1 Yayımcı JU Müzesi/ Museum “Alija Izetbegoviš” Yayımcı Adına: Elvis Kondţiš Yazar: Zehrudin Isakoviš Redaktör: Elvis Kondţiš Çeviri: Tarık Sadak Tasarım ve DTP: Sanjin Manov, Zijah Gafiš Baskı: BEMUST Tiraj: Tüm hakları “Alija Izetbegoviš“ Müzesine aittir. 2 ALIJA IZETBEGOVIĆ MÜZESİ 1925 2003 BİYOGRAFİ Zehrudin Isakoviš Kaynak: Dostojanstvo ljudskog izbora (İnsani seçimin haysiyeti), Alija Izetbegoviš, OKO, 2005 3 4 Alija Izetbegoviš 8 Ağustos 1925 tarihinde Bosanski Šamac'da, önceleri Belgrat'ta yaşamış ancak kronikçilerin belirttiği gibi 1868'de “Sırp baskısı altında“ kalarak kendine daha güvenli bir yer arayan itibarlı bir beyzade ailesinin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Ailenin seçimi Bosanski Šamac olmuştu. Izetbegoviš‟in büyükbabası ki onun da adı Alija idi, Bosanski Šamac'ın belediye başkanıydı. Adaleti ve dürüstlüğüyle yöre halkı arasında çok saygın bir yeri olduğu söylenirdi. Avusturya Veliaht Prensi Ferdinand‟a düzenlenen Saraybosna suikastı sonrası, Avusturya yönetiminin rehine olarak götürmek istediği şehirde önde gelen bir grup Sırbı kararlı bir şekilde korumuş olması şehrin tarihine hiçbir zaman unutulmayacak bir olay olarak geçmiştir. Alija Izetbegoviš‟in kaderi, daha hayatının başlangıcından itibaren doğduğu evin penceresinden görülen iki nehre bağlanmıştır: Bunlar Bosna ve Sava nehirleridir. İlkinin adı Bosna-Hersek‟te Demokratik Hareket Partisiyle (SDA) yönetime gelip devlet başkanı olduğu ve hemen akabinde toprak bütünlüğünün korunması ve gerçek bağımsızlığının sağlanmasına yönelik kanlı bir savaşın başladığı yetişkinlik yıllarının kaderi olacaktır. Gençlik yılları İslami ideolojiler uğruna savaşmakla geçti denilebilirse, Izetbegoviš‟in hayatının son yıllarının da Bosna-Hersek topraklarındaki Boşnak halkının haklarını koruma savaşıyla geçtiği söylenebilir. Alija‟nın hayatının henüz ikinci yılında, ticaret ve bankerlikle uğraşan babası Mustafa Saraybosna‟ya taşınma kararı aldı. Ailesi kalabalıktı: Anne ve babasının üç kız ve iki erkek olmak üzere beş evladı vardı, Alija bunların en büyüğüydü. Babasının ilk evliliğinden de iki üvey kardeşi vardı. Maalesef baba Mustafa 1. Dünya Savaşında İtalyan cephesinde ağır yaralandı. Yarası daha sonra bir tür felce dönüştü ve ömrünün son on yıl kadarını neredeyse yatalak olarak geçirdi. Tüm ailenin ilgilenmesine rağmen, kocasının hastalığının en ağır yükünü Alija‟nın annesi Hiba çekti. Annesi çok dindar bir kadındı, öyle ki Alija daha sonraları notlarında dine karşı erken yaşlarda oluşan bağlılığını tamamen annesine borçlu olduğunu söyleyecektir. Annesiyle beraber sabah namazına uyanmakta zorlandığını itiraf etse de, 5 Izetbegoviš eski hatıralarında Viješnica‟daki Hacı camiinin imamı Rahmanoviš‟in er-Rahman suresini benzersiz bir güzellikte okuduğunu hatırladığı hayatının bu dönemini özlemle yâd eder. Bütün aile genç Alija‟nın anne ve babasının genetik özelliklerinin bir bileşimi olduğu; ancak görünüm itibarıyla annesine, karakter itibarıyla ise babasına daha çok benzediği konusunda hemfikirdir. Bu herhalde genç Izetbegoviš‟in nispeten erken yaşlarda ailesinin etkisinden sıyrılıp hayatını kendi tercihine göre devam ettirmesinde etkili olmuştur. Ne gariptir ki, aşağı yukarı 15 yaşlarında, ateist ve komünist literatürün etkisi altında dini konularda kararsızlığa düşmüştür. İkinci Dünya Savaşının başlangıcı öncesinde Yugoslavya‟da kısmen, o zamanlar tam olarak altın çağını yani aslında en karanlık dönemini yaşayan, faşizme karşı bir tepki olarak çok güçlü bir komünist propaganda hâkimdi. Bununla beraber “sonraki” Izetbegoviš‟e göre komünizm asla demokrasi demek değildi: “komünizm ‟kara‟ya karşı „kızıl' totalitarizmi güçlendirmişti”. Izetbegoviš zamanın komünistlerinin özellikle aktif olduğu Birinci Erkek Lisesine devam ediyordu. Okul “komünist” olarak bilinirdi, belirgin sayıda öğretmenin bu akımı benimsediği koridorlarda konuşulurdu. Böylece muhtelif broşürler onun da elinden geçti ki bunun belirli sonuçları olması kaçınılmazdı: Liseli genç bir taraftan Allah inancı, diğer taraftan da “sosyal adalet – adaletsizlik” kavramları arasında ikilemde kalmaya başladı. Ancak genç Izetbegoviš‟e ilk bakışta şüpheli görünen, komünist propagandanın Tanrıyı “kötücül” ve dinin kendisini de halkı gerçek hayatta daha iyisini elde etmek adına savaşmaması için sindirilmesi ve duyarsızlaştırılması için "toplumların afyonu” olarak gördüğü gerçeğidir. Diğer yandan, çeşitli şekillerde ve tanımlamalarda, dinin ana mesajı Izetbegoviš‟e her zaman etik bir yaşam şekli ve sorumluluk duygusudur gibi gelmişti. Böylece Izetbegoviš bir iki yıllık ruhsal-düşünsel bir bocalamadan sonra, yeni bir güç ve yaklaşımla nihayet dine döndü. Sonradan kendisindeki iman gücünün, özellikle gençliğindeki bu inkâr döneminden güç aldığını düşünmüştür. Ve artık bu, doğuştan ait olduğu gelenekten edinilen din değil, yeniden tesis edilmiş bir iman duygusuydu. Her ne kadar sonradan din problematikiyle ilgili yazdığı kitaplarda 6 görüleceği gibi sürekli sorgulamış ve araştırmış olsa da, yeniden tesis edilen bu imanı bir daha asla kaybetmedi. Çok sonra Hatıralar kitabında “Tanrısız bir kâinat benim için tahayyül edilemezdi” diyecektir. Aynı zamanda Hegel, Spinoza ve Kant gibi genel çizgisi bilgiye susamış bu gencin üzerinde özel bir tesir bırakan ve 19 yaşına kadar tüm eserlerini hatmettiği klasik Avrupa felsefesi yazarlarını okuyordu. Izetbegoviš Büyük Harbin tam ortasında 1943 yılında liseyi bitirdi. O zamanlar komşularının çoğu gibi Izetbegovišler de yokluk içindeydiler. Çoğunlukla açlık içindeydiler. Saraybosna gaddar bir Nazi rejimi kuran Ustaşaların işgali altındaydı. Izetbegoviš‟in orduya katılmak için başvurması gerekiyordu, ancak bunu yapmadı. O zamanki idarenin gözünde asker kaçağı durumuna düştü ve tüm 1944 yılı boyunca gizlenmek zorunda kaldı. Saraybosna'da kalmak artık çok tehlikeli olmaya başlayınca doğum yeri olan Posavina'ya geçti. Sonrasında bizzat şahit olduğu üzere oradaki ordulardan hiç biri kendisine baskı yapmadı: ne Partizanlar1, ne Müslüman Milisler, ne de özellikle Çetnikler2 ve Ustaşalar3. Ancak silahlı bir çatışma içinde olmaması, asla bir meşguliyet içinde olmadığı anlamına gelmiyordu. Aksine, ideolojik adanmışlığını “Genç Müslümanlar” (MM) organizasyonu yoluyla kendisi gibi düşünen birkaç kişiyle birlikte fiiliyata dökme teşebbüsünde bulundu. Bu cemiyetin zamanın kanunlarına uygun şekilde resmiyete dökülmesine yönelik ilk teşebbüs 1941 Mart'ında oldu. Bu girişim, Nisan'da Almanya'nın Yugoslavya'ya saldırmasıyla doğal olarak sonuçsuz kaldı. Öncelikler bekanın sağlanmasına verilmişti. MM hareketin daha ziyade çağdaş İslam dünyasının sorunları gibi dış politikaya (o zamanlar) yönelik bir ruha sahip ve bu türden meselelerle ilgili olması dikkate şayandır. Genç Müslümanlar “dünyanın bu kesiminin sefalet içinde ve neredeyse sürdürülemez durumda olduğunu ve bu yüzden çağdaş medeni seviyeyi yakalayabilecek (ve de yakalaması gereken) dinamik bir din olan İslam‟ın 1 İkinci Dünya Savaşı'nda Alman ve İtalyanların işgali altındaki Yugoslavya topraklarında oluşturulan düzensiz askeri güçler. Irkçı ve fanatik Sırp çeteleri. 3 Ustaşalık, II. Dünya Savaşı'nda Yugoslavya topraklarında etkinlik gösteren faşist harekettir. 2 7 nüvesinin dışına çıkamadığını” (o devre şahit olanların tabiriyle) savunuyorlardı. Aynı zamanda İslam‟ın hâkim olduğu coğrafyanın, “gerek askeri gerekse kapitalist yöntemlerle“ çoğunlukla yabancıların hâkimiyeti altında olduğunu iddia ediyorlardı. Her ne kadar resmen kurulmamış olsa da, cemiyetin liseli ve üniversiteli gençler arasında gittikçe daha çok popülarite kazandığı kesindi. Bu faaliyet İkinci Savaşı'nın tamamı boyunca devam etti. Izetbegoviš cemiyetle ilk defa 1944 yılında “El-Hidaje” ile, imamların mesleki birliğiyle, birleştikleri zaman karşı karşıya geldi. Kendisinin de sık sık ifade ettiği gibi Alija “hiç bir zaman imamlarla tam bir fikir birliği içinde değildi” ve eleştirilerinin temelinde İslam‟ın imamlar tarafından çok katı bir şekilde yorumlanması yatıyordu ki kendisine göre bu tavır “İslam‟ın dâhili ve harici inkişafını engelliyordu”. 8 ĠLK HAPSE GĠRĠġ 9 Savaşın bitmesinden sonra, dönemin komünist rejiminin tüm tedirginliğine rağmen, organizasyon yeni bir hevesle çalışmalarına devam etti. Cemiyetin aktivistleri olan Genç Müslümanlar önce gizli bir (ön)uyarı aldılar, ancak bu sonuç vermeyince hapis emri verildi. Böylece Alija ilk defa kendini hapiste buldu. Bu dönemde zamanın FNRJ (Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti) yönetiminde askerlik yükümlülüğü altında olduğu için, askeri mahkeme tarafından 3 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı, 1946 Mart‟ında girdiği cezaevinden 1949 yılında serbest bırakıldı. Izetbegoviš soruşturma süresini Saraybosna‟daki “Mareşal Tito” kışlasının askeri hapishanesinde geçirdi. Konduğu odada kalanların yarısı ölüme mahkûm edilmiş tutuklulardı. Temyiz dilekçesinin nihai sonucu bekleyen bu mahkûmlar arasında ağır bir hava hâkimdi. Izetbegoviš‟in 3 yıllık hapis cezası böyle bir ortamda oldukça hafif sayılırdı, çünkü bazı politik mahkûmlar ölüm cezası ya da çok uzun süreli hapis cezalarına çarptırılmıştı. Yine de hiçbir suçu olmadığı halde, demir pencerelerin ardında bin gün ve bir o kadar da gecenin geçirilmesi gerekiyordu. Cezasını çekmesi için önce Zenica‟ya gönderildi, ancak iki ay sonra Stolac‟a nakledildi. Burada yedi ay “yattıktan” sonra yeniden başka bir yere nakledildi. Bu sefer “ıslah edici" çalışma kapsamında Boraţko gölü kenarındaki bir şantiyeye gönderildi. Kaderin bir cilvesi olarak Izetbegoviš, soruşturması süresince kendisini sorgulayan personelin de dinlenme amacıyla kullandığı ve daha sonra UDB (Devlet Emniyet Teşkilatı - Yugoslav siyasi polisi) Merkezi olacak olan binanın yapımında çalışacaktı. Boraţko gölünden sonra Alija ironik kaderinin kendisine oyunlar oynamaya devam edeceği Saraybosna‟ya nakledildi. Burada da Izetbegoviš, diğer mahkûmlarla birlikte, Komünist Parti Merkez Komitesi (CK KP) binasının yapımında çalıştı! Herhalde ıslah çalışmalarının odağında, politik düşmanlarına komünizmin mabetlerini yaptırmak yatıyordu! 10 Genç Izetbegoviš‟in hapisteki yalnız günlerini Halide ile, 18 yaşından beri tanıştığı kızla, arasındaki mektuplaşmaların içeriğindeki sıcaklık biraz olsun hafifletiyordu. İkinci Dünya Savaşı boyunca ikisi sürekli görüşmüşlerdi. Alija hapse girince, görüşmeleri artık birbirlerine karşılıklı olarak duygularını anlattıkları, saygı ve aşklarını dile getirdikleri ve aslında ayrılıklarını daha da derinden hissetmelerine sebep olan mektuplarla devam etti. Hapisteki üçüncü ve son yılında Alija Macaristan sınırında Beyaz Manastır yakınında kamulaştırılan tarımsal arazilerden biri olan Belje‟de çalışmaya gönderildi. Orada ağaç kesti ve bu işte oldukça ustalaştı. Yıllar sonra, şakayla karışık, eğer ekmeğini fiziksel bir iş yaparak kazanmak zorunda kalırsa oduncu olabileceğini söylemiştir: “Tüm fiziksel işler arasında - ki çoğunu denemişimdir – bana en cazip gelen buydu” derdi. O 1948-1949 kışını el testeresiyle yakacak odun keserek geçirdi. Yeterli beslenmeyle desteklenen bu fiziksel aktivite, Alija‟nın hapisteki 3. senesinin sonunda tamamen gücünü kazanmasını sağladı. Hapisten çıktığında 24 yaşındaydı ve oldukça iyi görünüyordu. Kendisini böyle güçlü, sağlıklı ve fiziksel olarak mükemmel bir durumda görünce, yakınları sevinç gözyaşları dökmüşlerdi. Hapisten çıkışının hemen akabinde, beklenildiği üzere Halide ile evlendi. Halide‟nin güzelliğiyle gurur duyardı. Birçok kadının kendisini oldukça çekici bulmasına karşın, onun dış görünüm açısından kendisinden çok daha üstün olduğunu düşünürdü. Göze çarpan mavi gözleri ve genç olmasına rağmen bir çilekeşin kendine özgü bir havası vardı ki bunun sayesinde çevresinde sevilen ve sayılan biri olmuştu. Halide ile evliğinin son derece tabii olması gibi, politik hayatına devam etmesi de onu iyi tanıyanlar için tamamen beklenen bir şeydi. Hasan Biber sayesinde Izetbegoviš “Genç Müslümanlarla” tamamen el altından tekrar bağlantıya geçti. Temasa geçmelerinden tam kırk gün sonra, 11 Nisan 1949‟da Hasan Biber hapse atıldı. Sorgusunda, Alija‟nın Genç Müslümanlarla yeniden bağlantı kurduğunu itiraf etmesi için çok baskı yapıldı. Ancak kendisi bu konuda oldukça dayanıklı 11 çıktı, organizasyonun diğer üyelerinin ise Izetbegoviš‟in yeniden aktif olmasından henüz haberi yoktu. Böylece Biber‟in sayesinde, henüz net üç yıllık hapis döneminin ağırlığını üzerinden tam atamadığı ve keyfini çıkarmaya zaman bulamadığı özgürlüğünü korumuş oldu. Biber, Temmuz‟da yapılan yargılamada ölüme mahkûm edildi; bağnaz komünistler cezasını hemen 1949 Ekim‟inde infaz etti. Bu yargılama Mostar‟daki Genç Müslümanlara yapılan bir baskınla başlayan ve tüm Bosna-Hersek‟te kitlesel hapse atılmalara varan bir boyuta taşındı. Bu baskında toplantı kayıtları ve notlarına el konuldu. Bunu, Saraybosna sürecini tamamına erdirmek adına eş zamanlı olarak Zagreb‟de de 1949 Ağustos‟unda büyük bir öğrenci grubunun hapse atılması takip etti. Hapse atılanlardan bazıları ikinci defa mahkûm edilmiş ve hapis cezalarını çekmek üzere cezaevlerine konmuştu. Genç Müslümanlara karşı yürütülen tüm bu politik süreçlerde verilen mahkûmiyetlerin toplamı 1000 yıla varıyordu. Bu şekilde organizasyon tamamen çökertildi, önde gelenleri ya hapisteydi ya da katledilmişti. Genç Müslümanlık ideolojisini hala içinde taşıyan ve seyrek denemeyecek gizli toplantılarda bu konularda konuşmaya devam eden bireyler kalmıştı, evet, ancak bu artık somut ideolojik eyleme dönüşebilecek organize bir hareket değildi. Bu arada Alija Izetbegoviš, deklaratif olarak kendisini sosyal eşitlik ve zayıflamış adalet duygusuna odaklamış olan Yugoslav toplumunu analiz ediyordu. Ancak Izetbegoviš‟e göre ortada daha ziyade bir iki yüzlülük vardı, çünkü “sıradan vatandaş” açlıktan kırılırken, üst düzey komünistlerin ihtiyaçlarını temin ettiği gizli depolar vardı. Halk patates ve pirince talim ederken, ideolojik olarak yakın ve yandaş kesim bolluk içinde yaşıyordu. Onlar için sütten çikolataya kadar her şey vardı. Öte yandan, bu imtiyazlara karşı ortaya atılan herhangi bir tartışma bile devlet ve kanun karşıtı olarak tanımlanıyordu. Izetbegoviš takip eden on sene boyunca, çoğunlukla Karadağ‟da Nikšiša yakınındaki “Perušica” hidroelektrik santralinin yapımını yönetmek olmak üzere, şantiyelerde çalıştı. Boş zamanlarını örgün eğitimini geliştirmeye çalışmakla 12 geçiriyordu. Önce tarım tahsiline başladı, ancak üçüncü yılında hukuk tahsiline geçti. İki yıl içerisinde diplomasını alarak mezun oldu. Tarih 1956 yılıydı. 13 ĠSLAM DEKLARASYONU 14 Izetbegoviš‟in iş hayatı, eğitimi ve ailesiyle ilgilenmesi gerekliliğinin yanı sıra aynı zamanda İslam konusunda ciddi ve detaylı metinler yazabilmesi takdire şayandır. 1969 yılında İslam Deklarasyonu metninin taslağını hazırladı, bunu 1970 yılında tamamlayarak yayınladı. Bu çok uzun olmayan metin (40 sayfa civarı), Izetbegoviš‟in sözde İslami radikalizm bahanesiyle ikinci defa mahkûm edildiği 1983 “Saraybosna Davasına” kadar ciddi bir ilgi uyandırmadı. Yugoslavya‟da, özellikle Bosna-Hersek‟te, yazılmış olmasına rağmen Deklarasyonun muhatabı oradaki politik şartlar değil, kitapta uyumlu manevi bir (aynı zamanda idari-politik) alan olarak değinilen İslam dünyasıydı. Metin sosyalist sistemin o zamanki müdafilerine “radikal” ve “sosyal sistem için tehlikeli” görünmüştü ki özünde öyleydi de: gerçek İslam‟a dönüş çağrısı yapıyordu! İslam‟ın yüceleştirilmesi ve dinlerin Tanrıya tapınması, radikal ateistler olan komünistlere en büyük dalalet olarak geliyordu. Deklarasyonun aynı hararetle övüldüğü ve yerildiği söylenebilir. Fakat sorun, yerenlerin çoğunluğunun yönetimde oldukları gerçeğinde yatıyordu. Böylece savların gücü, gücün savı karşısında yenik düştü. İslam Deklarasyonu daha sonra yedi yabancı dile çevrildi ve, kendi sahasında, zamanının en çok okunan politik metinlerinden biri oldu. Herhangi bir platformda açıkça belirtmiş olmamasına karşın, İslam ülkelerine karşı gittikçe daha eleştirel bir tutum almasından, Izetbegoviš‟in kendisinin de Deklarasyonun çok idealist bir yaklaşımla yazıldığını, Deklarasyonda değinildiği şekilde üniter bir İslam Dünyası olmadığını ve hepsinin kendine özgü somut problemleri olan ve oluşumlarının farklı bağlamlara dayandığı birbirinden farklı bütünlerden oluştuğunu zamanla gördüğü kabul edilebilir. Bu özellikle Bosna-Hersek için geçerliydi. Deklarasyonun bazı bölümleri devletin İslami prensiplere göre yönetilmesi için bir çağrı olarak anlaşıldı ve kasıtlı olarak Yugoslavya‟nın da, özellikle BosnaHerseğin, Izetbegoviš‟in İslami kurallara göre yönetilmesine yönelik talebi olarak yorumlandı. Bu ihtilafı bir kenara bırakırsak, daha sonraki politik etkinliği süresince Alija Izetbegoviš‟in devleti esasen dinin toplumda eşitlikçi yerini aldığı 15 modern Batı demokrasisinin prensiplerine göre laik bir şekilde yönetmeye adanmışlığını görebilmek gerekir. Diğer taraftan Izetbegoviš‟in bir başka kitabını – Doğu ile Batı arasındaki İslam – daha 1946 yılında hapse girmeden önce yazmış olduğu gerçeği hayret vericidir. Hapsedildiği o sene, (1997‟de vefat eden) kız kardeşi Azra neredeyse bitmiş olan el yazısı taslağı aile evinin tavanındaki kirişlerin altına saklamıştı. Kitap koşullar gereği orada uygun olmayan bir ortamda bırakıldı, Alija onu bulduğu zaman kendi deyimiyle “bir balya yarı çürümüş kâğıttı”. Fakat bu “balya” yine de yeteri kadar korunmuştu. Izetbegoviš bu materyali yeniden yazdı, bu vesileyle de birkaç yeni bölüm ekledi ve hepsini birden Kanada‟daki bir dostuna yolladı. Kitap orada 1984 yılında, Izetbegoviš sıra itibarıyla ikinci, ancak bu sefer 14 yıllık yeni hapis cezasını çekmeye başladıktan sonra yayınlandı. Bu sefer dokuz dile çevrilmiş olan bu kitapta yazar yeniden İslam‟la ve onun aktüel dünyadaki yeriyle ilgilidir. Tam da İslam dünyasının yerkürede işgal ettiği alanın “Doğu ile Batı arasındaki” coğrafik pozisyonu gibi, kendisini de Doğu ile Batı düşünce şekillerinin ortasında bir yerde görüyordu Dolayısıyla böyle bir isim seçmişti. Kitabın içeriği en kısa satırlarla şöyleydi: Her şeyin çift yaratıldığı gibi ki insan da yaratılmış bir canlıdır, insanın da bir ruhu ve vücudu vardır. Vücut ruhun evidir. Bu ev bir evrim geçirmiştir ve kendi geçmişi vardır, ancak ruh değişmemiştir, Tanrı ona kendi dokunuşuyla can vermiştir. “Ev” yani vücut bilimin işidir; ancak ruh dinin, sanatın ve ahlakın kapsamındadır. Bu yüzden Izetbegoviš için insanın iki yönü ve iki gerçeği vardır. Batı dünyasında bunları Darwin ve Michelangelo temsil eder. Onların gerçekleri birbirinden farklıdır, ancak birbirini dışlamaz. Yazar bu duruşunu, bu “gerçeklerin” kendilerini medeniyet ve kültürün bir tezadı olarak gösterdiğini ve kendisine göre bilim ve tekniğin medeniyete, din ve sanatın ise kültüre ait olduğu tezini geliştirerek doğrulamaya çalışır. İlki insanın varoluşsal ihtiyaçlarının (nasıl yaşıyorum) diğeri ise varoluş amacının (neden yaşıyorum) bir ifadesidir. Medeniyet “yerin hâkimiyeti”, din ise “göklerin hâkimiyeti” içindir. Doğu ile Batı Arasındaki Ġslam kitabında Izetbegoviš 16 İslam‟ın bu iki, “üçüncü olarak da insana ait her şeyin bir kaydı olan iki cinsin” arasındaki tezadın bir sentezi olduğunu kanıtlamaya çalışır. Predrag Matvejeviš eleştirisinde “kitap İslam ve onun Doğu ile Batı arasındaki yeri hakkında, coğrafik kavramların soğuk savaş döneminde içerdikleri tüm tezatlarla beraber gerçek ve mecazi anlamlarıyla ele alındığı tutkulu ve heyecanlı bir tefekkür uyandırıyor” diye yazar. Yakın zaman önce kendi eleştirisine rötuş yaparken Matvejeviš, bugünkü perspektiften bakarak “bu ölçülü kitabın her türlü radikalizm ve integralizmden arınmış” olduğunun söylenebileceğini ekler. “Yaşadığımız şu günlerde ve Bosna-Herseğin yaşadığı tecrübelerden sonra, Izetbegoviš‟in yaklaşımının, diğer şeylerin yanında, belirgin bir uyarıyı da içerdiğini söyleyebiliriz. Tesadüfen dahi olsa, bu zamanında dikkate alınsaydı çok iyi olurdu” – diyor Matvejeviš ve Izetbegoviš‟in el yazısını tekrar okurken gözünün önünde “ebediyen silinmeyecek ılımlı ve bilge bir insan karakterinin” belirdiğini ekliyor. 17 ENTELEKTÜEL OLGUNLAġMA 18 Hayatını ikame ettirmek ve İslami konular dışında, Izetbegoviš‟i meşgul etmeye devam eden konular aslında kendi kendini empoze eden konulardı: Komünizm, kapitalizm ve sosyal sistemlerinin karakteristik yapıları. Komünizmin varoluşun kapsamı ve modeliyle ilgili önermeleriyle hiçbir zaman uzlaşamadı. Aynı şekilde, fakir halk ve sosyalist-komünist rejimin kendine özgü hedonizmi ve bolluğunda ihya olan bürokratları ve yetkilileri arasındaki eşitsizliğin ikiyüzlülüğü kendisini olumsuz anlamda derinden etkilemişti. Izetbegoviš SFRJ (Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti) ve genel anlamda Balkanlar‟daki problemlerin özünde demokrasi eksikliği olduğunu saptamıştı. Kendini sosyalist olarak adlandıran ülkeler kendi içlerinde farklı gelişim çizgileri göstermişlerdi. Nitekim yüzeysel bir analizle bile, bazı zorba şahsiyetlerin bu ülkelerdeki gerçek vaziyet üzerindeki çok güçlü ve belirleyici nüfuzu farke dilebiliyordu. Aynı temeller üzerine kurulmuş olsa da, sıradan vatandaşın reel hayat şartları liderlerine bağlı olarak ülkeden ülkeye değişiyordu. Jivkov, Hoca, Çavuşesku ve Tito‟yu ele alalım; dört farklı insan, dört farklı hayat tarzı ve sonuçta dört farklı rejim. Ancak rejimler farklı olsa da özdeki otoriter yapı aynıydı. 1979 yılında Yugoslavya Devlet Başkanı Josip Broz Tito‟nun çok sevdiği avlanma mekânı olan Bugojna yakınlarındaki Koprivnica‟da o zamanki komünist Federasyonun önde gelen yetkililerinden Raif Dizdareviš ve Branko Mikuliš‟i kabul etmesi, Alija Izetbegoviš‟in hayatına yeni bir kara gölge düşürdü. Izetbegoviš‟in hatıralarına göre, Saraybosna Televizyonu ana haber bülteninde Broz‟ın bu iki kişiye “Bosna-Hersek‟te ruhani milliyetçilik ve Panislamizm‟i canlandırmaya yönelik tüm teşebbüslerin en katı bir şekilde cezalandırılması” talimatını verdiği nakledildi. Izetbegoviš bu cümlelerde adeta kendi adını duydu ve kapısının davetsiz misafirler tarafından çalındığını duyar gibiydi… Bu, yetmişli yılların kısa ve kısmen özgür dönemi sonrası, komünizmle hemfikir olmayanlarla ve “karşıtlarla” yeni bir hesaplaşmanın ilanından başka bir şey değildi. Daha kesin bir ifadeyle bu, İslami temayülleri nedeniyle, bir bütün olarak 19 gittikçe daha büyük bir krize gömülen sosyalist-komünist rejimin ateist faraziyeleriyle uzlaşamayan kesimlerle kati bir hesaplaşma ilanıydı. Tüm kötü tecrübeler ve sürekli baskılara rağmen, Izetbegoviš‟in araştırmacı ruhu rahat durmuyordu. Yazıyor ve yazdıklarını İslami almanak Takvim‟in nüshalarında yayınlıyordu. Çocuklarının adlarının baş harfleri olan L.S.B. müstearını kullanıyordu. Leyla, Sabina ve Bakir. “İslami Dirilişin Problemleri” başlıklı bir dizi makale yazıyordu. Çok olumlu eleştiriler almış bu yazılar daha sonra bir kitap haline getirildi ve yayınlandı. Böylece Prof. Dr. Esad Durakoviš, kitabın İslam üzerine açık sorularla ilgili konu bazında gruplanmış makalelerden oluşan bir derleme olduğu vargısıyla, yazarın “bir nevi yenilikçi coşkuyla” yazılarında İslami kaynakların yeniden yorumlanmasına yönelik bir ihtiyacı öncelik ve ana tema olarak ortaya koyduğunu yazacaktı. Izetbegoviš‟e göre “Yeniden Diriliş ancak İslam‟ın temellerine kararlı bir geri dönüşle mümkün olabilir”. Aslında Alija Izetbegoviš‟in, özellikle bu kitap olmak üzere genel anlamda İslami düşünceye katkısında, en az İslam‟ın kendisi olduğu kadar İslam toplumları ve ülkeleri açısından da kendini şahsına münhasır bir reformist olarak öne çıkardığı söylenebilir. Uzun yıllar sonra 1997‟de Tahran‟da bir İslam ülkeleri konferansında konuşurken Izetbegoviš, kendi gözlemlerine dayanarak, kendini İslam ülkesi olarak adlandıran ülkelerin kusurlarına açık sözlülükle işaret edecekti. Açık sözlü olmanın da ötesine geçmişti: Evet İslam en mükemmeldir, ama biz mükemmel değiliz! Bunun yanı sıra, 30 yıllık bir süre boyunca Ġslami DiriliĢin Problemleri ortak başlığı altında toplanan ve yayınlanan yazıların meselelere toplu olarak ekümenik bir yaklaşım ortaya koydukları söylenebilir: Dini bütünlüğüne bir tezat teşkil edecek şekilde, yazılar aslında dinler ve kültürler arasındaki farklılıkların Tanrının bir nimeti olduğunu öne sürmektedir. Aslında yazar bir yandan da İslam‟ın dünyadaki eşitlikçiliği konusunda da ısrarcıdır. Yazarın kendisi de asıl amacının öncelikle çağdaş İslami düşüncenin objektif bir analizini yapmak ve daha sonra 20 İslam Dünyasının yeniden canlandırılması ve eşitlikçilik ve saygı prensipleri çerçevesinde modern dünyayla entegrasyonu olduğunu söylemiştir. Izetbegoviš‟in Ġslami DiriliĢin Problemleri kitabındaki yazılarında ele aldığı problemlere yaklaşımlarının denemeci nitelikte olduğunu fark etmek gerekir; bilimsel bir zeminleri yoktur ki bu eksiklik objektif bir değer taşımaları ve İslami olduğu kadar evrensel düşünceye de anlamlı ve orijinal bir katkıda bulunmaları yönünde bir engel teşkil etmiştir. 21 “SARAYBOSNA DAVASI” 22 Bu yazınsal hareket tabii ki zamanla UDB‟nin gözünden kaçmadı ve Alija Izetbegoviš‟in başına yeni dertler açtı, “İslami kesimden büyük bir grup entelektüelle” beraber “devlet karşıtı eylemler” suçlamasıyla sanık durumuna düştü. 1983 yılının 23 Mart‟ı sabah erken saatlerde Alija Izetbegoviš Hasan Kikiš Caddesi 14 numara 3. katın, yani oturduğu evin, kapısının çalınmasıyla uyandı. Kapıyı açtığında bir grup karanlık şahıs üzerlerini çıkarmaya bile gerek görmeden arama iznini göstererek evine daldı. Bunun akabinde evin içerisinde dolapların ve çekmecelerin boşaltılması, panjurların sürgülerin sökülmesi gibi büyük bir kargaşa yaşandı. Izetbegoviš‟in politik-entelektüel aktiviteleriyle ilgili işlerine yarayacak belgelerle ve özel kütüphanesindeki kitaplarla ilgiliydiler. Öğleden sonra kendileriyle birlikte SDB binasına gelmesini söylediler ve orada kendisiyle ilgili 3 gün tutukluluk kararı bulunduğu bildirildi. Bu süre önce 13 güne, daha sonra da duruşmasının başlamasına kadar süresiz uzatıldı. Eziyetli soruşturma süreci tam 100 gün ve gece sürdü (gece sorgulamaları hiç de seyrek bir hadise değildi). Izetbegoviš ile beraber tüm Bosna-Hersek bazında yüzlerce Müslüman hapse atılmış ve soruşturulmuştu – meşhur “Saraybosna Davası” başlamıştı. İddianame SFRJ Ceza Kanunu‟nun 114 ve 133. maddelerine dayandırılmıştı. İlki “anayasal düzeni yıkmak için örgüt kurmak” ve diğeri de “sözlü cürümler” ile ilgiliydi. Bunun dışında, iddianame Alija‟ya bu “komplocu” grubun lideri iddiasıyla ek suçlama getiriyordu ki, sonradan ortaya çıkacağı üzere sanıklardan bazılarını hayatında ilk defa duruşmada görmüştü! 12 sanıktan beşinin 40lı yılların sonlarında Genç Müslümanlar üyeliği olduğu doğruydu, ancak 50li yılların başlarında organizasyon çökertildikten sonra, en çok da hayatta kalma endişesiyle, tüm toplu faaliyetler durdurulmuştu. Yine de mahkeme yeteri kadar suç unsuru bulmuş olacak ki, mahkeme salonuna kısa bir tabirle Yugoslavya‟yı parçalamak ve bu parçalar üzerinde İslam devleti kurarak İslam dünyasının geri kalanına ilhak olmak istemekle suçlanan (“SFRJ‟nin toplumsal düzenine karşıdevrimci tehdit oluşturan”) bir grup Müslüman getirmişti. 23 Bunlar günümüzde sadece acı bir tebessümle karşılanacak iddialar olsa da, durumun hiç de gülünç olmadığı kesindi. İlk gün duruşma salonuna getirilenler: Alija Izetbegoviš, Omer Behmen, Hasan Ţengiš, Ismet Kasumagiš, Edhem Biţakţiš, Husein Ţivalj, Rušid Prguda, Salih Behmen, Mustafa Spahiš, Dţemaludin Latiš, Melika Salihbegoviš, Derviš ĐurŤeviš ve Đula Biţakţiš. Bilindiği gibi, sayılanların hemen hepsi daha sonra Bosna-Herseğe yönelik savaşta onun korunması sürecinde ve savunmasında az çok önemli roller üstlenmiştir, bu da zamanın Yugoslav hükümetinin kimleri hedef aldığını bildiği tezini belirli ölçüde doğrular niteliktedir. Savcı, sanıkların daha sonra bu aşikârene düzmece davada işinde fazlasıyla gaddar davrandığını söyleyecekleri Edina Rešidoviš idi. “Karşıdevrimci faaliyeti” esas alan iddianamenin temelini savcı, kendi iddiasına göre Izetbegoviš‟in 1974 ve 1983 yılları arasında SFRJ‟nun toplumsal düzenine karşıdevrimci tehdit oluşturma hedefini güden ve Arapça, Türkçe, İngilizce ve Almanca dillerine çevrilen ve önsözlerle muhtelif baskıları yayınlanan Ġslam Deklarasyonu kitabının içeriğinde bulmuş; diğer taraftan Deklarasyonda belirtilen yöntem ve hedeflerle SFRJ‟nin toplumsal düzenine karşıdevrimci tehdit unsuru yaratmak adına memlekette taraftar toplamaya yönelik olarak sanıklar bu kitabı çok sayıda entelektüel şahsiyete de okumaları için vermişlerdir: Husein Đozo, Muhamed Kupusoviš, Husein Ţivalj, Hasan Ţengiš, Rusmir Mahmutšehajiš, Mehmedalija Hadţiš, Melika Salihbegoviš ve Edhem Biţakţiš; böylece Hasan Ţengiš, Ismet Kasumagiš, Huso Ţivalj ve Edhem Biţakţiš grubun üyesi olmuşlardır… İslam Deklarasyonunun hiçbir şekilde Yugoslavya‟ya yönelik olmadığı tamamen aşikâr olduğundan, bu iddiayla ilgili hiçbir delil bulamadığı için savcılık şahitlerin açıklamalarını dinlemekten kaçınmıştır. Sırayla tüm Müslüman entelektüeller ve din görevlileri UDB binasına getirilmiş ve günler geceler boyunca sorgulanmıştır. Baskı sonucu bir tür itirafname imzalamaları kitlesel bir fenomen olmasına karşın, kendi beyanlarını tekrarlamak üzere mahkeme önüne çıkarıldıkları zaman 24 savcılığın beklentisinin aksine – vicdanlarının baskısıyla – bunları reddetmişlerdir. Fakat zorba mahkeme, politik direktiflere de uyarak, sırasıyla beyanların ilk şeklini kabul etmiştir. Esas itibarıyla 59 şahit dinlenmişti, bunlardan 56‟sı iddia makamının çağırdığı, sadece üçü savunmanın çağırdığı şahitlerdi. Toplamda 23 şahidin ifadesi hem iddia makamı hem de savunma açısından alakasızdı ve kararda dikkate alınmamışlardı. Geriye kalan 36 şahitten 15‟i genelde ilk baştaki suçlayıcı ifadelerine sadık kaldılar, ancak kalan 21‟i ise soruşturma sürecinde verdikleri ifadeleri az çok değiştirdiler. Birkaç şahidin ifadesi de bütünlükten yoksundu. Şahitler çoğunlukla ifadeleri alınırken maruz kaldıkları kötü davranışlardan şikâyetçi oldular. Bazıları ifadelerinin suçlamaları destekleyecek şekilde az çok değiştirildiğini iddia ettiler. Sorgulayanlar sıklıkla şantaj, çeşitli baskı ve tehditlere başvurmuşlardı. Örneğin şahit Rešid Hafizoviš sorgu memurunun kendisine tabanca çektiğini beyan etmiştir. Şahit Enes Kariš ifadesinin tanınmayacak derecede değiştirildiğini ve imzalaması için baskı yapıldığını beyan etmiştir. Daha imzalarken tüm ifadesini reddetmeyi planlamıştı. Şahit Mustafa Spahiš 14 Mart 1984‟de Yüksek Mahkemedeki duruşmasında, sorgu memurlarının kendisine seçim sunduğunu anlatmıştır: Ya sanıklardan üçüyle ilgili suçlayıcı bir ifade imzalayacak ya da kendisi suçlanacaktı! Yalan ifade vermeyi reddettiği için beş yıl hapse mahkûm edildi. Sanık Izetbegoviš duruşmaların halka açık olarak devam etmesini istedi. Aynı zamanda medyadan da şikayetçiydi, mahkemenin yaklaşımına esas olarak yakın duran tek kurum medyaydı. Yayınları sübjektif ve açık konuşmak gerekirse suçlamalarla aynı çizgideydi. Yavaş yavaş bazı insan hakları kuruluşları da konuya müdahil olmaya başladı, davanın muhalifleri sindirmeye yönelik olduğunun gittikçe açıklık kazandığını, ortada eylem değil sadece muhalif düşünce olduğunu söyleyerek davanın durdurulmasını istediler. 25 Bugünkü perspektiften bakıldığında “Saraybosna Davası” onikilisiyle ilgili olarak, Belgrat‟tan tam da kararın açıklanmasından sonra kararlı bir ses gelmiş olması biraz garip görünebilir. Belgratlı 20 kadar önde gelen entelektüelin imzaladığı ve Yugoslavya Devlet Başkanlığına 6 Haziran 1986‟da sunulan dilekçede çeşitli ifadelerle beraber: “18 Temmuz-19 Ağustos 1983 tarihleri arasında Saraybosna‟da 12 Müslüman entelektüel yargılanmıştır. Bu yargılama yeni Yugoslav adaletinde söz ve düşünceyi mahkûm etmenin arketipi olarak kalacaktır. Ön mahkeme düşünce suçu konusunda bizim ölçütlerimize göre bile sıra dışı sayılabilecek canavarca cezalar vermiştir: Sanıklardan üçü 5 yıl, ikisi 6 yıl, biri 6 yıl 6 ay, biri 7 yıl, ikisi 10 yıl biri 14 yıl ve biri 15 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Bosna-Hersek Yüksek Mahkemesi ise 3 yıl 6 ay ve 12 yıl (…) arasında değişen oranlarda çok küçük farklılıklar gösteren cezalar vermiştir.” türünden ifadeler de yer almıştır. Dilekçe 1986 Ekim‟inde tekrar verildi. Dilekçede iddiaların düzmece ve tüm sürecin kanunsuz ve adaletsiz olduğu vurgulanarak, Başkanlık tutukluları serbest bırakmaya çağrıldı. Makul beklentilerin aksine, bunun mahkemenin nihai cezaları düşürmesi konusunda hiçbir etkisi olmadı. İlk suçlananlardan Izetbegoviš sonsuz bir süre gibi gelen 14 yıla mahkûm olmuştu. Karar hakkında yorum yaparken “Yugoslavya‟yı sevdiğini ancak yönetimi sevmediğini” söylemiştir. Son sözleri, idealleri uğruna her türlü cefaya sonuna kadar katlanmaya hazır bir insanı anlatıyordu: “Müslüman‟ım ve Müslüman kalacağım. Kendimi dünyada İslam davasının bir savaşçısı olarak gördüm ve ömrümün sonuna kadar da böyle kalacağım. Çünkü İslam benim için güzel ve ulvi olan her şeyle eş anlamlı ve Müslüman halkların umudunun ve daha iyi bir geleceğinin, özgür ve şerefli bir şekilde yaşamalarının, kısaca benim için yaşamaya değer her şeye yönelik bir vaadin adıdır”. Ertesi gün, hükümler açıklandıktan sonra “OsloboŤenje” şu başlıkla çıktı: “Düşmanlara 90 yıl hapis”. Akabinde çok uzun yıllara varan hapis cezaları verildi. 26 HAPĠS GÜNLERĠ 27 Izetbegoviš Kasım 1983‟de 14 yıllık hapis cezasını çekmek üzere Foça‟ya nakledildi. Hapishane çevresine girerken derin bir nefes aldı ve kendini hem fiziksel hem ruhsal olarak sağlıklı kalmak adına uzun süreli bir savaşa hazırladı. Bu zorlu, belirsiz ve sonu görünmeyen yolculukta “normal” kalabilmeyi başarmak gerekiyordu. “Katillerin bölümü” olarak adlandırılan S-20 bölümüne yerleştirildi, çünkü bu bölümdekilerin çoğu bir veya daha fazla cinayetten hüküm giymişti. Alija sonrasında sık sık, biraz kafa karıştırıcı gibi gelse de açıklamasından sonra bir mantığının olduğu görülen, şu tezini tekrarlamıştır. Derdi ki: “Katillerle aynı bölüme konduğum için şanslıydım. Mahkemeden bazı arkadaşlarım daha kötü durumdaydı, çünkü adi suçlular ve hırsızlarla yan yana konmuşlardı, bu hapishanede insanın başına gelebilecek en kötü şeylerden biriydi. Bunlar karaktersiz tiplerdi, katiller yine de farklı insanlardı.” Sık sık bir kafede az kalsın babasını öldürecek olan birini öldüren bir adamın durumuna değinerek, “Şöyle bir durup düşününce, aynı şeyi yapabileceğinizi fark edebilirsiniz”! Hapishanede günler çok yavaş geçtiğinden Izetbegoviš kendini okumaya ve düşünmeye verdi, aynı zamanda fiziksel ve ruhsal olarak sağlıklı kalabilmek ve zamanın çabuk geçmesini sağlamak için çeşitli yollar bulmaya çalıştı. Önünde, ikiye iki metrelik bir yaşam alanında, tıpatıp aynı veya birbirine benzer şekilde geçecek günlerden oluşan sonsuz gibi görünen bir süre olması son derece moral bozucuydu. Yaşı itibarıyla (altmışlı yaşlardaydı), Alija Izetbegoviš kendine sık sık “acaba mahkûmiyetimin sonunu hiç görebilecek ve özgür kalabilecek miyim?” sorusunu soruyordu. Fakat Izetbegoviš manevi gücüyle, kendisini her yönden kuşatan tüm zorlu şartların olduğu gibi, hapishane günlerinin zorluğunun da üstesinden gelebilecek bir insandı. Sonuçta Izetbegoviš, tüm endişelere rağmen, mahkûmiyetinin sonunda tamamen sağlam kalabilmişti. Sağlam kalmasını dine olduğu kadar, oğlu Bakir ve iki kızının 28 sürekli moral desteğine borçlu olduğunu bizzat kendisi dile getirecektir: Leyla ve Sabina. Izetbegoviš‟in tüm hapis süresi boyunca gelip giden mektuplar, bir taraftan ebeveyn şefkati diğer taraftan da babayla ilgili sonsuz bir endişeyle doluydu. Ailenin özgür olan fertleri hapiste olan babaları için yaşıyorlardı. Tabii ki tersi de geçerliydi: Mahkûm baba sürekli ailesini düşünüyordu. Bu, ara ara boğazında düğümlenen acı bir terk edilmişlik ve hüzün duygusunu hafifletiyordu. “Günün akışı içerisinde moralim gittikçe dibe vururdu. Akşamüstü en kötüsüydü. Üzerime çöken melankoliye karşı zorlu bir mücadele verirdim. Sanırım bununla ilgili kızım Sabina‟ya sakınmadan bahsetmiş olacağım ki bir gün ondan bir mektup aldım: „Bunu daha önce fark etmiş miydin bilmiyorum, ama karanlık çökmek üzereyken hep bu duyguya kapılırım. Bunun biraz olsun üstesinden gelebilmek için kendimi çok meşgul etmeliyim. Bazen bu duyguya bir tür korku ve mecalsizlik de eşlik eder. Bu saatlerde dışarı çıkacaksam hazırlanmanın bana hep zor geldiğini bilirim. Fakat çıkınca ve ortalık kararır kararmaz hepsi geçerdi. Bana bu duyguda tüm korkularım, güvensizliğim ve hüznüm toplanmış gibi gelirdi, ve insanların bu durumun üstesinden gelebilmek için içki veya uyuşturucuya yönelmeye karar verdikleri anlardan biri olduğunu düşünürdüm. Bunu anlatıyorum, çünkü bu duygunun bana da kısmen de olsa aşina olduğunu ve neler hissettiğini anladığımı söylemek istiyorum. Hapishanenin bunu zorlaştırdığı kesin, çünkü evde günün bu saatlerinin üstesinden gelmeye çalışırken özgürlük duygusu bunu kolaylaştırıyor. Bu duygu seni esir aldığında belki de bir şeylerle meşgul olmaya çalışmalısın, yapabiliyorsan hafif bir şeyler oku, bulmaca çöz veya TV izle. Bu anlarda düşünmenin ve kendini duygularına bırakmanın kesinlikle iyi olmadığını biliyorum. Bu sadece işleri zorlaştırıyor. Bak yine sana akıl veriyorum, ama biraz olsun yükünü hafifletmek istemiştim. Aslında o anlarda bizde oturup kahve içelim isterdim. En azından her zaman, özellikle de akşamüstleri seni düşündüğümü bil‟.” (Hatıralar‟dan). Bu durum babayla oğlu ve kızının sıra dışı yoğun bir duygusal bağla yakınlaşmasına vesile olmuştu. Bu, babası gibi yaşadığı toplumun politik 29 şartlarıyla kendiliğinden ilgilenmeye başlayan Bakir‟i özellikle etkilemişti. Böylece Izetbegoviš‟in oğlunda politikaya karşı bir duyarlılık ve politik hayata kendisinin de katılmasına yönelik çok güçlü bir ilgi oluştu. Baba ile oğul arasında bu bağ kendisini daha sonra çok daha ağır tecrübeler yaşanmaya başlanınca, yaşlı Izetbegoviš‟in en önemli rollerden birini üstleneceği ve bölgenin savaş tarihinin tahayyül edilemez derecede fırtınalı bir döneminde kendini gösterecekti. Soruşturma ve yargılanmalar bittikten ve nispeten yeni mekânına alıştıktan sonra, Izetbegoviš yeniden notlarını yazmaya devam etti. Bunlar hayat ve kaderle, din ve politikayla, okunan eserler ve onların yazarlarıyla, ve aşağı yukarı 2000 gün ve gece boyunca bir mahkumun aklından geçebilecek birçok diğer şeyle ilgili düşüncelerdi. Böylece özellikle küçük ve okunaksız harflerle yazılmış A5 ebadında 13 “deftercik” ortaya çıktı. 1999 yılının sonlarında bu notlar Özgürlüğe KaçıĢım başlığıyla yayınlanacaktı. Kitap yayınlandıktan sonra eleştirmenler Izetbegoviš‟in notlarının, kendi karmaşıklıkları içerisinde, kişiliğine ışık tutmak açısından kesinlikle anlamlı bir katkıda bulunduğu sonucuna varacaklardı. UDB‟nin sorgu memurlarının Izetbegoviš ve diğerlerine karşı yalancı şahitlik yapması için yaptıkları baskının sonuçsuz kaldığı Prof. Dr. Enes Kariš, Özgürlüğe KaçıĢım kitabıyla ilgili eleştirisinde bu kitabın “Alija Izetbegoviš‟in entelektüel, politik ve manevi geçmişinin anlamını bilmeden okunmasının mümkün olmadığı, çünkü cezasını ifa etmekteyken yazılan bu notlarla 20. yüzyılın son on yılına imzasını atmış bu sıra dışı şahsiyetin entelektüel biyografisi esaslı bir şekilde bütünleşmekte mozaiksel bir şekilde tamamlandığını” yazacaktır. Kariš “Özgürlüğe KaçıĢım aslında ruhun esaretine karşı bir direniş ve bu yolla cezaevi şartlarının acımasızlığının aşılmasının insanın kendine has bir özgürlük arayışına dönüşmesine bir bakıştır ve kişisel ve evrensel olanın bu bileşiminde Izetbegoviš‟in notlarının sıra dışı ilham vericiliği yatmaktadır” diye yazmıştır. Alija Izetbegoviš hapishane yıllarını okumak ve kültürünü geliştirmek yönünde değerlendirmiştir. Zaman ve azim gerçekten de fazlasıyla vardı – ve Allah için yapılabilecek şeylerin sayısı da çok azdı, böylece sağlam bir temel üzerinde ve 30 yavaş yavaş, kaderin karşısına çıkaracağı her türlü imtihana hazır müstesna bir insan yoğruldu. Hapishane notlarını okuyanlar zaman zaman Alija‟nın düşüncelerinin berraklığı karşısında büyüleneceklerdi. Bazı çıkarımlarda veya tezlerde belki kendi fikirlerini bulacaklar, bazılarıyla da bu sıra dışı insanın ruhunun tüm inceliklerine bir göz atma imkânı bulacaklardı. Olağanüstü şartlar Alija Izetbegoviš‟in kendini olağanüstü bir şekilde geliştirmesini sağlamıştı. Öncelikle hapishanede Izetbegoviš imanını daha da güçlendirdi. Tanrıya sonsuz adanmışlığı, aslında fırtınalı hapis günlerinde her zaman sığındığı bir limandı. İkinci olarak da demir pencerelerin arkasında geçirilen bu uzun süre kendisine özgürlüğe karşı bir duyarlılık oluşturmuştu: Başkalarının ima kabilinden idrak edebildiği konular, Izetbegoviš için en kutsal duyguların bir ifadesiydi. (Çok sonra, 1992-1995 yıllarındaki savaş esnasında, çok tekrarlanan şu cümlesini söyleyecekti: Yüce Allah‟ın adına yemin ederiz ki köle olmayacağız!). Özgür olmak bu mahkûma “bir insanın aynı zamanda hem sahip olabileceği en büyük arzusu hem de en büyük sorumluluğu demekti. Bu yüzden bazı röportajlarında Izetbegoviš – bütün insanların manevi açıdan kendilerini yetersiz hissettikleri – “özgürlüğün o korkunç yüzünden” bahsetmiştir. Onlar, aslında, özgürlükleriyle ne yapacaklarını bilmezler, bilinçaltlarında özgür olmamayı yani tutsak kalmayı isterler. Üçüncü olarak, sürekli haksızlıklarla karşılaşmış olmak dolayısıyla olsa gerek, Izetbegoviš‟in hayatının geri kalanı kendisi için olduğu kadar ait olduğu halk ve devlet için de adalet adına savaşmakla geçecekti. 31 NĠHAYET ÖZGÜRLÜK 32 Hukukçu olması dolayısıyla, Izetbegoviš hapishanede cezasının düşürülmesi yolundaki savaşına devam etti. Belgrat‟taki Federal Mahkemeye yazdı ve tüm hukuksal sürecin gayrimeşruluğuna dikkat çekti. Aynı zamanda dünya basını da “Saraybosna Davasının” danışıklı olduğundan bahsediyordu, böylece yavaş yavaş ama sağlam temellere dayanarak hükümlerin değişmesi için uygun bir ortam oluşmaya başladı. Bu yumuşama süreci 3 yıl kadar sürdü. Federal Mahkemenin kararıyla Izetbegoviš‟in cezası sembolik olarak 14 yıldan 12 yıla indirildi, ancak dayanağı değiştirildi: Ceza Hukukunun sadece 133. maddesi yani “sözlü cürüm” kaldı. Haksız zararın tazminiyle nihai hüküm 9 yıl olarak çıktı! Sonuçta Izetbegoviš toplamda tam 5 yıl 8 ay yattı - kendi kanaatleriyle başkalarını ikna çabaları ancak bu kadar sonuç vermişti. 25 Kasım 1988‟de, öğleden sonra 3-4 arası, Alija Izetbegoviš hapishane yönetimine çağrıldı. Hapishane karakol komutanı, Malko Koroman, resmi üniforması içerisinde ve resmi bir ses tonuyla Yugoslavya Devlet Başkanlığının cezasının geri kalanından muafiyetiyle ilgili kararını okudu. Tam olarak hapishanedeki 2075. Günüydü. Izetbegoviš kulaklarına inanamıyordu: Nihayet özgür bir insandı! İlk hapis döneminden sonra bir ikilemde olsa bile, şimdi en ufak bir şüphesi bile yoktu. Kafasında kesin bir plan vardı: Parti kurmak ve seçimlere girerek kazanmak! 33 PARTĠNĠN KURULMASI 34 80‟li yılların sonları, 90lı kriz doruk Yugoslavya'daki yılların fırtınalı noktasına başlayacağının tırmanmıştı. Ülkenin habercisiydi. batısından demokratikleşme ve çok partili sisteme geçiş talepleri yükseliyordu, Sırp hegemonyası gittikçe daha açık bir şekilde eleştirilir olmuştu. Aynı anda Sırbistan‟da Sırpları aslında onların tehdit altında olduklarına ikna etmeye çalışan Miloševiš boy göstermeye başlamıştı, bu şekilde adım adım savaşın psikolojik ön şartları oluşmaya başlıyordu. Diğer taraftan Slovenya ve Hırvatistan‟ın Yugoslavya‟dan ayrılma ve bağımsız olma talepleri hızlı bir şekilde güçlenmişti. Ülkeyi değişime sürükleyecek politik şahsiyetler şimdiden kendini belli ediyordu. Birbiri ardından yeni partiler kuruldu. Franjo TuŤman öncelikli hedefi bağımsız Hırvatistan olan Hırvatistan Demokratik Birliği‟ni (HDZ) kurmuştu. Izetbegoviš tüm bu süreçleri gözlemliyor ve “Novi Pazar‟dan Cazina‟ya kadar” (Hatıralar‟dan) tüm Müslüman tebaanın değişime hazır olmasını bekliyordu. Daha işin başında kendi politik eğilimlerini Mehmed Spaho‟nun Yugoslav Müslümanlar Organizasyonunda (JMO) gördü. Fakat bu organizasyonun Izetbegoviš‟e göre bazı zafiyetleri vardı ki “1941 yılında daha savaşın ilk yıllarında hemen dağılmış olmasından belliydi”. Olası bir savaşı öngören Izetbegoviš aynı şeyin kendi partisinin başına da gelmesini istemiyordu. Parti kurma çalışmalarına hapisten çıktıktan tam bir yıl sonra 1989 Kasım‟ında başladı. Biraz da kendi isteği dışında daha işin başında “lider” konumundaydı. Hatıratında kendi kendisine "ben en iyisiysem acaba diğerleri nasıl?" diye sorduğunu yazar. – ki bu soruyu yine kendi cevaplamıştı: “Herhalde liderlerin bazı önemli kusurları olması gerekiyor, bende de yeteri kadar vardı.” Temasa geçtiği ilk kişi kendisini o zaman Müslüman bir parti kurulması için henüz uygun zamanın gelmemiş olduğunu düşündüğünü belirterek kibarca reddetmiş olan Prof. Dr. Muhamed Filipoviš idi. Bununla, muhtemelen o zaman yürürlükte olan Komünist Birliğin haricinde herhangi bir parti kurulmasını yasaklayan kanunu kastediyordu. Bu yasağı delmeye teşebbüs etmek bile 10 yıllık bir hapisle cezalandırılabilirdi. Izetbegoviš riski göze almaya karar verdi. O zamana kadar 35 hayatı boyunca hep risk almıştı, bunun dışında da kendisine artık bir parti kurma zamanı geldi gibi geliyordu. Destekçi bulma arayışıyla politik ortamın daha medeni olduğu Zagreb‟e gitti, orada bu planına daha uygun bir zemin bulacağını umuyordu. Öyle de oldu. Orada Šemso Tankoviš ve (artık hayatta olmayan) Salim Šabiš ile karşılaştı. Šabiš‟in organize ettiği Zagreb camiindeki toplantıya 15 davetli katıldı. Tüm Yugoslavya bazında “Müslüman kültürel çevrelerin” partisi olmayı hedefleyen bir partinin kurulumuyla ilgili prensipler üzerinde çok çabuk uzlaşıldı: Bosna-Hersek, Sırbistan, Karadağ, Kosova ve Makedonya. Partinin yurtdışı organları da çok çabuk bir şekilde belirlendi. Karar yıldırım hızıyla yayıldı. Tüm sosyalist-komünist blokta genel bir kriz yaşanması, olayların bu şekilde hızlı gelişimine uygun bir zemin hazırlamıştı. Berlin duvarı ve onunla birlikte Doğu Bloğu olarak adlandırılan ülkelerde hüküm süren ideolojik güç de yıkılmıştı. Baharın ilk günlerinde, daha kesin bir tarihle 27 Mart 1990‟da, Izetbegoviš Saraybosna‟daki “Holiday Inn‟de” partinin kuruluşunu duyurmak amacıyla bir basın konferansı düzenlemişti. Heyecandan biraz titreyen bir sesle sonradan “kırklar bildirisi” olarak bilinecek olan basın duyurusunu okudu, çünkü bildirinin altında tam kırk imza vardı. Bildiri şu şekildeydi: “Biz aşağıda imzası olanlar, Yugoslav toplumunun karşı karşıya kaldığı ve sadece ekonomik değil aynı zamanda politik ve moral boyutları da olan kriz karşısında, Yugoslavya‟yı halkları ve milletleriyle bir bütün olarak korumayı ve başlatılmış olan demokratik süreçlerin özgür, modern ve adil bir devlet olma yolunda kesintisiz devamını sağlamayı hedefliyoruz. Bu gelişimi desteklemek ve hedeflediğimiz bu yapı içerisinde sadece tüm vatandaşların ortak çıkarlarını gözetmek için değil, Müslüman kültürden gelen bireyler olarak sahip olduğumuz kendimize özgü gereksinimlerimizi de gözetmeye yönelik olarak, Demokratik Hareket Partisi‟ni kurmak yönünde bir inisiyatif kararı aldık ve bu hedefe yönelik olarak politik etkinliğimizin 16 maddeden oluşan ilkelerini açıklıyoruz. “ Devamında ilkeler açıklandı. 36 Tüm halka çağrı yapılmasına karşın, daha ilk maddeden partinin milliyetçi bir profili olduğu anlaşılıyordu: “SDA Yugoslavya‟nın Müslüman kökenli vatandaşlarının olduğu kadar, parti programını ve hedeflerini benimseyen tüm vatandaşlarının politik bir birliğidir”. Bu siyasi oluşuma Boşnak olmayanların da resmen davet edilmesine karşın, Sırpların Sırbistan Demokrat Partisi (SDS) ve Hırvatların da Hırvat Demokrat Birliği (HDZ) adı altında zaten kurulmuş siyasi partileri vardı. İlkeler partinin işleyişi, hedefleri ve beklentilerini açıklıyordu. Kısaca SDA‟nın kurucuları seçim, demokratik yönetim, Yugoslavya‟da – özellikle Bosna-Hersek‟te – yaşayan halkların eşit bir statüye kavuşmasını ve ülkede insan hakları ve düşünce özgürlüğünü temel alan düzenlemeler istiyorlardı. Tarihin akışı farklı yönde gelişecek olsa bile, Yugoslavya‟nın bölünmesi yönünde bir talepleri yoktu, bütünlüğünün korunması yönünde de bir şartları olmamasına rağmen isteklerinin bu yönde olduğu şeklinde bir izlenim bırakmışlardı. SDA‟nın kurucularının politik eğilimlerinin odağının tam olarak anlaşılması için, “7. madde” özellikle belirleyici görünmektedir”: “Bosna-Hersek Müslümanlarının kendi milli özelliklerinin göz ardı edilmesi ve bu bağlamda maruz kaldıkları tecavüz karşısında, bu yaklaşımı sadece tarihi gerçeklere değil aynı zamanda bu milletin açıkça ifade edilmiş taleplerine aykırı bulup reddederek bildirmek isteriz ki: Hem Bosna-Hersek sınırları içerisinde hem de dışında yaşayan Bosna-Hersek Müslümanları Yugoslavya‟nın tarihte kendi adı, üzerine bastıkları toprakları, kendi tarihi, kendi kültürü, kendi dini, kendi şairi ve şiiri, kendine ait bir geçmişi ve geleceği olan altı tarihi milletinden biri olarak kadim bir milleti temsil etmektedir. SDA bu anlayışla Bosna-Hersek Müslümanlarının milli şuurunu yeniden uyandıracak ve tüm politik ve hukuki sonuçlarıyla beraber milli kimliklerinin kabul görmesi yönünde ısrarla çaba sarf edecektir. Tarihten gelen isimleriyle Bosna-Hersek Müslümanlarının haklarını vurgulayarak, ve bu topraklarda yaşayan kadim bir millet olarak bu hakları herhangi bir engel veya kısıtlama olmadan Bosna-Hersek‟teki tüm milletlere olduğu gibi Sırp ve Hırvatlara da tanıyoruz. Bir önceki ifadeyle bağlantılı olarak 37 Bosna-Herseğin Müslüman, Sırp ve Hırvatların ortak bir devleti olarak korunması yönündeki özel hassasiyetimizi de vurgulamak isteriz. Bu bağlamda SDA, hangi taraf veya benzer ideolojiden gelirse gelsin, Bosna-Herseğin destabilizasyonuna, bölünmesine ve haklarının ihlaline yönelik teşebbüslerin karşısında güçlü bir şekilde duracaktır. “İlkelerde” “Yugoslavya‟daki tüm dinlerin tamamen özgür bir şekilde faaliyet göstermesiyle” ilgili haklar da güçlü bir şekilde vurgulanmıştır. Belgenin sonuna kırk kişi şahsen ve aşağıdaki sırayla imzasını atmıştı: Alija Izetbegoviš, Saraybosnalı hukukçu; Muhamed Ţengiš, Saraybosnalı mühendis; Dr. Maid Hadţiomeragiš, Saraybosnalı diş hekimi; Dr. Muhamed Hukoviš, Saraybosnalı öğretim üyesi; Edah Beširbegoviš, Saraybosnalı avukat; Prim. Dr. Šašir Šerimoviš, Saraybosnalı hekim; Salim Šabiš, Zagrebli iş adamı; Prof. Dr. Sulejman Mašoviš, Zagreb Özel Eğitim Fak.; Prof. Dr. Fehim Nametak, Saraybosnalı bilim adamı; Salih Karavdiš, Saraybosnalı avukat; Fahira Fejziš, Saraybosnalı gazeteci; Dr. Šašir Ţengiš, Saraybosnalı hekim; Edhem Traljiš, Saraybosnalı hukukçu; Dţemaludin Latiš, Saraybosnalı edebiyatçı; Omer Pobriš, Saraybosnalı müzisyen; Dr. Sead Šestiš, Saraybosnalı bilim adamı; Prim. Dr. Tarik Muftiš, Mostar‟lı hekim; Safet Isoviš, Saraybosnalı ses sanatçısı; Dr. Šemso Tankoviš, Zagreb Ekonomi Fakültesinde doçent; Mirsad Veladţiš, Velika Kladuša‟dan Yük. Teknolog; Prim. Dr. Kemal Biţakţiš, Saraybosnalı hekim; Abdulah Skaka, Saraybosnalı zanaatkar; Omer Behmen, Saraybosnalı mühendis; Šefko Omerbašiš, Zagreb baş imamı; Dr. Mustafa Ceriš, Saraybosna İslam Teolojisi Fakültesinde doçent; Dr. Sulejman Ţamdţiš, Zagrebli bilim adamı; Prof. Dr. Lamija Hadţiosmanoviš, Saraybosna Felsefe Fak.; Dr. Halid Ţauševiš, Saraybosnalı hukukçu; Kemal Naniš, Zagrebli İnşaat Müh.; Bakir Sadoviš, Saraybosnalı öğrenci; Faris Naniš, Zagrebli öğrenci; Nordin Smajloviš, Zagrebli öğrenci; Husein Huskiš, Zagrebli Mak. Yük. Müh.; Mirsad Srebrenkoviš, Zagrebli hukukçu; Nedţad Dţumhur, Banjka Lukalı Teknolog; Fehim Nuhbegoviš, Zagrebli 38 iş adamı; Đulko Zuniš, Zagrebli iş adamı; Prof. Dr. Almasa Šaširbegoviš, Saraybosna Veteriner Fak.; Prof. Dr. Ahmed Braţkoviš, Saraybosna Ekonomi Fak. İmzası olan bu kırk kişinin “yasaların” hışmına uğrayabileceği söyleniyordu. Ancak tarihsel şartlar değişmişti ve yönetim artık büyük bir politik süreci daha yürütecek kadar güçlü değildi. Ancak SDA‟nın kuruluşuna bir tepki olarak “OsloboŤenje‟de” Alija Izetbegoviš‟in 1983‟deki yargılanmalarıyla ilgili bir yazı dizisi başladı. Duruşmaları takip eden gazeteci o dönemin ağzıyla yazıyordu: Aynı suçlamalar, aynı düzemece yaklaşım, sanki geçen bunca süre içerisinde hiç bir şey değişmemişti. Bu yazısı dizisinin gizli ajandası Izetbegoviš vakası üzerinden partiyi ne türden “politik ucubelerin” kurduğunu tekrar göstermeye çalışmaktı. Mevcut yönetim, ufukta beliren politik gelişmelerle ilgili gerçekten de bu kanıya sahip olarak, yaklaşan seçimlerdeki zaferinden ve bu “eski mahkûmlar ve iflah olmaz fanatiklerin gerici planları” benzetmesinin kendi pozisyonunu güçlendireceğinden emindi. Ancak bu öngörü yanlış çıktı. Zaman, halkın “eski mahkûmları” sempatiyle bağrına basacağını ve politik hedeflerini gittikçe kendi hedefleriyle özdeşleştireceğini gösterecekti. “Holiday-Inn‟deki” basın konferansından iki ay sonra, aynı otelde SDA‟nın kuruluş meclisi toplandı. Salon tıka basa doluydu ve katılanların tümünde bir sevinç duygusu hâkimdi. Katılımcıların belirttiği gibi “baştaki ürkeklik” yerini bir “meydan okuma ve kararlılığa” bırakmıştı. Davetliler arasında birçok itibarlı şahsiyet vardı. Kameralar kült Boşnak muhacir Adil Zulfikarpašiš'e özel ilgi gösteriyordu. O dönemde Zulfikarpašiš Bosna-Hersek tarihiyle ilgili çok önemli belgelere sahip olan Boşnak Enstitüsü‟nü kurduğu Zürih‟te yaşıyordu. Adil zaten eski Yugoslavya'da çeşitli demokratik inisiyatiflerin altında diğer destekçilerle beraber imzası bulunan bir şahsiyetti. Çok geniş bir siyasi tecrübesi vardı ve SDA‟nın diğer üyeleri onun katılımının devamını güçlü bir şekilde destekliyorlardı. Izetbegoviš kuruluş konferansına Zulfikarpašiš‟i bizzat davet etmişti. Zürih‟te partinin kuruluşuyla ilgili zaten konuşmuşlar “Müslüman” ve “Boşnak” terimleri üzerinde anlaşmazlık yaşamışlardı. Zulfikarpašiš‟e göre program belgelerine derhal 39 “Boşnak” ibaresi eklenmeliydi. Izetbegoviš “Müslüman” ibaresinin yeterli olmadığı konusunda hemfikirdi, ancak onun önerisine de katılmıyordu. “Boşnak” teriminin birdenbire gündeme getirilmesinin halkta nüfus kayıtlarıyla ilgili karışıklık yaratmasının mümkün olduğunu düşünüyordu, dolayısıyla bu isim değişikliğini sonraya bıraktı. Öyle de oldu. “Holiday Inn‟deki” konuşmasında Izetbegoviš Boşnak topraklarına yönelik olası tecavüzlere değindi: Bosna‟nın parçalanmasına izin vermeyeceklerini söylediğimde Müslüman halkın en derin hissiyatına tercüman olduğuma eminim. CvetkovišMaţek arasındaki bu toprakların bölünmesine yönelik rezil anlaşma geçersizdir. Bunun garantisi, bugün burada bu salonda oluşan güçtür…” Bu sözler güçlü alkışlarla süslendi. 40 SEÇĠM KAMPANYASI 41 Kuruluşuyla beraber SDA hemen yönetimi ele geçirme yarışına girmek için resmi kararlar da aldı. Dört bir tarafta yeni şubeler filizleniyordu. Banja Luka‟da 20 bin kişinin bir araya geldiği miting özellikle hafızalarda kalacaktır. Özellikle o bölgede doğmuş olan akademisyen Prof. Dr. Muhamed Filipoviš‟in konuşması dikkat çekmişti. Izetbegoviš bir ABD ziyareti gerçekleştirdi. Kendisini “Müslüman kökenli Hırvat" olarak tanıtan Nijaz Batlak‟la – Dayıyla – olan karşılaşması hafızasında yer etmiştir. Alija'ya Boşnakları savaşa hazırlanıp hazırlanmadıklarını sormuş ve şer bir tahminle Drina vadisindeki yeni sefaletlerini öngörmüştü. Dayının daha sonra Bosna-Hersekteki savaşta tartışmalı bir rölü olmuştu. SDA‟nın en büyük seçim mitingleri tam olarak Foţa, Novi Pazar ve Velika Kladuša‟da gerçekleşmişti. Foţa‟daki en duygusal olanı, Velika Kladuša‟daki ise en etkileyici olanıydı. Velika Kladuša‟da 15 Eylül 1990 tarihinde 200 bin kişi toplandı. Izetbegoviš açık bir ifadeyle “Sivil bir cumhuriyet olan Bosna-Hersek Müslüman halkın mihrabıdır: Ne İslami, ne sosyalist, fakat sivil…”! Slovenya ve Hırvatistan‟ın bağımsızlık taleplerini önceden güçlü bir şekilde ortaya koymuş olmaları dolayısıyla, SDA‟nın lideri Boşnakların “Büyük Sırbistan” içerisinde kalmayı kabul etmediklerini vurgulamak lüzumunu hissetmişti. Açık sözlüydü: “Gerekirse Müslümanlar Bosna‟yı silahlarıyla savunacaklardır”. Bu tarih ve konuşma hafızalardan silinmeyecekti, çünkü Izetbegoviš ilk defa silahlara başvurmaktan bir alternatif olarak söz etmişti. Kendi ağzından çıkan silahlı çatışma sözlerinin kısa zaman sonra gerçekleşeceğine belki de kendisi de inanmıyordu. Kladuša‟daki mitingden 3 gün sonra, Zulfikarpašiš ve Filipoviš SDA‟da bir kadro dönüşümü yapmak istediler. Mitinglerin genel görünümünü beğenmemişlerdi ve partinin dini radikalizme yöneldiğini düşünüyorlardı. Izetbegoviš bu düellonun galibi oldu ve lider olarak konumunu güçlendirdi, diğer ikisi ise kendi partilerini kurdular – Müslüman-Boşnak Organizasyonu (MBO). Bu süre içerisinde SDA‟nın lideri Yugoslavya‟daki krizin başlıca politik aktörleriyle de tek tek tanışmıştı. Zagreb‟e geldiğinde, TuŤman‟la olan toplantısına kendisiyle de o esnada tanışacağı 42 Stipe Mesiš tarafından götürüldü. TuŤman‟dan farklı olarak Mesiš kendisine sempatik görünmüştü ve gerçek dostlukları – zorlu tarihsel gelişmelere rağmen – Izetbegoviš ölene kadar hep devam etti. Daha ilk görüşmelerinde TuŤman, hiç de diplomatik olmayan şu sözleriyle Izetbegoviš‟i ürkütmüştü: “Sayın Izetbegoviš, Müslüman bir parti kurmayın, bu tamamen yanlış bir adımdır, çünkü Müslümanlar ve Hırvatlar tek bir millettir. Müslümanlar ve Hırvatlar kendilerini öyle görüyor.” Kendi iddiasına kanıt göstermek amacıyla bazı sözde tarihsel argümanları ortaya atmıştı. Izetbegoviš‟in bu sözlerini ilgisiz bir şekilde dinlemesinden sonra TuŤman, SDA‟nın seçim fiyaskosuyla ilgili tahminde de bulundu: "Oyların %70‟ini HDZ alacak, çünkü tüm Müslümanların ve Hırvatların oylarını alacak” – iddiasını ortaya attı. Izetbegoviš ona tarihsel bilgisine saygı duyduğu, ancak kendisinin o günkü Bosna‟yı biraz olsun tanıdığını ve HDZ‟nin seçimlerden tam Bosna-Hersek‟teki Hırvatların oranı kadar, yani %17 oy alacağı şeklinde karşılık verdi. 1990 Kasım‟ındaki seçimlerde tam da öyle oldu: HDZ %17 oy aldı, tabii ki bunlar Hırvat oylarıydı. Ancak Izetbegoviš Zagreb‟den ağzının tadı kaçmış olarak döndü. Bu gizlenmeye gerek görülmeyen hasmane bir dönemin başlangıcıydı. 43 SEÇĠM ZAFERĠ 44 Seçimler 1990 yılının 18 Kasım‟ında yapıldı. SDA Bosna-Hersek Cumhuriyeti Meclisindeki 240 sandalyeden 86‟sını kazandı, 7 üyeli Devlet Başkanlığının 3 üyesi de SDA‟lı adaylardı. Fikret Abdiš 1.200.000 oyla açık ara en fazla oyu aldı. Izetbegoviš ise 870.000 oy almıştı. Abdiš‟e “Agrokomerc‟in” kurucusu ve 1986 – 1987 yıllarındaki “Fatura skandalı” mağduru olarak kazandığı popülarite yardımcı olmuştu. Başarılı bir işadamı imajı, halkına ve milletine karşı yorulmak bilmez bir adanmışlığı vardı ve haklı olarak bir miktar Sırp ve Hırvat oyu da aldığı tahmin ediliyordu. Politik bir anlaşmayla Abdiš Devlet Başkanlığı makamından Alija Izetbegoviš namına feragat etti. Maalesef farklı konseptleri, aynı zamanda farklı mizaçları ve karineleri olan bu iki politikacı arasında içten içe alevlenen anlaşmazlık, Bosna-Hersek'te 1992'de başlayan savaş esnasında doruğa çıkacaktı. Abdiš Velika Kladuša‟ya giderek, sonunda yok olana kadar, Sırplar ve Hırvatların yanında Bosna-Hersek ordusuna karşı savaşacak olan kendi ordusunu kuracaktı. Slobodan Miloševiš ve Radovan Karadţiš, Abdiš‟in sayesinde en stratejik hedeflerinden birine ulaşmıştır: Boşnak kolordusu içinde iç çatışma. Krajina‟da Boşnakların kendi içindeki tahayyüllerin ötesine geçecek ölçülere varan çatışma bu milletin yaşadığı felaketin boyutlarını daha da arttırmıştır. Seçimlerden ve Bosna-Hersek Federal Cumhuriyeti devlet başkanlığı üyelerinin atanmasından sonra, SDA–SDS–HDZ koalisyonuyla hükümet kuruldu. Bu mihver işlevini yerine getiremedi, çünkü çıkarlar kesinlikle birbirleriyle çelişiyordu. Karadţiš‟in SDS partisi ne pahasına olursa olsun Bosna-Herseğin, büyük Sırbistan vizyonuna zaten engel teşkil eden Hırvatistan ve Slovenya‟nın olmadığı, budanmış Yugoslavya‟nın bir parçası olarak kalmasını istiyordu. HDZ, Dr. Franjo TuŤman‟ın güdümü altında, Bosna-Herseğin bölünmesi yönündeki eğilimini gittikçe arttırıyordu. SDA ise, ister Yugoslavya dâhilinde ister haricinde olsun, bağımsız Bosna-Hersek tercihine sıkı sıkıya bağlı kalmıştı. Bu olumsuzluklara rağmen Izetbegoviš, bu partilerle işbirliği içerisine girerek, Bosna-Hersek adına bir tür milli (veya milletler arası) uzlaşma zemini oluşturmayı denemişti. Ancak yürümedi, 45 anlaşmazlıklar daha da arttı, savaşın ayak sesleri gittikçe yaklaşmaya ve Yugoslavya'nın üzerine kara bulutlar çökmeye başlamıştı. 46 YUGOSLAVYA’NIN SÜRDÜRÜLMESĠNE YÖNELĠK SONUÇSUZ GÖRÜġMELER 47 1991yılı Ocak ayından itibaren Bosna-Hersek Devlet Başkanlığının yeni üyeleri, sürekli üyelerin yanında cumhuriyetlerin Devlet Başkanlarının da katıldığı, SFRJ genişletilmiş Devlet Başkanlığı toplantılarına iştirak etmeye başladı; toplantılarda federal yönetimin Devlet Başkanı Ante Markoviš ve Milli Savunma Bakanı Veljko Kadijeviš de katılıyordu. Yugoslavya‟nın geleceği üzerinde konsensüs sağlamaya yönelik çabalar sonuçsuz kaldı. Makedon ve Boşnak Devlet Başkanları Kiro Gligorov ve Alija Izetbegoviš, ümitsizce “aşamalı federasyon” önerisi sunmaya çalıştılar. Bu bir taraftan Slovenya ve Hırvatistan‟ın, diğer taraftan da Sırbistan‟ın önerdiği seçenekler arasında bir orta yoldu. Son derece iyi niyetli bir öneri olmasına rağmen bu girişim sonuçsuz kaldı, Hırvatistan‟da ise daha şimdiden Sırpların yaşadığı bölgelerde barikatlar kurulmaya başlanmıştı. Silahlanmış bölge halkının yardımıyla, Yugoslav Milli Ordusu (JNA) Slobodan Miloševiš‟in talimatıyla Sırp otonom bölgesi (SAO) olarak adlandırılan bölgeyi kuşatmıştı. Aynı şey daha sonra Bosna-Hersek‟te de tekerrür etti. 1991 baharından beri SDS zorla kuşatarak Sırp otonom bölgeleri oluşturuyordu. Askeri verilere göre, JNA 1991 yılı içerisinde Bosna-Hersek‟teki Sırplara toplam 51.900 kalem piyade mühimmatı verdi. Buna, açıkça duyurulan ve SDS‟nin kendi milislerine, yine JNA üzerinden, 17.300 ilave tüfek verdiği bilgisini de ilave etmek gerekir. Yeterli argüman bulamadığı görüşmelerdeki pozisyonunu Karadţiš‟in silah zoruyla güçlendirmeye çalıştığı açıktı. Bu arada Izetbegoviš devlet adamı olarak uluslar arası alanda ilk deneyimlerini kazanıyordu. Mart 1991‟de, bu orta Avrupa ülkesinin o zamanki devlet başkanı olan Kurt Waldheim‟la tanışmak için, Avusturya‟ya gitti. Bu Izetbegoviš‟in ilk resmi yurtdışı ziyareti idi. Geçmişte Nazilerle olan ilişkilerinin ortaya çıkmasından ötürü Waldheim o sıralar büyük sorunlar yaşıyordu. Izetbegoviš yine de gitmeye karar vermişti, çünkü Avusturya o zamanlar genç Boşnak diplomasisi için çok önemli bir ülkeydi. Daha sonra Izetbegoviš Avusturya Dışişleri Bakanı Dr. Alois Mock'a, bu ülkenin Bosna-Hersek için yaptıklarından dolayı, Bosna Ejderi şeref madalyasını verecekti. 48 Arkasından İran ve Türkiye ziyaretleri geldi. Tahran‟daki karşılama töreninde gördüğü misafirperverlik Izetbegoviš‟in beklentilerinin çok ötesindeydi Havaalanında kendisini İran ordusunun üç sınıfından oluşan üç sıra asker, üst düzey resmi şahsiyetler ve 50 diplomatik temsilciden oluşan bir kortej karşılamıştı. Kısa bir zaman öncesine kadar rejim muhalifi olan bir kişi için bu gerçek bir şoktu. O an nasıl davranması gerektiğinden kendisi de emin değildi. Nitekim daha sonra İran‟ın uygulanan haksız ambargoyu delerek Bosna-Hersek ordusunun silahlandırılmasına yönelik hayati bir rol oynadığı bilinmektedir. ABD ziyareti sonrası Izetbegoviš Yugoslavya‟da yaşanan krizin orada “anlayışsızlıkla” karşılanmasından ötürü hayal kırıklığı içindeydi. ABD‟nin bu konuda hiçbir şey yapmayacağını anlamıştı. Bosna-Hersek Federal Cumhuriyeti Devlet Başkanı, diplomatik bir girişim kabilinden, Yugoslavya hakkında bir Deklarasyon yayınlayan Avrupa Birliği ülkeleriyle görüşmek üzere Roma‟ya gitti. Bu gelişmelere paralel olarak, 1992 yazı boyunca Miloševiš, TuŤman ve Izetbegoviš krizden çıkış yolları arama çabasıyla birkaç defa bir araya geldiler. Sırbistan ve Hırvatistan‟ın şefleri, Boşnak şefi bir tür üçlü bölünmeyi kabul etmesi konusunda ikna etmeye çalıştılar. Ancak Izetbegoviš Gligorov–Izetbegoviš platformunun söyleminin dışına çıkmadı. Bu buluşmalardan biri sonrası Split‟ten dönerken, gazetecilerin Bosna-Herseğin bölünmesiyle ilgili spekülasyonlarla ilgili soruları üzerine: “Benimle bu konuda müzakere bile edilemez!” cevabını vermişti. 49 KARADŽIģ’ĠN TEHDĠTLERĠ 50 17 Haziran 1991‟de Slovenya‟da kısa bir savaş yaşandı. Bununla Yugoslavya‟nın çöküş sürecinin başlangıcı çarpıcı bir biçimde imlenmiş oldu. İki milyonluk bu küçük ülkeyle başlayarak, çatışmalar kısa zaman içinde ülkedeki milis güçlerin JNA ile çatışmaya girdiği Hırvatistan‟a sıçradı. Vukovar kuşatması ve Dubrovniğe yapılan saldırıyla zirveye tırmandı. Hırvatistan‟da zamanın önde gelen Sırplarının nasıl bir galeyana kapıldığını en iyi liderleri Jovan Raškoviš'in şu iki açıklaması örnekleyecektir. İlki: “Sırplar çılgın bir millettir!”. İkincisi: “Sırp tarlalarına basa basa Knin‟den Belgrat‟a kadar gelinebilir!”. Artık ortada Yugoslavya değil Büyük Sırbistan‟ın söz konusu olmasından hareketle, Izetbegoviš‟in duruşu Bosna-Herseğin Slovenya ve Hırvatistansız bir Yugoslavya içerisinde yer almayacağı şeklindeydi. Kendi partisinin dışında, BosnaHersek‟teki kentli entelektüellerin çoğunun da desteğine sahipti. Adeta buna verilmiş bir cevap gibi, Karadţiš Ekim sonunda Bosna-Hersek meclisindeki o malum tehditkâr konuşmasını yapmıştır: “Bosna-Herseği bir cehenneme ve Müslüman halkı da muhtemelen yok olmaya doğru sürükleyeceğinizin farkında değil misiniz!?”. Kameraların ve korkuya kapılan kamuoyunun önünde böyle konuşmuştu. Izetbegoviš derhal cevap verdi: “Karadţiš‟in muhakemesi ve mesajları neden Yugoslavya içerisinde kalmak istemediğimizi en iyi şekilde açıklamaktadır. Karadţiš‟in arzuladığı gibi bir Yugoslavya‟yı bugün artık kimse istememektedir. Sırp milleti dışında kimse!”. Savaşın ayak sesleri her tarafta duyulmaya başlanmıştı. SDA Izetbegoviš‟in önderliğinde Bosna-Hersek Milli Güvenlik Konseyi‟nin kurulması kararı aldı, bu karardan daha sonra Vatanperver Fırka, Bosna-Herseğin savunmasına yönelik ilk oluşum ortaya çıkacaktı. Tarih 10 Haziran 1991‟di. Zayıf mühimmatına rağmen, Vatanperver Fırka daha sonra Bosna-Hersek ordusunun – Bosna-Hersek Cumhuriyetinin resmi silahlı kuvvetlerinin – organizasyonel yapısı için bir şablon olacaktı. Mukavemetin diğer bir işareti de, Izetbegoviš‟in önerisi üzerine, Bosna-Hersek Devlet Başkanlığının Hırvatistan ordusuna asker vermeme kararıydı. Izetbegoviš 51 TV SA‟da, orduya katılma çağrılarına cevap vermemeleri için gençlere seslenerek, dikkat çekici (ve tartışmalı) şu cümlesini söylemişti: “Unutmayın, bu bizim savaşımız değil!”. Daha sonra bu cümle TuŤman rejimi tarafından işlerine geldiği gibi "Hırvatların özgürlük savaşı onun savaşı değil" şeklinde yorumlanacaktı. Asıl düşüncenin tam tersi olduğuna hiç şüphe yoktu. Bosna-Hersek‟te savaşı önlemeye yönelik çabalardan biri Zulfikarpašiš ve Filipoviš tarafından gerçekleştirilmeye çalışılan ünlü “Sırp–Müslüman anlaşmasıydı”. İkisi, Izetbegoviš‟in de onayıyla Miloševiš‟le görüşmek için Belgrat‟a giderler. Sonuç oldukça yetersiz olur, çünkü bu anlaşmayla arka kapıdan “budanmış Yugoslavya‟ya” çıkılıyordu ki bu Boşnaklar için aslında “Büyük Sırbistan‟dan” başka bir yer değildi. Yine de bu başarısız anlaşma akıllarda Boşnak tarafın baş döndürücü bir hızla içine sürüklenilen savaşı durdurmak yönündeki iyi niyetinin bir göstergesi daha olarak kalacaktır. Kasım başında Haag‟da Yugoslavya‟yla ilgili bir konferans düzenlendi. Maalesef tamamen fiyaskoyla sonuçlandı. Savaşın önlenemeyeceği artık kesindi. Bir mucize gerçekleşmesi umuduyla, Izetbegoviš Avrupa ülkelerine Bosna‟ya “iyi niyet misyonu” yollamalarını önerdi, yani BM‟den aslında Bosna-Herseğin kenar köşesinde fiilen başlamış olan çatışmaların tırmanmasını önlemek amacıyla “mavi berelilerin” gönderilmesini istemektedir. Bu ahvalde, 1 Aralık 1991‟de SDA‟nın ilk kongresi yapıldı. Kongre 3 gün boyunca 600 delege ve bir o kadar da misafirin katılımıyla gerçekleşti. Izetbegoviš konuşmasında o günkü genel durumu ortaya koydu. Tüm katılımcılar arasında savaşı en az isteyen kişi gibi durmasına rağmen, savaş ona da kaçınılmaz görünüyordu. Bunun “taş üstünde taş kalmayacak” tam anlamıyla bir savaş olacağını anlamıştı. Bu sözleri daha sonra dünya basınında bir kehanet olarak sık sık yer alacaktı. 52 REFERENDUM 53 Bosna-Hersek Meclisi 14 Ocak 1992‟de ülkedeki Sırp Birliğinin karşı çıkmasına rağmen özerklik kararı aldı. Bu süreçte bir referandum sorusu da hazırlandı: “Müslüman, Sırp, Hırvat ve içinde yaşayan tüm milletlere ait vatandaşların eşit olduğu özerk ve bağımsız bir Bosna-Hersek‟ten yana mısınız?”. Referandum kararının duyurulmasından sonra SDS‟in boykotu üzerine Izetbegoviš şu yorumu yapacaktır: “Onlar (SDS) Anayasa Hazırlık Komisyonunun oluşturduğu yeni anayasanın yürürlüğe konulmasını bloke ettiler, liberallerin ve bağımsız aydınların desteklediği sivil anayasa konseptini reddettiler, oysa bizi sürekli “Müslüman bir cumhuriyet” kurmakla suçluyorlar. Fakat aslına bakarsanız bize – Bosna-Herseği Müslüman, Sırp ve Hırvat kesimlere bölerek – önerdikleri ve zorla kabul ettirmeye çalıştıkları şey tam da budur. Bizim duruşumuz bellidir: Biz bunu kabul etmeyiz!”. Hırvat seçmenlerin tercihinin ne yönde olacağının bilinmezliğiyle referandum 29 Şubat ve 1 Mart 1992'de gerçekleştirildi. TuŤman tüm hesaplarını gözden geçirdikten sonra yeşil ışık yakmıştı, böylece seçmenlerin %63‟ünün katılımıyla %99 çoğunlukla bağımsız Bosna-Hersek yönünde oy kullanıldı. BosnaHerseğin geleceği belirlenmişti, ancak henüz sadece formal-hukuksal bağlamda. Bosna-Herseğin gerçek kaderi ise çok yakında savaş meydanlarında belirlenecek, ancak referandumun getirdiği kazanım hiçbir askeri zaferle elde edilemeyecekti. Bu, resmi idarenin hukuki ve idari anlamda rüştünün ispatlanmış olması demekti. 6 Nisan 1992‟de Avrupa Birliği ve ertesi gün ABD Bosna-Herseği tanıdılar. Bu esnada Avrupa ülkelerinin himayesi altında Bosna-Herseğin içten bölünmesiyle ilgili görüşmeler tüm hızıyla devam etmekteydi Lizbon‟daki görüşmelere, güçlü duruşuyla tepetaklak giden bu süreci biraz olsun yavaşlatmak adına Izetbegoviš‟e Dr. Haris Silajdţiš‟in de katılması büyük bir destek olmuştu. Onların değerlendirmesine göre Lizbon‟dan iyi sonuç çıkması Bosna-Herseğin bugünkü sınırlarını koruması, kötü sonuç ise birden fazla entiteden bahsedilmesiydi. Izetbegoviš günlüğüne “tüm gücüyle Bosna‟yı kurtarmaya ve barışı korumaya çalıştığını” yazacak, fakat aynı zamanda kendi kendine bunun mümkün olup 54 olmadığını da soracaktı. Olmadığı ortaya çıktı. Bir seçim yapılması gereken gün yaklaşıyordu. Savaş Nisan 1992‟de patlak verdi. Izetbegoviš tam 67 yaşındaydı ve kendisini bekleyen kötü gelişmelerden ve hayatının en fırtınalı döneminin arifesinde olduğundan henüz haberi yoktu. 55 SAVAġIN BAġLANGICI 56 2 Mayıs‟ta Lizbon görüşmelerinden kızı Sabina, o zamanlar Bosna-Hersek Cumhuriyeti Devlet Başkan Yardımcısı olan Dr. Zlatko Lagumdţi ve refakatçi olarak gelen Nurudin Imamoviš ile dönüşünde, JNA tarafından Saraybosna havaalanında tutuklandı ve hapse atıldı. Uykusuz geceler ve zorlu görüşmeler sonrasında, kuşatılmış şehre UNPROFOR tarafından götürülmesine karar verildi. Bu, dört yıl sürecek ve Alija Izetbegoviš‟in tam merkezinde yer alacağı büyük bir savaş trajedisinin daha başlangıcıydı. “Ţetnik korkusunun hâkim olduğunu” ve “psikolojik reflekslerin” kaybolduğunu bizzat kendisi dile getirmiştir. Öyle de oldu: Savaş başlayınca artık korku kalmaz, onun yerini hırs ve mücadele alır. Çatışmalar yayılıp kanlı bilançolar ortaya çıkmaya başladıkça, Izetbegoviš sık sık kendi kendine çatışmanın engellenmesinin yine de mümkün olup olmadığı sorusunu soracaktı. Bunun cevabını günlük notlarında yine kendisi vermişti: “Slovenya ve Hırvatistan‟ın olaya dâhil olmasına kadar – evet, tüm bunlardan sonra – hayır! Kısmen mümkün olabilirdi, fakat kapitülasyon şartıyla. Ancak kölelik en kötü alternatifti, savaştan da kötü” – bunlar özgürlüğü gittikçe artan sıklıkla hayattaki en büyük hedefi olarak vurgulayan Izetbegoviš‟in sözleriydi. Tüm Bosna-Hersek çapındaki açık çatışmalara rağmen, Başkanlık ancak 20 Haziran 1992‟de savaş hali ilan etti. Bunun üzerine “tecavüze karşı savaşta vatanperver cepheye aktif katılım” olarak adlandırılan Platform kuruldu. Başkanı Jure Pelivan olan bir geçici savaş hükümeti atandı. Bu hükümetin görevlerinden biri saldırıya uğramış olan ülkenin hayati sorunlarını çözmekti. Dr. Haris Silajdţiš dışişleri bakanı olarak atandı, Jusuf Pušina, Jerko Doko, Ranko Nikoliš, Ţarko Primorac, Rusmir Mahmutšehajiš, Alija Delimustafiš, Radovan Mirkoviš, Hasan Muratoviš, Tomislav Krstiţeviš, Uglješa Uzelac, Munir Jahiš, Mustafa Beganoviš, Nikola Kovaţ, Martin Raguţ ve Miljenko Brkiš ise hükümetin diğer üyeleriydi. 57 BOSNA-HERSEK ORDUSUNUN SĠLAHLANDIRILMASI SORUNU 58 Çok zor şartlar altında olsa da yavaş yavaş Bosna-Hersek ordusu oluşmaya başladı. Temel sorun silah eksikliğiydi. BM Güvenlik Konseyinin eski Yugoslavya üzerinde yürürlüğe koyduğu silah ambargosu bu kanayan yaraya tuz biber ekmişti. Bosna-Hersek yönetimi defalarca bu önlemin anlamsızlığına dikkat çekmeye çalıştı: Saldırganlarda zaten bolca silah vardı, dolayısıyla bu kısıtlama sadece kurbanı hedef alıyordu! Bu probleme rağmen, ordu belirli bir ölçüde silahlanmayı başarabilmişti. Tüm detayları muhtemelen hiçbir zaman bilinmeyecek olmasına rağmen, ABD de dâhil olmak üzere bazı batılı ülkelerin zımni anlaşmasıyla bu ambargo birkaç defa delindi. İran‟dan gemiyle gelen ve TuŤman‟ın emriyle yarısı Ploţa limanında derhal Hırvat ordusu için boşaltılan ve kalanı da Orta Bosna yolunda Hırvat Güvenlik Konseyi tarafından %25 oranında daha hafifletilen silah yardımı en önemli gönderiydi. Önemli ölçüde kayba uğrasa da, bu kadar silah bile bazı cephelerin savunulmasında hayati öneme sahipti. Bosna ordusunun silahlandırılması aslında yöre insanıyla ilgili cesaret, sebat ve beceriklilik üzerine yürek kabartan bir hikayedir. Savaşın sonuna doğru Alija Izetbegoviš Alman “Stern” dergisi için durumu şöyle betimlemişti: “Savaşın başından itibaren eş zamanlı olarak iki süreç gelişti. Biz gün gittikçe güçleniyor, onlarsa zayıflıyordu. Bunlar doğrusal süreçler değildi, ne de aynı hızla gelişiyorlardı, ancak genel eğilim az önce tanımladığım gibiydi. Piyademiz uzun bir süredir onlarınkinden iyi durumda. Ya da duruma tersinden bakalım. Bizim handikabımız ağır silahlar ve daha isabetli topçularımız; onlarınki ise piyadeleri. Hem onlar hem bizi daha çok kötü sürprizler bekliyor, ancak genel anlamda güç dengesini sağladık ve inisiyatifi ele aldık. Stratejik anlamda dengeden bahsediyorum, inisiyatif ise şimdilik sadece taktiksel bazda. Bihaš, Kupres ve Saraybosna‟daki başarılar nasıl açıklanabilir? Birçok faktör sayılabilir, ancak bunlardan en önemlisi olan moral faktörü analiz için uygun değildir. Mevzu, yok olmaya mahkûm edilen milletimizin tek vücut halinde aldığı hayatta kalma kararıdır.”. Narin görünümlü ve köklü dini duygulara sahip bu insanın savaş 59 boyunca Bosna‟da nelerle uğraşmak zorunda kaldığını, biyografisinden bizzat kendi şahit olduğu şu ayrıntı çok iyi anlatmaktadır: “Silah ihtiyacı bizi her türlü maceraya sürüklemişti. Brüksel‟e tarihini hatırlamadığım bir ziyaretim esnasında, birilerinin bize Saraybosna‟yı kuşatma altında tutan Karadţiš‟in birliklerini çok etkili bir şekilde vurabileceğimiz silahlar temin etmeyi önerdiklerini bildirdiler. Bize iki özel zırhlı helikopter ve uygun roketler temin edeceklerdi. Bu öneri 500 günden fazla bir süredir geceli gündüzlü rasgele mayın atar ve makineli tüfek ateşi altında kapana kısılmış olan bizlere çok cazip gelmişti. Bu çilenin sonu gelmeyecek gibi görünüyordu. Bu yabancıları kabul ettiğimde, Igman'a ve Zenica stadına önceden kararlaştırılmış bir tarihte helikopterleri hassas roket sistemleriyle beraber gece indirebileceklerini söylediler. Oldukça zararsız görünümlü iki kişiydiler. Kendilerini takdim etmediler, ancak Güney Afrika kökenli olduklarını ve tüm dünyada çalıştıklarını söylediler. İki şartları vardı: Birincisi, bizimkiler helikopterlerin kararlaştırılan yerlere indirildiğini teyit eder etmez paralarını nakit olarak istiyorlardı. İkinci olarak da teslimattan önce bilinmeyen bir yere rehine olarak götürecekleri bir adamımızı, yani aldatılmayacaklarının garantisini istiyorlardı. Tüm işin Avrupa‟daki elçiliklerimizden birinde halledilmesini ve rehinenin de oradaki sevkiyat görevlisi olmasını önerdiler. Uzun bir pazarlık sonunda ilk şartlarını kabul ettik, ancak ikincisini reddettik. Bu defa tüm paranın önceden getirilmesini ve bizimkilerin gönderinin teslim edildiğini onayladığı anda verilmesini şart koydular. Silah tüccarları, büyük uyuşturucu mafyalarıyla beraber, en ahlaksız dolayısıyla en tehlikeli insanlardı. Haram yoldan para kazanırlar ve her şeyi göze alırlardı. Ancak silaha ihtiyacınız varsa onlardan alabilirdiniz. İstanbul‟daki bağlantımıza istenen parayı temin etmesini ve bir ulakla bu Avrupa şehrindeki elçiliğimize göndermesini bildirdik. “Tüccarlar” kararlaştırılan zamanda geldi. Operasyona hazır olduklarını ve İtalya‟da bir üsten kalkacak olan helikopterlerin gece yarısı gibi hedeflerine ulaşabileceklerini söylediler. Sevkiyat görevlisi ve parayı taşıyan ulağımız odanın bir köşesinde, tüccarlar ise diğer bir köşesinde oturuyordu. Kimin kimden daha çok çekindiği belli değildi: Biz mi onlardan, onlar mı bizden. Bizimkiler doğal olarak, tabancalarının emniyeti açık bir 60 şekilde, tüccarların gangstervari bir saldırıyla parayı alıp kaçmalarından korkuyorlardı ve her şeye hazırlıklıydılar. Bir güvenlik önlemi olarak tüccarlara elçiliğin koridorlarına güvenlik görevlileri yerleştirildiği söylendi. Sürekli olarak cep telefonlarıyla birileriyle konuşuyorlardı. Bu olayın bizim tarafımızdaki aktörlerinden biri bana sonradan şöyle anlattı: “Saat 11 oldu, sonra gece yarısı, sonra 1, 2, 3. Biz kıpırdamadan birbirimize bakıyor ve her hareketi gözlüyorduk. Sabah karşı bir şeyi kontrol etmeleri gerektiğini söyleyerek dışarı çıkmak için izin istediler. Bir şeylerin yolunda olmadığını söyleyerek gittikler ve bir daha geri gelmediler.” Bunların işlerinin beklenmeyen bazı sebeplerden ötürü yolunda gitmediği gerçek silah tüccarları mı, yoksa kolay yoldan para kapmaya çalışan dünya çapında dolandırıcılar mı olduğu bir sır olarak kaldı. Fakat General Deliš ve bir grup subay Igman‟da yakılan ateşlerin önünde sabaha kadar gökten bir şeyler inmesini beklediler. Ancak hiç bir şey olmadı. Ben de uykusuz bir gece geçirmiş oldum, çünkü tüm bu süre boyunca telefonun başında nöbet tuttum. 61 GRABOVICA SORUġTURMASI 62 Bosna Savaşı boyunca yıldan yıla, süratle vatansever birlikler oluşturulup bunların kendine özgü kuralları olan organize bir orduya dönüşmesi sağlandı. Savaşçıların çoğunun en yakın aile fertleri korkunç felaketler yaşadı: Evinden barkından sürülme, yaralanma, tecavüz, öldürülme… Srebrenica haricinde de, kurulan darağaçlarında Boşnak aileler toptan katledildi. Bu çok derin travmalar doğurdu, insanlar düşmana karşı hiddetle doldular, bazen de bu hiddet intikam duygusuna dönüştü. İçlerinde bulundukları psikolojik durumu insani açıdan anlamak mümkündü, ancak bir ordu duygularla yönetilemezdi. İntikamın kitlesel anlamda bir amaç haline gelmesini engellemek gerekiyordu. Bunu herhalde en etkili bir şekilde ordu üzerinde sorgusuz bir otoritesi olan Alija Izetbegoviš başarabilirdi. Bunu başarmayı da denedi. Askerlere moral vermek konusunda eline geçen her fırsatı aynı zamanda bu savaştaki etik konulara dikkat çekmek için değerlendirmiştir. Israrlı bir şekilde sivillerin öldürülmemesi ve Katolik ve Ortodoks ibadet yerlerinin yıkılmaması konularına dikkat çekti. David Owen ve Torwald Stolteberg‟in Jablanica yakınlarındaki Doljana köyünde Bosna-Hersek ordusuna bağlı birliklerin Hırvat sivillere kötü davrandıkları uyarısı üzerine (Ağustos 1993), Izetbegoviš General Rasim Deliš'e yazılı olarak konuya acilen müdahale etmesi talimatını göndermiştir: “Birkaç gün önce telefonla HVO‟nun Jablanica yakınlarındaki Doljana köyünde ordumuza ait bir birliğin bazı Hırvat kökenli sivilleri katlettiği yönündeki şikâyetinin araştırılması için talimat verdim. Bununla ilgili henüz elime bir rapor geçmedi, bu yüzden bu konuyla ilgili araştırmanın sonucuyla ilgili olarak bana bilgi vermeniz ve kamuoyunu bu konuda aydınlatmanız gerekmektedir. Askerlerimizi savaş halinde geçerli olan kanunlara uyulması konusunda her fırsatta uyarınız. Suçluları gerektiği şekilde cezalandırmak ve bu konuda kamuoyunu aydınlatmak konusunda en ufak bir tereddüdünüz olmasın.” Bu uyarıya rağmen Bosna-Hersek ordusunun bazı birliklerinin yine de Hırvat ve Sırp kökenli sivillere karşı savaş suçu işlediği şüphesizdir. Hersek köyü Grabovica'da Boşnak ordusuna bağlı askerlerin 27 Hırvat sivili öldürdüğü kamuoyunda duyulmuştu. Izetbegoviš bu olayla ilgili olarak acilen soruşturma 63 başlatılması talimatını vermiş ve olayla ilgili gerekli tutanakları düzenleyip bir yetkiliyle Haag‟a göndermiştir. Nitekim bu korkunç olaya rağmen, savaştaki zayiatların bilançosuna bakıldığında bunun toplu değil ancak trajik ve münferit bir olay olduğu görülmektedir. Soykırım hedefinin tüm sistemin bir parçası olduğu Sırp ordusu ve Hırvat olmayanları sürerek arındırılmış etnik bölgeler oluşturmak yönünde etkili olan Hırvat ordusuyla karşılaştırıldığında, Bosna ordusu anlatılması zor şartlara rağmen kitlesel kıyımlar, yakıp yıkmalar ve talanlar yapmamış bir ordu imajını korumayı başarmıştır. Model basitti: Ordular adına savaştıkları ideolojilere uygun hareket ederlerdi! Saraybosna‟daki yönetimin resmi politikası ise vatandaşlık ve insan haklarına dayanan çok uluslu bir devletti. Savaşın ilk yılında BH ordusu, şüphe götürmez bir şekilde içinde Boşnak olmayan çok önemli ve etkin birkaç generalin de bulunduğu çok uluslu bir orduydu. Bunların arasında eski JNA‟nın subayları olan Bosnalı Hırvat Stjepan Šiber ve Sırp Jovan Divjak göze çarpmaktadır. Bunlar Boşnak vatanseverlerin ideallerinden biri olan Boşnak ordusunun çok uluslu karakterini büyük ölçüde pekiştirmişlerdir. Savaş genişledikçe, özellikle HVO ile çatışmalar başladıkça, BH ordusunda Boşnak olmayanların sayısı gittikçe azalmaya ve Müslüman kökenli birliklerin sayısı gittikçe artmaya başladı. BH ordusundan Boşnak olmayanlarının ayrılmasının ve çok uluslu ordunun gittikçe tek uluslu orduya dönüşmesinin objektif bir şekilde ne kadar önüne geçilebileceğini söylemek gerekli tarihsel mesafe olmadan zordur. Buna göre, tüm bu süreçte Izetbegoviš‟in rolüyle ilgili kesin bir sonuca varmak daha da zordur, buna rağmen 1995 yılında savaşın sonunda BH ordusunun tamamen bir Boşnak ordusuna dönüştüğü bir gerçektir. Buna rağmen, tek uluslu bir hüviyete bürünse de, çok uluslu ve evrensel prensipleri mükemmel bir şekilde savunduğunu söylemek gerekir! 4 yıllık savaş boyunca başkomutan olmasına rağmen Izetbegoviš‟in kendisi de sürekli hayati tehlike altındaydı. Şehrin kuşatma altında olduğu süre boyunca, Izetbegoviš‟in her gün geldiği Başkanlık binasındaki ofisinin, bazen şiddetli bazen 64 zayıf devamlı olarak top ateşine tutulduğu bilinmektedir. Her türlü roket saldırısına maruz kalmış ve bunlar esnasında 57 kişi hayatını kaybetmiştir. Bunun dışında Izetbegoviš sık sık Bosna-Herseğin işgal edilmemiş bölgelerinde açık araziye de çıkardı. Eski ve güvensiz helikopterlerde tereddütsüz uçardı, bu yüzden cesareti efsanevi boyutlara ulaşmıştı. İşgale uğramamış topraklarda nereye giderse gitsin tartışmasız lider olarak karşılanırdı. Bu şeref sadece Latin Amerikan devrimcilerin savaşlarıyla, idealistlerle karşılaştırılabilir. Bosna ordusunun sembolü olan zambaklarla süslenmiş beresiyle birçok kişi tarafından modern Che Guevera veya Tito‟ya benzetilmiştir. 65 DOĞUYLA ĠLĠġKĠLER 66 Arazideki savaşa paralel olarak görüşmeler ve uluslar arası konferanslar da devam etmekteydi. Izetbegoviš‟in sık sık Bosna-Hersek‟te neler yaşandığını anlatmak için dünya metropollerine seyahat etmesi gerekiyordu. “Kendini savaşa değil barışa hazırlamış” olan bağımsız bir ülkeye yönelik bir tecavüz yaşandığı tezini tekrarlıyordu. Cenevre‟den New York'a, Helsinki‟den Tahran‟a tüm dünyada farklı paralel ve meridyenlerde JNA‟nın gücüyle ilgili detaylar, Bosna-Hersek‟teki politik durum ve bunun soykırım yönü ile ülkedeki objektif durumla ilgili detaylı bilgiler aktarmış, silah ambargosunun anlamsızlığına ve bir milleti toptan yok etmeye yönelik bir felakete dikkat çekmiştir. Biraz yavaş da olsa bu diplomatik girişimler sonuç vermeye başlamıştı. Batı yiyecek gönderiyor ve Karadţiš tarafına birer birer yaptırımlar uyguluyordu, Müslüman Doğu ise silah yardımında bulunuyordu. Bu asimetrik savaşta tüm fedakârlıklara rağmen sebat edilmesiyle ilgili milli kararlılığın yanında bu iki katkının da savaşın nihai sonucu üzerinde büyük etkisi olmuştur. Bosna-Hersek‟te Sırplar, Hırvatlar, Yahudiler, Çingeneler, Slovenler ve Arnavutlar Karadţiš‟in ordusunun mağduru olsa da, toplamda en fazla Boşnak-Müslüman halk zayiat vermişti. Savaş genişledikçe, tek mağdur olmasalar da, en büyük oranda zorluğa BH Boşnaklarının katlandığı ve savaşın en yüksek oranda onları hedef aldığı gittikçe açıklık kazanacaktı. Bu yüzden Bosna-Hersek‟teki savaşa karşı en büyük duyarlılık Müslüman ülkelerde oluşmuştur. Yavaş yavaş Alija Izetbegoviš onların gözünde Bosna-Hersek‟teki Müslümanların özgürlüğü adına haklı savaşın sembolü ve efsanevi kahramanı hüviyetine bürünmüştür. Tüm İslam dünyasında nereye giderse gitsin özel bir alaka ve saygıyla karşılanıyordu. Onun bu coğrafyadaki otoritesi Müslümanların dayanışmasını güçlendiriyor ve ülkenin savunmasına yönelik gerekli finansmanın sağlanması için para toplanmasına büyük bir katkıda bulunuyordu. Izetbegoviš Bosna‟daki savaş boyunca ve sonrasında İslam dünyasından çeşitli anlamlı taltifler almıştır. 1993 – “Kral Faysal” İslam‟a Hizmet ödülü; 1996 – Medineli “Ali Osman Hafız” fonu “Yılın Düşünürü” ödülü; 1997 – Türkiye 67 Cumhuriyeti Devlet Nişanı; 1997 – Riyad Üniversitesi Fahri Doktora unvanı; 1998 – Katar “Bağımsızlık Nişanı” Devlet Madalyası; 1997 – İstanbul Marmara Ün. Hukuksal Bilimler Fahri Doktora unvanı; 2001 – Birleşik Arap Emirlikleri Yılın İslami Şahsiyeti ödülü. 68 CĠDDE ZĠYARETĠ 69 İslam ülkelerine yaptığı anlamlı ziyaretlerinden birinde Izetbegoviš‟in yolu Cidde‟ye, 1992 yılının Aralık ayındaki İslam Konferansı Örgütüne üye ülkelerin olağanüstü toplantısına düşecektir. Izetbegoviš “Hatıralar‟ında” bu toplantıyla ilgili o günlerin ambiyansı, ruh hali ve aktüalitesini mükemmel bir şekilde yansıtan birçok detaya değinmiştir: “Saraybosna‟dan UNHCR uçağıyla uçtum. Zagreb‟de beni iyi ve yüksek eğitimli bir insan ve büyük bir Bosna dostu olan Şerce Sultanı Şeyh Kasım‟ın özel uçağı bekliyordu. Şerce Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) bünyesinde bir emirliktir. Cidde yolunda Tiran‟a indik, Arnavutluğun o zamanki başbakanı Sali Berisha da bize katıldı. Arnavutluk üzerinde uçarken bu ülkenin hem güzelliklerine hem de fakirliğine şaşıyorduk: Sahil boyunca uzanan yeşil tarlalar ve bayırlar kaldırım taşlı dar yolları anımsatıyordu. Uçak kötü ve bakımsız bir hava alanına indi, dört bir tarafta Enver Hoca rejiminde yapılan – yüzlerce – beton koruganlar görünüyordu. Amerika‟da tıp eğitimi görmüş olan Başbakan Berisha, Enver‟in komünizminin güzel ülkesini nasıl bir tümden çöküşe sürüklediğinin tamamen farkındaydı. Ona Arnavutluğun ekonomik durumunu sorduğumda, hiç bir şey ekilmesi mümkün olmayan sert toprağa benzetmişti. Cidde uluslar arası hava alanında bizi Prens Selman karşıladı. Geleneksel Arap giysileri içinde uzun, tipik kartal burunlu, iri yapılı, boğuk sesli bu prens uzun zamandır şerefli bir tevazuun en doğal bir örneğiydi. „Başkanım, bu olağanüstü konferansı hep beraber milletiniz için ne yapabileceğimizi kararlaştırmak üzere topladık! Müslümanların böyle katledilmesine seyirci kalmayacağız!‟ Hava alanında VIP salonundaki kısa görüşmemiz esnasında bana böyle söylemişti. Ertesi gün önemli toplantılar için kullanılan Kasru‟l-mu‟temer sarayındaki konferansı âlicenapları Suudi Arabistan Kralı Fahd açtı, resmi unvanıyla Mekke ve Medine‟nin Bekçisi ve Hizmetkârı. Akıcı ve cesur bir konuşma yaptı, uluslar arası hukuk ve belgelere değindi, her Müslüman‟ın dini vecibelerinden ve İKO üyelerinin yükümlülüklerinden bahsetti – Bosna‟da Müslümanların katledilmesine de değindi. Konferans eski diplomatik geleneğe göre iki bölümden oluşuyordu: Resmi ve kulislerdeki. Mısır dışişleri 70 bakanı Amr Musa, Pakistanlı bakan Muhammed Sattar, İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Velayeti ve tabii ki Prens Selman iki günlük toplantının gündemini oluşturuyorlardı. Türk Cumhurbaşkanı Turgut Özal‟ın Cidde‟deki gelişmeleri Ankara‟dan canlı olarak takip ettiğini öğrendim. İlk gün sonrası akşamüzeri ertesi gün alınması gereken kararın taslağı belirmeye başlamıştı. Bu taslak son derece yumuşak ve geneldi, hiçbir şart ve süre içemiyordu. Silajdţiš ve Šaširbegoviš “bir milyarlık Müslüman dünyası” karşısında hayal kırıklığına uğramış bir şekilde otel odalarında sinirli bir şekilde dolanıyorlardı. Birden telefon çaldı: Arayan Velayeti idi. Ertesi gün taslak süratle değiştirildi. Memnunduk ve kararın çıkmasını bekliyorduk. O zaman BH görüşmelerindeki uluslararası arabulucu Lord Owen‟ın toplantıyı kızgın bir şekilde terk ettiğini öğrendik, kararın yeni taslağından açıkça memnun değildi. Kararla Müslüman ülkeler Birleşmiş Milletlerden BosnaHersek‟le ilgili silah ambargosunun kaldırılmasını istiyorlardı. Bu ambargo 1 Şubat 1993 tarihine kadar kaldırılmazsa Müslüman ülkeler buna uymayacaklardı. Dönüşten önce ev sahiplerimiz bir umre turu organize etmişlerdi. İhramlarımızı giyip Mekke‟ye doğru yola koyulduk. Kâbe ile ilgili, daha önce resimlerde bu yapıyla ilgili gördüklerimiz ve çeşitli yazılarda okuduklarımızdan, hayallerimizde canlandırdığımız her şey onu gördükten sonra yetersiz kalıyordu. Caddeden ağaç gövdeleri arasından görmüştüm. Zemzem bahçesi yakınındaki terasa çıktık. Hacılar beni tanıdı ve seslenmeye başladı. “Bosna, Bosna!‟. Bir köşeye oturdum ve Kâbe‟nin heybetli yüksekliğine bakarak iki rekât namaz kıldım. “Allah‟ım, olması gereken yerin uzağında yaşayan bu talihsiz ve yalnız halkıma yardım et,” diye düşüncelerimde dua ettim, sonra da grubumuzun önündeki şaşkın hacıları dağıtmaya çalışan Arap rehberin talimatlarına göre bu törensel ibadeti yerine getirmeye yöneldim. “Bosna, Bosna, Allah Bosnalı kardeşlerimize yardım etsin!” – Dünyanın dört bir yanından gelen Müslümanlar ağlamaklı böyle bağırıyordu. Ertesi gün memleketimize uçtuk. Uğurlamada Cidde hava alanındaki salonda Prens Selman yanıma geldi ve neredeyse kulağıma fısıldayarak şöyle dedi: „Başkanım, izin verirseniz hava alanına gelişim öncesi Amerika‟dan Al Gore‟un aradığını ve 71 Amerika‟nın Bosna-Herseğe silah transferine koyulan ambargo konusundaki tavrını yeniden gözden geçireceğini bildirdiğini söylemek istiyorum‟.”. Arkansas eyalet valisi Bill Clinton daha başkanlık seçimlerini yeni kazanmıştı ve dünyanın en büyük gücünün liderliğini devralmaya hazırlanıyordu. Al Gore başkan yardımcısıydı. Olayların akışında da ABD‟nin adım adım eski Yugoslavya‟daki krizle ilgili politikasını değiştirdiği ve sonrasında da inisiyatifi Avrupa devletlerinden aldığı görülecekti. 72 BATIYLA ĠLĠġKĠLER 73 Diğer taraftan Bosna-Herseğin geleceğiyle ilgili fiilen tüm savaş boyunca süren çok sayıdaki görüşmeler esnasında Izetbegoviš Müslüman liderler dışında hemen hemen o zamanın tüm önemli devlet adamlarıyla görüşmüştür. Fransa cumhurbaşkanı Mitterand gibi, çok sayıda uluslararası kuruluşun yetkilileri ve çok sayıda Amerikalı yetkili kuşatılmış Saraybosna‟ya kadar gelmişti, bunlardan üçü Saraybosna‟nın Igman dağı yamaçlarında hayatını kaybetmişti. Izetbegoviš Batılı hükümetlerin buradaki krize karşı yürüttükleri politikaları keskin bir dille eleştirmekten kaçınmıyordu. Uluslar arası toplumun BH ile ilgili açık ve ayrıntılı bir planı olmadığı kanısındaydı. Bu yüzden defalarca BM Genel Konseyine Karadţiš ve Miloševiš‟e bağlı güçlere acil askeri müdahalede bulunulması talebiyle yazı yazmıştı. Bunun alternatifi ise silah ambargosunun kaldırılmasıyla mağdur tarafa kendini savunma imkânı sağlanmasıydı. Ancak Avrupa ülkeleri kararsızdı. Izetbegoviš‟in savaşın son üçte birlik dönemi içerisindeki ruh halini yansıtması açısından belki de en iyi örnek, 5 Aralık 1995‟te Budapeşte‟deki Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (OSCE) zirvesindeki konuşmasıdır. İşte birkaç alıntı: “Ülkemizde yaşanan son olaylar beni acıya boğdu, bu yüzden kısa ve direkt konuşacağım. Yirmi yıl önce güvenlik ve işbirliği amacıyla kurulmuş ve adında bu iki büyük kelimeyi barındıran bir organizasyonun bu büyük oturumunda, buna tamamen zıt bir konu üzerine konuşacak olma mecburiyeti gerçekten ironiktir: Tehlike ve tek başına bırakılmışlık üzerine. (…) Bir beyefendi, üst düzey bir görevli, müstehzi bir vurdumduymazlıkla dünyaya ve katliam ve yok edilme tehdidi altında olan bir millete “Sırpların kazandığını” bildiriyor. Sanki bir futbol maçı vardı ve kendisi bitiş düdüğünü çaldı! (…) Paris ve Londra başından beri Sırpların hamisi gibi davrandılar, Güvenlik Konseyi‟ni ve NATO‟yu veto ettiler ve bununla Sırp saldırganlığına dayalı bu savaşı durdurmaya yönelik her adımı engellediler. (…) 74 Bosna‟da yaşananlar demokrasiye karşı en gözü kara milliyetçilik ve ırkçılığın savaşıdır. Bizim düşmanlarımız yalnızca tek bir milleti (kendi), tek bir dini (kendilerininki) ve sadece tek bir siyasi partiyi tanırlar. Onlara ait olmayan her şey ayıklanmaya mahkûmdur. Hatta mezarları bile talan ettiler. Birleşmiş milletler özel raportörü Sayın Mazowieck‟in saldırganların kontrolü altında olan bölgelerde yaşananlarla ilgili son raporunu okuyun! Kendini ”Sırbistan Cumhuriyeti” olarak adlandırılan bu ucubeden bir devlet oluşturmaya kendini adamış bazı beyefendilere sormak isterim – ki bazıları bu salonda oturmaktadır – yarın da bu “cumhuriyetin” tanınması ve kurucularının gelecek sefer de burada bizimle oturmasını sağlamak için çalışacaklar mı? Bu beyefendilere soykırım ve zorbalık üzerine kurulmuş bu hilkat garibesini, yarın öbür gün medeni ülkeler ailesine katılmaya çağırmaya hazır ve istekli olup olmadıklarını sormak istiyorum. (…) Kurtuluş savaşlarının irdelenmeye uygun olmayan anlaşılması zor bir yanı vardır. Batıdaki bazı askeri ve politik analistler bu konudaki tahminlerinde hep yanılıyorlar. Bizim halkımız özgürlüğü, hatta bundan da ötesi bekası için savaşıyor. Bu savaşlar çoğunlukla zordur, ancak kaybedilmesi de zordur. Son elli yıldaki hiçbir kurtuluş savaşı kaybedilmemiştir. Bizimkinin de kaybedileceğini sanmıyorum. Kimse hiçbir şekilde 150.000 askeri silahını bırakmaya zorlayamaz. Herkese, hem kendi hem bizim adımıza, bunu dikkate almasını tavsiye ederim. Bosna‟nın dostlarının bu sözlerimden dolayı bana alınmayacaklarını umuyorum, diğerlerinin ne düşündüğü ise bütün bu olanlardan sonra hiç umurumda değil. Teşekkürler!”. Izetbegoviš sık sık Saraybosna yönetiminin teslim olmasının beklendiği kanısına kapılıyordu. Bu kendisinde, OSCE zirvesindeki bu konuşmasında olduğu gibi, saklayamadığı güçlü bir öfke yaratıyordu. David Owen ve Richard Holbrooke gibi Batılı arabulucular kendi biyografilerinde Izetbegoviš‟i çok zorlu bir müzakereci olarak tanımlamışlardır. Zor karar alıyordu, aldıktan sonra bile hemen değiştirmeyeceği kesin değildi. Örneğin viski içerken öylesine şeytanca, arazideki insanları hayat ve ölüm arasındaki çizgide getirip götüren Miloševiš gibi (gaddarca) 75 umursamaz değildi. Franjo TuŤman gibi, ne pahasına olursa olsun Hırvatistan‟ı tarihteki en büyük sınırlarına kavuşturma hayali kuran, fanatik tarihsel bir idealist de değildi. Izetbegoviš‟in görüşmelerde arkasında destek olacak güçlü bir ordusu da yoktu. Sadece meşruiyetinden, hukuktan ve gerçeklerden güç alıyordu. Fakat bunlar savaşta çok göreceli kavramlardır, çünkü gücün argümanları argümanların gücüne karşı savaşır; bu yüzden görüşmelerde çok taktiksel davranma zorunluluğunda olması, kariyer hırsıyla tutuşan uluslararası arabulucuların sinirine dokunuyordu. Yine de büyük çoğunluğu, olayları topluca gözden geçirip tarttıklarında Izetbegoviš‟e büyük saygı duymuşlardır. BH krizinin diğer aktörleri olan politik ve askeri hasımlarıyla karşılaştırıldığı zaman bir ahlak abidesi olduğunun bilincindeydiler. Onu kendi idealleri uğruna hapse girmeyi göze alan ciddi bir insan olarak görüyorlardı. Aslında savaş Izetbegoviš‟in kişiliğinin ahlaki yönünü ortaya koyması açısından en büyük imtihan olmuştu. Bu yönü Batı Dünyasının entelektüellerinin daha çok dikkatini çekmişti, Izetbegoviš‟in şansı politikacılara göre onlarla daha yaver gitmişti. Fransız filozof Bernard Henry Levy Izetbegoviš‟in kişiliğinden çok etkilenmiş, bununla ilgili olarak Paris gazetesi “Le Monde‟da” bir yazı yazmıştı. Yine Madrid gazetesi “El Mondo" 1995 Dayton anlaşması sonrası kendisini yılın kişisi ilan etmişti. Birçok üniversite kendisine fahri doktora vermiş, siyasi anlayışı kendisini demokrasinin gelişimine katkıda bulunan bir insan konumuna yüceltmişti. Örneğin ABD‟deki Demokrasi Merkezinde ve akabinde Crans Montana Forumunda demokrasinin gelişimi konusunda uluslararası kabul görmüş, gerek içeride gerek yurtdışında aynı konuda çeşitli taltifler almıştır. Kendisine sayısız devlet adamıyla görüşmesi dolayısıyla onlar hakkında ne düşündükleri sorulduğunda, Alija Izetbegoviš şöyle yanıtlamıştı: “Bu insanlar çoğunlukla şatafat, polis ve kitlelere kendilerini sıra dışı insanlar olarak göstermek için gereken her şeyle kuşatılmıştır. Ancak tamamen normal hatta bazıları son derece sıradan insanlardır. Aşağı yukarı biz tüm politikacılar böyleyiz. Sıra dışı birkaç kişi dışında, hayran olduğum bir kişi olduğunu söyleyemeyeceğim. 76 Tabii ki sempati duyduğum insanlar var; örneğin Clinton‟a samimi davranışları, görünümü ve genel tutumu dolayısıyla sempati duyarım. Belki çok iyi açıklayamıyorum, ancak iyi bir insan olduğu izlenimini edindim ve Amerikan seçmeni olsaydım ona oy verirdim. Kohl mükemmel bir insandır, Miterrand‟la üç defa ve akabinde Chirac‟la görüştüm. (…) Büyük adamlar değiller, ancak hiç birinin ortalamanın altında insanlar olduğunu da söyleyemem. 77 YENĠ YIL MESAJI 78 BH halkına 94-95 yeni yıl mesajında Izetbegoviš, diğer hususların yanında şunlara da değinmişti: “Savaş olması gereken süreden bir gün bile fazla sürmemelidir, ancak barışı elde etmek de kolay olmayacaktır ve olamaz da. Bu konuda yapabildiğimiz her türlü görüşmeyi yapacağız, ancak mecbur kalırsak da savaşacağız!”. Daha on ay boyunca savaşmak gerekecekti. 1 Mart‟ta – daha sonra BH bağımsızlık günü olacak tarihte – Izetbegoviš Saraybosna‟daki orduevinde şu sözleriyle tamamladığı bir konuşma yaptı: “Bizim hedefimiz özgür insanların Bosna‟sına kavuşmaktır, insana ve insan haklarına saygı duyulan bir Bosna‟dır. Tek uluslu, tek dinli ve tek partili para-devletler – çoğul konuşuyorum – konseptine karşı, biz özgür ve demokratik Bosna konseptini ortaya koyuyoruz. Nefret ve düşmanlığa karşı biz demokrasiyi ve toleransı ortaya koyuyoruz. (…) Her ulusun bir vaat edilmiş toprağı vardır. Bizim vaat edilmiş toprağımız Bosna‟dır. Sizi bunun adına savaşmaya çağırıyorum!”. Bir şekilde öyle de oldu. Çoğu tarihçi Mart 1995 sonlarında BH ordusunun Travnik üzerindeki Vlašiš dağını kurtararak kilit bir çarpışmayı kazandığını söyleyecektir. Bu dev operasyona 21 bin asker katıldı, 7. kolordu ve başlarında komutanı Mehmed Alagiš vardı. Kurtarılan bölgenin (51km2) ve savaşın bu bölgesindeki stratejik üstünlüğün el değiştirmesinin yanında, bu çarpışmanın psikolojik önemi de büyüktü. Bu BH ordusunu savaşın nihayetine götüren büyük galibiyetler serisinin ilkiydi (bu zaferin 7. Kolordu birlikleri tarafından ve merkez karargâha bağlı 4. ve 7. Müslüman ve muhafız tugaylarının önemli katkısıyla kazanıldığı kayıtlara geçmiştir). Maalesef çatışmalarda kayıplar olmuştu. Birine, muhtemelen Murphy kurallarına göre, önce en iyiler gider. Neden? – Bunu kimse bilmiyor, ancak 28 Mayıs 1995‟te, içinde Dr. Irfan Ljubljankiš ve beraberindekileri taşıyan helikopter düşürüldüğünde, kendisi BH Dışişleri Bakanı görevini yürütmekteydi. Irfan, Izetbegoviš‟in şahsi dostuydu; Izetbegoviš ona cesur ve saygın bir insan olarak çok değer verirdi, bu yüzden bu bakanın talihsiz ölümü kendisine çok ağır gelmişti. 79 “Telefonları sevmiyorum. Savaş başladığından beri bana tek bir iyi haber bile getirmediler. O sabah – 28 Mayıs 1995 – altı gibi beni hiç iyiye işaret etmeyen bir sesle General Deliš aradı ve bana: „Size kötü bir haberim var‟ dedi. Kısa bir aradan sonra devam etti: ‟Dün gece Knin üzerindeyken içinde bakan Ljubljankiš‟in olduğu bir helikopterimiz düşürüldü‟. (…) Öğle saatlerinde, Cazina bölgesinde bir ziyaretten dönen tüm heyeti kaybettiğimiz anlaşıldı. Dört kişilik heyette, Bakan Ljubljankiš‟le beraber Adalet Bakan Vekili Dr. Izet Muhamedagiš, Zagreb elçiliğimizde görevli Dr. Mensur Šaboliš ve Dr. Ljubljankiš'e refakat eden Albay Fadil Pekiš de vardı. Bu tehlikeli hattın riski nedeniyle yüksek ücretle görev yapan helikopterin 3 Rus personeli de öldü.” 80 SREBRENICA TRAJEDĠSĠ 81 Ve sonra 1995 Temmuz ayında, Bosna faciasının en son ve en feci etabı Srebrenica olayı gerçekleşti, görülmemiş bir katliama maruz kalan sekiz ila on bin arası Boşnak ve bunun dört katı kadar da telafi edilemez bir kayba uğrayan insan. Sırp ordusunun bu operasyonlarına General Ratko Mladiš direkt olarak komuta ediyordu, daha sonra Haag savcıları tarafından bu bölgedeki Boşnaklara soykırım yapmakla suçlanacaktı. Savaş sürerken Mladiš ve Karadţiš bu kanlı sürecin bitmesini bekleyerek, gamsız bir şekilde satranç oynuyorlardı. Bu katliamdan Sırp ordusu kadar, Srebrenica‟yı savunmakla yükümlü olan BM birliklerinin de sorumlu olduğu tamamen aşikârdır. Srebrenica‟ya saldırıldığında buranın askerden arındırılmış ve BM güçlerinin koruması altında bir bölge olduğunu hatırlatalım, ancak Boşnaklar biraz da safça büyük ölçekli bir Sırp saldırısından kendilerini UNPROFOR güçlerinin koruyacağına inanarak silahlarını teslim etmişlerdi. Fakat tepkiler sonuçsuz kaldı, Izetbegoviš bizzat Clinton dâhil herkese boşuna mektuplar yolladı. Sonradan, UNPROFOR güçlerinin müdahalesini o zaman en üst düzey BM görevlileri olan Jashushi Akashi ve Boutros Ghali‟nin engellediği hemen hemen kesinlikle teyit edilecekti. Bununla beraber Boşnak askeri ve siyasi yönetimi de Srebrenica trajedisindeki kendi sorumluluğunu üstlenmiştir. Bunun Izetbegoviš‟in kendisi de farkındaydı ve anılarında şunları yazmıştır: “Bu ölçekte bir trajedi yaşandığı zaman kimse masum değildir. Dünyanın böyle olması ve bir Srebrenica‟nın yaşanabilmesi her birimizin suçudur. Herkes daha fazlasını yapmış olması gerektiğine inanmalıdır. Ben şahsen bazı kritik zamanlarda ordunun yaptıklarından tamamen memnun değildim, bana sanki Çetnik mevzilerinin yanından „sessizce‟ geçiyorlar gibi geliyordu. Askerler bu imkânlarla ellerinden gelen her şeyi yaptıklarına inanıyorlar. Srebrenica‟da askeri ve sivil güçler arasında sürekli bir çekişme vardı. Her halükarda olay anında bir birlik yoktu. Bu kısmen, hayat şartlarının sınıra dayandığı kapalı bir şehirdeki psikolojik durumun bir sonucuydu.” Alışılagelmiş ölçülü tarzı dikkate alındığında, önceki alıntıdan Izetbegoviš‟in Mladiš‟in birliklerine karşı kötü organize olmuş direnişten kısmen yerel askeri-sivil 82 yönetimi sorumlu tuttuğu açıktır. Savaş boyunca bile, özellikle de sonrasında, kamuoyunda “Srebrenica‟nın başka bir bölgeyle takas edildiği” ve Saraybosna yönetiminin global stratejisinin sonucu olarak kurban edildiği yönünde spekülasyonlar ortaya çıkmıştı. Konu bundan açılmışken, Boşnak Devlet Başkanının hatıratının, 1993 yılında hâkim olan genel durum nedeniyle bölge sakinlerinin tahliyesinin makul bir çözüm olduğu konusundaki tavrını ortaya koyduğu kısmı açıklayıcı niteliktedir: “Şehirde durum her açıdan çok kötüydü. Sık sık gıda sıkıntısı baş gösteriyordu, tuz sıkıntısı ise sıradan bir olaydı. (...) Bu zor şartlardan dolayı sık sık Srebrenica‟nın takası ve sakinlerinin nakliyle ilgili fikirler ortaya atılıyordu, ancak bu fikirler reddedilmişti. Bu, Srebrenica‟nın siyasi ve askeri yönetimiyle yapılan istişarelerin sonucunda alınmış bir karardı. Kendilerini savunabileceklerine inanıyorlardı. Bana göre durum büyük bir saldırıyla karşılaşılırsa şehrin savunulamayacağı şeklindeydi ve boşaltılması taraftarıydım, ancak ısrar etmedim. Hatırladığım kadarıyla askerler de tahliye taraftarı değildi.” Srebrenica trajedisinin sorumluluk mozaiğinin sonunda nasıl oluşacağı henüz bilinmemektedir. İlgili tüm belgeler incelenmedi, tüm tanıklar dinlenmedi, çelişkili düşünceler var. Bununla beraber, daha şimdiden Izetbegoviš‟in kendisini sorumlu hissetmediğini söyleyebiliriz. Elinden gelen her şeyi yaptığını düşünmektedir. Eğer bir şekilde gerçekleşirse, konuyla ilgili araştırmalar bunu teyit edecek veya inkâr edecektir. 83 HAVA SALDIRILARI VE SAVAġIN SONU 84 Srebrenica trajedisi sonrası, Boşnak tarafının çok yoğun diplomatik çabalarıyla, Karadţiš tarafının silah zoruyla yavaş yavaş etkisizleştirilmesi yönünde kamuoyu oluşmaya başladı. Sırp tarafının BH barış planlarını reddetmenin ötesinde; Srebrenica soykırımının arkasından Ţepa, akabinde de Saraybosna pazarı Markale katliamı gelmiş, Batı nihayet Boşnak güçleri daha güçlü bir şekilde destekleme kararı almıştı. “30 ağustos 1995‟te, üç yıldan fazla bir gecikmeyle, Karadţiš mevzilerine karşı tüm Bosna çapında hava saldırıları düzenlenmeye başlandı” – Izetbegoviš günlüğüne böyle yazmıştı. O günlerde, Fransız cumhurbaşkanı Chirac‟ın davetlisi olarak Fransa‟da resmi ziyarette bulunuyordu. Markale faciası haberini 28 Ağustos‟da Mostar‟da, helikopterle Split ve akabinde Paris‟e geçeceği Jablanica yolunda aldı. Perişan olmuştu. Fransız metropolüne doğru yola koyulurken, Boşnakların yaşadığı felaketlere her köşe başında bir yenisinin daha eklendiği duygusuna kapılmıştı. Ertesi gün saat 10‟da Fransız Cumhurbaşkanı kendisini kabul etti. Kısa konuştu: Boşnak Sırplarına yapılması planlanan hava saldırılarıyla ilgili olarak “Biz hazırız ancak Amerikalılar tereddüt ediyor”, demişti. Izetbegoviš aynı akşam Paris‟te, memleketindeki dramatik gelişmelerin tesiri altında, ABD büyükelçiliğinde Fransa büyükelçisi Pamela Harriman aracılığıyla Richard Holbrooke ile görüştü Boşnak Devlet Başkanı bu anı şöyle anlatmıştır: “Bayan Harriman bizi çok sıcak karşıladı ve büyük bir bekleme salonuna aldı. Hemen köşede telefonun başında Richard Holbrooke‟u fark ettim. Başımla selam verdim, bunun üzerine telefon ahizesini göstererek eliyle gelmemi işaret edince şaşırdım. Her şey çok iyi zamanlanmıştı ve herhalde benim haricimde Amerikalılardan kimsede şaşkınlık yoktu. Telefonun öbür ucunda ABD Beyaz Saray Sekreteri Warren Christopher‟ın yardımcısı Strobe Talbott vardı. Bana aşağı yukarı şunları söyledi: „Lütfen Holbooke ile Bosna‟da barışın sağlanması yönündeki işbirliğinize devam ediniz. İçinde bulunduğunuz durumun zorluklarını biliyor ve anlıyorum. Sizi temin ederim ki Saraybosna 85 sakinlerine karşı dün gerçekleştirilen bu zulüm cezasız kalmayacaktır. Karadţiš mevzilerine hava saldırıları düzenleyeceğiz!‟ Sesi çok kararlı geliyordu”. O gece Izetbegoviš heyecandan uyuyamadı. Miro Lazoviš ve Krešimir Zubak‟tan oluşan delegasyonun geri kalanıyla gece geç saatlere kadar konuştular; ertesi gün, 30 ağustos‟ta, sabah erken saatte kapısına vurulmasıyla uyanacaktı: Izetbegoviš‟e refakat eden Osmica müjdeyi veriyordu: “Başkanım, Çetnik mevzilerine saldırılar başladı! Etrafındaki dağlara atılan bombalardan Saraybosna semaları kızıla boyandı!” Bu, Boşnak savaşı süresince alınmış en iyi haberlerden biriydi. Boşnak delegasyonu sonradan batılı müttefiklerin tüm Bosna çapında diğer Sırp mevzilerine de saldırılar düzenlediğini öğrenecekti. Bunun akabinde 1995 yılında Boşnak ordusu, Hırvat ordusuyla ve HVO ile ittifak halinde, Sırp tarafının görüşmelerdeki gücünü büyük ölçüde zayıflatan önemli zaferler kazandı. Boşnak ordusunun son büyük operasyonu 13 Eylül–12 Ekim tarihleri arasında Bosna‟nın batısında 16.000 askerin katılımıyla gerçekleştirildi. Kulen Vakuf, Bosanska Krupa, Otoka, Kljuţ, Sanica ve Sanski Most kurtarıldı. Böylece savaşın, 21 Kasım 1995‟te Dayton‟da barış anlaşmasının imzalanmasıyla tamamlanacak olan, bitiş evresi başlamış oldu. 86 DAYTON GÖRÜġMELERĠ 87 “Uzun ömrümde çok değişik işlerle uğraştım: Hapisteyken toprak kazıdım, harç taşıdım, ağaç kestim, sonrasında özgür bir insan olarak inşaat işleri yürüttüm, mahkemelere çıktım, makaleler yazdım. Yine de bana en zor gelen iş görüşmeler olmuştur. Görüşmek karar vermek demektir. Karar vermek ise zavallı insanoğlunun sırtına yüklenmiş en zor iştir. Benim problemim şuydu ki ne barışa kavuşabiliyordum, ne de iyi bir savaş yürütebiliyordum. Görüşmeler şantaj ve Bosna‟nın başının üzerinde kılıç tehdidi altında yürütülmekteydi. Kendisinden sayı ve mühimmat bakımından çok daha üstün olan düşman tarafından saldırıya uğramış bu millet büyük kayıplara uğramıştı, sunulan barış ise her zaman sadece benim ilkelerime değil temel hukuk prensiplerine de aykırıydı. Böyle bir barışı kabul etmem çok zordu, savaşın devam edeceği mesajıyla eve dönmem ise daha da zordu. Çok zor ikilemler içindeydim. Kendimi çarmıha gerilmiş gibi hissediyordum”. Izetbegoviš‟in Dayton görüşmeleriyle ilgili günlük notları böyle başlıyordu. Çoğu kişinin farkına vardığını böylece kendi de kabul etmişti: İsteksizce kararlar veriyor, bin defa ölçüp bir defa biçiyordu. Ancak bu sefer kaçış yoktu, Amerikalıların öncülüğünde tüm uluslararası topluluklar, ne pahasına olursun, bir barış anlaşması yapılması konusunda hemfikirdiler. Çok büyük “tavizler” vermek zorunda kalınacağı ön görülüyordu. Bu kelimenin Sırp ve kısmen (en azından TuŤman tarafının temsil ettiği) Hırvat tarafı için anlamı ne oranda toprak verileceği veya kazanılacağı, hangi tesislerin elde tutulup hangilerinin kaybedileceği olmasına karşın; konu Boşnak tarafı açısından adalet, ahlaki değerler ve insan hayatı açısından ele alınıyordu. Savaş her şeyden önce Miloševiš ve akabinde TuŤman‟ın kendi tercihiydi, oysa Boşnak Devlet Başkanı buna mecbur edilmişti. Bu yüzden etik faktörü sadece bir taraf için önem taşıyordu, diğer iki taraf için değil. Onlar hesaplarını önceden toprak pazarlığı üzerine yapmışlardı, çünkü insan hayatının bir para birimi olarak genelde değeri düşüktü. Bu iki “büyük adamın” büyük devlet kurma hevesleri yolunda uğranılan bir tür ikincil zarar. 88 Görüşmelerin başlamasından on gün önce, SDA‟nın yürütme kurulu toplantısında, Izetbegoviš Boşnak tarafının hedeflerini 16 maddede toplamıştı. Bu maddeler kabaca toprak bütünlüğünü, barışın sağlanmasında uluslararası güçlerin katılımını, savaş suçlularının takibatının devamını ve söylendiği gibi “Brţko‟dan dönülmemesini” öngörüyorlardı. Bunlar olmazsa olmazlardı. Ancak sonradan görüleceği gibi, şeytanla kabak ekenin kabak başına patlayacaktı. Derhal Wright Petterson askeri üssünde yorucu görüşmelere başlandı. Temas grubunun planının temeli, Federasyon lehine 51-49 oranında toprak bölüşümü ve yetkisinin onaylanması gereken ortak bir hükümetti. Izetbegoviš ilk gündeki havayı kısmen şöyle betimlemişti: “Yemek davetleri zoraki gülümsemelerin, fodulluğun, şarlatanlığın ve rol kesmelerin sahnesiydi ve sevmediğiniz yemekler tüm bunlara tuz biber ekiyordu. Böyle yemekler Dayton görüşmelerinin protokolün temel bir unsuruydu ve ben elimden geldiği kadarıyla bunlardan kaçıyordum. “Hope” (umut) otelindeki resmi yemekle görüşmeler de resmen başlamış oldu. Tarih 1 Kasım 1995‟ti. Delegasyonda benim dışımda Haris Silajdţiš, Krešimir Zubak, Jadranko Prliš, Miro Lazoviš, Ivo Komšiš, ve Muhamed Šaširbegoviš vardı. Hukuk uzmanları olarak da: Kasim Trnka, Kasim Begiš ve Dţemil Sabrihafizoviš.“. Yemek sonrası genel toplantıya geçildi. Waren Christopher, Carl Bildt, TuŤman, Miloševiš ve Izetbegoviš birer konuşma yaptı. Görüşmelerin ikinci gününde, 2 Kasım‟da, Boşnak delegasyonu Holbrooke arabuluculuğunda TuŤman ile bir araya geldi. Federasyonun kurulumu ve sonrasında yaşanabilecek problemlerle ilgili tartışmalar yapıldı. 3 Kasım‟da Izetbegoviš Fransa, Almanya, İngiltere ve Rusya Dışişleri Bakanlarıyla toplantılar yaptı. Dört delege de görüşmelerin önemini vurgulamış ve hükümetlerinin barış sürecine katkıda bulunma önerisini iletmişlerdi. Aynı gün Izetbegoviš Slobodan Miloševiš‟le Dayton‟daki ilk görüşmesini gerçekleştirdi. Bu görüşmesiyle ilgili şunları yazmıştır: “Miloševiš‟i iyi tanıdığımdan emin değildim, ama sık sık kendisi ve politikalarının farklı iki realite olduğu duygusuna kapılmıştım. İnsan olarak onunla ilgili edindiğim izlenimle yaptıklarını 89 bağdaştırmakta zorlanıyordum. Çünkü itici bir şahsiyet değildi. Aslına bakarsanız her zaman biraz sarhoştu – ya da öyle görünüyordu – ve her zaman konuşkandı. Konuştuklarına inanıyor gibi görünüyordu. Kesinlikle cüretkârdı, ancak ikiyüzlü olduğunu söyleyemem. Belki çift kişilikliydi, ama bu farklı bir konuydu. Bununla beraber kişiliğinin diğer yani kötü tarafı daha hâkim gibiydi, bu yüzden Miloševiš kaçınılmaz bir şekilde kötülük saçıyordu.” Dayton görüşmelerinden bir detay belki bu çelişkili durumu açıklayabilir. “Uzun görüşmelerden ve çekişmelerden sonra, bir gün ansızın Saraybosna konusundaki tavrını değiştirdi ve temelde bizim taleplerimizi kabul etti. Odadan çıkarken, Silajdţiš‟e ve bana şu sözlerle seslendi: „Sizin işiniz kolay, Saraybosna‟yı aldınız, ben şimdi kaskımı takıp o aptalların yanına gitmek zorundayım‟. Diğer binada sabırsızlıkla sonucu bekleyen Krajišnik ve Koljeviš‟i kastediyordu. O esnada rol yaptığını sanmıyorum. Tam tersi, bunun Karadţiš‟in çevresindeki insanlarla ilgili samimi görüşü olduğundan eminim.” Takip eden birkaç günde çoğunlukla Federasyonun düzenlenmesinin detayları üzerinde konuşuldu. Uluslar arası arabulucular değişiyordu, bunun yanı sıra Mato Ganiš ve Gojko Šušak gibi birkaç Hırvat yetkili de değişti. Yedinci gün Izetbegoviš Holbrooke ile baş başa görüştü. Federasyon açısından belirli bir ilerleme sağlandığı kanısındaydılar, ancak Saraybosna sorunu konusunda bir milim ilerleme bile sağlanamamıştı. Sırplar şehrin bölünmesini istiyordu, Amerika‟nın tavrı ise Saraybosna‟nın Federasyon çerçevesinde bir “Federal bölge” olmasıydı. Dengelenmiş bir yönetim ve ortak polis gücüyle. Izetbegoviš çoğunlukla Amerikalılarla fikir birliği içindeydi. Sırp tarafı yine masaya çeşitli katakulliler, dolambaçlar, garabetler koymuştu; tek amaçları kazandıkları toprakları ve bu topraklar üzerindeki inhisarlarını mümkün olduğunca fazlasıyla ellerinde tutmaktı. 10 Kasım‟da BH Federasyonu anlaşmasının imza töreni düzenlendi. Izetbegoviš bu vesileyle, diğer konuların yanında şu hususlara değinmişti: “Bugünü tarihi bir gün 90 olarak görüyorum. Bugünün anlamını değerlendirmeyi uzak bir tarihte tarihçilere bırakıyorum. Onlar bugün söylenenleri değil yapılanları değerlendirecektir. Bugünü daha ziyade kararlılığımızın ve umudumuzun günü olarak tabir edeceğim, aynen Sayın Sekreter Christoper‟ın dediği gibi.” Izetbegoviš‟in gözlemlediği şekliyle TuŤman konuşmasında Federasyonu bir devlet gibi ele almış ve Hırvatistan ile olan ilişkilerine değinmişti. “TuŤman‟ı sevmezdim. Davranışlarının züppe bir tarafı vardı, tarzı ise ucuz edebiyatın sınırındaydı. Her zaman, büyük veya küçük, Bosna‟dan bir parça koparmak istemiştir. Doktora tezini okumadım, ancak 1939 yılında Maţek ve Cvjetkoviš arasındaki anlaşmayla kurulmuş olan Hırvat Beyliği üzerine olduğunu biliyorum. Bu beylik tam onun ölçülerine ve hayallerine göreydi, çünkü Bosna‟nın büyük bir bölümünü de kapsıyordu. Huntington‟ı keyifle okuduğunu tahmin ediyorum. Aslında Huntington‟ın „medeniyetler çatışması‟ tezi onun Bosna üzerindeki iştahına iyi bir teorik zemin oluşturuyordu.” Yine de, bu kesin antipatiye rağmen, Izetbegoviš TuŤman‟ın politikasının “içsel” yönünü de objektif bir şekilde değerlendirmeyi denemiştir: “TuŤman Hırvatistan için başka bir şey, Bosna ve dünyanın geri kalanı için ise bambaşka bir şeydi. Hırvatistan‟a paha biçilemez hizmetleri olmuştur. Bir gün – kendisi gittiğinde – ileri ve demokratik bir ülke olacak olan Hırvatistan devletinin temellerini atmıştı. Hırvatistan için yaptıkları baki kalacaktır, hataları ise geçici ve düzeltilebilir şeylerdir. Onun Bosna‟da yaşananlara katkısına gelince, durum genelde tam tersidir.” Federasyon konusunda işlerin bir şekilde yolunda yürümesine rağmen, genel anlamda barışın tesisi hala bir soru işaretiydi. Görüşmelerin onuncu günü geride kalmasına rağmen bu konuda esas itibarıyla bir arpa boyu yol alınmamıştı. Izetbegoviš‟in sağlık durumu kötüydü. Az yiyordu, kalp atışlarının sesini duyuyordu ve geceleri sık uyanıyordu. Holbrooke bu değişimleri fark etmiş olmalı ki, Izetbegoviš‟e şu sürpriz öneride bulundu: İsterse kızlarından biri veya oğlu da Dayton‟a gelip onunla beraber kalabilirdi. Izetbegoviš bu öneriye teşekkür ederek geri çevirdi, ancak Holbrooke‟un kolay vazgeçmek niyetinde olmadığını gördü. Bir 91 yandan da her geçen gün bir enfarktüse daha çok yaklaştığını hissediyordu. Maalesef bu şüpheler üç ay sonra gerçeğe dönüşecekti. Izetbegoviš kalp rahatsızlığının Dayton‟da “bulaştığına” emindi. Müteakip on gün harita üzerinde görüşmelerle geçti. Holbrooke Boşnak tarafı açısından kabul edilemez olan Sırp planını önermişti. İngilizler Boşnak tarafına Brţko yakınında büyük bir koridor bulunan kabul edilemez bir harita konusunda bastırıyordu. Izetbegoviš ve Silajdţiš bu sefer kararlıydılar, baskılara boyun eğmeyeceklerdi. 13. gün Bosna Hırvatlarının TuŤman'ı dinlemedikleri haberi geldi. Zubak Posavina‟nın Sırplara bırakılması konusunda uzlaşmaya yanaşmamıştı, bu hususu TuŤman daha önce kabul etmiş, hatta belki de “arındırılmış bir Baranje” konusunda da anlaşmıştı. Söylendiğine göre TuŤman Zubak‟a “Senle veya sensiz bu iş olacak” demişti. Zubak “o zaman bensiz olacak” diye cevap vermişti. 18. gün tüm görüşme süreci açısından kilit gündü: Miloševiš Saraybnosna‟yı “teslim etmeye” karar verdi! Bu çarpıcı gelişmeyi Holbrooke şöyle anlatır: Cumartesi öğleden sonra Miloševiš'i tesisin içinde biraz dolaşmak için çağırdım. Sert bir şekilde tavrının görüşmeleri kopma noktasına getireceğinden şikâyet ettim ve sonra Saraybosna üzerine yoğunlaştım. „Bazı konular sonraya bırakılabilir‟ dedim, „ancak Saraybosna konusunun Dayton‟da çözülmesi lazım‟. Gülerek „peki‟ diye cevapladı. „Bugün Saraybosna‟yı çözene kadar yemeğe gitmeyeceğim‟. Bir süre sonra Hill ve Clark ile konuşurken birden bire dairemin kapısı açıldı ve habersizce Miloševiš içeri daldı. „Buralardaydım ve uğramadan kapınızın önünden geçmek istemedim'. Bize söyleyecek önemli bir şeyi olduğu kesindi. „Tamam, tamam‟ dedi ve oturdu. „Sizin DC modelini boş verin gitsin: O iş çok karışık, yürümez. Ben Saraybosna olayını çözeceğim. Ancak benim önerimi şimdilik Sırp delegasyonundan kimseyle görüşmeyin. Detayları sonra halletmeliyim, her şey çözüldükten sonra‟. „Demek istiyorum ki‟ diye devam etti „Saraybosna‟dan vazgeçmeyerek Izetbegoviš onu hak etti‟. İnatçı bir tip. Saraybosna onundur‟. (…) Miloševiš konuşurken harita üzerinde Saraybosna‟nın Müslümanlara vermeye razı 92 olduğu kısmını işaretlemişti. Chris Hill hemen itiraz etti: Bu büyük bir taviz, ancak tüm şehir değil. Miloševiš Grbavica‟yı, nehrin karşı yakasındaki kilit noktayı, Sırp tarafında bırakmıştı. Bunun çok büyük bir gelişme olmasına karşın, Miloševiš‟in önerisi Saraybosna‟yı bir bütün oluşturacak şekilde birleştirmiyordu. Hill buna işaret ettiğinde, Miloševiš patladı. "Size Saraybosna‟yı veriyorum”, Chris‟e neredeyse bağırıyordu. “siz ise bana bu saçmalıklardan bahsediyorsunuz”. Miloševiš‟e bunun doğru yönde atılmış büyük bir adım olmasına rağmen, Izetbegoviš‟in muhtemelen önerisini reddedeceğini söyledik. Hill ve ben derhal Boşnak Devlet Başkanının yanına gittik, Izetbegoviš önerinin önemini kabul etmek yerine sadece eksiklikleri üzerinde durdu. Ateşli bir ifadeyle “Grbavica‟sız bir Saraybosna olamaz” dedi. Miloševiš‟in Sırp tarafında kalmasını istediği bölge direkt olarak şehrin merkezine kadar uzanıyordu, Batılı gazeteciler tarafından keskin nişancı (sniper) koridoru olarak biliniyordu. Yine de hepimiz Saraybosna konusundaki görüşmelerde yeni bir aşamaya girildiği sonucuna varmıştık. Saraybosna‟nın cadde isimlerine kadar detaylı bir haritasını alarak Hill, Clark ve ben Miloševiš‟in dairesine gittik. Arazideki her yolu ve her çizgiyi incelemeye başladık. Miloševiš uysal görünüyordu. Hill bu tavrımızda ısrar edersek ertesi gün Saraybosna‟nın tamamını alacağımızı tahmin ediyordu. Birdenbire bir umut duygusuyla coştuk ve adeta uçarcasına döndük.” Saraybosna böyle kazanıldı. Izetbegoviš‟in en büyük hedeflerinden biri gerçekleşmişti. Bundan sonra Miloševiš Brţko sorunuyla ilgili tahkime gidilmesini de kabul etti, böylece birkaç detay dışında anlaşma tamamen hazırdı. 20 Kasım‟da anlaşma sağlandı ve Amerikan Başkanının da katılımıyla törenle paraflandı. 14 Aralık‟ta Paris‟te imzalandı. Bununla Bosna‟da barış sağlanmış oldu. 93 BARIġIN TESĠSĠ 94 Savaş bitti, ancak problemler bununla bitmedi. Dayton‟daki barış anlaşmasının uygulanması çok büyük zorluklarla yürüyordu. Bazı maddelerdeki belirsizlikler taraflarca işlerine geldiği gibi yorumlanıyordu. Izetbegoviš politik kariyerinin geri kalanını mesai arkadaşlarıyla beraber BH devletinin güçlenmesi adına mücadeleyle geçirecekti: Merkezi kurumların oluşturulması, göçmenlerin geri dönüşü, savaş suçlularının kanun karşısına çıkarılması… Bu büyük problemler dışında, Brţko için tahkim konusu ve Mostar‟ın tek bir şehir olarak birleştirilmesi gibi sorunlar da vardı. Izetbegoviš‟in Brţko için düşündüğü kişi Dr. Ejub Ganiš, Mostar için ise savaş boyunca şehrin bir kesimini kahramanca savunan Safet Oruţeviš idi. Her iki sorun da birkaç yıllık bir süre içerisinde nispeten başarılı bir şekilde çözüldü. Mostarlıların onunla ilgili memnuniyetleri gittikçe artıyordu. Çok uluslu bir devlet kurmaya yönelik yoğun çabalar nihayet meyvesini vermeye başlamıştı. Dayton‟un hemen ardından Izetbegoviš‟in sağlık durumu kötüleşmişti, kalp krizi geçirmiş ve hastaneden 1996 Mart‟ında çıkmıştı. Yine de bu, tüm hayatı boyunca değişen şiddette seyretmekle beraber peşini bırakmayacak bir hastalığın başlangıcıydı. Boşnak Devlet Başkanının mesleki melekeleri devamlı bir şekilde kısıtlanmış görünüyordu. Yine de daha birkaç yıl yönetimde kalabilecek gücü toplayabildi. Sürekli olarak dünyanın çeşitli yerlerindeki konferanslara davet ediliyordu. Amerika‟da demokrasinin gelişimiyle ilgili ödül aldı, Doğuda hala savaş dönemindeki kadar saygı görüyordu. Ancak Izetbegoviš toplantı ve konferanslara katılmayı sadece bir formalite olarak görmüyordu. İçinden bir şeyler, muhtemelen bu kanlı savaşın yarattığı izzetinefis duygusu, eleştirel yanını öne çıkarmıştı. Bu yüzden Batıda İslam‟ı, Müslüman ülkelerde ise Batıyı savunuyordu. Batıda Doğulu, Doğuda ise Batılıydı; ancak her iki tarafta da Müslüman‟dı. Izetbegoviš‟in bu konularda (eski konuları) dünya çapında uzman şahsiyetlerden biri olduğunu söylemek muhtemelen 95 abartma olmayacaktır. Unutmamak gerekir ki: Izetbegoviš hem Batının hem Doğunun, İslam ve Hıristiyan dünyasının tüm önde gelen politikacılarını ve çok sayıda entelektüel şahsiyeti, özellikle de ülkesi için spesifik tarihsel önem arz eden en büyük tecrübelerin yaşandığı dönemlerde tanımıştı. Global işbirliğinin modern sistemi aslında Bosna‟da oluşturulmuştu. Konuşmalarından biri, İslam ülkelerinin liderleri ve diğer temsilcilerine 1997 Aralık yarında yaptığı sesleniş, neredeyse radikal bir infial yaratacaktı. Müslüman Doğunun tüm önemli televizyonlarının ve Batıdaki bazı büyük televizyonların canlı olarak aktardığı bu konuşma, onun Müslüman Dünyanın aktüel durumu, terörizme bakışı ve Müslümanların Batıya karşı bazı yanlış inançları ve önyargılarıyla ilgili düşüncelerinin bir senteziydi: “İslam ülkelerinin bu anlamlı toplantısında bana konuşma fırsatı verilmiş olmasını büyük bir imtiyaz olarak görüyorum. Bonn‟daki bir konferanstan henüz dönmüş bulunmaktayım. Bu, özel olarak Bosna konusuna adanmış ve ülkemdeki durumun ele alınıp bazı çok önemli kararların alındığı bir konferanstı. (...) Konferansın bugünkü programını ve sizin de zamanınızı dikkate alarak, bu hitabımda tek bir konuyu ele alacağım: Doğu ve Batı ve ikisinin arasındaki benim Bosna‟m. Bu konuyla ilgili fikirlerimde hala devam etmekte olan son seyahatimden esinlendim. Tam da sonuna gelmekte olduğumuz bu hafta içerisinde bir eğitim konferansı için Bosna‟dan Suudi Arabistan‟a, oradan da Bosna ile ilgili bir konferans için Avrupa‟ya uçtum ve işte bugün Tahran‟da İslam Konferansındayım. Yani DoğuBatı-Doğu. Dünyanın bu her iki köşesini de iyi tanıdığımı düşünüyorum. Yolculuğumda bazı olumlu veya olumsuz yeni veriler de edindim. Suudi Arabistan‟daki 5 milyon üniversite öğrencisi olduğuyla ilgili cesaret verici bilgiyi edindim, ancak başka bir Müslüman ülkesindeki %68,5 oranında okuma yazma bilmeyenlerle ilgili üzücü bilgiyi de. Az önce aldığım diğer iyi bir haber, İran‟da çeşitli okullarda okuyan 12 milyon kişi olduğu, kötü haber de tüm Müslüman ülkelerde kadınların okuma yazma oranının kabul edilebilecek düzeylerin altında olduğudur. Kadınlar insan ırkının yarısını teşkil etmektedir. Kültürsüz bir kadın 96 halklarımızı 21. yüzyıla taşıyacak olan nesilleri büyütemez ve yetiştiremez, bu yüzden affınıza sığınarak çok açık konuşacağım. Güzel yalanların hiçbir faydası yoktur, ancak acı gerçekler bazen ilaç gibidir. Batı ne bozuk ne de yozlaşmıştır. „Çürümüş Batı‟ – komünist sistem bu yanılgıyı çok pahalı ödemiştir. Batı çürümemiştir. Batı güçlü, kültürlü ve organizedir. Okulları bizimkilerden daha iyi ve şehirleri bizimkilerden daha temizdir. Batıda insan hakları daha üst düzeydedir, fakirlere ve özürlülere yönelik sosyal imkânlar daha iyi organize edilmiştir. Batılılar genelde sorumlu ve doğru insanlardır. Benim onlarla ilgili tecrübelerim böyledir. Ancak gelişmişliklerinin karanlık yönlerini de biliyorum ve göz ardı etmiyorum. Evet, İslam en mükemmeldir, ama biz mükemmel değiliz! Bu sıklıkla karıştırdığımız iki konudur. Batıyı küçümsemek yerine onunla yarışıyoruz! Kuran bize tam da şunu emretmemiş midir: „Öyle ise iyiliklerde yarışın.‟. Din ve bilimin sayesinde ihtiyacımız olan güce kavuşabiliriz. Bunun zor ve yorucu bir yol olduğu kesindir, yokuş yukarı zorlu bir tırmanıştır; ancak bu Kuran‟da bahsedilen yokuştur ve başka yol yoktur. Bu yüzden her yerde çocuklarımızı okutmak için fonlar kurmalıyız! Tek bir çocuğumuz bile eğitimden mahrum kalmasın. Zengin Müslüman ülkelerin bu konuda daha fakir olanlara yardım etmesi gerekir. Bunu bugün yapalım veya hemen bugün bununla ilgili bir konferans tarihi belirleyelim. Bazı insanlar terörizmle üstünlük sağlanabileceğini düşünüyorlar. Bu tehlikeli bir şekilde yayılan bir yanılgıdır. Terörizm bugünkü aczimizin bir ifadesi ve gelecekteki aczimin de olası sebebidir. Sadece etik olmamakla kalmayıp aynı zamanda sonuçsuzdur da. Etik değildir çünkü masum insanlar ölmektedir, sonuçsuzdur çünkü onunla hiçbir yerde hiç bir şey çözülmüş değildir. Tarihteki tüm ciddi siyasi hareketler terörizmi reddetmiştir. Kuranın da şu bilinen ayetle yasakladığını düşünüyorum: „Kim bir insanı… öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür‟. Maalesef bazıları bunu unutmaktadır. Şimdi de geldiğim Bosna ile ilgili birkaç konuya değineyim. Doğu ve Batıdan bahsettim. Bosna bu iki dünyanın kesişim noktasında yer almaktadır, bizim tabir ettiğimiz gibi Büyük Sınırda. Geçen savaşta her on Boşnak‟tan biri hayatını 97 kaybetmiştir. Bu yüzden Bosna‟ya yeni haksızlıklar yapılmasına izin vermeyin. Herkese Bosna‟nın sizin için din kardeşlerinizin, masum insanların kanıyla sulanmış kutsal bir toprak olduğu mesajını verin." Bu hitaptan sonra salona ölüm sessizliği çökmüştü. Konuşma ağır bir tesir bırakmıştı. Böyle konferanslarda özeleştirilerle sık sık karşılaşılmıyordu. Genelde her problemin başkalarının kusuru olduğuyla ilgili bağnazlık ve sadece methiyeler hâkimdi. 98 ĠSTĠRAHATE ÇEKĠLĠġ VE VEFAT 99 Bu arada, Dayton sonrası dönemde mecalsiz yıllarla beraber Izetbegoviš‟in ömrünün yılları da akıp geçiyordu. BH Devlet Başkanlığındaki görevi gittikçe daha zor geliyordu, enerjisi ve dikkati azalmıştı. 1998 Eylül‟ündeki seçimlerden önce aday olmamayı ciddi bir şekilde düşündü. O yılın Mayıs ayında “Dostlarıma” başlıklı bir mektup yazdı ve 30 kadar adrese gönderdi. Bu mektupta çekilme arzusunu dile getirdi. Ancak parti arkadaşları seçim öncesi dönemin bu eylem için uygun olmadığını düşünüyorlardı. Böylece istifası bir sonraki milenyuma, yani 2 Haziran 2000 tarihine kadar ertelenmiş oldu. Bir Cuma günü Cuma namazından dönerken, kesin karar verdi: Artık çekilecekti! Yakın dostu RTVBiH editörü Senad Hadţifejzoviš‟i arayarak bu önemli haberi duyurmak için bir randevu istedi. 6 Haziran 2000 Salı günüydü. Izetbegoviš 19.30‟daki TVBiH ana haber bültenine çıkarak şu açıklamayı okudu: “Sevgili Bosna-Hersek vatandaşları, BH Devlet Başkanlığındaki Başkanlık görevimden görev süremin sona erişiyle beraber, yani bu sene 12 Ekim tarihinde, ayrılmaya karar verdiğimi açıklamak istiyorum. (…) Çekilme kararımın birçok sebebi var, ancak en önemlileri yaşım (Ağustos‟ta 75 yaşımı bitiriyorum) ve sağlığımdır. Bugünkü şartlarda Başkanlık üyeliği görevi benim sahip olmadığım fiziki ve ruhsal bir güç gerektirmektedir. Tarihimizin zorluklarla dolu son on yılı içerisinde beni destekleyen herkese teşekkür ediyorum. Boşnak vatanseverlerin bölünmemiş, demokratik ve ferah bir Bosna-Hersek hayallerinin gerçekleşmesini diliyorum.” Bu açıklamadan sonra, haber bültenini yöneten Hadţifejzoviš ona iki soru sordu. İlk soru en büyük başarısını ne olarak gördüğü idi. Bunun BH‟in bağımsızlığı olduğunu söyledi. “1991-1992 yılları arasında Bosna-Herseğin “büyük Sırbistan‟ın” bir eyaleti olmasına yönelik ciddi bir risk vardı. Ben bunun önüne geçtim ve bunu en büyük hizmetim olarak görüyorum!”. 100 Diğer soru ise mantıksal olarak ilkinin devamıydı: En büyük başarısızlığı olarak neyi görüyordu? “Bölünmemiş, demokratik, ferah ve barışın sağlandığı bir Bosna-Hersek oluşturma sürecindeki yavaşlık” olarak cevaplamıştı. Görev süresinin bitimiyle beraber Izetbegoviš 10 yıl boyunca oturduğu Başkanlık binasındaki odasında bulunan masasının çekmecelerini boşalttı. Tarih 15 Ekim 2000 idi. Anılarında “ayrılıkları sevmem, ancak üzüntü duymadım” diye yazmıştır. Hayatını özetlerken şunları yazmıştır: “Bana tekrar yeni bir hayat yaşama fırsatı sunulsaydı kabul etmezdim. Ancak, eğer yeniden doğsaydım yine kendi hayatımı yaşamayı seçerdim.” Siyasi faaliyetlerine SDA bünyesinde devam etti. Çoğunlukla hatıralarını yazmaya yoğunlaştı, misafirleri oluyordu. Dünyanın her yerinden Bosna-Herseğe gelen devlet adamlarının hemen tamamı programlarına Izetbegoviš ziyaretini de dâhil ediyorlardı. Ancak kısa zaman içinde hastalığı ilerlemeye başladı ve Alija hastaneye yatmak zorunda kaldı. Sanki ölüme hazırlanıyormuş gibi tüm eski ve yeni dostları tek tek ziyaretine geliyordu, bunun dışında eski Amerikan başkanı Bill Clinton ve sadece dostunu hastanede ziyaret etmek özellikle Saraybosna‟ya uçan Türk Başbakan Erdoğan gibi dünya çapında devlet adamları da geliyordu. Alija Izetbegoviš 19 Ekim 2003 yılında öldü. O gün ve ertesi gün sanki gökler Bosna‟nın başkentinin üzerine boşaldı. Boşnaklar ve Hersekliler, tüm dünyadan sayısız delegasyonlarla birlikte, ona son görevlerini yerine getirmek için uzun kuyruklar oluşturdular. Alija Izetbegoviš Saraybosna Kovaţi‟deki Şehitliğe gömüldü. 101