDerestlerin tuttuğu yolu benimsemek, en azından kendi kendimize ihanettir.
Radyolarımız vasıtasıyla, Türk Musikîsini geniş kitlelere benimsetebil­
me ve sevdirme yolunda, pratik bir çare olarak, şunu söyleyeyim; program­
ların başında, eser ve güfte sahiplerinin ufak bir biyografisinin verilmesi,
güftenin manâsının, anlatılması, oldukça büyük bir fayda sağlayabilir.
Muhterem üsdad İhsan Tür ile yapmış bulunduğumuz milâkat ile im­
kânlarımızla erişebildiğimiz «Türk Musikîsinin otoriteleri» ile konuşmalar
dizisi sona ermektedir. Gelecek yazımızda, sanatkârlarımızın fikirlerinin
ışığı altında, «Dokuz Işık'da Türk Musikîsi» isimli, çalışmamızı sunacağız, #
Siyasî kişilerin gerçek yüzü,
Siyasî olayların doğru yorumu,
MİLLİYETÇİ HAREKET'in
güçlü sesi
« D E V L E T » de
P.K. 284 — 'Bakanlıklar — Ankara
64
TÖRE SANAT SOHBETLERİ
TÖRE Dergisi'nin sanat sohbetleri, 20
Ekim 1973'den itibaren, her
Cumartesi,
saat 15'de TÖREYıin Konur Sokağı, Nu: 53/2
Bakanlıklar adresindeki Ankara yazıhanesin­
de yapılacaktır. Tesbit edilen ilk üç hafta­
lık program, aşağıda verilmiştir.
1 — Tarih : 20 Ekim 1973
Konuşan : Galip Erdem
Konuşma : «Sanat Hakkında»
I
2 — Tarih : 27 Ekim 1973
Konuşan : Haydar Diriöz
Konuşma : «Divan Şiiri»
3 — Tarih : 3 Kasım 1973
Konuşan :
Sadık Kemal Tural
Konuşma:
«Edebiyattan Beklenenler»
I
65
TÖRE-DEVLET YAYINLARI
Türkiye'yi 12 Mart'a getiren hâdiseleri, Sıkıyönetim belgeleriyle
tarihe maleden ve bütün Türk aydınlarının kitaplığında bulunması
gereken eserler
UÇURUMUN KENARINDAKİ TÜRKİYE SERİSİ :
• Dursun ÖNKUZU olayı
n C \ /
^ CT M O
• Gazi Eğitim Enstitüsü
DfcV " VjtlNv^
•Hacettepe Üniversitesi
'
•Ziraat Fakültesi
Q Q SY A S I
olayları
DEV-GENÇ Dosyası'nda
336 Sayfa 15 TL
TOS
DOSYASI
Birinci Cildi
Hadise Yaratan ve
Kısa Zamanda Kapışılan
Kitabın
2. CİLDİ
ÇIKTI
Fiyatı 10 TL
Ve __
İt Türkiye İşçi Partisi Dosyası
it Madanoğlu Dosyası
it Türkiye İhtilâlci İşçi Köylü Partisi Dosyası
it Mesele (2. baskı) Dündar Taşer
it İnsan ve Teknik — Osvvald Spengler
it Hım Aşkı — Dilâver Cebeci
it Türk Ermeni Münâsebetleri —
Necla Basgün
TÖRE - DEVLET YAYINEVİ
Konur Sk. Köklü Pasajı 57 C/8
Bakanlıklar-ANKARA
Kitapçılara ve 10 adetten fazla iste­
yenlere % 25 indirimli ve ödemeli,
10 adetten az isteyenlere posta pulu
karşılığı üzerindeki fiyattan gönderilir.
10
10
15
25
5
5
TL
TL
TL
TL
TL
TL
10 TL
Ey
Türk !
Üstte
Gök
Çökmedikçe
Altta
Yer
Delinmedikçe
Senin
İlini
ve
Töreni
Kim
Bozabilir ?
Fiyatı : 5 Lira
Ankara Basım ve Ciltevi
Ankara — 1973
Download