Yazarı Prof. Dr. Nur Serter Birinci Basım Haziran 1997 Kapak Tasarımı Sarmal Yayınevi Baskı-Cilt Kayhan Matbaacılık SARMAL YAYINEVİ Babıali Cad. Pak Han No: 16/4 Cağaloğlu-İstanbul Tel:(0 212) 522 45 78-512 70 20 Faks: (0212) 522 45 78 DİNDE SİYASAL İSLAM TEKELİ Prof. Dr. Nur Serter İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ 1. DİN-TOPLUM-SİYASET Din Toplumu Neden Etkiliyor? İnanç Sistemlerinin Ana İlkeleri Nelerdir? Dinler ve Tanrı İnancı Peygamberlik Görevi ve Din Çağdaş Dünya-Din Olgusu Dinler ve Köktendinciler Din ve Devrim 2. SİYASAL İSLAM VE DEMOKRASİ Türkiye'de Siyasal İslamın Yükselişi Siyasal İslam ve Kuran İslam'da Demokrasi Tartışması İnsan Hakları-Demokrasi ve İslam Demokrasi-Kemalizm ve İslam Siyasal İslam ve Ulus Devlet Çok Hukukluluk Tartışması Üçlü Meşruiyet Demokratik Çözümler İslam'da Türk Yorumu 3. DİN VE AHLAK Siyasal İslam ve Ahlak Ahlakta din tekeli Çağdaş Ahlak Anlayışı YOL AYIRIMI: TARİHE DÖNMEK ya da TARİH YAZMAK KAYNAKÇA Prof. Dr. Nur Serter 1948 yılında İstanbul'da doğdu. Orta öğremini Üsküdar Amerikan Kız Kolejinde tamamladı. 1970 yılında İ.Ü. İktisat Fakültesinden mezun oldu. Aynı yıl fakültede asistan olarak göreve başladı. Mesleki-Teknik Eğitim ve Ekonomik Gelişme konulu çalışması ile 1974 yılında iktisat doktoru ünvanını aldı. 1982 yılında doçent, 1988 yılında profesör oldu. Halen İ.Ü. İktisat Fakültesi ve Endüstri İlişkileri Bölümü öğretim üyesidir. Yayınlanmış başlıca eserleri: Türkiyenin Sosyal Yapısı, Sosyal Devlet, İstihdam ve Gelişme, Giydirilmiş İnsan Kimliği, İnsan Merkezli Eğitim. Önsöz Su, kaynağından temiz ve arınmış çıkar... İleriye doğru, çağlayarak akar... Akan suyu, kaynağına döndürmek isterseniz, onu bulandırmış olursunuz. Çünkü o, bir başka su kaynağına ulaşmak, onunla birleşmek, büyümek ve yeni niteliklerle bezenmek için çağıldamaktadır. Geçtiği yerlere yaşam götürür, canlılık verir. Ancak hep ileriye doğru akar... Zamanla eşgüdümlü... Suları bulandırmadan hayat vericiliğini korumak, onların hep yararlı kalmalarına hizmet etmektir. Sular bulanmasın ki, yeni kuşaklar da onlardan yararlanabilsin. Tıpkı inanç sistemleri gibi... Din, insanoğlunun en kutsal ihtiyaçlarından biri... Amacı insanlığa yol göstermek... Yani kısacası amacı insan. Tarih boyu nice sınırlar aşmış, nice ülkeler görmüş, nice kültürler arasında akmış, tıpkı berrak bir su gibi. Geçtiği yerleri değiştirmiş... İklimine, bitki örtüsüne, toprağına, geçtiği yerlerdeki doğanın özelliklerine göre farklı çiçekler açmış, farklı meyvalar yetişmiş dallarda... İnsanlar inanmışlar, huzur dolmuş, mutlu olmuşlar... Zora gelmeden, gönülden inanıp, bağlanmışlar...Asırlar boyu saygı ve sevgi ile onda Yüce Yaratıcılarını bulmuşlar. Ama hep ileriye doğru aktığı için... Birileri çıkıp da bu güçlü pınarı ilk kaynağına çevirmeye; geri akıtmaya, o ilk kaynağın yanındaki bitki örtüsünü, orada yetişen meyvaları suyun ulaştığı uzak diyarlarda da yetiştirmeye kalkana dek... O zaman su, boşa harcanır olmuş... Dallarda meyva vermeyi bekleyen ağaçlar, açmaya hazır çiçekler kuruyup solmuş... İslamiyet en güzel meyvalarını Anadolu toprağında vermiş, en nadide çiçekler bu topraklarda yeşermiş, gönüllere huzur veren, kardeşlik, birlik türküleri Türk-İslam kültürünün sentezi ile bütünlenerek asırlar boyu Anadolu'nun dağlarında nağmelenmiştir. Ta ki siyasal islam, dostluk türkülerini cihad şarkılarıyla susturana dek... Bu çatışma aslında siyasi bir kavgadır. Laik Müslüman Türkiye'nin din ile değil, siyasi islamla çatışmasıdır yaşanan...Bu, suları geriye akıtanların, siyasal yaşama dinin egemen olmasını bekleyenlerin, yüzyıllık bir geçmişe umursamaz kalıp, siyasi iktidarı din adına kullanmayı isteyenlerin kavgasıdır. Dini insan için değil, insanı din için kulananların cihadıdır. Türkiye'nin ekonomik istikrarsızlığından yararlanarak masum ve inançlı kitleleri siyasi ihtiraslarına alet etmek isteyenlerin uğraşıdır. Çağdaşlığa dur diyen, Türkiye'nin 73 yıllık kazanımlarına sırt çevirenlerin din adına her yetkiyi kendilerine vehmedenlerin mücadelesidir. Türk insanı elbetki bunun ardındaki karanlık gerçeği görecek, Allah adına hüküm vermekte kendilerini yetkili sananlara, birlik ve kardeşliği dinamitleyenlere gereken cevabı verecektir. Ancak bu cevap, Türk halkının demokrasi sandığı ile vereceği bir cevap olmalıdır. Özgürlüğün ve demokrasinin tadını tatmış, çok sesliliğe alışmış bir milletin, anti-demokratik bir din devleti yönünde, bunun bilincinde olarak tercih kullanması beklenemez. Yeter ki aldatılmasın. Elinizdeki kitap, Türkiye'de Siyasal İslamın yapılanması, amaçları ve yöntemleri konusunda, kendi kaynaklarından derlenmiş bilgilerle Siyasal İslamcı Hareketin perdeli yüzünü tanıtmayı amaçlamaktadır. Karar elbette okuyana aittir. Ancak kitabın yazılması sırasında özellikle İslamcı yazar ve yayın organlarına atıf yapılmaya özen gösterilmiş, kişisel yorumlar, İslamcı kaynaklardan, kuşkuya yer bırakmayacak bir titizlikle desteklenerek okuyucuya aktarılmıştır. Yararlanılan temel kaynakların büyük kısmı İslami Bilimler konusunda saygı değer yazarların eserleridir. Bu kitapta amaçlanan, Türkiye'de İslam adına konuşmayı sadece kendi hakkı olarak kabul eden ve halkı yanlışa yönlendiren sayıca küçük ancak çıkarılan huzursuzlukların boyutu bakımından büyük bir radikal İslamcı kesimin görüşlerine dikkati çekmek ve zaman zaman bu kesimin İslamı temsil etmediğini söyledikleri halde suskunluğu seçerek onlara gizli destek verenlerin siyasal beklentilerine karşı kamuoyunu uyarmaktır. Türkiye, Siyasal İslam krizini aşacak kadar güçlü bir ülkedir. Bu kriz, halkın bilinçlenmesi ile aşıldığında, demokratikleşme süreci önündeki tüm engeller de kalkmış olacaktır. 1 Din-Toplum-Siyaset Din Toplumu Neden Etkiliyor? Dinin toplum üzerindeki tartışılmaz etkisini analiz edebilmek için insanın doğası ile ilgili bazı temel ihtiyaçları incelemek gerekir. Bu temel ihtiyaçlar iki ana gruba ayrılmaktadır. A. Yaşama İçgüdüsü İnsan, tüm canlılar gibi temel bir içgüdü olan yaşama içgüdüsü ile dünyaya gelir. Ancak diğer canlılardan farklı olarak akıl ve düşünce yeteneğine sahip olması, bu içgüdüyü şuurla kullanmasına yol açar. Yaşama içgüdüsünün insandaki en belirgin göstergesi ölüme karşı olan korkuları ve bu korkuların hareketlendirdiği direncidir. O halde insan, dünya yaşamının sınırlı olduğunun bilincinde olan ve bu sınırlılığın korkusu ile yaşayan bir varlıktır. Din, sınırlı dünya yaşamına karşılık, ebedi ve sonsuz bir ruhsal yaşam vaad eden bir öğretidir. Yaşama içgüdüsünün doğal bir sonucu olarak insanoğlu, ebedi bir ruhsal yaşam vaadi karşısında korkularını yenebilmekte ve farklı bir mekan ve biçimde de olsa, sonsuz yaşamı vaad eden dinde teselli bulabilmektedir. Kaldi ki vaad edilen sonsuz yaşam modeli, madde dünyasının şartları ile de kısıtlanmış değildir. Dünya yaşamındaki tüm maddi ve manevi tatminsizliklere karşın, ebedi yaşam iyi kullara sadece ruh huzurunu değil, her türlü ihtiyacını kolayca elde edebileceği, hatta hiç çalışmadan elde edebileceği bir bolluk ortamını da vaad etmektedir. Dünyada yoksul ya da sağlıksız bir yaşam süren bireyin, öbür dünyada hep özlemini çektiği bolluğa, huzura kavuşma şansına ve umuduna sahip olması, insanı hiç de küçümsenmeyecek ölçüde etkileyen bir yaklaşımdır. Bir diğer önemli konu ise, insanın doğa yasaları karşısındaki çaresizliği ve sınırlı korunma kapasitesi ile ilgilidir. Bilim ve teknikte kaydedilen gelişmeler, insanın ortalama yaşam süresini uzatmış, daha sağlıklı yaşama imkanlarını geliştirmiş, insanı çeşitli doğal tehlikelere karşı önemli ölçüde korumaya almıştır. Ancak yaşama içgüdüsü ile dünyaya gelen insanın asla karşı koyamayacağı doğa yasalarının önünü almak mümkün olamamıştır. İnsan doğar, yaşlanır ve ölür. Yaşlanmayı geciktirmek bilimle bir ölçüde sağlanabilse de tümüyle engellemek mümkün değildir. Bazı hastalıkların tedavileri bulunmuş olsa da, yeni hastalıklarla kitleler acı çekmekte ve ölmektedir. Doğal afetleri önceden belirleyebilmek mümkün olmadığı için, fazla bir önlem alınamamaktadır. Bütün bunlar, insanı kendi gücü dışında koruyucu bir güce yöneltmektedir. İnsanın yaşama içgüdüsünün sonucu olan korunma ve sığınma isteği ise dinin aracılığı ile Tanrı'dır. Çünkü din, Tanrının insandan istediklerini insana ileten bir aracı kurum olduğu iddiası ile ortaya çıkmış ve kendisine inananlara Tanrı'nın koruyuculuğunu vaad ederek, insanın en büyük ihtiyacına cevap vermiştir. İnsanoğlunun bir diğer zayıf yönü ise, bilgisinin zaman ve mekanla sınırlı oluşudur. Bilimdeki gelişmeler günümüzde bilgi ufkunun gelişimine büyük katkıda bulunmuştur. Ancak bilimin buldukları, bilinecek olanın sonsuzluğunu daha da açık biçimde ortaya koymaktadır. Dinler ise, insanlığın ulaşabildiği zaman ve mekan ötesi konularla ilgili aktarımlarda bulunmaktadırlar. Özellikle melekler, cinler, şeytan, varoluş gibi konular, tamamen inanç ile kabul edilmesi mümkün olan aktarımlardır. İnsan için bilgi, zamanla sınırlıdır. Oysa dinler, gelecekle ilgili konularda da bilgi vererek, insanın en büyük zaafı olan geleceği öğrenme arzusuna hitap etmektedirler. Böylece insan herşeyi bilen, geçmişin, geleceğin mutlak hakimi olan Tanrı'nın sözleri olarak kabul ettiği dine bağlanmaktadır. Din, bireyin kimlik kazanması açısından da önemlidir. Bir inanç grubunun ferdi olmak ve bu uğurda mücadeleye girmek, prestij ve üstünlük kazandıncı bir ayrıcalıktır. Özellikle kutsal kitaplarda inananların ölüm sonrası ruhsal yaşamda cennet vaadedilenlerden olması, onları diğer insanlara karşı üstün ve seçilmiş konumuna sokmaktadır. Çeşitli maddi ve manevi tatminsizlikler içinde yaşayan insan, dine inanarak ayrıcalıklı bir statü ve dinsel bir kimlik kazanırken, hem ruhsal doyuma, hem de güce ulaşmaktadır. B. İktidar Güdüsü Böylece herşeyi gören ve bilen, tüm varlık aleminin yaratıcısı olan, koruyan, esirgeyen Tanrı'nın emir ve buyruklarını insana ilettiği kabul edilen din, hem dünyadaki hem de dünya dışındaki yaşamı belirlemede temel etken olmaktadır. Bu kabulün doğal sonucu ise, dinin buyruklarına ve Tanrı'nın elçisine kayıtsız şartsız tabi olmaktır. Dinlerin amacı homojen inanç toplulukları yaratmak ve dine inananların sayısını artırmaktır. Dolayısıyla tüm dinler yayılmacı bir yol izlemişlerdir. Yayılmacılık ise diğer inanç grupları ile çatışmayı kaçınılmaz kılmıştır. Yayılmacılık, beraberinde siyasal ve ekonomik gücü Yeni fethedilen topraklarla birlikte, iktidar gücünü unsur olan servet ve insan sayısı artmıştır. Böylece inanan topluluklara ekonomik ve siyasal güç vaadeden de getirmiştir. belirleyen iki ana dinler, kendilerine öğretiler olmuşlardır. Zaman içinde inanç mücadeleleri iktidardan pay alma savaşına dönüşmüş ve bu pay, dini toplumun tüm üyelerinin iktidar olma güdüsünü tatminde önemli rol oynamıştır. İnanç Sistemlerinin Ana İlkeleri Nelerdir? İnanç sistemlerinin değişmez ana ilkelerinin başında inanç birliği gelir. Aynı şeye inanmak ve aynı doğrultuda düşünmek, homojen bir toplum yaratmanın temel şartıdır. Oysa insan aklı, sınırsız düşünce üretme ve sorgulama yeteneğine sahiptir. Aklın özgür bırakılması halinde homojen inanç topluluklarının yaratılması son derece zordur. Ancak inanç sistemleri, kutsal kitaplarda yer alan tüm hüküm ve bilgilerin Tanrı kaynaklı olduğunu ileri sürerek, bunların tartışılması imkansız gerçekler olduğu varsayımından yola çıkmaktadırlar. Böylece neyin, nasıl düşünüleceği, hangi konuların asla tartışılmayacağı, nelerin mutlak doğru, nelerin ise yanlış olduğu, inanç sistemlerinde açıkça belirtilmektedir. Bu düşünce kalıplarının insan zihnine yerleştirilmesinde ise, yine insani zaafların yardımına başvurulmaktadır. Özellikle vaadler ve tehditler, insanın kalıplı düşünceyi benimsemesinde çok etkili olmaktadır. Kutsal öğretileri reddedenlerin cehennemle cezalandırılacakları, kabul edenlerin ise cennetle ödüllendirileceği telkinleri, insanın bir bilinmezle yaptığı mücadeleden teslim olarak çıkmasına yol açmaktadır. İnanç Sistemlerinin tartışılmaz doğruları olan dogmalar, homojen toplumların oluşumunda büyük pay sahibidir. Çünkü sistemin temelleri bu dogmalarla atılmıştır. Bunlara karşı çıkmak ya da aksini iddia etmek mümkün değildir. Zira bunlar, gerçekliği ya da gerçek dışılığı kanıtlanamayan hükümlerdir. Kutsal Kitapların Tanrı kaynaklı olduğu kabul edildiği takdirde, doğru durlar. Tüm Kutsal Kitapların Tanrı inancını pekiştirmeyi temel ilke olarak kabullenmesi ise bu kitapların Tanrı tarafından gönderilmiş olduğu gibi kolaycı bir hükmün verilmesine yol açmaktadır. Homojen bir toplumun yaratılmasında şekilsel bütünlük de önemlidir. Dinler incelendiğinde ibadet şekillerinin birbirinden farklı oluşunun en önemli ayıredici unsur olduğu görülecektir. Dini toplumu birleştiren, farklılığını simgeleyen, kitleleri coşturan, gücünü ifadeye yarayan ibadet şekilleri dinsel kimliğin oluşumuna da katkıda bulunmaktadır. İbadet şeklinin yanısıra dinin ortaya çıktığı ilk toplumun örfleri, giyim tarzları da zaman içinde dinin yayıldığı diğer bölgelerdeki toplumlara taşınmış ve yöresel kültür bir ölçüde yaygınlaştırılarak dinle bütünleştirilmiştir. Böylece şekilsel bütünlüğün oluşumuna katkı sağlanırken, homojen toplulukların oluşumu da kolaylaşmıştır. Şekilsel bütünlüğün oluşumu bakımından çok etkili olan diğer bir unsur da toplumun yönetim biçimidir. Tevrat ve Kuran yönetimle ilgili düzenlemeler getiren Kutsal Kitaplardır. Hitap ettikleri toplumun hangi yasalara göre yönetileceği, temel hukuk normları, ekonomik faaliyetlerle ilgili bazı düzenlemeler bu iki Kutsal Kitapta yer almaktadır. İncil'de ise bu konularda herhangi bir düzenleme olmamakla beraber, zaman içinde ortaya çıkan ruhban sınıfının devlet yönetimi konusunda verdiği kararlarla inanç dünyası ile devlet düzeni arasında bağlar kurulmuştur. İnanç topluluklarının ekonomik, sosyal ve siyasal alanda aynı ilkelerle yönetilmelerinin toplumsal bütünlüğe katkı yaptığı reddedilemez bir gerçektir. Dinlerin diğer bir temel ilkesini ise dini öndere mutlak itaat oluşturur. Dini önder, Tanrı tarafından seçilmiş ve dini tebliğ etmekle görevlendirilmiş peygamberdir. Tanrı ile insanlar arasında elçilik görevini üstlenmesi, Tanrı'dan O'nun meleği aracılğı ile aldığı mesajları kitlelere iletmesi, onu diğer insanlardan farklı ve üstün kılmaktadır. Görevi sadece bu mesajları iletmek değil, onları açıklamak, yorumlamak ve bunlarla ilgili sorulara, uygulamada ortaya çıkan sorunlara cevap bulmaktır. Dolayısı ile dini toplumun tartışılmaz lideridir. Toplum onun kararlarına uymaya ve ona itaate mecburdur. Özellikle yeni bir sosyal-siyasal düzen getiren dinlerde, peygamber aynı zamanda topluluğun siyasi önderidir. Tek bir lidere, üstelik diğer insanlardan üstün olduğu Tanrı tarafından doğrulanmış bir lidere itaat, toplumsal birlik ve bütünlüğün sağlanmasına da katkıda bulunmaktadır. Kaldı ki, sadece tebliğ edici olarak tanımlanmış olmalarına rağmen, Tanrısal vahye muhatap olmaları ve gösterdiklerine inanılan mucizeler nedeniyle, onların sözü, kitleler tarafından daima Tanrı'nın sözü olarak algılanmış, insanca hatalar yapmalarına rağmen, toplum onların sorumluluğunu Tanrı'ya devrederek, itaat ve teslimiyette kusur etmemeye özen göstermiştir. Dinlerin getirdiği inanç sistemi, ibadet ve yönetim şekilleri belli bir zaman dilimiyle sınırlı olmadıkları halde, peygamberler ölümlüdür. Bu nedenle lidere olan bağlılıkla sağlanan toplumsal bütünlük zaman içinde bozulmaya mahkum olacaktır. Ne var ki dini toplumlar, peygamberlerinin ölümünden sonra da onların tavır, davranış ve sözlerini rehber alarak (sünnet, hadisler), onlara yaşadıkları dönemdeki saygı ve sadakati göstererek toplumsal bütünlüğü devam ettirmeye gayret göstermişlerdir. Bunun yanısıra günümüzde canlanan tarikatların liderleri de birer dini önder olarak kabul edilmekte ve tarikatta kalabilmenin en önemli koşulu onların emirlerine kayıtsız, şartsız itaat olmaktadır. Dinler ve Tanrı İnancı Dinlerin insanlığa en büyük armağanı Tanrı inancıdır. İnsanlık en ilkel yaşam biçimlerine sahip olduğu dönemlerden itibaren, kendi iradesi dışında ola gelen olayları, bir yüce gücün hakimiyetinde aramıştır. Ancak Tek Tanrı inancına ulaşana dek, sezgileriyle yol almış, önceleri çeşitli kutsal yaratıklar, ve nesnelerde Tanrısal gücü aramış, daha sonra çok tanrılı dinlere yönelerek, pekçok doğa gücünü ve erdemi farklı adlar altındaki Tanrı'larda odaklaştırmıştır. Ancak Tek Tanrı inancının oluşumunda dinlerin rolü çok büyüktür. Tanrı inancı ile ilgili belirsiz ve dağınık yorumlar, yerini daha tutarlı ve geniş tanımlara bırakmıştır.Tanrı inancı, çağdaş insanın bilimde kaydettiği ilerlemelerle daha da güçlenmiş ve korkuya dayalı inanç, yerini akla ve saygıya dayalı bir inanca terketmiştir. İnsanoğlunun putlarda temsil edilen Tanrısal güçten, Göklerde temsil edilen Tanrısal güce yönelmesinde, özellikle Semavi dinlerin rolü olmuştur. Ancak Tanrı'nın gücünü putla ya da bir nesne ile sembolleştirmeye alışan insan, hiçbir maddi nesne ile ifadesi mümkün olmayan Yüce Yaratıcıyı, belki kendine yakın hissetmek, belki O'na ibadette yakın olmak için dünyevi sembollere, Tek Tanrılı dinlerde de ihtiyaç duymuştur. Hıristiyanların haçla sembolleşen ibadeti, meryem ve İsa heykel ve figürleri, bu ihtiyacın ürünüdür. Benzeri sembollerin İslamiyette olmadığı iddia edilemez. Kabenin Allah'ın Evi olarak sembolize edilmesi, Hacer-ül Esved'in Allah'ın yeryüzündeki sağ eli olduğunun Peygamber tarafından söylenmesi bu sembolik anlatımlara örnektir. İnsanın maddi dünyaya bağımlılığı, yeryüzünde göklerin izdüşümünü görme ihtiyacını getirmiştir. Bu ihtiyaç, insanın inanç konusunda aradığı tatmine cevap olmuştur. İslamiyet'in Allah'ın sıfatlarını sayarken, doksan dokuz isminin arasında, insanın yaratıcısı ile olan alakasını en çok ifade eden Melik sıfatına da yer vermesini, İslam alimi Hamidullah şöyle anlatmaktadır: Kral, herşeye muktedirdir. Onun zenginliği vardır. O, hakim olan, cezalandırandır. Halbuki bir kul, köle olan insanın hiçbir şeyi yoktur ne kuvveti, ne zenginliği. Ve bu, cemiyetlerde de böyledir. İnsan cemiyetinde, kral en kuvvetli, köle de en kuvvetsiz insandır. Madem ki insan, Allah için Melik ismini kabul etmiştir, bunun neticelerini de kabul etmesi lazımdır. Kuran-ı Kerim'de görüyoruz ki, Melik sıfatının geçtiği yerlerde bir kral için lüzumlu olan diğer sıfatlar da geçmektedir(el-Melikü'l Kuddus) vs. İnsan cemiyetlerinde kral varsa, bu kral nelere sahiptir? Herşeyden önce, onun tahtı vardır, (Arş). Kuran-ı Kerim Arş (taht) kelimesini Allah için kullanıyor. Arşın sahibidir(Büruc suresi, 15). Bundan başka, bir kral, hazinelere sahip olur. Yine Kuran-ı Kerim diyor ki: Göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır(Fetih suresi,4). Kralın sahip olduğu diğer şeyler arasında araziler vardır. Kuran'da şöyle buyuruluyor: Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır(Casiye suresi,27). Şayet arazi çok büyükse, bu arazinin bir merkezinin olması lazımdır, yani başşehir. Çok hayret vericidir ki, Kuran-ı Kerim Mekke için Ummul Kura tabirini kullanmaktadır.(En'am,92, Şura,7). Umm anne, Kura da şehirler manasındadır. Şehirlerin annesi yani başşehir...Bir başşehirde Kralın sarayı olması icab eder ki, Beyt-ül Haram Allah-ü Teala'nın evidir. Şimdi devleti ele alalım. Bir devlette vatandaşlar vardır. Bu vatandaşlar ne yaparlar? Bu tür insan cemiyetlerinde görüyoruz ki vatandaşlar, kendi evlerinden kralın sarayının önüne gelip, ona sadakat yemininde bulunurlar. Çok hayret vericidir ki, bu husus aynen Kabe için de mevcuttur. Bir Hadis-i Şerifte- ve bunu en az iü sahabe rivayet etmektedir- Hz. Peygamber diyor ki Hacer-ül Esved, Allah'ın yeryüzündeki sağ elidir. Yani Kabedeki Hacer-ül Esved, Allah'ın yeryüzündeki sağ elini temsil ediyor. Şu halde Mekke'ye giden hacılar, ellerini Allah'ın sağ eli üzerine koyarak, sadakat yemininde bulunurlar. Bu anlatımın da açıkça ortaya koyduğu gibi, Tanrısal gücü, maddi nesnelerde sembolleştirmeye alışan ve ihtiyaç duyan insanın, soyut bir Yaratıcı kavramına ulaşabilmesi, zamana muhtaçtır. Heryerde olan, herşeyi bilen ve vareden, tarifi olmayan, şekillendirilmesi mümkün olmayan Tanrı'yla yakın olmanın yolunu, O'na atfedilen semboller aracılığıyla sağlamak, insani bir ihtiyaç olduğu içindir ki, Semavi dinler de benzeri sembolleri kullanmışlardır. İnsanoğlu kainatı keşfettikçe, içinde yaşadığı doğayı, bilimin ışığında tanıdıkça bu muhteşem dengenin ardında, onu planlayan ve yaratan bir yüce aklın ve gücün varlığını daha da yakından hisseder olmuştur. Bilimin ışığında yol alan çağdaş insan için, Tanrı'yı sembolize eden maddi nesnelere ihtiyaç bulunmamaktadır. Zira bilim, Yüce Yaratıcı Gücün ve Aklın delillerini, sağlam bir Tanrı inancı oluşturacak biçimde insanlığa sunmaktadır. Yaradılışın bir başlangıcı olduğunu redderek, kainatın ezeli olduğunu savunmak, ya da yaradılışı tesadüfe bağlayarak, varedici bir gücün varlığını inkar etmek bilimsel açıdan mümkün görünmemektedir. Yaradılışın bir başlangıcı olmadığını, kainatın ezeli olduğunu ileri sürenler, bu iddiaları ile yaratıcı bir güce ihtiyaç bulunmadığını kanıtlamak istemişlerdir. Ancak bilimde kaydedilen gelişmeler, kainatın ezeli olmadığını ve bir varediliş zamanının bulunduğunu ortaya koymaktadır. Stephen Hawking, evrenin yaradılışını sorgularken, Bu denkleme yaşam veren ateşi üfleyen ve onlara betimleyecekleri evreni sağlayan asıl şey nedir? diyor. Sonra devam ediyor, Evren niye kalkıp varolma rahatsızlığına katlanıyor?.. Yoksa bir yaratıcıya gereksinimi mi var? Öyleyse, o yaratıcının evrenin üzerinde başka bir etkisi var mı? Kainatın tesadüfen ortaya çıkmadığı ise, sergilediği şaşmaz düzenden anlaşılmaktadır. Ancak düzendeki mükemmelliği anlayabilmede en büyük yardımcı, bilim olmuştur. Yaşam, çok sayıda ve değişmez yasanın, matematiksel bir kesinlikle birlikte hareketinde ortaya çıkan bir sonuçtur. Örneğin dünya, ekseni etrafında saatte bin millik bir hızla dönmektedir. Eğer böyle olmak yerine, saatte yüz millik bir hıza sahip olsaydı, gündüz ve geceler daha uzun olacak, güneşten yeryüzüne gelen enerjinin uzun aralıklı oluşu sebebiyle, herhangi bir bitkinin yetişmesi mümkün olamayacaktı. Yaşam kaynağımız olan güneşin dış tabakasının ısısı 12 bin fahrenheitdir. Bu ısı yarıyarıya azalacak, ya da artacak olsa, donmak ya da kavrulmaktan kurtulamazdık. Dünyanın eksenindeki 23 derecelik eğim, mevsimleri meydana getirmektedir. Dünyanın böyle bir eğimi olmasa, okyanustan yükselen buharlar kuzey ve güneye akın eder, kıtatan birer buz parçası yapardı. Ay, dünyaya şimdikinden 50 bin mil daha uzak bulunsaydı, gelgitler, bütün kıtaların günde iki kez su altında kalmasına yol açardı. Dünyayı kuşatan atmosfer, daha ince olsaydı, hergün bizden uzakta yanıp tutuşan meteorlar dünyaya çarpar ve herşeyi ateş içinde bırakırdı....(Gressy Morrison; Allah'ın Varlığına Yedi Delil; Müsbet İlim ve Allah,s.8-9) Hayvanların yaşamı ise, varedici aklın üstünlüğünü gösteren nice örneklerle doludur. Örneğin yavru salomon balığı, yıllarca denizde kaldıktan sonra, kendi öz vatanı olan nehire döner. Hem de tam doğduğu nehire... Onu alıp da başka bir nehire koysanız, yeniden kendi doğduğu suları aramaya girişecektir... Yılan balığının sırrını çözmek de mümkün değildir. Çünkü yumurtlama zamanları geldiğinde, dünyanın her tarafındaki nehirlerden, binlerce millik okyanusu aşarak Bermuda yakınlarındaki derin sulara gelirler. Orada yavrular ve ölürler. Minicik yavrular ise, derin sulardan hareketle, analarının geldiği sulara doğru yol alır, onların geldiği sahillere, hatta nehirlere ulaşırlar. Şimdiye kadar Avrupa'da hiçbir Amerikalı yılan balığına, Amerika'da da Avrupalıya rastlanmamıştır... Bir eşek arısı, bir çekirgeyi altederek, onu konserve edip, uzun süreli yiyecek olarak kullanır... Bütün bunların sebebi olan içgüdü, yaratıcı dehanın şaşmayan programıdır. Evrenin muhteşem dengesini anlatmaya sayfalar yetmez. İnsan, doğanın dengesini keşfetmenin yanısıra, kendi bedenindeki dengeyi, organlarının yaradılışındaki sistemliliği ve işleyişindeki anlamlı sebep, sonuç ilişkilerini de araştırmaya yönelmiştir. Çağdaş bilim için genler gerçek bir mucizedir. Mikroskopla bile görülmeyen genlerin tüm canlıların soylarından gelen özellikleri içeren şifreler oluşu, yaratıcı aklın bir diğer kanıtı değil midir? Şaşmadan işleyen doğal düzen ve canlılık, tesadüflerle açıklanamayacak bir planlayıcı ve yaratıcı aklın varlığını, bilimin de desteği ile insanlığa yeni örnekleriyle sunmaktadır. Bu nedenle dinlerde varlığı bildirilen Yüce Yaratıcı, bilimin gelişmesiyle insanın mantık yolu ile de algılayabileceği bir Yüce Akıl ve İrade olarak olarak ortaya çıkmış ve özellikle de bilim adamları, Tanrı'nın varlığı konusunda insanlığı doğruya yönlendirecek pekçok delil sunmuşlardır. Çağdaş insan, artık sadece Kutsal Kitaplar söylediği için değil, fakat bilimin sunduğu sayısız örneklerle de Tanrı'nın varlığına inanmaktadırlar. Dolayısıyla inanç, insanın yüce bir güce bağlanmak ya da sığınmak ihtiyacının bir ürünü olmaktan çıkmış, aklın, mantığın, bilginin ışığında daha sağlam temellere oturmuştur. İnsan herşeyi vareden bu Yüce Aklı tanıdıkça, O'na karşı bilinçsiz bir korku duymak yerine büyük bir saygı ve sevgiyle gönülden bağlanmayı seçmiştir. Saygı ve sevgiye dayalı bir inancın, korkuya dayalı bir inançtan daha sağlam ve daha içten olacağı açıktır. Peygamberlik Görevi ve Din İnsanlık, peygamberleri kutsal kişiler olarak kabul etmekte ve dinlerin temsilcileri olarak görmektedir. Tanrısal vahyin ürünü ve dolayısıyla Tanrı'nın sözü olarak kabul edilen Kutsal Kitaplar kadar, peygamberlerin kişilikleri, sözleri, davranışları da kutsal kabul edilmektedir. Peygamberler, Tanrı'nın gücünü ve sözünü yeryüzünde temsil eden ve kayıtsız şartsız itaatte kusur edilmemesi gereken kişiler olarak görüldüğü içindir ki, dinler zaman zaman peygamberlerin adları ile ayırd edilmiş, Musevilik, İsevilik ve Muhammedilik gibi tasniflemelere gidilmiştir. Peygamberlerin temel görevlerinin neler olduğunu ve bilmek, dinlerin gelişimini değerlendirmek bakımından bile dünyada elle tutulur, maddi sembollerle ulaşmayı peygamberleri Tanrılaştırmasının, hiç de garipsenecek taşıdıkları özellikleri çok önemlidir. Tanrı'ya deneyen insanoğlunun, yanı olmasa gerek... Peygamberlerin Tanrısallaştırılması konusundaki en güçlü örnek, Hıristiyanlıkta yaşanmıştır. Hıristiyan alemi, İsa Peygamberi Tanrı'nın oğlu olarak kabul ederek, ona insan dışı bir hüviyet atfetmiştir. İslamiyette ise peygamber, Allah'ın elçisidir. Allah, elçisinden neler istemektedir? Herşeyden önce, gönderdiği mesajı insanlara bildirmesini istemektedir. Kuran, Ey Muhammed vazifen sadece tebliğ etmektir. Hesap görmek bize düşer(Kuran-ı Kerim; Ra'd suresi/40)...Peygamberlere apaçık tebliğden başka ne vazife düşer(age; Nahl suresi/35)...senin üzerine düşen, sadece açık bir şekilde duyurmaktır.(age; Nahl suresi/82) Resule düşen sadece duyurmaktır. (age; Maide suresi/99) diyerek, peygamberin görevine açıklık getirmektedir. Peygamberin diğer görevi ise, yine teblig görevi içinde sayılması gereken, mesajın kapalı kısımlarını izah etmektir. Kuran, ..sana da bu Kitabı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın. Ta ki düşünüp öğüt alsınlar(age; Nahl suresi/44) demektedir. Bu tebliğ edilen mesaj, insanlara sorumluluk yüklediğinden, peygamber hem müjdeci, hem de uyarıcı olarak gönderilmiştir. Sebe suresinin 28. ayetinde, Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik denilmektedir. Kuran, elçinin görevinin ne olduğunu belirtmekle kalmamış, hiç şüpheye yer bırakmayacak şekilde, ne olmadığını da açıklamıştır. ...Biz seni onların üzerine bekçi yapmadık, sen onlara vekil de değilsin.(age;. En'am suresi/107) Biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen yalnız duyurmaktır.(age; Şura suresi/48) Bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi, peygamber ne vekil ne de bekçidir. O, Allah'ın mesajını insanlara ileten bir elçidir. Peygamberin sözkonusu mesaja herhangi bir ilave yapmaya yetkisi yoktur.(Bkz. Kuran-ı- Kerim Hakka suresi 43-47) İnsanların uyduğu gibi o da Kuran'a uymak zorundadır. Zira peygamber, insanların önünde, Kuran'a uymak konusunda en güzel örnektir. Ahzap suresi 21. ayette, Ey iman edenler, Andolsun ki, sizin için, Allah'a ve Ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Resulullah en güzel örnektir. denilmektedir. Kuran, peygamberin elçiliğini, önemini, görevini açıkça ortaya koyup, insanlardan ona uymalarını istemekle birlikte, peygamberin bir insan olduğunu da önemle hatırlatacak ve onu tanrısallaştırmayı engelleyecek bir üslup kullanmaktadır. Peygambere istenen itaat, onun Allah'ın elçisi olmasından dolayıdır. Resule itaat eden Allah'a itaat etmiş olur ayeti bunun açık bir kanıtıdır. Peygambere iman edilmesini istemenin sebebi de aynıdır. İman edilmesi gereken, peygamberin fiziki varlığı değil, onun Allah'ın elçisi olduğudur. İslamiyetin tartışma konusu yapılmasında ve köktendinciliğin yaygınlaşmasında, peygamberin sünneti ile ilgili yorumların büyük payı vardır. Peygamberin, Kuran'ı açıklamak ve yorumlamak konusunda yaptığı açıklamaları ve bu açıklamalardan günümüze gelen doğru, yanlış aktarımları Kuran'a alternatif bir ölçü olarak takdim edenler, köktendinciliğin, gelişmesinde önemli pay sahibi olmuşlardır. Söz konusu yaklaşım, dinde ciddi görüş aynlıklarının ortaya çıkmasına yol açarken, peygamberi de tanrılaştırarak Kuran'daki anlatımlara ters düşen bir düşünce ekolü geliştirmiştir. Zira Kuran, peygamberin de bir insan olduğunu ve hata yapabileceğini açıkça insanlara aktarmaktadır. Peygamberi ikaz eden ayetler, hem onun da yanlış yapabileceğini vurgulamakta, hem de vahyin dışında, peygamberin kendi görüşü ile hareket ettiğini ortaya koymaktadır.(age.s.68) Örneğin Abese suresinin 1-12. ayetleri Hz. Muhammedin, söz dinleyip, arınmak, verilen öğütlerden yararlanmak üzere gelen kör bir adama surat asıp, arınmak istemeyen kibirli bir zenginle uğraşmasını kınayan ayetlerdir. Enfal suresinin 67-68. ayetlerinde Peygamberin Bedir savaşında alınan esirleri, Ebubekirin düşüncesine uyarak fidye karşılığı serbest bırakması eleştirilmektedir. Tevbe suresinin 43. ayetinde ise Tebuk seferine katılmak istemeyen ve mazeret ileri sürerek izin alanlara, Peygamberin izin vermesinin yanlışlığı Allah seni affetsin, doğru söyleyenler sana iyice belli olup, yalan söyleyenleri bilmezden önce niçin onlara izin verdin? diyerek belirtilmektedir. Ahzab suresinin 37. ayeti ise, peygamberin evlatlığı olan Zeyd'in, karısı Zeynep'ten ayrılmak istemesi üzerine Peygamberin bunu önlemeye çalışması sırasında içinden Zeynep'le evlenmek geçtiği halde, bunu açığa vurmamasından söz etmektedir. Allah'ın nimet verdiği; senin de kendisine nimet verdiğin kimseye: Eşini yanında tut, Allah'tan kork diyordun, ama Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyordun; insanlardan çekiniyordun. Oysa asıl çekinmene layık olan Allah idi. Zeyd o kadından muradını alıp da ondan ayrılınca biz onu sana nikahladık ki evlatlıkları, eşiyle ilişkilerini kestikleri zaman onların eşleriyle evlenmek hususunda müminlere bir güçlük olmasın Bu ve benzeri ayetler Allah'ın elçisinin de insan olduğunu ve hata yapabileceğini, ancak hatalarının Allah tarafından düzeltildiğini ortaya koymaktadır. Bu ifadelerin Kuran'da yer alması, Peygamberin gelecekte tanrılaştırılmasını önlemeye yönelik tedbirler olarak kabul edilebilir. Ancak bunca uyarıya rağmen, Peygamberin sünneti, üstelik zamanımıza aktarılanların kuşku götürür doğruluğuna rağmen, Kuran ayetlerine neredeyse eş değer bir önemle uygulanmaya çalışılmaktadır. Çağın değişen koşulları, Peygamberin yaşadığı döneme göre kıyaslanamaz farklılıklara sahiptir. Bu koşullarda, Peygamber olsaydı acaba ne yapardı? tarzındaki sorulara verilecek cevapların hiçbir şekilde bağlayıcı ve doğru olması mümkün değildir. Zira bu sorulara verilecek cevaplar, 20.yy. insanının akıl yürütmesi ile oluşacak cevaplardır. Bu cevaplar, üretenlerin kendi zihinlerinin ürünüdür. Çoğunlukla da 14. yüzyıl öncesinin şartlarıyla koşullandırılmış zihinlerin malıdır. Aynca kimsenin de kendisini Peygamber yerine koyup, üstelik de çağları geriye doğru devirerek, güncel sorunlara kısır bir görüşle çözüm üretmeye hakkı yoktur. Çünkü hiç kimse, Allah'ın kendisine Elçi olarak seçtiği bir Zat'ın 20.yy. da yaşasaydı, ne karar vereceğini bilmek gücüne sahip olamaz. Bunu yapmaya yeltenenlerin, köktendinci bir anlayışla dini kendi tekellerine alarak, insanlara hükmetme arzularını tatminden başka bir amaçları olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Çağdaş Dünya-Din Olgusu Dini öğretilerin tümünde insanın manevi gelişimi için gerekli olan temel ahlak kuralları bulunmaktadır. Bu kurallar tüm dinlerde aynıdır. Erdemli bir insanın tanımını yapan bu kurallar artık tümüyle insanlığa mal olduğu gibi, tartışmasız doğrular olarak da kabul görmektedir. Hatta dine ve Tanrı'ya inanmayanların dahi bu temel ahlak normlarını reddetmeleri sözkonusu değildir. Bu yönü ile din ile çağdaş dünya arasında hiçbir uyumsuzluktan ve çatışmadan söz edilemez. Ancak dini öğreti içinde yer alan sosyal kurallar, toplumsal yapıdaki değişime paralel olarak tartışılmaya ihtiyaç göstermektedir. Hıristiyanların kutsal kitabı olan İncil, sadece ahlaki ilkelere yer vermiş, toplum düzenine ilişkin hiçbir kural getirmemiştir. Yine İsa Peygamber'e yaşarken sorulan sorulardan ve onun verdiği cevaplardan da din ile yönetimin birbirinden tamamen ayrı tutulduğu anlaşılmaktadır. Ancak Tevrat ve Kuran için aynı durum sözkonusu değildir. Her ikisi de siyasal din niteliğinde olup, dinin devlet işlerini de düzenlediği açıkça ifade edilmektedir. Bu nedenle Batı, geçmişteki çarpıtılmış ruhban sınıfı hegemonyasını kırıp, ortaçağ bağnazlığını bilimin ışığı ile aştıktan sonra, laiklik konusunda hiçbir ciddi sorun yaşamamıştır. Türkiye dışındaki İslam ülkelerinin ise İslam devletini benimsemiş oldukları için, laiklikle ilgili bir sorunları bulunmamaktadır. Bu nedenle Türkiye tipik bir model teşkil etmektedir; laik olan tek müslüman ülkedir. Dolayısıyla da İslamın en fazla tartışıldığı ülke konumundadır: Bu, asla sonu gelmeyecek olan kısır bir tartışmadır. Zira Kuran'daki İslamı bütünü ile kabul ederek Siyasal İslamla mücadele etmek mümkün değildir. Günümüzde sergilenen tablo ise, Kuran'ı bütünüyle kabul ettiklerini zanneden, ona kendilerince yorumlar bulmaya çalışan ve en müslüman olduklarını iddia eden laik düşünce taraftarlarının Siyasal İslamla sürdürdükleri mücadeleden nasıl yenik çıktıklarını gösteren çok sayıda örnekle doludur. Dinle, dinin kuralları ve oyun alanı içinde mücadeleye kalkışanların, laiklik konusunda bir zafere ulaşmalarını beklemek boşuna olacaktır. Bu nedenle Türkiye'de din olgusunun ve bununla bağlantılı olarak Siyasal İslamın tartışmaya açılmasına ihtiyaç vardır. Buna kalkışanları nasıl bir akıbetin beklediği ise bir sır değildir. Ancak, gerçek bir aydınlanma çağının başlayabilmesi için cesarete, işbirliğine muhtaç olduğumuz da göz ardı edilemez bir gerçektir. Bu tartışmanın amacı, insanların inanç özgürlüğüne müdahale amacı taşımamaktadır. Çünkü ülkenin içinde bulunduğu koşullarda birey için en büyük sorun, dini inancını ifade etmekte değil, inanç sistemini tartışmakta ve bunu ifade etmekte özgür bırakılmamasıdır. Demokrasinin inanç sistemlerine tanıdığı özgürlüğü, sistemleri tartışanlara da tanımasını istemek ise demokrasinin gereği değil midir? Dinler ve Köktendinciler Dinler ortaya çıktığından beri, köktenciler de vardır. Köktendinciliği sadece İslamiyete özgü bir hal saymak çok yanlış olur. Çünkü köktendinci akımların en güçlü olanları Hıristiyanlık aleminde yaşanmıştır. Benzeri akımlara İsrail de de sıkça tanık olunmaktadır. İsrail Başbakanı İshak Rabin'in öldürülmesi, köktendinci hareketin varlığını gösteren en önemli delillerden sayılmaktadır. Hıristiyanlık ise orta çağ boyunca kökten dinciliğin sayısız örneklerini yaşamıştır. Bilimi dinin tekeline alan kilise, dünyanın hareket ettiğini savunan Bruno'yu dini öğretilere aykırı olan bu iddiası sebebiyle ateşte yakmış, dünyanın güneş etrafında döndüğünü ileri süren Galile ise engizisyon mahkemesinin kararı ile dokuz yıl bir kulübede hapse mahkum edilmiştir. Her yeni buluş ve düşüncenin kanıtını dinde arayan bu anlayış, Avrupa'nın orta çağ karanlığını yaşamasına sebep olmuştur. Köktendinci akımlar; insanlığın gelişimi ile ortaya çıkan yeni ihtiyaçlara cevap verecek her türlü yenileşme hareketine, dini kaynaklardan yanıt aramayı esas aldıkları için, çağdaşlaşma ile daima çatışmak zorunda kalmışlardır. Köktendincilik, Kutsal Vahye dayalı dini öğretilerin insan aklının üstünde ve her türlü çağdaş ihtiyaca cevap verebilecek gizli ve açık şifreleri taşıdığına inanan bir inancın ürünüdür. Vahyin ürünü olan her kelime, her kalıp, her türlü yorumun dışında, olduğu gibi kabul edilmesi ve uyulması gereken hükümler olarak kabul edilir. Ancak İslamcıların köktendinciliğinde hedef, yalnızca şeriata dönüş değildir. Siyasal ve sosyal yaşamın, ilk müslüman toplumun yapısına uygun biçimde yani Peygamber ve dört halife devri olan Asr-ı Saadete göre yeniden yapılandırılmasını gerektirir. Dine bağlılık, bu bağlılıktaki titizlik, her emre kılı kırk yararak uyma, uymayanları cezalandırma köktendinci akımların temel felsefesini oluşturur. Böylece köktendinciler, daima en dindar olduklarını ve dinin mutlak koruyuculuğu görevini üstlendiklerini iddia edegelmişlerdir. Çoğu kez bir köktendinci için savaşılması gereken asıl hedefi, farklı dine inananlar değil, kendisi ile aynı dine inanıp da, dine farklı yorumlar getirdiği düşünenler teşkil etmektedir. Çünkü dini çağdaşlaştırarak, günün ihtiyaçlarına uygun biçimde yorumlamak, dini tahrif etmek anlamına gelmektedir ki, bu kabul edilmesi mümkün bir durum değildir. Üstelik dini, günün şartlarına göre yorumlamak, Allah sözü olan Kitabın özünden saptırılması olarak kabul edilmektedir ki, bunu yapanlar, kendilerini Allah yerine koyup, O'nun sözlerini değiştirmeye cüret edenler, bir başka ifade ile Allah'a şirk koşanlardır. İslamda ilk köktendinci hareketler Sıffın savaşı ile başlamıştır. Hz. Ali ile Muaviye arasındaki savaşta, Muaviye askerlerine mızraklarının ucuna Kuran sayfalarını geçirmelerini söylemiş ve Ali'nin ordusunu, Kuran'a uymaya davet etmiştir. Hz. Ali, bu eylemin bir anlamı olmadığını, savaşmaya devam etmeleri gerektiğini askerlerine söylediği halde, ordunun içinden bir grup, buna karşı koymuştur. Bu grup, Kurralar dır. Kurralar, Kuran'daki hükümleri düşünmeden, boyuna Kuran okuyan, vakitlerini ancak namaz kılmakla geçiren bir hafızlar topluluğudur. Kurralar isimlerini ilk defa Ebu Bekir zamanında yalancı peygamber Museylime ile yapılan savaşta duyurmuşlar ve o savaşta önemli ölçüde zaiyat vermişlerdir. Kuran'ı ezbere bilen insanların savaşlarda ölmesinden endişe duyan Ömer'in ısrarı ile Ebu Bekir ilk yazılı Kuran'ı oluşturmuştur. Hz. Osman ise Kuran mushaflarını yeniden tanzim ettirip çoğalttırmıştır.(age,s.85) İşte Ali'nin ordusunun dağılmasında rol oynayan Kurralar, İslamdaki ilk köktendincilerdir. Böylece Peygamber zamanında Kuran'ı ezberlemekle başlayıp, yavaş, yavaş aşırı dindarlığa dönüşen bir akım, Hz. Osman zamanında yobazlığa dönüşüyor, Sıffın savaşında ise, yüzyılların kaderini etkileyecek bir boyuta ulaşıyordu. Kurraların bu başkaldırısında köktendinci eğilimlerinin yanısıra, giderek azalan sosyal statülerini siyasal bir hareketle güçlendirme eğiliminin de yattığı kuşku götürmez bir gerçektir. Halife Osman'ın Kuran'ı yazılı hale getirip çoğaltması, Kurralara olan ihtiyacı azaltmış, onlar da siyasal bir hareketle eski statülerini yeniden kazanmak için eyleme geçmişlerdir. Haricilik hareketi, köktendincilerin öncülüğündeki ilk muhalefet hareketi olarak İslam tarihindeki yerini almıştır. Hariciliğin köktendinci bir zihniyetin ürünü olduğunu gösteren ilginç olayı aktarmakta, bu mezhebin dine bakışını anlamak açısından yarar vardır. Basra'dan çıkan Hariciliğin bir bölüğü, Nehrevan'a gelirken, merkep üstünde bir kadının gelmekte olduğunu, yanında da kocasının yürüdüğünü görürler. Kadın hamiledir ve doğurması yakın görünmektedir. Adama kim olduğu sorulur. O da Ashap'dan Habbab'ın oğlu Abdullah olduğunu söyler. Bunun üzerine kendilerine bir hadis söylemesini isterler. Konuşma devam eder. Daha sonra adama Halife Ebu Bekir, Ömer, Osman hakkında ne düşündüğü sorulur. Hepsi için iyi şeyler söyler. Ali hakkındaki görüşü istendiğinde de Abdullah, Ali'nin hepsinden daha alim, takva sahibi ve basiret sahibi olduğu cevabını verir. Bu cevaptan hoşlanmayan Hariciler Abdullah'ı öldürmeye karar verirler. Onu ve karısını bir hurma ağacının altına sürüklerler. Bu sırada ağaçtan bir hurma düşer. Haricilerden birisi, bu hurmayı alıp, ağzına atar. Bir diğeri, hemen arkadaşını uyarır. Çünkü hurmayı sahibi helal etmeden ya da para vermeden almıştır. Hurma hemen ağızdan çıkarılır. O sırada bulundukları yere bir Hıristiyana ait bir domuz gelir. Haricilerden biri bir kılıç sallayarak domuzu öldürür. Diğerleri ona, bu yaptığının fesat çıkarmak olduğunu söylerler ve hemen domuzun sahibi bulunup, parası verilir. Bu örnekler, Haricilerin Kurandaki emirlere nasıl itina ile uyduklarına örnektir. Ancak olay burada bitmemektedir. Çünkü Abdullah, müslüman olduğunu ve İslamda bir kötülük yapmadığını söylemesine rağmen koyun gibi yatırılıp boğazlanır. Karısının da karnı deşilir. Ağaçtan düşen hurmayı sahibinin izni olmadan yemeyen, domuzun bedelini ödeyen bu köktendinciler, kendi dindaşlarını hem de sahabeden bir müslümanı ve onun hamile karısını acımasızca öldürmekte bir sakınca görmemişlerdir.(Önder Güngör; age,s.82-83) Bu örnek, Kuran'ı ezbere bilmek, ve emirlerine aynen uymanın, dar görüşlülüğe engel olamadığını ve insan hayatı gibi en kutsal değerlerin, hatta Kuran'da büyük önem verilen din kardeşliğinin bile bu kısır düşünce sistemi içinde nasıl kolayca feda edilebildiğini göstermektedir. Köktendinciliğin dine verdiği büyük zararı da açıkça ortaya koymaktadır. Köktendinci akımların günümüzdeki izdüşümlerinde de benzeri motifleri bulmak mümkündür. Türk toplumunun 20. yy. daki köktendincileri, hayatın her aşamasına dinin egemen olmasını isterken kuşkusuz dinin sahibi olarak kendilerini görmektedirler. Dinin siyasal ve sosyal yaşama hakimiyeti, köktendincilerin de iktidara hakimiyeti anlamına gelmektedir. Ancak iktidar sözkonusu olduğunda cevaplanması gereken pekçok soru vardır. Köktendinci bir iktidarın çağdaş toplumun ihtiyaçları konusundaki çözümleri neler olacaktır? Akit Gazetesi yazarlarından Faruk Köse, İslam Devleti Kurulamaz başlıklı yazısında(Akit Gazetesi, 14 Mart.1997) bu konudaki zorlukları ve İslami kesimin yeterince hazırlıklı olmadığını, ince bir serzenişle şöyle dile getiriyor: İslam Devletine giden yolda vazgeçilmez ve olmazsa olmaz üç esas vardır. Bunlardan birincisi, şahıslar etrafında değil, ilkeler, prensipler ve müesseseler etrafında bir araya gelmektir. Bunları belirleyip, tespit ettik mi? İkincisi lüzumlu eleman yetiştirmek, kadro hazırlamaktır. Hangi kadroları kurabildik? Üçüncüsü gerçekleştirilecek İslami Devlete ulaştırabilecek nitelikte yapılanmaktır. Devlete göre mi yapılandık? Dilerseniz bu hususu biraz açalım. İslam fıkhı ve hukuku inceden inceye araştırıldı mı? Değişik kitapların değişik yerlerinde varolan hukuk kaideleri konularına göre ayrı ayrı ve her konuya dahil hükümler de kendi içinde sistematik olarak düzenlenmek suretiyle tedvin ve tasnif edildi mi? İslam hukuku şahıs, aile, miras, borçlar, alacaklar, haklar, ticaret, sözleşmeler, tüzel kişiler, kurumlar, ceza, mükafat vb. bütün hususlarıyla sistemli birer hukuk külliyatı olarak hazırlandı mı? Mesela İslam hukukuna göre İslami Ceza Kanunu hazırlandı mı? İslam Devletine giden yolda gerek duyulacak şeri ilkeler, prensipler, müesseseler tespit, tayin ve tedvin edildi mi? Sağlıklı bir şekilde müesseseleşildi mi?... Görülen odur ki İslam Devletini kurmaktan belki daha zor olan yönetmektir. Ancak bu zorluğun sebebi elbet ki köktendinci yaklaşım olmaktadır. Zamanın ihtiyaçlarına cevap vermeyen bir sistemden, zorlama yorumlarla yeni ve köklerine tamamen bağlı bir sistem üretmek nasıl mümkün olabilir ki? Böyle bir sistemin üretilebilirliğini iddia edenlerin karşısında, her zaman sistemin dinin özüne, Peygamber dönemindeki uygulamalara uygun olmadığını iddia eden başka köktendinci grupların olması kaçınılmazdır. Köktendinci zihniyetin bu konudaki rahatsızlığı, gazete sütunlarına da yansımaktadır. İşte Akit Gazetesi yazarlarından Mustafa Kaplan bir okuyucusunun düşüncelerine katıldığını ifade ederek, rahatsızlığını şöyle dile getiriyor: Rasulullah sana geliyor! Evet yarın zaman ve mekan kavramı ortadan kalksa ve birisi size böyle söylese ne olur? Evimize, efendimiz, şefaatçimiz gelse, evimizden neler kaldırırız? diye bir soru ile başlıyor yazısına. Sonra devam ediyor, Ömründe hiç oturmadığı ceviz koltuktarı mı, yatağını sermek için çabalarken yaylı sünger yatakları mı kaldırırız? Köşede asılı duran babamızın resmini mi, büfedeki kristal bardakları mı?...İşlerimizi sorsa, fabrikamıza aldığımız kredinin düşük faizli olduğunu nasıl izah ederiz?...Okuduğumuz dergiyi, gazeteyi ona gönül rahatlığı ile gösterebilir miyiz? Eş ve çocuklarımızın onun hanımlarına benzediğini söyleyebilir miyiz? Ya da sakal bırakmamamızın sebebini izah edebilir miyiz? ...Onunla yemeğe otursak, ömründe üç çesit yemeği bir arada yememiş olan Allah'ın Habibine, Getirin buzdolabındaki katıkları dese, ne cevap veririz?. Namazlarımızı kılarken O önümüzde durduğunda, ayağımızda kotla, kısa kollu gömlekle ya da başımızda baba, şapkası gibi takkeyle namaza dahil olmaya kalksak, bizi cemaatine alır mı?...(Akit Gazetesi, 20 Mart 1997) Yazar bu soruların ardından peygamberin Sünnet-i Seniyyesinden uzakta yaşamasının acısını hissettiğini anlatıyor. Bu anlatım çağdaş yaşamın her türlü imkan ve kolaylığının sadece Peygamber döneminde olmadığı için dine aykırı olduğu mesajını vermekte ve köktendinciliğin boyutlarını anlamaya yardımcı olmaktadır. İnsanın toplumsal yaşamını olduğu kadar özel yaşamını da en küçük ayrıntısına varana dek düzenlemeye talip olanlar, Kuran'da yer almayan, insanın özgür iradesine terkedilen alanları da kontrole almak konusunda özel bir gayretkeşlik içindedirler. Bu zorlama dinselleştirme gayretlerine birkaç örnekle açıklık kazandırmak yararlı olacaktır. Aşağıdaki örneklerle, halkın özgür iradesinin dini kullananlarca nasıl engellenmeye çalışıldığına özellikle dikkati çekmek ve köktendinci düşünce sistemine açıklık getirmek amaçlanmıştır. Bir okuyucu Akit Gazetesinde Fıkıh yazarı Yusuf Kerimoğluna soruyor: İslam dininde müziğin hükmü nedir?....Mübah olan müzik çeşidi var mıdır? Cevap: İslam dinide müziğin hükmü nedir sualine tek bir cevap verebilmemin imkanı yoktur. Zira müçtehid imamlar, farklı delillere dayanarak değişik içtihadları gündeme getirmişlerdir. Bunlardan herhangi birisini tek başına islamın hükmü ilan etmek doğru değildir. Önce Hanefi fukahasının müzik konusunda ortaya koyduğu hükümleri izah etmeye gayret edelim. Resul-i Ekrem (SAV)'in çalgı aletlerini kendi arzusuyla dinlemesi ben-i adem için ma'siyettir. Onun ile zevklenmek, küfran-ı nimettir. hadisi şerifini esas alan Hanefi fukahası Müzik çalmak ve isteyerek dinlemek caiz değildir hükmünü Zahirur rivaye olarak benimsemiştir. Cihada teşvik için vurulan kös, düğünlerde çalınan zilleri olmayan tef(müzik olarak değil ilan olarak belirlendiği için) istisna kabul edilmiştir. Başkasına dinletmek ve rızkını o yoldan temin etmek caiz değildir. Feteva-ı Hindiyye'de Bir mükellef, davul zurna çalarak, bunun karşılığında mal alsa, bu kazancı helal olmaz. Teganni ederek (şarkı-türkü söyleyerek) kazandığı parayı borcuna veren kimsenin alacaklısı, bunu kabul edemez. hükmü kayıtlıdır. İmam-ı Merginani bir değnek çubuğunun yere düzenli, şekilde vurulmasından çıkan sesin dahi müzik hükmünde olduğunu ve bundan zevklenmenin caiz olmayacağını belirtmektedir. İmam-ı Yusufa Tef çalmanın hükmü nedir? suali sorulmuş, bunun üzerine: Düğün merasiminde çalışma caizdir. Ayrıca bir kadın ağlayan çocuğunun susması için tef çalarsa, zararı yoktur. Bu mekruh da değildir. Ancak tef ile beraber şarkı-türkü söylerse bu kerihtir. (iğrençtir). Bayram gününde tef çalmakta bir beis yoktur. cevabını vermiştir. İmam-ı Şafşi ve İmam-ı Malik, Düğün merasimlerinde çalınan musikinin ve bayram eğlencelerinin caiz olduğunu esas almışlardır. İmam-ı Gazali İhya isimli meşhur eserinde, müzik hakkında varid olan bütün ihtilafları zikrettikten sonra, Müziğin tek bir hükme bağlanamayacağını, durumuna göre haram, mektuh, mübah ve müstehab olabileceğini kaydetmektedir... İslam uleması Güftesi İslami hükümlerin reddini, kaderin inkarını ve fesadın yayılmasını teşvik ediyorsa, icra edilmesi caiz olmaz hükmünde müttefiktirler. Konu Elfaz-ı Küfr açısından değerlendirilmiştir. Bugün güftesi elfaz-ı küfr (dinden çıkmaya sebep olan sözler) içinde mütalaa edilebilecek çok şarkı ve türkü vardır..... Bu örnek, müzik dinleme ve icra etmenin dini açıdan ne kadar farklı ve karmaşık yorumlara açık olduğunu ortaya koymaktadır. Kuran'da bu konuda herhangi bir hüküm olmamasına rağmen, köktendinciliğin, insan ruhunun gelişmesi, sanatın ilerlemesi açısından son derece önemli olan müzik gibi bir konuda bile nasıl kısıtlayıcı bir tavır aldığını ortaya koymaktadır. Elbette burada sorulması unutulan bir soru vardır. Onu da biz soralım. Müziğin kaynağı doğanın ta kendisi değil midir? Rüzgarın sesi, ağaçların hışırtısı, kuşların nağmeleri, yağmur damlacıklarının sesini dinlemek, dinen caiz midir? Bir başka örnek, ilkinden daha da garip. Yine Akit Gazetesinin okuyucu köşesi olan Sizin Köşeniz(Akit Gazetesi, 15. Mart. 1997) bölümünde yer aldığı için, okuyuculardan özür dileyerek, aktarıyorum: Yazının başlığı: Yaşar Nuri ve ayakta bevl! Yazan İsmail Kurtaran adlı bir okur. Yazının ana konusunu teşkil ettiği için bevl kelimesinin lügat anlamını da açıklayalım. Bevl: idrar yapma Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk'ün 7.3.1997 günü ATV'de katıldığı bir programda, şu ifadeleri kullandı; Ayakta bevl yapmak günahtır diyorlar, bunun dinle ne alakası var? ve buna benzer birçok ifadeler kullandı... Kitaplarda def-i hacetten bahsederken ayakta bevl yapmanın mekruh olduğu ifade edilmektedir. Bununla alakalı bilgi fıkıh kitaplarında hatta kitapların taharet bölümünde hususiyle kitapların ibtidasında zikredilmektedir. Ayakta bevl yapma ve bevlden kaçınma hususunda bazı hadis-i Şerifleri hatırlatmak istiyorum. 1.İdrardan korununuz, çünkü kabir azabının hemen hepsi bevldendir. 2.İdrardan çok iyi korununuz, çünkü kulun kabirde ilk önce hesaba çekileceği husus bevldir. 3.Muhakkak ki sizden biriniz, kabirde azab edilir. Şüphesiz bevl ettiği zaman istintar etmezdi denilir. İstintar, idrarın son damlasını çıkarmak için çaba harcamaktır. Özürsüz olarak ayakta idrar yapmak mekruhtur. Bu hususta Peygamberimiz, şöyle buyurur: Hz. Ayşe: Kendisine Kuran nazil olmaya başladığından beri.. Resulullah ayakta bevl etmemiştir. Yine İmam-ı Ahmed'in Tirmizi'nin (cilt 1,225. sayfa) Nesai'nin 307 nolu hadis ve İbn-i Mace'nin tahriş ettiği hadiste de Ayşe demiştir ki, Size Nebiyyi Azam'ın ayakta bevl ettiğini kim haber verirse ona inanmayın. mutlaka oturarak abdest bozardı. 4.Abdullah İbni Mesud'un şöyle dediği rivayet olunmuştur: Şüphesiz ayakta abdest bozman da cefadandır. 5.Peygamberimiz ayakta idrar yapmayı yasakladı. Bazı alimler de ayakta idrar yapmayı caiz görmüşlerdir, ayakta idrar yapmaya ruhsat vermişlerdir. Dayandıkları isnad, Şu hadisi şeriftir: Hz. Huzeyf'dan bir gün Peygamber bir kavimin çöplüğüne vardı ve oraya ayakta bevl etti. Ayakta idrar yapmayı mekruh gören ulema bu hadisi şerif karşısında şu tevili yapmıştır. A.Kadı İyaz'ın beyanına göre; uzun zaman oturan Efendimiz'i bevl sıkıştırmış, uzağa gidememiş hemen ayakta bevlini yapmıştır. B.Rasulullah dizindeki veya belindeki bir hastalıktan dolayı idrarını ayakta yapmıştır. (Zira Araplarda bu şekilde yapılan idrarın bel ağrılarına iyi geleceği kanaati yaygındı) C.Çöplükte müsait bir yer bulamamıştır. D.Bir ihtimal de ayakta küçük abdest bozmanın caiz olduğunu göstermek için yapmıştır. Bu hadis-i şeriflerden çıkarılan neticeye göre ayakta idrar yapmak mekruhtur. Fakat bu mekruhiyet, kerahati tahrimiye olmayıp, kerahati tenzihiyedir. Bütün bunlardan anlaşılan şudur ki; ayakta veya oturarak bevl yapmanın dinle alakası çoktur... Bu örnekle ilgili yorumu okuyucuya bırakıyorum. Ancak yukarıdaki konularda bile bir fikir birliğine varmayı zorunlu gören, buna ulaşmak için de büyük emek harcayan köktendinci zihniyetin, çağdaş sorunları din aracılığı ile nasıl çözüme ulaştıracağını sorarak, Türk insanının hakkı olsa gerek. Elbet ki köktendinciler her zaman bu kadar masum konularla uğraşmıyorlar. Ancak zihniyeti tanımak için, bu masum örneklere atıf yapmak gerekmiştir. İnsanların tuvalet alışkanlıklarına dahi karışma ihtiyacı duyan bir zihniyetin nasıl bir sistemin müjdecisi olduğu ortadadır. Köktendinci zihniyetin bir diğer örneği ise Türk kamuoyuna mal olmuş bir olaydır. RP. milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan, sarıkla namaza gitmenin 80 kere daha fazla sevap teşkil ettiği konusunda halkı bilgilendirmiştir. İslamın ibadet anlayışı ile tezat teşkil eden ve Diyanet İşlerinin de itirazına yol açan bu açıklama, köktendinci anlayışa tam bir örnek teşkil etmektedir. Halkın bir bölümü ise, Peygamberin de namazı sarıkla kıldığını ve bu sebeple sarıkla namaz kılmanın sünnet olduğunu TV kameraları önünde söylemekte ancak sevabın kaç kat arttığı konusunda Ceylan'la anlaşamamaktadırlar. Hatta namaza yürüyerek gitmekle, bir taşıta binerek gitmenin sevaba katkısı da irdelenen konular arasında yer almaktadır. Bu anlayışın, dinin amacına ya da insanın imanına ve ahlakına ne gibi bir katkısı olduğu ise, tartışma dışıdır. Köktendinci harekete gösterilen tepkinin, bilinçsiz bir tepki olmadığı da açıktır. Din adına iktidara talip olanların, ülkeyi nasıl bir maceraya sürüklemek istedikleri, fıkıh karmaşasına boğulmuş bir sistemden, nasıl bir yönetim yaratmayı amaçladıkları ve özel hayatın hangi noktalarına kadar dini tekel uygulamayı planladıkları düşünülmesi gereken ciddi sorulardır. Dinler tarihi boyunca yaşanan pekçok olaydan da görülebileceği gibi, köktendincilik, dipsiz bir kuyu gibidir. Her İslami hareket ve yorumun kaışısında daha köktenci bir hareket bulması kaçınılmazdır. Dolayısıyla köktendinci düşünceler, sadece din devletine karşı olanlar için değil, Siyasal İslamı yaşama geçirmek isteyenler için de büyük bir tehdit oluşturmaktadırlar. Şeriata dayalı bir devlet düzenine karşı çıkıp, yine din ve Allah adına daha katı bir anlayışla yönetime talip olmak isteğinin önü alınamaz. Tarihin her döneminde dinin özünü hayata geçirmeye talip olan yeni köktendinci gruplara raslamak kaçınılmazdır. Çünkü İslam dini, doğruluğu kuşku götürecek kadar geniş, sahih olduğu tartışılır nitelikteki bir hadis kaynağına sahiptir: İslamda otorite kabul edilen en önemli hadis yazarlarından olan Buhari, Sahih-i Buhari diye bilinen eserini yazarken, 600.000 hadis toplamış, ancak bunların 7275'ini değerlendirmiştir. Bir diğer önemli hadis kitabı olan Sahih-i Müslim'in yazan Müslim bin Haccac ise, topladığı 300.000 hadisten sadece 4000'ini kitabına almıştır. Ahmednin Hanbel ise Müsned isimli hadis kitabı için 750.000 hadis toplamış, bunlardan 40.000 ini seçerek kullanmıştır. Ebu Bekir ve Ömer'in döneminde hadis yasağı konulmuş ve yazılı hadisler toplanıp yaktırılmış ancak Emevi Halifesi Ömer bin Abdülaziz döneminde yeniden hadis toplama işlemi başlatılmıştır.(Önder Güngör; age, s.100) Acaba Peygambere en yakın kişiler olan Ebu Bekir ve Ömer hadisleri neden yaktırmışlardır? Bu kararı almalarındaki sebebin, sahih olmayan hadislerin, gelecekte dini yozlaştırmasından duydukları endişe olduğu muhakkaktır. Ayrıca Hz. Peygamber, peygamberliğinin ilk yıllarında kendi sözlerinin yazılıp, toplanmasını yasaklamıştır. Sebep açıktır: O, yalnız Kuran vahiylerinin yazılmasını, ezberlenmesini ve korunmasını esas alıyordu. Kendi sözleriyle Kuran ayetleri arasında korunması gereken farkı sahabilerin bildiklerinden kuşkusu olmamakla beraber, ilk zamanlarda dikkatleri yalnız Kuran üzerinde toplamak için böyle bir yol seçmiştir. Daha sonra, vahyin gelen ayetleri yerleşmiş bir tavır ve metodla, mükemmel biçimde zaptedildiği için, başta konan yasak kaldırılmıştır.(Yaşar Nuri Öztürk; 500 Soruda İslam, İstanbul, 1989, s.143) Ancak peygamberin sözü olduğundan kuşku duyulmayan ve mütevatir denilen hadislerin sayısı çok azdır. Lafzı ve manasıyla mütevatir sayılan hadislerin sayısı 20'ye kadar inmektedir... Mütevatir dışında kalan hadislere, İslam bilginleri haber-i vahit, yani tek kişiden nakledilen haber demişlerdir... Bunlar ancak günlük hayatın pratik meselelerinde uygulamaya esas alınabilir. Ne var ki bu konu da başlangıçtan beri tartışılmıştır. Kısacası hadis alanı hayli söz götüren bir alandır. Yüzlerce, binlerce hadis uydurulmuştur. (24. age,s. l42) Bu uydurma hadislerin köktendinciliğin kaynağını oluşturduğu, şüphe götürmez biçimde açıktır. İslam alemi uydurma hadislerin yanısıra, dar görüşlülükle kısır yorumlara açık bir sünnet anlayışına sahip kitleleri de içinde barındırmaktadır. Peygamberin davranışlarından, hal ve tavırlarından günümüze aktarılan bilgilerin, ne kadar doğru olduğu da en az sözlerinde ki aktarımlar kadar kuşkuya açıktır. Bu nedenlerle, Kuran'la sınırlı kalamayan ve bireysel yorumlarla yapılanmayı sürdüren dinin, köktendinci görüşlere geçit vermesinden en fazla yara alan yine yaşayan İslam olmaktadır. İnsan aklının, din adına yapılan yorumların altında bir değere sahip kılınması, köktendincilere alabildiğine geniş bir hareket alanı yaratmaktadır. Din ve Devrim Şeriat zorla gelmez, o Allahı Lütfudur. Şeriat, ancak ona layık olan topluma gelir... Bu sözler, Siyasal İslamcılarca sık sık söylenmektedir. Bu gerçekten doğru mudur? Yakın tarihe bir göz atanlar, din ve devrim sözcüklerinin birlikte kullanılır olduğunu göreceklerdir. 20. yy'ın son çeyreği, İslam Devrimlerinin İslam şeriatının yolu olduğunu ortaya koymaktadır. İslam ve devrim arasındaki ilişki, İslamın siyasal bir din oluşundan kaynaklanmaktadır. Siyasal iktidarın dini esaslara göre yapılanmasını amaç bilen ulemanın planlı gayretleri İslam devrimi olgusunu ortaya koymuştur. İslam Devrimi, Humeyni ile başlayan ve İran'ın önderliğinde yükselen bir siyasal harekettir. Dolayısıyla kendiliğinden değil, uzun yıllar süren kadrolaşmalar, eğitim faaliyetleri ve halkın dini yönden bilinçlendirilmesinin bir ürünüdür. Devrime hizmet eden şartlar ise, en az devrimi hazırlayanların planlı çalışmaları kadar önemlidir. Çünkü halkın bir ayaklanmaya razı edilmesi, onun yaşadığı koşullara duyduğu tepki ile bağlantılıdır. Ekonomik şartların devrime giden yolda en önemli faktör olduğu inkar edilemez. Gelir dağılımındaki adaletsizlik, halkın yoksullaşması, azınlığın refah ve sefahati, yönetenlerle yönetilenler arasındaki güveni zedeleyen ve halkta yönetenlere karşı kin ve nefret duyguları uyandıran önemli sebepler arasında yer alır. Bunun en tipik örneğini İran'da görmek mümkündür. Şah rejiminin halkta uyandırdığı tepkiyi, İran Devriminin yaratıcısı olan koşullar içinde önemsememek mümkün olamaz. Ülkede kişi başına düşen gelir 4000 doları aştığı halde, toplam milli gelirin yarıdan fazlasının ülke nüfusunun yüzde 1'inin elinde toplanması ve petrolden kazanılan milyarlarca doların Şah ailesi ve yakınlarının hizmetine ayrılması yolundaki iddialar, (İntişarat-ı Nida-yı Ehli Beyt; İran İslam İnkılabı, Ankara 1993, s.282) halkın rejime duyduğu güvensizliğin önemli sebeplerini oluşturmuştur. Devrimi hazırlayan diğer bir faktör, yönetimin despotik karakteri olmuştur. Halkı karşısına alan, ayaklanmaları silahla önlemeye çalışan, baskın, tutuklama, sürgün gibi yıllara başvuran iktidarın, dökülen kanların bedelini kendi varlığı ile ödemek durumunda kaldığı açıkça ortadadır. Burada çok dikkat çekiçi olan husus, halkla devlet, halkla ordu arasındaki çatışmaların daima devrimi planlayanların işine yaramış olmasıdır: Hatta denilebilir ki halk-devlet güçleri arasındaki çatışma, devrime giden yolda beklenen, istenen, planlanan bir çatışmadır. Büyük halk yığınlarını harekete geçirmek için, kendi aralarından birilerinin öldürülmesi kadar işe yarayan hiçbir şey yoktur. Devrimi planlayanlar, yüce bir ideal uğruna mücadeleye girecek kitleleri ölmeye ve öldürmeye şartlamakta, hatta bunun şerefi konusunda ikna ederek, göğüs, göğüse bir çatışmanın yaşanacağı ortamı önceden hazırlamaktadırlar. İran Devrimine giden yolda halkın cihad konusunda şuurlandırılmasında Humeyni'nin mesajları büyük rol oynamıştır. Humeyni, Keşf ul Esrar adlı kitabında İslam devrimi için silahlı mücadeleyi desteklemiş, hatta müslümanları buna katılmaya çağırmıştır. Bu kitabında Humeyni, Bazen İmam'ın ya da onun vekili temsilcinin yokluğunda savaş, savunma için vacip olur. Mesela bir insan, düşman saldırısına uğrayan bir grubun içindeyse veya düşman akını İslam şehirlerini ele geçirmek veya müslümanları tutuklamak veya onların mal ve mülklerini soymak için yapılıyorsa böyle durumlarda ve bütün bu şartlarda kendi canlarını ve mallarını savunmaları ve yabancılarla savaşmaları vaciptir. diyerek ve(age., s.28-29) Kuran da Onlar sizinle savaştıkları gibi hepiniz müşriklerle savaşmalısınız ayetini de vurgulayarak halkı savaşa psikolojik yönden hazırlamıştır. İlahiya| öğrencilerine yaptığı bir başka konuşma da yukarıda anlatılanları doğrular mahiyettedir. Öğrencilere hitaben Humeyni, Kendinizi öldürülmeye, hapsedilmeye ve mecburi askerliğe hazırlayın. Dövülmeye, işkence görmeye, hakaretlere uğramaya kendinizi hazırlayın. İslamı ve bağımsızlığı savunma uğrunda zorluklara katlanmaya hazırlanın. Güçlü ve metin olun. Allah'ın kendilerinin hakimi olduğunu beyan edenler metin olurlar. Allah onların üzerlerine meleklerini indirir. Onların korkacakları, kaygılanacakları bir şey yoktur. diyerek gençliği yeni başlayan bir mücadeleye zihnen hazırlamaktadır. Bu sözlerle şartlanan kitlelerin Allah adına iş yaptıkları inancı ile devlet güçlerine gösterecekleri tepki, elbette çatışmayı teşvik edici olacaktı. Oldu da. Sonuçta rejim, halkı ezen, öldüren, tutuklayan, işkence eden ve en önemlisi Allah'ın yolu önüne set çeken bir düşmanla eş değer hale gelmiş, halkın gördüğü eziyet, halk hareketine duyulan sempatiyi ve katılımı artırmıştır. Din devrimi, hiç de halkın içinden fışkıran, kendiliğinden oluşan bi hareket olmamıştır. Bu konudaki çalışmalar, adım adım bu devrimi hazırlamıştır. Devrimi yaratan ana fikir, Kuran ve dinin bir tehditle karşı karşıya olmasıdır. Böyle bir durumda müslümanların Şah'a bağlılık göstermeleri ya da en azından takiyye yaparak canlarını korumaları, hareketin hızını kesmektedir. Bu nedenle Humeyni, içinde bulunulan şartlarda takiyye yapmayı haram ilan ederek, müslümanları Şah ile açıkça mücadeleye davet etmiştir. Şah'a bağlılık felaket demektir. İslam'a hakaret, müslümanların haklarına tecavüz ve ilim ve öğretim kurumlarına saldırı demektir. Şah'a bağlılık demek, İslam vücuduna ve Kuran'a darbe indirmek, İslam'ın sembollerini yakmak demektir... Şah'a itaat demek İslam yasalarının hiçe sayılması, Yüce Kuran'ın yasalarının değiştirilmesi demektir. Şah'ı sevmek demek din adamlarına zulmedilmesi ve peygamberliğin bütün işaretlerinin yok edilmesi demektir. İslamın ilkeleri tehlike içindedir.(age,s.80-81) diyen Humeyni artık kutsal dinle şeytani Şah yönetimi arasında halkı bir tercihe zorlamaktadır. Humeyni'nin halkı adım adım devrime götüren faaliyetleri sürerken Şah, Ak Devrim'i yürürlüğe sokmuş, halkın iktidara karşı ayaklanmasındaki ekonomik sebepleri ortadan kaldıracağı yolundaki taahhüdü ile derebeylik sistemine son vererek, işçilere fabrikalardan hisse verdiğini, toprak reformunun yapılmaya başlandığını, seçim reformları yasasının yürürlüğe konulduğunu duyurmuştu. Ancak bu reformlarda geç kalınmıştı. Hareket artık sadece gelir adaletsizliğinden değil, dinin yok edilme kaygısından güç alır hale gelmişti: Kaldı ki Şah'ın Ak Devrimini karartan başka basiretsizliklere imza atması, İran'ı en hassas dönemde derinden etkilemişti. 1967 de yapılan son Anayasa değişikliği ile Şahbanu ve Veliahd Prense Anayasa içinde uygun bir yer aranmış, Veliahd Prensin 20 yaşına gelince devlet işlerinin başına geçmesi, Şah öldüğünde 20 yaşına gelmemişse ve Şah bir naib tayin etmemişse, bu görevi Şahbanu'nun devralması kararlaştırılmıştı. Böylece Veliahd'a ve Şahbanu'ya da taç giydirilmesi kararı alınmaktaydı. Taç giyme töreni, bütün dünyada geniş yankılar uyandırmıştı. Halkın sefaletine karşı sergilenen ihtişam ve sefahat, yöneticilerin akıl almaz duyarsızlıklarının bir göstergesi olmuştur. 13 Ekim 1967 de başlayan törene Yunan Kralı, Etopya İmparatoru, İngiliz Hanedanı, Körfez Emirleri, Mareşal Tito, Çin temsilcileri ve daha pekçok devlet reisi katılırken, merasimlerin yapılacağı sahanın 100 km. yarı çapındaki alanda yaşayan halkın evleri boşaltılmış, Tahran'daki tüm okul ve üniversiteler kapatılmıştır. Kutlamalar için harcanan para, 300 milyon dolardır.(age; 202) İran İslam Devriminin oluşumunda bu ve benzeri uygulamaların katkıları ihmal edilemez. Ancak Devrimin en büyük gücünü oluşturan iki kurum vardır. Bunlar camiler ve eğitim kurumlarıdır. Rejimin din adamları üstündeki baskısı arttıkça, camiler ve din eğitimi veren okullar rejime karşı sürdürülen savaşın açık üsleri haline gelmiştir. Üniversite ve diğer yüksek öğrenim kurumlarında İslam Birlikleri ve İslami Eğitim Merkezleri kurulmuştur. Bu kurumlar aracılığıyla süren eğitim faaliyetlerinde dersler, hükümete ve mevcut rejime karşı mücadeleyi amaçlamaktaydı. İslamın mesajını ülkenin genç insanlarına iletmek için büyük bir seferberlik başlatılmıştı. İslami hareketin önde gelenleri yalnızca okulların bilinen sınıf düzenini kullanmıyor, aynı zamanda camileri de donatıp, onlara ihtişam kazandırıyor, talebeleri daima güçlü ve kararlı tutmak için gayret gösteriyorlardı. Ayrıca halk arasında sürekli toplantılar düzenliyorlardı. Bu dönemde Humeyni'nin çizgisinde ilerleyen pekçok ulema ve mücadeleci(age; s.262) müslüman uzun süreli hapiste cezalandırılmıştı. Bunların hapiste uğradıkları işkenceri bilmeyen yoktu. Bütün bunların sonucunda halk rejimin insafsız yüzünü görerek, harekete daha da yaklaşıyordu. İran Devrimi yaklaşık 18 yıl süren bir sürecin ürünü olmuştur. Ancak devrime son noktanın konulmasında, ordunun harekete katılımı büyük önem taşımaktadır. Zira 500 bin kişilik, iyi bir donanımlı İran ordusu ile 50 bin kişilik Savak Askeri gücü karşısında hiçbir halk hareketinin ayakta kalması mümkün değildi. Ordu, bu hareketi ne pahasına olursa olsun bastırmakta kararlılık göstermiş olsaydı, bugün İran Devriminden söz etmek mümkün olmayacaktı. Bu nedenle Humeyni'nin bir biçimde orduyu yanına alması gerekiyordu. Bunun ilk adımını ise halkı, ordu ile yakınlaştırmak ve aslında halkın ta kendisi olan askeri, harekete katmaktı. Bu nedenle Devrimin başında, halk-ordu çatışmasını teşvik ederek, devrim lehine kullandığı orduyu, devrimin sonunda ikinci kez kullanmıştır. İkinci kez kullanımı ise ilkinin tamamen tersi yönde olup, halkla bütünleştirici mahiyettedir. Humeyni, 9 Eylül 1978 deki hitabında orduya şu mesajı gönderiyordu: İran'ın vatansever Silahlı Kuvvetleri, siz de gördünüz ki, halk size dostça davranıp sizi çiçeklere boğmuştur. Biliyorsunuz ki rejim haydutları kendi zalim hakimiyetlerini sürdürebilmek için kardeş kanına elinizi bulayarak sizi alet ettiler. Silahlı Kuvvetler de Şah'dan ayrılarak, halkın yanında düşmana karşı birleşen kardeşlerinize katılınız. Ayağa kalkınız ve ülkenizin mahvolmasına seyirci kalmayınız. Kardeş ve bacılarınızı kana boyamalarına izin vermeyiniz. Adınızı bir an önce tarihin sayfalarına yazdırınız. Baskı ve hıyaneti köklerinden çıkarıp atınız.(age;s. 355) Bundan yaklaşık dört ay sonra Şah ülkeyi terketti. Onun ayrılışı ile birlikte, ordunun harekete olan gizli desteği daha açık biçimde ifade edilir hale geldi, önce Hava Kuvvetleri daha sonra da Silahlı Kuvvetler Devrimi desteklemeye başladı. Kuvvet komutanlarının asker ve subaylar üzerindeki kontrolü kaybettikleri, halkla dayanışma içine girdikleri artık açıkça görülmekteydi. Humeyni'nin İran'a dönüşünden sonra Hava Kuvvetlerinden bir kısım subay, Humeyni'yi ziyaret etmiş, Muhafız Kuvvetlerinin halkla çalışması sırasında da halka silah ve cephane dağıtarak Muhafız kuvvetleriyle çatışmaya girmişlerdi. Artık İran Devrimi, karşısındaki en büyük güç olan Orduyu da yanına almıştı. Böylece yıllar süren kanlı mücadele İran'da Humeyni iktidarı ile sonuçlanıyordu. İran Devriminin önemini sadece İran'daki değişimle sınırlı tutmak mümkün değildir. Çünkü bu hareket, İslam Alemi için adeta bir yeniden doğuş hareketi olarak mütalaa edilmekte ve diğer İslam ülkeleri açısından da bir model oluşturmaktadır. Devrim ve Din sözcüklerini bir araya getiren ve yeni bir mücadelenin kapısını açan bir hareket olarak, tüm İslam ülkelerini etkilemeye devam etmektedir. Bu etkileyişde, İran'ın devrim ihracı modelinin de hatırı sayılır bir önemi bulunmaktadır. İran'ın devrim ihracı modelini benimsemesinin çeşitli sebepleri vardır. Ancak bu sebeplerin başında, İslamın evrensel niteliği gelir. İslam, belli bir kavim ve topluluğa gelmiş bir din değildir. Tüm insanlığa hitap etmekte ve bütün dünyayı İslamlaştırma amacı taşımaktadır. Bu nedenle devrim ihracı, İslam kültürünün yayılmasını ve İslami bağımsızlığın gerçekleşmesini ifade eder. İslamın hakimiyeti, İslami dayanışma kuralları olmaksızın gerçekleşemeyecektir. Bu da bir devrim olmadan mümkün değildir. Devrim, İslam ile Allah yolunda doğru bir yönelime girmektir.(Faik Bulut; İslamcı Örgütler, İstanbul, l993, s.479.) İran Devriminin, İran'la sınırlı kalmayacağı, İran Anayasasının 154. maddesinde de şu şekilde ifade edilmektedir. İran İslam Cumhuriyeti, beşeri toplumların tümünde, insan mutluluğunu kendi gayesi bilir. Binanaleyh, diğer milletlerin iç işlerine her türlü müdahaleden kaçınmakla beraber, mazlumların zalimlere karşı haklı mücadelelerini, dünyanın neresinde olursa olsun himaye eder. Bu maddeye göre, mazlum ve zalimi takdir etmek ve mücadelenin haklılığı konusunda hüküm vermek yetkisi İran İslam Cumhuriyetine bırakılmış ve bu çerçevede diğer ülkelerin iç işlerine karışılabileceği açıkça ortaya konulmuştur. Nitekim Humeyni'nin Necefte verdiği derslerde söylediği şu sözler de devrim ihracı modelini teyid eder niteliktedir. Siz İslam'ı, İslami devletin programını tanıtınız. Dünyanın bilgisine sununuz ki, İslam ülkelerinin sultan ve başkanları da belki duyar, gerçeği kavrar ve uyar. İslam'a tabi olup, güvenilir kişi olanları da makamlarında bırakır, ellerinden almayız.(Önder Güngör; Siyasal İslamda Bölünmeler, İstanbul, 1997, s.113) Devrim ihracında izlenecek yöntemin ne olduğu da Humeyni tarafından ortaya konulmuştur: Tebliğ ve davet. Tebliğ, dini yayma, kendi dinine çevirme ve propaganda yolu ile ikna etme anlamına gelmektedir. Davet ise, İslama çağrıdır. Bu yöntemle başlayan hareket, temelde İslamın dört esasına dayanmaktadır. Bunların ilki, tevhid ilkesidir. Humeyni'nin düşüncesinde tevhid, İslamın yorumlanış tarzıdır. Allah'ın otoritesini kabul eden, fakat dünyevi otorite ile mücadele etmeyen bir din anlayışı, Humeyni'nin kabul edebileceği bir anlayış değildir. Bu nedenle İslamiyetin tevhid, yani birlik ilkesi hayata geçirilerek, amaçları müslümanları ezmek olan her türlü yönetim ile mücadele etmek gereklidir. Tevhid, Müslümanların birleşmesi ve güçlenmesini beraberinde getirecektir. İkinci ilke, cihad ilkesidir. Mücadelenin yolu, devrimci bir başkaldırıyı simgeleyen cihaddır. Gerek kitleler, gerek din alimleri siyaset sahnesinde aktif bir rol almak zorundadır. Ancak kitlelerin siyasette seslerini duyurabilmesi, din adamlarının bilinçlendirme görevlerini yapmaları ile mümkün olacaktır. Başka bir deyişle müslüman, doğuştan itibaren devrimci yetişmek zorundadır. Üçüncü ilke, ümmet boyutudur. İslam ümmetinin birliği esastır. Aksi halde devrimin gerçekleşmesi mümkün olamaz. Dünyanın hangi köşesinde olursa olsun, müslümanlar dayanışma içinde olmalıdırlar. İslam ümmetçiliği, tevhid ve cihad boyutlarını bir arada yürütüp ayrılıkları ortadan kaldırmak anlamına gelir. Dördüncü ilke ise musta'zafın boyutudur. İslam aleminde halk yoksuldur. Egemen sınıfların baskısı ve sömürüsü altındadır. Politik baskı ve ekonomik sömürü çok boyutludur. O halde ezilenlere karşı özel ilgi gösterilmelidir.(Faik Bulut; age, s.481-482) Humeyni'nin devrim ihraç modelini uygulamaya sokacak bir teşkilatlanmayı da başlattığı bilinmektedir. Burada açıkça görülen, İran İslam devriminin, bir son değil, İslam alemi için bir başlangıç olarak kabul edildiği ve devrim fikirlerinin tüm müslüman ülkelere ihraç edilme yolundaki gayretlerin aralıksız sürdüğüdür. Dinin dünya siyasetinde üstlendiği bu devrimci misyon, dine bakışı da tüm dünyada önemli biçimde etkilemiştir. Din ve devrim sözcüklerini bir başka biçimde de olsa dünyanın gündemine sokan ikinci ülke ise Cezayir olmuştur. İslamcı hareket, uzun yıllar bir Fransız sömürgesi olan bu ülkede, Hıristiyan Batı kültürüne karşı gelişen Arap-İslam kültürüne sahip çıkılması ve kimlik mücadelesi şeklinde başlamıştır. Ancak uzun yıllar boyunca hemen bütün siyasetçiler, aydınlar ve din adamları çifte kültüre sahip olarak yaşamış, hiçbir silahlı ayaklanma görülmemiştir. Zaman içinde İslami söylemi daha çok kullanan bir aydınlar grubunun ortaya çıkması ile islahatcı İslamcılar, 1931'de Müslüman Alimler Cemiyetini kurmuşlardır. Bu ekip, gelenekçi ve kır kökenli İslamcılarla sert mücadelelere girmiştir. 1954 de Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN)'nin kurulmasıyla daha da güçlenen İslami hareket, cihad kavramında ısrarlı olmaya başlamış ve nihayet Cezayir Anayasasına Bu ülkenin resmi dini İslamdır. Tüm kanunlar, kaynağını İslam şeriatından alır. ibaresi konulmuştur. Kültürel devrim adı altında başlatılan bu dini yapılanma sürecinde camiler, eğitim kurumları ve vakıflar İslamcıların denetimine girmiş, devletin en üst makamlarında kadrolaşma faaliyetleri sürdürülmüş ve dini eğitim devletçe teşvik edilmiştir. Bu dönemde ülkedeki ekonomik, toplumsal ve siyasal başarısızlıklar da İslamcı düşüncenin gelişimine katkıda bulunmuştur. 1980'lerde üniversite gençliği ve esnaf arasında çok yaygınlaşan İslamcı düşünce, 1988 de patlama noktasına gelerek, siyaset sahnesine tüm gücü ile girmiştir. İslamcı gelişmenin bu döneme kadar geliştirdiği karakter incelendiğinde, Cezayir bağımsızlık hareketi döneminde İslamcı ulemanın yaptığı iki hatadan söz edilir. Bunların ilki, siyasi özerkliğini bir dönem FLN'ye kaptırması, ikincisi ise, birinci hatanın sonucu olarak İslami ideoloji ile bağdaşmayan, ulus devlet projesinde FLN'ye destek olmasıdır. Daha sonraki dönemde ise İslamcılar örgütlenerek, sokak hareketlerini başlatmışlar ve hareket kitlesel bir özellik kazanmıştır. (Faik Bulut; age, s.32-33) Halkın yönetime karşı ayaklanması ile tek partili yönetimden çok partili hayata geçilmiş ve Cezayir Anayasasının 243. maddesi din ve dil esasına dayalı herhangi bir partinin kurulmasını yasakladığı halde, 1989 da İslami Selamet Cephesi (FIS) kurulmuştur. Aslında İslamcıların mevcut düzenle ilgili sorgulamaları iki ana noktada toplanmaktaydı. Bunların birincisi, ulus devlet projesine karşı geliştirilen ümmet projesiydi. Bir yandan bağımsızlık hareketi ile Arap milliyetçiliği canlandırılmaya çalışılırken, diğer yandan Arap-İslam sentezi içinde ümmetçilik cereyanları, Cezayir için zorlukların başında geliyordu. İkinci olarak sorgulanan, rejimin Anayasa ile teminata alınan İslamcı yapısı idi. Anayasada devletin resmi dininin İslam olduğu ve yasaların şeriata ters düşmeyecek biçimde yapılması kabul ediliyor, diğer yandan yasama ve yürütme erki, bundan bağımsız yapılanıyordu. Bu konuda İslamcılar şunu soruyordu. Yargı erki şeriata uygun olunca, yasama ve yürütmenin yargıdan bağımsız kılınması nasıl mümkün olabilir? Böyle bir düzene şeriat düzeni denilebilir mi? Gerçekten de bu garip bir durumdu. Bu nedenle devletin güdümünde olan dini, devlet mekanizmasından ayırıp, bağımsız bir İslami hareketin doğuşunu gerçekleştirmek gerekiyordu. Bu amaçla resmi olanların yanında resmi olmayan yüzlerce cami, medrese ve binlerce Kuran kursu açıldı. Okullarda mescid kampanyaları başlatıldı. İslamın tebliğ hükmü uyarınca İslama uymayanları uyarmak, olmazsa zor kullanıp yola getirmek için faaliyetler başaltıldı. Çok sayıda eğlence yeri basılıp, kapatıldı. Modern giyinen kadınların örtünmeleri sağlandı.(age, s.34) Erkeklere birden fazla kadınla evlenme hakkı verildi. Boşanma şeriata uygun biçime getirilerek, mirasta erkeklerin kadınların iki katı pay alacakları hükme bağlandı. FLN iktidarı, giderek daha dini bir kisveye bürünürken, ülkede güçlenen dini muhalefet gruplarını yanına çekmeyi amaçlıyordu. 1989-1991 arasında başbakanlık yapmış olan FLN lideri Mevdut Hamruş, erkeklerin eş ya da eşleri namına oy vermesine izin veren yasayı onaylayarak, belediye toplantılarının camilerde yapılmasına izin vererek (Halide Mesudi; Cezayir'de Kadın Olmak, İstanbul, 1996, s.110) siyasi yatırımlarını sürdürüyordu. İslami fikirler kısa sürede üniversite gençliği arasında yaygınlaştı. Klasik dini cemaatler, gençlerin katılımı ile gençleştikçe siyasi örgütlere dönüştüler. Cemaatler, camileri sokağa dökerken, kullanılan sloganlar daha çok halkın maddi talepleri ile ilgiliydi. 1984-88 arasındaki pekçok ayaklanma ekmek ayaklanması diye adlandırılan türdendi. Ancak bu ayaklanmalar, ordu tarafından bastırılmış, asker halka kurşun sıkmış ve çok sayıda insan ölmüştür. Tek partili dönemde İslamcıları sosyalist ve komünist muhaliflere karşı kullanmak amacıyla yasaklanan İslami akımların serbestçe örgütlenmelerine izin verilmiş olması, İslamcıların sokağa dökülmelerini kolaylaştırıyordu. Cezayir'de çok sayıda eylemci silahlı örgüt mevcuttu. FIS'in içinde ise birbirinden farklı yedi İslami akımın temsilcileri bulunmaktaydı. FIS, 1991 yerel seçimlerinde ezici bir çoğunlukla seçimleri aldı. 1991 sonunda yapılan genel seçimlerin birinci turuna kayıtlı seçmenlerin yüzde 24,79'u katıldı. FIS, geçerli oyların yüzde 42'sini alarak birinci turu kazandı. FIS sözcüsü, ikinci tur öncesi sürdürülen seçim kampanyasında, kendilerine, oy vermeyenlerin ülkeyi terk etmeleri yönünde demeçler verdi. Ancak ikinci tur seçime geçilmeden, 11 Ocak 1992 de ordu bir darbe yaparak duruma el koydu. (Halide Mesudi; age, s.134) Bin Cedid istifaya zorlandı. Millet Meclisi dağıtıldı. Seçimlerin ikinci turu iptal edildi. Eski sosyalist lider Muhammed Budiyaf 25 yıllık sürgünden getirilerek devlet başkanı yapıldı. Ancak 29 Haziran 1992 de Annaba kentinde, televizyon kameraları önünde bir konuşma yaparken öldürüldü. Ordunun müdahalesi Cezayir'de sorunları çözemedi. FIS'in 1991 yılında seçim yasası ile ilgili iki kanun taslağının meclise sunulması sırasında başlattığı sivil isyan, ordunun müdahalesinden sonra da devam etti. FIS başkanının İslamcı belediye başkanlarına verdiği gerilimi tırmandırmada talimatları, İslami terörün sürdürülmesinde etkili oldu. Böylece Cezayirde hala devam eden iç savaş can almayı sürdürüyor. İran örneğinden farklı olarak Cezayir'de ordu, İslamcılara karşı olan katı tutumunu sürdürmektedir: İslamcıların orduya sızamayacağı yolundaki kesin kanıya karşılık, NewYork Times'in yorumcusuna göre, ordudan firar edip, İslamcı gerillalara katılanların sayısı her geçen gün artmaktadır.(Faik Bulut; age, s. 54) Sonuçta Cezayir olayında perde henüz kapanmamıştır. Ancak her iki ülkede yaşanan İslamcı hareketin temelde benzer motifler taşıdığı ortadadır. Her iki harekette de ülkenin ekonomik şartlarındaki istikrarsızlıklar, gelir dağılımındaki bozukluklar etkili olmuştur. Halkın memnuniyetsizliği, dini ideolojiye çekilmesini kolaylaştırmıştır. Her iki ülkede de halk hareketini durdurmaya yönelik üslup, acımasız, sert ve kan dökücüdür. Bu üslup aslında devrim önderlerinin amaçlarına hizmet eden ve halkı devrimcilerle birleştiren bir sonuca ulaşılmasında yardımcı olmaktadır. Her iki ülkede de İslamcıların izlediği yöntem aynıdır. Siyasal İslam önce din adamları, Ulema aracılığı ile yapılanmaya başlamıştır. Halkın Siyasal İslama yönelişinde, dini duyguların uyandırılmasında din adamlarının ve din bilginlerinin büyük rolü olmuştur. Dini ve Allah inancını mevcut rejime alternatif olarak sunmanın halk üzerindeki etkisi tartışılmaz biçimde ortadadır. Yine her iki ülkede de iki kurumun Siyasal İslamcıların etkileri attına girmesi, hareketin can damarını oluşturmuştur. Bunlar eğitim kurumları ve din kurumlandır. Eğitim kurumları içinde din eğitimi veren okullar ve üniversiteler en önemli fonksiyonu görmüşlerdir. Üniversite gençliğinin Siyasal İslama yönlendirilmesi, siyasal örgütlenmenin hızlanmasında büyük rol oynamıştır. Dini fikirlerin üniversite gençliği arasında yayılması ile dini cemiyetler, siyasal örgütler şekline dönüşerek, siyasi hareketlere önderlik etmeye başlamışlardır. Dini kurumlar içinde camiler, hareketin halka ulaşması ve halkın sokağa dökülmesinde kilit kurumlar olarak görev yapmışlardır. Ancak siyasi cemiyetlerin, cami cemaatlerini harekete geçirmede büyük rol oynadığı da açıktır. Bu alandaki yapılanmayı kısaca formüle etmek gerekirse, cemiyet + cemaat = halk hareketi olarak özetlenebilir. Dini vakıfların faaliyetleri de gerek üniversite gençliğine gerek halka maddi ve bilimsel destek bakımından büyük önem taşımıştır. Her iki harekette de silahlı eylem gruplarından yararlanılmıştır. İran Devrimi, Filistinde eğitim gören militanları kullanırken, Cezayir halk hareketinde İslam Bekçileri, Cezayirli Afgan Grubu, El Tekfir ve'l Hicra ve Cezere Akımı gibi örgütlerden yararlanılmıştır. Her iki ülkede de ordu, büyük önem taşımaktadır. Ordu hareketin karşısında olduğu sürece devrimlerin başarılı olamayacağı görülmüştür. Nitekim İran Devrimi ordunun halkla bütünleşmesi ile sonuca ulaşabilmiş, Cezayir'de ise ordu Siyasal İslam'a geçit vermediği için hareket sonuca ulaşamamıştır. 2 Siyasal İslam ve Demokrasi Türkiye'de Siyasal İslamın Yükselişi Türkiye, cumhuriyetten bu yana laik bir müslüman ülke olarak yaşamıştır. Dinin inanç ve ibadetle sınırlı olarak kabul edildiği ve dinle devlet işlerinin birbirinden ayrıldığı bu uygulamadan, Siyasal İslama kayışında rol oynayan sebepler üzerinde kısaca durmakta yarar vardır. Siyasal İslamın yükselişini toplumun tabanından gelen bir baskı olarak kabul etmek mümkün değildir. Bugün dahi bu hareketin tabanla bütünleşmiş olduğu iddia edilemez. Siyasal İslamın yükselişinde Türkiye'de uzun yılların planlı birikimi ile oluşan din eliti'nin büyük bir önemi vardır. Esasen laiklik ve İslam konusunda süregelen tartışmaların da muhatabı bunlardır. Din elitinin özellikle son on yılda ortaya çıkışı, Türkiye'de dinin doğal akışı dışına çıkarak yeniden yükselen bir değer olmasına yol açmıştır. Hemen tüm toplumlarda sanayileşme sürecinin hız kazanması ile dine olan bağımlılık azalmaktadır. Tarım toplumlarının doğa ile iç içe sürdürdükleri yaşam mücadelesinde, inançtan güç alarak yaşanılan zorluklara göğüs germek yaygın bir davranış biçimidir. Tarım toplumunun örgütlü bir yapıya sahip olmayışı, bireyi yaşamın zorlukları ile tek başına mücadeleye mahkum bırakırken, manevi bir güce sığınma ihtiyacını da artırmaktadır. Yağmuru, bereketi Tanrı'dan beklemek, doğal afetlere karşı O'na yakarmak ve bunları yaparken de dinin emrettiği ibadet kurallarına uymak, yaşam koşullarının doğal bir sonucu ve insan doğasının gereğidir. Ancak sanayileşme ile birlikte doğaya olan bağımlılık azalmakta, yaşam mücadelesinde başvurulacak merci, göklerden yere inmektedir. Sanayi toplumunun muhatabı Tanrı değil, insan; bireye iş ve aş sağlayacak olan işveren, doğadan bağımsız olarak çalışmaya imkan sağlayan makinelerdir. Çalışma yaşamındaki sorunlarının çözümünde ise mesleki örgütler ve devlet yani tamamiyle dünyevi kurumlar söz sahibi olmaktadır. Bunun sonucunda sanayileşmenin, dinin gücünde bir zayıflamayı da beraberinde getirmesi doğaldır. Türkiye'de bu sürecin farklı biçimde yaşanmasında rol oynayan üç temel faktör vardır. Bunlar; din elitinin ortaya çıkışı, demokratikleşme sürecindeki yasal düzenlemeler ve tarikatlardır. a. Din eliti: Geçmişte din gücünün en önemli iki kaynağı, Ulema sınıfı ile tarikatlar olmuştu. Ancak Atatürk, 1924 de çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitimi tek merkezde toplayarak, dini eğitimi yasaklamış, din bilginlerini yetiştiren Süleymaniye Medresesini İ.Ü. bünyesinde oluşturulan İlahiyat Fakültesine, daha sonra da İslami Araştırmalar Enstitüsü şekline dönüştürmüştü. Dini eğitimin diğer bir kolu olan Kuran Kursları ise devletin resmi bir organı olan Diyanet İşleri Başkanlığına bağlanmıştı. Böylece dini eğitim, devletin resmi ideolojisi tarafından güdülenen ve kontrol altında tutulan bir özelliğe bürünmüştür. Dinin ikinci büyük güç kaynağını teşkil eden ve ulemanın yetişmesi açısından da önem taşıyan tarikatlar ise 2 Eylül 1925 de türbe, tekke ve zaviyelerin kapatılması ile önemli bir darbe yemişlerdir. Bu uygulamalar, İslamın siyasi vechesini de içeren dini eğitimi kontrole alırken, ulema sınıfının oluşumunu uzunca bir süre engellemiş, bu konudaki faaliyetleri yer altına iterek etki alanını daraltmıştır. Türkiye'de din elitinin oluşumu ile ilgili ilk adımlar çok partili yaşama geçişle birlikte başlamış ve özellikle 1. ve 2. MC Hükümetleri döneminde hız kazanmıştır. Din elitinin oluşumu açısından büyük önem taşıyan İmam Hatip Liselerinin sayılarında meydana gelen büyük artışlar söz konusu kurumların mesleki eğitimden öte amaçlarla açılmakta olduğunu şüphe götürmez bir gerçek olarak ortaya koymaktadır. Bu okulların 1960 yılında sayılan 19 iken, bu sayı 1970'de 72'ye, 1980'de 374'e, 1990'da 384'e ve 1995'de 560'a ve 1997'de 601'e ulaşmıştır. Okul sayılarındaki en büyük artışların MSP'nin koalisyon ortağı bulunduğu dönemlere denk gelmesi ise, tesadüf olarak açıklanamaz. 1975-76 da yani, 1. MC iktidarında 144 İmam Hatip Lisesi; 2. MC 'nin iktidarda olduğu 1977-78 döneminde ise 86 İmam Hatip Lisesi eğitime başlamıştır. 1971- 1994 arasında İmam Hatip Orta Okullarından mezun olan öğrenci sayısı 600 bin, Liselerinden mezun olan ise 300 bin dolaylarındadır. 1994 sonu itibariyle mesleki-teknik orta okullarda okuyan toplam öğrencilerin yüzde 85,2'si, mesleki-teknik orta ögrenimin ise yüzde 40'ı İmam Hatip okullarında eğitim görmektedir. Toplam orta öğretim içinde yaklaşık yüzde 10'luk bir paya ulaşan bu eğitim modeli, mesleki amaçlı olmanın çok ötesine geçmiş bulunmaktadır. Zira söz konusu okullardan mezun olanların özellikle kamu yönetimi, hukuk, siyasal bilgiler, uluslararası ilişkiler gibi devlet içinde örgütlenmeye yatkın alanlarda yüksek öğretime devam ettikleri, YÖK istatistiklerinden anlaşılmaktadır. Bu nedenle, mesleki eğitim kisvesini kullanıp, Tevhid-i Tedrisat Yasasını delerek alternatif bir orta öğretim kurumu biçiminde faaliyet gösteren İmam Hatip Liselerinin din elitinin oluşumunda önemli bir rol üstlendikleri son derece açıktır. Bunun daha somut bir kanıtı ise siyaset sahnesinde RP kanadında yer alan pekçok ünlü ismin, Hasan Hüseyin Ceylan, Şevki Yılmaz, Tayyip Erdoğan gibi, İmam Hatip Lisesi mezunu olmalarıdır. Din elitinin diğer bir faaliyet alanını da son yıllarda sayıları giderek artan dini amaçlı vakıflar oluşturmaktadır. Vakıflar, din-siyaset ilişkileri bakımından uygun bir ortam yaratmanın yanısıra, ilmi faaliyetleri ve yayınları ve yoksul kitlelere götürdükleri hizmetlerle de Siyasal İslamın gücüne katkıda bulunulmaktadır. Din elitinin oluşumunda ileride anlatılacak olan tarikatların ve özellikle de tarikat-siyaset ilişkisinin de pay sahibi olduğu inkar edilemez. Ancak din elitinin oluşumu kadar önemli olan bir diğer husus, bu kitlenin Siyasal İslam Hareketini oluşturmadaki faaliyetleridir. Seslerini geniş kitlelere duyurmakta kazandıkları başarının demokratikleşme süreci ile bağlantılı olduğu açıkça görülmektedir. Ancak içinde yaşamakta olduğumuz dönemde, yasalardaki zenlemeler, din eğitimi konusunda atılan adımlar ve tarikatların faaliyetlerine karşı siyasi partilerin tavrı, yeni bir dini elitin oluşumuna ve ortaya çıkışına elverişli bir ortam hazırlamıştır. b. Demokratikleşme ve Yasal Düzenlemeler: Türkiye'nin laik düzene geçişinde rol oynayan en önemli ikinci etken, hukuksal düzenlemelerle din devletinin kapılarının kapanması olmuştu. Atatürk 1922 de saltanatı, 1924 de de hilafeti lağvederken, halife-sultan statüsüne de son veriyor, sultanın kişiliğinde bütünleşen halifelik olgusunu da ortadan kaldırıyordu. Bu uygulama İslam dünyasından Batı dünyasına doğru atılan ilk adımdı. Ancak İslami devletten, hukuk devletine uzanan yolda bu yeterli değildi. Bu nedenle reformların hukuk alanında devam etmesi gerekiyordu. 1924 de dini mahkemelerin kaldırılması, l926 da Yeni Ceza Kanununun kabulü ve yine aynı yıl İsviçre Medeni Kanununun kabulü İslam hukukundan, laik hukuka geçişin en önemli adımları olmuştur. 1928 de laikliğin anayasada yer almasına ilişkin kanun teklifi yapılmış, 1222 sayılı kanunla anayasadan dine ait maddeler çıkarılmış ve laiklik ilkesi 1937 de anayasaya girmiştir. Ayrıca yasalarda yapılan çeşitli düzenlemelerle de Siyasal İslami hareketler engellenmiştir. Ancak 1980 sonrası dönemde, demokratikleşmede atılan adımların özellikle din açısından daha liberal yaklaşımlar taşıdığı kabul edilebilir. Türkiye'nin yasa dışı örgütlerle sürdürdüğü mücadelede ise özellikle 12 Eylülü izleyen dönemde tek taraflı bir tutum izlenmiş, hatta milletin birlik ve bütünlüğünü koruyucu bir unsur telakki edildiğinden, dini teşkilatlanmalar üzerine pek fazla gidilmeden mücadele yasa dışı sol örgütlerde odaklaştırılmıştır. Kenan Evren'in pekçok konuşmasını Kuran'dan ayetlerle süslemesi, ordunun laiklik konusundaki geleneksel tavrı ile pek de uyuşmayan bir tavır olarak kabul edilmelidir. Bu tavrın Siyasal İslami Harekete daha rahat bir oyun alanı yarattığına kuşku yoktur. Demokratikleşme yolunda atılmaya çalışılan bir diğer adım ise Türk Ceza Kanununun 163. 241. ve 242. maddelerinin değiştirilmesi yolundadır. Nitekim Yıkıcı Gericilik Faaliyetleri ile ilgili 163. madde 1991 yılında yürürlükten kaldırılmıştır. Din Hizmetlilerinin kamu düzeninin bozmaları ile ilgili 241. madde ile din hizmetlilerinin sıfatlarını kötüye kullanmalarına ait 242. madde de değiştirilmek istenmektedir. 241. İmam, hatip, vaiz, rahip, haham gibi dini reislerden biri vazifesini ifa sırasında alenen Hükumet idaresini ve Devlet Kanunlarını ve Hükumet icraatını takbih ve tezyif ederse ceza alabilmektedir. 242. maddede ise 241. maddede sözü edilen kişilerin, sıfatlarından yararlanarak halkı kanunlara yahut Hükumet emirlerini icraya veya memuru görevini yapmaya karşı itaatsizliğe teşvik etmesi; kanunlara veya kanuna göre kazanılmış olan haklara muhalif iş ve sözlerde bulunmaya icbar ve ikna etmesi halinde cezalandırılacaklarını belirtmektedir. Bu iki madde de din görevlilerinin, dini ve kendi dini hüviyetlerini kullanarak devlet işlerine müdahalede bulunmalarını önlemek bakımından büyük önem taşımaktadır. Dolayısıyla laik devlet olgusunun yasal bir teminatıdır. Bu maddelerin demokratikleşme ve özgürlükler ileri sürülerek kaldırılmasına ilişkin tartışmalar, dinin siyasal fonksiyonunu daha rahat ifa etmesine imkan hazırlayacaktır. Ancak yukarıdaki yasal değişiklik gayretlerinden daha da önemli olan girişim, Anayasanın, laikliği tanımlayan 24. maddesinin son fıkrasının, Anayasa değişikliği sırasında gündeme getirilmesi ile ilgili yoğun gayretlerdir. 24. maddenin son paragrafı Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasi ve hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz. şeklindedir. Bu paragraf, laikliğin tanımını yapan ve dine dayalı devlet düzenine kapıları kapayan son derece önemli hükümler ifade etmektedir. Bu paragrafın değiştirilmesi yolundaki gayretler, dine dayalı devlet kurma yolunda beslenen gizli emellerin varlığını açıkça ortaya koymaktadır. Halkın iradesi ile iktidar olanların, yasama gücünü kullanarak, demokrasiye kapalı olan din devletini hayata geçirmek yolundaki gayretleri, Türkiye'yi demokratik sistemin kuralları ile Siyasal İslami hareket arasına sıkıştırmış durumdadır. c. Tarikatlar: Siyasal İslamın hız kazanınasında rol oynayan diğer bir etmen de tarikatlardır. Tarikatların siyasi partiler içindeki desteği, Türk siyasal yaşamının inkar edilemez bir boyutunu oluşturmaktadır. Atatürk döneminde, 1925 yılında kapatılmalarına rağmen faaliyetlerini gizliden gizliye sürdüren ve dini cemaat adını benimseyerek kendilerine yasal bir serbestiyet alanı yaratan tarikatlar, özellikle 2. Dünya Savaşından sonra, daha açık biçimde kendilerini göstermeye başlamışlar ve İslami cemaatlerle birlikte dini hayatın merkezini oluştumuşlardır. l9.yy'ın sonundan itibaren Anadolu'da ağırlık kazanan iki tarikat, faaliyetlerini içinde yaşanılan günlere kadar sürdürmüşlerdir. Bunlardan birisi, Süleyman Hilmi Tunahan'ın (1888-1959) kurduğu, Süleymancılık; diğeri ise Said-i Nursi'nin (1873-1960) önderliğinde kurulan Nurculuk tarikatlarıdır. Nakşibendi tarikatına mensup olması nedeniyle, Süleymancılığı Nakşibendilik içinde bir kol saymak gerektiğini düşünenler olduğu gibi, bir kol olma özelliğine sahip bulunmadığını ileri sürenler de vardır. Kuran kurslarının Diyanetin denetiminde olmasını protesto ederek kurulan ve başta Kuran kursları olmak üzere orta ve yüksek öğretimdeki örgütlenmeleri ile dikkati çeken Süleymancıların, eğitim aracılığı ile Siyasal İslami Harekete verdikleri destek açıktır. Faaliyetlerini Avrupa'ya taşıyan ve oradaki Türk işçileri arasında büyük maddi destek ve yandaş bulan tarikatın, Tunahan'dan sonraki lideri, Tunahan'ın damadı Kemal Kaçar'dır. Kaçar'ın eski AP milletvekili olması, yine tarikatın önde gelen isimlerinden Ali Ak'ın da eski AP milletvekilleri arasında yer alması siyaset-tarikat ilişkilerinin en canlı örneğidir. 12 Eylül döneminde bir ara MDP'ye destek veren tarikat DYP nin kuruluşu ile birlikte desteğini bu parti yönünde kullanmış ve Özal bu oy deposunu ANAP'a çekmek için büyük çaba harcamıştır. Almanya'da kurdukları İslam Kültür Merkezlerinde Müslümanların temsilciliğini üstlenmek yolundaki girişimleri Almanya'daki Müslümanlardan vergi toplamak ve dini eğitimlerini üstlenmekle sonuçlanacak iken orada yaşayan bir Türk sendikacısının faaliyetleri sonucu bu girişim son anda durdurulmuştur. Bu girişimin başarıya ulaşması ve temsil yetkisinin bir kez İslam Kültür Merkezlerine verilmesi halinde artık Diyanet İşleri dahil hiçbir Müslüman kuruluş bu hakkı elde edemeyecekti. (Daha fazla bilgi için Bkz. Uğur Mumcu; Rabıta, Ankara 1987, s.127-129) 20. yy içinde Türkiye'de siyasal açıdan en fazla etkinliği olan tarikatlar ise Nakşibendilik ve Nurculuk olmuştur. Nakşibendi Tarikatının önemli ismi olan Mehmet Zahit Kotku (1897-l980), Siyasal İslamın liderlerinden biri olarak kabul edilebilir. Özellikle siyasetle ilgileri bulunan üniversite öğrencilerini tarikata çekmekte son derece başarılı olan Kotku'nun öğrenci grubu içinde yer alanlardan biri de Necmettin Erbakan olmuştur. Necmettin Erbakan'ın 1969 da Milli Nizam Partisini kurmasında, Kotku'nun teşvikinin önemli rol oynadığı kabul edilmektedir. Kotku'nun Siyasal İslami hareket üzerindeki etkileri daha sonraki yıllarda da devam etmiş, Nakşi bir aileden gelen Turgut ve Korkut Özal'ın Kotku'nun yakın çevresinde bulunmaları, din-siyaset ilişkisi açısından din lehine önemli kazanımlar getirmiştir. Saidi Nursi'nin liderliğinde gelişen Nurculuk akımı siyasal açıdan büyük önem taşıyan bir harekettir. Kurucusunun Kürt kökenli olması sebebiyle, cumhuriyet öncesi dönemden bu yana siyasi niteliği ağır basan bir özellik taşır. Said-i Nursi'nin, Abdülhamit'ten Doğu Anadolu'da Kürtçe eğitim yapacak üç lise kurmasını ve bir teknik okul açmasını talep etmiş olması, tarikatın sosyo-politik kararlara katılma eğilimi konusunda ilk ipuçlarını vermektedir. Düşüncelerini Risale-i nurlarda toplayan ve Kuran'ı yorumlayarak, dinde kendi adını alacak bir yenileşme hareketini başlatan Nursi, cumhuriyet rejimi ile keskin anlaşmazlıklara düşmüş fakat rejime açıkça karşı çıkmaktan kaçınmıştır. Nursi, Batı ilmi ile Kuran arasındaki paralellikleri ortaya koyan ve Kuran'ın mucizevi içeriğini anlatan yorumları ile büyük ilgi görmüş ve İslamın yeniden canlanışı hareketinin lideri olmuştur. Yaşamındaki bazı olayları, mucizevi ve seçilmiş kişiliği ile bağlayarak anlatan müridleri sayesinde, efsanevi bir hüviyete bürünmüştür. Yaşamının önemli bir bölümünü Isparta'da geçiren Said-i Nursi, oradaki Nur öğrencilerine Isparta'dan çıkacak önemli bir kişiden bahsetmiş fakat adını vermemiştir. 1960 da ölümünden birkaç yıl sonra, Süleyman Demirel'in siyasete atılması ve Türk siyasal yaşamının önemli bir şahsiyeti haline gelmesi, Nursi'nin kehanetinin gerçekleşmesi şeklinde yorumlanarak, Nurcuların Demirel'e sempati ile yaklaşmalarına yol açmıştır. Demirel ise bu sempatiyi kaybetmemeye özen göstererek, Anadolu'da Nurcular'dan büyük destek görmüştür. Said-i Nıusi'yi yeni İslam yüzyılının müceddidi, yani müminlere hak yolunu gösteren kişisi olarak gören Nurcular, onun ölümünden sonra bölünmüşlerse de siyasal alandaki etkinliklerini devam ettirmeyi sürdürmüşlerdir. Bu bölünme sonrasında ortaya çıkan Nurcu gruplardan birisi, Yeni Asya Gazetesini yayınlayan Mehmet Kutlular liderliğindeki grup olmuştur. Dinci-milliyetçi çizgiyi benimseyen grup, Demirel'i açıkça desteklemiş ve zamanla siyasal sisteme entegre olmuştur. Bu uzlaşmacı tavrı kabullenemeyen ikinci bir grup ise, Dava adlı bir dergiyi yayınlayan Sıddık Dursun ve taraftarlarıdır. Bu grup, Yeni Asya Grubunu mevcut düzenle uyuşabilmek için Nursi'nin risalelerini tahrif etmek ve yine Nursi'nin Kürt kökenini gizleyerek milliyetçi kesimle uzlaşmacı bir tutum izlemekle suçlamışlardır. Yeni Asya Grubu ise 12 Eylül Askeri Darbesinden sonra ikiye bölünmüş; Mehmet Kırkıncı liderliğindeki grup, Kenan Evren yönetimindeki askeri yönetime destek verirken, Mehmet Fırıncı liderliğindekiler Said-i Nursi'nin radikal tavrına dönüş yapmışlardır. Siyasal İslamın önde gelen isimlerinden olan Fethullah Gülen ise, önceleri Nurcuların Yeni Asya Grubuna dahil olmuş, 1980'lerde Sıddık Dursun'dan ayrılmış daha sonra ise Türkiye'de liberal bir İslami hareketin öncüsü olmuştur. Gülen'in siyasetle ilişkisi, doğrudan değil, dolaylı biçimde devam etmektedir. Fethullah Gülen'in büyük gücü, eğitim alanında geliştirdiği model ve sunduğu hizmetle doğru orantılı bir artış göstermiştir. Büyüyen ekonomik gücüne paralel olarak açtığı okul ve dersane sayıları artmış, Turgut Özal ile aralarındaki büyük bağlılık, bu güç artışına olumlu etki yapmıştır. Gülen'in İslami çevrelerde artan itibarı, Tansu Çiller'i de Başbakanlığı döneminde (1994) onunla görüşmeye sevk etmiş, bu olay Fethullahçı çevrelerin DYP'ne siyasal desteği olarak yorumlanmıştır. Sahip olduğu medya kuruluşları (Zaman Gazetesi ve Samanyolu TV), diğer eğitim kuruluşlarının yanısıra faaliyete geçen Fatih Üniversitesi ve yakın zamanda açtığı İslami Finans Kurumu Asya, büyüyen maddi gücün en önemli simgeleridir. Bu maddi güç, İslami faaliyetlere önemli bir kaynak teşkil ederken, Gülen'in siyaset içindeki etkinliğini de artırmaktadır. Fethullah Gülen kendisini bir şeyh ya da siyasal İslami lider olarak tanıtmamaya özen gösterdiği halde Küçük Dünyam adı ile yayınlanan ve yaşamını anlatan ilk kitapta onunla ilgili kerametlere yer verilmektedir. Örneğin ilk Kabe ziyaretinde herkesi sokan sinekler onu sokmamakta, kaldığı evi kimse bilmediği halde bir sabah uyandığında yastığının üzerinde kendisine yazılmış ve Türkiye'den bir yakını tarafından gönderilmiş bir mektup bulmakta, şeytanın kendini öldürmesi yolundaki telkinlerine karşı çıkmakta, bir arkadaşının rüyası ile peygamberden mesaj alarak evlenmemektedir. Bu ifadeler tevazu kisvesi altında gizlenen bir yüceliğin anlatımı değil ise neden kitaplara aktarılmıştır? Fethullah Gülen'in bu olaganüstü vasıllarını kamuoyuna yansıtarak kerametlerin gücünden yarar sağlaması pekçok şeyhin kol gezdiği ülkemizde pek de yadırganacak bir tutum olmasa gerek. Fethullah Gülen'in bu hızlı yükselişi, Türkiye'de Siyasal İslamın yegane temsilcisi olan Refah Partisini ve onun lideri Erbakan'ı tek otorite olmaktan çıkarımış bulunmaktadır. Gülen, liberal bir İslami yaklaşımla Türk muhafazakarlarının manevi lideri ve İkinci cumhuriyetçilerin fikir babası konumuna gelmektedir. Farklı tarikatlarda yetişen Erbakan ile Gülen, siyasi bakımdan da farklı eğilimlere sahip görünmektedirler. Ancak yukarıda anlatılanlar ışığında, Türkiye'de dini geçerliliği tartışılır olmakla birlikte, siyasi iktidara oynayan tarikat liderlerinin ve İslami önderlerin, dinde bir yeniden diriliş hareketini doğrudan ve dolaylı olarak yaratmaktaki katkıları açıktır. İslami mücadelenin ülke çapında gelişip yayılmasında rolü olan kesimleri, yine bir İslami yazar, 1989 yılında yazdığı bir makalede şöyle anlatmaktadır: Bu çevreleri iki grupta mütalaa etmek gerekir: Birincisi islamcı aydınlar, ikincisi de Refah'a entegre edilmemiş bazı dini grup ve cemaatler. Ayrıca buna Refah dışında siyasal tercihleri bulunan ferd ferd geniş dindar kesimler de eklenmelidir. Bir hareketin büyüme istidadı taşıması, kamuoyunda böyle bir beklenti hasıl etmesi ona karşı olan tavırları derinden etkileyecektir. Böyle bir gelişme yani büyüme imajı, siyaseten bitaraf kişilerin katılımını hızlandıracağı gibi, ileride sağ liberal partileri destekleyen dini kesitleri de asgariden partiye karşı tarafsızlaştıracaktır. Gelişen bir hareketin karşısında durmanın izahı imkansız olduğu kadar, bunun vicdanlarda meydana getireceği baskı da giderek büyüyecektir...Bu bakımdan Refah hareketi, Türkiye'deki İslami taban ve tavırların bileşke iradesi biçiminde bir ekseni yakalayabilmelidir. (Ahmet Rıdvan; İslamcı Aydınlar ve Toplumsal Sorumluluk Şuuru, İstanbul, 1995, s.75) Bu görüşlerin ve özellikle de yaratılan büyüme imajının Refah Partisinin yükselişinde rol oynamadığı iddia edilemez. Türkiye'nin mevcut düzenine entegre olmuş bulunan İslamcı eğilimlerin yanısıra, Siyasal İslamın temel amacı olan İslam Devletine demokratik süreç içinde geçişi amaçlamayan militan İslami hareketler de mevcuttur. Bu hareketler, şeriatı silah zoru ile gerçekleştirmeyi yöntem olarak benimsemiş bulunmaktadırlar. İBDA-C ve Hizbullah örgütleri, bu hareketler içinde en önde olanlardır. İBDA-C, Büyük Federatif İslam Devleti amacına yönelik faaliyet göstermektedir. Bu örgütün teorik altyapısının oluşumunda Necip Fazıl Kısakürek'in büyük rolü olmuştur. İslami Devletlerin bir araya gelmesi ile kurulacak büyük ve birleşik İslam Devletini hedefleyen Büyük Doğu düşüncesi, Necip Fazıl tarafından 1940'larda ortaya atılmıştır. Örgütün şimdiki lideri ise, Kürt bir aileden gelen Salih Mirzabeyoğlu'dur. Örgütün terör eylemleri için kullandığı altgruplar içinde; İslami Kısas Kıtaları, İslami Kısas Timi, İslami Gerilla Ordusu, Öncü Birlikler vs. yer almaktadır. Hizbullah Hareketi ise Türkiye'de İran devriminden sonra örgütlenmiştir. 1980'den sonra ikiye bölünen hareketin birinci kolu, hedefe siyasal yoldan ulaşmayı hedefleyen Menzilcilerden oluşmuştur. Silahlı mücadeleyi, yani cihadı amaçlayan ikinci kol ise İlimciler adını almıştır. İlimcilerin amacı Güneydoğu Anadolu'da bir İslam Devleti kurmaktır. İlimciler, zamanla Menzilcileri silerek, hareketi silahlı eylem amacında bütünleştirmişlerdir. Böylece Türkiye Hizbullah aracılığı ile devrim ihracı modelini benimseyen İslam ülkelerinin de etki alanına girmiştir. İran İslam Devrimi ülkemizin bazı İslamcı teorisyenleri tarafından savunulması, hatta bu devrimle övünülmesi, geleceğe yakılan bir yeşil ışık olarak yorumlanmalıdır. Dinin devrimlerin nedeni olduğunu savunan bir İslamcı yazar İran Devrimini anlatırken şöyle diyor: Din kitleleri motive ediyor, halkın vicdanında ve ruhunun derinliklerinde yatan özgürlük ve adalet duygularına çarpıcı cevaplar veriyordu. Hem İran'da onbinlerce insanın canını ortaya koyarak gerçekieştirdiği İslam Devrimi'nin kendinden başka hiçbir ideoloji, doktrin veya siyasal felsefeye borcu yoktu... 78 yaşında yaşlı bir din adamının liderliğinde gerçekleşen devrim, diğer büyük devrimler gibi tutuşmuş bir ateş denizi gibi dalga dalga çevre ülkelere, oradan da bütün dünyaya yayıldı...İslam devrimi bir gerçeği daha somut olarak ortaya koydu: Bütün toplumsal hareketlerin gerçek hareket ettirici gücü elit sınıflar, okumuş aydın zümreler, sosyal bilimlerin geveze kuramcıları, toplumun öncülüğüne soyunmuş Jakobenci ceberrut kadrolar değil, halk yığınlarıdır. Kadınıyla, erkeğiyle, çocuğuyla, yaşlısıyla halk yığınları... İslam devrimine kadar yönetimlerin güçlü, orduların düzenli, sivil polisin teçhizatlı ve organizeli, uluslararası desteklerin sağlandığı ve modernleştirme politikalarının izlendiği ülkelerde devrimlerden söz edilemeyeceği, hatta bu sürece iyiden iyiye giren çağımız uluslarının sergilediği genel konjonktürde devrimler döneminin kapandığı yolunda yaygın bir inanç vardı. Bunun boş bir inanç olduğunu İslam Devrimi kanıtladı... Sarsılmaz sanılan bir rejim en güçlü döneminde ve uluslararası tam desteğe sahipken devrilmiş, din adamları, yığınların önüne düşüp cumhuriyet talep etmiş ve Batı sosyal bilimleri tarafından neredeyse müzelere kaldırılacak kadar ölü ilan edilen İslam, dini bir devrimi ateşleyip yeniden bütün dünyanın gündemine girmiştir...artık bundan sonra bir devrim ihtimalinden söz edilecekse, din olmadan devrim düşünülemeyecekti (Ali Bulaç; Din ve Modemizm, İstanbul 1995, s.245-248) İran devriminin ana stratejisi ve halk hareketinin devrimdeki büyük rolünün yanısıra Türkiye açısından son derece önemli olan ordu faktörüne de devrimin anlatımı içinde yer verilmiştir. Yazar öncelikle halk yığınları karşısında sanıldığının aksine asker faktörünün güçsüz ve çaresiz olduğu gerçeğinin altını çizmekte, daha sonra da İran'ın 500 bin kişilik ordusunun ayaklanan halk güçleri karşısında tutunamayıp dağıldığını anlatmakta ve devam etmektedir. (Age;s.249) Dağıldı, ama verdirdikleri zayiat da çok büyük oldu. İran'da devrim boyunca yüzbine yakın kişi hayatını kaybetti. Ama ordu ve gizli polis sonunda şunu anladı, milyonlarca insanı katlederek bir devrim bastırılamaz. Humeyni şu direktifi veriyordu: Askerleri göğüslerinden değil, kalplerinden vurun. Halk ve özellikle kadınlar direniş boyunca hep askerlere çiçek attılar ve sonunda halk çocuklarından başka bir şey olmayan askerler, halkın safhına geçtiler.(Age;s.249) Bu satırlar, Türkiye'de Siyasal İslamın silahlı eylem gruplarına şüphesiz ki büyük umut vermektedir. Devrim stratejisi ise halk-dini adamı-ordu bütünleşmesinden ibarettir. Siyasal İslamın bu strateji doğrultusundaki eylemleri içinde orduyu içeriden kuşatmak isteği, Türk milletinin hiç de yabancısı olmayan bir gerçektir. :::::::::::::::::::::::::::: Siyasal İslamın yükselişine karşı laik düşünceyi benimseyen çevrelerde görülen hassasiyetin ve oluşan tepkinin belki küçük bir bölümü bilinçlidir. Türk toplumunda inanç ve düşünce sistemlerinin derin bir incelemeye tabi tutularak değil, duygusal olarak kabul veya reddedilme eğilimi yaygındır. Atatürk'e duyulan sevgi ve modem dünyaya ayak uydurma hevesi, toplumda o derece baskındır ki, bu duygusal yöneliş içindeki kitleler için Siyasal İslam, Atatürk düşmanlığına ve geçmişe dönük bir yaşam modeline eş değerdir. Özellikle kadın haklarının kısıtlanması, başörtüsü, çember sakal gibi simgelerle bütünleşmiş bir korku, laikliğin savunusuna yol açmaktadır. Toplum, cumhuriyetten bu yana müslüman olduğuna inanarak fakat laik bir devlet düzeni içine yaşarken, aniden dinden dışlanmanın, Siyasal İslamı benimsemediği için dinsiz sayılmanın şaşkınlığını da yaşamaktadır. İslamiyeti, ahlak ve ibadet kurallarından ibaret bir din kabul ederek inananların yaşadıkları şokun temelinde, din konusundaki yetersiz bilgilenmenin yattığı ise, acı bir gerçektir. Yaşamakta olduğumuz dönemde yeni bir keşif süreci başlamıştır. Kendilerini doğduklarından beri müslüman olarak kabul edenler, şimdi mensup oldukları dinin ikinci yüzünü keşfetmeye ve resmi ideoloji taraftarları ile Siyasal İslam savunucuları arasından bir seçim yapmaya, kimin doğruyu söylediğini anlamaya zorlanmaktadırlar. Yıllardır bir kenara itilen Kuran ayetleri, İslamın hukuk normları, devlet düzeni artık Türkiye gündeminin öncelikli konusu haline gelmiştir. Arapça ezberlenen dualar, tutulan oruç, kılınan namaz hatta haç ziyaretleri müslüman olmaya yetmemektedir. Evlerin dolap üstlerine, en mutena yerlere konulan, saygı ile ele alınan, abdestsiz, başörtüsüz kapağı açılmayan, belli günlerde huşu içinde ancak anlamadan, düşünmeden okunan o Kutsal Kitap, Kuran bambaşka bir amaçla yaşama girmekte ve toplumun yıllar boyu oluşturduğu yaşam biçimine bir tehdit olarak karşılarına dikilmektedir. Oysa Kuran da değişen birşey yoktur. Tek değişim, onun getirdiği siyasal düzeni topluma sunan bir siyasal dini hareketin ortaya çıkmış olmasıdır. Siyasal İslam ve Kuran Şimdi Kuran'ın bazı özelliklerini ve Siyasal İslama kaynak teşkil eden bazı ayetleri kısaca inceleyelim: Kuran 6200 kadar ayetten oluşmuştur. Bunlar içinde 300 kadarı, İslamın siyasal yönünü belirleyen şer'i hükümleri ifade etmektedir. Bu hükümlerin belli bir toplum ya da zamanla kısıtlı olmadığı ise yine Kuran'da belirtilmiştir. Geçmişte ve gelecekte Kuran'ı batıl kılacak yoktur. Hakim ve övülmeye layık olan Allah katından indirilmiştir.(Kuran-ı Kerim; Fusillet/42) Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek kimse yoktur(Kuran-ı Kerim; En'am/34 ayetlerinden de açıkça anlaşılacağı gibi Allah'ın sözleri olarak kabul edilen Kuran ayetlerinin insan tarafından değiştirilmesi ya da yürürlükten kaldırılması mümkün değildir. Nitekim bir başka ayette Biz daha iyisini veya benzerini getirmedikçe bir ayeti yurülükten kaldırmaz veya ertelemeyiz(Kuran-ı Kerim; Bakara/106) denilerek, Kuram değiştirmek yetkisinin yalnızca Allah'a ait olduğu açıkça belirtilmiştir. Bu ayeti esas alarak yola çıkıldığında Kuran'daki bazı ayetlerin vahiy devam ettiği sırada yine vahiy aracılığıyla değiştirilmesi (nesh) mümkün görünmektedir. Zira Kuran, İslamın son din, Muhammedin de son peygamber olduğunu kesin bir dille söyleyerek, Tanrısal vahyin kapılarını İslam'la birlikte kapatmıştır. Bu koşullar altında bazı ayetlerin yine vahiy sırasında değiştirildiğini, yani nesh edildiğini kabul edenler olduğu gibi reddedenler de bulunmaktadır. Ancak peygamberin bu konuda hiçbir hadisinin bulunmaması ve değiştirildiği iddia edilen ayetlerin, yerine konulan ayetlerin daha önce mi yoksa daha sonra mı geldiğinin bilinmemesi nesih kapılarının çoğu yerde kapanmış olduğunu ortaya koymaktadır. Kaldı ki, bu değişikliklerin olduğu kabul edilse bile, bunların günümüzde sorun teşkil eden ayetleri kapsadığına ilişkin hiçbir yorum mevcut değildir. İslamın siyasal bir din olduğu, en açık biçimde Kuran'da görülmektedir. Çünkü Kuran yöneten-yönetilen ilişkisini, tarafları da ortaya koyarak açıkça belirlemiştir. Yönetilecek olanlar, İslam ümmeti, onları yöneten ise, Allah'tır. Ancak Allah'ın ümmeti doğrudan yönetmesi söz konusu olamayacağına göre, yönetim erki, Tanrısal iradeyi temsil eden Kuran aracılığıyla peygamber ve diğer yöneticilere devredilmektedir. Nitekim Resule itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur(Kuran-ı Kerim; Nisa suresi/80) ayeti de bunu doğrulamaktadır. Ayrıca peygamberin yönetme görevini nasıl yerine getireceği de belirtilmekte ve Onların aralarında Allah'ın indirdiği (Kuran) ile hükmet(Kuranı Kerim; Maide suresi/48) denilerek, İslam devletinin yönetim yasası Kuran olarak belirlenmektedir. Ümmete ise Kuran'a ve peygambere kayıtsız şartsız itaat etmek düşmektedir. Ahzab suresinin 36. ayetinde, Allah ve Resulü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşer denilmektedir. Böylece peygamber döneminde toplumun hem manevi, hem de siyasi önderi peygamberdir. Peygamberden sonra ise, Tanrısal iradenin temsilcisi olan Kuran, yönetimin hangi esaslara uygun olması gerektiğini belirleyen bir Anayasa olarak kabul edilmiştir. Ancak peygamberin siyasi önderliği onun vefatından sonra da etkinliğini sürdürmüş ve sözleri(hadisler), davranışları(sünnet), olaylar hakkında verdiği toplumsal kararlar, buna tanık olanların da sahitliği ile İslami yönetimin ve İslam hukukunun temel yol göstericileri olmuştur. İslamda Demokrasi Tartışması Dinle ilgili tartışmaların en can alıcısı dinin demokrasi ile bağdaştırılmaya çalışılmasından kaynaklanmaktadır. Demokrasi bir yönetim biçimidir. Yöneten ve yönetilen ilişkisinin halka verildiği ve yöneticinin değiştirilmesi yetkisinin halkta bulunduğu bu yönetim biçiminde halkın iradesi en üstün irade olarak kabul edilmektedir. Halkın yöneticilerini seçme hakkı kadar önemli olan bir diğer husus, bu seçimde aralarında tercih yapabileceği çeşitli seçeneklere sahip bulunmasıdır. Seçeneklerin bulunmadığı bir sistemde, salt seçme yetkisinin kullanılması fazla bir anlam ifade etmekten uzaktır. O halde çok partili siyasi sistemler, demokrasi bakımından yadsınamaz bir zorunluluk olmaktadır. Yine demokrasi, ancak bir hukuk devletinde yaşama geçirilebileceği için, hukukun üstünlüğü ilkesi, vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Ancak hukukun vasıtaları olan yasalar, zamana, koşullara, toplumun ihtiyaç ve gelişimine uygun olarak yenilenmeye ihtiyaç gösterirler. Hiçbir hukuk normu ebediyyen kalıcı ve değişmez olarak yorumlanamaz. Toplumun gelişimine paralel olarak hukuk da kendini yenilemekte ve gelişimini sürdürmektedir. Demokrasi, yalnızca seçme ve seçilme fonksiyonlarının icra edildiği bir yönetim biçimi değildir. Bireyin yaşamının hemen her aşamasında kendini belli eden, özgür düşünceyi, tartışmayı, sorgulamayı da beraberinde getiren bir yaşam tarzıdır. Diğer bir ifade ile demokrasi bireyin her alandaki uygulamayı tartışma, sorgulama, eleştirme, alternatif yöntem üretme gibi aktif katılımını gerektiren bir yaşam biçimini de beraberinde getirmektedir. Bu katılım bireysel olabileceği gibi örgütlü de olabilmektedir. Bu ana ilkelerden hareketle siyasal sistem getiren hiçbir dinin demokratik bir toplumsal düzene izin vermesi mümkün görünmemektedir. Zira dinlerin özünü teşkil eden Tanrısal vahiy sistemi ve onun anayasası olan Kutsal Kitaplar, Tanrı sözü olarak kabul edilmekte ve yönetme erkini Tanrı'ya ve O'nun seçtiklerine devretmektedirler. Tanrı'nın anayasası olan kutsal kitapların karşısına hukuk devletinin yasalarını çıkarmak, Tanrısal irade yerine halkın iradesini ikame etmek, siyasal sistem getiren dinlere inananlar için kabul görebilecek yaklaşımlar olmamaktadır. Kuran, yönetimin hangi esaslarla yapılacağını Maide suresinin 48. ayetinde açıkça belirtmektedir. Allah'ın indirdiği ile hükmet dedikten sonra, sizden herbiriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik diyerek yönetimin Allah'ın kitabındaki esaslara kayıtsız şartsız uyma zorunluluğundan söz etmektedir. Yönetim esasları, Peygamber için de bağlayıcı olmakta, Kuran, Peygamberin de yönetimini Kuran esaslarına uygun yapma zorunluluğunu açıkça ifade etmektedir. Aynı surenin 49. ayeti Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet, onların keyiflerine uyma ve onların Allah'ın indirdiği şeylerin bir kısmından seni şaşırtmalarından sakın ifadesi, Peygamberin, yönetme erkini, Kuranın esasları doğrultusunda kullanmak zorunluluğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla demokraside yönetim, meşruiyetini halkın iradesinden alırken, İslam Devletine yönetim meşruiyetini İlahi hükümleri hayata geçireceğine dair verdiği taahhütten ve bu taahhütleri harfiyyen yerine getirmekten alır. İlahi hükümlere riayet etmeyen her yönetim gayr-i meşrudur, Şeriata aykırıdır.(Ali Bulaç; Modern Ulus Devlet; İstanbul, 1995, s.151) Demokrasinin, insanın Tanrı karşısında mutlak özgürlük ve bağımsızlığını öngören bir rejim olarak kabulü halinde ise Tanrısız bir rejim olduğu(age, s.l02), yine İslamcıların iddiaları arasında yer almaktadır. Bu koşullarda demokrasi, Siyasal İslamcılarca, Tanrı'ya inanmayanların rejimi olarak tanımlanmış olmaktadır. Günümüzün bazı İslamcı ideologları, Kuran'ın siyasal sistemini yorumlarken tevhid ilkesinin yol gösterici bir kriter olarak alınmasını gerekli görmektedirler. Bu ilkeye göre tüm varlık alemi tek bir güce, Allah'a boyun eğmiştir. Bu sebeple her alanda O'na teslim olmak gereklidir. Sosyal, siyasal, ekonomik yaşamın insan iradesinin ürünü olan objektif yasalara ve kurumlara terkedilmesi ise Allah'a şirk koşmaktır. Tevhid ilkesine göre gücünü ve meşruiyetini kendisinden alan dünyevi bir iktidar düşünülemez. Ancak kaynağını Kuran'dan alan siyasal proje sadece müslümanlar için bağlayıcıdır, dolayısıyla İslam, sadece müslümanlar için ve müslüman blokla sınırlı olarak totaliter özellikler taşır. (age, s.152) Demokrasinin temel şartları arasında yer alan çoğulculuk ilkesi de aynı prensipten hareketle, kabulü imkansız bir ilkedir. Zira Tanrının vahyine dayanan bir siyasal sisteme alternatif öneren siyasal partiler peşinen, inançsız, imansız ve kafir olarak adlandırılacaklardır. Nitekim İBDA'nın Ulu Mimarı olarak adlandırılan Salih Muzabeyoğlu, bu konuyu kendi yayın organı olan Akademya Dergisinde şöyle anlatıyor: İslami Devlet biçimi içinde hakimiyetin kaynağı ve kullanılması, kafirlerin vehmettiği gibi havada ve mücerret bir kavram değildir...Hakimiyet Hakkındır düsturu, hem hakimiyetin kaynağını, hem de hakimiyet -Allah'ın ve Resulü'nün rızasına uygun davranan ümmet tarafından- kullanılmasını, hem de iktidar olarak tecellisini apaçık çerçevelemektedir. Hakimiyetin ümmet olarak kullanılmasının, kafirlerin halk hakimiyeti veya millet hakimiyeti diye belirlediği hususla hiçbir alakası yoktur. Hakimiyetin kaynağı ahali değil. Allah'ın ve Resulü'nün belirlediği emirler manzumesidir....Allah'ın ve Resulü'nün emirlerine tabi olanlar, yani müslümanlar, Allah'ın halifeleridir... Kafirler ise, Allah'ın hakimiyetine ve tabii ki müslümanların hakimiyetine tabi olanlardır...Kafirle bir arada yaşamak, ancak İslam şemsiyesinin altında ona yer göstermekle mümkündür. Herhangi bir laik-demokratik şemsiyeyi kabul ederek, onun altında kafirle yaşamak değil. Zaten bu şekil, küfrün hakimiyeti ve müslümanların mahkumiyetinin görüntüsüdür. (Akademya Dergisi, İstanbul, Ocak 1997, s.9-10) Bu ifadelerin de açıkça ortaya koyduğu gibi, Kuran dışı yönetime taraf olanlar kafir olmakta ve onlarla birlikte yaşamak, ancak onlara hükmetme kaydı ile uygun görülmektedir. Bu koşullar altında İslam Devletinin laik anlayışa dayalı siyasi oluşumlara izin vermesi mümkün görülmemektedir. Demokrasilerdeki hukukun üstünlüğü ilkesi ise Tanrısal vahiy tarafından ortaya konulan hukuk normları karşısında geçersizdir. Tanrısal vahiy, değişmez hukuk ilkelerini açıkça belirtmiştir. Bu ilkeler aile hukuku, ceza hukuku, miras hukuku, borçlar hukuku vs. gibi alanlarda açık hükümler getirmektedir. Üstelik geçerlilik süreleri de belli bir zaman dilimi ya da toplumla sınırlı değildir. Bu koşullarda devletin zamana ve koşullara göre değişen hukuk normlarının, kesin, değişmez ve tüm insanlığı bağlayıcı olması amaçlanan dini hukuk normları ile kıyaslanması dahi mümkün değildir. Kaldı ki İslam'da bile yönetim veya devleti ne de devlet başkanı hukuku meydana getiremez; tam aksine devleti ve başkanı var kılan hukuktur. Hem devletin ve hem de devlet başkanının görevi, kendisinin de bağlı olduğu İlahi Hukuku korumak, desteklemek ve devamını sağlamaktır.(age, s.151) Siyasal İslamcıların şeriattan taviz vermemek yolundaki kararlılıkları son derece açıktır. Kuran'daki şeri hükümlerin, çağın gereklerine uygun olup, olmaması tamamiyle tartışma dışıdır. Bu konudaki görüşlere bir küçük örnek, Milli Gazetenin yazarlarından Abdullah Altay'ın Kalem'inden geliyor. Şeriat Dersleri başlıklı yazıda Altay şöyle diyor: Önce Ceza Hukukundan başlayalım: Herşeyi bilen, geçmiş ve geleceğe hakim olan, insanları ve onların ruhlarını yaratan Allah'ın ceza hukuku diyor ki: Ey iman edenler! Öldürülen insanlar hakkında size kısas farz kılındı. (Bakara 178. ayetten) Hem sizin için kısasta hayat vardır. Ey akıl sahipleri, umulur ki (haksız yere adam öldürmekten ) korunursunuz (Bakara 179). Kısasta hayat vardır ifadesine dikkat edilsin... İnsanı yoktan vareden Allah, bir katil bir Müslümanı taammüden öldürürse, o katilin kısas edilmesini emrediyor...İşte bu kısas can emniyetini muhafaza ediyor. Bu gerçeği anlamak için Türkiye'ye ve dünyaya bir bakalım. İnsan hayatının hiçbir kıymeti yok... Adi cinayetler, terör, anarşi, siyasi cinayetler hergün rastlanılan olağanüstü hadiseler haline gelmiş...Amerika'nın bazı eyaletlerinde insanlar güneş battıktan sonra sokağa çıkamıyorlar...Cinayetlerin önü alınmıyor. Hapisaneler tıklım tıklım dolu...Katiller hapisanelere sığmıyor. Neden? Çünkü ilahi sosyal şeriatın ceza hukukunun kısas maddesi kaldırılmış. Beşeri sosyal şeratın maktulü değil, katili koruyan hapis cezaları uygulanmaya konulmuş....Peki kısas uygulansaydı ne olacaktı? Bir katil öldürülecekti. Binlerce cinayet planı kursaklarda kalacak, yüzbinlerce hayat kurtulacaktı.(Milli Gazete, 26 Şubat.l997) Kısacası Altay, öldüreni öldür emrinin Tanrı'nın buyruğu olduğunu ve bunun yapılmaması sonucunda cinayetlerin arttığını anlatıyor. Demek ki Türkiye'de Şeriat devleti kurulsa, Altay, eline silahı alıp, Kuran'ın hükmünü yerine getiriyorum diye, katil zanlısını vuracak ve bunu da Allah'ın emri kabul edecektir. Bu eylem, yazarın Kuran'dan çıkardığı kendi yorumu mudur, yoksa gerçekten Kuran, kesin bir biçimde kısas emri mi veriyor? Yazarın referans verdiği, Bakara suresinin 178. ayetinin ilk satırıdır. Her nedense, ayetin devamı dikkate alınmamış ve yazarın gönlündeki arzuya uygun bir yorum için ayet kullanılmıştır. Oysa ayetin bütününde aynen şöyle denmektedir. Ey inananlar, öldürmede kısas size farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Ama kim (yani katil, ölenin) kardeşi tarafından affedilirse, o zaman (affedenin örfe göre) uygun olanı yapması (uygun diyeti istemesi, affedileninde) güzelce onu ödemesi gerekir. Bu Rabb'iniz tarafından bir hafifletme ve acımadır. Kim bundan sonra saldırıya kalkarsa artık onun için acı bir azap vardır. Demek ki Kuran, kısası farz kılmakla birlikte affedilmeye de imkan tanımakta hatta affetmenin koşulu olarak da diyet ödenmesini şart koşmaktadır. O halde, yazarın ifade ettiği gibi, kısasın kalkması, dünyada ahlakın yozlaşmasının sebebi olarak gösterilemez. Ancak burada dikkat çekilmesi gereken çok daha önemli bir durum söz konusudur. Bu da Kuran'ı yorumlamada ortaya çıkan farklılıktır. Kuran'ı Abdullah Altay gibi yorumlayanlarla, diyet ödeyerek katili affetmek şeklinde yorumlayanlar bulunduğu sürece gerçek adalet nasıl sağlanacaktır? Kuran adam öldürmenin karşılığında verilecek olan cezayı net bir biçimde belirlememiş, çeşitli seçenekler sunarak, kararı kişiye bırakmıştır. İşte beşeri hukukla, şeri hukuk arasında objektivite bakımından varolan bu büyük farklılığı görerek, şeri hukuku istemek, bireysel iradeyi objektif hukuk ilkelerinin önüne geçirmeyi seçmektir. Tanrısal vahyi esas alan bir yönetimin, tartışılması, eleştirilmesi, bu yönetime alternatif modeller üretilmesi, kısaca bireysel ve örgütsel olarak düşünce ve ifade özgürlüğünün kullanılmasına izin verilmesi de bir din devletinin kabul edebileceği yöntem olmaktan çak uzaktır. Dini inancın daha önce de belirtildiği gibi tartışılmaz ve dogmatik oluşu, inananların bu alanda özgür düşünce anlayışını sınırlamalarını kendi mantığı içinde doğru kılmaktadır. İslam dininde varolan hoşgörü ve vicdan özgürlüğünün, İslam devleti olgusu ile karıştırılmaması gerekir. Çünkü İslam'da tanınan vicdan özgürlüğü, bireyseldir. İslam devletinde yaşayan fakat İslamı kabul etmeyen diğer dinlerin inananlarına, inançları konusunda baskı yapılmaması ve dinde zorlamanın olmaması, bireysel inanç ve vicdan özgürlüğü anlamına gelir. Ancak bir İslam devletinde, İslami kurallara aykırı, örgütlü bir siyasal hareketin kabul görmesi ve çoğulcu demokrasi içinde bu harekete siyasal özgürlük tanınması mümkün değildir. Kaldı ki ümmetin vicdan özgürlüğünün sınırları da tartışmaya açıktır. Örneğin Ali-İmran suresinin 85. ayetinde, Kim İslamdan başka bir din ararsa ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette kaybedenlerden olacaktır. denilerek, İslamı kabul edenlerin vicdan özgürlüğü ahiret yaşamına ilişkin tehditlerle sınırlandırılmıştır. Yine aynı surenin 3. ve 4. ayetlerinde de Allah'ın ayetlerini (Kuran'ı) inkar edenler için mutlaka çetin bir azap vardır. Allah daima üstündür ve öc alandır denilmek suretiyle, vicdan özgürlüğüne ciddi bir sınırlama getirilmiştir. Bakara suresi 217. ayetteki Sizden kim dininden döner ve kafir olarak ölürse, işte onların bütün yaptıkları dünyada da ahirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateş halkıdır, orada ebedi kalacaklardır. ifadesi bu konudaki özgürlüğün sınırını ortaya koymaktadır. Zira gerçek anlamda bir vicdan özgürlüğü, inanmak kadar inanmamakta da özgür olmayı gerektirir. Kaldı ki Kuran, inanmamanın cezasını sadece ahiret yaşamına da bırakmamıştır. Enfal suresinin 59-61. ayetlerinde, İnkar edenler geçtiklerini sanmasınlar. Onlar bizi aciz bırakmazlar. Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp, beslenen atlar hazırlayın. Bununla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka bilmediğiniz, Allah'ın bildiği düşman kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız tam olarak size ödenir, hiç haksızlığa uğratılmazsınız. denilerek, inanmamanın cezasını verme görevini inananlara yüklemiştir. Tevbe suresinin 5. ayetinde ise Haram aylar çıkınca Allah'a ortak koşanları nerede bulursanız öldürün; onları yakalayın, hapsedin ve her gözetleme yerinde oturup, onları bekleyin. diyerek, inanmamanın cezasını ölüm olarak tescil etmiştir. Bu ve benzeri pekçok ayet İslamın yayılma dönemi içinde gelmiş ve dine karşı çıkanlar için açıkça öldürme emri vermiştir. Bakara suresi 191. ayetinde de Onları nerede bulursanız öldürün, onların sizi çıkardıkları yerden (Mekke'den) siz de onları çıkarın. Fitne çıkarmak, adam öldürmekten daha kötüdür... denilerek, din uğruna adam öldürmek adeta kutsallaştırılmıştır. Aynı surenin 218. ayeti, Onlar ki inandılar, göç ettiler, Allah yolunda savaştılar; işte onlar Allah'ın rahmetini umarlar diyerek, bu kutsallığı teyid etmektedir. Cihad, İslam'da farzdır. Amacı ise dini yaymaktır. Dini yaymanın elbetki silahlı mücadele dışında yolları da vardır. Silahlı mücadele, dini kabulde direnenlere uygulanacak bir yöntemdir. İslam tarihi içinde de uygulama bu yönde olmuştur. Günümüzde Siyasal İslamcı radikal unsurlar, dini kabulde direniş gösterenlerin, Türk toplumu içinde bulunduğu inancındadırlar. Bunlar, kendilerine İslam dışı bir din icad etmiş bulunan laiklerdir, O halde, bugün için önemli olan bu ayetlerin Kutsal Kitaba hangi koşullarda konulduğu, geçmişte nasıl yorumlandığı değil, siyasi güce din aracılığı ile ulaşmak isteyenlerce nasıl kullanılacağıdır. Kendini dini mücahid kabul eden Allah adına savaşma yetkisini kendinde bulan ve Kuran'a tam olarak uymayı en kutsal görev sayanlar, bu emirleri 1400 yıl öncesi için değil, süresiz olarak doğru ve geçerli emirler olarak kabul etmektedirler. Bu kabulden dolayıdır ki, İBDA-C ve Hizbullah gibi örgütler, silahlı eylemlerini Tanrısal vahyin gereği olarak kabul etmekte ve kutsal bir görev ifa ettikleri inancı ile canlarını Allah yoluna adayarak dine düşman saydıkları aydın ve Atatürkçü insanların yaşamlarına son vermektedirler. Dinin cihad emrini, din uğruna yapılacak her türlü mücadele olarak kabul eden Siyasal İslamcılar bu düşüncelerini kamu oyuna kendi yayın organları ile de duyurmaktadırlar. İşte 30 Ocak 1997 tarihli Akit Gazetesinden bir manşet: İbadetlerin En Büyüğü: Cihad Bu manşetin altında Prof. Dr. Ali Özek'le yapılan bir röportaj yer alıyor. İslam İnanç Sistemini anlatan bir alt başlık altında Ali Özek şöyle diyor: Her sistemin kendisine karşı olan sistemlerle yapacağı mücadeleyi değerlendiren bir prensibi vardır. İslamın bu prensibine veya nizamına Cihad denilmiştir. Bu itibarla cihad vazifesini ihmal eden her Müslüman, bunun dışında ne kadar hayır ve hasenatta bulunursa bulunsun yine de İslami vazifesini noksan yapıyor demektir. Yazının ileriki bölümlerinde İslam'da cihadın iki anlamı üzerinde durulmaktadır. İlk anlamı nefisle cihad olarak açıklanmakta ve bunun nefsi terbiye anlamına geldiği ve esas büyük cihadın da bu olduğu ifade edilmektedir. İkinci cihad ise küçük cihad olarak adlandırılıp, cephede düşmanla savaşmak olarak tanımlanmaktadır. Türkiye savaşta olmadığına göre, bu küçük cihadın şu anda önemi olmadığı düşünülebilir. Ancak Siyasal İslam, kendini böyle bir mücadelenin içinde görmüş olmalı ki, yazının devamında küçük cihadın boyutları anlatılmaktadır. İslamiyet yalnız belli ibadetleri yapmak, sonra da yan gelip yatmak değildir. Hakiki Müslümanlık, icap ederse bize Müslümanlığı getiren Peygamberimizin ve onun ashabının çektiği sıkıntıları çekmek, icabında dövülmek, kovulmak, hatta ölmek, fakat vatan ve millet uğruna doğruyu ve hakkı müdafaadan asla vazgeçmemektir. Allah Teala Kıyamet gününde huzura varan kuluna, Cihad vazifesini yaptın mı? Allah'ın dini İslamı muarızlarına karşı müdafaa ettin mi? Bu uğurda ne gibi eziyetlere ve fedakarlıklara katlandın? diye sorarsa, her Müslüman ne cevap vereceğini şimdiden düşünmelidir. Yazının ilerleyen bölümünde, cihadın anlamına daha da açıklık getiren ayetlere yer verilmektedir. Prof. Özek, Şüphesiz Allah Teala, müminlerden Allah yolunda (din uğruna) savaşan, öldüren, öldürülenlerin canlarını ve mallarını, mukabilinde -onlaraCennet'i vermek suretiyle satın aldı. Allah, bunu Tevrat, İncil ve Kuran'da kati olarak taahhüt etmiştir. Allah'tan başka kim taahhüdünü noksansız yerine getirir. O halde yapmış olduğunuz savaştan size müjdeler olsun. İşte büyük kazanç budur.(Tevbe/111) Bu ayette Allah yolunda cihad edenlere Cennet vaad olunmak suretiyle, İslam'ın en büyük rüknü olan cihadın mana ve ehemmiyeti tam olarak belirtilmiştir. diyerek cihad konusundaki İslami yoruma açıklık kazandırmaktadır. Cihad çığlıkları ve intikam yeminlerine bir başka örnek de radikal islamcıların bir diğer yayın organı olan Cuma Dergisinde şu satırlarla dile getiriliyor: Müslüman olarak bizlerin hem namusumuza kastederler, hem ibadet ettirmezler, hem de kendi topraklarında esir hayatını, yani Müslüman kanı akıtılarak kazanılmış topraklarda esir gibi yaşatırlar. Bizler artık dinimizi ve topraklarımızı bu pis, necis, soysuz satılmışlardan kurtarmalıyız. Onlara karşı tek yumruk haline gelmeliyiz. Onların o ilkel ve sadist kafalarını koparmadıkça dinim, Şehit kanlarıyla sulanmış bu mukaddes topraklarda esir olmaya devam edecektir....Biz Müslümanlar; biz de dinimizi ve namusumuzu koruyacağız. Çünkü, Kuran-ı Kerim bizlere şehitliği müjdeliyor. Peygamberlikten sonra gelen mübarek makamı...Cihad farzdır. Cihad edelim, birleşelim. Uykudan uyanalım.(Cuma dergisi; 21-27 Şubat 1997, s.40.) Bu ifadeler, baştan beri yazılanları doğrulayan açık bir kanıttır. Yukarıdaki ifadeler, cihad için bir inançsız tarafın olması gerektiğini ortaya koymaktadır. Zira savaş, Allah yolunda yapılacağına göre, düşman tarafın, Allah'ı ve dini inkarı gerekmektedir. Oysa ülkemizde halk, müslüman ve inançlıdır. O halde bu savaşın, karşı tarafı yoktur. Ne var ki bu görüş, bir kesim Siyasal İslamcılarca kabul görmemektedir. Onlara göre savaşılması gereken taraf, laiklerdir. 1 Şubat 1997 tarihli Akit Gazetesinde yazar Faruk Köse, Laik olanın Müslüman olması mümkün değildir... Bir kimse laik ise Müslüman değildir, Müslüman ise laik değildir. demektedir. Bu yaklaşım, oldukça geniş kabul görmekte ve cihadın ikinci tarafını da belirlemektedir. Yine aynı gazetenin 30 Ocak 1997 tarihli nüshasında Yaşar Kaplan, Hainlere Geçit Yok başlıklı yazısında, Türkiye'de faşist, ateist, Kemalist çeteler suyun başını tutmuşlar diyerek, düşman cepheyi daha açık biçimde ifade etmekte ve Şimdi halkımızın bu ihanete karşı bir hareket başlatması gerekir. Aydın-halk elele vererek ülkenin geleceği için seslerimizi yükseltmemiz gerekir. Milletlerin, milli bir şahlanış olmadan, büyük badireleri atlatması mümkün değildir. Bugün milli bir şahlanış başlatma günüdür. Meydanlara inmeye, şimdilik ihtiyaç yoktur diye düşünebiliriz, ama hiç değilse elimizdeki medya platformlarını bu amaçla kullanalım istiyoruz. Haydi platformlara... Hainlere geçit yok ! diye haykıralım.... Bu ihanete karşı birleşik cephe oluşturalım ve sesimizi yükseltelim.: İhanete geçit yok! Bu ayırımcı anlayışın Siyasal İslamcılarca kabulü halinde, İslam'ın demokrasiye açık olduğunu iddia etmek nasıl mümkün olabilir? Zira sistem kendine düşman kabul ettiği kitlelere kendilerini ifade etme özgürlüğü vermeyecektir. Siyasal İslamcıların hayallerini süsleyen yönetim tarzının özgürlüklerden ne kadar uzak olduğunu, yine kendi kalemlerinden okuyalım. Akit Gazetesi yazarlarından Mustafa Kaplan yazıyor: Benim hayal dünyamın görüntüsü ile 2017 senesi şöyle boy gösteriyor: Bütün İslam alemindeki rejimler tarümar olmuş, birkaç tanesi hariç hemen hepsi halifelik sancağı altında tek devlet olmuşlar. Kalan birkaçı da aynı ideal için kaynayıp duruyor. Şeriat-ı garra her köşeye hakim olmuş. Kuran-ı Kerimin sosyal hayata bakan bütün emirleri eksiksiz tatbik ediliyor. El kesme cezası hırsızlığa, recm cezası zinayı kökten kaldırmış. Kadınlar zaruret olmadan sokağa çıkmıyor, çıkanlar da çarşaflarını, peçelerini edeple takıyorlar. Resim ve heykel diye birşey yok. İnançsızlar sanki yer yarılmış da içine girmişler. Sosyal adalet bütünüyle temin edilmiş. Yirmi sene önce mangalda kül bırakmayan şeriat düşmanlarının çoğu Cehenneme yollanmış, kalan bir ikisi de camilerin en ön safında yer tutmuş, hepsinin çocukları İslam mücahidi olmuşlar. Tek vücut olan İslam alemi Hz. Mehdinin riyaseti altında huzura kavuşmuş, dünyanın öbür yakasını hizaya getirme hazırlıklarına başlamışlar. Hz.İsa da aynı maksat için çalışıyor. (Akit Gazetesi; 12.Mart.1997) Bu hayaller, Siyasal İslamcıların kurmayı amaçladıkları sistem hakkında bilgilenmek isteyenlere ışık tutucudur. İnsan haklarını, çağdaşlığı, özgürlüğü yok eden bir sistemin hayalini kuranların, buna demokrasiyi alet etmeyi amaçladıkları son derece açıktır. Peygamberden sonraki dört halifenin seçimini, İslamın demokrasiye açık bir din olduğu şeklinde yorumlamak ise çok zordur. Zira toplumda temsil edilen görüş ve inançların din odaklı bir seçicilik içinde halkın oyuna sunulması halinde, gerçek bir demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Örneğin bir İslam devletinde birden çok siyasi parti bulunsa bile, bu siyasi partilerin hepsinin İslam devleti ilkelerini yaşama geçirmek istemeleri durumunda demokrasiden söz edilemez. İslam'da yönetilenlerin özgür iradeleriyle ehil olan kimseleri yönetici olarak seçmesi ve onlarla hukuki bir sözleşme (Biat) aktedmesini ya da işlerin Şura ile yürütülmesini demokrasi olarak nitelemek de mümkün değildir. Zira demokrasi farklı düşünce ve inançlara da temsil edilme, seçilme ve yönetme hakkı veren bir sistemdir. Bir İslam devletinde, halkı dini esaslara göre yönetmeye talip olan bir partinin yanısıra, din ve devlet işlerini birbirinden ayıran, laik devlet anlayışına sahip bir siyasi parti de kurulabiliyorsa, demokrasiden söz edilebilir. Ancak tüm siyasal rejimler gibi, İslam devleti de kendi varlığını korumayı öncelikli hedef olarak alacağından, laik, demokratik bir devlet anlayışına izin vermeyi doğal olarak kabul etmeyecektir. Kaldı ki bir demokrasi örneği gibi takdim edilen halife seçimlerinde, bu seçime halkın bütünü katılmamıştır. Halifeyi başkentte oturan, ileri gelenler seçmiş, biat ise diğer yerleşim merkezlerinden alınmıştır.(Ali Bulaç; Modern Ulus Devlet, age. s.211) Dolayısıyle halkın iradesi, sandığa yansımamıştır. Öte yandan seçilen halifenin iktidar süresi belirlenmemiş ve halifeler kaydı hayat şart ile yönetimde kalmışlardır. Hatta hukuku ihlal eden, baskı ve şiddete başvuran halifelerin bile hangi yöntemle azledileceği belli olmadığı için halkın halife ile gelen iktidarı değiştirmesi için kılıca başvurması gerekmiştir. Zaman içinde hilafet, saltanatla bütünleşmiş, dini önderlik babadan oğula geçmeye başlamış, ve biyoloji kanunları, Allah'ın gücünü arkasına alarak ümmeti yönetme hakkını tayin eder olmuştur. Günümüzde ise Din Devletine alkış tutanların ve iktidar hırslarını Allah'ın gücünü arkalarına alarak tatmine çalışanların, bu yönetim erkinin kendilerine hangi kutsal vahiy ile devredildiğini açıklamaları gerekmektedir. Kuran'ı çağdaş dünyanın tüm ihtiyaçlarına cevap veren bir Kutsal Kitap olarak kabul etmek mümkün müdür? Bazı İslam bilginleri bu konuda büyük gayret içindedirler. Bu gayret öylesine büyüktür ki, yapılan Kuran yorumları adeta yeni bir din yatratmaya eşdeğer hale getirilmektedir. Buna karşı çıkan radikal İslamcı kesim ise dini çarpıtmaya çalışanları ağır bir dille eleştirmektedir. İşte bu keskin, eleştirilere bir örnek: Abdurrahman Dilipak Sizi Allah ve Kuran ile Aldatmasınlar başlıklı yazısında (Akit Gazetesi; 6.Şubat.l997) şöyle yazıyor İslam adına hümanist, rasyonalist, pragmatist bir din icad etmek isteyenlere dikkat etmek gerek. Kuran'daki İslam talebini alkışlıyorum, destekliyorum, övünüyorum, ama bunu istismar etmek isteyenlere karşı da dikkatli ve duyarlı olmak zorundayız. Kuran'daki İslam, laikleştirilmiş İslam değildir. Kuran'ı açıp okuyunuz. Kuran'ın her hükmüne tabiyiz. Değil bir ayetini, bir harfini inkar eden dinden çıkar. Kurandaki ayetleri günün koşullarına göre yorumlayarak, dini çağa uydurma yolundaki gayretlere gösterilen büyük tepki, gücünü Kuran'dan almaktadır. Kuran'ın Ali-İmran suresinin 7. ayeti, Kuran ayetlerini muhkem(açık anlamlı) ve çeşitli anlamlar taşıyan ayetler olarak ikiye ayırmaktadır. Muhkem ayetlerin kitabın anası olduğu belirtildikten sonra, yoruma açık, gizli ve çeşitli anlam taşıyan ayetlerin fitne çıkarmak isteyenler tarafından kullanılacağına işaret edilmektedir. Aynı ayet oysa onun tevitini Allah'tan başkası bilmez. İlimde ileri gidenler: Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır derler. Aklı selim sahiplerinden başkası düşünüp, anlayamaz diyerek, bu ayetlerin yorumu ile ilgili sınırlamalar getirmiştir. Kaldı ki En'am suresinin 38. ayeti, Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır. diyerek, her türlü bilginin Kuran'da var olduğunu, insanın buna ilave bir bilgi getirmesine gerek olmadığını anlatmaktadır. Diğer bir ifade ile, dinin ana esasları ve insanlık için gerekli tüm bilgiler Kuran'da mevcuttur. Bu nedenle fitne yaratabilecek yorumlar yapmanın ve Kuran ayetlerine dinin özü ile çelişkiye düşecek biçimde ilavelerde bulunmanın kapıları kapatılmış, bu tarz yorumlar ise ilim ve akıl dışı ilan edilmiştir. Bu zihinsel şartlandırılma içinde, dinin değişik boyutlarda tartışılmasının da önü tıkanarak, tek tip düşünme yöntemi empoze edilmiştir. Ancak Kuran'ın gelişen toplumun her türlü ihtiyacına cevap vermediği, yine İslam tarihinde açıkça görülmektedir. Bu konuda ilk ciddi kriz, peygamberin ölümünden sonra yaşanmıştır. Kuran'da halifelerin hangi yolla seçileceğine ilişkin bir hükmün bulunmaması ve Peygamberin de bu konuya ilişkin bir vasiyetinin olmaması, halife seçiminde uygulanacak yöntem konusunda büyük tereddütler yaratmıştır. Bu tereddütler, İslam dünyasındaki siyasal ayrılıkların da temelini atmıştır. Kuran'ın bu konuda her hangi bir hüküm getirmemesi neden önemlidir? Kuran yönetme erkinin Allah'a ve O'nun seçtiklerine ait olduğunu belirlemekle birlikte, peygamberden sonra, O'nun seçtiklerinin hangi esaslara göre tayin edileceğini açıklamamıştır. Ortada bu göreve layık birden fazla adayın olması, herşeyi Kuran'a göre yapmaya alışan sahabe için, önemli bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Medine'de siyasal etkinliği olan iki büyük grubun mevcudiyeti, bunlardan Ensar'ın (Medine'li Müslümanlar) aday olarak Hazreç kabilesinin önde gelenlerinden Sad bin Ubade'yi aday göstermelerine, buna karşılık Mekke'den Medine'ye Peygamberle göç eden ve ilk müslümanlar olarak bilinen grubun da kendi içlerinde Ali ve Ebu Bekir'in adaylığı konusunda bölünmelerine yol açmıştır. Seçim, şehrin ileri gelenlerince yapılmış, Ebu Bekir Halife seçilmiş, fakat Ali'nin adaylığı konusunda ısrarcı olanlarla İslamdaki ilk muhalefet hareketinin tohumları atılmıştır. Peygamberin ölümünün hemen ardından ortaya çıkan bu karışıklık, Kuran'ın daha başlangıçta, her konuda düzenleme getiren bir özellik taşımadığını ortaya koymuştur. Yönetme erkini Allah adına kullandığı kabul edilen halifelerin, bu göreve hangi yollarla geldikleri, ayrı bir araştırma konusudur. Halifelerin seçim usulü... İslamın sadece demokrasi ile değil...cumhuriyetle de bağdaşmadığını ortaya koymaktadır. İslami yönetim biçiminin demokrasi ya da cumhuriyetle bağdaşmaması, sistemin eleştirilmesine bir sebep teşkil etmez. 7.yy'ın Arap toplumu için geçerli ve gerekli olan koşulları değerlendirmek, 20. yy. insanı için mümkün değildir. Dolayısıyla İslam devletinin demokrasi ve cumhuriyete kapalı oluşu, sistemin bir eleştirisi olarak değil, sistemi bugüne taşımak isteyen düşüncenin eleştirisi olarak algılanmalıdır. Halife seçimini cumhuriyet yönetimine eş değer kabul etmek mümkün görünmemektedir. Çünkü cumhuriyet rejiminde seçim, halkın tamamının oylarıyla gerçekleşmekte ve seçilenin yönetimde kalma süresi önceden belirlenmektedir. Diğer bir ifade ile hayat boyu yönetme ilkesi, cumhuriyet yönetimi için geçerli olmamaktadır. Halife şeçimlerinde ise, hem halkın tamamının katılımı bulunmamakta, hem de seçilen halife, bu görevi ölene kadar yapmak üzere devralmaktadır. Halife seçimlerinden birkaç örnek vermek gerekirse, her halifenin farklı bir yöntemle seçildiği ve seçimdeki liyakatin zaman içinde kılıç gücüne kadar uzandığı görülecektir. Ebu Bekir'i Ashap seçmiş, Ömer, Ebu Bekir'in vasiyeti ile seçilmiştir. Halk, Ebu Bekir'in vasiyeti olduğu için fakat kimin seçildiğini bilmeden yeni halifeye biat etmiştir. (Muhammed Hamidullah; İslam Müesseselerine Giriş, age, s.119-121) Osman'ın halife seçiminde izlenen yol ise bambaşkadır. Halife Ömer, vasiyet yolu ile bir halife belirlememiş ancak seçilecek halifenin Peygamberin öldükten sonra cennete gireceğini müjdelediği aşere-i mübeşşere, yani on kişi arasından yapılmasını istemiştir. O sırada bu on kişiden ikisi vefat etmiş olduğundan, bunlar arasında yer alan Ömer de ölüm döşeğinde olduğundan, geriye aralarında seçim yapılacak yedi kişi kalmaktaydı. Bu yedi kişiden bir tanesi ise Medine'de bulunmuyordu. O halde ortada altı halife adayı mevcuttu. Bu altı aday, yine kendi aralarında birini seçeceklerdi. Ancak bu altı kişinin üçü bir kişiyi, üçü de diğerini seçerse, seçim kilitlenebilirdi. Bu nedenle Ömer kendi oğlu Abdullah bin Ömer'i, halife adayı olmamak, sadece çoğunluk elde edilemezse oy kullanmak şartıyla seçici kurula kattı. Ancak bu altı kişinin de istedikleri gibi hareket etme imkanları yoktu. Çünkü Ömer, bir şart daha ileri sürmüştü. İbn Kesir gibi kaynakların iddiasına göre Hz. Ömer, bu altı kişiyi murakabe etmek için bir polis komiseri seçmişti. Ayrıca bu altı kişinin bir odaya kapatılmasını emretmişti ve bunların birini halife seçmeden bu odadan çıkmamaları emrolunmuştu. Ayrıca Hz. Ömer, polis komiserine şu emri vermişti. Şayet bu altı kişiden birisi, ekseriyetle seçilirse, buna karşı adaylığını koyup, kaybeden, seçilen halifeyi kabul etmezse, onu derhal öldürmeniz lazımdır. Bu son derece sert bir emirdi. Fakat bu emir İslamın, faydasına mülahazası ile verilmişti. Çünkü Hz. Ömer bir iç harp istemiyordu.(Muhammed Hamidullah; age, s.133) Bu altı kişi toplandığında, üçü aday olmak istemedi. Geriye kalan üç kişi Ali, Osman ve Abdurrahman bin Avf'dı. Abdurrahman bin Avf, aday olmak istemediğini, fakat hakem olarak görev yapmak istediğini söyledi. Ali ile Osman arasında hilafete en layık olanı seçmekte yetki istedi. Kendisine bu yetki verildi. Abdurrahman bin Avf, halkın arasında dolaşarak, onların tercihleri konusunda görüş aldı. Tercih, Osman lehine idi. Daha sonra camide müslümanları topladı ve minberden Ali ve Osman'a ayrı ayrı şu soruyu sordu: Şayet ben seni halife tayin etsem, sen her zaman Kuran-ı Kerim'e ve Hz. Peygamber'in sünnetine ve Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'in tatbikatına uymaya söz verir misin? Osman buna evet cevabını verirken Ali, Kuran ve sünnete evet dediğini, fakat ilk iki halifenin tatbikatına uymaya mecbur olmadığını söyledi. Bunun üzerine Abdurrahman bin Avf, Osman'ı halife ilan etti.(age, s.134-136) Bu örnekten de açıkça görüleceği gibi, halife seçiminde uygulanan yöntemler birbirinden tamamen farklı olabilmekteydi. Nitekim Ali'nin halifeliği de diğerlerinden tamamiyle farklı şekilde gerçekleşmiştir. Osman'ın öldürülmesinden sonra ortaya çıkan karışıklıkta, halk Halife öldü, izin ver de sana biat edelim diyerek Ali'ye gitmiş, Ali bunu önce kabul etmemiş, daha sonra da camide halkın oylarıyla seçilmiştir. Ancak seçimi yapanlar arasında önemli şahsiyetlerin (Talha, Zübeyr, Abdullah bin Ömer gibi) bulunmaması, seçimin meşruluğuna gölge düşürebilmiştir. İslamdaki en ciddi siyasal ayrılıkların sebebi olan bu seçim, daha sonra ilk müslümanlar arası savaş olan Cemel Vakasına yol açmış, bunu Ali ile Muaviye arasındaki Sıffın savaşı izlemiş ve Ali'nin halifeliği Muaviye tarafından hile ile engellenmiştir. Muaviye ile hilafet saltanata dönüşmüş ve oğlu Yezid halife ilan edilmiş, buna karşılık Ali'nin oğlu, peygamberin torunu olan Hüseyin, hilafetin kendi hakkı olduğunu ileri sürerek savaştığı için kafası kesilerek katledilmiştir. Bu örnekler, hilafet konusundaki belirsizliğin İslamdaki siyasal bölünmelere ve ahlaki deformasyona yol açan bir sonuç doğurduğunu ortaya koymaktadır. Bundan daha da önemli olan savaş, hile, vahşeti kullanarak hilafeti ele geçirenlerin, bu gücü Allah adına kullanıyor görünmeleridir. Yalnızca halife seçimi dahi, dünyevi yaşamı düzenlemekte, insan iradesine geçit verilmesi gerektiğini ortaya koyan anlamlı bir örnektir. Nitekim toplumun gelişen ihtiyaçlarına Kuran ve sünnetle cevap verebilmenin mümkün olamadığı, zaman içinde ortaya çıkmış ve İslam Hukuku, Kuran ve sünnete bağımlı kalmanın zorluklarını yaşayarak beşeri ihtiyaçlara insan aklının yorumlarıyla çözüm aramak zorunda kalmıştır. Ancak Kuran ve sünnetin bağlayıcılığı, insan aklının beşeri ihtiyaçlar doğrultusunda çözüm bulma imkanlarını ve özgürlüğünü engellemiş ve dogmaların esareti ile yol alan İslam dünyası, gerçek demokrasiye kapalı bir yönetim tarzını sürdürmüştür. Kurandaki esaslardan hareketle İslamın demokrasiye açık olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Kuran'ın bireyi inanç konusunda özgür kıldığı ve demokrasiye açık olduğu yolundaki ifadeler ise, demokrasinin nitelikleri dikkate alındığında son derece yetersiz kalmaktadır. Zira üzerinde esas durulması gereken husus bireyin özgürlüğü değil, devletin yönetim biçimini ve hukuku belirlemedeki tercihlerinde dogmalardan bağımsız olup, olmadığıdır. İslam devleti ise kendi varlığını korumak ve vahyin gerektirdiği sosyal, ekonomik, siyasal ve hukuksal düzeni kurmak için Allah'ın sözü olarak kabul ettiği Kuran'la bağlıdır. İnsan Hakları-Demokrasi ve İslam Tüm çağdaş demokrasilerin insan hakları konusunda kabul ettiği evrensel ilkeler içinde eşitlik ilkesi başta gelir. Eşitlik, ilkesi cinsiyet ayırımcılığının ortadan kaldırılması bakımından önemlidir. Bireyin cinsiyetine bakılmaksızın tüm haklardan eşit olarak yararlanması ve hukuk karşısındaki eşitliği, tartışılmaz bir gerçek olarak kabul görmektedir. İslam dini ise, zamanına göre kadın hakları bakımından reformist ve koruyucu olmakla birlikte, günümüz dünyası ile kıyaslandığında kabulü imkansız olan bir ayırımcılık yansıtmaktadır. Kuran'da hitap erkekleredir. Birkaç ayet dışında kadını muhatap alan bir üslup kullanılmamıştır. Kadının erkek karşısında ikinci sınıf bir birey olduğu açık biçimde ifade edilmektedir. Bakara suresinin 228. ayetinde Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları bir derece dahs fazladır, Nisa suresi 11. ayette, Allah size, çocuklarınızın alacağı miras hakkında, erkeğe kadının payının iki mislini tavsiye eder., Nisa suresi 34. ayette Erkekler kadınların üzerine yöneticidirler. Çünkü Allah, kimini kimine üstün kılmıştır. Çünkü erkekler kadınlara mallarından harcamaktadır... Dik kafalılık, şirretlik etmelerinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin, yataklarından ayırın ve dövün. ayetlerinin yanısıra erkeğin dört kadına kadar evlenmesine, teşvik edilmemekle birlikte izin verilmesi; evlenme ve boşanma ile ilgili kuralların erkek lehine düzenlenmesi, çağdaş dünyada kabul gördüğü biçimde bir eşitlik anlayışının dinde yer almadığını göstermektedir. Günümüz koşullarında, söz konusu ilkelerin yaşama geçirilmesi mümkün olmamakla birlikte, Kuran'ı anayasası olarak kabul eden Siyasal İslam Hareketi için, söz konusu ilkeleri uygulamak bir zorunluluktur. Nitekim, çağdaş dünyada hala kadın dövmeyi, dini bir emir kabul edip, bunun yöntemini tartışanlar da pekçoktur. İşte, Kadın Dövmenin İncelikleri başlıklı yazıdan (Süleyman Çobanoğlu; Milli Gazete, 8.Şubat,1997) birkaç satır: Nietzsche demiştir ki: Kadına mı gidiyorsun? Kırbacını unutma! Bittabi bu, Şaklat koçum kırbacını şunun sırtında anlamına gelmiyor. Bu dünya hayatında erkek iradesi ile kadın işlevi arasındaki dengeyi betimlemektedir sadece. Çağdaş dünyanın bir türlü anlamadığı, anlamak istemediği dengeyi. İslam kaynaklarına göre kadına hüsnü muamele esas. Pek çok, şartla birlikte eğer ortada bir nüşuz (serkeşlik) varsa, önce nasihat, sonra yatakların ayrılması ve nihayet hiçbiri kar etmezse belli sınırlar içinde darb... Bunun ötesi ise meşrebinize göre isim bekler; artık maçoluk mu olur vahşet mi... Netice, kadın dövmek ince iştir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin birinci maddesi, bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar ifadesine yer vermektedir. Bu madde, insanların doğuştan hür ve haklar bakımından eşit olduğunu vurgulayarak, kimsenin diğerinden farklı ve özel yaratılmadığını ve dünyadaki idealin de yaradılıştaki bu eşitliği yaşama geçirmeye yönelik olmasını vurgulamaktadır. Zira eşitsizliği doğuşta varolan bir yazgı olarak kabullenmek, eşitliği sağlamayı imkansızlaştıracaktır. Herşeyi Allah'ın yarattığını defalarca tekrarlayan Kuran ise, yaradılıştaki farklılıkları, bir ayrıcalık olarak ifade etmekle, eşitsizliği olağan kabul etmektedir. En'am suresi 165. ayette, Sizi yeryüzünün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde, sizi denemek için, kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O'dur.denilmektedir. Bu ayetin tefsiri Allah, şerefte, akılda, malda, mevkide insanların bazılarını diğer bazılarından, üstün kılmıştır. Kimi güzel, kimi çirkin, kimi zeki, kimi bön, kiminin geçimi bol, kiminin dar, kiminin mevkii yüksek vs(Süleyman Ateş; Kuran-ı Kerim Tefsiri, Cilt 2, s.969, Milliyet, 1995) şeklinde yapılmıştır. Farklılıkların doğuştan var olan ayrıcalıklar ve Tanrısal iradenin kararı olarak kabulü halinde, insanın bu eşitsizliği değiştirmek yolundaki gayreti acaba Tanrısal iradeye karşı gelmek mi olacaktır? Kuran'da pekçok surede Allah'ın dilediğinin rızkını genişletip, dilediğinin kıstığı anlatılmaktadır. Bunun sebebi, Rum suresinin 37. ayetinde de açıklandığı gibi inanan toplum için ibretler taşımasıdır. Ancak yine Kuran'ın çeşitli yerlerinde, Allah dilediğini doğru yola iletir.(Kuran-ı Kerim; Bakara/213) ve Allah dilediğini saptırır(Kuran ı Kerim; Rad/27) Allah'ın göğsünü İslama açtığı kimse (Kuran-ı Kerim; Zümer/22) gibi ayetlerin bulunması, inanmamak konusundaki kararda Allah'ın dahli bulunduğu izlenimine yol açmaktadır. Bu durumda rızıkların dağılımındaki eşitsizliği açıklamak mümkün olamamaktadır. Zuhruf suresi 32. ayetinde, Rabbin nimetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz taksim ettik ve onların kimini ötekine derecelerle üstün kıldık ki, biri diğerine iş gördürebilsin. ifadesi ise gelir dağılımındaki adaletsizliği bir Tanrısal yazgı haline dönüştürmektedir. Dünyanın gelir dağılımı en bozuk ülkeleri arasında petrol zengini Arap Ülkelerinin de yer alması ve krallıkla yönetilmeleri acaba bu ayetleri bire bir uygulamalarından mı kaynaklanmaktadır? İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin birinci maddesinin devamında bütün insanların birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelerinden söz edilmektedir. Oysa Kuran'daki kardeşlik sadece müminlerin kardeşliğidir. (Müminler ancak kardeştirler. (Hücurat 1O)) İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 4. maddesi, Hiç kimse kölelik veya kulluk altında bulundurulamaz; kölelik ve köle ticareti her türlü şekliyle yasaktır. demektedir. Kuran ise köleliği kaldırmayı teşvik etmiştir. Örneğin Maide suresi 89. ayette yemini bozanların kefareti olarak bir köleyi hürriyete kavuşturmak önerilen yollardan biridir. Nur suresi 33. ayette ise çalışıp, belli bir para karşılığı hürriyetlerini kazanmak isteyen kölelere eğer kendilerinden bir iyilik görürseniz mükatebe yapın. Ve Allah'ın size verdiği malından onlara da verin denilmektedir. Bir başka ayette ise Kadınlarından zıhar edip, sonra söylediklerinden dönenler, karılarıyla temasa geçmeden önce bir köleyi hürriyetine kavuştursunlar(Kuran-ı Kerim; Hadid/3) denilmektedir. Bütün bu ayetler, İslamda köleliğin teşvik edilmediğini, tam tersine kaldırılması yolunda telkinlerin yapıldığını ortaya koymaktadır. Ancak kölelik yasaklanmamıştır. Köleliğin varlığı kadar önemli olan bir konu, kölenin farklı ve daha aşağı sınıfa mensup bir birey olarak görülmesidir. Nahl suresinin 74. ayetinde ise, bu eşitsizlik şu sözlerle ifade edilmektedir: Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile; kendisine güzel rızık verdiğimiz, o rızıktan gizli ve açık harcayan kimseyi misal olarak anlattı. Hiç bunlar bir olurlar mı? İnsan topluluklarının çağlar boyu geçirdiği gelişim, insanın hak ve özgürlüklerindeki gelişimle paralellik göstermektedir. İlkçağların, insanı bir mal olarak kabul eden kölelik uygulamaları, zaman içinde tarihe karışmış ve bu uygulamaların insanlık dışı olduğu, hemen herkes tarafından kabul edilmiştir. Tanrısal vahyin ürünü olarak kabul edilen dinlerin, ahlaki bir devrimi amaçladıkları ise, son derece açıktır. Bu koşullar altında, Tanrı sözü olarak kabul edilen Kutsal Kitapların, öncelikle kölelik uygulamasını yasaklamasını, varedilişte meleklerin önünde secde ettiği insanı, mal konumundan, insan konumuna yükseltmesini beklemek, dine haksızlık yapmak olmasa gerek... İslam dini, köleleri azad etmeyi teşvik etmekle birlikte, kölelik uygulamasını yasaklamayarak, eşitlik ve adalet bakımından ciddi bir boşluk yaratmıştır. Arap toplumunun ekonomik yaşamında bedava işgücü olan kölelerin ekonomik bir fonksiyon gördükleri kabul edilse bile, değişmez, kalıcı, kesin hükümler içeren bir Kutsal Kitabın, geleceğin dünyasını oluştururken insan haklarına ilişkin temel ilkeleri topluma benimsetme konusunda tavizsiz bir yaklaşım izlemesi gerekmez miydi? Benzeri soruları cariye uygulaması için de sormak gerekir. Kadının rızasına bakılmadan, hatta evli olup, olmadığına aldırmadan (Kuran-ı Kerim; Nisa/ 24 (Savaşta esir olarak) ellerinize geçen (cariyeler) müstesna, evli kadınlarla evlenmeniz yasaklandı.) cinsel ihtiyaçlarını karşılamak üzere erkeğe bir hak olarak verilmesi de çağdaş dünyanın kabul edebileceği bir uygulama olmaktan çok uzaktır. İslamiyet, kölelik ve cariyelik konularında, onların özgürlüğünü teşvik edici telkinlerde bulunmakla birlikte, sözkonusu uygulamaları yasaklamamış, sadece neyin daha iyi olacağının altını çizerek kararı insana bırakmıştır. Oysa pekçok başka konuda açık yasaklar getirmekten kaçınmadığı için, kararı insana bırakmanın, Kuran'ın genel uslubu olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Ancak söz konusu ayetlerin de açıkça gösterdiği gibi, bu düzenlemeler Kuran'ın geldiği dönem için anlamlıdır. İnsan idrakının bilgi ile orantılı olarak geliştiği bir gerçektir. Dolayısıyla Kuran, 7. yy'ın Arap toplumu insanını doğruya yönlendirmeyi amaçlayan bir dil kullanmış ve o günkü toplumun ihtiyaçları ve örfleri doğrultusunda düzenlemeler getirmiştir. Kuran'da Cahiliyye dönemi Arap toplumunun İslam'la ters düşmeyen örf ve yasalarının aynen ya da biraz değiştirilerek uygulanmasını emreden ayetler olduğu gibi, dine aykırı olduğu için tamamen kaldırılan örf ve yasalar da mevcuttur. Bu konuyu Prof. Süleymen Ateş şöyle açıklamaktadır: Kuran Araplar arasında uygulanan geleneksel şifahi yasaların tevhid dinine aykırı olmayanlarını almış, bunların ya aynen veya biraz tadil ile uygulanmasını emretmiş, tevhide aykırı gelenek ve yasaları ise lağvetmiştir. Kuran'ın getirdiği yasalar, Kitab-ı Mukaddesteki prensiplerle Arapların şifahi yasalarının karışımıdır. Bunda da ğaripsenecek birşey yoktur. Çünkü Kuran, bir toplumu mutlu kılmak için gelmiştir. Toplumun mutluluğu, alışılagelen iyi yasaların ve geleneklerin adil biçimde uygulanması, kötülerin kaldırılması; toplumu engelleyici hurafelerin, batıl düşüncelerin atılması ile olur. (Süleyman Ateş; Kuran-ı Kerim Tefsiri, Cilt 1, s.53) Gerçekten de toplumsal değişim toplumun tüm adet ve alışkanlıklarına, yılların birikimi olan örflerine ve yaşamı düzenleyici, benimsenmiş doğru yasa ve kurallarına karşı gelerek sağlanamaz. Dolayısıyla Kuran, Arap toplumunuu örf ve yasalarını doğrulamakla en akılcı ve gerçekçi yolu seçmiştir. Nitekim, Tek Tanrı düşüncesinin isimlendirilmesinde Arapların İslam öncesinde muğlak olarak sezinledikleri ve başları sıkıştığında başvurdukları En Yüce Varlık için, yeni bir ad bulmaya ihtiyaç hissetmemiş, o zamanlar kullanımda olan Allah terimini benimsemiştir. (Şeyh İnayetullah; İslam Öncesi Arap Düşüncesi, M.M. Şerif; İslam Düşüncesi Tarihi, Cilt 1, İstanbul 1990, s.156) Araplarda yaygın bir adet ve bir tür tapınma kabul edilen kurban, İslamiyette de aynı derecede önemli bir ibadet olarak kabul edilmiştir. Araplar kurbanın, onu keseni Tanrı ile yakınlaştırdığına inanıyor ve kutsal taşlar üzerinde kesilen kurbanın kanı, o taşa dökülüyor, ya da sürülüyor, böylece tanrılara hizmet edildiğine inanılıyordu. Hz. İbrahim'den itibaren süren kurban geleneğinin, Arap inançları içinde de kendisine farklı yorumlarla da olsa yer bulması dikkat çekicidir. Kurban ya kurba kelimesi Arapça yakın olmak anlamına gelmekte ve Tanrılarla yakınlaşmanın bir yolu olarak kabul görmekteydi. Araplarda var olan bir diğer gelenek de bir çocuğun doğuşundan hemen sonra başının kazınması ve onun adına bir koyunun kurban edilmesi idi. (agm. s. 153) Bu adetler, Kuran'da dinin kapsamı içine alınmış ancak bazı yeni düzenlemeler getirilmiştir. Bakara suresinin 196. ayeti kurban ve saç kazıma konusunda şöyle demektedir. Eğer düşman veya hastalık gibi bir engelle çevrilmiş olursanız kurbanı gönderin: Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin. İçinizden hasta olan ya da başından bir rahatsızlığı bulunan, bundan ötürü traş olmak zorunda kalan kimse, oruçtan, sadakadan veya kurbandan biriyle fidye verir. Kuran hac ve umreyi İslamın önemli bir şartı olarak kabul etmiştir. Allah için hace ve umreyi tamamlayın (Kuran-ı Kerim; Bakara suresi/196) Safa ile Merve Allah'ın nişanlarıdır. Kim evi (Kabe) hacceder, ya da umre yaparsa, onları tavaf etmede kendisine bir günah yoktur. (Kuran-ı Kerim; Bakara suresi/158) Allah Kabe'yi, o saygı değer evi, insanlar için hayat ve güven durağı yaptı. O saygı değer ayı, kurbanı, boynu bağlı kurbanları da böyle yaptı ki Allah'ın gökte ve yerde olanları bildiğini ve Allah'ın herşeyi bilici olduğunu anlayasınız. (Kuran-ı Kerim; Maide suresi/97) Kabe, İslam öncesi Arap toplumu için de kutsal bir mekandı. İçinde 360 put bulunan bu taştan yapı Araplar için sadece bir ibadet yeri değil, aynı zamanda bir hac yeriydi. Yılın belli aylarında orada toplanılır, bu toplantılar panayır ve bayram niteliğine dönüşürdü. Hac ile ilgili tören ve merasimlerin yapıldığı Zilhicce ayı, kendisinden önceki ve sonraki aylar olan Muharrem ve Zilkade ayları, kutsal aylar olarak kabul edilirdi. Bu aylarda savaşmak yasaklanmıştı. Hacılar, kutsal topraklara girer girmez bir takım yasaklara dikkat ederek, nefislerini bazı sıkıntılara katlanarak köreltmek zorundaydılar. Kabe'yi tavaf ederler, duvarlarından birinin içine yerleştirilen Hacer-ül Esved'i öperler, Zilhiccenin 9. günü Arafat tepesine çıkarlardı. Hac adetleri içinde Mina'ya gitmek, burada kurban kesmek, belli bir mekana taş atmak da vardı. (Şeyh İnayetullah; agm., s.154-155 Mekkeden akan Zemzem) adındaki su kaynağı da daha sonra kutsal bir su olarak İslam inanışlarındaki yerini almıştır. Görüleceği gibi İslam öncesi Arap toplumunun örfleri İslam sonrasında ibadeti belirleyen esaslar içinde yer almıştır. Arap toplumunun örflerinden kaynaklanan ve sosyal yaşamı belirleyen esasların Kuran'da yer alması ve İslama inanan toplumların tümüne teşmili yolundaki yorumlar, İslamın sosyal ve siyasal düzeninin günümüz dünyasının ihtiyaçları ile uyuşmazlığının en önemli sebepleri arasında yer almaktadır. Geldiği dönem ve toplum için son derece anlamlı olan ve o toplumun mutluluk, huzur ve düzenine büyük katkıda bulunan hükümlerin, günümüz toplumunun ihtiyaçlarını tatminde yeterli olmaması ve toplumsal huzura aynı derecede katkı yaratacak sosyal hükümler içermemesini olağan karşılamak gerekir. Ancak Kuran'daki her hükmü, değişmeksizin yaşama geçirmek isteyen Siyasal İslamcılar, sadece Kuran'daki ahlaki normları değil; 14 yüzyıl öncesinin Arap örflerini de Türk insanına dayatmayı amaçlamaktadırlar ki, toplumdaki laik-islamcı çatışmasının temelinde yatan gerçek de budur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti asırlardır içinde farklı din, ve inançlara sahip toplumları barındıran bir devletin muasçısıdır. Cumhuriyetle birlikte vatandaşlık esası kabul edilmiş ve farklı dinlere mensup olan kitlelere de eşit haklar tanınarak, barış içinde bir arada yaşamanın en güzel örneklerinden biri dünyaya sunulmuştur. 21. yüzyılın küreselleşen dünyası ise farklı inanç, ırk, milletlerle bütünleşmenin ve işbirliğinin antrenmanlarına gebedir. Bu koşulları sağlayan rejim ise ancak demokrasi olabilir. Zira Siyasal İslamın ekonomik ve siyasal işbirliği tercihleri din birliği esasına dayalıdır. Kuran'ın Maide suresinin 5. ayetindeki Ey inananlar, Yahudileri, Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost tutarsa, o onlardandır. ifadesinin günümüze uyarlanarak uygulanmaya kalkışılması halinde Türkiye'yi içeride ve dışarıda bekleyecek olan tehlikeler de Siyasal İslami Hareketin yaratacağı diğer bir tehdit olarak gözden uzak tutulmamalıdır. Bunu, hayali bir iddia saymak ne yazık ki mümkün değildir. Zira yaşayan İslamın özellikle Yahudilere bakış açısı son derece olumsuzdur. Bu olumsuzluk bazı hallerde tırmanışa geçmekte ve akıl dışı, kışkırtmacı bir üslup kazanabilmektedir. Dini nikah tartışmalarının gündemi işgal ettiği günlerde, Mason Nikahının da konu edilmesi, Yahudilere gözdağı vermeyi fırsat bilen bazı İslami çevreleri harekete geçirmiştir. İşte RP'nin yayın organı olan Milli Gazete'nin (Milli Gazete, 1.Şubat.1997) Ahmet Akgül tarafından yazılan MasonlukGladyo ve Siyonizm adlı yazı dizisinden birkaç satır: Şeytanın birinci sınıf askerleri ve avaneleri ise, tarih boyunca hep Yahudiler olmuştur. Şeytan Hak dinin saptırılması ve hükümlerinin tersine çevrilerek uygulanması üzerine kurduğu batıl dinini ve düzenini önce Kabbalist Hahamlara öğretir.... Yani bugün Siyonizm, Deccalizm'dir..... Muharref Tevrat'taki Yehovadiye adlandırılan Tanrı'dan da aslında şeytan kastedilmektedir. Yeri geldiğinde, din ve vicdan özgürlüğünden dem vuran ve İslam'ın hoşgörüsünü anlatan bu ağızlar, fırsat bulduklarında gerçek niyetlerini açıkça sergilemektedirler. Bu yaklaşımların demokrasiye olduğu kadar, dine de ters düşen ve birliği bozucu ciddi bir tehdit içerdiği açıktır. Bu koşullar altında ortaya çıkan açık gerçek, Siyasaİ İslamın demokrasi ile bağdaşmasının ne derece zor olduğudur. İslamın demokrasi ile bağdaşamayacak bir sistem olduğu bazı İslami yazarlarca da açıkça ifade edilmektedir. Faruk Köse, Demokratik Çeçenistan başlıklı yazısında (Akit Gazetesi, 31 Ocak 1997) şöyle demektedir: Demokrasi, hiçbir zaman İslam ile bağdaşabilecek bir sistem değildir. Ne zaman ki demokrasi yoluna girilmiştir, o zaman İslamın iktidarı imkansız hale gelmiştir. Çünkü demokratik seçim ve iktidara geliş-gidiş mekanizması, hükumete gelecek kişi veya gruplar bakımından her zaman da değil, çoğu zaman İslamcı hükumetlere geçit vermez... Oysa, İslami seçim ve şura olsa, mekanizma ve sistem İslam olacak, İslam'dan ayrılık da o kadar kolay olmayacaktır... Demokrasi sandığı, İslami Hareket için en büyük tuzaktır. Demokrasi-Kemalizm ve İslam David Hotham 1972 yılında yayınladığı The Turks adlı kitabında, 60'lı yılların sonuna kadar ki süreç içinde Türkiye'yi analiz etmekte ve dikkat çekici bir yaklaşımda bulunmaktadır. İkili meşruiyet (David Hotham; The Turks, London, 1972, s.63) adını verdiği bu yaklaşımıyla Türkiye'nin demokrasiye geçişte yaşadığı sancıların sebeplerine somut bir teşhis koymaktadır. Hotham'a göre Türkiye ikili bir meşruiyetin sıkıntılarını yaşamaktadır. İkili meşruiyet, devletin gücünü hangi esastan almakta olduğu sorusuna iki farklı cevabın verilmesini zorunlu kılmaktadır. Bu ikili yapının birinci ayağı Kemalizm'dir. Kemalizm'e göre, Atatürk ilkeleri, Anayasa'nın ve hukukun değişmez, tartışılmaz ilkeleri olarak kabul edilmiştir. Siyasal ve sosyal yaşam bu ilkeler doğrultusunda işlemektedir. Diğer bir ifade ile, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, gücünü Atatürk'ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun inkılap ve ilkelerinden almaktadır. İkinci ayak ise demokrasi, yani halkın iradesidir. Devlet kendini demokratik olarak tanımlayarak, gücünü halkın iradesinden aldığını beyan etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Başlangıç bölümünde de bu ikili yapı açıkça ifade edilmektedir. Birinci paragrafta Atatürk inkılap ve ilkeleri yer alırken, üçüncü paragrafta egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğu vurgulanmıştır. Türkiye'de uzun yıllar tüm siyasi partiler, en muhafazakarından, devrimcisine, liberalinden, sosyalistine kadar kendilerine Atatürkçülük şemsiyesi altında bir yer aramışlardır. Hemen her siyasi iktidar da kendini Atatürkçü olarak tanımladığı içindir ki, bu ikili yapıyı açıkça teşhis etmek mümkün olmamıştır. Ancak günümüzde ortaya çıkan durum, David Hotham'ın 25 yıl önce koyduğu teşhisi yaşama geçirmiştir. Hotham, o günlerde şu soruyu soruyordu: Atatürk, hakimiyetin kayıtsız şartsız milletin olduğunu söylemiştir. Halkın iradesi ise parlamentoda temsil edilmektedir. Pekiyi halkın çoğunluğu iradesini, Kemalist ilkelere karşı kullanırsa ne olacaktır? İşte o zaman meşruiyetin ikili yapısından dolayı devletin güç aldığı bu iki kaynak arasında bir çatışma yaşanması kaçınılmaz olacaktır. O zaman demokrasi ile Atatürkçülük karşı karşıya kalarak bir mücadeleye mi gireceklerdir? Bunun devletin bölünmez bütünlüğü üzerindeki etkileri neler olacaktır? Bu sorulara Atatürk ilke ve inkılapları ile demokrasi ilişkisi açısından yaklaşmakta yarar vardır. İlk yapılması gereken, Atatürk ilke ve inkılaplarının demokrasi açısından ne gibi bir engel oluşturduğunu incelemek olmalıdır. Bu ilkelerin hiçbirisi, demokratik sürecin işlemesine engel teşkil etmez. Ancak inkılap kanunlarının Anayasa ile korumaya alınmış olması ve Atatürk'ün en önemli devrimlerinden sayılan laikliğin, laiklik karşıtı görüşleri Anayasaya karşı gelmek suçu ile yüzyüze getirmesi, Atatürkçülüğe karşı gelmenin suç sayılması gibi konuların demokrasiyle bağdaşıp, bağdaşmadığı soruları akla gelebilmektedir. Laiklik ve Demokrasi: Türkiye gündeminde yer alan en sıcak tartışmalar laiklik konusunda yaşanmaktadır. Laiklik, siyasal iktidarın dini otoriteden bağımsızlaştırılması ve bunun sonucunda da siyasal ve toplumsal sistemin din ve devlet ayrılığı ilkesine dayanması biçiminde tanımlanmaktadır. Anayasanın 24. maddesi, bu tanıma daha geniş biçimde yer vermiştir. Laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması biçiminde tanımlanırken, laik düzenin dini inkar eden, yok sayan bir anlayış getirmediğine kanıt olarak da çeşitli yasal düzonlemeler yapılmıştır. Anayasanın 24. maddesinde Herkesin vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahip olduğu, dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamayacağı hatta din kültürü ve ahlak öğretiminin orta öğretim kurumlarında zorunlu ders olarak okutulacağına ilişkin hükümlere de yer vermektedir. Ayrıca TCK'nun İkinci Faslı Din Hürriyeti Aleyhinde Cürümler başlığı altında Din faaliyetini men ve bozma, dini eşyayı bozma-din görevlilerine saldırma, mabed ve kabirlerdeki eserlere saldırmaya ilişkin cezalar getirmektedir. Dini Faaliyeti men ve bozmaya ilişkin hükümleri düzenleyen 175. madde, Dinlerden birine ait dini işleri veya ibadet ve ayinin yapılmasını men ve ihlal eden kimselere... Allah'a veya dinlerin peygamberlerinden veya kutsal kitaplarından veya mezheplerinden birine hakaret eden veya bir kimseyi dini inançlarından veya mensup olduğu dinin emirlerini yerine getirmesinden veya yasaklarından kaçınmasından dolayı kınayan veya tezyif veya tahkir eden veya alaya alan kimseye hapis ve para cezası verileceğini ifade etmektedir. Bu düzenlemeler laikliğin dinsizliği teşvik eden bir amaç taşımadığını ortaya koymaktadır. Ancak laiklik, siyasal iktidarı dini otoriteden bağımsızlaştırarak, din devletine kapıları kapamakta ve Siyasal İslamın önündeki en büyük engeli oluşturmaktadır. Türkiye'de Siyasal İslami hareketin güçlenmesi, bu sebeple laiklik konusunun en çok tartışılan konular arasında yer almasına yol açmaktadır. Laikliğin din devletine kapıları kapaması, tartışılmasındaki en önemli sebebi teşkil etmektedir. Bu kapıları kapayan cumhuriyet idaresi de elbetki her türlü laneti üzerine çekmektedir. Ancak üzeri örtülen ve hiç sözü edilmeyen bir tarihi gerçek vardır. Osmanlı'yı idealize eden dini çevrelerin bu gerçeği hasır altı etmekte oldukça başarılı oldukları da açıktır. Bu gerçek, laikleşme sürecinin cumhuriyetten çok önce, başlamış olduğudur. Bu konuda kısa bir tarih özeti vererek, laiklik günahından(!) Osmanlı'ya düşen payı da belirtmek, yararlı olacaktır. Osmanlı Devletinde din-devlet ilişkisini iki dönemde ele almak gerekir. Birinci dönem, Yavuz Sultan Selim'in Mısır'ı zaptederek Abbasi halifesinden hilafeti devr alması ile başlar ve l9. yy'ın ilk yarısına kadar devam eder. Bu dönemde devletin anayasası şeriat, hükumet tarzı ise saltanattır. Halife-Sultan, şeriat kanunlarına aynen uymak ve bu yoldan dışarı çıkmamakla yükümlüdür. Devlet, dini esaslara göre yönetilmektedir. Halifeyi din konusunda aydınlatmak ve yol göstermek üzere kurulmuş yüksek bir dini makam vardır ki, bu makamın sahibi Şeyhülislamdır. Şeyhülislamlık, şeriatın koruyucusu ve halife-sultanın dini rehberidir. Şeyhülislamı halife tayin eder ancak bir kez o makama gelindiğinde artık şeyhülislam olağanüstü yetkiler kazanır. Bu yetki, onun icabında vereceği bir (hal'i) fetvasıyla, halife-sultanı hükümdarlıktan azle kadar gider. (Ali Fuad Başgil; Din ve Laiklik, İstanbul; 1996, s.194) Devletin yönetimi şeriata göre yürütüldüğü halde, hükümdarın yönetim konusunda alacağı kararlarla ilgili olarak Padişah Kanunnameleri ne başvurduğu da bir gerçektir. Ancak bu kanunnameler şeriata aykırı olamaz. Osmanlı idaresi, l9. yy'ın ilk yarısına kadar bu esaslarla devam etmiş, yani dine bağlı devlet yönetimi benimsenmiştir. İkinci dönem ise Tanzimatla başlamaktadır. 1839 da okunan ve İslahat Fermanı diye anılan ünlü Gülhane Hattı Humayunu, sadece bir yenileşmenin değil, aynı zamanda laiklik uygulamalarının da başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Zira Tanzimat döneminde din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması yolunda ilk ciddi adımlar atılmış ve Osmanlı toplumunda müslümanların diğer inanç grupları üzerindeki mutlak hakimiyetlerine son verici uygulamalar başlatılmıştır. Bu dönemi laik devlete geçiş olarak değil, fakat yarı dini devlet uygulaması olarak yorumlamak daha doğru olur. Zira devlet, hala din devletidir. Ancak dinin devlet yönetimi üzerindeki tekelci yapısı kırılmış, yasalar yalnızca şeriata bağlı olmaktan çıkmış ve iktidara din dışı unsurlar hakim olmaya başlamıştır. Özellikle yeni yapılan kanunlarda, dini esaslardan ziyade değişen şartların ortaya çıkardığı ihtiyaçlar dikkate alınmış ve Avrupa'dan, özellikle de Fransa'dan iktibas edilen Ticaret, Ceza Kanunları ile ilk kez din hukukunun dışına çıkılmıştır. (Ali Fuad Başgil; age, s.196) Laikliğin ilk işaretleri, bu dönemde bizzat Padişahın sözleriyle verilmiştir. Sultan Abdülaziz, 10. Mayıs. 1868'de Şurayı Devletin açılış konuşmasında şöyle demiştir: Teşkilat-ı cedide, kuvve-i icraiyyenin, kuvve-i adliyye, diniye va teşri-iyyeden tefriki esasına müsteniddir. (Yılmaz Öztuna; Türkiye Tarihi Cilt 12, İstanbul, 1967, s.42) Diğer bir ifade ile, yeni teşkilatta yürütme kuvvetinin, yargıdan, dinden ve yasamadan ayrıldığı ifade edilmekteydi. Böylece meclisin yürütme fonksiyonu büyük ölçüde dinden bağımsız hale geliyordu. Ayrıca halk arasında din ve inanç ayrılığından dolayı yerleşmiş olan farklılıkların ortadan kaldırılması amacıyla devlet dini olan Müslümanlığa önceden tanınmış olan imtiyazların bir çoğu bu dönemde iptal edilmiştir. Bunlar arasında, devlet memurluğunun sadece müslümanlara özgü bir meslek olması, eşit oranda vergi alınması, mahkemeler önünde eşitlik, askerlik de eşitlik gibi esaslar yer almaktadır. Ancak laikliğe geçiş bakımından en dikkat çekici gelişme, yargı kurumunun teşkilatlanması ile ilgili olandır. Batı kökenli kanunların, bir ölçüde yerlileştirilerek de olsa uygulamaya sokulması, Şeriyye mahkemelerinin yanısıra karma mahkemelerin de kurulmasını zorunlu kılmış ve dine dayalı hukuk, belli alanlarda yerini din-dışı hukuka terk etmeye başlamıştır. Bu dönemin laikliğe geçiş sürecini başlattığını iddia etmek için bir başka önemli değişimden de söz etmek gerekir. Bu değişim, eğitim felsefesi ile ilgilidir. Gülhane Hattı Humayununda alınan kararlardan biri de Batı örneğine uygun okulların açılması olmuştur. Bilim, öğretmen ve sermaye olarak Batı'dan yararlanılması yolunda alınan karar, eğitimde laikleşmeye doğru atılan önemli bir adım olmuştur. 1876 da çıkarılan Kanunu Esasi, bir Anayasadır. Bu anayasada devletin dininin İslam olduğu yer almakla birlikte, yarı dinilik vasfına sahip olduğu da açıkça ortadadır. Zira Kanunu Esasinin 11. maddesi, din hürriyetini garanti altında almakta ve memlekette mevcut bütün dinlerin serbestçe icrasını, devlet himayesine vermektedir. (Ali Fuad Başgil; age, s.197) Bu neden önemlidir? Artık devlet, sadece müslümanların devleti değildir. Yazılı olarak ifade edilmese bile, diğer dinlere de yasal bir meşruiyet tanınmıştır. Bu sebeple, devlet dini İslamdır yazmanın, pek fazla bir önemi kalmamıştır. Devlet, diğer dinlerin inananlarına da İslama inananlara olduğu mesafededir. Artık devlet hayatı sadece dini hükümlere göre değil, beşeri hükümleri temsil eden bir Anayasaya bağlanmıştır. Ancak tam laik de değildir, çünkü devletin dini İslam, başkanı ise halifedir. Halife dine aykırı gördüğü konuları onaylamamak yetkisine sahiptir. Ne var ki bu dönem, laikliğe giderek yaklaşılan bir sürecin başlangıcıdır. Ankara'da büyük Millet Meclisi Hükumetinin kurulmasıyla birlikte ortaya çıkan gelişmelere bakıldığında din ve devlet ilişkilerinin düzenlenmesinde belli aşamalardan geçildiği görülecektir. İlk aşama 1920 yılında Şeriye vekaletinin kurulmasıdır. Osmanlı İmparatorluğunda dini yetkileri elinde bulunduran Şeyhülislam, aslında Sadrazamla birlikte devletin yürütme organın liderliğini paylaşmaktaydı. Yapılan değişiklik, şeyhülislamlığın yetkilerini bir bakanlık bünyesinde toplamak, ancak bir yönü ile de onun yetkilerini hükumetin başı olmaktan bir bakanlık statüsüne indirgemekti. Ancak devletin dini hala İslam olarak geçtiği için, dini yetkilerin devletin bir bakanlığına verilmesi, din devleti yapısı ile tezat oluşturmuyordu. Dini yetki, bir yönü ile kurumsallaştırılmış oluyordu. Bundan sonraki aşama ise, halen çok taıtışılan bir uygulamanın başlangıcı olmuştur. 1924 yılının 2 Mart günü Şeriye ve Evkaf Vekaleti kaldırılarak 429 sayılı kanunla Diyanet İşleri Reisliği kurulmuş ve bu kurum başbakanlığa bağlanmıştır. Ancak devletin resmi dini hala İslamdır. 29 Ekim 1923 de cumhuriyet ilan edilmiş, 20 Nisan 1924 de Teşkilatı Esasiye Kanunu yani ilk cumhuriyet anayasası kabul edilmiştir. Anayasada da devletin resmi dininin İslam olduğu ibaresi yer almaktadır. Bu nedenle Diyanet İşleri Reisliğinin devlete bağlı bir kurum olmasında sistem açısından bir çelişkinin mevcut olduğu söylenemez. Ancak 10 Nisan 1928 de Teşkilatı Esasiye Kanunundan devletin dinini belirleyen madde çıkarılmış ve 1937 yılında da laiklik ilkesi anayasaya dahil edilmiştir. Böylece devletin niteliği belirgin biçimde ortaya çıkmış ve din ile devlet işleri birbirinden tamamiyle ayrılmıştır. Günümüzde laiklikle ilgili tartışmaların büyük bölümü bu konuda cereyan etmektedir. Türkiye'de din ve devlet işleri gerçekten birbirinden ayrılmış mıdır? Türkiye'de din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması iki yönlüdür; dinin devlete karışmaması, devletin de dine karışmaması gerekir. Mevcut uygulamalar, dinin devlete karışmadığı biçiminde yorumlanabilir. Her ne kadar devleti oluşturan bireylerin inançları mevcut ise de bu inançların, devletin fonksiyonlarını dine dayalı biçimde etkilememesi halinde, dinin devlete karıştığı iddia edilemez. Konuyu tartışılır kılan husus, laiklik tarifinin ikinci aşaması olan, devletin dine karışmaması esasıdır. Türkiye'de devlet dine karışmakta mıdır? Anayasanın 136. maddesi Diyanet İşleri Başkanlığının işlevine ayrılmıştır. Bu madde Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir demektedir. Bu maddenin açıkça ortaya koyduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti Devletinde dinin özerk bir biçimde örgütlenmesine izin verilmemiş ve Diyanet İşleri Başkanlığı ile din hizmetlerinin devlet tarafından karşılanması esas alınmıştır. Bunun yanısıra Diyanet İşleri Başkanlığının faaliyetlerinin laiklik ilkesi doğrultusunda yapılması ve dinin hiçbir biçimde siyasete alet edilmemesi de belirtilmiştir. Devlete din alanında geniş bir denetim ve müdahale yetkisi tanıyan bu uygulama, ulus devlete geçiş, ulusal egemenlik ilkesinin yerleşmesi ve çağdaşlaşma girişimlerinin gereği olarak yapılan tercihin sonucudur. Laikliğin tanımi ile, uyumsuzluk içinde bulunduğu iddia edilse de Türkiye'nin Cumhuriyetten bu yana yaptığı siyasal tercihlerin devamlılığı açısından önem taşımaktadır. Dinin devletin denetimi altına sokulması sonucu, İslam, siyasal rejimin ana ilkeleri ile tezat oluşturmayacak biçimde, radikal İslamcıların ifadesiyle resmi, ya da laik din haline dönüşmüştür. Ancak bu kesimin göz ardı ettiği gerçek İslamın bu yeni yorumunun yıllar boyu bu özelliği ile kitlelerce kabul görmüş, inanç, iman ve ahlaka ilişkin temel fonksiyonunu yerine getirmiş ve halkı birleştirici rolünü kusursuz biçimde ifa etmiş olduğudur. Oysa günümüzde, İslamın Türkiye'ye özgü bu yorumunu tanımayıp, Siyasal İslamı yaşama geçirmek isteyenler, öncelikle laikliğin tanımından hareketle, dinin devletin resmi ideolojisinden bağımsızlaştırılması, talebini gündeme getirmektedirler. Bunun ilk adımı ise Diyanet İşleri Başkanlığının özerkleştirilmesidir. Bu gerçekleştiği takdirde neler olacaktır? Diyanetin son yıllarda sıkça tanık olunan fetvaları, siyasi rejimle ya da Kemalizm'le çatışabilecek; geniş halk kitleleri zaman içinde Siyasal İslami bir şuura yönlendirilebilecektir. Zira İslamiyet, siyasal bir dindir ve din ile ibadet, çoğu halde içiçe girmiş durumdadır. Diyanetin tamamen bağımsız bir kurum olarak kabulü halinde, dini kurumların, siyasetten bağımsız bir fonksiyon görmeleri beklenemez. İslam tarihi içinde cami, dini ve siyasal vaazların verildiği bir din kurumu olarak görev yapmıştır. Siyasi önderin aynı zamanda dini önder olması, halifenin aynı zamanda hem dini, hem de siyasi önder olarak imamlık görevini ifa etmesi, dini kurumlarla siyasi kurumların birbirinden ayrılmasına imkan vermemiştir. Abbasiler dönemine kadar halifeler, camilerde beş vakit imamlık yapan, imana ilişkin konuların yanı sıra, yönetimle ilgili konularda da halkla görüşen, dolayısıyla din ve devlet işlerini bir arada yürüten yöneticiler olmuştur. İslam Devletinin genişlemesi, imamlık görevinin, bölgenin en büyük mülkü amiri olan valilere devredilmesine yol açmış ancak ülkenin başkentinde bu görev, devlet başkanınca sürdürülmüştür. Yine önemli bir ibadet biçimi olan cuma namazı, tamamen siyasi amaç taşıyan bir ibadet biçimi olup, halkla yöneticinin devlet meseleleri konusundaki istişaresini sağlamaya yönelik bir ibadet türüdür. İslamın bu özelliği, laik, demokratik bir hukuk devletinde, din-devlet işleri ayrılığı önündeki en önemli engeli oluşturacağından, din görevlilerinin devlete bağlı bir kurum olan Diyanet aracılığı istihdamı, rejimin devamlılığı bakımından bir zorunluluk olmaktadır. Siyasal İslamın günümüzde rejimin boşluklarını belirlemede büyük bir titizlikle çalışması ve laiklik ilkesi ile uygulama arasındaki çelişkileri belirlemesi, hukuk devletini güçsüz kılma konusunda önemli bir girişim olarak değerlendirilmelidir. Siyasal İslamcıların laiklikle ilgili ikinci iddiaları ise, Siyasal İslamın laikliğe konu olmamasını amaçlamaktadır. İddiaya göre laiklik devlet ve siyaset üzerinde kilise ve din adamlarının, yani İslamda varolmayan ruhban sınıfının, iddia ve teşebbüslerine karşı siyaseti ve dini özgürleştirmektir. Oysa otoriter laik görüşe göre; İslamın iki kutsal referansını (Kuran ve sünnet) bir üst hukuk kabul edip, genel İslami değerlere uygun siyasi tasarım ve programlara sahip insanların yönetime katılma istekleri, laikliğe aykırı kabul edilmekte, böylece paradoksal bir şekilde kilisesi ve ruhban sınıfı olmayan İslam dini ve ona bağlılık hissi içinde bulunan müslümanlar, laiklik adı altında siyasi sistemin dışında tutulmaya çalışılmaktadır. Türkiye'de savunulan ise düpedüz dinsizliktir. (Ali Bulaç; Modern Ulus Devlet, age. s.113) Bu iddialar, İslamın laikliğe konu teşkil edecek bir din olarak kabul edilemeyeceğinden hareketle, yaratılacak olan boşluktan, Siyasal İslamın geçişini kolaylaştıracak bir yaklaşımdır. Oysa ruhban sınıfı olsun, olmasın toplumun sosyal ve siyasal yaşamını düzenleyici ilkeler içeren ve hukuku (şeriatı) olan bir dinin, kendi kutsal referanslarından oluşan ilkelerle ve bir siyasal parti aracılığı ile devleti yönetmeye talip olması, elbet ki laiklikle bağdaşması mümkün olmayan bir durumdur. İslamın, yasa ve kural koyucu bir ruhban sınıfına ihtiyacı yoktur. Çünkü Kuran, bu ihtiyaca cevap vermekte ve siyasal sistemin esaslarını ayrıntılı biçimde belirleyerek, siyasal iktidara yol çizmektedir. Dolayısıyla Hırıstiyan alemindeki ruhban sınıfını bahane ederek, laikliği özünden saptırarak tanımlamanın sadece bir laf cambazlığından ibaret olduğu açıktır. Ülkemizde laiklik ilkesi ile anti-laik siyasal oluşumların yasaklanması, konuyu bir demokrasi tartışmasına da dönüştürmektedir. Özgürlük ve demokrasiyi öne sürerek siyasal amaçlı dini faaliyetler önündeki engelleri, laikliği devre dışı bırakarak kaldırmak isteyenlerin ana hedefi nedir? Siyasal İslamın güç kazandığı bir ülke olması nedeniyle Türkiye'de laiklik sadece siyasal rejimin değil, demokrasinin de teminatı olarak kabul edilmektedir. Çünkü Siyasal İslami Hareket olarak kendini gösteren anti-laik siyasal oluşumlar, demokrasiye kapalıdır. Bu nedenle laiklik ilkesinin korunmasına gösterilen özenin bir demokratikleşme sorunu olarak değil, demokratik sistemin kendi varlığını devam ettirme vasıtası olarak görülmesi gerekmektedir. Bu durum bir din devletinde laik siyasal oluşumlara izin verilmemesine eş değerdir. O zaman Daha demokratik bir yönetim için bu ilkelerden fedakarlık edilemez mi? sorusuna dünyanın başka bir ülkesinde olumlu cevap vermek mümkün iken, Türkiye'nin içinde bulunduğu koşullar incelendiğinde, Atatürk ilkelerinin daima İslam devleti olgusuna karşı en önemli engeli oluşturduğu görülecektir. Buna karşılık demokratik rejimin varlığını sürdürmesi için elzem olmayan ancak toplumda ciddi gerginliklerin yaşanmasına yol açan bazı konuların yeniden gözden geçirilmeleri mümkündür. Örneğin faşist devlet imajı yaratmak için kullanılan başörtüsü sorunu, demokrasinin yaşaması ile ilişkili bir sorun değildir. Her ne kadar İslami ideolojinin göstergesi olarak kullanılıyorsa da, yasaklamanın demokratik rejime getirdiği yük daha fazladır. Bu gibi konuların demokratikleşme olgusu içinde yeniden ele alınarak yasal düzenlemelerin yapılmasını, Atatürk'ün manevi şahsiyetine yapılan bir saygısızlık olarak görme hassasiyetinden fedakarlık yapılması mümkündür. Türkiye'nin kızışan siyasal gündeminde demokrasiyi kullanarak, anti demokratik bir uygulamayı başlatmayı amaçlayan Siyasal İslami Harekete halkın desteğini kazandıracak olan ve bu hareketin temsilcilerini mazlum konumuna düşürecek her türlü kısıtlamanın yeniden gözden geçirilmesine ihtiyaç bulunmaktadır. Ancak göz ardı edilemeyecek gerçek, laiklik ilkesinin Türk demokrasisi açısından taşıdığı önemdir. Laiklik, anti-demokratik bir oluşum olan, din devletine kapıları kaparken, İslamiyeti de her türlü siyasal kavgaya alet olmaktan uzak tutan, halkın vicdanında siyaset üstü bir konuma yükselten ve yine siyaset aracılığıyla tahriften koruyan bir fonksiyon da görmektedir. Laiklik ilkesi aynı zamanda bireysel inancın siyasal bir baskı ve telkin altında kalınmadan da yaşanmasını mümkün kılmaktadır. Devletin yönetici bir otorite olarak herhangi bir dini, telkin ya da tavsiye etmemesi, inancın vicdan ve irade özgürlüğüyle belirlenmesi açısından da büyük önem taşımaktadır. Türk insanı inanmakta da, inanmamakta da, farklı dinlere inanmakta da hürdür, devlet tarafından hiçbir baskı altında tutulmamaktadır. Bu nedenle bu ülkede yaşayanlar, Ben Müslümanım diyorlarsa, bu onların dürüst, saf, içten tercihlerinin ve güçlü inançlarının bir göstergesi olmaktadır. Diğer bir ifadeyle, laiklik, Türk insanının ikiyüzlü bir inanç yerine dürüst ve güçlü bir inanca ulaşmasında da büyük rol oynamıştır. Siyasal İslam ve Ulus Devlet İslam'da yöneten-yönetilen ilişkisinde yönetilen kesim ümmet olarak tanımlanmıştır. Ümmet ise Allah'tan peygamber aracılığıyla indirilen ilahi hükümleri yegane yol gösterici olarak kabul eden evrensel İslam toplumudur. Bu nedenle ümmet ile millet kavramları birbiriyle özde çatışma gösterirler. Zira millet, aralarında ortak dil, din, ve kültür bağı bulunan, ortak bir ülkü etrafında birleşmiş, aynı kaderi paylaşan ve bağımsız bir siyasal kimlikle aynı topraklar üzerinde yaşayan insan topluluğu olarak tanımlanmaktadır. Böylece toprak ve siyasal kimlik, milleti tanımlayan en önemli öğeler haline gelmektedir. Ümmetin dini inançta birleşen ve ulusla sınırlı kalmayan evrensellik boyutu, millette bulunmadığı gibi, milletleşme olgusu ile birlikte toplumsal kimlik oluşumu da dini kimlikten siyasal milli kimliğe dönüşmektedir. Bu nedenlerle ulus devlet, Siyasal İslamcıların bir bölümü için gayri meşru bir oluşumdur. Ayrıca İslam dünyasında yer alan ulus devletlerin dahi, İslam siyasetinin nihai amaçlarıyla zıtlık gösterdiğini ileri sürenler bulunmaktadır. Bu itirazlarda ulus devletlerin İslam ümmetini ulusal kimliklere bölen ve parçalayan bir sonuça hizmet ettiğini düşünmenin de payı olduğu muhakkaktır. Gerek peygamberin ölümünden hemen sonra başlayan İslamdaki siyasal ayrılıklar, gerek ekonomik çıkarlara endeksli ulusal ekonomi politikaları günümüzde tek bir ümmette birleşecek bir İslam dünyasına ulaşmanın gerçekçi olmadığını ortaya koymaktadır. Ancak Büyük Doğu düşüncesindeki Tek İslam Devleti ülküsü, pekçok İslamcı düşünürün ütopyası olarak yaşamaya devam etmektedir. Günümüz dünyasının gelişen şartlarına daha gerçekçi bir gözle bakanlar için ise, küreselleşme, din olgusunu yeniden canlandırmayı gerekli kılan oluşumlara gebedir. Küreselleşme dünyada din temeline dayanan yeni kutuplaşmalar ortaya çıkarmaktadır. Gelecekte dünyanın Hıristiyanlık/sekülarizm, Konfuçyüsçü/Budizm ve İslamcılık olmak üzere üç ana blok içinde kutuplaşacağını düşünenler, İslamın tek ümmete dönüşümünde ısrarcı olmasalar da dine dayalı bu yeni entegrasyon içinde, bütünleşmeyi sağlayacak arayışlar içindedirler. Esasen tüm ekonomik entegrasyonların nihai hedefi siyasal entegrasyon olduğuna göre, İslam dünyasındaki bu arayışı da yadırgamamak gerekir. Necmettin Erbakan'ın İslam ülkeleri ile ilişkilere öncelik tanıması ve kendisini İslam aleminin lideri olarak kabul ettirme yolundaki çabaları, bu İslami entegrasyon modelinin Türkiye'deki ilk adımlarıdır. İslami entegrasyon, ekonomik bir modelle başlasa dahi, siyasi ve kültürel amaçlar taşıması kaçınılmazdır. Benzeri hedeflerin Avrupa Topluluğu içinde de uygulanmakta oluşu, buna en somut örnektir. Sosyal ve kültürel entegrasyon, AB'nin sosyal ve kültürel politikalarını yeniden oluşturmasını gerekli hale getirmiş, yeni hukuki düzenlemeler kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu deneyimlerin ışığında yol alan bazı İslamcı düşünürler, İslam dünyasının sosyal, kültürel ve daha ileri aşamada da siyasal entegrasyonu için İslamın siyasal yapısı içinde bir üst kurumun gerekliliğini öne sürmektedirler. Bu üst kurumla ilgili en somut öneri ise, yeni içtihad ve İslami perspektitlere İslam dünyasında siyasi ve manevi bir üst birleştirici kimlik (Ali Bulaç; Modem Ulus Devlet, age, s. 214) kazandıracak olan Hilafet kurumudur. Ancak Hilafet Kurumunun yeniden kurulması elbetki yeni anlaşmazlıklara yol açacaktır. Zira hilafet hakkının son sahibi olan Türklerin, Halifeler Kureyşi soyundan olduğu için bu hakkı kendilerinde gören Arapların ve nihayet bu kurumu tarih boyunca reddetmiş olan Şii dünyası ve İran'ın, Hilafetin temsili ve üst kurum olarak kabulunde anlaşmaları son derece zordur. Ayrıca bu kurumun yeniden yapılandırılması ve fonksiyonlarının belirlenmesi konusunda da İslamın başlangıçtan beri yaşadığı güçlükler devam etmektedir. İslam Hukukunun kaynağı olan Kuran ve sünnete ek olarak peygamberin ölümünden sonra gerekli görülen sahabe ictihadı, Kuran ve sünnetin tartışmasız doğrular olarak kabul edilen hükümlerinden hareketle ortaya çıkan sorunları hükme bağlamaktaydı. Buradaki hareket noktası, peygamber yaşasaydı, bu sorunu nasıl çözümlerdi? sorusuna cevap aramak yolunda gelişmişti. Zaman zaman daha bağlayıcı kabul edilen Şura kararlarına da başvurulmuş ve karara bağlanan konulardaki hükümler, İslam hukukunun bir diğer önemli kaynağını oluşturmuştur. Ancak Emeviler döneminden itibaren özellikle kamu hukuku alanında Kuran ve Sünnetten sapmalar görülmüştür. İslam Hukukunun olgunluk çağı olarak kabul edilen Abbasiler döneminde fıkhın önceki kaynakları olan Kuran, sünnet ve sahabe ictihadına ilaveten tabiin içtihadı, nazari ve farazi fıkıh çalışmaları, fetihlerle kültür ve örflerin fıkıh yorumlarına katılması, bu alandaki ihtilatların artmasına yol açarken, fıkıh alimlerinin kendi görüşlerini kaleme almaları ile fıkıh ilminde gelişmeler olmuş ancak farklı yorumlar da uzlaşmayı zorlaştırmıştır. Abbasiler döneminde İslam Hukukunun ana kaynakları konusunda görüş ileri sürenlerin dört ana gruba ayrıldıkları görülmektedir. Birinci grup, sünneti delil ve hüküm olarak kabul etmeyen, Kuran ve re'ye dayanan aşırı re'ycilerdir ki, bunlar Kuranda belirgin olmayan konularda nas'lardan hareket ederek akıl yürütme yolu ile hüküm üretmekte, yani Kuran'ı ana kaynak kabul etmektedirler. İkinci grup ise sünneti de delil sayan ancak titizlikle inceleyen ve hadislerin sıhhatini araştırarak onları hukukun kaynağı olarak kullanan ılımlı re'yciler dir. Üçüncü grup, re'y ictihadını, kıyası, tabiin içtihadını delil kabul etmeyen aşırı esercilerdir. Dördüncü grup ise, re'y ve kıyasa nadiren başvuran hadisler, sahabe ve tabiin fetvalarını ana kaynak kabul eden gruptur. Bu gruplaşma, İslam Hukukunun kaynakları konusunda Abbasiler döneminden itibaren başlayan farklı yorumları ortaya koymak bakımından somut bir örnek teşkil etmektedir. Günümüzde ise İslam Ülkeleri uyguladıkları hukuk bakımından üç grupta toplanmaktadır. Birinci grup nüfusun çoğunluğu müslüman olan eski sosyalist ülkelerdir. SSCB döneminde laik, ateist temele dayalı bir hukuka sahip olan bu ülkeler, şimdi hukuklarını milli bünyelerine uydurma çabası içindedirler. İkinci grup, modernizmden az etkilenen, kapalı rejim sürdüren ülkelerdir ki, (S.Arabistan, Yemen, Umman, BA Emirlikleri, Katar, Afganistan, Sudan, İran, Pakistan,) bu ülkeler teorik olarak İslam Hukukunu, pratikte ise geniş ölçüde örf adete dayanan hukuku uygulamaktadırlar. Üçüncü grupta yer alan ülkeler ise, belli alanlarda (şahsın hukuku, miras, aile hukuku, vakıflar gibi) İslam Hukukunu, diğer alanlarda ise Batı kaynaklı yasaları uygulayan ülkelerdir. Bunların çoğunluğunu eski sömürgeler teşkil ettiğinden sömürgecilik döneminden kalan Batı yasaları hala yürürlüktedir. Örneğin Hindistan, Malezya, Bengal, K. Nijerya'da İngiliz Hukuku (Common Law), Kuzey Afrika'da Fransız Hukuku, Endonezya'da Hollanda Hukuku hala yürülüktedir. Öte yandan güney doğu Asya ülkeleri içinde Modern İslam Devleti uygulamalarına geçilme girişimleri görülmektedir. Örneğin bir İslam Devleti olan Malezya'da Başbakan Mahathir Mohammed'in dini reformu da öngören girişimleri, bölgede bir örnek oluşturmaktadır. Mahathir Mohammed'in öncelikle el attığı konu, İslam hukuk sisteminin değişmesidir. Mevcut adalet sistemi ikili bir yapı göstermekte, ülkede merkezi yönetime bağlı sivil mahkemelerin yanısıra, mahalli yönetime bağlı şeriat mahkemeleri bulunmaktadır. Mahathir Mohammed'in şeriatın ağır işleyen, son derece katı ve yeterince güven vermeyen uygulamalarına karşı olması, hukuktaki reform girişimlerinin temel sebebini teşkil etmektedir. İslamın her çağa hitap eden bir din olabilmesi, ancak 1400 yıl önceki yorumlardan kurtarılması ile mümkün olabilir diyen Başbakan, Kuran'ın toleranslı ve esnek biçimde yorumundan yanadır. Bu esneklik mali sistemin İslamlaştırılmasında da kendini göstermektedir. Bankalar faiz alma ve verme konusunda yeni ölçüler benimsemektedirler. Borsacılar, yeni İslam indeksleri çıkararak, haram faaliyetlerde bulunmayan işletmelerin hisselerinin satışına izin vermektedirler. Haram faaliyet, alkol, domuz ürünleri, kumar vs. gibi konuları içermekte ve haram faaliyetteki ölçü, işletmenin toplam üretiminin yüzde 30'u ile sınırlanmaktadır. Arap Malezya Bankası, çıkardığı kredi kartlarının gece klüpleri, masaj slonları gibi yasaklanmış faaliyetler dışında kullanımına izin vermektedir. Mahathir Mohammed'in yakın zamanda Suudi Arabistan otoritelerince, Arap dünyasında büyük prestiji olan Kral Faysal Uluslararası Ödülüne Layık görülmesi, modernleşme eğilimlerine Arap dünyasının bakışı konusunda bazı ipuçları vermektedir. Ülkede radikal İslamcı muhalefetin bu değişimlere göserdiği tepkiye rağmen, komşu ülkelerin, en başta da en büyük nüfuslu İslam ülkesi olan Endonezya'nın Malezya'daki modernleşme sürecinin yakın takipçisi olduğu bilinmektedir: Bu reformist yaklaşımların geleceğin İslam dünyasında özellikle güney doğu Asya'da bir örnek model olarak değerlendirildiği açıktır. (Financial Times Eki, 26-27 Nisan 1997) İslam hukukundaki farklı yorum ve kabullerden ve İslam ülkelerindeki farklı hukuki uygulamalardan da açıkça görüleceği gibi, ortak bir hukuki yapıya geçişi sağlamak son derece zordur. Bir üst kurumun ortak hukuki yaptırımlarını, İslamın bütününe teşmil etmenin adeta imkansız olduğu bilinmektedir. Bu nedenle Hilafet kurumuna bağlanan ümitlerin hiç de gerçekçi olmadığı açıktır. Çok Hukukluluk Tartışması Demokrasi kullananın niyetine göre değişen bir keskin kılıçtır. Bireyi esas alan bu hak ve özgürlükler rejimin kendi kendini yok edecek bir maharette kullanma çabalarına Türkiye çokça tanık olmaktadır. Bu uygulamalardan en dikkat çekici olanı da demokrasiyi öne süren ve bireyi esas aldıklarını iddia eden bazı siyasal İslam yanlılarının ileri sürdükleri çok hukukluluk iddiasıdır. Çok hukukluluk fikrini savunanlara göre, devletin, farklı kültürleri olan insan topluluklarına tercihleriyle kendi hukukunu seçme şansını vermesi hukuk üretme gibi bir görevi olmaması ve bu görevi insanlara bırakması; böylelikle insanların daha özgür bir ortamda ilerleme sağlamakla beraber, aynı zaman diliminde hukukların da tatbikattaki başarıları ile mukayeselerinin yapılabileceği (Milli Gazete; 14 Kasım 1995) ileri sürülmektedir. Bu iddiaya dayanak alınan uygulama ise Peygamberin Medine Sözleşmesi dir. Bu sözleşme Medine'deki Yahudi ve putperest kabilelerle imzalanmış ve imzacı taraflara kendi hukukularına göre yaşama hakkı tanınmıştır. Bu sözleşmeden hareket eden Siyasal İslamcı bazı düşünürler, çağımızda da etnik, dini, ideolojik gruplara kendi hukuklarını seçme özgürlüğü tanıyarak bir arada yaşamayı ve toplumsal barışa bu yolla ulaşmayı önermektedirler. Bu öneriler sadece fikri düzeyde kalmaktan öteye geçmiş ve RP İstanbul Milletvekili Mustafa Baş, Meclise bir kanun teklifi vererek, belediyelerin yanısıra müftülere de nikah kıyma yetkisinin verilmesini ve resmi nikahtan önce dini nikah kıymanın serbest bırakılmasını istemiştir. Çok hukukluluğun tarihi geçmişi araştırıldığında, tarafların eşit haklara sahip olduğu bir çok hukukluluk uygulamasının İslamiyet içinde dahi belli bir dönem için yürürlükte kaldığı görülecektir. Medine sözleşmesi imzalandığında, söz konusu uygulama Sizin dininiz size, bizim dinimiz bize ayetinden güç alırken, daha sonra Tek din İslamdır ayetinin gelmesi ile gayri müslümlerin bu hukuki özgürlükleri kullanmadaki statüleri değişmiş, itaate ve Müslümanların hakimiyetini kabule dayalı, eşit olmayan bir yönetim başlamıştır. Kaldı ki çok hukukluluk geleneği sadece Müslümanlar arasında değil Roma İmparatorluğunda Avrupa'daki çeşitli İmparatorluklarda ve İslam öncesi Orta Doğuda da mevcuttu. Ancak ulus devletin ortaya çıkışı ile birlikte bireysel hukuk yetersiz kalmış ve hukukun mülkiliği bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Ulus devletle birlikte vatandaşlık kavramının ortaya çıkışı, ulusun birliği, bütünlüğü bakımından kişiye ya da cemaatlere özel olmayan ve ülkenin tümü için geçerli olacak yasaları zorunlu kılmıştır. Hukuk birliğinin milletleşme sürecinin en önemli araçlarından biri olduğu açıktır. Nitekim Osmanlı İmparatorluğunda Kanuni döneminden itibaren başlatılan tek hukuka geçiş gayretleri cumhuriyete kadar aralıklı olarak devam etmiştir. Osmanlının parçalanma sebepleri arasında çok hukuklu yapıdan kurtulamamanın da önemli bir rolü olduğunda pekçok tarih bilimci birleşmektedir. Günümüz Türkiye'sinde Siyasal İslamcıların demokrasi ve insan haklarını öne sürerek başlattığı çok hukukluluk tartışması, Medine Sözleşmesini model almaktadır. Bu sözleşmenin yapıldığı koşulları, günümüz Türkiye'sinin koşulları ile karşılaştırmanın dahi anlamsız olacağı ortadadır. Ancak birkaç özelliğe dikkat çekerek, çok hukuklulukla ilgili iddialara açıklık kazandırmak yararlı olacaktır. Herşeyden önce Sözleşmenin kabul edildiği dönemde Medine'nin nüfusu Müslüman, gayri müslim, toplam 10 bin kişi idi. Üstelik müslümanların sayısı yaklaşık 1500 dolaylarında kabul edilmektedir. Bir kent devletinin bile olmadığı Medine'de farklı mahallelerde oturan ve bütün işlerinde bağımsız kabileler yaşamaktaydı. Her kabilenin başında hayat boyu görev için seçilen kabile başkanları bulunuyordu. Bu koşullarda azınlıkta olan Müslümanların, bütün işlerinde bağımsızlaşmış kabilelerle ortak bir yönetimde anlaşmalarının yolu, elbet ki onlara kendi özyönetimlerini verecek bir model çerçevesinde olacaktı. Bu zor şartlar altında Peygamber, bütün kabile başkanlarını toplantıya çağırarak onlara konfederasyona dayalı bir kent devleti kurmayı önerdi. Dolayısıyla, üstü örtülmeye çalışılan gerçek, Medine sözleşmesi ile kurulan yönetimin bir konfederasyon olduğudur. Sadece bu özellik dahi, Medine'de yaşama geçirilen sistemin, her inanç grubunun kendi coğrafi bölgesinde yaşamasıyla işleyebilen bir yönetim olduğunu, aksi halde pekçok zorlukla karşılaşılacağını ortaya koymaktadır. Diğer bir ifade ile çok hukukluluğu önerenler, Türkiye'de de bir konfedersayon kurulmasını isteyip, istemediklerine açıklık getirmemektedirler. İkinci olarak, ayırımın özü, inanç esasına dayanmaktaydı. Müslümanlar, Yahudiler, putperest Araplar ve az sayıda Hıristiyan'dan oluşan Medine halkı, hukuk konusundaki seçimini dine dayalı olarak yapmaktaydı. Oysa Türkiye'de dine dayalı bir hukuk ayırımının temel alınmasının mümkün olamayacağı, alınması halinde ise çok parçalı bir tablo ile karşılaşılacağı açıktır. Herşeyden önce laik-anti laik ayırımı, dine dayalı bir ayırım olmayıp, siyasi tercihi belirleyen bir ayırımdır. Toplumun bir kesiminin kendisi için din hukukunu seçmesi halinde, geriye kalan çoğunluğun seçeceği beşeri hukukla, din dışı sayılması gibi bir çarpıklık ortaya çıkacaktır ki, kanımızca asıl amaçlanan da budur. Bunun yanısıra peygamber zamanında mevcut olmayan mezhep ayırımı, bugün mevcuttur. Her mezhebin İslam Hukukuna ilişkin yorumları ise farklıdır. Çok hukukluluk karşısında Türkiye'de yaşayan müslümanlar sünni, alevi, caferi vs. gibi dallara ayrılarak, her biri farklı bir hukukla temsil edilmek mi isteyecektir? İş bununla da bitmemektedir. Türkiye'de çok hukukluluğun talepcisi olacak başka gruplar da mevcuttur. Örneğin etnik gruplaşmaların önünü açan sistem, Kürtleri İslam hukuku içine mi alacak, yoksa onların Kürt Federe Devleti kuma taleplerine farklı bir hukuki statü mü tanıyacaktır? Ermenilerin bu konudaki talepleri ne olacaktır? Hiç olmayan bir Hıristiyan hukukunu mu yoksa özerk yönetimi gerçekleştirmek için beşeri hukuku mu seçeceklerdir? Ya Bahailer, Yehova Şahitleri, Ortodoks, Protestan, Katolikler? Kısacası Türkiye'yi parçalamak için bundan uygun bir öneri olmasa gerek. Üçüncü ve en önemli husus, Medine Sözleşmesi ile başlatılan sistemin, belli bir dönem için geçerli olduğu, daha sonra uygulanamadığıdır. Medine'nin farklı inanç grupları arasında yer alan müşrikler, yani putan tapanlara sözleşme ile birlikte tanınan özgürlük, daha sonra ortadan kaldırılmıştır. Medine'de gelen Tevbe suresi, bu konudaki anlaşma hükmünün iptalini açıkça anlatmaktadır. Allah ve Resulünden, andlaşma yaptığınız müşriklere ihtardır diye başlayan sure, dört ay içinde Allahın bir olduğunu kabul etmedikleri takdirde öldürüleceklerini bildirmektedir. Tevbe suresinin 2. ayetinde bu süre açıkça belirtilmiştir. Dört ay yeryüzünde dolaşın, bilinki siz, Allah'ı aciz bırakamazsınız ve Allah, kafirleri rezil edecektir. Müşriklerin tevbe etmeleri ve İslama dönmeleri halinde öldürülmelerine gerek yoktur. Ancak İslamı kabul etmeyenlerin öldürülmeleri Kuran'da emredilmektedir. Haram aylar çıkınca Allah'a ortak koşanları nerede bulursanız öldürün; onları yakalayın, hapsedin ve her gözetleme yerinde oturup onları bekleyin. Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar, zekat verirlerse yollarını serbest bırakın. (Kuran-ı Kerim; Tevbe suresi/5) Söz konusu durumu günümüz şartlarına uyarlayacak olursak, Siyasal İslamcılara göre çağdaş müşrikler, laik ve Kemalistlerdir. Çok hukuklu bir yapıya geçişle, laiklerin İslam Şeriatına ilişkin uygulamalardan etkilenecekleri ve kendi iradeleriyle zaman içinde şeriatı seçecekleri umulmaktadır. Ancak şüphesiz ki bunun bir bekleme süresi vardır. Kemalist laikler, böyle bir tercihe yönelmedikleri zaman ne olacaktır? Tevbe suresinin 5. ayeti mi uygulanacaktır? Sistemin işleyişine ilişkin sorular da pek çoktur. Örneğin yargı nasıl yapılanacak? Her din ya da özerk yönetimin mahkemesi, savcısı, yargıcı, avukatı ayrı okullarda mı eğitilecek? Farklı hukuku seçen bireyler arasındaki ilişkiler nasıl çözümlenecek? Bireysel seçme özgürlüğü olarak tanımlanan sistemde ailenin bireyleri farklı hukuk alanlarını seçerse, aile ilişkiler nasıl, hangi hukuku esas alarak sürdürülecektir? Maliye hangi hukuka göre teşkilatlanacak? Vergi nasıl toplanacak? İslam hukukunu seçen zekat verirken, laik hukuku seçen vergi mi verecektir? Ekonomide hangi ilkeler esas alınacak? İslam ekonomisine göre faiz yasaklanırken, liberal ekonomide faiz mi uygulanacak? Aynı topraklarda içiçe yaşayan insanlar vatandaşlık olgusunu yitirince nasıl bir kör döğüşü yaşanacaktır? Toplumda bireylerin birbirine yabancılaşması ve kaos ortamının yaratılmasından kimler, ne gibi amaçlar bekliyorlarsa, şüphesiz çok hukukluk bu amaçlara vefasızlık etmeyecek bir tercih olacaktır. Sonuç son derece açıktır. Çok hukukluluk, hukuk devletinden güç alan demokratik rejimin zaafa uğratılarak, yıpratılması ve din devletine kolay bir geçiş yapılması dışında hiçbir amaca hizmet etmeyecektir. Üçlü Meşruiyet Yukarıda bahsi geçen girişimler de dikkate alındığında, Siyasal İslami Hareketin ortaya çıkışı ile birlikte, Türkiye'de ikili değil, ancak üçüncü ayağı gizli, üçlü bir meşruiyetin varlığından söz etmek mümkündür. İlk ikisi Kemalizm ve demokrasi olarak yasal bir serbestiyet içinde hareket ederken, üçüncüsü devletin güç kaynağı olarak Tanrısal iradenin temsilcisi olan dini aracı kılmak isteyen Siyasal İslam Hareketidir. Bu üçlü yapı içinde yaşanan çatışma Türkiye'deki demokratikleşme sürecinin önündeki en büyük engeli oluşturmaktadır. Demokrasiye geçiş süreci içinde zamanla eriyecek olan anti demokratik bazı ilkelerin, demokrasiyi korumak amacıyla varlıklarını sürdürmeleri zorunluluğu, Türkiye'ye özgü koşulların bir ürünüdür. Devletin, yegane güç kaynağı olarak halkın iradesini kabullenebilmesi için, demokratik rejimi tehdit eden ve halkın inancından güç alan Siyasal İslam Hareketinin oluşturduğu tehdidin demokratik süreç içinde etkinliğini yitirmesi mi gerekmektedir? Yoksa Türkiye, her türlü riski göze alarak, demokratikleşme sürecini gerçek anlamda başlatmalı mıdır? Bu, cevaplanması güç bir sorudur. Yükselen Siyasal İslamın Türkiye'yi Kemalizm'le demokrasi arasına sıkıştırmış gibi görünmesi, durumun ciddiyetini ortaya koymaktadır. Ne var ki, demokratik sistem ve hukuk devleti içinde bu sorunlara çare üretmek de mümkündür. Zira demokrasi, her koşula uygun çözümlerin de üretimine imkan veren bir rejimdir. Demokratik Çözümler Siyasal yolla iktidara gelmeyi amaçlayan İslami Hareketin halktan aldığı desteğin sebeplerini incelemek gerekir. Öncelikle Türk insanı yıllar süren ekonomik istikrarsızlıktan, gelir dağılımındaki adaletsizlikten, sosyal sınıflar arasında giderek büyüyen yaşam düzeyi farklılıklarından ve yeteneksiz siyasetçilerden yorulmuştur. Bu yorgunluk ekonomik ve siyasal düzene olan güven duygularını da sarsmıştır. Son çareyi kendisine adil bir düzen vaad eden bir başka siyasal partiyi denemekte aramaktadır. Bu siyasal parti onun manevi duygularına, kutsal bildiği kavramlar aracılığı ile seslenmekte, yıllardır boyun eğdiği fakat eğerken de ezildiği Batı dünyasına kafa tutmakta, ahlak ve adalet vaad etmektedir. Siyasi görüşleri refah düzeylerine endeksli olan bir halk çoğunluğu için, bu alternatifi de denemek, hiç de yadırganacak bir tutum olmasa gerek.... Oysa söz konusu partinin vaad ettiği ekonomik düzen tamamiyle ütopiktir. Necmettin Erbakan'ın Adil Düzen adlı kitabıyla (Daha fazla bilgi için Bkz: Necmettin Erbakan; Adil Düzen, İzmir, 1991) yayınladığı ekonomik görüşleri, ciddiye alınmadığı ve Erbakan da sürekli tartışmaktan kaçtığı için kamuoyu tarafından bilinmemektedir. Takas ekonomisini öneren, parayı vakıf senedine dönüştüren, vergilerin üretilen mal cinsinden toplanmasını esas alan, çalışmadan ve prim ödemeden sigortalılık ve emeklilik haklarını getireceğini, herkesi sigortalı yapacağını vaad eden, serbest piyasa ekonomisini savunurken, merkeziyetçi ve devletçi bir anlayış sergileyen bu garip ekonomik düzen, adil sloganı altında halkı aldatmaktadır. Ekonomik görüşleri tartışmaya değecek kadar bile ciddi kabul edilmeyen bir lider, bugün Türkiye'yi yönetmekte ve ulaştığı oy potansiyeli, onun ekonomik düzenini tartışmayı dahi kendilerine yediremeyen aydınları kara kara düşündürmektedir. Bu siyasi partiyi denemeyi göze alan halkın çoğunluğu ise, oy pusulalarındaki tercihlerini İslami görüş lehine kullanırken acaba bir İslam Devletinde yaşamak yolunda tercihte de bulunmuşlar mıdır? Geçmişte merkez sol partilere ya da liberal partilere oy veren bir büyük grubun, İslam devletine bilinçli şekilde onay verdiğini düşünmek için hiçbir sebep mevcut değildir. Nitekim yapılan kamuoyu araştırmaları, R.P.'ne oy veren seçmenlerin sadece yüzde 20.9'unun dini değerleri savunduğu için bu partiye oy verdiğini ortaya koymaktadır. O halde durum değerlendirmesi yaparken varılan ilk sonuç, İslamın siyasal yüzünün Türk halkı tarafından bilinmemesidir. Bu bilinmezlikte geçmiş yıllarda devletin zorla bireyselleştirdiği İslam dinine ilişkin telkinleri kadar, siyasi partilerin örtülü amaçlarla hareket etmeleri de etken olmaktadır. O halde, İslamiyetin ikinci yüzü olan Siyasal İslamın kamu oyuna açıkça anlatılmasına ihtiyaç vardır. Bu konuda kamuoyunu bilgilendirmek ise laiklik ve demokrasiye bağlı aydınların görevidir. Zira Siyasal İslamı yaşama geçirmek isteyenler, T.C. Anayasasının din devleti kurulmasına kapalı olduğunu bildikleri için, gerçek amaçlarını açıkça ifade etmek yerine, yine İslam'dan aldıkları güçle takiyye yapmaktadırlar. Al-i İmran suresinin 28. ayetinde Müminler, inananları bırakıp kafirleri dost edinmesin. Kim böyle yaparsa Allah ile bir dostluğu kalmaz. Ancak onlardan (gelebilecek tehlikeden) korunmanız başka. (Şerlerinden korunmak için dost gözükebilirsiniz). denilmektedir. Prof. Süleymen Ateş'in bu konudaki Kuran Tefsiri açıklaması aynen şöyledir: Ancak korunmanız başka cümlesi özetinde çok durulmuştur. Bu cümleden takiyye hükmü çıkarılmaktadır. Takiyye, birinin kötulüğünden korunmak için, asıl inancını gizlemek anlamına gelir. Bazı müfessirlere göre tehlikeli olan her durumda takiyye caizdir. Kafirlere karşı takiyye ile hareket edilebileceği gibi, müslümanlar birbirlerine karşı da takiyye uygulayabilirler. Buhari, Ebu'd-Derda'nın şu sözlerini naklediyor. Biz, bir takım insanların yüzlerine karşı güleriz, fakat kalplerimiz onlara lanet eder. Bu ifadeler bir İslamcı bilim adamına aittir. Siyasal İslamın din devleti kurmak, laikliği kabullenmek, demokrasi içinde yol almak, hatta Batı dünyasına sempatik görünmek yolundaki uygulamalarını takiyye olarak yorumlamamak için hiçbir sebep yoktur. Bundan dolayı halkın Siyasal İslamın amaçları konusunda bilgilendirilmesi görevi laik düşünceye inananlara düşmektedir. Laik kesimin öncelikle dinin siyasal amaçları ve şeri hukuk konusunda bilgisizce sürdürdükleri inkardan vaz geçmeleri, dini, dincilere öğretmek gibi gülünç uğraşları terk etmeleri ve İslamın siyasal bir din olduğu gerçeğini kabullenmelerinin zamanı çoktan gelmiştir. Müslüman olduğunu kabul eden herkes, dinin sadece Tanrı inancı, ahlak ve ibadet öğreten bir kurum değil, siyasal ve sosyal bir devlet düzeni getiren bir kurum olduğunu da bilmek zorundadır. Bunu bilerek Siyasal İslama onay verenler olacağı gibi, bu onayını geri çekenlerin de olacağı açıktır. Halkın bilgilenme hakkını engellemek ne dinle ne de demokrasi ile bağdaşır bir durumdur. Sosyal adaletsizlik Türk toplumunun yumuşak karnı haline gelmiştir. Din ise sosyal adaleti sağlayacak önemli düzenlemeler içermektedir. Bu nedenle Sosyal Hukuk Devletinin yetersiz bıraktığı sosyal adalet uygulamalarına karşı, Din Devletinin alternatif olması kaçınılmazdır. Adil Düzen çağrısının içi boş bir slogan olmakla birlikte halkı etkilemesinin sorumluluğunu, sosyal adaleti sağlamaktaki acizlikte aramak gerekmektedir. Oysa Sosyal Hukuk Devleti, sosyal adaleti sağlayacak geniş bir kurumsal yapıya sahiptir. Üstelik dinde nefsani denetimini sağladığı kabul edilen, iman ve ibadetle bütünleştirilerek insanın vicdanına terk edilen sosyal adalet (zekat, fitre vs. ), sosyal devlette kurumlar aracılığı ile hayata geçirilmektedir. Ancak Türkiye, dünyada esen liberal rüzgarların da etkisiyle henüz tam olarak hayata geçiremeden, sosyal devlet ilkesinden sapma göstermiştir. Baba devlet, koruyucu devlet imajı hızla silinmektedir. Bireyi kendi sorunları ile yüzyüze bırakan liberal devlet anlayışı ise Türkiye koşulları açısından ciddi tehlikeler taşımaktadır. Bu nedenle devletin yeniden baba fonksiyonun üstlenmeye başlamasına ve kurumsal yapıya, sosyal adaleti sağlayacak biçimde destek vermesine ihtiyaç vardır. Dünyada yaşanan çeşitli örneklerin de ortaya koyduğu gibi, feodal yapı, devletle halkın yabancılaşmasına yol açmaktadır. Özellikle Güney Doğu Anadolu, bu açıdan üzerinde titizlikle durulması gereken bir bölgedir. Devletin halka yabancılaşması ve halkın feodal aracılar vasıtasıyla devletle ilişkiye girmesi, sivil yapılanmalar için uygun bir ortam yaratmaktadır. Aşiret yasaları, aşiret reislerinin siyasal görüşlerini, devlete altematif ve devletten güçlü olarak halka benimsetmesine yol açmaktadır. Güney Doğu Anadolu, yasa dışı İslamcı terör örgütleri için, etnik ayrılıklardan da yararlanılabilecek uygun bir ortam teşkil etmektedir. Bu nedenle devlete aracılık fonksiyonu üstlenen feodal yapının egemen unsurlarının devre dışı bırakılarak halkla devlet arasındaki yabancılaşmanın giderilmesi, dinin siyasal amaçla kullanımının önlenmesi açısından gereklidir. Bunun için atılacak ilk adım, aşiret hakimiyetini kıracak olan toprak refomunu hayata geçirmek olacaktır. Söz konusu önlem, kırsal kalkınma ve gelir dağılımı adaleti açısından da önem taşımakta ve din duyguları güçlü kırsal bölge halkının, ekonomik sorunlarının provokasyonu ile dinci grupların etkisi altına girmeleri önlenmiş olacaktır. Ekonomik istikrarsızlık, özellikle terörün de devreye gimesi ile hız kazanmıştır. Ekonomik istikrarsızlığın sosyal dengeleri de olumsuz etkilediği açıktır. Türkiye terörle mücadelenin yanısıra ekonomik ve sosyal hayatını düzene sokacak siyasal istikrara da muhtaçtır. Siyasal istikrarsızlıktan kurtulmanın yolu, halkın özlemini çektiği yeni bir siyasal yapılanma ile mümkündür. Siyasette yeniden yapılanma, siyasi partilerin lider partisi olmaktan, kadro partisine dönüşümleri ile sağlanabilir. Kadro partileri, daha nitelikli, bilgili ve deneyimli insanların siyasete girmelerini teşvik açısından da önemlidir. Siyasal alandaki yeniden yapılanma, halk için yeni bir umudu, ekonomik sorunların çözümü, sosyal adaletin sağlanması için de yepyeni fırsatları beraberinde getirecektir. Böylece Türkiyenin çevresine örülen ve Siyasal İslamı yegane alternatif gibi sunan çaresizlik halkasının kırılması mümkün olabilecektir. Türk insanı yıllardan sürdürülen Batı hayranlığı, Batı ile yapılan ekonomik ve sosyal kıyaslamalar nedeniyle gizli bir ezilmişlik duygusu içindedir. Siyasal İslamla birlikte, Batıya bir başkaldırı yaşarken, kırılan onurunu onarmakta, mensup olmaktan heyecan duyacağı, kimlik bulacağı yer olarak da, İslamı tek alternatif olarak görmeye başlamaktadır. Bu mensubiyet duygusundan tadılan tatminin en fazla yaşandığı ortamlar ise tarikatlar olmaktadır. Bu nedenle Türk toplumunun başarıları tadmaya, ulusal onurunu yüceltmeye, dünyanın saygın bir ülkesinin ferdi olma hazzını yaşamaya ihtiyacı vardır. Bunu da sağlamanın ilk adımı siyasal ve ekonomik istikrarın izleyeceği sosyal ve bilimsel yaşamdaki canlanmadır. Türk aydınının halktan kopukluğuna karşılık, din elitinin halka yakınlığı da İslami Hareketin güç kazanmasında önemli bir etkendir. Laik aydınların halkla paylaşılacak ortak temalar bulması, halkla yakınlaşması ve onun hizmetinde olduğunu hissettirmesi son derece önemlidir. Şüphesiz ki eğitimdeki atılımlar, fikri paylaşımı ve dolayısıyla bütünleşmeyi hızlandıracak ve Türk insanının, bu milletin ferdi olmaktan onur duymasını kolaylaştıracak bir yoldur, fakat yeterli değildir. Eğitimin yarattığı sınıf farkının halka hizmetle dengelenmesine ihtiyaç bulunmaktadır. Özellikle laik düşünceyi benimsemiş sivil toplum örgütlerinin bu bütünleşmeyi sağlayıcı yoldaki faaliyetlerine hız vermeleri gerekmektedir. Türkiye'de demokrasinin teminatı olan laiklik ilkesine özellikle bazı kurumların oluşumu açısından hassasiyet gösterilmesi çok önemlidir. Bu kurumlar içinde ordu, adalet mekanizması ve eğitim kurumları ilk sıralarda yer almalıdır. Özellikle Yüksek Öğretim kurumlarında gençlere siyasal İslamcı görüşlerin aşılanması, hem kadrolaşma faaliyetleri için gerekli alt yapıyı oluşturmakta, hem de İslami cemaatlerin siyasallaşmasında genç kadroların etkin rol almasına imkan vermektedir. Cemiyet artı Cemaat = halk hareketi formülünün, Türkiye açısından da büyük önemi olduğu açıktır. Bazı İslamcı gençlik örgütlerinin Beyazıt meydanında Cuma namazı sonrasında gösteri yapma arzuları, yukarıdaki formülün provaları olarak değerlendirilebilir. Üniversite gençliğinin İslamcı fikirler doğrultusunda yapılandırılmasında öğretim üyeleri ve vakıfların etkin rolü dikkate alınarak, demokıasi ve laikliğe bağlılık konusuna titizlik gösterilmesine ihtiyaç bulunmaktadır. Vakıfların siyasal İslamcı hareket içinde oynadıkları rol, oldukça etkindir. Çünkü vakıflar, eğitim faaliyetlerinin yanısıra gençliğe burs, yurt ve iş imkanları da sağlayarak din elitinin oluşumuna katkıda bulunmaktadırlar. İslamcı eğitimin önde gelen vakıflarından birinin başkanı ile yapılan bir röportaj gerek dine bakış açısının anlaşılması, gerek faaliyetlerin kapsamı bakımından kamu oyunu aydınlatıcı niteliktedir. Bu röportajda vakıf başkanı Modern toplumdaki nihai hedef sapması dini, herhangi bir sosyal kurum olarak ele alma yanlınlığından kaynaklanıyor... Halbuki İslam'da din, bir yaşam tarzıdır. Hayatın kendisidir, hayattan bir parça değildir.... Din eğitimi diye bir şey olamaz. İnsan hayatının herşeyi dindir... İmam Hatip ve İalahiyatlar modern eğitimin bir parçası olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu iki eğitim kurumunda da din, hayatın kendisi değil, bir parçası olarak veriliyor. Yani dini bilgi hayatamızı yönlendiren bir olgu olarak değil, varolan bilgi kategorilerinden sadece biri olarak veriliyor. Bu sekülarizmdir ve bu aydınlanmacı kafadır... Bilimsel anlayışa göre, dinin ve bilimin kendine ait alanları vardır... Halbuki ashab, öznel alan ve alan düalizmine sapmamış bilgiye bütüncül anlayışla yaklaşmıştı. İşte o zaman bilgi yaşanabilir hale gelir demektedir. Böylece dine göre yapılandırılmış bir yaşam tarzının hedef olduğunu kapalı biçimde ifade etmektedir. Vakfın çalışmaları ise özellikle üniversite gençliğine yöneliktir. Vakıf başkanı kendisinin bizzat yönettiği üç grup bulunduğunu söyleyerek, devam ediyor. Bunlardan iki tanesi seçkin lisans öğrencilerinden müteşekkil, bir tanesi de master ve doktora öğrencilerinden oluşan üç grupla uygulama yapıyoruz... Bahsettiğim çalışmayı sosyal bilimler alanında yapıyoruz... Bu inşallah önümüzdeki kısa zaman dilimi içinde açacağımız sosyal bilimler enstitüsünün ön çalışmalarıdır. Bahsettiğimiz üç gruptan başka 20'ye yakın çalışma grupları bulunmakta... Bizim hedeflediğimiz seviye doktora seviyesidir. İstanbuldaki... Vakfı gençliği, doktora seviyesinde olmalıdır. Bu ileride Türkiye geneline de yayılacak. Bunun için gençleri teşvik ettiğimiz gibi, bizzat ellerinden tutarak oraya götürüyoruz ve bunun için organizasyonlarımız var... İnşallah üniversitelerde, hem bizim kendi iç bünyemizde yaptığımız eğitim-öğretim çalışmalarıyla kendimiz ve toplumumuzun özüne uygun bir eğitim modeli ortaya çıkaracağız. Türkiye'de sayıları son yıllarda büyük bir hızla artan İslamcı vakıfların, Siyasal İslamın yapılanmasına büyük katkıda bulundukları açıktır. Modern hukuk devletinin savunusunu yapanların da laik düşünceyi temsil eden sivil toplum örgütlerine daha büyük destek vermelerinin, Türkiye'nin geleceği bakımından önem taşıdığı ortadadır. Bu konuda basiretli davranması gereken bir diğer kurum ise medyadır. Medyanın kamuoyunu bilinçlendirmedeki rolü son derece önemlidir. Ancak laiklik ilkesine olan bağlılığından asla kuşku duyulmayacak olan bazı büyük medya kuruluşlarının, laiklik ve demokıasiye olan bağlılıklarını, rating savaşlarının önünde tutmayı da ulusal bir görev kabul etmeleri gerekmektedir. İslami Hareketin oyun alanı içinde sürdürülen ve hukuk devletinde yaşanıldığını neredeyse unutturacak boyuta gelen fikir tartışmalarında, Türk halkı çoğu halde tarikatçılarla, şeriatçıların görüşleri arasında bir tercih yapmaya itilmektedir. Laikliği savunan aydınların İslamiyet konusundaki bilgisizlikleri ise, hemen her programda Siyasal İslamın tartışmadan zaferle ayrılmasına yol açmaktadır. Türkiye'nin içinde bulunduğu durumun hassasiyeti, medya kuruluşlarının da maddi çıkarlarının önüne milli çıkarları almalarını zorunlu hale getirmiştir. Dini, ahlakla özdeşleştiren bir anlayışın yaygınlığı nedeniyle, Siyasal İslamın daha dürüst bir topluma kapı açacağı inancı, halkın oylarını yönlendiren en önemli sebeplerden birini teşkil etmektedir. Bu nedenle demokratik süreç içinde halkın siyasal iradesi, İslami görüş lehine bir artış gösterirken, bu tercihin din devletine değil, dürüst ve refah içinde bir toplum özlemine yöneldiği çok açıktır. Ancak halkın iradesinden güç alan Siyasal İslamın, bu iradeyi İslam devleti lehine kullanacak bir çoğunluğa kavuşması halinde Türkiye anti demokratik bir sürece adım atma tehlikesi ile yüzyüze gelebilir. Bu sebeple temiz toplum yolunda başlatılan mücadelenin kamu oyunu tatmin edecek biçimde sonuçlandırılması önem taşımaktadır. Türk halkının, demokratik rejimin temiz bir topluma ulaşmayı sağlayacak güçte olduğuna inanması, alternatif rejimlere özenmemesi bakımından büyük önem taşımaktadır. Demokrasiden ödün vermeden, halkın iradesini üstün kılarak yürümenin yolu, kamuoyunu İslam devleti konusunda bilgilendirmekten ve dürüst, refah toplumu beklentilerine siyasal dini hareket dışında da güvenilir alternatifler sunmaktan geçmektedir. Siyasal İslama duyulan tepkinin temel sebebini açıkça ortaya koymak çok önemlidir. Bu tepki, dine değil, din devletine yönelik bir tepkidir. Bu nedenle devletle halkı karşı karşıya getirmek için ceberrut devlet imajından yararlanan Siyasal İslamcı çevrelere karşı, devletin halkla barışması, demokratik rejimin devamlılığı bakımından çok önemlidir. Halkı, devlete karşı kışkırtmanın en etkin yöntemi ise, halkı bölerek, devleti bir kesimin koruyucusu, diğerinin celladı gibi gösterme girişimleridir. Bu konuda kullanılan başlıca motifler ise başörtüsü, mesai saatlerinin düzenlenmesi, din eğitimi gibi halkı da yakından ilgilendiren konulardır. Bu sorunların Siyasal İslamcıların istekleri doğrultusunda çözümlenmesi halinde talepler son bulacak mıdır? Kesinlikle bulmayacaktır. Çünkü amaçlanan, devletin halkla barışması değil, kavganın sürmesi ve İslam Devleti Modelinin hayata geçirilmesidir. Ancak bu sorunlara devletin sıcak ve şefkatli yaklaşımı, sorunları sürekli kılarak halkı kışkırtmak isteyenlerin gerçek yüzlerinin halk tarafından tanınmasını kolaylaştıracaktır. Burada sorulması gereken temel bir soru vardır. Bu soru, korunulması gereken temel ilkelerin neler olduğu sorusudur. Korunulmasında öncelik taşıyan esas, hiç şüphe yoktur ki, demokratik sistemdir. O halde, mevcut talepleri, demokratik sistemle bağlantılı olarak değerlendimeye almakta yarar vardır. Taleplerin demokratik sistemle bağlantılı olarak değerlendirilmesi halinde resmi ideolojiden ödün vermeden bazı çözümler üretilmesi de mümkün olabilecektir. Başörtüsü, Türkiye'nin kronikleşmiş bir hastalığı haline dönüşmüştür. Siyasal İslamcılarca en fazla istismar edilen konu durumuna getirilmiştir. Oysa başörtüsü Türkiye'de yaşayan kadınların çok küçük bir bölümünü ilgilendiren bir konudur. Ülkemizde istihdam edilen kadınların sadece yüzde 5,6 sı, toplam kadın nüfusun ise, yüzde 1.2 si devlet memurudur. Devlet memuru olanlar içinde ise çok küçük bir bölüm, başını örtme talebinde bulunmaktadır. Başörtüsü ile ilgili kıyafet yönetmeliği ise sadece devlet memuru olan ve 657 sayılı kanuna tabi bulunanlar için yürürlüktedir. Bu nedenle başörtüsünü, Türk kadının sorunu olarak sunmak, ciddi bir yanıltmacadır. Zira tarımda, özel sektörde ya da serbest meslekte çalışanların ya da hiç bir işte çalışmayanların başlarını örtmeleri ya da örtmemeleri ile ilgili herhangi bir baskı, ya da yasal düzenleme mevcut değildir. Ancak demokrasi, azınlığın haklarına da çoğunluğun hakları kadar titizlik gösteren bir rejimdir. Bu nedenle başörtüsü, ibadet özgürlüğü biçiminde takdim edilmekte ve devlet, bu özgürlüğü kısıtlayan bir kurum olarak yıpratılmaktadır. Oysa ortada açıkça varolan gerçek, başörtüsünün ideolojik amaçla kullanılmakta oluşudur. Kaldı ki, başörtüsü sadece Türkiye'de değil, tüm İslami Hareketlerde de bir sembol olarak kullanılmıştır. İran Devrimini hazırlayan olaylar içinde, 1962 de Şah tarafından hicabın yani örtünmenin kaldırılması ve kadınlara erkeklerle birlikte toplumun ön saflarında yer alma imkanı tanınması köktendincilerin büyük tepkisini çekmiştir. Kadınlara tanınan bu özgürlüğü, kadınların yüksek mevkileri ile şereflerine aykırı, ahlaksızca ve dinsizce bulan köktendinci zihniyet, hicabı hareket içinde bir sembol olarak kullanmıştır. Örtünmüş kadınların örgütlenerek köy ve kasabalara kadar yayılması ile başlayan hareketlerin, devrimin hazırlık döneminde önemli bir etkinliği olmuştur. Çarşaf ve başörtüsünün Cezayir, Afganistan örneklerinde de İslami Hareketin sembolü olarak kullanıldığı görülmektedir. Türkiye'de özellikle son onbeş yıl içinde başörtüsü ile ilgili taleplerin artış göstermesi, Siyasal İslamın yapılanmasına paralel bir gelişim içindedir. Başörtüsü konusunda Türkiye'de süregelen tartışmalar, halka benimsetilmeye çalışılanın tam tersine bir durumun varolduğunu ortaya koymaktadır. Türkiye'de söylenildiği gibi devletin halka değil, fakat Siyasal İslamcıların devlete dayatması mevcuttur. Yıllardır süregelen Devlet Memurları Kıyafet Kararnamesini, sanki tüm kadınların ibadet özgürlüğüne müdahale imiş gibi göstererek, halkı devlete karşı kin duyguları ile doldurmak, rejimle mücadele etmenin etkili bir metodu olarak kullanılmaktadır. Devlet, kadının ahlakına, şerefine ve dinine göz diken bir duruma getirilmek istenmektedir. Başörtüsü artık bırakalım Yüksek öğretim kurumlarını, ortaöğretime de girme girişimleri içindedir. İmam Hatip Liseleri, bu konuda bir model oluşturmakta, klasik liselere giden öğrenciler, artık bu okulların kapısını da başlarını örterek zorlama girişimlerinde bulunmaktadırlar. Bunun sonucunda Türkiye'nin çehresi değişmektedir. Bu çehre, zaman içinde İslam ülkesi görüntüsüne bürünmeye başlamıştır. Daha da önemlisi, Türk halkı ikiye parçalanmaktadır. Gençlik, birbirine yabancılaşmaktadır. Toplum ikili bir yapıya bürünmektedir. Taraflar, artık sadece kıyafetlerine bakarak birbirlerini ayırd etmeye, kendinden olanla olmayanı teşhise başlamışlardır. Zira başörtüsü ile başlayan ayırım sarığa, sakala, diğer dini addedilen kıyafetlere de sirayet etmiştir. Anadolu kültüründe olmayan, kırsal kesimde rastlanmayan kıyafetlerin kentlerde yaygınlaşmasını, dini vecibe gibi masum isteklere bağlamak ne kadar mümkündür? Kıyafet konusundaki ısrarcılıktan anlaşılan odur ki, bu bir İslami üniformadır. Bunun temelinde de İslami Kimlik arayışı yatmaktadır. Gözle görülen bütün bu gerçeklere rağmen, başörtüsünün ya da İslami addedilen kıyafetlerin yasalarla engellenmesi mümkün değildir. Zira bugünkü görüntü, yılların ürünüdür. Temelinde de eğitim yatmaktadır. Türkiye'de uygulanan eğitim politikalarının nasıl bir zaafiyet içinde olduğu, cehaletin boyutları, ezberci eğitimin ürünleri bugün Türkiye'de yaşanan tablo ile kanıtlanmıştır. Hiçbir amaca hizmet etmediği açıkça görülen ve düşünceye ipotek koyan eğitimin sadece sistemi bakımından değil, felsefesi bakımından yeniden yapılandırılmaya muhtaç olduğu açıktır. Bu nedenle, Türkiye'nin sorunu kökü geçmişe uzanan bir sorundur. Çözümünü yasalarda ya da dayatmacı anlayışlarda aramak da boşunadır. O halde kısa dönemde devletin yapması gereken, halkla barışmaktır. Bu nedenle de başörtüsü ile ilgili yeni bir düzenlemeye gidilmesine ihtiyaç vardır. Bu düzenleme ne olabilir? Bununla ilgili pekçok model üretilebilir ancak ilk akla gelenlerden biri, belki devleti birinci derecede temsil eden memuriyetler, eğitim ve yargı kurumları dışında başörtüsü uygulamasına nisbi bir rahatlık sağlanmasıdır. Bu belki bir iyi niyet gösterisidir. Ancak bu iyi niyetin gösterilmesine ihtiyaç duyulan günlerde yaşamaktayız. Elbette yukarıda sözü edilen öneriler de sorunları çözmeyecektir. Ancak daha ileriye gidecek olan talepler, devletin laik niteliği ile bağdaşmayacağı için kabulü mümkün olmayan talepler olacaktır. Zira laik devlette, devleti birinci derecede temsil fonksiyonu üstlenenlerin dini bir kisve ile hizmet görmeleri kabul edilemez bir durumdur. Mesai saatlerinin ibadet saatleri dikkate alınarak düzenlenmesi ise belki başörtüsü sorunu ile kıyaslanıldığında daha kolaydır. Ancak bu kolaylık sadece yoğun bir istihdama sahip bulunan devlet çalışanları için söz konusudur. Kaldı ki özel sektörün bu konudaki tercihleri, tamamen özel sektör yöneticilerinin yetkisine bırakılmalıdır. Ancak devlet memuru olarak çalışanların, modern çalışma yöntemlerinden olan esnek çalışma içinde hem daha verimli, hem daha kesintisiz bir hizmet anlayışı içinde hemde din istismarcılarını susturacak uygulamalara yönelmeleri mümkündür. Bu konuda uygulanabilecek olan model, Kayan İş Süresi modelidir. Kayan iş süresi; işe başlama ve paydos zamanlarını, ortalama günlük çalışma süresini aşmamak ve altında kalmamak koşulu ile çalışanın belirleyebilmesidir. Bu sistem içinde çalışan işe başlama ve bitirme saatlerini belli bir zaman dilimi için, ve önceden işverene bildirme koşuluyla kendisi belirleyebilmektedir. Bu modelden hareketle, Türkiye'deki sorunun nasıl çözümlenebileceğini irdeleyelim: Çok fazla personel istihdam eden devlet dairelerinde, çalışacağı ve öğle tatiline çıkacağı saatleri iki ana grup üzerinden belirleme hakkı çalışanlara verilebilir. Bir grup, öğle tatili saatlerini namaz vakitlerine göre tayin ederken, diğerleri onların öğlen tatilinden dönüşünden sonra ya da çıkmadan önce öğle tatiline çıkabilir. Bu sistemin uygulanması halinde devlet daireleri bazı bankaların uygulamaya soktuğu gibi kesintisiz hizmet vererek halkın devlet daireleri kapılarındaki uzun bekleyişlerine de çözüm getirebilirler. Aynı uygulama, iftar saatleri için de geçerlidir. Kesintisiz hizmet anlayışından hareketle akşam erken çıkacak olanlar ya sabah daha erken iş başı yaparak ya da öğle tatiline çıkmayarak halka daha uzun süreli ve kesintisiz hizmet sunabilir, aynı zamanda da dini ibadetlerini rahatlıkla yerine getirebilirler. Bu önerinin pekçok devlet dairesinde uygulamaya geçirilmemesi için hiçbir sebep yoktur. Bunu uygulamaya geçirmeyi, Atatürkçülükten sapış ya da dinci ideolojilere verilen bir taviz olarak değerlendirmek de son derece yanlıştır. Belki yakın bir gelecekte, hizmet anlayışındaki değişmeler, halka sunulan hizmetin kalitesinin artırılması ve çalışanların zamanı daha prodüktif kullanmaları için pekçok esnek çalışma modelini Türk çalışma hayatına sokacaktır. Bu modeli, çalışanlara sunulan bir hizmet olarak değerlendirmek, en doğru yaklaşım olacak ve bu modelden sadece ibadet için değil, başka zorunlu ihtiyaçlar için de pekçok çalışan ve özellikle de kadın işgücü yararlanacaktır. Unutulmamalıdır ki Türkiye'nin gerilimleri tırmandırmaya değil, çözmeye ihtiyacı vardır. Tartışılan üçüncü sorun ise din eğitimidir. Din eğitiminin iki boyutu vardır. Bunlar, İmam Hatip Liseleri ve Kuran kurslarıdır. İmam Hatip Liseleri, her şeyden önce meslek okulu statüsü içinde açılımş bulunan okullardır. Türkiye'de Tevhid-i Tedrisat Kanunu yürürlükte kaldığı sürece, Milli Eğitimin belirlediği müfredat dışında eğitim veren, özel amaçlı okulların açılması mümkün değildir. Meslek okulları, mesleki ihtiyaçlar doğrultusunda açılması gereken okullardır. Bu kriter sadece İmam-Hatip Liseleri için değil, tüm meslek okulları için geçerlidir. Ancak Türkiye'de ciddi bir insangücü planlaması yapılmadığı için, tüm mesleki ve teknik eğitim plansız ve programsız bir gelişim içine girmiştir. İnsangücü planlaması, tüm mesleki-teknik orta öğretim ve yüksek öğretim kontenjanlarının, sözkonusu mesleklere olan talep dikkate alınarak belirlenmesi anlamına gelir. Bu okulların mezunları, insangücü arzını oluşturur. Ülkenin ekonomik ve sosyal gelişme parametreleri ise, gerekli insangücü talebinin niteliğini belirler. Buna göre mezun olanların işsiz kalması, işyerlerinin de gereken nitelikteki işgücünden mahrum kalması önlenmiş olur. Türkiye, insangücü planlaması yapmadığı içindir ki, burada doğan boşluktan İmam-Hatip Okulları yararlanmış ve kontenjanlarını alabildiğine artırarak alternatif orta öğretim kurumu niteliğine dönüşmüşlerdir. O halde ilk yapılması gereken, ciddi bir insangücü planlamasıdır. Bu planlamanın hedefini sadece İmam-Hatip Okulları olarak görmek, çok yanlıştır. Bu, Türk eğitiminde yıllardır süren başıbozuk gidişin sonu olacak, eğitim-istihdam ilişkisi bu yolla sağlanabilecektir. Söz konusu planlama, sekiz yıllık ilköğretime alternatif bir model değildir. Aksine sekiz yıllık eğitime geçildikten sonra yapılması gereken bir uygulamadır. Türk Milli Eğitiminin bu planlamanın yol göstericiliğine şiddetle ihtiyacı vardır. Eğitimde tartışılan sekiz yıllık kesintisiz eğitim, Türkiye için hayati önem taşımaktadır. Ancak yıllardır öğrenci sayıları giderek artırılan İmam Hatip ortaokullarının da diğer meslek ortaokulları gibi kapatılmasının gündeme gelmesi, konunun yıllardır askıda kalmasına yol açmıştır. Türkiye'de ortaokul düzeyinde meslek eğitimi veren okullar, kız ve erkek teknik ortaokullarıyla, ticaret ve turizm okulları ve İmam-Hatip ortaokullarıdır. Diğer meslek okullarının tümünün orta kısımları daha önce kapatılmıştır. Mesleki-Teknik orta okullar içinde İmam-Hatip ortaokullarındaki öğrencilerin oranı ise, yüzde 85.2 dir. İmam-Hatipler dışında kalan meslek ortaokullarına devam eden yaklaşık 44 bin öğrenci vardır. İmam-Hatip Ortaokullarına devam edenlerin sayıları 300 bin kadardır. Bu tablo, Türkiye'de mesleki ortaokul eğitiminin dini bir eğitime dönüştüğünü ortaya koymaktadır. Sekiz yıllık kesintisiz eğitimle bu okulların orta kısımların kapatılması konusunda gösterilen tepkiyi, mesleğin altyapısının yetersiz kalacağına duyulan endişeye bağlamak mümkün değildir. Çünkü bu okulların orta kısmında uygulanan müfredata bakıldığında, klasik orta okullardan farklı olarak okutulan ders sayısının sadece iki olduğu görülecektir. Bu dersler haftada 5'er saat Kuran-ı Kerim dersi ile 3'er saat okutulan Arapçadır. Bunun dışındaki tüm program, diğer okullarla aynıdır. Dolayısıyla mesleğin altyapısını hazırlama bakımından bu okulların büyük bir önem taşıdığı söylenemez. Nitekim dört yıllık İmam-Hatip lisesi öğretimi içinde. haftada 8 saat tutan bu farkı kapatmak hiç de zor değildir. Kaldı ki, bu fark, kapatılması imkansız bir fark olsaydı, İmam-Hatip Liselerinin kendi ortaokulları dışından öğrenci almamaları gerekirdi. Oysa bu okullar, lise 1. sınıflara normal ortaokulu bitirmiş öğrencileri de kabul etmektedirler. Dolayısıyla, sekiz yıllık kesintisiz eğitim konusunda süren anlaşmazlıkların, eğitimin niteliği ile değil, ideolojisiyle bağlantılı olduğu açıktır. Burada amaçlanan, alternatif ortaöğretim kurumları oluşturarak, belli bir dini ideoloji ile donanmış birey yetiştirmektir. İmam-Hatip Liselerini orta öğretime alternatif kurumlar olarak kabul etmek ise, hiçbir biçimde söz konusu edilemez. Bunlar meslek okulu statüsü içinde kurulmuş bulunan okullardır. Kaldı ki devletin açtığı okullar içinde din ve ahlak bilgisi adı altında verdiği dersler, dini tanıtmak amacına yöneliktir. Aileler, çocuklarını din konusunda bilgilendirmek isterlerse, bunda elbetki özgürdürler. Ancak bu hizmeti alternatif bir orta öğretim hizmeti olarak, dine karışmasından dolayı sürekli eleştiride bulundukları devletten beklemeye hakları yoktur. Devletin din görevlilerine maaş ödemesini yadırgayan bir anlayışın, okullarında dini eğitim yaptırmasını istemesi büyük bir çelişkidir. Bu talep İslam Devleti için doğru ve yerinde bir taleptir ancak laik, demokratik bir ülke için yanlış ve geçersiz bir istek olmaktadır. Kuran kursları ise, Diyanet İşleri Başkanlığının yetkisine verilmiş olan kurumlardır. Bir hukuk devletinde, amaçlara hizmeti esas alan ve özel nitelik taşıyan kurslara izin verilmesini beklemek şaşırtıcı bir taleptir. Zira Türkiye'de ne Kuran kursu, ne de Yabancı dil, Üniversiteye, Anadolu Liselerine hazırlık kurslarının bağımsız olarak açılması mümkün değildir. Yabancı dil, Üniversiteye, Anadolu Liselerine hazırlık kursları nasıl Milli Eğitim Bakanlığının iznine tabi ise, Kuran Kurslarının da Diyanetin iznine tabi olması son derece doğaldır. Burada tek taraflı bir tasarruf söz konusu dahi değildir. Dolayısıyla bunu din düşmanlığı gibi göstermenin hiçbir mantıklı yanı bulunmamaktadır. Kuran kurslarının dikkati çekici tarafı, ilkokuldan sonra ögrenciyi eğitimden koparan bir özellik kazanması olmuştur. Bilgi toplumuna adım atılan bir dünyada ilkokul eğitimi ile yetinen bir topluma dönüşmek, hüzün vericidir. Çocuğunu orta okula veya meslek okuluna göndermek yerine Kuran kursuna göndermeyi seçen zihniyetin, çağdaş bir zihniyet olamayacağı ve gelecek kuşakları işsizlik ve cehaletle yüzyüze bırakacağı açıktır. Bu nedenle Kuran kursuna değil, Kuran Kursunun ortaöğretime alternatif bir öğretim kurumu haline dönüşmesine tepki göstermek, daha gerçekçi bir tutum olacaktır. Ailelerin eğitimden arta kalan zamanlarda çocuklarını bu kurslara göndermelerini engellemeye yönelik hiçbir uygulamayı doğru bulmak da mümkün değildir. Bu nedenle Kuran Kurslarının formel eğitimden arta kalan zamanlarda devam edilecek biçimde zamanlanmasına ihtiyaç vardır. Yaz tatillerinde, hafta sonlarında ya da okul saatleri dışında hizmet veren bir modele dönüştürülmeleri, bu kursların formel eğitime alternatif kurumlar olmasını önleyecek ve dileyenlerin okul dışı saatlerde devamına da imkan verecektir. Türkiye aydını ve siyasetçileri ile demokrasiden fedakarlık etmeden ve çağdaşlık çizgisinden taviz vermeden gerilimlerine çözüm üretebilecek bir ülkedir. Ancak bu çözümlerin yolu, kesinlikle tavizsiz, inatçı, dayatmacı politikalarla ve dogmatik kutsallık saplantıları ile bulunamaz. İslamda Türk Yorumu Türkiye'de İslam, uzunca süredir gündemin baş köşesine oturmuştur. Yapılan tartışmalar, gerçek islamı tanımlamaya yöneliktir. Açıkça görülen gerçekleri, görmezden gelerek, ya da çarpıtarak yol almak ise imkansızdır. Ortada açıkça görülen gerçek, İslamın siyasal bir din olduğu ve Türkiye'nin dini cumhuriyetten bu yana, farklı bir yorumla; adeta resmileştirerek sunduğudur. Bu noktada sorulması gereken önemli bir soru vardır. Bu, dinin hangi amaca hizmet ettiği sorusu olmalıdır. Din bir amaç mıdır, yoksa insanlığa hizmet eden bir araç mıdır? Bu soruya İslami bir cevap vermek gerekirse, dinin insan için olduğunu, insanın din için var edilmediğini kabul etmek gerekir. Sorulması gereken ikinci soru ise, dinlerin bir sistem getirmelerindeki sebebin ne olduğudur. İslam, insanları kendi esasları doğrultusunda yapılandırmak, yani ahlaklı ve inançlı bireyler haline getirebilmek için ekonomik, sosyal ve siyasal sistem getirmiştir. Çünkü insana karakterini veren iki temel unsur vardır. Bunların biri doğası, yani doğuştan gelen özellikleri, diğeri de yaşadığı ortamdır. Dinler yaşanılan ortamı, kendi ahlaki esaslarının yaşama geçmesini sağlayabilecek biçimde şekillendirerek, ahlaki devrime hız katmayı amaçlamışlardır. Türkiye, Cumhuriyetle birlikte yani İslamiyetin doğumundan 14 yüzyıl sonra bir tercih yapmıştır. Dinin siyasal sisteminin 14 yüzyıl sonra, genç cumhuriyetin ve çağdaş dünyanın ihtiyaçlarına yeterince cevap veremeyeceğine ve en önemlisi de değişime kapalı olduğuna karar vererek, siyasal olmayan fakat ahlaki olan İslamı seçmiştir. Yani dini bireyselleştirmiş, Allahla kul arasına indirgemiş ve Türkiye yorumu ile insanına sunmuştur. Kimileri buna laikleşmiş din, kimileri resmi din demektedirler. Takılan adların pek de fazla önemi yoktur. Zira İslamın Türk yorumu, Türk insanını ne Allah'tan, ne peygamberden ne ahlaktan koparmıştır. Bir küçük grup dışında herkes, dinin Türk yorumuna inanarak bu topraklar üzerinde huzurla yaşamıştır. İbadetini yapmış, camiine gitmiş, dini bayramlarını kutlamış, hac ziyaretlerini yapmış, Kuran okumuş, okutmuş, ölülerini dini merasimle gömmüş, kısacası dinini kutsal bilmiş ve olabildiğince de ona uygun yaşamaya çalışmıştır. Kısacası dinin siyasal sistemden yoksun olması topluma zarar vermediği gibi toplumu bütünleştirici fonksiyonunu da yerine getirmiştir. Zira İslam tarihi incelendiğinde, İslamdaki siyasal bölünmelerin, dinin ahlaka ve imana yönelik esaslarının yorumundan değil, siyasal sistemine ve şeriatına ilişkin yorum farklılıklarından ortaya çıktığı görülecektir. Şeriatın farklı yorumları İslam ümmetinin farklı mezheplere ayrılmasına, müslümanın müslümanla savaşmasına ve dinin özünün dünyevi hırslara feda edilmesine yol açmıştır. Prof. Fığlalı'nın ifadesiyle, Peygamberin ölümünden 30 yıl geçmeden, İslam toplumunda yok olduğu sanılan cahiliyye döneminin çirkin kabilecilik anlayışı, zulüm, entrika ve dünyevi hırslar dirilmeye, düzensizlik, anarşi kol gezmeye başlamıştır Dolayısıyla İslamın anayasası olan Kuran ve onun açıklayıcısı olan sünnet peygamberin ölümünden sonra ne temel ahlaki değerler, ne de beşeri düzen bakımından tam olarak uygulanamamıştır. Kuran ve sünnete dönüş gibi cazip görünen anlayışların ortaya koyduğu tablolar bile, sonuçta Kuran ve sünnete bakıştaki anlayış farklılığını da beraberinde taşıdığı için, kendisi bir mezhep hüviyeti kazanmıştır. (age; s.51) Türkiye Cumhuriyeti, İslamın Türk yorumu ile siyasal İslami düzen ve şeriatın yerine, sosyal hukuk devletinin yasalarını koyarak, dinin toplumda ayrılıklar yaratacak, mezhep kavgalarına yol açacak uygulamalarını engellemiş ve İslam ahlak ve imanının birleştirici ve uzlaştırıcı özelliğinin engelsiz biçimde yaşanmasına kapı açmıştır. Türkiye, İslamda Türk yorumunu cumhuriyetle birlikte açık biçimde ortaya koymuştur. Ancak Türk insanının bu yorumu kabullenmesinin sebeplerine, tarihin derinliklerinden bakmak gerekir. Türkler, İslamiyeti 10. yy'ın başlarında kabul etmeye başlamışlardır. Bu tarihe kadar Müslüman olmamakta direnmelerinin sebepleri Emeviler dönemindeki baskıcı, ezici ve eşitliğe aykırı uygulamalara tanık olmaları ve Arap olmayan müslümanları, Emevilerin azadlı köle (Mevali) sayarak, hakir görmeleri, cizye ve haraç almaları olmuştur. (age; s.74) Müslümanlik adına sunulan bu ilkel örnekler, Türklerin yaklaşık 3,5 yy boyunca İslamiyetten uzak durmalarının en önemli sebeplerini teşkil etmektedir. Türklerde İslamlaşma süreci Abbasiler döneminde başlamıştır. Bu süreç içinde Türkler, dini iki kaynaktan öğrenmişlerdir. Bu kaynaklardan birincisi Abbasilerden gelen sünni propogandacılar, diğeri ise İslamı dar şeriat kaideleriyle değil, tasavvuf felsefi ışığında geniş ve yumuşak bir mana ve ruh ile sunan tasavvuf erbabıdır. (age;s.85) İslamın bu geniş ve yumuşak yorumu, Şamanist Türklerin Şaman inancı ile İslamiyet arasındaki ortak yönleri görmelerini ve İslamı kendi örfleriyle bütünleştirerek kabullenmelerini kolaylaştırmıştır. Dolayısıyla İslamda Türk yorumu 10. yy'ın başlarında başlamış ve Cumhuriyet Türkiyesinde yeni bir dönüşüm geçirerek bugünün İslamiyet yorumuna ulaşılmıştır. Bu yorum, İslamın siyasal sistemini ve şeriatını modern hukuk devletinin yasaları ile ikame eden fakat dinin ahlaka, imana, ibadete ilişkin hükümlerinin Kuranda olduğu şekliyle, en saf biçimiyle yaşanmasını telkin eden bir yorumdur. Dolayısıyla dinin temel amacını yerine getirmesine engel oluşturmadığı gibi, Allah inancını, peygamber sevgisini, ahlaklı insan olunmasını, ibadetin gereğini de olanca etkinliği ile vurgulayan bir ilahi öğreti olarak toplumsal yaşamdaki önemini korumuştur. İslamın Türk yorumu, İslam alemi içinde yer alan özgün bir örnektir. Bu örneğin en önemli özelliği ise, siyasal bir din olan İslama, siyaset dışı bir yorum getirilmesinden kaynaklanmaktadır. Türkiye örneği, Batılılarca İslamın yoruma son derece açık bir din oluşuna delil olarak gösterilmektedir. Fred Halliday, İslam, The Mith of Confrontation adlı eserinde, ...kutsal metinden çıkarılacak tek bir yorum yoktur. Çağdaş dünyada, bir zamanlar İslam İmparatorluğunun lideri olan Türkiye gibi bir ülkenin varlığı, belirgin bir ekonomik ve politik sistem ya da devletle, dini müeyyideler arasında, İslam dünyası bakımından zorunlu bir ilişkinin bulunmadığını ortaya koymaktadır...din ile devletin birbirinden ayrılması, diğer bir ifade ile dindeki dünyevi ve siyasi faaliyetlerin reddedilmesi, İslami düşünce bakımından mümkün görünmektedir.demektedir. İşte Türkiye'nin İslam dünyasında sergilediği bu tablo, şüphesiz ki, pekçok İslam ülkesini tedirgin etmekte ve gelecekte diğer İslam ülkelerince de örnek alınabilecek bu modelin ortadan kaldırılması için, İslami devrim ihracı modelleri, Türkiye üzerinde sıklıkla denenmektedir. Çünkü bu model, çağdaş dünyaya kolayca uyum sağlamaya imkan veren, dinin manevi yönü ile çağdaş dünyanın modern kurumlarını ahenkle bütünleştirebilen bir modeldir. Kısacası önü, dogmalarla tıkanmamış, açık bir modeldir. İslamın Türk yorumunun İslami bir devlet modeline kapalı oluşu, bazı çevrelerce ahlaki yozlaşmanın temel sebebi olarak gösterilmektedir. İslam ahlakının ancak İslamın siyasal sistemi ve hukuku altında yaşama geçirilebileceğine ilişkin iddiaların, yaşayan örnekler esas alındığında, doğruluğu oldukça tartışmalıdır. Çünkü Siyasal İslamı yaşayan ülkelerdeki ahlaki yozlaşma Türkiye ile kıyaslanmayacak boyutta ve örtülü yaşanmaktadır. Türk insanı ikiyüzlü bir dindarlığı değil, açık yürekli bir imanı seçmiştir. Eğer din insan için ise, Türk insanına yaptığı katkı ortadadır. Dinin Türk yorumu, kimilerinin asla kabullenemeyeceği, iktidar aracı olmayan çağdaş bir yorumdur. Türk halkının en az yüzde 80'i de bu yorumdan yana olduğunu yüksek sesle haykırmaktadır. Bunu günah ya da dinsizlik olarak yorumlayanlara verilecek cevap o günahın azabına katlanmayı seçmenin de insanın en doğal hakkı ve cüzi iradesinin varolma sebebi olduğudur. Kaldı ki toplumda dini kullanarak yaratılan kin ve ayrılık, kardeşi kardeşe, düşman etme çabaları ve özellikle de toplumun bir kesimini dinsiz laikler olarak nitelemek, günahın takdirini Allah'a bırakırsak, en azından gayri insanidir. Hatta daha da ötesi, İslami tanımla Allah'a şirk koşmaktır. Çünkü birileri, kendileri Allah'ın yerine koyarak kimin dindar, kimin dinsiz olduğuna karar vermektedirler. Bu sonu gelmeyecek tartışmayı sürdürenlerin, bundan en büyük yarayı alanın, savunusunu kimselere bırakmadıkları din olduğunu, idrak etmememiş oldukları düşünülemez. Zira bu tartışmalar genç kuşağın büyük bölümünü dine karşı şartlandırmaktadır. Bu amansız mücadeleyi dini yıpratarak sürdürmeye devam edenlerin, siyasal iktidar hırsından başka bir amaç taşıdıklarını ise düşünmek ne yazık ki çok zordur. Türkiye'de demokrasinin faziletlerini kullanarak, anti demokratik bir din devletine geçiş özlemi besleyen Siyasal İslamcıların, gerçek demokrasinin önündeki en büyük engeli oluşturduklarının, samimi dindarların haklarını da gasp etmekte olduklarının kamuoyunca bilinmesinin zamanı gelmiştir. Ancak bu gerçeği onlardan da önce idrak etmesi gerekenler, sahte dindarlık peçeleri altında oy avına çıkan ve dini 47 yıldır siyasete alet ederek, halkı din odaklı iktidar arayışına güdüleyen ikiyüzlü politikacılardır. Kapı bir kez aralanmaya görsün... Kendini demokrat ve çağdaş sayanlar, halkı din-odaklı iktidar arayışına şartlandırarak kapıyı aralamış, ama o kapıdan Siyasal İslam girmiştir. Bu deneyim, Türk demokrasisi ve siyaseti için terbiyevi bir özellik taşırsa, aydınlık bir Türkiye, hayal olmayacaktır. 3 Din ve Ahlak Siyasal İslam ve Ahlak Siyasal İslamın Türkiye'de güç kazanmasında en önemli etkenlerden biri, toplumun uğradığı ahlaki deformasyon olmuştur. Gerçekten de Türk toplumu her yönden bir yozlaşma bombardımanı ile karşı karşıyadır. Bir yandan gençliği pençesine alan uyuşturucu ve alkol bağımlılığı, diğer yandan yaşamın her kesitinde kendini gösteren fırsatçı zihniyet, toplumda büyüyen gelir farklılıklarına karşı takınılan vurdumduymaz tavır, siyasetteki kirlenme, adalete olan güvenin azalması, devlette ortaya çıkan çeteler, yargısız infazlar, kaybolan Türk gelenekleri, teşhirci bir cinsellik anlayışının yaygınlaşması, halkın sömürülen umutları Türk insanın yeni bir arayışa yönelmesindeki en önemli sebepleri oluşturmuştur. Türk halkının din ile ahlakı özdeşleştiren bir inanca sahip bulunuşu, siyasal söylemini din üzerine inşa eden bir siyasi partiye elbette büyük avantaj sağlayacaktı. Nitekim Refah Partisi bunun meyvalarını toplamış ve halkın beklentilerine cevap verecek olan Adil Düzen sloganı ile de halkın, temiz toplum yolundaki duygularının tercümanı olmuştur. Dini siyasette kullanmakla, dini yaşamak elbette çok farklı şeylerdir. Ancak Türk siyasetinde yaşanan tıkanıklık, yakın tarihimizde dini siyasette kullananlara avantaj sağlamış ve umut sömürüsüne son vermek isteyen seçmenler, dini siyasette kullananları deneyerek bu çıkmazı aşmayı tercih etmişlerdir. Oysa biraz daha dikkatli davransalar, Türkiye'de ahlaki deformasyonun hız kazanmasında, ağzından Allah adını düşürmeyen, Allah'ın ipine sarılmayı öneren, tarikat üyesi, milliyetçi, muhafazakar bir liderin inkar edilemeyecek derecede önemli rol oynadığını görecekler, hatta dini kullanarak siyaset yapan liderlerin açık yalanlarını kolayca tesbit edebileceklerdi. Zira ülkenin yakın tarihi, işini bilen liderlerin, dini kullanarak fırsatçılık ahlakının yaygınlaşmasına yaptıkları katkıların örnekleriyle doludur. Bu nedenle dine bağlılık ile ahlaklılık arasında doğrudan bir ilişki kurmak hiç de sanıldığı kadar kolay değildir. Günümüzün radikal Siyasal İslamcıları ise, dinin ahlaki boyutundan ziyade siyasal boyutunu vurgulamaktadırlar. Din-ahlak ilişkisine en fazla sahip çıkan ise her zaman Diyanet İşleri Başkanlığı olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşundan itibaren, din ile ahlak adeta özdeşleştirilmiş, devlet dini bu boyutu ile sahiplenmiş, bir ahlaki öğreti olarak yorumlamış, okullarında bile bu ilişkiyi açıkça sergileyecek biçimde Din ve Ahlak Bilgisi adı altında ders olarak okutmuştur. Siyasal İslamın görünen hedefi, dini, ahlakli bir topluma ulaşmanın aracı olarak yorumlamaktan ziyade, Allah'ın emri olduğu için, siyasal sistemi ve kurumlarıyla yaşama geçirmektir. İslamın, siyasal ve sosyal düzeni kurulduğunda, bu düzen içinde yaşayan insanların, İslam ahlakını benimseyeceklerine inanılmaktadır. Daha açık bir ifade ile Siyasal İslamcılara göre İslami düzen önceliğe sahiptir. İslam devleti kurulduğunda İslam ahlakı arkadan gelecektir. Oysa İslamın toplumsal sisteminin başarısı bireysel ahlak ile yakından ilişkilidir. Kuran, sistemin özünü ve en önemli karakteristiğini oluşturan sosyal adalet ilkesini, ahlaklı insanın iradesine terk etmiş ancak bunun Allah'ın emri olduğunu da beyan ederek, cüzi iradenin Allah'ın istediği yolda kullanılmasını emretmiştir. Zekat, fitre, sadaka, karz-ı hasen gibi yardımlaşma yöntemleri, İslamda sosyal adaletin temelini oluşturmaktadır. Ancak sistemin meyva verebilmesi için bu yardımlaşma şuurunun bireylerce benimsenmesi gerekmektedir. Dinin amaçladığı ahlak anlayışının yaşama geçip, yaygınlaşması ve bireyin hiçbir zorlama ve yaptırım olmaksızın gelir dağılımındaki adaleti sağlayacak zekat, fitre, sadakalarını, dinin emrettiği sınırlar içinde vermeleri İslamdaki sosyal adaletin sağlanmasındaki tek yoldur. Bu durumda İslami sistemin başarısının, güzel ahlaklı ve imanı bütün bireyler yaratılmasına bağlı olduğu ortadadır. Dolayısıyla hem sistemin işlemesi için ahlaklı bir topluma, hem de ahlaklı toplum için sisteme ihtiyaç olduğu görülmektedir. Bu, içinden çıkılması oldukça zor bir durumdur. Günümüz koşullarında siyasal islamcıların seçtiği yol, sistemi öne almak, bir İslami düzen kurmaya öncelik vermek şeklindedir. Ahlaklı bir topluma ulaşmanın ilk adımı eğitimden geçmektedir. Eğitim, güzel ahlakı tanıtıcı ve ona özendirici yöntemlerle ahlaklı bir toplumun oluşuma hizmet eden bir araçtır. Bireyin özgür iradesi ve aklı ile ahlakı seçmesi ve yaşaması, sağlam ve kalıcı bir ahlak anlayışına ulaşmak bakımından büyük önem taşır. Ancak dinsel ahlak kişiyi özgür iradesi ve aklının yanısıra, ceza (cehennem) ve ödül (cennet) ilişkisini ve özellikle de Allah korkusunu işleyerek, ahlaklı yaşamaya teşvik etmektedir. Din ile ahlakı bir bütün olarak kabul edenler, yine dinden aldıkları güçle, dayatmacı bir ahlak anlayışını, insanlığın varlığını devam ettirmesinin tek şartı olarak da ortaya koyabilmektedirler. Dini inanca göre insan, inanç ve imanla bütünleşen bir ahlakı seçmek ya da dinler tarihinde yer alan çeşitli menkıbelerde de görüldüğü gibi, Allah tarafından cezalandırılmak arasında bir tercih yapmak zorundadır. Dinler tarihi incelendiğinde, ahlakın pekçok menkıbede temel motif olarak yer aldığı görülecektir. Bunların en çarpıcısı Sodom ve Gomorra halkının yok edilişi ile ilgili hikayedir. Lut peygamberin'in hikayesi Tevrat'ta (Eski Ahid, Tekvin, Bap 19) ve Kuran'da anlatılmaktadır. Her iki kutsal kitap da Sodom halkının ahlaktan uzak yaşantısının Allah tarafından nasıl cezalandırıldığına yer vermektedir. Kuran Sodom halkının ahlak dışı yaşantısını şu sözlerle anlatmaktadır. Lut'u gönderdik. Kavmine dedi ki: Siz, sizden önce dünyalarda hiç kimsenin yapmadığı fuhşu mu yapıyorsunuz? Siz kadınları bırakıp, erkeklere şehvetle gidiyorsunuz ha! Doğrusu siz azgın bir kavimsiniz... Biz onu (Lut) ve ailesini kurtardık, yalnız karısını kurtaramadık. Çünkü o, gerilerde kalanlardan oldu. Ve üzerlerine bir yaş yağmuru yağdırdık; bak işte suçluların sonu nasıl oldu!( Araf Suresi/80-84) Bir diğer örnek ise Şuayb Peygamber'in gönderildiği Medyen halkı ile ilgilidir. Kuran, bu olayı şöyle anlatmaktadır: Medyen'e de kardeşleri Şuayb'i gönderdik: Ey kavmim, dedi, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka Tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi: ölçüyü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin, düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.... (Araf suresi/85) Kavmin yola gelmemesi üzerine ise o müthiş sarsıntı onları yakalayıverdi, yurtlarında diz üstü çökekaldılar(Araf suresi/91) Kuran, Hud peygamberin kavmi olan Ad kavminin, sapıklığa düştüğü için şiddetli bir rüzgarla, Salih peygamberin kavmi olan Semud kavminin de benzeri sebeple gökten gelen kuvvetli bir sesle yok edildiği anlatmaktadır. Bu mesellerin, dinde ahlaka verilen önemi ve güzel ahlakın öncüsü sayılan peygamberlere uymama karşılığında çarptırılacak cezaları göstermesi bakımından önemi vardır. Bundan çıkan sonuç, dinsiz bir ahlaklılığın olamayacağıdır. Ahlakta Din Tekeli Ahlak; dar anlamda insanın iyi veya kötü olarak vasıflandırılmasına yol açan manevi nitelikleri, huyları ve bunların etkisiyle ortaya koyduğu iradeli davranışları olarak tanımlanabilir. Bu tanımın en dikkat çekici yönü, bireysel niteliklerin iradeli davranışlara yansıması koşuludur. Ahlakın ne olduğu konusu, özellikle Türk toplumu açısından son derece açıktır. Ancak ahlakın kaynağı ile ilgili görüşler, tüm dünyada yüzyıllardır tartışmaya açık olan konular arasında yer alır. Ahlak kuramlarını klasik olarak iki sınıfa ayırmak mümkündür: Bunlardan ilki, metodu dedüksiyon (tümden gelim) olan teorilerdir ki bunlar dine ve metafiziğe dayanırlar. Diğeri ise metod olarak endüksiyona (tüme varım) dayalı teorilerdir ki, bunlar da bireysel ve toplumsal deneyimlere önem verirler. Bu ikili ayırımın dışında bir de pozitif bilime dayanan ve insanın biyolojik yapısında varolan ahlaki yetenekleri, ahlakın kaynağı kabul eden bilimsel kuram mevcuttur. Ahlak kurallarının kollektifleşmesinde de iki temel kaynağın rol oynadığı görülür. Bunların birincisi din, ikincisi ise kamu vicdanıdır. Dinler, kamu vicdanının oluşumuna, bireyleri bilgilendirmek yolu ile etki yaparlar. Ancak kamu vicdanını oluşturan temel öge, toplumun yaşadığı deneyimlerdir. Kaldı ki kamu vicdanını ürünü olan her değer yargısının erdem olarak nitelendirilmesi de mümkün değildir. Zira örflerin de kamu vicdanını oluşturmada büyük etkisi vardır. Bu açıdan bakıldığında, dinlerin kamu vicdanının ürünü olan ve örflerle de beslenen doğru değer hükümlerini ayıklayarak, onlara ilaveler yaparak ahlak sistemine dönüştürmede ve yaygınlaştırmada büyük bir rol oynadıkları görülür. Bu ayırımdan anlaşılacağı gibi, dünyada ahlakın yegane kaynağı, din olarak kabul edilmemektedir. Ancak en yaygın kanının, ahlakın kaynağını din olarak kabullenme eğilimi olduğu da açıktır. Çünkü dinler, Tanrısal iradeden aldıklarını iddia ettikleri güçle, ahlaklı insan profilini net biçimde çizmişler ve buna uygun yaşamanın ödülleri ile uymamanın cezalarını da insana iletmişlerdir. Ödül ve ceza ikilemi içindeki insanın, bilinmeyene duyduğu korkunun ve dünya dışı sonsuz yaşama olan özlemin de etkisiyle, ahlaklı yaşama konusundaki gayreti din aracılığı ile ivme kazanmıştır. Bu nedenle de dinler, diğer ahlak teorilerine kıyasla, insana daha az gayretle, daha kolaylaştırılmış yöntemlerle ahlaklı yaşamanın yollarını açarak, birer ahlak devrimi başlatmışlardır. Neden daha az gayretle ? Çünkü endüksiyona dayalı metod, bireysel ve toplumsal deneyimlerden ahlak kurallarını çıkarmak gibi, aklı ve muhakeme gücünü gerekli kılan bir çaba istemektedir. Kaldı ki bu çaba içindeki bireyin, kişisel arzu ve ihtiraslardan kendini soyutlayarak, doğru ahlak kurallarına ulaşması her zaman mümkün değildir. Bu kuralların anonimleşmesi ise ayrıca bir zorluk yaratmaktadır. Ancak endüksiyona dayalı ahlaklarda, kuralların toplumsal gelişime paralel olarak geliştirilmeleri mümkündür. Endüksiyon, evrimci ahlak anlayışını da beraberinde getirmektedir. Din ve metafiziğe dayalı mutlak ahlak anlayışları ise, evrime kapalı olma özelliği gösterirler. Belli bir ahlak kuralının, zamana, koşullara, toplumun içindeki çeşitli gruplara, üretim ve bölüşüm ilişkilerine, korunma, savunma koşullarına, aile içi sorumluluklara, vs. göre yorumu, genellikle dine dayalı mutlak ahlakın kesin kuralları karşısında bireyi zorlamaktadır. Oysa endüksiyona dayalı ahlak kuramı içinde, ahlak nomunun genelden özele indirgenmesi ve uygulanabilir bir gerçekçiliğe erişmesi daha kolaydır. O zaman da ahlakın başta yapılan tanımındaki gibi, yalnızca bir kurallar demeti olmaktan çıkıp, iradeli bir davranış haline gelmesi mümkün olabilmektedir. Ahlakın bireysel ve toplumsal olarak iki ayrı boyutta incelenmesi gerekir. Bireysel açıdan ahlak, kişinin huzurlu yaşaması açısından önem taşımaktadır. Huzur, gerek dünyadaki yaşamı süresince, gerek dini inanışa göre ölümden sonraki sonsuz ruhsal yaşamı süresince vaadedilenlere ulaşmak bakımından bireye bir moral güç vermektedir. Yine ahlaklı yaşamın toplumsal ilişkiler açısından da taşıdığı önem büyüktür. Ahlaklı bir toplumda yaşamanın bireye verdiği güven, toplumsal ilişkilere getirdiği düzen inkar edilemeyecek kadar önemlidir. Bu nedenle ahlakın, toplumsal amaç ve hedefleri dikkate alarak tanımlanmasına da ihtiyaç vardır. Toplumsal açıdan ahlak, toplumun dirlik ve düzeninin en doğal koruyucusu olup, o toplumu oluşturan bireylerin karşılıklı haklarını, ödevlerini güvence altına alan ve gelişimlerini sağlayabilecekleri ortamı oluşturan, benimsenmiş kurallar olarak tanımlanabilir. Ahlakın odak noktası insandır. Bu nedenle insanın moral eğitimini gerçekleştirmesi, ahlak normlarına olan duyarlılığı ile doğrudan bağlantılıdır. Moral eğitim, bireysel gelişimin de önemli bir unsuru olarak kabul edilmelidir. Çünkü bir dünya görüşünün kazanılmasında, insana bakış açısında ve temel hakların belirlenmesinde ahlaki değerler önemli yer tutar. Ahlakın dünya görüşünü belirleyen bir değerler sistemi oluşu, statik ya da mutlak ahlak anlayışlarının tartışılabilirlik olgusunu da gündeme getirmektedir. Diğer bir ifade ile ahlak anlayışımız, dünyaya açılan penceremizdir. Öğrenilen doğru ve yanlış kalıpları, olayları değerlendirmenin temel kıstasını oluşturur. Örneğin kin, intikam, kan dökücülüğün aile, ırk, millet ya da dinin şerefi ile bütünleştirilmiş bir sosyal değerler kalıbının benimsendiği toplumlardaki ahlak anlayışı ile, insanın ne pahasına olursa olsun yaşama hakkı olan kutsal bir varlık olduğunu kabul eden toplumların ahlak normları arasında fark vardır. Yine cinsiyet ayırımcılığını doğal kabul eden toplumlarla, ayırımcılığa karşı olan toplumların ahlaki değer kalıpları da farklılık gösterir. Tarihsel süreç içinde yaşanan değişim dikkate alındığında, kabile ahlakından yola çıkan insan toplumlarının, evrensel bir ahlaka doğru yol aldıkları açıkça görülmektedir. Dünya küçülmekte, insan ilişkileri yerel özelliklerinden sıyrılıp, globalleşmektedir. Bu değişim, insana bakış açısında da genişleme meydana getirmektedir. Artık ırk, soy, din, mezhep, hatta milletle sınırlı olmayan insanı odak alan bir değerler sistemi ile bütünleşen bir dünyaya adım atılmaktadır. İletişim çağı, sadece teknik bilginin değil, sosyal ve ahlaki değerlerin de iletilmesine yol açmaktadır. Değer kalıplarındaki hızlı değişim, çoğu zaman hoş karşılanmasa da, kaçınılmazdır. Ahlakın evrenselleşmesi, bazı değerlerin ortadan kalkmasına, bazı yeni değerlerin de kabul görmesine yol açmaktadır. Bu değişimin değişmeyen odak noktasının dinlerde yer alan temel ahlaki prensipler olduğunu iddia etmek mümkün müdür? (Hem evet, hem hayır...Daha açık biçimde ifade etmek için, evrensel ahlakın çekirdeğini dinin oluşturduğunu söyleyebilir miyiz?) (Yoksa evrensel ahlakın oluşumunda, bir değişim mi söz konusudur? Din, evrensel ahlakın çekirdeği olma özelliğini kısmen mi yerine getirmektedir?) Yukarıda yer alan ortak alan, şüphesiz ki tüm dinler için, aynı büyüklükte olmayacaktır. Ancak evrensel ahlakın oluşumunda dinin etkisi inkar edilemez gibi görülse de, ahlak anlayışının mutlak dinsel ahlakla sınırlı olduğu da iddia edilemez. İnsan odaklı evrensel ahlakın oluşumunda insan hakları bilinci, eşitlik ve özgürlük kavramları önemli yer tutmaktadır. İnsanın hangi inanca sahip olursa olsun, ya da inancını ne yönde değiştirirse değiştirsin, yaşamaya ve eşit muamele görmeye hakkının olduğu düşüncesi, evrensel ahlakın insanlığa önemli bir katkısıdır. Evrensel ahlak, cinsiyet ayırımcılığına kesinlikle yer vermeyen, hukuki yaptırımları bakımından da ayırım gözetmeyen bir değişimi beraberinde getirmiştir. Dinlerde çok büyük önem taşıyan cinsel ahlakla ilgili yaklaşımlar ise, evrensel ahlakta, cinsiyet ayırımcılığını ortadan kaldırmaya yönelik bir gelişme göstermektedir. Diğer bir ifade ile, toplumun ya da ailenin namusunu, kadına fatura etmeye yönelik dinsel ahlak normları, kadınla erkeğin, cinsel ahlak anlayışı bakımından eşitlendiği bir değerler sistemine yerini bırakmaktadır. Benzeri bir eşitlik sosyal sınıflar için de söz konusudur. Yanlış olan bir davranış biçimi toplumdaki sosyal statüsü ne olursa olsun, toplumda yaşayan tüm bireyler için yanlış olmalıdır. Evrensel ahlakın oluşumunda büyük rolü olan dinlerdeki ahlaki değerler sistemi üzerinde durmak, konuyu açıklık kazandıracaktır. Tüm dinler toplum yaşamını düzenleyici ve bireyi doğru davranışa yönlendirici ahlak kuralları getirmişlerdir. Bu kurallar dinin ortaya çıktığı toplumun yaşam biçimi ve değerler sistemi ile de oldukça ilişkilidir. Zira tüm dinler, ortaya çıktıkları toplumlardaki yanlış davranış ve değer yargılarına atıf yaparak ve bu konudaki değişimi vurgulayarak yeni bir değerler sistemini yerleştirmeyi amaçlamışlardır. Tevratın ahlaki değerler sistemini on emir ile özetlemek mümkündür. On emir, yapılması gerekenden önce yapılmaması gerekenleri vurgulayan ve yasaklayan bir üsluba sahiptir. Katletmeyeceksin, zina etmeyeceksin, çalmayacaksın, komşuna karşı yalan yere şahadet etmeyeceksin, komşunun hiçbir şeyine tamah etmeyeceksin, başka ilahlara tapmayacaksın, putlara tapmayacaksın, Allah'ın adını boş yere ağızına almayacaksın, sept gününe uyacaksın, anana, babana hürmet edeceksin. Açıkça görüleceği gibi on emrin sekiz tanesi yapılmaması gerekenlerle ilgilidir ve ahlaki hüküm mahiyetini taşıyanlar ise sadece altı tanedir. Bu emirlerin bozulması halinde ise Tanrı'nın gazabına gelme gibi bir tehditle karşılaşılacağı açıktır. Emirler ve yasaklarla örülü bir ahlak anlayışının, gönül rızasına dayalı iradeli bir davranışa dönüşümü son derece zordur. Burada sunulan ahlak ilkeleri korku egemen bir benimsetme yöntemi ile birlikte getirilmiştir. İsrailoğullarının tarihi bu yasakların otorite boşluğu doğar dogmaz ihlal edildiğinin örnekleri ile doludur. Özellikle Musa'nın dağa çıkıp, bir süre ortalıkta görülmemesi ile birlikte, kavmin derhal altın bir buzağı yapıp, tapması emir ve otoriteye dayalı bir ahlak sisteminin ne derece zaafiyet içinde olduğunu göstermeye yeter. Tevratın evrensel bir din olmayıp, sadece İsrailoğullarına hitap etmesi ve onları Tanrı'nın yegane sevgili ve seçilmiş toplumu olarak görmesi, ahlaki değer hükümlerinin ırksal motifler taşımasına yol açmıştır. Örneğin bir sömürü aracı olarak görülen faiz İsrailoğullarına yasaklandığı halde, Yabancıya faizle ödünç verebilirsin fakat kardeşine faizle ödünç vermeyeceksin.(Eski Ahid; Çıkış 23/20) ifadesinden de anlaşılacağı gibi yabancılar bu kapsamın dışında tutularak faizle sömürülebilir sayılmaktadırlar. Bir diğer örnek de kölelik uygulaması için verilebilir. İbrani bir köleye, altı yıl hizmetten sonra özgürlük tanınmakta fakat aynı hak farklı ırka mensup olanlar için verilmemektedir.(Eski Ahid; Çıkış 21/2) Cinsiyet ayırımcılığı Tevratta da açıkça mevcuttur. Örneğin boşanma hakkı sadece erkeğe verilmiştir. Erkek çocuk doğuran kadın, doğumdan sonraki 9 gün boyunca murdar sayılırken, kız çocuk doğuran kadın 60 gün murdar sayılmaktadır. Hıristiyanlıkta ise Tevrattaki on emirin İsa tarafından genişletildiği görülmektedir. Ancak bu genişletilmeye bir üslup yumuşaklığı da eşlik etmektedir. Bu konuda birkaç örnek verecek olursak; İşittiniz ki eski zaman adamlarına denildi: Katletmeyeceksin ve Kim katlederse hükme müstahak olacaktır. Fakat ben size derim: Kardeşine kızan her adam hükme müstahak olacaktır... Zina etmeyeceksin denildiğini işittiniz, Fakat ben size derim ki: Bir kadına şehvetle bakan her adam zaten yüreğinde onunla zina etmiştir... Göz yerine göz, diş yerine diş denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim ki; kötüye karşı koyma ve senin sağ yanağına kim vurursa, ona ötekini de çevir... Sen komşunu sevecek ve düşmanından nefret edeceksin denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim ki düşmanınızı da sevin ve size cefa edenler için dua edin... Sadaka verdiğin zaman sol elin sağ elinin ne yaptığını bilmesin de sadakan gizlide olsun... Hükmetmeyin ki hükmolunmayasınız. Çünkü ne hükümle hükmederseniz, onunla hükmolunacaksınız (Yeni Ahid; Matta Bap 5-7) Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi Hıristiyanlık, ahlakı gösteriş ahlakı olmaktan çıkarıp, benimsetmeye çalışmış ve ahlakı akıl ve vicdan çerçevesinde yorumlamıştır. Ancak Tanrı korkusu, tüm inanç sistemlerinde olduğu gibi Hıristiyanlıkta da ahlaklı olmaya yönlendiren bir motif olma özelliğini korumuş ve bu dünyadaki iyilik ve kötülüklerin öbür dünyadaki ödül ve mükafatlarla karşılanacağı inancı aşılanmaya çalışılmıştır. İslamiyet, ahlaka büyük önem veren bir dindir. Hz. Muhammed, Ben ahlakın güzelliklerini tamamlamak için gönderildim. diyerek, tebliğ görevinde ahlaka verilen önemi açıkça anlatmıştır. Kuran'da yer alan ahlaki kurallar, hayat verici, hayatı zenginleştirici niteliktedir. Nahl suresinin 97. ayetinde, Erkek ve kadınlardan her kim inanmış olarak iyi bir iş yaparsa, onu dünyada hoş bir hayatla yaşatırız... Ahirette ise onların ücretini yaptıklarının en güzeliyle veririz. diyerek, bu konuya açıklık getirilmektedir. Ancak ahlaklı insana vaadedilen iyi yaşamın şartı, inanarak ahlaklı olmaktır. Kuran'ın ideali, aşırılıklardan arınmış, orta yolu izleyen, sağlıklı bir toplum yaratmaktır. Bunun için de insanlar, dünyada kendilerine sunulan iyi şeyleri almak, ancak aşırılığa varmadan kullanarak yaşamak durumundadırlar. Kuran, Araf suresinin 31. ayetinde, Ey Adem oğulları, her mescide gidişinizde, süslü, güzel elbiselerinizi üzerinize alın, yeyin, için, fakat israf etmeyin. Çünkü O israf edenleri sevmez. diyerek bu yaşam modelinin sınırlarını çizmektedir. İslamın ahlaki öğretisi adalet, hikmet, cesaret, dürüstlük, yardımlaşma, ahde vefa, çalışarak kazanma, tevazu, şefkat, bağışlamak, sabır, saygı, cömertlik gibi erdemleri teşvik etmektedir. Buna karşılık yalancılık, haksızlık, kibir, gurur, gıybet (dedikodu), kin, kötülük, alaycılık, korkaklık, tembellik, hainlik, fitnecilik, fesatçılık, cimrilik, vefasızlık, saygısızlık gibi davranışları yasaklamaktadır. İyilik, Allah'ın bir sıfatıdır. Bu sebeple insanların iyiliğe yönelik içgüdülerine uygun davranmaları bir zorunluluk olmaktadır. Allah, herkese, herşeye iyiliğini yaydığı, iyilik yapanları sevdiği için iyilik yapılmalıdır. Bakara suresi 195 ayetinde, Mallarınızı Allah yolunda harcayın, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın, iyilik edin, doğrusu Allah, iyilik edenleri sever. denilmektedir. Adalet, Kuran'ın ahlaki bir ideal olarak benimsenmesini öğütlediği ilahi bir sıfattır. Allah, insanların birbirlerine karşı adil olmalarını emrederken, kendisi de adaletle hükmetmektedir. Müminlere kendileri, aileleri, yakınları aleyhine bile olsa, zengin-yoksul ayırımı yapmadan adaleti uygulamaları emredilmiştir. Nisa suresi 135. ayetinde, Ey inananlar, adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik edenlerden olun. Kendinizin, ana, babanızın ve yakınlarınızın aleyhine bile olsa, şahitlik ettiğiniz kimseler zengin veya fakir de olsalar adaletten ayrılmayın denilmektedir. Adaletin ölçüsü olarak insanlara sunulan ise Kuran'ın hükümleridir. Hadid suresinin 25 ayetinde, Andolsun, biz elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve onlarla beraber Kitab'ı ve adalet ölçüsünü indirdik ki insanlar adaleti yerine getirsinler denilerek konu açıklığa kavuşturulmaktadır. Adalet, kişilerin sözlerinde ve hareketlerinde doğru olmalarını, ahidleştiklerinde ahidlerini gözetmelerini, üzerlerine düşen yükümlülükleri yerine getirmelerini gerektirmektedir. Ayrıca Kuran'da müminlere, adaletin uygulandığı bir sistem kurmaları, yeryüzünde kötülüğün yaygınlaşmasını doğuracak, bozgunculuk yapma, ölçü ve tartıda hile yapma, insanların ellerinden mallarını haksızca alma gibi fullerde bulunmamaları tavsiye edilmektedir. Hz. Muhammed ise insanlara şu altı konuya dikkat ettikleri takdirde mutlu olacaklarını söylemiştir: Bunlardan ilki, doğruluktur. Peygamber'in bir hadisinde Şüphesiz ki doğruluk insanı tam hayra ulaştırır. Tam hayır da cennete götürür. Yalan söylemek ise ise insam gerçekten kötülüğe ulaştırır. Kötülük de cehenneme götürür. dediği rivayet edilmektedir. Doğruluktan söz ederken yalan yere tanıklık etmenin de önemi belirtilmiş ve bir başka hadiste; Yalancı tanıklıktan uzaklaşın. Bir kimse bir müslümanın aleyhine yalan yere tanıklık ederse cehennemde yerini hazır bilsin. denilmektedir. Ayrıca Hz. Muhammed, verilen sözü yerine getirmek, emanete hıyanet etmemek, namuslu ve dürüst olmak, haramdan kaçınmak, yasak olan şeyleri yapmamak gibi konulara da dikkat çekmiştir. İslamda ahlaklı olmanın en kestirme yolu, Allah'ın ve Peygamberin emirlerine uymak, olarak özetlenebilir. Ayrıca İslamda peygamber, ümmete mükemmel bir ahlaki model olarak da sunulmuştur. Peygamberin ahlakı, sanki İslam ahlakının yaşayan bir örneği, onun davranışları, ahlakın özeti gibi kabul edilmektedir. Peygamberin bu konudaki örnekliği, yaşamından sonra da devam etmiştir. Peygamberin örnekliği, Kuran'da şöyle anlatılmıştır. Andolsun Allah'ın elçisinde sizin için Allah'ı ve ahireti arzu eden ve Allah'ı çok anan kimseler için, uyulacak en güzel örnek vardır. (Ahzap/21) İslam ahlakı bakımından çok önemli bir nokta, ahlakın Allah'a karşı yerine getirilmesi gereken bir görev ve sorumluluk olarak kabul edilmesidir. İnsan, ahlaklı olup, olmama konusunda Allah'la karşı karşıyadır. Çünkü insan ruhu ile Allah arasında, ruhların ilk yaradılışında yapılan bir mukavele vardır. Bu mukavele ile insana doğuştan Allah'ı tanıma sezgisi verilmiş ve O'nu inkar için herhangi bir bahanelerinin kalması önlenmiştir. O'nu inkar etmek, yaradılışta varolan bu sezgiye ve yapılan mukaveleye karşı gelmektir. Dolayısıyla Allah'ın ayetlerini inkar etmek, şuurlu olarak işlenen bir suç, şeytana uymak olmaktadır ki, bunun da cezası büyüktür. Kuran A'raf suresi 172-173. ayetlerde bunu anlatmaktadır. Rabbin, Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutmuştu. Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diye. Evet (buna) şahidiz dediler. Kıyamet günü biz bundan habersizdik demiyesiniz. Yahut, Ne yapalım daha önce babalarımız Allah'a ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesil olduğumuz için öyle yaptık. Gerçekleri iptal edenlerin yaptıkları yüzünden bizi helak mı ediyorsun? demeyeseniz diye (sizin Rabbiniz olduğum hakkında sizi şahit tutmuştuk). İşlenen zerre kadar kötülüğün cezalandırılacağı, zerre kadar hayrın da ödüllendirileceği Kuran'da yer almaktadır. Bu ceza ve ödül nasıl belirlenecektir? Bunun cevabını da Kuran şöyle vermektedir: Her kişinin fiilerini kendi boynuna taktık. Kıyamet günü onun için her şeyin kaydedildiği bir kitap çıkaracağız ki, şahıs o kitabı önünde açılmış olarak görecektir. Ona Oku kitabını bugün, sana hesap görücü olarak, kendi benliğin yeter denilecektir. (İsra suresi 13-14) Bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi, kişinin dünyadaki iyi ve kötü eylemleri onun kitabına kaydedilmekte ve bunun hesabı da Kıyamet günü sorulmaktadır. O halde ahlaki görevini yerine getirmeyenler için azap, kaçınılmaz bir son olmaktadır. Çünkü İslamın getirdiği ahlak ilkelerine uymamak, aynı zamanda Allah'a ve Resulüne de karşı gelmek ve ruhların yaradılışında Allah'la yapılan ahdi bozmaktır. Bu ayetlerin de açıkça ortaya koyduğu gibi, İslam'da bireyi ahlaklı olmaya iten iki temel etken mevcuttur. Öncelikle İslamda bütün ahlaki vazifeler, uhrevi müeyyidelere bağlanmış, iyiler için cennet vaad edilmiş, kötüler cehennemle tehdit edilmiştir. Böylece ödül ve ceza, ahlakı teşvik edici önemli unsurlar olmaktadır. Ancak ahlak kurallarının uygulanmasında, özellikle sosyal düzenin sağlıklı işletilmesinde sadece bu motiflere dayanan bir ahlak tam olarak saygıya değer sayılamayacağından, Kuran ve sünnette Allah'ı en yüksek derecede sevmek, O'nun hoşnutluğuna layık olmak ve O'ndan hoşnut olmak temel ahlaki motif olarak gösterilmiş; doğru inanç ve temiz yaşayışın en yüksek gayesinin Allah rızası olduğu vurgulanmıştır. (age. s. 7-8) Sorulması gereken diğer bir önemli soru ise şudur: İslamiyete göre bir insanın herhangi bir dine ya da İslama inanmadığı halde, ahlaklı olması mümkün müdür? Yani ahlakın tüm gereklerine göre yaşayan ancak inancı olmayan bir insanı, İslam ahlaklı sayacak mıdır? İnanç ile ahlak arasında kurulan bağ, özellikle de ahlakın Allah'a karşı yerine getirilmesi gereken bir görev olarak kabulü, cevabın olumsuz olduğunu ortaya koymaktadır. İslamda ahlaki terakkinin ulaşacağı son nokta insanın tüm niyetlerini ve davranışlarını Allah'ın emrine ve rızasına uygun düşüp, düşmeyeceği ölçüsüne göre değerlendirmesidir.(age. s.8) O halde İslamiyet, dinden bağımsız bir ahlaklılığı kabul etmemekte, bunun olabilirliğini dahi tartışmamaktadır. O zaman dinin ana fonksiyonunun inanç ve iman olduğu, bunun doğal sonucunun da ahlak olacağı açıktır. Bu açıdan konuya yaklaşıldığında, ahlakin göstergesi olan erdemlerin varlığı, İslamiyette ahlakı tanımlamak için yeterli değildir. Bu erdemlere mutlak inanç ve imanın da eklenmesi gerekmektedir. Ahlak teorileri açısından konuya yaklaşıldığında İslamın mutlak ahlak anlayışını esas alan, Tanrı merkezli bir modeli benimsediği ortadadır. Sıkça sorulan ve tartışılan bir soru, burada da ister istemez akla gelmektedir. İslam ahlakı amacına ulaşmış mıdır? İslamiyet ahlaklı bir toplum yaratabilmiş midir? İslam'daki Tevhid (Birlik) prensibi, Allah'ın birliği esasına dayalıdır. Allah'ın zatında, sıfatlarında ve fiilerinde bir olmasıdır... Ortağının bulunmamasıdır...Zatta birdir demek, bölümü, parçası ve kısmı yok demektir...sıfatta birdir demek, benzeri, misli yok demektir...fiilerinde birdir demek, ortağı yoktur demektir. Allah'ın bu özelliği, O'nun getirdiği esaslarda da kendini gösterir. Tevhid, kişinin ruhi yapısında ahengi, akıl-irade ve hareket işbirliğini gösterdiği için insanın ideallerinden birini oluşturur. Kişinin hırsı, ihtirası ve şehveti üzerinde tam bir kontrole sahip olmayı işaret eder. Bundan başka kişinin söylediği ile yaptığı arasında bir uygunluğu da gerçekleştirir. Allah'a iman ahlaki bir yaşantının ön şartıdır. Ama iman sadece sözlü bir tasdikten ibaret olmamalı, Allah'ın iradesine tam bir teslimiyetin yönlendirdiği halet-i ruhiyenin bulunduğuna delalet eden iyi amellerle de desteklenmelidir. İslamın tevhid düşüncesinden hareketle getirdiği ahlak, içe sindirilmiş, benimsenmiş, yaşayan bir ahlaktır. İşte başta sorulan soruyu bu kıstasa göre cevaplamak gerekir. Bu amaca ulaşılmış mıdır? İslam ahlakını bireysel olarak uygulayan ve örnek oluşturan insanlar, şüphesiz ki vardır. Ancak olaya toplum ahlakı bakımından yaklaşıldığında buna olumlu cevap vermek mümkün değildir. Bu olumsuzluk, sadece İslamiyet için değil, tüm diğer dinler için de söz konusudur. Ahlaki kurallar, kutsal metinlerden yaşama indirgenememiş, dilin söylediği ile davranışların sergilediği arasında bir uyum sağlanamamıştır. Dinler nefsin terbiyesini, her türlü aşırı istek ve tutkulardan kurtulmayı önemle önermelerine rağmen, insanı bundan vazgeçirmiş gibi görünmemektedirler. İslam ülkelerindeki ahlaki yozlaşma, dinin ahlaklılık konusunda yeterli bir garanti teşkil etmediğini ortaya koymaktadır. Profesör Seyyid Hüseyin el-Attas'ın Toplumların Çöküşünde Rüşvet adlı kitabından...Pakistan'la ilgili şu satırlara göz atalım: Başlangıçta rüşvet daha az idi ve daha çok alt kademelerde bulunan memurlar tarafından alınmakta idi. Zamanla büyük gelişmeler gösterdi. Alanla veren arasında sıkı ilişkiler kuruldu. Yolsuzlukların yürütülebilmesi için çeteler, teşkilatlar kuruldu. Bürokratlar ve iş adamları arasındaki bağlar güçlendi. Büyük çaplı fırıldaklar döndürülmeye başlandı. Simsarlar, tefeciler boy göstermeye başladılar. Başlangıçta yolsuzluklar gizli kapaklıydı. Daha sonraları gizlenmesine gerek görülmeksizin hükümet dairelerinde icra edilir oldu. Profesör el-Attas'ın kitabından öğrendiğimize göre, anayasasına göre bir İslam cumhuriyeti olan Pakistan'da rüşvet, yolsuzluk ve kokuşma korkunç boyutlara ulaşmıştır. Eser Hindistan, Malezya ve Endonezya'daki yolsuzluk ve kokuşma ile de ilgili bilgi vermektedir... İslam dini rüşvet alıp vermeyi, emanetlere hıyanet etmeyi, her türlü yolsuzluğu, haksızlığı, kokuşmayı şiddetle yasak ettiği, bunlara karşı dünyevi ve uhrevi hükümler ve müeyyideler koyduğu halde, Pakistan gibi bir İslam ülkesinde rüşvet, yolsuzluk ve kokuşma nasıl olabilmektedir? Bu satırlar Mehmet Şevket Eygi'ye ait. Yazar, olanca içtenliği ile İslam dünyasında yaşanan ahlak bunalımını ortaya döküyor ve sorguluyor. Son derece önemli noktalara da parmak basıyor. Rüşvet ve yolsuzluğun yaygınlaşmasının birinci sebebi paranın put haline gelmiş olmasıdır diyor ve devam ediyor: Bu ortam içinde bazı zayıf ve ahlaksız Müslümanlar, kötü işler yapmak için uyduruk fetvalar, ruhsatlar aramaya başlamıştır. İslamın kesin olarak yasakladığı bazı şeyler için Darü-l harpte bunu işlemeye cevaz var mıdır? diye sahte müftülere sorulmakta ve onlardan da fetva alınmaktadır. Böylece toplumu çürüten nice kötülük ve kokuşma, dinlerini dünyevi menfaatlerine değişen yarı mühtedilerin çıkarcılığı yüzünden zuhur etmiştir... Türkiye'deki dinsiz, ateist, hedonist kesimin rüşvete, yolsuzluğa, kokuşmaya bulaşmış olması normal karşılanabilir. Ancak Pakistan gibi bir İslam ülkesinde rüşvet ve kokuşma olması çok düşündürücüdür. Din devleti olmak, müslüman olmak, ibadeti yerine getirmek, görüldüğü gibi ahlaklı olmaya yetmiyor, ahlakın göstergesi de olamıyor. Eygi'nin de şaşkınlıkla dile getirdiği onca dünyevi ve uhrevi hüküm ve müeyyide, bugünün insanını ahlaklı kılmakta pek de yeterli değil. O halde ahlakın yegane kaynağı olarak dinleri görmek ve toplumsal ahlakın gelişimini dine bağlamak pek anlamlı bir iddia olmamaktadır. O zaman karşımıza ikinci bir soru çıkmaktadır. Dinler, ilk ortaya çıktıklarında toplumun ahlaki değerlerindeki yükselişi nasıl sağlamışlardır? Bunun en açık örneği, İslamiyet öncesi ve sonrası İslam toplumunda görülebilir. Cahilliyye dönemine hakim olan Arap gelenekleri özellikle puta tapmak, güçlü olanın zayıfı ezmesi, affa yer vermeyen barbar adetleri, vahşet mantalitesi, sürekli çekişme ve savaşlara sebep olan kabilecilik anlayışı, kan davaları, kadının toplumda eşya muamelesi görmesi, fuhuşun yaygınlığı gibi başlıklarla özetlenebilir. Ancak, İslam öncesi Arap toplumunun her türlü erdemden, tamamen yoksun olduğunu iddia etmek de mümkün değildir. Zira hiçbir erdemi tanımayan toplumların, yeni bir dini anlamaları, inanmaları ve ona uymaları hemen hemen imkansızdır. Bunun açık örneğini Kuran, Sodom halkının Allah tarafından islah edilemez kabul edilip, helak edilmesi ile vermektedir. O halde, Arap toplumunda da dini anlayacak ve yüceliğini idrak edecek, asgari düzeyde de olsa bir alt yapının olması gerekmektedir. Bu alt yapmın en önemli özelliği, puta tapmanın yani çok tanrıcılığın yanısıra, Allah adını verdikleri ve diğer tanrıların üstünde bir Yüce Tanrı'nın varlığına da inanmalarıdır. Bu inancın çok berrak olmamakla birlikte mevcut olması, onların tehlike ile yüzyüze gelince ve zaman zaman da olsa Allah'a dua etmeleri İslamiyetteki Tek Tanrı düşüncesini kabul etmelerini ve O'nun ahlaki emirlerine uymalarını kolaylaştırmıştır. Diğer yandan İslam öncesi Arap toplumundaki en yüksek erdemler savaşta kahramanlık, kötü kadere katlanma, kendi kabilesinden olana sadakat, yoksul ve ihtiyaçta olanlara cömertlik, misafire ve yolcuya misafirperverlik ve intikam alma duygusunu sürdürme idi. (Agm, s.158) Dürüstlüğün de önemli bir erdem sayıldığı, Peygamber'e verilen Muhammed-ül Emin sıfatı ile ortaya çıkmaktadır. Ayrıca Arap Tanrılarına verilen isimler, bazı erdemleri sembolize etmektedir. Örneğin rida, iyi istek ve arzu duyulan anlamına gelen; vedd, dostluk, muhabbet anlamına gelen; menaf, yükseklik (agm;152) anlamına gelen tanrı isimleridir. Toplum bu değerlerin önemini kabul ettiğini ancak bunların ulaşılması zor, tanrısal erdemler olduğunu, bu isimlendirme ile ortaya koymuştur. Dolayısıyla İslamiyet boş bir alanda değil, bazı verimli tohumlara sahip bir kavmin içinde yeşermiştir. İslamiyetin kabulü ve yayılmasında Peygamberin ve yanındakilerin kişilikleri ve sahip oldukları ahlaki erdemler de şüphesiz büyük rol oynamıştır. Nitekim Profesör Seyyid Hüseyin el-Attas, Ahlaki donanımları yeterli derecede mükemmel olan yeterli sayıda insanın desteği olmaksızın, yolsuzluklarla başa çıkmak için girişilen her çaba sonuçsuz kalmaya mahkumdur diyerek, dini yaşayan kadroların ahlakı yerleştirmedeki önemine dikkat çekmektedir. İslamiyet getirdiği teşvik ve yasaklarla ilkel Arap toplumunun ahlaki değerlerini yeniden düzenlemiş ve temel erdemlerin yerleşmesine büyük hız katmıştır. Bu yeni düzenlemelerde ahlaklı olmayı Allah'a inanmanın en önemli göstergesi sayarken, İslam ümmetinin birbirine kardeşçe bağlarla bağlanmasını, yardımlaşmasını, kötülüğe karşı iyilikle mücadele etmelerini ve her türlü kötülüğün kaynağı olan nefisleri kontrol altına alarak aşırı istek ve heveslerden uzaklaşılmasını emretmiştir. Bunları gerçekleştirebilenlere de Cennet'i vaad etmiştir. Ra'd suresinin 20-22 ayetlerinde, Allah'la ahdini bozmayan, akraba ve müminlerle ilişkisini kesmeyen, bütün peygamberlere inanan, hesaptan korkan, nefsinin gücüne giden şeylere sabreden, namazı kılan, kendilerine verilen rızıktan hayır yolunda harcayan, kötülüğü iyilikle savanların Cennet'e girebilecekleri anlatılmaktadır. İslamda dünya hayatı önemli olmakla birlikte, dünya hayatının ana amacı ahiretteki hayatın güzelleştirilmesidir ve ona hazırlık mahiyetini taşır. Çünkü dünya hayatı geçici, ahiret hayatı ise kalıcıdır. O halde Cennet, inançlı, imanlı ve ahlaklı insanın en büyük ve ebedi ödülü olmaktadır. İnsan, doğası gereği çok hızlı tekamüle uğrayabilecek bir varlık değildir. Kötülüğü bir anda iyiliğe dönüştürmek, nefsani taleplerden kısa sürede kurtulup, gönül rahatlığı ile ve hiç zorlanmadan daha az ile yetinebilmek çok zordur. Ancak vaad ve korku, içte duyulan gizli hevesleri dizginlemenin, arzuları bastırarak, emirlere itaatkar davranmanın teşviki bakımından etkili yöntemlerdir. Bu nedenle Kuran, korku ve ödül ikilemini insanların önüne koymuş ve son derece canlı tasvirlerle Allah'ın ödülü olan Cennet'le, cezası olan Cehennem'i anlatarak, toplumu hızla islah etmeye çalışmıştır. Ancak Kuran'ı tarafsız gözle okuyan pekçok kişinin dikkatini çeken önemli bir husus, dünya hayatında nefsin islahı için çalışan insanın, Cennet'te buna ihtiyacının hiç kalmamasıdır. Zira cennet, ihtişamlı bir yaşam vaad etmektedir. İnce ipekten ve parlak atlastan elbiseler giyerek,(Kuran-ı Kerim; Duhan suresi/53) astarları kalın atlastan yataklara yaslanıp (age; Rahman suresi/54), altın ve cevahirle işlenmiş tahtlar üzerinde,(age; Vakıa suresi/15) yanlarında gümüşten kaplar, billur kupalar (age; İnsan suresi/15)la gümüşten bilezikler takınmış (age; İnsan suresi/21) olarak içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar (age; Muhammed suresi/15) akan Cennette hertürlü meyva, et, yiyecek bolluğu içinde bir sonsuz yaşam vaadedilmektedir. İnsanın ikinci temel ihtiyacı olan cinsellik konusu da çok çarpıcı biçimde işlenmiştir. Cennettekiler; hitap genellikle erkeklere olduğu için, burada da onlar kastedilmektedir, iri gözlü hurilerle evlendirilmiştir. (age; Duhan suresi/54) Daha önce ne insan ne de cinin dokunmadığı, bakışlarını yalnızca eşlerine diken dilberler, (age; Rahman suresi/56) yeniden inşa edilerek, bakire yapılan kadınlar (age; Vakıa suresi/35) göğüsleri yeni tomurcuklanmış yaşıt kızlar, (age; Naziat surresi/31-35) kendilerine ait, sedefle saklı inci gibi civanlar dolaşmaktadır, çevrelerinde. (age; Tur suresi/24) Bu tasvirler, Allah'ın emri olduğu için dünya yaşamında kendini sıkıntıya sokarak nefsani isteklerini frenlemeye çalışan fakat şehvete düşkün olan Cahiliyye dönemi erkeği için, son derece cazip ve teşvik edici motifler taşımaktadır. Yoksa Kuran'ın kendi koyduğu ahlaki sınırları, sadece dünya hayatı için geçerli sayıp, ahiret yaşamında insanı nefsani ve bazı yönleriyle de gayri ahlaki bir yaşama teşvik etmesi gibi bir paradoksla karşılaşılır ki, Allah'ın sözü olan bir kitapta bu düşünülemez. Ancak bu ödülden güç alan dünya insanın, dine daha sıkı sarılması mümkün olmuş, zorlanarak da olsa İslam ahlakını yaşamaya çalışmak, bu değerlerin yaşama geçmesi ve gelecek kuşaklara nakli bakımından önem taşımıştır. Dolayısıyla İslam, Allah korkusunu sürekli yineleyerek, kıyamet ve cehennem konusunda toplumu uyararak ve nihayet cennette sonsuz bir huzur ve ihtişamı vaadederek ahlaklı bir toplumun yaratılmasına çalışmıştır. Bu ceza ve ödüllere inanmak ise imanın gereği olduğu için, ahlak inançla bütünleşmiş ve toplumun değer yargılarında olumlu değişiklikler ortaya çıkmıştır. Allah'ın herşeyi gören ve bilen oluşu ise, insana kaçacak delik bırakmamış, gönlünü tam olarak denetleyemese de, davranışlarını denetim altına almaya zorlamış, gönlündeki çarpık arzular için ise Allah'ın bağışlayıcılığına sığınmayı denemiştir. Bu inanca dayalı ahlak anlayışının insanlık tarihi içinde önemli bir yer tuttuğu inkar edilemez. İnsan topluluklarının evrimi içinde, gerekli ve yararlı bir rol oynadığı da açıktır. Ancak günümüzün düşünen, sorgulayan, akli deliller arayan, sebep-sonuç ilişkileri içinde olaylara yaklaşan ve dogmaların dışına çıkmış insanı için inanca dayalı ahlakın eski etkileyiciliğini yitirdiği açıktır. Çağdaş insan inanca dayalı tüm ahlaki öğretilerden yararlanmış ancak onları aşan, zaman zaman da sorgulayan yeni bir ahlak anlayışına yönelmiştir. Bu anlayış büyük ölçüde endüksiyona (tüme varım) dayalı, kişisel ya da toplumsal deneyimlerden çıkarılan sonuçlarla genişleyen yeni bir ahlaki yaklaşımdır. Çağdaş Ahlak Anlayışı Çağdaşlık, çağa uygunluk anlamına gelen ve bir olguyu ifadelendiren kavramdır. Dolayısıyla çağdaş olanın mutlaka en iyi ve en doğru olması gerekmez. Diğer bir deyişle, çağdaş olan değer ya da kavram, o çağda yaşayan toplumun beklentilerine ve değer yargılarına uyum sağlayan anlamına da gelir. Bu tanımdan hareketle çağdaş ahlak anlayışını da olumlu ve olumsuz yönleriyle değerlendirmek mümkündür. Çağdaş ahlakın 20. yy. daki sembolleri özgürlük, eşitlik, insan hakları kavramları ile bağlantılı olarak ele alınabileceği gibi, fırsatçılık, bencillik, madde tutkunluğu gibi motivasyonunu ekonomik sistemden alan değer yargıları ile de ifade edilebilir. Bu bakımdan çağdaş ahlakı olumlu ve olumsuz yönleriyle incemeye almak ve inanca dayalı ahlak anlayışları ile iki aşamada kıyaslamak gerekir. Çağdaş Ahlak ve İnsan Hakları: İnsanlık, köleci toplum düzeninden günümüze kadar geçen süre içinde, insanın, insan olmak özelliğinden dolayı sahip olduğu temel haklara kavuşması için zorlu bir mücadele vermiştir. Yaşamakta olduğumuz çağ, hiç şüphe yoktur ki, insanlık tarihine insan hakları çağı olarak geçecektir. Bu, zorlu bir mücadeledir ve henüz tamamlanmış da değildir. Ancak bu mücadele son derece meşru bir dayanağa sahiptir. Bu dayanak, insanın doğuştan var olan temel hak ve özgürlüklerine, yaşamı süresince de sahip olma talebidir. İnsan olma onuruna sahip çıkmak, insanın doğuştan sahip olduğu hak ve özgürlükleri ayırımcılık gözetmeksizin kullanmasına imkan tanımak ve her türlü eşitsizliğe set çekmek, yüzyıllardır süregelen gelenekleri, zihinsel şartlanmaları, ayırımcı telakkileri yıkarak yol almak, insanlık tarihinde uzun ama şerefli bir mücadeleyi gerekli kılmaktadır. İnsan hakları şuurunun oluşmadığı bir toplumda, ahlakın gelişmesi düşünülemez. Zira ahlaklı olmanın birinci adımı zararsızlığı öğrenmek, ikinci adımı ise yararlı hizmette rol almaktadır. Yine ahlakın bireysel ve toplumsal hedefi, iki kelimeye indirgendiğinde huzur ve adalettir. O halde insan haklarının yerleşmediği, ayırımcılığın, eşitsizliğin sürdüğü toplumlarda bu amaçlara ulaşmak mümkün olamayacaktır. Zira insan hakları, dünyada özgürlük, adalet ve barışın en etkin güvencesidir. Dünyamız insan haklarının tanınmamasının ve hor görülmesinin insanlık vicdanını yaralayan barbarca eylemlere yol açtığını, korkudan ve yoksulluktan kurtulmuş insanların söz ve inanç özgürlüğüne sahip olacakları bir dünyanın herkesin en yüksek amacı olduğunu (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi; Başlangıç Bölümü) idrak etmiş bulunmaktadır. İnsan haklarının en önemli ölçüleri arasında; İnsanların özgür, onur ve haklar bakımından eşit olarak doğdukları; birbirlerine kardeşlik anlayışıyla davranmaları; ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir ayırım gözetilmeksizin bütün hak ve özgürlüklerden yararlanabilmeleri, ayırım görmemeleri; kölelik veya kulluk altında bulundurulamayacakları, işkeneeye tabi tutulamayacakları, yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği haklarına sahip bulundukları, yasalar önünde eşit oldukları, düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahip oldukları, din veya inancını değiştirme özgürlüğüne sahip bulundukları yer alır. Bu hakların tüm insanlara tanınmış olması, en önemli ahlaki ilke olan adalet ilkesinin gerçekleşmesi bakımından önemlidir. Eşitlik ve özgürlüğün giderek genişleyen bir yelpaze içindeki bu yorumunu hiçbir dinde bulmak mümkün değildir. Zira dinler, söz konusu eşitliği kendilerine inananlar için geçerli saymışlar, inanmayanların kardeşliği ya da inananlanlarla temel hak ve özgürlükler bakımından eşitliği konusunda daha dar kapsamlı yorumları benimsemişlerdir. Örnek verilecek olursa Tevrat'ta inananların birbirleriyle yardımlaşmaları, faiz almamaları emredilmekte fakat aynı ilkeler inanmayanlara teşmil edilmemektedir. Benzer özellikleri İslam'da da görmek mümkündür. Kardeşlik, müslüman kardeşliği esasına dayalı olup, inanmayanlar veya farklı dine inananlarla kardeşlik bir yana dostluk dahi yasaklanmaktadır. Müminlerin inanları bırakıp, kafirleri (Kuran-ı Kerim; Al-i İmran suresi/28), yahudileri ve hıristiyanları (age; Maide suresi/51), imana karşı küfrü seviyorlarsa babalar ve kardeşlerini (age; Tevbe suresi/23) dahi dost edinmeleri yasaklanmıştır. Bu ayetlerden de açıkça görüldüğü gibi, İslamiyette inanç birliğine dayalı bir kardeşlik anlayışı esastır. Bütün dinler birer inanç sistemi getirmişlerdir. Bu inancın yerleşmesi için de büyük mücadeleler yaşanmıştır. Bu mücadeleler inançsızlara ve farklı dinlere inananlara karşı sürdürülmüştür. Bu nedenle dinlerin, kendi varlık sebeplerine karşı çıkarak din ve inanç konusunda herhangi bir ayırımcılığa gitmemeleri elbet ki beklenemez. Ancak çağdaş dünya, bireyin vicdanına verdiği önem ve özgürlüğe olan saygısı nedeniyle din ve inanç konusunda hiçbir kimse ya da topluluğa baskı yapılmaması kararını almış ve herkesi inancında tamamen özgür bırakmıştır. İnanç özgürlüğünü sindirebilen ve bireyin en temel hak ve özgürlüğü olarak kabul edebilenlerin, farklı inanca sanip oldukları için birbirlerine düşmanca hisler beslemesi pek anlamlı olmayacaktır. Dolayısıyla dünya, inanç farklılıklarına rağmen insan olarak paylaşılan kader ortaklığının yarattığı kardeşlik duygularına, insan hakları yolu ile kapı açmaya hazırlanmaktadır. İnançlar konusundaki özgürlük ve oluşan karşılıklı saygı, daha huzurlu bir dünyaya adım atılmasını kolaylaştırmaktadır. Ayrıca kimsenin kendi inancını ikiyüzlülük ya da yalanla gizlemesine ihtiyaç kalmamakta, adil ve dürüst, dolayısıyla ahlakın hedeflerine ulaşmış bir topluma doğru yürüyüş kolaylaşmaktadır. Çağdaş dünyanın temel insan hakları içinde yer alan bir diğer ilkesi ise cinsiyet ayırımcılığının kaldırılmasıdır. Bu ayırımcılik tüm dinler için geçerlidir. Dinlerin toplumun kültür değerleri üzerindeki etkileri, günümüz dünyasında kadın-erkek eşitsizliğini, değiştirilmesi zor bir değer hükmü olarak zihinlere kazımıştır. Yasalar önünde sağlanmaya çalışılan eşitliğin, sosyal yaşamda geçerli olmayışı, toplumun örfleri ile yakından ilgilidir. Bu eşitsizlik, şüphesiz ki ahlakın temel kuralı olan adil olmakla çatışmaktadır. Kadına önceden biçilmiş olan ve onun korunması olarak yorumlanan sosyal statü, aslında onun kendi hakkında karar alması ve yaşamını kendi iradesiyle yönlendirmesinin en büyük engelini oluşturmaktadır. İslam'da kadın, ne yaradılışta, ne aile yaşamında, ne de kanunlar önünde erkekle eşit değildir. Yaradılışta eşit değildir çünkü Erkekler kadınların üzerine yöneticidirler ve üstün kılınmışlardır. (Kuran-ı Kerim; Nisa suresi/34), hakları bir derece daha fazladır. (age; Bakara/228) Aile yaşamında erkekle hiçbir konuda eşitlikleri yoktur, çünkü kadınlar erkeklerin diledikleri gibi girebildikleri tarlalarıdır. (age; Bakara/223), dörde kadar kadınla evlenmeye izin verilmiş, fakat bunlar arasında adaleti sağlama şartı, yine de erkeğin takdirine bırakılmıştır. (age; Nisa suresi/3) Boşanma konusunda kadının söz hakkı yoktur, erkeğin takdirine göre dikkafalılık ya da şirretlik ettiğinde dövülmesi ilahi bir emirdir. (age; Nisa suresi/34) Kadınları ücret karşılığı almak, yararlanılan süre karşılığı ücretlerini vermek (age; Nisa suresi/24) şartıyla erkeğe hak olarak tanınmıştır. Kadının hukuk önünde erkekle eşit olmadığı yukarıdaki açıklamalarla da görülmekte, ayrıca mirastan da kadın, erkeğin yarısı kadar pay almaktadır. Dolayısıyla cinsiyet ayırımcılığı bakımından çağdaş ahlak anlayışı, inanca dayalı ahlak anlayışının dar sınırlarını aşarak, insana daha yaraşan bir zemine oturmuş bulunmaktadır. İnsanların onur ve haklar bakımından eşit dogması, insan haklarının temel bir kriteridir. Zira insanların doğarken bazı özel haklara sahip kılınarak yaratıldıkları kabul edildiğinde, bu hakların kimlerde olup, olmadığını belirlemek mümkün olamayacağı gibi, hak eşitliğini sağlamak da Tanrısal iradeye karşı gelmek şeklinde yorumlanacaktır. Bu konuyu bir örnekle açıklayalım. Kuran doğuştan bir eşitliği kabul etmemekte ve bunu Allah'ın insanları imtihanı için bir vesile saymaktadır. İnsanların sahip olduğu nimetlerden dolayı sınanmaları ise Allah'ın doğadaki yasası olarak yorumlanmaktadır. (Süleyman Ateş; Kuran-ı Kerim Tefsiri, Cilt 2, s.969) Dolayısıyla, Allah'ın insanların geçimliklerini taksim etmesi (Kuran-ı Kerim; Zuhruf suresi/321) ve kimini ötekine derecelerle üstün kılması (age, Zuhruf suresi/32, Enam suresi/165) hem sınanmaları için, (age, Enam suresi/165) hem de bu üstünlükten yararlanarak birinin diğerine iş gördürebilmesi için (age; Zuhruf suresi/32) dir. Bu ilkelerin günümüz toplumunda uygulumaları halinde, sosyal sınıf farklarının Tanrısal yazgı olduğunu kabul etmek ve sosyal tabakalar arasındaki dengesizliği gidermeyi, Tanrı'nın iradesine karşı gelmek olarak kabul etmek gerekecektir. Nitekim bu ayetlerin açıklanmasında da aynı bakış açısından hareket edildiği ortadadır. Süleyman Ateş, sosyal tabakaların, toplum yapısının temel taşları olduğunu ifade ederek ayeti şöyle yorumlamaktadır. Bunlar birbirine lazımdır. Toplumda başkan, yönetici, memur olduğu gibi, esnaf, işçi de lazımdır. Memurların ve işçilerin de çeşitleri vardır. Eğer insanlar birbirine muhtaç olmasalar çalışmazlar. Yönetici, memura, işçiye; işçi, işverene, fabrikatöre; işveren işçiye; zengin fakire, fakir de zengine muhtaçtır. Memurun ihtiyacı olmasa ne diye çalışsın? İşverenin işçiye ihtiyacı olmasa niçin ona para versin? İşte yüce Allah, toplumun sosyal tabakaları arasındaki farkların hikmetini böyle belirtiyor Bu koşullarda kimin işçi, memur ya da işveren olacağına Allah karar vermekte ve bunu sosyal yaşamın düzgünce yürümesi için yapmaktadır. Daha az geçimlik verdiğini ise daha çok verdiğinin yanında çalışmaya sevk ederek sınamakta, kimini amir, kimini memur kılarak hayatı dengelemektedir. Günümüzün çalışma koşulları dikkate alındığında asgari ücretle yaşam savaşı veren ya da işsizlik nedeniyle aç yaşayan insanların, bunun Tanrı'nın takdiri olduğunu duşünüp, insanca yaşamak için sosyal mücadeleye başvurmaktan kaçınmaları mı gerekmektedir? Ya da gelir dağılımında büyüyen uçurumlardan Tanrı mı sorumludur? Elbette değildir... O zaman söz konusu ayetlerin yorumundan hareketle günümüzde karmaşık ilişkilerin bir sonucu olarak ortaya çıkan sosyal sorunları çözümlemenin mümkün olamayacağı ortaya çıkmaktadır. İnsanları doğuştan farklı kabul etmenin ise, sorunları daha da çözülemez kılacağı, geçimlikleri fazla olanların tahakkümünü daha da artıracağı bellidir. Bu koşullarda, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin ilk maddesinin, adil bir yaşama ulaşmak için çağdaş dünyanın ihtiyaçlarına daha iyi cevap vereceği açıktır. İnsan haklarının vazgeçilmez bir parçası olan özgürlük ise, çağdaş dünyanın henüz tam olarak yaşama geçirebildiği bir hak değildir. Özgürlük mücadeleleri insanlık tarihinde çok uzun bir dönemi kapsamaktadır. Özgürlüğün ilk ve en önemli koşulu, insanın düşüncesini esaret altına alan kalıplardan kurtulmasıdır. Herşeyi tartışabilmek, korkusuzca sorgulayabilmek, gerektiğinde karşı çıkabilmek ve nihayet kendi aklının emeği olan bir düşünce sentezine ulaşabilmek hiç de kolay olmamaktadır. Ancak sınırsız ve koşulsuz düşünceyi suç ya da günah sayan ideolojilerin yarattığı baskıdan kendini sıyırabilen zihinler, kendi malları olan ve tüm varlıkları ile sahiplenebildikleri fikirlere ulaşabilmektedirler. Bu neden önemlidir? İnsanın kendi emeği ile ulaştığı düşünce sentezlerinde dürüstlük ve içtenlik hakimdir. Tanrı merkezli sisteme eşlik eden korkular ise kaypak ve ikiyüzlü bir yaşama kapıyı aralar. Aklın son derece özgür olan çalışma sistemi, dogmalara bürünmüş düşünce sistemleri içinde doğruyu ararken bocalar, mantık çarpıtmaları ile gerçekleri karartır ve yapay kanıtları gerçekmiş gibi sahiplenerek, kendine karşı bile dürüst olmaktan korkarak yol alır. Özgür düşünce, insanın zihinsel ve ahlaksal gelişimi için olduğu kadar, toplumun yeniliklerle kucaklaşması bakımından da çok önemlidir. Dinler ise kendi çizdikleri inanç çerçevesinin tartışılmasına asla izin vermeyen, bunu tartışmaya girişeni ise azapla tehdit ederek, dinin koruyucu alanı dışına iten inanç sistemleridir. Bu nedenle dini hükümleri tartışmaya açmak ya da yenileştirmeye tabi tutmak kesinlikle mümkün değildir. Çağdaş dünyada özgürlük, eşitlik ve insan hakları ahlakın evrensel ilkeleri olarak kabul edilmekte ve inanca dayalı ahlak anlayışlarının sınırını genişleterek daha adil ve dürüst bir yaşama kapı açmaktadırlar. Çağdaş Ahlak ve Cinsellik: Çağdaş ahlakın belki de en dikkat çekici ve eleştiriye açık yönü, cinsel ahlakta yaşanan yozlaşmadır. Ancak cinsel ahlakı, genel ahlakla özdeş olarak görmek, son derece yanlıştır. Dolayısıyla cinsel ahlakta yaşanan yozlaşmaya bakarak, çağdaş ahlakın yozlaştığını iddia etmek, kısır bir bakış açısı olmaktadır. Cinsel ahlakla ilgili yorumlar, bireyin kendi bedeni üzerindeki tasarruf hakkının kullanımına üst kurumların müdahalesindeki toplumsal tercihlerden kaynaklanmaktadır. Toplumun örf, adet, inanç ve kültürü sonucu oluşan toplumsal cinsel ahlak normlarının tarih boyunca insan topluluklarına göre değişim gösterdiği bilinmektedir. Bu nedenle de cinsel ahlakı, iffet olarak adlandırmak ve genel ahlaktan ayırarak incelemek gerekir. İffetsizlik, kadın ya da erkeğin cinsel alışkanlıklarından kaynaklanan ve toplumun örfleriyle zıtlık gösteren davranışlar olarak kabul edilmektedir. O halde ahlak normları evrensel olduğu halde, iffet, yerel özelikler taşımaktadır. Bunun en canlı örneklerini Türkiye'de gözlemlemek mümkündür. Doğu ve Güney Doğu Anadolu'da genç bir kızın, çarşıya tek başına çıktığı için iffetsizlik yaptığı gerekçesiyle öldürülmesi ailenin namusunu kurtarırken, benzeri bir olay, Batı Anadolu'da vahşet olarak kabul edilmektedir. Ancak iffet kavramının özellikle kadında odaklaştırılmasında dinlerin katkısı açıktır. Gerek Musa şeratında, gerek Hıristiyanlıkta, gerekse İslamiyette kadın, iffetin sembolü olarak kabul edilmiştir. Çağdaş ahlak anlayışı analize tabi tutulduğunda, özellikle Batı toplumlarında yaşanan cinsel özgürlüğün aile kurumunu da tehdit eden bir boyut kazanması yozlaşmanın daha da çok tepki çekmesine yol açmaktadır. Ancak söz konusu eleştirilerde tarafsız olabilmek için, kapalı ve geleneksel dini toplumlarda da örtülü biçimde yaşanan iffetsizliği görmezden gelmemek gerekir. Ne var ki cinsel yozlaşmanın açıkça sergilenmesinin, genç kuşaklar açısından taşıdığı özendirici olma riskini de dikkate almamak mümkün değildir. Günümüz toplumlarında kadının cinsel bir obje olarak kullanımının, inanç sistemleri ile olduğu kadar, yasalarla da engellenmeye çalışılmasını ve özellikle çarpık cinsel ilişkilerin, dinler ve vicdanen gelişmiş toplumlarca hoş karşılanmamasını doğal kabul etmek gerekmektedir. Çağdaş ahlak anlayışını, cinsel ahlakla özdeşleştirmek ne kadar yanlışsa, cinsel ahlaktaki çarpıklıkları görmezden gelmek de aynı derecede yanlıştır. Ancak cinsiyet ayırımcılığının reddedildiği bir dünyada, iffeti kadına has bir özellik saymanın ve erkeği tamamen bunun dışında tutmanın da mümkün olamayacağı bir diğer gerçektir. Çağdaş Ahlak ve Faydacılık: Ahlakı içinde yaşanılan ekonomik sistemden soyutlamak mümkün değildir. Sistem, ilkeleri ve kurumlarıyla insanın belli değer hükümleri doğrultusunda yapılanmasında çok büyük bir role sahiptir. Hatta öyle ki, günümüz dünyasında insanın şekillenmesinde ekonomik sistemin taleplerinden daha etkin bir gücün varlığından dahi söz edilemez. Dünyaya hakim olan ekonomik anlayış, liberalizm, ya da yeni adıyla neo-liberalizmdir. Sistemi, bireysel özgürlüğe atıf yapan kelime anlamından uzaklaşıp, amaçları doğrultusunda ele alınca, karşımıza çıkarcılığı ya da daha yumuşak bir ifadeyle faydacılığı esas alan bir insan tipi çıkmaktadır. Ahlaki yozlaşmanın temeli ise büyük ölçüde sistemin eseridir. Kendi çıkarlarını maksimize etmeyi yaşamın amacı olarak kabul eden bencil insanı üreten sistem, bu insanın tüketim çılgınlığı ile kendisine yaşam bulmaktadır. Bu nedenle de dinmeyen ihtiraslar, tatmin olmayan nefisler, savurganlık, her türlü ahlaki değerin önüne geçen madde tutkusu sistemin hayat pınarıdır. Çağdaş ahlak bir yandan insan hakları gibi yüce değerleri yaşama geçirirken, diğer yandan bireysel ihtirasla beslenen ekonomik sistemin, çıkarcı ahlak anlayışı içine sıkışmış durumdadır. Sistemin ürünü olan ekonomik insan kimliği, o derece baskın bir kimliğe dönüşmüştür ki, ister dindar, ister dinsiz olsun hemen hemen her fert, bu kimliğin etkisinden kendisini sıyıramamakta ve erdemleri çarpıtarak çıkarcılık kulvarında yol almaktadır. Çağdaşlaşmaya yönelik ciddi eleştirilerden biri de, insanlar arasındaki yardımlaşma, hizmet ve sevgi ilişkilerine getirdiği kısırlıktır. Çağdaş yaşamın kurumsallaşmış yapısı, geçmişte yaşanan bireysel ilişkileri kurumlara devretmektedir. Örneğin geçmişte mahalle halkının elbirliği ile yoksula uzattığı yardım eli, hastaya götürdüğü bir tas çorba, yaşlıya verdiği destek, artık kurumlar aracılığı ile üstlenilmekte ve devlet sosyal güvenlik ve sosyal yardım kurumları aracılığıyla bu görevi üstlenmektedir. Bu uygulamanın, yardıma muhtaç bulunanlar için geçmiştekinden daha büyük bir güvence olduğu açıktır. Ne var ki, sorumluluğu devlete devretmenin, bireyin yardımlaşma ve hizmet duygularını körleştirdiği ve gönüllerde durgunluk yarattığı da bir gerçektir. Özellikle Batı toplumlarında bu gönül durgunluğunu ve vurdumduymazlığı görmek çok kolaydır Türk insanı, henüz bu vurdumduymazlık çarkına esir olmamıştır. Ancak olmak üzeredir. Bu esaretin ahlakın iyilik yapmak, yardımlaşmak, fedakarlık gibi temel motiflerini olumsuz biçimde etkileyeceği açıktır. Dolayısıyla çağdaşlaşmanın, vurdumduymazlıkla eş anlamlı olmadığını ortaya koyan milli kültürümüzün ve örflerimizin Türk toplumunun ahlaki değerlerine büyük katkısı olduğunu unutmamak gerekir. Çıkarcı ahlakın ürünlerine karşı gösterilen tepkiler, dünyanın hemen her yerinde sürmektedir. Ancak Türkiye gibi İslamın muhafazakar değerleriyle yoğrulmuş toplumlarda, tepki, adeta paniğe dönüşmekte ve ekonomik istikrarsızlıkların ve yoksulluğun da devreye girmesi, ahlaki yozlaşmaya ivme kazandırmaktadır. Yoksulluk ve büyüyen gelir farklılıkları, ahlaktan sapışa adeta meşruiyet kazandırır hale gelmiştir. Çaresiz insanların fuhuşa, teröre, soyguna alet edilmelerindeki kolaylık, suçlunun toplum ya da devlet olduğu yolundaki görüşlerin yaygınlık kazanmasına yol açmaktadır. Siyasetteki kirlenme ise, halkın yolsuzluğa eğilimini artıran bir diğer etkendir. Adaletin ağır işleyen çarkları; suçluların cezalandırılmadan elden kaçırılışı, rüşvetle açılan kapılar, çıkarcı ahlakın egemenlik alanının genişlemekte oluşuna somut örneklerdir. Türk insanı evrensel ve yüce değerlerle bezenmiş bir ahlaka taliptir. Ancak bunu nerede bulacağını ve nasıl yaşama geçireceğini bilememekte, dinin çatısına sığınarak daha ahlaklı bir topluma ulaşmanın umudunu beslemektedir. Görülen odur ki, dinsel ahlak anlayışında, bireyi ahlaklı yaşamaya iten korku ve ödül ikilemi iken, çağdaş ahlakın oluşumunda itici güç, hazdır. Faydacı ya da çıkarcı yaşam felsefesi, bu çıkarlara ulaşmada bireyin duyacağı hazzı öne çıkarmakta ve yaşam, tatmin olmaz arzulara yönelik bir koşu biçimine dönüşmektedir. Burada cevaplanması gereken soru, bireyin herhangi bir ödül olmaksızın da ahlaklı olup olamayacığıdır. Ahlaklı olmayı yalnızca erdemli yaşamak ve huzurlu, adil bir toplum yaratmak için arzulamak, acaba insanlığın henüz ulaşamadığı, üst bir realite midir? Eğer öyleyse, bu realiteye nasıl, ne yöntemle ve ne zaman ulaşılacaktır? Hiç şüphe yoktur ki, ahlaklı olmayı hedef görerek, ahlaklı yaşamak, sarsılmaz ve kalıcı bir ahlak anlayışına ulaşmanın en sağlam yoludur. Ancak buna erişebilmek için, kişisel çıkarları pompalayan ekonomik ahlakın ve dinden çıkar sağlamayı alışkanlık edinen zihniyetin alt edilmesi gerekir. Ahlaklılığın toplumun saygı gösterdiği bir değer olduğu konusunda, kamu oyunun verdiği mesajları göz ardı etmemek gerekir. Türk insanı, dürüst ve temiz toplum için ağırlığını her geçen gün biraz daha net olarak ortaya koymaktadır. Halkın sağ duyusu, başta siyasetçiler olmak üzere, ahlaka sırt dönenler için en büyük uyarıdır. Yol Ayırımı: Tarihe Dönmek ya da Tarih Yazmak Türkiye zor günler geçiriyor. Belki de ertelenmiş sorunlarını en canlı biçimde yaşıyor. Cumhuriyetten bu yana üstü örtülmüş ne varsa ortaya çıkıyor. İyileşen yaralar tekrar kanatılıyor. Sevgisizlik ve güvensizlik diz boyu... Korku, saldırganlığı körükleyecek en tehlikeli duygu... kol geziyor... Gelecek nasıl şekillenecek? Türkiye 21. yüzyıla hangi kıyafette girecek? Geleceği yazacak kalemi kimler tutuyor? Demokrasi ağacı olgun meyvalar verecek mi? Bu sorunlar çözüldüğünde, gerçek demokrasinin önündeki engeller de aşılmış olacak. Anadolu, rengarenk bir yarımada... Tarihin Anadoluya armağanı olan bu kültür tayfı içinde, çeşitlilikteki güzelliği yakalamak, tek bir renkte buluşmaktan daha güzel olacak... Hiçbir renk, bir diğerini boğmadan, ahenk içinde, özgür, çağdaş, yeni bir yüzyılı kucaklamaya hazır bir ülke yaratmak, herkesin hedefi olmalı... Türkiye'deki huzursuzluk, geleceği geçmişte aramaktan kaynaklanıyor. Ne demek geleceği geçmişte aramak? Zaman ileriye doğru hızla akıp giderken, geçmişi geleceğe taşımak, aklın çağa özgü ürünlerini geçmişe doğrulatmak gibi gerçekçilikten uzak bir gayretkeşlik demek. Oysa akıl, bilgi ile şekilleniyor. Bilgi, bırakalım yüzyılları, on yılları hergün yenileniyor. Yaşam, bilginin ışığında hızlı bir devinim içinde. Bugünün insanı, istese bile yüzyıllar öncesinin düşüncesini yakalamaktan aciz... Hatta her fert, kendi birikimi, sosyal çevresi, deneyimleri ile bir diğerinden farklı bir mantıkla düşünce üretiyor. Bu koşullarda insanın günün şartlarından kendini tamamen soyutlayarak, geçmişteki bir yüce önderin düşüncesini yakalaması mümkün mü? Türkiye'deki çatışmanın temelinde yatan sorun işte bundan kaynaklanıyor. Köktendinci zihniyet, günün koşullarını Asr-ı Saadete uydurma gayreti içinde. Kuran, tüm sorulara cevap vermediği için de İslamcılar soruyor: Peygamber olsaydı ne yapardı? Peygamberin sünneti ile de cevap bulunamayan sorulara, birileri kendilerini Peygamber yerine koyarak cevap üretmeye çalışıyorlar. Bu cevap Türkiye'yi asırlarca geriye götürüyor. İkinci arayış ise Kemalistlerden geliyor. Onlar da soruyor: Atatürk olsaydı ne yapardı? Onlar da kendilerini Atatürk'ün yerine koyarak sorunlara çözüm arama çabasındalar. Çünkü ne din, ne Atatürkçülük olarak tanımlanan dar kalıplar, Türkiye'nin sorunlarını çözümlemeye yetmiyor. Her ikisi de kendi dönemleri içinde gerçekçi, tutarlı, ilerici, yenilikçi...Her ikisi de ait olduğu dönemin toplumsal sorunlarına çözüm getirmiş, toplumu yeniden yapılandırmış. Ancak zaman hızla akarken, toplum değişmiş, sorunlar farklılaşmış, sosyal ve ekonomik ilişkiler çeşitlenmiş, ortaya ihtiyaçlara cevap veren yeni kurumlar çıkmış. Bu koşullarda, gerçek Atatürkçüler, Atatürk'ün değişimden yana felsefesini anlayıp, zamana ayak uydurulmasını onaylayanlar, devletçilik ilkesinden feragat etmekte hiçbir sorun görmemişlerdir. Atatürk'ün gerçek amacının kendisini putlaştırmak değil, Türk milletine hizmet etmek olduğunu açıklayan şu sözleri, Kemalizmin ne kadar önü açık bir ideoloji olduğunu açıklamaya yeterlidir. Atatürk, Atatürk ilkeleri ve devrimlerden şöyle bahsetmektedir: Bu koyduğumuz prensipler, bugünün icaplarına göre milletimizin medeniyet yolunda gelişmesi için faydalı bulduklarımızdır. Ancak sosyal bünye, daima gelişen ve tekamüle yönelmesi zaruri olan bir durumdadır. İlim ve teknik ise her an yeniliklere, icatlara açıktır. İşte bu durum karşısında insanların istek ve ihtiyaçları hem maddi, hem manevi sahada daima çoğalan bir şekilde gelişir. Tarihin seyri içinde hiçbir prensip dogmatik bünyesini muhafaza edemez. Onun için Türk milleti, yaşadığı çağın medeniyet seviyesinin icaplarını yerine getirmek mecburiyetindedir. (Afet İnan; M. Kemal Atatürk'ten Yazdıklarım, İstanbul, 1971, s.122) Bu sözler, Atatürkçülüğü anlamak, yorumlamak ve benimsemek bakımından büyük anlam taşımaktadır. Atatürk'ün hayalindeki ülke, çağa ayak uyduran, değişime açık, uygarlıkla yarışan, bu sebeple de hiçbir katı ve dogmatik ilke ile önünü tıkamayan insanların ülkesidir. Atatürk'ün hedefi Türk insanını çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak, onu dünyanın en saygın ve mutlu milleti yapmaktı. Düşünen, üreten, kendini geliştirmiş, kendi ayakları üzerinde durabilen bir topluma ulaşmayı amaçlamıştı. Yoksa kendisine köle olacak bir toplum yaratmayı hedetlememişti. Bu nedenle çağdaş Türk insanı, yeni fikirleri, kurumları, politikaları ortaya koyarken, bunları Atatürk'e mal etmek gibi bir yükümlülük altına sokulmamıştır. Atatürkçülük, bir çağdaşlık ve değişimcilik çizgisidir. Her türlü dogmaya, durgunluğa ve kalıplaşmış düşünceye de kapalıdır. Bu sebeple Atatürkçülüğü dine alternatif göstermek mümkün değildir. Atatürkçülük bir inanç sistemi değil, bir çağdaşlaşma felsefesidir. Esasen insanı konu alan sosyal ve siyasal sistemlerde mutlak doğru diye bir şey de olamaz. Çünkü sosyal değişim, doğrunun zamana, mekana ve koşullara göre değişimini zorunlu kılar. Ülkenin belli bir dönemde içinde bulunduğu koşullar ve yine o dönemde belirlenen temel hedefler değişmiş ise, o dönemin doğruları ile yol almak, toplumu en büyük yanlışa götürür. Toplumsal gelişme için doğrunun kıstası, amaçlanan hedefe ulaşmadaki yararlılıktır. Bu ilke sosyal, ekonomik ve siyasal sistem içeren tüm ideolojiler ve inanç sistemleri için de geçerlidir. İnsanın ahlaki nitelikleri konusunda öne sürülen doğrular, yani temel erdemler, her zaman ve koşulda doğrudurlar. Ancak toplumsal yaşamı düzenleyici ilkeler, değişime muhtaçtır ve değiştirilmedikleri zaman da aşınır ve kendiliğinden devre dışı kalırlar. Bu nedenle İslamın Türk yorumu son derece önemlidir. Çünkü dini, çağdaş dünyanın siyasal ve sosyal sistemi ile çatışmaya sokacak statik kalıplardan arındırılmıştır. Bu nedenle de her türlü yenileşmeye açıktır. Türk aydını, değişen koşulların bilincinde olarak, fikirsel üretimlerini, tarihin parlak şahsiyetlerine mal ederek topluma dayatmak yerine, kendi malı olarak hayata geçirmenin mücadelesini yapmalıdır. Artık tarihten ödünç alınan fikirlerin borcunu, topluma huzur ve refah sağlayarak ödeyecek yeni düşünceler üretmenin zamanı gelmiştir. Çünkü tarih, kavga, acı, gözyaşı ve küllenmiş yaralarla yüklüdür. Bu acıları tekrar canlandırmak yerine uygarlığın imkanlarından yararlanarak çağdaş ve refaha ulaşmış bir ülke yaratmak için tüm yaratıcı düşüncelerin sentezine ihtiyaç vardır. Yani artık tarihe dönmeye değil, yeni bir tarih yazmaya adım atılmalıdır. Tarih yazmak için yıldızın parladığı anlar vardır. İşte Türkiye'de, içinde yaşadığımız günlerde barış ve kardeşlik tarihini el birliği ile yazanların yıldızı, Türkiye'nin yıldızı ile birlikte parlayacaktır. Kaynakça Kitaplar: Akyol Taha; Medine'den Lozan'a, İstanbul,1996 Akbulut Ahmet; Nübüvvet Meselesi İzerine, Ankara, 1992 Allen Frank; Kainat Tesadüfen mi Meydana Gelmiştir?, Allah'a Niçin İnanıyoruz? Cilt 1., İstanbul, 1985 Başgil Ali Fuad; Din ve Laiklik, İstanbul, 1996 Bulaç Ali; Din ve Modernizm, İstanbul, 1995 Bulaç Ali; Modern Ulus Devlet, İstanbul, 1995 Bulut Faik; İslamcı Örgütler, İstanbul, 1993 Çağrıcı Mustafa; İslam Düşüncesinde Ahlak, İstanbul, 1989 Çubukçu İ. Agah; İslam'da Allah ve Mutluluk Felsefesi, Ankara, 1992 Dar B.A.; Kuran'daki Ahlaki Öğretiler, M.M.Şerif; İslam Düşüncesi Tarihi Cilt 1., İstanbul, 1990 Erbakan Necmettin; Adil Düzen, İzmir, 1991 Fığlalı Ethem Ruhi; Türkiye'de Alevilik ve Bektaşilik, Ankara, 1990 Güngör Önder; Siyasal İslam'da Bölünmeler, İstanbul, 1997 Halliday Fred; İslam and the Mıth of Confrontation; London, 1995 Hamidullah Muhammed; İslam Müesseselerine Giriş, İstanbul, 1992 Hamidullah Muhammed; İslam Anayasa Hukuku, İstanbul, 1995 Hawking Stephen; Zamanın Kısa Tarihi, İstanbul, 1991 Hotham David; The Turks, London, 1972 İbni Kesir; Hadislerle Kuran'ı Kerim Tefsiri, Cilt 1., İstanbul, 1983 İnayetullah Ş.; İslam Öncesi Arap Düşüncesi, M.M. Şerif, İslam Düşüncesi Tarihi Cilt 1., İstanbul, 1990 İnan Afet; Atatürk'ten Yazdıklarım, İstanbul, 1971 İntişarat-ı Nida-yı Ehli Beyt; İran İslam İnkılabı, Ankara, 1993 Mesudi Halide; Cezayir'de Kadın Olmak, İstanbul, 1996 Morris Henry; Yaratılış Modeli, Ankara, 1985 Morris Gressy; Allah'ın Varlığına Yedi Delil, Müsbet İlim ve Allah Mumcu Uğur; Rabıta, Ankara, 1987 Öztuna Yılmaz; Türkiye Tarihi Cilt 12, İstanbul, 1967 Öztürk Yaşar Nuri; 500 Soruda İslam, İstanbul, 1989 Rıdvan Ahmet; İslamcı Aydınlar ve Toplumsal Sorumluluk Şuuru, İstanbul, 1995 Gazete ve Dergiler: Akademya Dergisi; İstanbul, Ocak, 1997 Akit Gazetesi; 31 Ocak 1997 Akit Gazetesi; 6 Şubat 1997 Akit Gazetesi; 12 Mart 1997 Akit Gazetesi; 14 Mart 1997 Akit Gazetesi; 15 Mart 1997 Akit Gazetesi; 20 Mart 1997 Akit Gazetesi; 21 Mart 1997 Akit Gazetesi; 22 Mart 1997 Cuma Dergisi; 21-27 Şubat 1997 Milli Gazete; 14 Kasım 1995 Milli Gazete; 1 Şubat 1997 Milli Gazete; 5 Şubat 1997 Milli Gazete; 26 Şubat 1997 Milli Gazete; 27 Mart 1997 Sabah Gazetesi; 16 Ocak 1997 Financial Times; 26-27 Nisan Diğer Kaynaklar: Eski Ahid; Kitab-ı Mukaddes, İstanbul, 1969 Yeni Ahid; Kitab-ı Mukaddes, İstanbul, 1969 Kuran'ı Kerim Tefsiri, (S. Ateş), İstanbul, 1988 İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Başlangıç Bölümü Türk Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1988 ::::::::::::::::::::::