www.somuncubaba.net AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 22 • SAYI: 184 • ŞUBAT 2016 • Fiyatı: 8 TL Bursa Ulu Camii Süleyman Çelebi ve Mevlid Ulu Camii’nden semaya yükselen ezanlarla günde beş vakit soluklanmaktadır Bursa. Süleyman Çelebi bu eserini Ulu Cami imamlığı esnasında yazmıştır. 00184 AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ 184 EDâ\D]® Kemal DEMİR SOMUNCU BABA HAZRETLERİNİN HUTBE İRAD ETTİĞİ BURSA ULU CAMİİ MİNBERİ Bursa Ulu Camii, Yıldırım Bayezid Han tarafından Niğbolu Zaferi’nin ardından bir nişane olarak 13961399 yılları arasında yaptırılmıştır. Cami bütün yönleriyle bir sanat eseri olmasının yanında özellikle sert ceviz ağacından çivi ve yapıştırıcı malzemesi kullanılmadan geometrik parçalar birbirine geçirilerek yapılan minberi gerçek bir şaheserdir. Özellikle Şeyh Hamid-i Veli / Somuncu Baba Hazretlerinin açılış hutbesini irad ettiği minberinin her iki yüzünde de şaşırtıcı şekilde birer evren krokisinin varlığını günümüz bilim adamları ve araştırmacılar yakın zamanda fark ettiler. Uzmanların görüşlerine göre, buradaki gezegenlerin büyüklük oranları ve yörüngeleri gerçek oranlarla örtüşmektedir. Minberin Doğu yakasında (mihraba bakan yüzünde) Güneş Sistemi, Batı yakasında ise Galaksi Sistemi yer alırken evrenin kül olarak tasvir edildiği görülmektedir. Şekillerle ilgili araştırmalar yapan uzmanlar, bu tip eserlerde “Alan süsleme motiflerinde simetri yoksa mutlaka bir mesaj vardır.” İlkesinden yola çıkarak, incelediğinde minberin, mihraba bakan yüzünde güneş sisteminin görüldüğü bilinmektedir. Güneş ve gezegenler arasındaki mesafe büyük olduğu için yıldız gezegenlerden farklı olarak 9 damlacıklı kurs olarak işaretlenmiş. Uzmanlar, yine kündekârî sanatının bir özelliği olan parçaların birleşmesiyle oluşan çukur kanal çizgilerinin de gezegenlerin yörüngesini temsil ettiğini söylüyorlar. Bu yüzeyde yer alan bir başka gizem ise serpiştirilmiş hâlde yıldız motifleri yer alması ve bunların içinde kuyruklu yıldızların da bulunması... Kündekârî sanat açısından eşsiz bir değere sahip olan minberin ilginç bir özelliği de 6666 adet abanoz ağacı parçasından vücuda gelmesi. Bu rakamda halk arasında yaygın inançla Kur’an’ı Kerim’deki ayet sayısına tekabül etmektedir. O dönemdeki İslâm ve Türk âlimlerinin matematik ve gök bilimlerine yönelik ilminin Batı’ya nazaran hayli ilerde olduğu da göz önüne alınırsa uzmanların tezleri doğru olabilir mi? Ne dersiniz bütün bu benzerlikler sadece bir tesadüf olabilir mi? Dergimizin bu sayısında kapak konusu olarak Bursa Ulu Camii ele alındı. M. Nihat Malkoç ‘Bursa Ulu Camii’nde Zamanın Ötesinde’ başlıklı yazısında ise camiyi bütün yönleriyle anlatıyor. Tarihçi-Yazar Resul Kesenceli ‘Yıldırım Bayezid Han Zafer Ve Ulu Mabet’ başlıklı makalesinde caminin yapılış öyküsüne yer veriyor. Dergimizde ayrıca Ali Akpınar’ın ‘Sabır, İbadet ve Dua Âbidesi : Hz. Yakub (a.s.)’, Ramazan Altıntaş’ın ‘İmanda İhlas ve Samimiyet, Kadir Özköse’nin Tekkelerdeki Âyîn-i Şerîfin İcrâsı, Ahmet Şimşirgil’in ‘Yıldırım Bayezid Han’ın Hayatında İki Hatun’, Enbiya Yıldırım’ın ‘Övünmek Hastalığı’, Musa Tektaş’ın, ‘Gönül Aynası’, Bünyamin Erul’un ‘Abdestte Titizlik’ başlıklı yazıları ve daha nice güzel konu ve şiire yer verildi. Okuyup istifade etmeniz ümidiyle… Gönülden Selamlar… The Mimbar of the Grand Mosque (Ulu Camii), Where Somuncu Baba Gave the Opening Khutba Sultan Bayezıd I had the Grand Mosque (Ulu Camii)in Bursa built as the symbol of the victory of Battle of Nicopolis (Nigbolu) between the years 1396-1399. The mosque itself is an oustanding work of art as a whole. Especially the mimbar, which was made from hard walnut tree and made by being intertangled the geometrical wooden pieces without being used any nail or adhesive, is a real masterpiece. Another astonishing fact about the mimbar, where Somuncu Baba gave the opening khutba (sermon) at the Friday prayer, is the motives seen on both sides of it. The researchers have recently realized it and it is said that these motives , when looked at them upon the mimbar, show the scetch of the solar system. And what is more, the proportional size of the planets and their orbits coincide with the real ones. Best regards. somuncubaba 1 Nn\H Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır. Kurucusu A. Şemsettin ATEŞ Yapım Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803 Yıl: 22 Sayı: 184 - Şubat 2016 Basım Tarihi: 01 Şubat 2016 Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Kemal DEMİR Sorumlu Yazı İşleri Müdürü M. Hulusi ERDEMİR Yayın Editörleri M. Nazmi DEĞİRMENCİ Musa TEKTAŞ Kapak Fotoğraf Cemil ŞAHİN Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi Zaviye Mahallesi Hacı Hulûsi Efendi Caddesi No: 71 44700, Darende / MALATYA Tel: (0422) 615 15 54 • Faks: (0422) 615 28 79 www.somuncubaba.net • bilgi@somuncubaba.net www.grafiturk.com.tr Genel Sanat Yönetmeni Serkan ÖZTÜRK Sanat Yönetmeni Enes İSLAM Baskı ve Üretim Salmat Basım Yayıncılık Ambalaj San. Ltd. Şti. Sebze Bahçeleri Caddesi Arpacıoğlu İşhanı No: 95/1 İskitler/ANKARA Tel: (0312) 341 10 24 • Faks: (0312) 341 30 50 Somuncu Baba Dergisi’nin içeriğinde bulunan yazılar ile ilgili çıkabilecek olan hatalı bilgilerden dolayı dergi herhangi bir sorumluluk kabul etmemektedir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına ilanların sorumluluğu ise reklam verenlere aittir. Dergimizde bulunan fotoğrafların ve görsellerin kullanılması ve kopyalanması yasaktır. Yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Somuncu Baba Dergisi’nin bütün telif hakları VİSAN İktisadi İşletmesi’ne aittir. /SomuncuBabaDergisi Yayın Kurulu Danışma Kurulu Prof. Dr. Nihat ÖZTOPRAK Prof. Dr. Ali YILMAZ Prof. Dr. Sebahat DENİZ Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN Prof. Dr. Ali AKPINAR Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE Prof. Dr. Mahmut YEŞİL Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK Kurum Abone : 140 Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası : TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01 - Vakıf Bank: TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58 Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız. $%21(ð½/(7½ý½0ð+$77, 444 36 61 (0422) 615 15 54 (0546) 544 60 44 LoLnGHNLOHU BURSA ULU CAMİİ’NDE ZAMANIN ÖTESİNDE 14 M. Nihat MALKOÇ Ey camilerin ulusu, uluların camisi!... Sancılı arayışın hitama erdiği yer... 42 ÜMİT, SABIR VE DU ÂBİDESİ: HZ. YAKUB (A.S.) 6 Ahmet ŞİMŞİRGİL Ali AKPINAR Müjdeci gelip, gömleği Yakup’un yüzüne bırakınca, hemen gözleri... I. Murad Han’ın hanımı ve Yıldırım Bayezid Han’ın validesidir... YILDIRIM BAYEZİD HAN ZAFER VE ULU MABET 38 Dünyanın hiç şüphesiz önemli gezginlerinden birisi olan İbn Battûta’nın, seyâhatnâmelere yeni.... Resul KESENCELİ Bursa Ulu Camii’nin açılışında imam ve hatiplik yapan Somuncu Baba Hazretleri ... SÜLEYMAN ÇELEBİ VE MEVLİD İBN BATTÛTA VE SEYÂHATNÂMESİ Fatih ERKOÇOĞLU YILDIRIM BAYEZİD HAN’IN HAYATINDA İKİ HATUN 64 Mustafa ÖZÇELİK Mevlid’de besmele, zikir, Allah’ın sıfatları, Allah’ın birliği gibi inanışla ilgili konular... 74 İmanda İhlas ve Samimiyet 10 • Bursa ve Ulu Câmisi 13 • Tekkelerdeki Âyîn-i Şerîfin İcrâsı 22 • Gönül Aynası 28 • Övünmek Hastalığı 34 • Ey Hira Dağı ! 44 • Fâiz Hassasiyetini Zedeleyen Bazı İşlemler 46 • Gönül Şafağı 49 • Astronomide Çığır Açan Keşifleriyle Ali Kuşçu 50 • Abdestte Titizlik! 54 • Kâşgarlı Mahmud ve Dîvân-ı Lugâti’t-Türk 56 • Hiç Olduğunu 61 • Selefîlik Ümmet Bilincinin Düşmanı 70 • Hüzünkâr 73 • Ali Şir Nevâî’nin İlk Mesnevisi Hayretü’l-Ebrâr’da Hâce Bahâeddin Nakşbend (k.s.) 78 • Barışma 81 • Genetiğiyle Oynanmış Gıdalar (GDO) ve Sağlığımız 82 • Ulu Camii Kasidesi 85 • Özümüzdeki Güven Ya da Özgüven 86 Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.) Şeyh Hamid-i Veli Minberinden Hutbeler Birinci Hutbe Muhterem Cemâat-i Müslimîn! İnsan denilen cevher-i zî-kıymet, vatan-ı aslîsi olan âlem-i ceberut ve ervâh-ı mücerrededen teb’îd ve tağrîb edilmiş bir garîb-i zardır ki, kendisine hemîşe giryân ve figân yakışır. Husûsiyle gecelerde sîne-i sûzân ile nâlân, çeşm-i hûnbâr ile giryân olarak garîk-ı lücce-i hûnîn ve müstağrak-ı girdâb-ı âh u enîn olmalıdır. Peygamberimiz (s.a.v) Efendimiz Hazretleri buyuruyorlar ki: “Bir kimse Allah’ı ansa da haufu’llah dolayısıyla gözleri yaş saçarak yeryüzüne isabet etse, yevm-i kıyamette Cenâb-ı Huda onu muazzeb kılmaz.” Diğer bir hadîsinde de yine: “Haşyetu’llah’tan nâşîbükâ, nârdan necattır. Haşyetu’llah’tan nâşî ağlayan kimse nâra girmez.” buyuruyor. Hatta rûz-ı pür-sûz-ı cezada müstehıkk-ı zuhûl olan bir kimse şehâdet-i a’zâ sebebiyle cehenneme sevk edilirken bir mi-yi müjgân bi’l- istizan, “Yâ Rab, bu kul dünyâda iken havfın dolayısıyla ağlayarak beni garîk-ı âb-ı hunin etti idi.” diyecek. O gün kalbinin şehâdetiyle şahs-ı mezkûrun dâhil-i cinân olacağı rivayet ediliyor. Hazret-i Ali kerreme’llâhu veçhe ve radıya’llâhu anh Efendimiz bir gün hutbelerinde: “Ey Allah’ın kulları mevtten sakınınız, mevtten fevt yoktur, durursunuz tutar, kaçarsınız yeter. Mevt nâsıyenizde de- ğildir. Necat arayınız, necat arayınız! Hem tecessüs-i mezkûrda acele ediniz. Zîrâ arkanızda bir tâlib-i hasis vardır ki, kabirdir. Mütenebbih olunuz ki, kabir cennet bahçelerinden bir bahçe veyahut cehennem çukurlarından bir çukurdur. Agâh olunuz ki, kabir her gün üç defa tekellüm eder. Ve ben beyt-i zulmetim hâne-i vahşetim, kurtlar eviyim der. Mütenebbih olunuz ki, o günün arkasında daha şiddetli bir gün vardır. O günde küçükler ihtiyar, büyükler sekrân olur, süt emziren her bir kadın kendi çocuğundan zuhûl ve gaflet, her bir zât-ı hami olan kadın da vaz-ı hami eder. Nâsı sarhoş görürsün, hâlbuki sarhoş değil, velâkin Allah’ın azabı şiddetlidir. Mütenebbih olunuz ki, o günün verâsında daha şiddetli bir gün vardır. O günde harareti şedîd, ka’n ba’îd, zîneti hadîd, suyu sadîd, rahmet-i hak nâ-bedîd olan nâr-ı cehennem vardır.” buyurduklarında ashâb-ı kiram hüngür hüngür ağlaştılar. Sonra Hazret-i İmam, “Agâh ve mütenebbih olunuz ki, o günün verâsında muttakîlere hazırlanmış ayna semâvât ve arza müsavi olan cennet vardır. Hazret-i Allah, bizi ve sizi cennete idhâl, cehennemden halâs buyursun.” buyurdular. Allah (c.c.) zülcelâl cümlemizi hulûs-i kalb ile kendi kapısına yönelen ve rızâ-i ilâhîsini tahsîle çalışan zümre-i sâlihîne ilhak buyursun. İLİM VE HAYAT / Ali AKPINAR* ÜMİT, SABIR VE DU ÂBİDESİ: HZ. YAKUB (a.s.) “Müjdeci gelip, gömleği Yakup’un yüzüne bırakınca, hemen gözleri açıldı. Bunun üzerine Yakup: ‘Ben size, Allah katından sizin bilmediğinizi biliyorum dememiş miydim?’ dedi. Oğulları: ‘Ey Babamız! Suçlarımızın bağışlanmasını dile, bizler hiç şüphesiz suçluyuz.’ dediler.” 6 á8%$7 2016 K ur’ân kıssalarında anlatılan peygamberlerin hayatları bir bütün olarak anlatılmaz. Onların ibret verici yönleri öne çıkarılarak anlatılır. Zaten Kur’ân, insanlığa gönderilmiş bütün peygamberleri anlatmaz. Kıssasını anlattığı peygamberin de hayatından bazı kesitleri bize ders verici yönleriyle anlatır. Dolayısıyla biz onları, yaşanmış ve bitmiş bir hayat hikâyesi olarak okuyamayız. Yalnızca onlar hakkında bilgilenmek için de okuyamayız. Onların yaşadıkları onlarda kalsın diye de değil. Aslında hayat kitabı Kur’ân’da anlatılarak yaşatılan her peygamber kıssası günümüzde yaşandığı zaman anlamlı hâle gelecektir. Zira insanlığın önderleri peygamberler, yaşadıklarını hem kendileri için hem de bizlere ders olsun diye yaşamışlardır. Daha da önemlisi, onlar yaşadıklarını birer insan olarak yaşamışlardır. İşte o kıssası anlatılanlardan biri de Hz. Yakub Peygamber’dir. Onun diğer adı da Allah’ın kulu anlamına İsrâîl’dir. O, İsrailoğullarına adını veren peygamberdir. Aynı zamanda o, onların eğitimi ve işledikleri günahlara karşı ders olsun diye bir kısım şeyleri onlara yasak kılan bir davet adamıdır. “Tevrat’ın indirilmesinden önce İsrail’in kendilerine haram ettiğinden başka bütün yiyecekler İsrailoğullarına helal idi; doğru sözlü iseniz Tevrat’ı getirip okuyun.”1, “Yahudilere, tırnaklı olan her hayvanı haram kıldık. Sığır ve koyunların da sırtlarında veya bağırsaklarında veya kemiğe karışık bulunan yağlar dışında iç yağlarını haram kıldık. Bu, aşırı gidip ilâhî sınırları aşmalarından, insan haklarına el uzatmalarından dolayı onlara verdiğimiz bir cezâdır.”2, “Yahudilerden çoğunun zulümleri, birçoklarını Allah yolundan alıkoyma- ları, men’edildikleri hâlde fâiz almaları ve haksız sebeplerle insanların mallarını yemeleri sebebiyle daha önce kendilerine helâl kılınan iyi ve temiz şeyleri onlara haram kıldık.”3 Âyetlerden anlaşıldığına göre Yüce Allah, onları eğitmek, sınamak ve sağlıkları için bazı şeyleri onlara haram kılmıştır. Rivâyete göre, Hz. Yakub’un da bir hastalığı sebebiyle kendine çok sevdiği deve sütü ve deve etini haram kılmış ve yememişti. Kur’ân, Hz. Yakub’un, oğlu Hz. Yûsuf’un küçük yaşta gördüğü rüyasını tabir edip bu konuda onu hazırlayışını anlatır. Kardeşlerin kıskançlıkla ona zarar vermeleri endişesiyle onu uyarır. “Babası şunları söyledi: ‘Yavrucuğum! Rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa sana tuzak kurarlar; zira şeytan insanın apaçık düşmanıdır. Rabb’in seni böylece rüyandaki gibi seçecek, sana rüyaları yorumlamayı öğretecek; daha önce, ataların İbrahim ve İshak’a nimetlerini tamamladığı gibi, sana ve Yakup soyuna da tamamlayacaktır. Doğrusu Rabb’in bilir, hakimdir.”4 Kendisinden Hz. Yûsuf’u koparıp ondan kurtulmak için kuyuya atan ve “kurt yedi” diye kanlı gömleğini getirdiklerinde, bir taraftan “nefisleriniz bunu size süslü gösterdi” derken, öte taraftan olanlara sabredişini bize anlatır. “Babaları: ‘Sizi nefsiniz bir iş yapmaya sürükledi; artık bana güzelce sabır gerekir. Anlattıklarınıza ancak Allah’tan yardım istenir.’ dedi.”5 Âyette geçen Hz. Yakub’un sabr-ı cemîli, içerisinde sızlanma-şikâyet olmayan sabırdır. Buna göre sabr-ı cemîlin olması için, herhangi bir sızlanma, sitem ve şikâyet cümlesi sarf etmeden olanlara anında katlanmak gerekmektedir. Sonu selâmet ve zafer olan sabır, böyle bir sabırdır. somuncubaba 7 Kıtlık yıllarında evlatlarını Mısır’a gönderirken, bir baba şefkatiyle yâd ellerde tedbirli davranmalarını onlara hatırlatır. “Babaları: ‘Oğullarım! Tek bir kapıdan değil, ayrı ayrı kapılardan girin. Ama Allah katında size bir faydam olmaz, hüküm ancak Allah’ındır, O’na güvendim, güvenenler de O’na güvensinler.’ dedi.”6 Hz. Yakub, oğullarının babayiğit ve güzellikleriyle başlarına kötü bir şey gelmemesi için ve nazara uğramamaları için tedbirli olmalarını tavsiye etmiştir. Zira on kardeşin hep birlikte aynı kapıdan içeri girmeleri, şehirdekileri korkutup tedirgin edebilir, halkın dikkatini çekebilirdi. Buna göre insana düşen, önce alınması gereken tedbiri almak, sonra Yüce Allah’a güvenmektir. Yoksa yapılması gerekenler yapılmadan, ben işimi Allah’a bıraktım, O’na güvendim demek gerçek anlamda tevekkül değildir. Onun için Peygamberimiz (s.a.v.), deve sahibi olan bir adamı, “Önce deveni bağla, sonra Allah’a tevekkül et.” diyerek uyarmıştır. Âyet, hem Yakub Peygamber’in bütün çocuklarına düşkün olduğunu gösterir, hem de göz değmesi demek olan nazarın hak olduğuna işaret eder. Hz. Yakub, her zaman evlatlarına düşkün, onların her zaman hayrını isteyen bir baba idi. O, ölüm döşeğinde bile evlatlarını düşünen şefkat ve merhamet âbidesi bir baba- 8 á8%$7 2016 dır. “Yoksa Yakup can verirken sizler yanında mı idiniz? O, oğullarına: ‘Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?’ diye sormuştu.”7, “Yakup da: ‘Oğullarım! Allah dini size seçti, siz de ancak O’na teslim olmuş olarak can verin.’ dedi.”8 Kur’ân bize, oğulları, küçük kardeşleri Bünyamin’i Mısır’da bırakıp geldiğinde Hz. Yakub’un hüznünü kalbine gömüşünü ve aslâ sitem etmeyişini anlatır. “Yakub: ‘Sizi nefsiniz bir iş yapmaya sürükledi, artık bana güzelce sabır gerekir; belki Allah hepsini birden bana getirecektir, çünkü O bilendir, hâkimdir.’ dedi.”9 Ve Kur’ân, bütün bu olanların yanında aradan geçen bunca yıla rağmen Hz. Yûsuf ve kardeşinden ümit kesmeyişini anlatır. “Yakup şöyle dedi: ‘Ben üzüntü ve tasamı yalnız Allah’a açarım. Allah katından, sizin bilmediklerinizi bilirim. Ey Oğullarım! Gidin, Yûsuf’u ve kardeşini arayın. Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin; doğrusu kâfirlerden başkası Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.”10 Yıllar geçmişti aradan, kardeşleri tümden Hz. Yûsuf’tan ümitlerini kesmişlerdi. Ama Yakub Pey- gamber, ümidini kesmedi. Yıllar sonra oğulları, Bünyamin’i Mısır’da bırakıp geldiklerinde, “gidin hem onu, hem de kardeşi Yûsuf’u araştırın” buyurdu. Zaten gelen habere göre Bünyamin, esir olarak kalmıştı ve yaşadığı belliydi. Yıllar önce Yûsuf’un kanlı gömleği getirildiğinde de Yakub (a.s.), onun kurt tarafından parçalandığına inanmamıştı. Çünkü kanlı gömlek parçalanmamıştı. Hem sonra Yûsuf’un çocukken gördüğü rüyadan Yakub Peygamber, onun yaşayıp seçkin bir kul olacağını anlamıştı. Bütün bunlar, Yûsuf’un hayatta olabileceğini gösteriyordu. Onun için baba, evlatlarına onları araştırmalarını istedi. Demek ki mü’min, bir şey hakkında kesin bilgiye sahip değilse, ümidini yitirmeden onun aslını araştıracaktı. mekânları gözetmelidir. İkinci olarak evlatlarının, biraz daha tevbeye devam etmeleri, kendilerini “Kervan, memleketlerine dönmek üzere ayrıldığında, babaları: ‘Doğrusu ben Yûsuf’un kokusunu duyuyorum; ne olur bana bunak demeyin.’ dedi.”11 düzeltmelerini temine etmek için böyle söyle- Kervan daha Mısır’da iken, oraya çok uzaklarda bulunan Hz. Yakub’un, Yûsuf’un kokusunu duyuyorum demesi, onun vahiyle bilgilendirilmesinin yanı sıra, bugün bilimin telepati/uzakduyum dediği, birbirini çok seven, birbirine çok bağlı olan insanların, birbirlerinin başına gelenlerden etkilenmesi olarak da anlaşılabilir. âyetlerin her birinde pek çok ders ve ibret var- “Müjdeci gelip, gömleği Yakup’un yüzüne bırakınca, hemen gözleri açıldı. Bunun üzerine Yakup: ‘Ben size, Allah katından sizin bilmediğinizi biliyorum dememiş miydim?’ dedi. Oğulları: ‘Ey Babamız! Suçlarımızın bağışlanmasını dile, bizler hiç şüphesiz suçluyuz.’ dediler. Yakup: ‘Rabb’imden bağışlanmanızı dileyeceğim; O şüphesiz bağışlar ve merhamet eder.’ dedi.”12 Oğullar, hatalarını anlayıp af dilediler. Zira hatadan dönmek erdemdi. Babalarından da duâ istediler. Zira sâlihlerin duâsı, makbul ve muteberdir. Ancak Hz. Yakub, onlara hemen duâ etme yerine, ilerde edeceğini söyledi. Bu, onun kendini duâya hazır ettikten sonra duâ edeceği anlamına gelebilir. Zira duâ için kişi kendini hazırlamalı, duâ öncesi ibadet ve tâatle duâyı hak etmeli, duânın makbul olduğu zaman ve miş olabilir. Görüldüğü üzere Yakub (a.s.)’ı anlatan dır. Önemli olan onları bu gözle görüp bize bakan mesajları almak ve onları hayatımıza yansıtmaktır. Nitekim Yüce Rabb’imiz bu amaçla onu anmamızı, onu anlamamızı ve anlatıp gündeme getirmemizi bizden istemektedir: “Güçlü ve anlayışlı olan kullarımız İbrahim, İshak ve Yakup’u da an. Biz onları âhiret yurdunu düşünen, içten bağlı kimseler kıldık. Doğrusu onlar katımızda seçkin, iyi kimselerdendirler.”13 Ümit, sabır, ibadet ve duâ âbidesi olan Hz. Yakub’a ve onun izinde gidenlere selam olsun. Dipnot * Prof. Dr. Ali AKPINAR 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 3/Âl-İ İmrân, 93. 6/En’âm, 146. 4/Nisâ, 160-161. 12/Yûsuf, 5-6. 12/Yûsuf, 18. 12/Yûsuf, 67. 2/Bakara, 133. 2/Bakara, 132. 12/Yûsuf, 83. 12/Yûsuf, 86-87. 12/Yûsuf, 94. 12/Yûsuf, 96-98. 38/Sâd, 45-47. somuncubaba 9 İTİKAT / Ramazan ALTINTAŞ* İMANDA İHLAS VE SAMİMİYET “Biz gerçek ihlâs ve samimiyet örneğini peygamberlerin davetlerini toplumlarına açtıkları ilk ve temel başlangıç teblîgâtı olan kelime-i tevhîdde görüyoruz. Çünkü kelime-i tevhîde kelime-i ihlâs denir.” 10 á8%$7 2016 A rapçada “saf ve hâlis olmak, her türlü şâibe ve karışıklıktan kurtulmak” anlamına gelen ihlâs, “h-l-s” kökünden türemiştir. “Hâlis” kelimesi ise anlam bakımından “sâfî” kelimesi gibidir. Hâlis denildiği zaman, sadece, içindeki yabancı unsurlardan temizlenen; “sâfî” denildiğinde ise, hem içindeki yabancı unsurlardan temizlenen ve hem de içinde aslâ yabancı unsuru barındırmayan şey akla gelir. Dinî bir terim olarak ihlâs, iman ve ibadet gibi dinî görevleri yerine getirirken, insanların övme ve beğenmesini, yerme ve kınamasını düşünmeksizin sırf Allah için yapmak demektir.1 İslâm’da bu şekilde hareket edenlere “muhlis” denilir. Nitekim bir âyette: “Doğrusu o bizim samimi (muhlis) kullarımızdandır.”2 buyrulur. Kalbin Ameli Kur’an-ı Kerim’de geçen “hâlis ve ihlâs” sözcüğü; bir yere ait olma3, bir kenara çekilme4, dini salt Allah’a özgü kılma5 ve inanç boyutunda O’na gönülden samimiyetle bağlanma6 gibi anlamlarda kullanılmıştır. Bu sebeple bir rivâyette Hz. Peygamber (s.a.v.) ihlâsı, kalbin ameli olarak tanımlamıştır.7 Nasıl ki ameller, ihlâssız ve niyetsiz ibadete dönüşmezse, ihlâs ve niyetsiz bir amel de makbul olmaz. İslâm’da ameller niyetlere göre değer kazanır.8 O halde ihlâs, insanı Allah’tan alıkoyacak her şeyden gönlü arındırmaktır.9 “İhlas Suresi”nde anlatıldığı gibi asıl ihlas, İslâm’ın tevhîd boyutunda ortaya çıkar. İtikadî alanda gerçek samimiyet; Yüce Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak ve kulluğu sadece O’na hasretmek şeklinde tezâhür eder. Bu bağlamda Müslümanların imanda samimiyeti/ ihlâsı, Yahudilerin iddia ettikleri gibi Allah’ı teşbihten, Hıristiyanların savundukları gibi üçlemeden uzak tutmakta ortaya çıkar. Aynı sa- mimiyet, ibadetlerde de geçerlidir. İbadetleri ihlâsla yapmak Allah’ın kesin emridir: “Dini yalnız Allah’a has kılarak O’na kulluk etmek; namazı kılmak ve zekâtı vermekle emrolunmuşlardır.”10 İmanda İhlas İslâm Dini’ni bir binaya benzetecek olursak iman bu binanın temellerini, ibadet o binanın katlarını ve çatısını, ihlâs ise harcını oluşturur. İnancın temeli, saf tevhîd ile atılırsa, mecâzî anlamda üzerine çıkılacak her bir kat hükmünde olan ibadetler de sahih ve makbul olur. Tevhîd inancında samimi olmadan ibadet hayatında da samimi olunmaz. Tevhîdde samimiyetin ilk mukaddimesi nefsimizi kötülüklerden arındırmaktır: “Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.”11 Ünlü İslâm bilgini İmam Gazâlî’ye göre âyetlerde geçen tezkiye (arınma)12, insanın ilâhî bakışa mahal olan kalbini, tevhîdi bozucu şirk, riyâ, nifak, süm’a (duyurma) gibi amel ve hâllerden temizlemesidir.13 İşte asıl itikatta hâlislik ve samimiyet budur. Biz gerçek ihlâs ve samimiyet örneğini peygamberlerin davetlerini toplumlarına açtıkları ilk ve temel başlangıç teblîgâtı olan kelime-i tevhîdde görüyoruz. Çünkü kelime-i tevhîde kelime-i ihlâs denir.14 Arapça ifadesiyle “Lâ ilâhe illallah/Allah’tan başka ilâh yoktur.” cümlesi, içinde hem reddi ve hem de tasdîki/isbâtı barındırır. “Lâ ilâhe” derken, “lâ” edatıyla, bizi Allah’ı anmaktan ve O’na kulluktan alıkoyabilecek bütün sahte ilâhları reddediyoruz, sonra da istisnâ edatıyla sadece bir olan Allah’ın varlığını tasdîk ve isbât etmiş oluyoruz. İşte Allah’ın risâlet göreviyle sorumlu tuttuğu bütün elçiler, iyi bir Müslüman olabilmenin ilk şartı olarak somuncubaba 11 Samimiyeti Olmayan İbadetin Değeri Yoktur Her konuda olduğu gibi iman konusunda da Hz. Peygamber (s.a.v.) sahâbîlerini eğitmiştir. Çünkü imanda samimiyet olmadan Allah katında ibadetlerin bir değeri yoktur. Sahâbîden Ebû Vâkıdü’l-Leysî Hâris b. Mâlik anlatıyor: “Bir gün Hz. Peygamber (s.a.v.) ile birlikte Huneyn’e giderken, yolda Zât-ı Envât denilen büyük bir sedir ağacına rastladık. Müşrikler, her yıl onun yanına varırlar, silahlarını dallarına asarlar, yanında kurban keserler ve bir gün itikâfa girerlerdi. Bizler de, “Yâ Rasûlallah! Zât-ı Envât gibi, bize de bir Zât-ı Envât tayin etseniz, olmaz mı?” deyince, Rasûlullah (s.a.v.): “Allahu Ekber! Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki; siz de Hz. Mûsâ’ya kavminin dedikleri gibi bir söz söylediniz! Onlar: ‘Ey Mûsâ! Onların kendilerine ait ilahları (putları) olduğu gibi sen de bize ait bir ilah yapsana” dediler. Mûsâ da: ‘Şüphesiz siz câhillik eden bir kavimsiniz.’ demişti.’16 Rasûlullah sözlerine devamla, “İşte sizler de sizden öncekilerin gittikleri yolu karış karış, adım adım izleyeceksiniz. Onlar, bir kertenkele deliğine girseler, sizler de onların peşine takılacaksınız.” buyurmuştu.17 Bu rivâyette geçen “zât-ı envât” kendisine kudsiyet tevhîdi bozacak olan; şirk, derin şüphe, küfür ve atfedilen bir ağaçtı. Müslümanların bu isteğine nifak gibi kötü hastalıkları temizlemekle davet karşılık Rasûlullah’ın tavrı, onları eğitmek sure- çalışmalarına başlamışlardır. Ancak böyle bir tiyle itikatlarını düzeltmek olmuştur. arınma faaliyetinden sonra, saf katışıksız bir Dipnot tevhîd inancı insanın gönlünde, kafasında ve zihin dünyasında yer edebilir. Eğer bu ayırt edici farklılık algılanmazsa çoğu zaman, tevhîdle şirki, imanla küfrü, hakla bâtılı, salahla fâsidi, ma’rûfla münkeri birbirine karıştırabiliriz. Gerçek anlamda iman edip de imanlarını şirke bulaştırmayanlar15, Yaratan’la yaratılan arasındaki küllî mesafeyi birbirinden ayırt edenlerdir. Bu sebeple kelime-i tevhîdin olmazsa olmaz ilkeleri sağlam bilgi, kesin inanç, ihlâs, dürüstlük, ilâhî sevgi, samimiyet, içtenlik ve Allah’a tam teslîmiyettir. 12 á8%$7 2016 * Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. 16. 17. Bkz. Râgıb el-Isfehânî, el-Müfredât, İstanbul, 1986, s. 221. 12/Yûsuf, 14. 6/En’âm, 139. 12/Yûsuf, 80. Bkz. 39/Zümer, 2-3. Bkz. 2/Bakara, 139. Bkz. Buhârî “İman”, 39. Bkz. Buhârî “İman”, 22. 12/Yûsuf, 24. 98/Beyyine, 5. 91/Şems, 9-10. Bkz. 2/Bakara, 151; 62/Cuma 3. Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed, el-Erbaîn fi Usûli’d-Dîn, Beyrut, 1988, s.78. Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 4. Bkz. 6/En’âm, 82. 7/A’râf, 138. Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 218. Bursa ve Ulu Câmisi Evliyâ, Bursa’yı anlatır bir bir “Her yanı su, ruhâniyetli şehir” Hemen her şehirde Ulu Câmi var Ünlü değil hiçbiri Bursa kadar Bânîsidir 1. Bâyezid Han Onunla uhrevî, Bursa’da zaman İlk hutbeyi Hâmid-i Velî verdi Akşemseddin, Emir Sultan dinlerdi Ortasında şırıl şırıl su sesi Duvarları bir hüsn-i hat müzesi Süleyman Çelebi adlı ulu zat Bir mevlid yazdı: “Vesîletü’n-Necat” Yaşıl’dan gelen yeşil, cennet rengi Var mı dünyâda Bursa’nın dengi? Her köşesi buram buram Osmanlı “Keşiş” i Uludağ yapan irfanlı İstanbul, Bursa’nın Kızılelma’sı İnsanı, sanatı, ipeğin hası Nice sultan medfun, nice şehzâde Ulu Câmi hem muhteşem, hem sâde Uluğ Türkistan’dan Ulu Mâbed’e Ulu Çınar uzar ilelebede… Bekir OĞUZBAŞARAN somuncubaba 13 CAMİİ GÜZELLEMESİ / M. Nihat MALKOÇ BURSA ULU CAMİİ’NDE ZAMANIN ÖTESİNDE “Ey camilerin ulusu, uluların camisi!... Sancılı arayışın hitama erdiği yer. Sen ki Somuncu Baba’nın sırrını ifşa etmişsin. Mâzi, hâl ve istikbal yekpare bir şekle bürünüyor o muhteşem kubbenin altında. Denize kıyısı olmayan bu kadim ve kutlu kentte maneviyat denizisin sen.” Foto: Cemil ŞAHİN 14 á8%$7 2016 B ir cihan devleti olan Osmanlı, vaktiyle üç kıtaya gerçek anlamda adalet ve huzur götürmüş müstesna bir devletti. Altı yüzyıla, üç kıtaya ve etnik kökeni farklı onlarca millete başarıyla hükmeden, “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” felsefesini kendisine şiar edinen bir imparatorluğun adıdır Osmanlı. Bu büyük devlet altı asırlık süreçte 36 padişah tarafından idare edilmiştir. Osman Gazi’yle başlayan ve onun adıyla anılan bu devletin başına geçen padişahlar “i’lâ-yı kelimetullah” uğruna nice kıtalar aşmışlar, İslâm’ın yücelmesi için cansiperane çalışmışlardır. Bunlardan biri de 1389’dan 1402 senesine kadar, 13 yıl padişahlık yapan, tarihçiler arasında “Yıldırım Bayezid” olarak da bilinen I. Bayezid’dir. Güçlü, cesur ve kahraman bir yapıya sahip olan I. Bayezid, Timur’a karşı yapmış olduğu “Ankara Savaşı” dışında girdiği bütün savaşları kazanmıştır. I. Bayezid’in en büyük başarılarından biri de Türk birliğini sağlamasıdır. O, Bursa’da zâviye, medrese, imaret, han, köprü, dârüşşifa yaptırmış, muhteşem bir mabet olan Ulu Camii’ni de yine o inşa ettirmiştir. Bursa’nın Eyüp Sultan’ı: Ulu Camii Osmanlı deyince Bursa, Bursa deyince de Osmanlı gelir akıllara. Çünkü Osmanlı’nın ilk büyük başkentidir Bursa. Devlet-i ebed müddet burada gelişmiş, serpilmiş ve üç kıtada at oynatan bir dünya devleti olmuştur. Onun içindir ki Bursa, Osmanlı’nın ilk kutlu basamağıdır. somuncubaba 15 Bursa, içinde barındırmış olduğu tarihî yadigârlarla adeta tarihin aynasıdır. Bursa’yı “Bursa’da Zaman” şairi Tanpınar kadar güzel ve derinden kim anlatabilir ki: “Sanki tek bir anda gün, saat, mevsim/Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın/Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın/Güvercin bakışlı sessizlik bile/Çınlıyor bir sonsuz devam vehmiyle/Gümüşlü bir fecrin zafer aynası,/Muradiye, sabrın acı meyvası,/Ömrünün timsali beyaz Nilüfer,/Türbeler, camiler, eski bahçeler,/Şanlı hikâyesi binlerce erin/Sesi nabzım olmuş hengâmelerin/Nakleder yâdını gelen geçene.” Bursa deyip de geçmemek lâzım. Hayatın tam merkezinde durur o. Tüm zamanların en güzel ve en yeşil şehridir Bursa. O ki nice asırlardan beridir gönül diliyle söyleşir mihmanlarıyla. “Fetih günlerinin saf neşesini” solursunuz tarihiyle barışık yaşayan ve buram buram mâzi kokan bu güzide topraklarda. Devlet-i ebed müddetin banileri son uykularını uyur Gümüşlü Kümbet’te. Bu yüzden şairin deyimiyle “Gümüşlü bir fecrin zafer aynası”dır. Osmanlı Bursa’yla nasıl özdeşleşmişse; Bursa da Ulu Camii’yle öyle özdeşleşmiştir. Tabir caizse etle tırnak gibi olmuştur ikisi de. Zira Bursa’nın kalbi günde beş vakit Ulu Camii’nde atar. Bursa’nın manevî vitrinidir Ulu Camii. I. Bayezid tarafından inşa ettirilen bu kutlu mabet, şüphesiz ki Türkiye’nin kadim mimarî şaheserlerindendir. 16 á8%$7 2016 Foto: Cemil ŞAHİN somuncubaba 17 Foto: Cemil ŞAHİN 18 á8%$7 2016 Ulu Camii’nin enteresan bir yapılış hikâyesi vardır. Rivayete göre Yıldırım Bayezid, Niğbolu Savaşı’ndan evvel Allah’a dua etmiş, bu savaşta muzaffer olursa yirmi cami yaptıracağı vaadinde bulunmuştur. Bu savaşı kazanan Yıldırım Bayezid Han, zaferin şükrünü eda etmek için yirmi cami yaptırmak istemiştir. Padişah, bu halis niyetini damadı Emir Sultan’a açmıştır. Emir Sultan ise, “Hünkârım yirmi cami yerine, mü’minlerin toplanmasına vesile olacak, cuma namazlarının kılınacağı yirmi kubbeli bir cami yaptırsanız…” deyince, padişah bu teklifi uygun görerek yirmi kubbeli Ulu Camii’ni yaptırmaya karar vermiştir. Bursa’ya manevî bir atmosfer ve derinlik kazandıran söz konusu mabet, 1396-1399 yılları arasında Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılmıştır. Mimarı kesin olarak bilinmemekle beraber Ali Neccâr ya da Hacı Ivaz Paşa tarafından inşa edildiği düşünülmektedir. Bursa’nın simgelerinden biri olan Ulu Camii, şehrin manevî dinamiklerinin de başında gelmektedir. İlk planlandığında cami, medrese, hamam, bedesten, dükkânlar ve meşrutalardan teşekkül eden bir külliye hâlinde tasarlanmış, daha sonraki devirlerde etrafına şadırvanlar, muvakkithane, muallimhâne, müezzin ve muvakkit odaları gibi yapılar ilâve edilmiştir. Bursa’ya gelip de Ulu Camii’ni gezip görmeden giden bir insan düşünülemez. Bursa’nın gözde dinî mekânlarının başında gelen Ulu Camii, kapalı namaz kılma alanı bakımından Türkiye’nin en büyük camiidir. Harikulâde bir mimariyle inşa edilen bu cami, dikdörtgen bir planda yaklaşık beş bin metrekarelik bir alan üzerine kurulmuştur. Sekizgen kasnaklara oturan toplam yirmi kubbe, mihrap duvarına dik olarak beş sıra hâlinde yer almaktadır. Caminin ana duvar kalınlıkları iki metreyi geçmektedir. Ulu Camii’nin iki minaresi vardır. Minarelerin ikisi de beden duvarına oturtulmamış, yerden başlatılarak inşa edilmiştir. Batı tarafındaki minare Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılmıştır. Bu minarenin sekizgen biçimli kürsüsü mermerden, gövdesi ise tuğladandır. Doğu tarafına düşen minare ise sonraki yıllarda Mehmet Çelebi tarafından yaptırılmıştır. somuncubaba 19 Foto: Cemil ŞAHİN Suskunluğu Sabırla Yoğrulan Şehrin Emsalsiz Meyvesi Ulu Camii’ne Dair Ulu Camii’nden semaya yükselen ezanlarla günde beş vakit soluklanmaktadır Bursa. Bu nefes hayat vermektedir şehre. Bursa’nın Ayasofya’sı olan bu mabedin çinilerinde Bayezid’in gür sesi yankılanmaktadır. Ulu Camii’nden ovaya yayılan ezanlar Bursa’ya zamanın altın mührünü vurur. Maziden arda kalan bir hüzün siner içinize. Yürek telleriniz oynar yerinden. Caminin minberinde kâinatın silueti yansır boylu boyunca. Sarmaşık motiflerle sülüs yazılar birbirini tamamlar gibidir. Su sesleri Kur’an seslerine karışarak gönül bahçelerinin ateşini alır. Altı asırlık cami minberindeki sırlar iştiyakla kâşiflerini beklemektedir. Türk tarihinin en büyük camisi olma onurunu üzerinde taşıyan mabet, imanlı alınlardan öperek hayat bulmaktadır. Mimar Ali Neccar bu eserle ma- 20 á8%$7 2016 ziyle bugün arasına bir gönül köprüsü kurmuş gibidir. Bu köprü Sırat’tan evvel geçilecek, alabildiğine geniş, müstahkem bir satıhtır. Ey gönüllerin emsalsiz sevgilisi, yemyeşil libaslara bürünmüş Bursa! Sabırla yoğrulmuştur suskunluğun. Söylenmemiş nice sözlerin vardır lâl dudaklarında. Sen İslam’ın alametlerinden biri olan nurlu minarelerin, ufka şahadet parmakları gibi uzandığı kutlu şehirsin. Ezanların kulaklarımızdaki pası siler günde beş vakit. Gönüllerin Medine’sisin sen. Ulu Camilerin en ulusu sendedir. O pak Ulu Camii’nin kapısında manevî bir serinlik değer tenimize, ruhumuzu yumuşatır güneyden esen kıble rüzgârı. Cami içindeki uhrevî endişeler, cami dışındaki dünyevî telaşlara karışır. Büyük şehrin yalnızlığında, bu mabede daha yakın hissedersiniz kendinizi. Ulu Camii emzirir açlıktan kırılan manevî yanınızı. Foto: Cemil ŞAHİN Ey Ulu Camii, Anadolu mabetlerinin en soylusu!… Kur’an sesleri sinmiştir duvarlarına. Senin heybetinden küçüldükçe küçülür, adeta nokta kadar olurum. Zira Bursa’nın Ayasofya’sısın sen… Yirmi kubbenle yirmi camiye bedelsin. Emir Sultan Hazretleri’nin sesi hâlâ yankılanır duvarlarında. Üftade Hazretleri’nin ezanları asılı kalmıştır hava zerrelerinde. Ey camilerin ulusu, uluların camisi!... Sancılı arayışın hitama erdiği yer. Sen ki Somuncu Baba’nın sırrını ifşa etmişsin. Mâzi, hâl ve istikbal yekpare bir şekle bürünüyor o muhteşem kubbenin altında. Denize kıyısı olmayan bu kadim ve kutlu kentte maneviyat denizisin sen. Bu masmavi denizden bir katre alanlar, ermiştir kurtuluşa. Dünyayla aramıza kalın bir duvar örersin sen. Günahlarımızla yüzleştirir, tevbe kapısına çağırırsın bizi. Sende duvarlar duvar, taşlar taş olmaktan çıkar, bir nur halesine dönü- şür adeta. Caminin ortasındaki o mermer havuz ‘Havz-ı Kevser’in minyatürü misali serinletir kavrulan hissiyatımızı. Ey Ulu mabet!... İnce minarelerinin gölgesi billurdandır. İçimde pörsüyen imanımı tazelersin günde beş vakit okunan gül yüzlü ezanlarınla. Sis çökmüş ufuklara doğarsın bir güneş misali… Hatıralarımı yıkarım o gül nefesinde. Hüzzam besteler yankılanır derunumun kuytularında. Buhurizâde Mustafa Itri’nin nağmeleri, sular içimdeki kızgın çölleri. Dudaklardan dökülür Hafız-ı Şirazî’nin yakıcı mısraları, bir kıvılcıma teslim olur gönül çıralarım…“Meclis-i bezm-i ıyş râ gâliye-i murâd nist/Ey dem-i subh-i hoş nefes nafe-i zülf-i yâr kû”… Nice bahçeler yanar tomurcuk güllerin hasretinden. Yüreğim yağmalanır bu hicran gurbetlerinde. Uçurumun eşiğinde zanlarımla cebelleşirken sen tutarsın nasırlı ellerimden. somuncubaba 21 SÛFİ PERSPEKTİF / Kadir ÖZKÖSE* TEKKELERDEKİ ÂYÎN-İ ŞERÎFİN İCRÂSI “Tekkelerin semâ-hâne, tevhîd-hâne veya meydân adı verilen bölmelerinde icrâ edilen âyînler genellikle haftada bir defa gerçekleştirilmektedir. Haftanın âyîn yapılan gün veya gecesine “hafta günü” ve “hafta gecesi” adı verilmektedir.” 22 á8%$7 2016 T arîkatlar, ruhların arınmasını, nefislerin tezkiyesini ve kalblerin tasfiyesini hedefleyen tasavvuf kurumlarıdır.1 Tarîkatlar tasavvufî terbiyeyi rasgele değil belli bir âhenk içerisinde gerçekleştirmektedir. Tasavvufî terbiyenin işlendiği ocaklar tekkelerdir. Tekkelerde mânevî eğitim coşku ve heyecan atmosferi içerisinde gerçekleştirilmiştir. İnanç, bilgi, ahlâk, duygu ve sanat dünyasını bir bütün olarak işlevsel kılmışlardır. Tekkelerde dervişlerin günlük evrâd, ahzâb ve tesbîhâtı yerine getirmeleri öngörüldüğü kadar, haftanın belirli günlerinde tarîkatların kendilerine özgü merâsimleri de bulunmaktadır. Tekkelerde dervişlerin katılımıyla gerçekleşen ve zikrullahın icrâsını belirli bir insicâma dönüştüren bu tarîkat içi merâsimlere âyîn-i şerîf adı verilmektedir. Farsça kavram olarak bilinen âyîn-i şerîf kavramının Arapça karşılığı olarak daha çok el-hadrah, halle, “urs” (düğün ve törensel yemek) ve “mevlid” gibi kavramlar kullanılmıştır. Anadolu’da Farsça âyîn-i şerîf kavramı kadar Arapça “ihtifâl” kavramı, semâ, mukâbele ve tevhîd kavramları da kullanılagelmiştir.2 Tarîkat âyînlerinin icrâ edildiği tekke bölmelerine “meydan”, “semâhâne” ve “tevhîdhâne” isimleri verilmiştir. Mevlevî âyînine semâ, Celvetiyye ile Hayatiyye’nin âyîn şekline “nısf-ı somuncubaba 23 kıyâm”, Şâbâniyye âyînine “darb-ı esmâ”, Nakşbendiyye âyînine “hatm-i hâcegân” adı verilmiştir. Kâdiriyye’de dervişlerin daire oluşturarak adım adım hareket etmeleri şeklinde yapılan âyîne “devrân”, “demdeme” ve “dalga tevhîdi” adı verilmektedir. Bedeviyye âyînine, “Bedevi topu” denilmektedir. Aynı şekilde “beyyûmî”, “nevbe takdîmi”, “tavaf tevhîdi”, “kıyâm ism-i celâli, kıyâm kelime-i tevhîdi”, “zikr-i erre”, “hazret”, “râtıb”, “âyîn-i cem”, “aynü’l-cem”, “bezm-i cem” gibi diğer tarîkat âyînleri de zikredilebilir.3 Usulsüz Vusûl Olmaz Bahsi geçen tarîkat âyînleriyle ilgili detaylar önem arz etmekte, bu detaylar, uygulamalar ve esaslar uyulması gereken hususlar olarak dikkat çekmektedir. Tasavvuf âdâb ve erkân yoludur. Çünkü usulsüz vusûl olmaz. Maksat hâlis olması gerektiği kadar metotlar da sağlıklı olmak durumundadır. En ince detaylarına kadar tesbît edilen tarîkat âyîni esaslarına hurda-i 24 á8%$7 2016 tarîkat adı verilmiştir. Genelde pîr-i sânî tarafından belirlenen hurda-i tarîkat dervişlerin ödün vermeden riâyet etmesi gereken hususlardır. Âyînlerde icrâ edilen her bir erkânın özel bir anlamı bulunmakta, zikrullahın öngörülen esaslar muvâcehesinde gerçekleştirilmesi sağlanmaktadır.4 Tekkelerin semâ-hâne, tevhîd-hâne veya meydân adı verilen bölmelerinde icrâ edilen âyînler genellikle haftada bir defa gerçekleştirilmektedir. Haftanın âyîn yapılan gün veya gecesine “hafta günü” ve “hafta gecesi” adı verilmektedir. Haftalık âyînler yanında kandil gecelerinde de özel âyînler icrâ edilmektedir. Hilâfet cemiyeti denilen şeyhlik icâzeti merâsimlerinde de âyînler yapılmaktadır. Âyînler vakit namazının cemâatle kılınmasından sonra başlar. Zâkirbaşının daveti, salavât-ı şerîfelerin okunması, bazı tarikatlarda musikinin eşlik etmesiyle, bazılarında musikisiz başlayan âyîn, “meydancı” denilen görevlinin so- rumluluğunda dervişlerin hilâl şeklinde ve iç içe ağzı açık halkalar halinde yerlerini almasıyla icrâ edilmektedir.5 Âyîn, şeyhin posta oturmasıyla başlar. Meydanda şeyhin postu özel anlama sahiptir. Tecellî rengi olmasından dolayı şeyh postu genelde kırmızı renktedir. Cerrâhiyye âsitanesindeki şeyh postunun rengi Kelime-i Tevhîd nurunun rengi olan maviyken, Sa’diyye tarîkatında post beyaz renklidir. Beştâşiyye dergâhlarında şeyh postu siyah renklidir. Âyînin icrâ edildiği meydanda şeyhin postu yanında ikinci önemli post genellikle siyah renkli meydancı postudur. Dervişlere ait postlar genellikle beyaz renkli olmaktadır. Âyînlerde serilen şeyh postunun özel anlamları bulunmaktadır. Postun sembolik anlamına göre, ayakları “hizmet”, boynu “teslimiyet”, tüyleri “bereket”, sırtı “metânet”, kuyruğu “himmet”tir.6 Destur Almadan Olmaz Dergâhlarda âyîn-i şerîfin icrâsı boyunca çok sayıda görevli bulunmaktadır. Bu görevliler; ser-tarîk, ser-tebbâh, pîş-kadem, zâkirbaşı, imâm, meydancı, sâkî, türbe-dâr, çerağcı, pazarcı, asâ-dâr, ferrâş, kapıcı ve nakîb unvanla- rınaa sahiptir. Bu görevlilerin hepsine “dergâh zâbıtânı” adı verilmektedir. Mahfilde oturuş gelişi güzel gerçekleştirilmez. Herkes oturacağı makamı bilmek, haddini bilmek, hak etmediği makama kurulmamak, destur almadan gelişigüzel bir yere oturmamak durumdadır. Dolayısıyla halifeler, sâlikler, müritler ve dervişler kıdem sırasına göre, herkes kendilerine ayrılan yere oturmak durumundadır. Âyîn-i şerîfe katılmak için gelenler arasında şeyh varsa âyîni yürütecek şeyhin yanındaki posta oturur. Âyîne katılan dervişler hilal oluşturacak şekilde diziliş gerçekleştirirler. Âyîne katılmak üzere gelen misafirler meydanda yer bulamazlarsa “züvvvâr maksûresi” denilen ziyaretçi ve dinleyici köşesinde ağırlanırlar. Kadınlar ise “kadınlar maksûresi”nde âyîne eşlik ederler. 7 Âyîn meydanın açılmasıyla başlar. Meydan açma, şeyhin “el-Fâtiha” diye seslenmesidir. İhtar edilen Fâtiha davetiyle silsile-i sâdâtın ruhları şâd edilir, âyîne katılan dervişlerin geçmişlerine rahmet dilenir, tüm inananların hayrı talep edilir, İslâm âlemine hayır duâlar yapılır. Meydan açılmasıyla meydancı meydana güzel kokular yayan buhurdanı getirir, ortadaki boşluğa ve şeyhin karşısında yere koyar. Tevhîd ta- somuncubaba 25 mamlanınca buhurdan da meydandan kaldırılır. Buhurdanda genellikle öd ağacı yakılır.8 Fâtiha ile meydanın açılmasının ardından dervişler hep birlikte yüksek sesle “salavât” getirir. Salavât-ı şerîfenin coşkuyla okunmasının ardından herkes içinden sessizce “Fâtiha Suresi”ni okur. Böylece meydan açılmış ve âyîn başlamıştır. Tüm tarîkatlarda âyînler Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in mânevî şahsiyetinden azamî düzeyde istifadeyi, onun adıyla dirilmenin iştiyâkını, onun muhabbetini davet eden arayışı ifade etmektedir. Zira Hz. Muhammed (s.a.v.), âlemlerin yaratılış sebebi, yaratılmışların öncüsü, mevcûdâtın mefharıdır. Dervişliğin esası onu kişinin canından bile evlâ görmesidir. Salât-ı Kemâliye, Salât-ı Kutbîye, Salât-ı Münciye, Sünbülî Salâtı ve Salât-ı Efdaliye gibi tarîkatlara göre farklı isimlerle anılan salât ü selâmlar âyîn-i şerîflerin farklı icrâ şekillerindendir. Okunan salavatlarla Hz. Peygamber (s.a.v.)’in rûhâniyetine râbıta yapılır. Peygamber Efendimizin rûhâniyetinden istifade edilir. Hz. Rasûl (s.a.v.)’e duyulan muhabbet, onun ahlâkıyla imtizaç, sîretine yolculuk gerçekleştirilip dervişler sûreten ve sîreten Hz Rasûl 26 á8%$7 2016 (s.a.v.)’e benzemeye alıştırıldıktan sonra besmeleyle istiğfâr ve kelime-i tevhîd zikrine başlanır.9 Kâdiriyye, Rifâiyye, Sa’diyye, Bayrâmiyye ve Cerrâhiyye tarîkatlarında âyîn sırasında ayrıca evrâd-ı şerîf besteli olarak okunmaktadır. Sünbülî Salâtı, Evrâd-ı Bahâiye, Mevlevî Evrâdı, Vird-i Settâr, Vird-i Kebîr, Feth-i Kudsî, Keşf-i Ünsî, Hızb-ı Hüdâî, Bayrâmî Evrâdı ve Vefâiye Evrâdı bunların başlıca örneklerindendir. Ahilik geleneğinin devamı olarak ekin ekme, orak biçme, çamaşır yıkama gibi işleri topluca ve bir tür imece gibi yaptıran Hacı Bayrâm-ı Velî’nin bu işleri yaptırırken okuttuğu ve “çamaşır savtı“, “ekin savtı” diye bilinen ve âyîn sayılabilecek besteli Bayrâmî uygulamalarının bugün örneği kalmamıştır.10 Tevhîd Açma Usulleri Salavât ve besteli evrâd-ı şerîf okunduktan sonra kelime-i tevhîd zikri gerçekleştirilmektedir. Musiki eşliğinde gerçekleştirilen tarîkatların tevhîd açma usulleri birbirinden farklı ve birbirinden değerli, estetik yönü güçlü zikirlerdir. Uşşâk, Sabâ, Rast, Sûzinâk ve Hüzzâm gibi makamlarda ve değişik tarzlardaki bu usullerden birisi âyîn-i şerîfte icrâ edilir. Tevhîdde “Lâ ilahe” denirken başlar sağa, “illallah” denirken sola ve kalbe doğru çevrilerek topluca bir hareket birliği ve âhengi sağlanmış olur. Feth-i esmâ adı verilen ve darbeli seslerle uygulanan usulde ise zâkirbaşının yönetiminde zâkirler tevhîdin gidişine uygun ilâhîler okurlar. Zilhicce ayındaki kurban ve hac, Ramazan ayındaki oruç, Cemazie’l-evvel’deki tevbe, Rabiü’l-evvelde’ki Hz. Peygamber (s.a.v.)’in doğumu, Muharrem ayındaki Kerbelâ olayı gibi içerisinde bulunulan ayın konumuna uygun güfteler seçilmektedir. Güfteler bazen de misafir olarak âyîne katılan şeyhlerin tarîkatlarına uygun olarak seçilmektedir. Bir Kâdiriyye şeyhinin gelişiyle Abdiılkâdîr-i Geylânî’den söz eden bir ilâhinin okunması, bir Celvetiyye şeyhinin gelişinde Aziz Mahmûd Hüdâî’ye ait bir güftenin okunması, bir Halvetiyye şeyhi gelmişse Niyâzî-i Mısrî veya Ünımî Sinan gibi Halvetiyye büyüklerinin güftelerinin seçilmesi tarîkat edebi ve nezâketi olarak görülmektedir. Bu tür taleplerin karşılanması her şeyden önce zâkirbaşıların ne kadar geniş bir repertuara sahip olduklarını da göstermektedir.11 Makamlı tevhîd ve tevhîde eşlik eden ilâhiler bittiğinde, tevhîd artık makamla değil düz seslerle devam ettirilir. Şeyh gayet ağır tempoda ve heceleri uzatarak eûzü besmele çeker ve Muhammed Sûresi’nin 19. âyetinin başındaki “fa’lem ennehû Lâ ilahe illallah” ibaresini okur, “illallah” bölümünde herkes katılır. Üç kez bu ağırlıkta tekrar edilen Kelime-i Tevhîd, sonra normal tempoya geçilerek sürdürülür. Nağmesiz, düz sesle devam etmekte olan tevhîd sırasında, zâkirbaşı veya görevlendirdiği bir zâkir tarafından kasîde okunmaya başlanır. Kasîdede belli aralıklarla beş veya yedi kez perde kaldırılır ve tekrar indirilir. Perde her tizleştiğinde zikrin temposu biraz hızlandırılır ve pestleştirildiğinde biraz ağırlaştırılır. Bu usûle “perdeli tevhîd” denir ve daha çok Kâdiriyye, Rifâiyye ve Sa’diyye gibi kıyâmî tarîkatların âyînlerinde kullanılır. Okunmakta olan kasîdenin sahibinin ismine gelindiğinde, o ismin duyulması ile tevhîde kalbî olarak devam edilir. Kalbî tevhîd daha ağır tempoda ve darbeli sadâ ile okunur. Şeyhin “illallah” diye yüksek sesle işaret etmesi ve “seyyidinâ Muhammedü’r-Rasûlullâh Hakk’an ve Sıdkâ” demesi ile Kelime-i Tevhîd zikri bitirilir.12 Tevhîd zikrinden sonra bir aşr-ı şerîf okunup kısa bir duâ yapılır veya ism-i Celâl zikrine başlanır. Topluca Allah ismi belli bir âhenkle tekrar edilmekteyken, başlar kalbe doğru eğilip kaldırılarak yine bir hareket birliği sağlanmış olur. Şeyhin yine yüksek sesle “Allahu ekber celle celalâh” demesi ile İsm-i Celâl zikri bitirilir. Daha sonra İsm-i Hû zikri, yine şeyhin “illâ Hû” sadâsı ile sona erdirilir. Topluca tekrar edilen Hû zikri, yine şeyhin “illâ Hû” sadâsı ile sona erdirilir. İsm-i Celâl ve İsm-i Hû’da zâkirler ilâhîlerle eşlik etmezler.13 Kelime-i Tevhîd zikrinden sonra, İsm-i Celâl’e geçilmeden bazen bir zâkir tarafından solo olarak “durak” okunur ve sessizce dinlenir. Durak ilâhiden daha ağır ve çok sanatlı bestelenmiş, fakat okunurken serbestçe icrâ edilen tasavvuf müziği formlarından biridir. Duraktan sonra, yine İsm-i Celâl ile âyîn devam eder, İsm-i Hû ile biter.14 Dipnot * Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE 1. Bu makale, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf ve Sufiler KaynaklarDoktrin-Ayin ve Erkan-Tarikatlar-Edebiyat-Mimari-İkonografi-Modernizm isimli eserde, Ömer Tuğrul İnançer tarafından yazılan “Osmanlı Tarihinde Sûfîlik Âyin ve Erkânları” başlıklı çalışmasından istifade edilerek hazırlanmıştır. 2. Ömer Tuğrul İnançer, “Osmanlı Tarihinde Sûfîlik Âyin ve Erkânları”, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf ve Sufiler Kaynaklar-Doktrin-Ayin ve Erkan-Tarikatlar-Edebiyat-Mimari-İkonografi-Modernizm, haz. Ahmet Yaşar Ocak, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2. Baskı, Ankara 2014, s. 128. 3. İnançer, a.g.m., s. 128. 4. İnançer, a.g.m., s. 130. 5. İnançer, a.g.m., s. 130. 6. İnançer, a.g.m., s. 131. 7. İnançer, a.g.m., s. 131. 8. İnançer, a.g.m., s. 131. 9. İnançer, a.g.m., s. 132. 10. İnançer, a.g.m., s. 132. 11. İnançer, a.g.m., s. 133. 12. İnançer, a.g.m., s. 133-134. 13. İnançer, a.g.m., s. 134. 14. İnançer, a.g.m., s. 134. somuncubaba 27 EDEBİYAT / Musa TEKTAŞ GÖNÜL AYNASI “İki cihânın mebde‘i bir kalb içinde gizlidir Âyîne-i dîdâr olur âşıkların gönülleri” Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.) 28 á8%$7 2016 T asavvufta Allah’ın kendilerinde zuhur ve tecelli ettiği varlıklar birer ayna olarak görülmüştür. Hakîkat-i Muhammediyye nazariyesinin gelişmesi sonunda Hz. Muhammed (s.a.v.) Hakk’ın en mükemmel aynası sayılmıştır. Süleyman Çelebi, “Zâtıma mir’ât edindim zâtını” derken Allah’ın zâtının Hz. Peygamber (s.a.v.)’in zâtında göründüğünü anlatır. Buna “âyîne-i zât” denir. En yüksek seviyedeki tecellî; zâtın, zât için tecelli etmesidir. “Mir’ât-ı vücûd” deyimi de bu mânada kullanılmıştır. lunduğu hâlde, insanda öz, fakat tam olarak toplanmıştır. Âlemde olan her şey insanda da vardır. İnsan görünüşü bakımından âlem-i asgar, iç dünyası, gönlü bakımından âlem-i ekberdir. Şeyh Galib’in şu beyti, Hz. Ali (r.a.)’nin “Sen kendini küçük bir varlık zannedersin, hâlbuki en büyük âlem sende gizlidir.” sözünün manzum söylenişi gibidir.2 İlk dönemlerde âriflerin Allah’ın aynası olduğu, bu aynada Allah’ın bütün sıfat, fiil ve isimleriyle tecelli ettiği hususu üzerinde ısrarla durulmuştur. Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, Allah’ın aynaya benzeyen birtakım kulları olduğunu, halka nazar etmeyi murad edince o kullara baktığını, halkı onlarda görüp onlardan halka nazar ettiğini söyler. Onlar kalplerinden Hakk’ın dışındaki her şeyi çıkarmışlardır. Ebû Abdullah es-Subeyhî bu durumu anlatmak için, “Ârifin bir aynası var ki ona bakınca Hakk’ı görür.” demiştir. Baklî’ye göre bu ayna kalptir/gönüldür (âyîne-i dil, mir’ât-ı kalb); ilâhî nur insana buradan yansır. Kalbi /gönlü nurlanan ârif için artık her zerre bir tevhid aynası olur. Bu sebeple velînin kalbine/gönlüne “âyîne-i şeş-cihet” (altı yönü birden gösteren ayna) adı verilmiştir.1 Allahu Teâlâ bir hadîs-i kudsî’de: “Yere göğe sığmadım, mü’min kulumun kalbine sığdım.”3 buyurmuştur. Mü’min kulun kalbine sığmaktan Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen Allah’ın halifesi olan insan, Allah’ın zat, sıfat ve fiillerinin en mükemmel şekliyle tecelli ettiği varlıktır. İnsan Allah’ın eksiksiz bir görüntüsü ve O’nu gösteren mükemmel bir aynadır. “Âlemde bulunan her şeyin insanda da bir örneği vardır. Allah kendisinde bulunan bütün isimlerden bir pay da insana vermiştir. O, isimlerini insanda göstererek insan vasıtasıyla âlemde görünmüştür. Yani toptan âlem, Allah’ın isim ve sıfatlarının tümü olduğu gibi insan da kâinatın bir küçük nüshası olarak Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının yekûnudur. “En Büyük Âlem Sende Gizlidir” Allah’ın isim ve sıfatları diğer varlıklarda, âlemde ayrıntılı, fakat dağınık bir şekilde bu- somuncubaba 29 maksat, “Kalbine tecellî eder.” demektir. EsSeyyid Osman Hulûsi Efendi de bir beytinde şöyle buyurur: Cümle âlemlerin sen zübdesisin Âlem-i ekbersin ekvân içinde Gönül, esma-i hüsnanın tecelli ettiği bir ay- Gönlün aynaya teşbihi, edebiyatımızın güzel benzetmelerinden biridir. Bu yüzden sâlik kendi gönül aynasına baktığında sevgiliyi görür. Bu hususta başka göz ve ayna aramasına gerek yoktur. Hulûsi Efendi (k.s.) aşağıdaki beyitte Hacı Bektaş-ı Velî ile aynı gerçeğe parmak basar: nadır; ne kadar parlak ve saf olursa tecelli de Kendi mir’âtına nazar eylesen yârı görürsün o kadar berrak ve huzur verici olur. Aşağıdaki Cân gözünden gayrı ana açacak göz arama5 beyitte kalbin/gönlün mahiyeti çok güzel ifade edilmiştir: İki cihânın mebde‘i bir kalb içinde gizlidir Âyîne-i dîdâr olur âşıkların gönülleri4 (İki dünyanın mebdei, başlangıcı kalpte gizlidir; (bu sebeple) âşıkların gönülleri sevgilinin didarının aynası olur.) (Kendi aynana bakarsan sevgiliyi orada görürsün; can gözünden başka onu açacak göz arama.) Sevgili ancak intibaha gelmiş, masivadan yüzünü çevirmiş can gözüyle görülebilir. Hacı Bektaş-ı Velî de şöyle demişti: Her ne arar isen kendinde ara Kudüs’de Mekke’de Hac’da değildir Hulûsî Efendi (k.s.) aşağıdaki beyitle gönülü çarpıcı bir mecazla anlatıyor: Cemâl-i dil-berin âyîne-i zîbâsıdır gönlüm Zülâl-i Kevser’in bir ka’rı yok deryâsıdır gönlüm6 (Gönlüm, gönül kapıcı güzelin güzelliğinin süslü aynası; Kevser Suyu’nun dibi olmayan denizidir.) İlk mısra bir mecazî güzelden bahsediyor gibi görünürken ikinci mısrada durumun öyle olmadığı belirtiliyor. Gönül ilâhî güzelliğin yansıdığı bir aynadır. Elbette ilâhî güzellik, dünya sahrasında başı dönmüş, gönlü susamış insana berrak, duru bir Kevser Suyu gibi olur. Tecelliye mazhar gönlün derinliğinden ya da genişliğinden söz etmek abestir. Sonsuza mazhar olan için bir son, bir ölçü, bir endâzeden söz edilebilir mi? Aslında her gönülde bu ilâhî güzelliğin yansımaları vardır. Fakat kimi yanlış yorumlar, maddî güzele, güzelliklere yorar hata eder: Gönül bu âlem-i dehr içre sanma hâlî bir dil var Ezel Mecnûn-ı zülf ü kâkül-i Leylâ-yı aşkdır hep7 30 á8%$7 2016 (Ey gönül, bu fanî, geçici dünyada boş bir gönül bulunduğunu sanma; ezelden beri hepsi aşk Leyla’sının perçeminin, saçının tutkunudur.) Mevlânâ, Mesnevî’de Bir Hikâye Anlatır: Çinliler, “Biz daha mahir ressamız.” dediler. Türk halkı da dedi ki: “Bizim maharetimiz daha üstündür.” Padişah, “Sizi imtihan edeceğim; bakalım hanginiz davasında haklı.” dedi. Çinlilerle Türk diyarı ressamları hazırlandılar; Türk diyarı ressamları ilimlerine daha vakıf kişilerdi. Çinliler duvarlarına güzel resimler yaptılar, Türkler ise özenle kendi duvarlarını cilaladılar. Türk ressamları, karşı odayı görmeye mani olan perdeyi kaldırdılar. Öbür odada Çin ressamlarının yapmış oldukları resimlerle nakışlar, bu odanın cilalanmış duvarına vurdu. Orada ne varsa burada daha iyi göründü; resimlerin aksi, adeta göz alıyordu. Oğul, Türk ressamları dervişlerdir. Onlar gönüllerini adamakıllı cilalamışlar, istekten, hırstan, hasislikten ve kinlerden arınmışlardır. O aynanın saflığı, berraklığı gönlün vasfıdır. Gönle hadsiz hesapsız suretler aksedebilir. Gaybın suretsiz ve hudutsuz sureti, Musa’nın gönül aynası da parlamış, koynuna sokup çıkardığı elde görünmüştür. O suret göğe, arşa, ferşe, denizlere, ta en yüce gökten, denizin dibindeki balığa kadar hiçbir şeye sığmaz. Çünkü bütün bunların hududu, sayısı vardır. Hâlbuki gönül aynasının hududu yoktur. Burada akıl, ya susar yahut şaşırıp kalır. Hem sayılı hem sayısız olan (hem kesrete dalan, hem vahdeti bulan) gönülden başka bir nakşın aksi geçip gider, ebedi değildir. Fakat ezelden ebede kadar zuhur edegelen her yeni nakış, gönle akseder, orada perdesiz, apaçık surette tecelli eder. Gönüllerini cilalamış olanlar; renkten, kokudan kurtulmuşlardır. Her nefeste zahmetsizce bir güzellik görürler. Onlar, ilmin kabuğundaki nakşı bırakmışlar, Ayne’l-yakîn bayrağını kaldırmışlardır. Düşünceyi bırakmışlar, aşinalık denizini bulmuşlar, birlik sırrında yok olmuşlardır. Bu nedenledir ki yukarıda söylediğimiz gibi yere göğe sığmayan ancak mü’min kulunun kalbine sığan Yüce Allah için saf bir gönüle, temiz bir kalbe sahip olmak gerekmektedir. Paslanmış bir aynadan güzellikleri yansıtması beklenemeyeceği gibi, günahlarla kararmış bir gönle de, Yüce Mevlâ’nın kemâl ve cemâliyle tecellî etmesi beklenemeyecektir. Nitekim bu gerçeği meşhur mutasavvıflardan Şemseddin Sivâsî Hazretleri de şöyle dile getirmiştir: Sür çıkar agyârı dilden tâ tecellî ide Hak Pâdişâh konmaz saraya hâne ma’mûr olmadan somuncubaba 31 Âyînesini saf tutabilenler, sadece nefsini bilenler ve varlığının bilincine erenlerdir. Kendini bilen Rabb’ini bilecek, bu vasıftaki insanlarla oturup kalkan, dertleriyle dertlenenler de, onların hâlleriyle hâllenecektir. Hulûsi Efendi Hazretleri de şöyle buyurur: si, ilâhî sırların mahzeni; hatta mülk âleminin Bu kalbin hânesin pâk et misâfir gele dost sana resi’ndeki “Kullarımın içine gir.”10ayeti “Onların Musaffâ olmayan gönül o dil-dâra mekân olmaz8 gönüllerine gir, teveccühlerini kazan.” şeklinde Bir Gönüle Girmek Hz. Mevlânâ der ki: “Yüz binlerce halkta yüz binlerce gönül vardır. Asıl gönül o tek gönüldür. mutasarrıfı olarak görür. Vuslata ermenin yolu bu gönüllere girmektir. Böyle bir gönüle giren kimse Kâbe’ye girenden üstündür. Bu yüzden Allah dostlarına ve erbab-ı dil olanlara “Bizi gönülden çıkarmayınız.” denir. Ayrıca Fecr Su- yorumlanmıştır. Nitekim Yunus der ki: Evliyanın gönlünden kesme şey’enlillahı Sana himmet ol eyler göz ile kaşı değil ‘Sen o kırık dökük, parça buçuk gönül kırpıntıla- Gönlün gıdası olan marifet ile yitik malı olan rını bırak da vücûd ülkesini kaplayan rahmet ve hikmet kumaşı, ehl-i dilden elde edilir. Gönül cömertliğinden altınlar saçılan Rahman’ı ara!” eğitimi için bir gönle girmek ve bir gönül eri Arş ve Kâbe’ye benzetilen gönül, insan-ı kâmilin bulmak önemli bir şarttır. Yunus der ki: gönlüdür. ‘Âdem’in yaratılışını tamamladığım ve ona rûhumdan üfürdüğüm zaman.’9 ayetinde insan rûhunun ilâhî menşeli olduğu anlatılmaktadır. Gönül Hakk’a varıp küll’ü bulunca Allah’a makbul olur. Gönlünü, mâsivâdan temizlemeyen kimselerde gönülden eser yoktur. Nitekim Mevlânâ sıradan insanların gönlünü ârifin gönlüne nisbetle bedene benzetir ve der ki: “Sen bende gönül var diyorsun ama gönül arşın üstünde olur. Hâlbuki sen aşağılardasın. Kara balçıkta su bulunduğunu herkes bilir. Fakat o su ile abdest alınmaz. Balçığın içinde su vardır ama o balçığa mağluptur, balçığın içinde kaybolmuştur. Sen de gönlüne ‘Bu da gönüldür.’ diyemezsin çünkü senin gönlün kirli emellere, şehve- Gönül erini önden, koma elden O kurtarır seni dürlü fiilden Mevlânâ gönül arınmasının gerçek bir gönül vasıtasıyla olabileceğini şöyle anlatır: “Ey kalbine güvenip ‘Kalbim temizdir.’ diyen kişi! Senin kalbinin gerçekten temizlenmesi için bir velinin kalp havuzundan yahut hakikat denizinden yardım istemen gerekir. Zira o ilâhî yardım olmaz ise nasıl para harcandıkça azalırsa, senin sınırlı temizliğin de azalır ve kirlenir.” “O kâfirlik ve dindarlık yanından geç de gel, gir gönül fırınına; seyret de gör; âşıkların canları nasıl altın kesilmiş, aşk da kuyumcu dükkânı.” te, hiddete, hırsına, dünya isteklerine mağlup Mevlânâ’nın gönül fırını dediği, insana olmuş; onların arasında kaybolup gitmiştir. aşk öğreten mürşidin gönlüdür. Bu gönlün en Göklerden de üstün olan gönül abdalların, ve- önemli özelliği oraya gireni değiştirip dönüş- lilerin, insan-ı kâmillerin yahut peygamberlerin türmesidir. Bu değişim ve dönüşüm insanın gönülleridir. Onların gönülleri çamurdan, yani değerine değer katmakta, adeta ondaki cev- kirli isteklerden, günahlardan arınmış, temiz- herleri ortaya çıkararak altın yapmaktadır. Yine lenmiş, saf bir hâl almıştır. Manevî neşeleri art- ona göre insan, mürşidle beraber oldukça çir- tıkça artmış ve coşmuştur.” Abdülkadir Geylanî: kinlikten, kötülükten uzak olur, gemiye binmiş “Mâsivâdan arınmış bir gönül marifetullah ta- gibi gece gündüz Hakk’a doğru yol alırsın. Canlar liplerine Kâbe olur.” der. Tasavvuf ehli, insan-ı bağışlayanın ruhanî himayesi altında gemide kâmilin gönlünü Allah’ın yeryüzündeki hazine- yattığı hâlde ilerler. Kişi zamanın peygamber va- 32 á8%$7 2016 risi mesabesinde olan velilerinden ayrılmamalı, kendi hünerine, kendi bilgisine güvenmemelidir. Arslan bile olsa kılavuzsuz yola çıkmamalı yoksa gurura kapılır, kendini görür, yoldan çıkar. “Aklını başına al, kendine gel de şeyhin kanatları ile uç, şeyhin yardımını gör, manevî ordusunu seyret. Bu yolda ilerlemek bir mürşid vasıtasıyla olmalıdır. Çünkü nefs ancak mürşidin himmeti sayesinde gönle gelen ilâhî ilhamla kahrolur.” Bu yüzden bir mürşidin gönlüne giren su ve toprak kaydından kurtulup can ve gönül sohbetine erer. Hak cânibine aşkla cezbolunup üns ve huzur katına girerek muradına vâsıl olur.11 “Muhabbetullah ile…” Müfessir Fahruddin Râzî de Allah’ı sevmenin marifetin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurgulayarak kişinin irfanı derecesinde muhabbetullahta ilerleme kaydedeceğini söyler.12 Râzî şu kıssayı örnek gösterir: “Hz. İsa üç kişiye rastlar. Bir de ne görsün, onlar daha çok zayıf ve Eğer güneş dönüp dolaşırsa, bu onun güçsüz renkleri daha çok soluk. Öyle ki onların yüzleri oluşundan, ayrı düşüşünden değildir. Aşk dev- sanki nurdan meydana gelmiş birer ayna gibi. leti yerden yere konup göçmektedir. Halk her Bunun üzerine Hz. İsa onlara, ‘Siz bu makama işte “Sonu hayr olsun.” der. Bizim sonumuz aşk nasıl ulaştınız?’ dediğinde onlar, ‘Muhabbe- devletidir. Ben sustum, ağzımı kapadım. Çünkü tullah ile…’ dediler. Bunun üzerine Hz. İsa, ‘Siz aşk devleti Allah’a gönül vermiş kişilerin gönül- kıyamet gününde Allah’a yaklaştırılacak olan lerinde kanat açtı. Aşk birliktir. Burada iki yok, kimselersiniz.’ dedi.”13 ya sen varsın, ya aşk, ya da aşk devleti var.”14 İlahî aşkı, en güzel bir biçimde terennüm eden Hz. Mevlâna’nın aşk redifli iki gazelini Şefik Can’ın tercümesiyle, konuya açıklık getirmek amacıyla sunarak yazımızı tamamlayalım: Dipnot 1. Süleyman Uludağ, TDV, İA, Ayna mad, Cilt 4, s. 260-262, 2. Zülfi Güler, Şeyh Galib Divanında Ayna Sembolü, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 14, Sayı: 1, Sayfa: 103-121, Elazığ-2004. 3. 4. Keşfül Hafâ: 2256. Ateş Es-Seyyid Osman Hulûsi, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, s. 297, Nasihat Yay.,Ank, 2006. “Ey dünyada gönüller açan, gönüller kazanan 5. Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, s. 9. aşk devleti! Ey, “Allah dilediğini yapar.” âyetinin 6. Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, s. 197. 7. Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, s. 22. sırrına mazhar olan aşk ikbali! Ey aşkın cevrin- 8. Divan, de, cefasında gizlenen safâ ve vefâ! Aşk devleti 9. 15/Hicr, 29; 21/Enbiya, 91 ne de hoş, ne de güzel! Ey candan da daha can 11. H. Kâmil Yılmaz, Eğitimde Gönül Faktörü Mevlânâ Örneği, Tasavvuf olan aşk yüzü, aşk dîdarı! Ey candan da, yüksek mevkiden de üstün olan aşk devleti. İhlâstan 10. 89/Fecr, 29 Dergisi, s. 13 vd. 12. Fahruddin Râzî, Tefsir-i Kebir, Terc. Suat Yıldırım, C.4., Ankara 1989, s. 183. da, gösterişten de kurtuldum da anladım ki, 13. Fahruddin Râzî, a.g.m., s.183. ihlâsın da, gösterişin de canı aşk devletiymiş. 168-169. 14. Mevlâna, Divan-ı Kebir, Seçmeler, Haz. Şefik Can, C. 2, İstanbul 2000, ss. somuncubaba 33 KÜLTÜR / Enbiya YILDIRIM* ÖVÜNMEK HASTALIĞI “Övünmenin sebeplerinden birisi de, karşıdakilerini hakir görerek kendisini büyük görmektedir; kibre kapılmaktır. Çünkü bir insan karşısındakilere bazı meziyetlerini sayarak övünüyorsa bunun anlamı karşısındakilerde o meziyetleri görmediğidir. Onlara üstünlük taslayarak kendini yüceltmeye çalışmasıdır. İşte bu tam anlamıyla nefsî azgınlığın, başka bir ifadeyle kibrin göstergesidir.” 34 á8%$7 2016 Ş üphesiz hepimizin pek çok mânevî hastalığı vardır. Övünmek de bunların başında gelir. Meziyetlerimizi saymaktan, kendimizi başkaları nezdinde yüceltmekten lezzet alırız. Bunu bir tatmin aracı olarak kullanırız. Bu yolla karşımızdakileri ezmeye de çalışırız. Oysa Hz. Yusuf (a.s.) şöyle demişti: “Nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder.”1 Allah kitabında böyle aktarmasına ve Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hayatında övünmenin zerresi olmamasına rağmen pek çok mü’min bu hastalıktan kurtulamamıştır. İnsan esasında ne kadar zavallı bir mahlûktur. Çünkü kendisini iyi bir kul olarak tanımlayınca sadece kendisini kandırır. Böylece nefsini rahatlatır ve yaşadığı hayatı kalbine onaylatır. Kusurları gözünde önemsizleşmeye başlar. Sonra, “İyi bir Müslüman olduğum için bu kadar hatamın olması gâyet normaldir.” diye düşünmeye başlar. Böyle yapa yapa kalbinde bir endişe kalmaz ve yaşadığı hayatı İslâm’mış gibi benimser, istikâmet çizgisinden her gün daha fazla uzaklaşır. Böylesi insanlar ne kadar da çoktur! Bir kere kendilerinin iyi mü’min olduğunu kabul etmişlerdir. Bu sebeple de haram helâl çizgisine dikkat etmezler. Allah’a ve kullara karşı görevlerinde büyük eksikler gösterirler, ancak yine de bundan fazla rahatsız olmazlar. Çünkü kendilerine göre iyi birer Müslümandırlar. Hatta işi ukalalık boyutuna bile taşıyarak, Allah’ın en iyi kullarından olduklarını bile düşünürler; “Bu zamanda bundan iyisi olmaz.” diye de gururlanırlar. Bu şekilde düşünen insan esasında riyakârlığın zirvesinde oturduğunu bilmektedir. Hiç de söylediği ve kendini kandırdığı gibi meziyetlere sahip olmadığının farkındadır, ancak onun problemi İslâmî hayatın nefsine ağır gelmesidir. İslâm’ı yaşamak nefsine ağır gelince, bu sefer kendisini rahatlatmak ve dinî hayattan uzaklaşmak için yol bulmaya bakar. Bunun için de yaşadığı hayatı, olması gereken yaşantı olarak gönlüne dikte etmeye başlar. Bunda başarılı da olur. İlk başlarda kalbi biraz itiraz edecek ve titreyecek gibi olsa da, sürdürdüğü yaşantıya zamanla alışmaya başlar ve içinde bulunduğu hâli kanıksar. Hâlbuki insanın kendisini tezkiye etmesinin bir anlamı yoktur. Kişi ne kadar iyi Müslüman olduğunu söylerse söylesin, bu sözün geçerli olduğu alan, ayakları üzerinde durduğu o daracık alandır. Onun ötesindeki hiç kimseyi bağlamaz. Çünkü insanlar söylemlerden ziyade eyleme bakarlar. Meselâ bir insanı iyi tanıyorsak, bu insan kendisiyle ilgili ne kadar övücü ifade kullanırsa kullansın, bunun bizim üzerimizde etkisi olmaz. Onunla ilgili kanaatimiz aslâ değişmez. Hatta yaşantısı anlattıklarıyla uyumlu değilse, içimizden ona kızarız. Bizi çocuk yerine koyup kandırmaya çalıştığı için ayıplarız. Kezâ Müslümanlara kan kusturan nice devlet var. Bunlar kendilerinin ne kadar âdil olduklarını ve insan haklarına riâyet ettiklerini söylerlerse söylesinler, bizim üzerimizde hiçbir etkisi olmaz. Çünkü akan kana onlar sebebiyet vermektedirler. Anlatılana değil gördüğümüze bakarız. Burada büyük bir sorun vardır. O da şudur: Sahip olmadığı sıfatlarla kendisini övüp duran insanların Allah’tan yeterince korktukları şüp- somuncubaba 35 helidir. Çünkü övündüğü sıfatların kendisinde bulunmadığını bilen kişi, gerçek anlamda Allah’tan korkmuş olsaydı, her şeyden haberdar olan Yüce Yaratıcı’nın o anda onun alnına yalancı damgasını yapıştırdığını bilmezlikten gelmezdi. Demek ki, Allah’ın onun yalanlarından ve sahip olmadığı sıfatlarla övünmesinden haberdar olduğu inancında bir sıkıntı vardır. Zaten olmasa böyle bir yola girmezdi. Yaşadığımız çağın bir riyakârlık asrı olduğunu söylemek mübalağa olmayacaktır. Siyasetçisinden din görevlisine, öğretmeninden idarecisine varıncaya kadar bir kısım insanlar, muhatap kitlesine erdemden ve ahlâkî değerlerden bahsetmektedir. Kafasında iyi bir insan imajı çizmekte ve karşısındakilerden de onun gibi olmasını istemektedir. Ancak konuşurken karşısındakilere baktığından, kendi eksiklerini aklına getirmek istememektedir. Dolayısıyla samimiyet, eskilerin deyişiyle ihlas olmayınca, anlatılanlar dinleyenler üzerinde etki uyandırmamaktadır. Bu durum aile içinde de yaşanmaktadır. Evin büyükleri birbirlerinden veya çocuklarından bazı güzel hasletlere sahip olmalarını istemekte ve sürekli tavsiyede bulunmaktadırlar. Ancak kimse bundan etkilenmemektedir. Çünkü konuşan istemekte, ancak kendisi o yönde bir şey yapmamaktadır. Unutmamak gerekir ki, övünme kapısı açıldığı zaman çoğu kez insan kendisini zapt edemez. Her zaman aşırılığa kaçar ve sözü içine yalan bulaşır. Bu sebeple kendilerini öven insanların sözlerinin bir kısmı mübâlağa, bir kısmı da yalandır. Yani bile bile yalan söylemektedirler. Çünkü kendilerini övmeye başladıklarında duracakları bir yer yoktur. Ne kadar iyi ve mübârek bir insan olduklarını karşıdakilerine anlatabilmek için de sözlerini sürdürmek ve sahip olmadıkları meziyetleri dile getirmek durumundadırlar. Yani mübâlağa ve yalana başvurmak gibi bir çıkmazları vardır. Bir de şu var: Övünmenin sebeplerinden birisi de, karşıdakilerini hakir görerek kendisini büyük görmektedir; kibre kapılmaktır. Çünkü bir insan karşısındakilere bazı meziyetlerini sayarak övünüyorsa bunun anlamı karşısındakilerde o meziyetleri görmediğidir. Onlara üstünlük taslayarak kendini yüceltmeye çalışmasıdır. İşte bu tam anlamıyla nefsî azgınlığın, başka bir ifadeyle kibrin göstergesidir. İnsan bunu yaparken karşısındakini hafife alan ve onurunu zedeleyen ifadeler de kullanabilir. Bu da ayrı bir tehlikedir. Oysa Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştu: “Din kardeşini hakir görmek, kötülük olarak yeter.”2 Mü’mine düşen tevâzu sahibi olmaktır. Ağırbaşlılığı kuşanmaktır. Kendisini övmesi bir yana başkalarının dahi kendisini övmesinden nefsine pay çıkarmamasıdır. Bu sebeple insanlar sahip olduğu güzel hasletler sebebiyle onu övecek olsalar, nefsinin azmasından korkarak Allah’a sığınması güzel olur. Nitekim Hz. Ebu Bekir, kendisi övüldüğü zaman, utancından ve Allah korkusundan dolayı el açıp şöyle dua ederdi: “Ey Rabb’im! Sen beni benden daha iyi bilirsin. Ben de kendimi başkalarından daha iyi bilirim. Allah’ım! Halkın bende zannettiği iyi- 36 á8%$7 2016 lik ve fazîletlerden daha iyisini bana nasip et. Bende olup halkın bilmediği günahlarımı af et! Övdükleri, ancak bende olmayan özellikler sebebiyle de beni hesaba çekme.”3 Allahu Teâlâ da Kur’an’ında şöyle buyurmaktadır: “Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez.”4 Hz. Peygamber (s.a.v.) de, aynı hususa vurgu yaparak şöyle buyurmuşlardır: “Övülmeyi sevmek, insanı kör ve sağır eder. Kusurlarını görmez olur. Doğru sözleri, verilen nasîhati işitmez olur.”5 Mü’mine yakışan kendisini Allah’a beğendirmeye çalışmasıdır. Onu hoşnut etmek için çabalamasıdır. Allah rızâsını bir kenara bırakarak kulların gözüne girmeye çabalarsa, araya riyakârlık ve gösteriş girer. Böyle olunca da insan birileri tarafından alkış almak için kendisini övmeye koyulur. Sonuçta Allah’ın muradından uzaklaşarak dünya ve âhiretini heder etmiş olur. Bir de şu var: Kişinin övündüğü özelliği gerçekten de kendisinde bulunuyor olabilir. Ancak bu bile tehlikelidir. İnsanın nefsini azgınlaştırır. Şükredilmesi gereken yerde nefsin peşine takılıp gidilmiş olur. Sahip olduğu bir meziyet azmasının yolunu açar. Makamıyla, güzelliğiyle, maddî imkânıyla, çoluk çocuğuyla, akrabasıyla veya başka şeylerle övünüp duranlar hem karşılarındakilerini ezmekte hem de şükürden koparak harama düşmektedirler. Bu tam anlamıyla bir câhiliye artığıdır. Allahu Teâlâ’nın belirttiği üzere, Araplar övünmek işini o derece ileri taşımışlardı ki, kabristanlarda yatan akrabalarını zikrederek karşılarındakilere övünürlerdi (Tekâsür Suresi). Gözüken o ki, günümüzde de değişen bir şey yok. Üzücü olan, Müslümanların bu hastalıktan kurtulamamış olmasıdır. Oysa Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştu: “Allahu Teâlâ, câhiliyet övünmelerini sizden kaldırdı. Hepiniz Âdem’in evlatlarısınız. Âdem ise topraktan yaratıldı.”6 İsterseniz bir sınama yapalım: Övünüp durduğumuz kendimizin ne kadar iyi bir Müslüman olduğunu anlamaya çalışalım. Çok çetin geçen şu kış şartlarında, başta akrabamız olmak üzere ihtiyaç sahiplerini aklımıza getirerek, onlar için elimizi cebimize salabildik mi? Gerçekten ihtiyaç sahibi olduğunu bildiğimiz biri için zarfa bir miktar para koyup ona ulaştırdık mı? Veyahut da markette bir poşet de muhtaç biri için doldurup kapısına bırakıp kaçtık mı? Her türlü imkânımızı seferber ettiğimiz ailemiz yanında bir Müslüman kardeşimiz için de bir fedakârlık yapmak aklımızdan geçti mi? Bunların hiçbirisine verecek olumlu bir cevabımız yoksa kendimizi övmenin bir anlamının olmadığı bir kez daha ortaya çıkmış olur. Ne kadar “Ben iyilikseverim”, “Merhametliyim” dersek diyelim; sonuç ortada. Dipnot *Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM 1. 12/Yûsuf, 53. 2. Müslim, 2564. 3. Usdu’l-Ğâbe, III/324. 4. 31/Lokmân, 18. 5. Kenzu’l-Ummâl, 7429. 6. Tirmizî, 3955. somuncubaba 37 TARİH / Resul KESENCELİ “Bursa Ulu Camii’nin açılışında imam ve hatiplik yapan Somuncu Baba Hazretleri Fatiha Suresi’nin yedi türlü tefsirini yapıyordu. Bursa’da böylesine hutbe okuyan, insanları derinden etkileyen biri daha görülmemişti. Herkes şaşkınlık ve hayranlık içerisinde Somuncu Baba Hazretleri’ni izlemiş ve kendisine bakakalmışlardı.” 38 á8%$7 2016 Resim: Ertuğrul Ateş YILDIRIM BAYEZİD HAN ZAFER VE ULU MABET Y ıldırım Bayezid Han devrinde yaşayan Somuncu Baba Hazretleri’nin Bursa’da hakiki hâlini ilk kez gören ve anlayan, onun feyzinden istifade eden maneviyat büyüğü Emir Sultan Hazretleri olmuştur. Somuncu Baba Hazretleri ile Emir Sultan’ın ilk tanışmasında şu güzel hatıra yaşanmıştır: Somuncu Baba Hazretleri fırının önünde ekmeklerin pişmesini bekliyordu. Başında yeşil bir sarık üzerinde nohudî renkte bir elbiseyle bir genç adam geldi. Elinde küçük bir çömlek vardı. Göz göze gelmişler bir tek kelime etmemişlerdi. İki büyük şahsiyet hiç konuşmadan tanışmışlardı. Emir Sultan çömleği pişirmesi için Somuncu Baba’ya verdi. Somuncu Baba çömleği fırına sokmak istedi fakat çömlek fırına girmiyordu. Bunun üzerine Emir Sultan’a dönerek, “Bu çömleği ancak sen fırına sokabilirsin.” dedi. Emir Sultan çömleği fırına sürdü fakat fırın soğuktu. Ateş yoktu fırında, fırın yanmıyordu. Buna rağmen Somuncu Baba fırının kapağını kapatarak “Birazdan pişer, biraz sonra çömleğini alırsın.” dedi. Emir Sultan Hazretleri, “Baba bu fırında ateş yok.” demesi üzerine Hazret, “Aşk ateşiyle pişecek.” buyurdu. Böylece iki gerçek dost birbirini bulmuş; Emir Sultan, Somuncu Baba Hazretleri’nin feyzinden yararlanmaya başlamış gerçek sırrına vakıf olmuştu. Bu sır Bursa Ulu Camii’nin inşasına ve meşhur hutbenin irad edilmesine kadar devam etmiştir. Haçlı İttifakı ve Niğbolu Savaşı Osmanlı sınırlarının Macaristan’a kadar dayanması, Macar Kralı Sigismond’u korkutmaktaydı. Sigismond, Osmanlı tehlikesini bertaraf etmek ve hatta Kudüs’e kadar gidebilmek için Avrupa’nın muhtelif memleketlerine elçiler göndererek yeni bir Haçlı ittifakının kurulmasını istiyordu. Bu ittifakın kurulması için papalık makamı da, yoğun bir faaliyete girişerek kiliselerde Müslüman Türkler aleyhinde vaazlar verdirmeye başladı. Bu teşebbüsler, hedef Türkler olduğu için kısa bir süre içinde olumlu bir sonuç verdi. Böylece Sigismond ile işbirliği yapan Avrupa, heyecan ve ümit içine girdi. Yalnız Fransızlar değil, İngiltere, İskoçya, Lehistan, Avusturya, İtal- ya, İsviçre ve Güneydoğu Avrupa ülkelerinden gelen kuvvetler, Bulgaristan’da Sigismond ‘un komutası altında toplanmaya başladı. Papanın desteği ile tertiplenen bu Haçlı Seferi’ne Batılı bütün şövalye ve asilzâdelerin katıldıkları görülmektedir. Osmanlılara karşı büyük bir kin ve nefret hissi ile dolu olan Haçlılar, Avrupa’yı Müslüman Osmanlılardan temizlemek istiyorlardı. Türkleri Avrupa’dan sürmek gayesini güden bu Haçlı Ordusu, Tuna boyunca ilerleyerek Vidin ve Rahova’yi aldıktan sonra 12 Eylül 1396’da Niğbolu önüne gelmişti. Venedik ve Rodos gemilerinden müteşekkil bir donanmanın da yardımı ile kaleyi muhasaraya başladılar. İki ordu, Niğbolu Kalesi yakınında karşılaştılar. Galibiyet şerefini kazanmak isteyen Fransız süvarileri, başlangıçta Bayezid’in merkezde yeniçerilerin önündeki ilk kademede bulunan ve Azap denilen hafif yaya kuvvetlerinin üzerine yüklenip onları mağlup ve imhaya başladılar. Fransızlar, teslim olanları bile öldürdüler. Bundan sonra da Azapların gerisindeki Yeniçeri kuvvetleri üzerine yüklendiler. Fakat Yeniçerilerin ok yağmuruna tutularak epey telefat verdiler. Aynı zamanda da sol kanatta Anadolu askerine komuta eden Şehzade Mustafa kuvvetlerinin yandan taarruzuna uğradılar. Fakat bunları da bertaraf ederek ilerlediler. Plan gereğince Osmanlı merkez kuvveti bir miktar geri alındı. Bu çekilmeden cesaret alan Fransızlar, daha da ileri giderek kıskacın içine girdiler. Onlar, Osmanlı planını bilen Sigismond tarafından ileri gitmemeleri ve kıskacın içine girmeyip beklemeleri hakkında verilen emri dinlemediler. Bu defa plan gereği Osmanlıların üçüncü hattı da ikiye ayrıldı. Böylece Fransızlar tepeyi işgal etmiş ve muharebenin Türklerin mağlubiyeti ile neticelendiğini zannettikleri sırada bizzat pusudan çıkan Bayezid’in komutasındaki kuvvetlerle karşılaşınca sarsıldılar. Fakat fazla zayiat vermemek için daha önce atlardan inmiş ve yaya olarak harp eden Fransızlar, geri dönüp atlarına binmek istedilerse de kaçacakları kapının kapanmış olduğunu görerek şaşırdılar. Bunları kurtarmak için Sigismond’un gönderdiği kuv- somuncubaba 39 vetler ilerleyemeyerek geri çekilmek zorunda kaldılar. Tuzağa düşmüş olan kuvvetler kısmen imha ve kısmen esir edildiler. Osmanlı Ordusunun merkezine hücum eden Fransız kuvvetleri ile olan muharebe, üç saat kadar sürmüştür. Eflâk Voyvodası Mirçe, muharebenin gidiş seklini görünce neticeyi kestirerek hemen memleketine dönmüştü. Muharebenin en tehlikeli olan ilk safhası bittikten sonra Türk kuvvetleri, derhal ve şiddetle Sigismond’un kuvvetlerine hücum etmişlerdi. İhtiyat kuvvetlerini bile muharebeye sokmuş olan Macar Kralı, hiçbir başarı elde edemedi. Sonunda kesin sonucun alınma zamanının geldiğini gören Yıldırım Bayezid, kendi ihtiyat kuvvetlerini taarruza geçirmek suretiyle Haçlıları müthiş bir paniğe uğrattı. Sigismond, maiyetindeki bazı adamların yardımı ile Tuna Nehri’ne gelip kendini bir balıkçı kayığına zor attı. Zafer Nişanesi Olarak Bursa Ulu Camii Niğbolu’da elde edilen parlak zaferden sonra daha önce düşmanın eline geçmiş olan kaleler geri alındığı gibi Osmanlı himayesinde bulunan Vidin Bulgar Krallığı’na da son verilmişti. Bundan sonra Macaristan’a büyük bir akın yapılarak külliyetli miktarda esir alınmış- 40 á8%$7 2016 tı. Bu savaştan sonra Garp dünyası bir anda en seçkin asilzâdelerini kaybetmiş, süngüden kurtulan veya Tuna’da boğulmayan kılıç artıklar ise başsız, idaresiz ve perişan kafileler hâlinde geldikleri yerlere doğru dağlara düşmüşlerdi. Öte yandan Niğbolu muzafferiyetinden elde edilen ganimet ve fidyelerden alınan hisseler ile Anadolu ve Rumeli›de birçok hayrat yaptırılmıştır. Aslında bu zafer maneviyat sultanı, zamanın kutbu’l-azamı Somuncu Baba Hazretleri’nin duası bereketi hürmetine kazanılmıştır. Bunun için devrin padişahı Yıldırım Bayezid, 1396 Niğbolu Zaferi’nin bir nişanesi olarak Bursa Ulu Camii’nin inşasını başlatmıştı. Ulu Camii 1399’da tamamlanmıştır. Hatta caminin inşası sırasında işçilerin ekmek ihtiyacını Somuncu Baba karşılamış kendi fırınında pişirmiş olduğu ekmekleri işçilere dağıtmıştır. Ulu Camii’nin tamamlanmasından sonra İslâm dünyasında mevcut olan âdet üzerine açılışı Cuma günü yapılacak, ilk namazı kaza borcu olmayan birisi kıldıracaktı. Yıldırım Bayezid de bu ulvi görevi damadı Emir Sultan’a vermek istiyordu. Fakat Emir Sultan bu teklifi kabul etmemiş ve Somuncu Baba/Şeyh Hamid-i Velî’yi işaretle şunları söylemiştir: “Kutbu’l-zaman ve halife-i hakikat-i habib-i rahman hâlâ şehr-i Bursa’da iken bu fakiri böyle hizmete layık ve şayan görmek münasip değildir. O ki sahib-i zaman ve kutb-u daire-i imkândır. İlm-i zahirde efdaldir.” Böylece Ulu Camii’nin şanına, şöhretine yakışır şekilde açılmasının ona ait olacağını dile getiriyordu. Somuncu Baba Hazretleri ise sırrının açığa çıktığını anlıyor ve Emir Sultan’a “Hay Emir hay! Niçin bizi fâş ettin.” diyor fakat yine de Ulu Camii’nin açılışı için de harekete geçiyordu. Bursa Ulu Camii’nin açılışında imam ve hatiplik yapan Somuncu Baba Hazretleri Fatiha Suresi’nin yedi türlü tefsirini yapıyordu. Bursa’da böylesine hutbe okuyan, insanları derinden etkileyen biri daha görülmemişti. Herkes şaşkınlık ve hayranlık içerisinde Somuncu Baba Hazretleri’ni izlemiş ve kendisine bakakalmışlardı. Tüm insanlar onun büyük bir velî, zamanın kutbu, sultanı olduğunu anlamışlardı. Hutbesi sırasında “Zamanımızdaki bazı ulemanın Fatiha Suresi’yle ilgili bazı müşkülleri vardır.” diyerek. Molla Fenarî’nin tüm müşküllerini çözmesi camideki ulema, meşayıh ve insanları hayrete düşürmüş, hayranlıklara gark etmiştir. Hutbe sonrası Molla Fenarî ki bu şahıs Şeyhü’lİslâm, müfti’ül-enam unvanını almış 21 yıl Bursa Kadılığı yapmış, yüzden fazla eser yazmıştır. Ayağa kalkarak cemaate şunları söylemiştir. “Şeyh Hamid-i Velî bize buradan hikmetler saçıyor. Ululuğunu gösteriyor. Fatiha’nın ilk tefsirini cemaatten herkes anladı, ikinci tefsiri ise buradakilerden ancak bazıları çözebildi. Üçüncü tefsiri çok az kimse anlayabildi. Dördüncü ve ondan sonra yapılan tefsirler bizim idrakimizin dışındadır. Bunları yalnız kendisi anlayabilir.” Molla Fenari, bu manalardan aldığı ilhamla Fatiha’yı tefsir eden bir eser yazmıştır. Bu eseri “Tefsirü’l-Fatiha” veya “Aynü’l-Ayan” olarak bilinir. Bu eser çok meşhurdur ve kaynağı Somuncu Baba Hazretleri’dir. Bu ise bizlere Somuncu Baba Hazretleri’nin tefsirde de üstat olduğunu ispatlarken ledün ilminin ne kadar kıymetli olduğunu bir kez daha gösterir. Somuncu Baba Hazretleri’nin Fatiha Suresi’nin yedi ayrı manada tefsir etmesi onun (mutasavvıfların) iş’ari tefsirini çok iyi bildiğini kanıtlar. Bilhassa İbni Arabî mektebinin, Kur’an ve hadislerden çıkardıkları zahirî manalar yanında batınî (manevî) anlamlara muttali olduğunu göstermektedir. Bilindiği gibi mutasavvıflar fıkıh ve kelamcıların kullandığı nazar ve istidlal metodundan ziyade tasfiye ve işraka dayalı bir mukaşefe metodunu izlemektedirler. Ayet ve hadisleri tefsir ederken de bu metoda başvururlar. Somuncu Baba’da Fatiha Suresi’nin tefsirinde bu metodu kullanmış, Fatiha Suresi’nin manalarını manevî açıdan açıklamıştır. Öyle ki Somuncu Baba ledün ilminin bazı sırlarını Bursa halkına açıklarken namazın nasıl kılınması gerektiğini, namazda okunan Fatiha Suresi’nin önemini ve içeriğini açıklamıştır. Yani insanlara Yaratıcı’ya yapılacak olan ibadetin gerçek boyutunu göstermiştir. Hutbe ve namaz bittikten sonra cemaat elini öpmek için hücum etmiş Somuncu Baba Hazretleri Bursa Ulu Camii’nin üç kapısından aynı anda çıkmış, insanlar üç farklı yerde Somuncu Baba Hazretleri’yle görüşmüşlerdir. Akabinde çilehanesine gitmiş ve bir daha ekmek yapmamıştır. Sırrının ortaya çıkması üzerine Bursa’dan ayrılarak ebedî istirahatgâhı olan Darende’ye doğru yola çıkmıştır. Molla Fenarî ise Somuncu Baba Hazretleri’nden feyz almış ledün ilmini okumuştur. Somuncu Baba’nın vefatından sonra da halifesi Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri ile münasebetini devam ettirmiş, sohbetlerinde bulunmuş ve tâbi olmuştur. BİBLİYOGRAFYA Ahmet Akgündüz, Arşiv Belgeleri Işığında Somuncu Baba ve Neseb-i Âlîsi, İstanbul 2009. Aşıkpaşazade, Tevarih-i Ali Osman, İstanbul 2007. İbn-i Kemal, Tevarih-i Al-i Osman, c. II, (Şerafettin Turan), Ank.1983. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C.I, Ankara 1972. İsmail Hakkı Bursevî, Silsile-i Tarik-i Celveti, İstanbul 1981. Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi, c.II. İstanbul 2003. M. Ali Cengiz-Y. Adıgüzel-M. Gülseren, Somuncu Baba (Şeyh Hamid-i Veli), Ankara 1965. Sarı Abdullah Efendi, Semarat’ül-Fuad, İstanbul 1288. Seyyid Abdubaki Efendi, H. 1156 tarihli Tabakat kitabı, Şeyhzadeoğlu Özel Kitaplığı, Kitap no: 650, Tasnif No: 297. Şükrüllah Efendi, Behçetu’t-Tevârih, (Çev: Hasan Almaz), İstanbul, 2010. Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul 1970. somuncubaba 41 TARİH / Ahmet ŞİMŞİRGİL* YILDIRIM BAYEZİD HAN’IN HAYATINDA İKİ HATUN 42 á8%$7 2016 Gülçiçek Hatun I. Murad Han’ın hanımı ve Yıldırım Bayezid Han’ın validesidir. Gülçiçek Hatun aslen Rum’dur. 1340 yıllarında doğduğu tahmin edilmektedir. İlk yıllarına dair bilgi yoktur. I. Murad Gelibolu’da sancakbeyi iken haremine katılmıştır. Muhtemelen evlendikten sonra Gülçiçek adını alarak Müslüman oldu. Güzelliği ve hayırseverliği ile nam salmıştı. Yıldırım Bayezid’i 1360 yılında dünyaya getirdi. Bazıları Yıldırım Bayezid’in Bulgar Kralı Şişmanın kızı Mara Hatun’dan olduğunu ifade ederler. Oysa I. Murad Han, Mara ile 1370 yılında evlenmiştir. Yıldırım’ın doğum tarihi ise 1360’tır. Bu itibarla annesinin Mara olmasının imkân ve ihtimali yoktur. Gülçiçek Hatun, sağlığında Bursa’da mescit, medrese, imaret ve türbeden müteşekkil güzel bir külliye inşa ettirdi. Külliyenin mütevelliliğine oğlu Yahşi Bey’i getirdi. Bu sebeple külliyenin bulunduğu mahal Yahşi Bey Mahallesi adını almıştır. Günümüzde türbe dışındaki eserler ne yazık ki kaybolmuştur. Bu hayırsever hanım, imaretin yanında evler kurdurmuş ve yaz-kış misafirlere yemekler verilmesini vasiyet etmiştir. Ayrıca başta kendisi olmak üzere türbesinde yatanlara Kur’ân-ı Kerim okunmasını şart koşmuştur. Gülçiçek Hatun’un ölüm tarihi belli olmamakla birlikte eşi I. Murad Han’ın sağlığında vefat ettiği tahmin edilmektedir. Cenazesi kendi yaptırdığı türbesine defnedilmiştir. I. Murat Hüdavendigâr’ın eşi Yıldırım Bayezid’in annesi Gülçiçek Hatun’a ait olan türbe, Altıparmak Semti’nde, Sarıklı Değirmen Sokağı’nda yer almaktadır. Padişah analarından kendi adına türbesi olan ilk kadındır. Kare planlı yapı, tek kubbeyle örtülüdür. Kabirlerin bulunduğu mekânın önünde, yanları kapalı revaklı bir bölüm yer almaktadır. Eskiden çatı ile örtülü revakın üzeri bugün yıkılmış durumdadır. Üç sıra tuğla, bir sıra kefeki taş dizisiyle örülmüş beden duvarlarının kalınlığı 0.85 metredir. Cephelerin dış köşeleri kesme kefeki taşla örül- müştür. Beden duvarlarından kubbeye geçiş, içeride üçgenler aracılığı ile sağlanmıştır. Kubbe; kesme taşla örülmüş sekizgen bir kasnağa oturtulmuştur. Giriş kapısı, tuğla işçiliği ile yapılmış, iç içe iki yuvarlak kemere ve mermer söveye sahiptir. Türbede Gülçiçek Hatun’dan başka kimliği bilinemeyen üç kişiye ait sandukalar bulunmaktadır. Türbede bulunan diğer mezarların kime ait olduğu bilinmez. Türbe 1772’de III. Mustafa zamanında ve 1958’de tamir edilmiştir. Devlet Hatun Yıldırım Bayezid Han’ın eşi ve Sultan Çelebi Mehmed’in validesidir. Merzifon’daki vakfiyesinde geçen “Devlet Hatun binti Abdullah” ifadesi onun Harem’e cariye olarak girdiğini göstermektedir. Ancak gerek ailesi gerekse Harem’e alınışı ile ilgili bir bilgi mevcut değildir. Tarih kitaplarında Germiyan Hükümdarı Süleyman Şah’ın kızı olduğu rivayet edilmektedir. Oysa eski kaynaklarda Çelebi Mehmed’in, Germiyan Hükümdarı Süleyman Şah’ın kızından doğmuş olduğuna dair hiçbir kayıt mevcut değildir. Bunu ilk defa Namık Kemal ve daha sonra Tevhîd Bey ortaya atmışlardır. somuncubaba 43 Bu yanlışlık muhtemelen, Germiyanoğlu’nun kızına Devletşah Hatun denilmesinden ve aynı unvanın kabir kitâbesinde görülmesinden kaynaklanmış olmalıdır. Hâlbuki Devlet Hatun, Sultan Hatun gibi tabirler, hükümdar ailelerine verilmiş olan unvanlardan olup asıl isimleri değildir. Sakıp Dede, Sefine-i Mevleviye adlı eserinde, Yıldırım Bayezid’in Germiyanoğlu’nun kızı Devletşah Hatun ile evliliğinden İsa ve Musa Çelebilerin doğduklarını belirtmektedir. Buna karşılık Çelebi Mehmed’den hiç söz etmemektedir. Ankara Muharebesi’nde esir düşen Musa Çelebi’nin Timur’un avdetinde Germiyan Hükümdarı II. Yakup Bey’in yanında bırakılmış olması Musa’nın, Germiyanoğlu’nun kızından doğmuş olması zannını ayrıca vermektedir. Devlet Hatun, oğlu Çelebi Mehmed’i 1387 yılında Edirne Sarayı’nda dünyaya getirdi. Burada oğlunun en iyi şekilde yetişmesi için gayret gösterdi. Çelebi Mehmed’in, 1399 yılında on iki yaşında iken, Amasya Sancağı’na vali tayin edilmesi üzerine Devlet Hatun da oğlu ile birlikte gitti. Hayırsever hatun bu esnada Merzifon ve çevresinde hayır eserleri yaptırdı. Ankara Savaşı sonrasında ortaya çıkan Fetret Dönemi onun en üzüntülü yılları oldu. Sultan Çelebi Mehmed’in saltanatı tek başına elde etmesi üzerine Devlet Hatun Bursa’ya geldi. Bundan sonra vefatına kadar hayır işleri 44 á8%$7 2016 ve imar faaliyetleri ile meşgul oldu. 1422 yılında vefat ettiği sanılmaktadır. Türbesi, Sultan Çelebi Mehmed’in Yeşil Türbesi’nin alt tarafında Meydancık denen yerdedir. Kare planlı, sivri kubbeli, sade bir yapıdır. Baş tarafındaki mermer sandukada: “Bu türbe hatunların sultanı, iffetli hanımefendi, Bayezid oğlu büyük padişah Sultan Mehmed’in annesi Devlet Hatun’undur.” yazılıdır. Sultan Çelebi Mehmed Merzifon’da kendi medresesinin yanında validesi namına bir sofa ve iki odayı havi zaviye yaptırmıştır. Bu zaviyenin vakfiyesi Çelebi Mehmed’in vefatından on ay sonra 16 Nisan 1422’de tertip edilmiştir. Vakfiyede Çelebi Mehmed’in validesi şöyle tavsif edilmektedir: “Kadınların seyyidi, hatunların tacı Devlet Hatun binti Abdullah.” Bu ibareler Devlet Hatun’un cariyelikten geldiğini göstermesi yanında onun iffetli, iyi ahlaklı, hayırsever ve müşfik bir hanım olduğuna da işaret etmektedir. Nitekim Merzifon’daki zaviyesinde her gün fakir fukaraya yemek verilmesi, aç gelenlerin tok gönderilmesi, hizmetlilerin mağdur edilmemesi ve asla israfa yol açılmaması tembih edilmektedir. Dipnot *Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL Bkz: Valide Sultanlar ve Harem, Timaş Yayınları, İstanbul 2014. Ey Hira Dağı ! Senden bahtiyar dağ var mı acunda? İnsan başka yâr arar mı acunda? Bir sevda ki eser gönül burcunda, O gül tene değen taşı, toprağı. Öpsün gözyaşlarım ey Hira Dağı. Yeryüzü sancılı sararıp solmuş, Yollarda telaş var, zaman lal olmuş, Sana böyle ne güzel bir hal olmuş, Sevgilerin yeşerdiği mekansın. Boynu bükük ötelere bakansın. Pervaneler gibi renkler, kokular, Ufuklarda yankı bulurken ’Hû’lar, ‘Ikra’ dendi bitti bütün korkular, Sende esrar sende kanat sesleri. Sende gizli aşkın nur akisleri... Her gece kırkları alıp gidersin, O günlere dalıp, dalıp gidersin, Bizi hasretlere salıp gidersin, Dosta sinesini açan dağ sensin. Rüyalarımızda uçan dağ sensin. Mekke kalbte sızı, Medine hicret, Gözler ki içinde herşeyi seyret, Şefkâti, edebi, çileyi...seyret, Ne gördünse anlat ey Hira Dağı. Olmaz O’nsuz hayat ey Hira Dağı… Servet YÜKSEL somuncubaba 45 FIKIH / Abdullah KAHRAMAN* FÂİZ HASSASİYETİNİ ZEDELEYEN BAZI İŞLEMLER “Tarih boyu Müslümanlar haramlar konusunda sınav vermişlerdir. Haramlara düşmemek için de büyük hassasiyet göstermişlerdir. Bunu bilen ve Müslümanca bir dünyadan rahatsız olan insanlık ve İslâm karşıtları boş durmamışlardır.” 46 á8%$7 2016 H aramların Müslümanlar için kırmızı çizgiler olduğu bilinmektedir. Haramlar söz konusu olduğunda Müslümanın imanı, kimliği ve bilinci hemen devreye girer. Allah’ın haram kıldığı bir fiil karşısında Müslümanca tavır, “Ben Müslümanım, dolayısıyla bunu yapamam.” şeklinde kendisini gösterir. Haram olan bir şeyden geri durma noktasında kesin tavır gösteren Müslüman bunun kendisine sağlayacağı kârı ve getireceği zararı aklına getirmez. Sadece ve öncelikle Allah haram kıldığı için terk eder. Böylece Rabb’inin emrine uymuş, O’nun emrini her şeyin üstünde tutmuş ve böylece de imanının gereğini yapmış olur. Çünkü haramlar Kur’ân’da yaklaşılmaması gereken tehlikeli bölgeler (hudûdullah) olarak ifade edilmiştir. Müslüman bu yasak bölge hassasiyetini imkân dâhilinde korumak zorundadır. Hz. Peygamber (s.a.v.) de haramları Allah’ın koruları, yani yararlanılmaması gereken korunmuş ve engelli alanları olarak ifade etmiştir. Zaten Müslümana kimlik kazandıran en önemli şey Allah’ın sınırlarını ayakta tutmak ve onları ihlal etmemektir. Bunların yapılması zorunlu olanlarına “farz”, kesinlikle yapılmaması gerekenleri ise “haram”dır. Başka bir ifade ile söylersek, bir Müslüman imanla İslâm dairesine girdikten sonra farzları yaptığı ve haramlardan kaçındığı kadar Müslümandır. Çünkü bir hadiste ifade edildiği üzere, cennetin üzeri farzlarla, cehennemin üzeri ise haramlarla kaplıdır. Kişi farzı yaptıkça bir örtü kalkar ve cennete daha yaklaşır. Haramı işleyen ise cehennemin üzerinden bir örtü daha kaldırarak cehenneme yakın olur. Tarih boyu Müslümanlar haramlar konusunda sınav vermişlerdir. Haramlara düşmemek için de büyük hassasiyet göstermişlerdir. Bunu bilen ve Müslümanca bir dünyadan rahatsız olan insanlık ve İslâm karşıtları boş durmamışlardır. Dünyayı Müslüman damgası taşımayacak bir zemine çekmenin planlarını yapmışlardır. Müslümanlığın getirdiği hakkâniyet, kanâat, adalet, helâl kazanç ve barış bunların işine gelmemiştir. Müslümanları zayıf noktalarından yakalamanın yolları aranmıştır. Kadın erkek ilişkilerindeki hassasiyetler sulandırılmaya çalışılmış ve bunda maale- sef önemli ölçüde başarı da sağlanmıştır. Yeme içme konusuna el atılmış, burada bazı hassasiyetler örselenmişse de meselâ, domuz eti konusunda Müslümanları mağlup edememişlerdir. Son yıllarda gıdalar üzerinde oynanan oyunlarla da bu denenmektedir. Bir taraftan da Müslümanların fâize karşı bilinen hassasiyetlerini kırmak için bin bir plan yapılmış ve yapılmaktadır. Son yıllarda maalesef, Müslümanların alternatif geliştirememeleri sebebiyle bu alanda da önemli aşamalar kaydedilmiştir. Artık çeşitli bahânelerle fâize bulaşmayan, kredi kartı kullanmayan, kredi almayan Müslüman sayısı hızla azalmaktadır. Bu durum bazı din bilginlerinin veya din adına söz söylemeye kendini yetkili görenler için de söz konusudur. Bunlar da Kur’ân’da haram kılınan fâizin banka fâizi olmadığından başlayarak hemen her türlü fâize cevaz vermenin yollarını aramaya başlamışlardır. Burada zarûret ve ihtiyaç kavramları haddinden fazla sulandırılmış gözükmektedir. Aşağıda bu konuda verilen ve Diyanet İşleri Başkanlığı dâhil İslâm hukukçularının geneli tarafından benimsenen bazı fetvâları bu gözle önce okuyup sonra değerlendirelim: Fâiz-Enflasyon İlişkisi İslâm malın değerinin korumasını esas almış, karşılıklı zararı yasaklamıştır. Bu sebeple enflasyonist ortamlarda yapılan ticarî muamelelerle enflasyonun bulunmadığı yer ve devirlerdeki ticarî ilişkileri ayrı ayrı değerlendirmek gerekecektir. Buna göre verilen ödünçlerde ve satılan mallarda para değerinin korunması esas olup bu değeri koruyacak kadar fazlalıklar fâiz değildir diye görüş belirtenler vardır. Takva ehli yine de hassas davranır. Krediler İslâm, kredinin fâizsiz ve ortaklık yoluyla temin edilmesinden yanadır. Bunun hem üretici hem de tüketici açısından daha makul olduğu düşünülmektedir. Ancak bazen bu mümkün olmayabilir. Bunun için ciddî zarûretler olmadıkça yüksek fâizli krediler önerilmediği gibi, bu yollarla elde edilen kazanca iyi gözle bakılmaz. somuncubaba 47 Ancak devlet tarafından üretimi artırma, yeni istihdam alanları oluşturma amacıyla alınan düşük fâizli teşviklerin caiz olduğunu günümüz İslâm hukukçularının önemli bir bölümü kabul etmektedir. Yine takva ehlinin hassasiyetine saygımız sonsuzdur. Çek ve Bono Günümüz ticarî hayatında çok yaygın olarak kullanılan çek ve bonolar, ticarî işlemlere pratiklik kazandırma, alacağın belgelenmesi, alacağın temlîki ve borcun nakli gibi amaçlarla yapılmaktır. Bu uygulama borçların yazıyla tesbîtini öneren Kur’ân âyetinin1 özüne uygundur. Çek uygulamasında önemli olan husus çeklerin zamanında ödenmesi, tarafların araya borçlu olmayan birini, meselâ bankayı sokarak çek kırdırma gibi fâizli işlemlere bulaşmamasıdır. Ancak borçlu taraf alacaklısına müracaat ederek vadesinden önce ödeme yapması hâlinde ondan indirim talep edebilir. Kredi Kartları Günümüzde sosyal hayatın hemen hemen ayrılmaz bir parçası hâline gelen ve giderek de yaygınlaşan kredi kartlarının tek kelime ile meşru olduğunu söylemek mümkün değildir. Kredi kartlarının çeşitleri, uluslararası bağlantıları, veren müesseselerin durumları ve kullananların içinde bulundukları durumlar dikkate alındığında şunlar söylenebilir: Kredi kartları fâizsiz ve sadece mal ve hizmet alanlarında kullanılırsa ve kullanıcı için bu bir zarûretse kullanılabilir. Ancak bankadan olmayan parasına karşılık para çekip bunu da ödeyemeyerek ya da ödemeyerek fâizlendirmeye sebebiyet veren kredi kartlarının kullanılmasının caiz olduğunu söylersek günümüzde bu kartlar dolayısıyla yaşanan olumsuzlukları göz ardı etmiş oluruz. Borsa Müslümanların dünya görüşüne ve iktisâdî yapısına yabancı sistemlerce geliştirilen ve sonradan İslâm ülkelerine giren borsanın dinî hükmü konusunda İslâm hukukçularının fark- 48 á8%$7 2016 lı değerlendirmeleri vardır. Taşıdığı belirsizlik ve spekülasyonlar sebebiyle tarafların aldanmasına sebep olmasını dikkate alan bazı İslâm hukukçuları borsayı caiz görmemektedir. Ancak genel görüş, İslâm’a uygun iş alanlarında ve İslâm’ın helâl-haram kurallara uygun olarak çalışan hisse senetlerinin alınıp satılmasının caiz olacağı yönündedir. Günümüz Müslümanlarını daha fazla sıkıntıya sokmamak için kendimizi bu fetvâları vermek zorunda hissediyoruz. Fakat burada dikkat etmemiz gereken ve özellikle bizim dikkat çekmek istediğimiz husus şudur: Müslümanlar olarak aslî hükümler olarak, azîmetlerle değil de ruhsatlarla hareket etmek durumuna düşmüşüz. Ruhsatla kim hareket eder? Normal olmayan ve normal durumda bulunmayanlar. Meselâ sağlığı yerinde olan bir Müslüman oturarak namaz kılamaz, oruç yerine fidye veremez, yıkaması gereken bir uzvunu mesh edemez. Fakat hasta ve mazeretli olursa bunları yapabilir. Bu zarûret fetvâlarıyla hareket edecek duruma gelmişsek artık normal bir bünyeden ve dengeli bir hayattan bahsedemeyiz. İşin acı tarafı şu: Bir Müslüman mâzeret ve ruhsatlarla ne kadar yoluna devem edebilir? İş ruhsatlara ve zarûretlere kaldıysa bunun sonu ölümdür. Biz ayakta kalsak da değerlerimiz ve hassasiyetlerimiz ölmeye devam ediyor. Dünya kapitalistlerinin istediği de zaten budur. O zaman fâiz konusunda zarûret olarak değerlendirdiğimiz durumları bir kez daha gözden geçirelim. Çünkü Müslümanların hayatlarını devamlı ruhsatlarla devam ettirmeleri câiz değildir. Asıl olan geçici olarak bunlardan yararlanıp alternatifler geliştirmenin peşine düşmektir. İslâm âlimlerinin de kapitalizmin ürettiği her işleme “Haramdır bulaşmayın.” demeleri aslâ yeterli değildir. Onların da alternatif yollar önermeleri üzerlerine vazifedir. Dipnot *Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN 1. 2/Bakara, 282 Gönül Şafağı Yeniden yeşerir Yunus çınarı Özümüz sevgiyle süslenir bizim Ilgıt ılgıt akar mânâ pınarı Sözümüz sevgiyle süslenir bizim Hicran mevsimine edilir veda Her cemrede tazelenir bu sevda Tellerinde çiçek açar gül seda Sazımız sevgiyle süslenir bizim Bire bin verince yürek başağı Gülistana döner gönül şafağı Doğunca vahdetin ebemkuşağı Yüzümüz sevgiyle süslenir bizim Hakk’ın huzurunda versek el ele Cümle melek hayran olur bu hâle Peşimize düşer menekşe lale İzimiz sevgiyle süslenir bizim Hasret hâlimize olur tercüman Kutlu muştuları bekler asuman Nurlu fetihleri gördüğü zaman Arzımız sevgiyle süslenir bizim Bestami YAZGAN somuncubaba 49 TARİH / İsmail ÇOLAK ASTRONOMİDE ÇIĞIR AÇAN KEŞİFLERİYLE ALİ KUŞÇU “Kuşçu, başta astronomi, matematik, matematiksel coğrafya olmak üzere çeşitli alanlarda çağını ve çağdaşlarını aşan birçok eser kaleme almıştır.” 50 á8%$7 2016 O smanlı Devleti’nin matematik ve astronomi alanlarında önceki dönemlere nazaran büyük ilerleme gösterdiği dönem Fatih Sultan Mehmed zamanıdır. Bu alanlardaki çalışmaların canlanmasında padişah tarafından Türkistan’dan İstanbul’a davet edilen Ali Kuşçu’nun (1403-1474) rolü oldukça büyüktür. Ali Kuşçu, Fatih zamanında yaşamış büyük astronomi, matematik ve kelam âlimidir. Asıl adı Ali bin Alaeddin bin Muhammed’dir. Babası, Gürgani hükümdarı Uluğ Bey’in (1394-1449) kuşçubaşı (doğancıbaşı) olduğu için “Kuşçu” lakabıyla anılmıştır. Timur’un torunu, büyük astronomi âlimi Uluğ Bey’in (yanı sıra Bursalı Kadızâde Rûmî ve Gıyaseddin Cemşid) talebesi olup, onun 1421’de kurduğu Semerkant Rasathanesi’nde müdürlük yapmış; (yıldızların gökyüzündeki durumlarını bildiren) Zic-i1 Gürganî’nin (Zic-i Uluğ Bey) tamamlanmasında görev almıştır. Fatih’in Daveti ve Osmanlı Hizmetine Girmesi Ali Kuşçu’nun Osmanlılar/Fatih ile tanışması ve İstanbul’a gelmesi 1473 yılında gerçekleşen Otlukbeli Savaşı öncesinde olmuştur. Osmanlılar ile Akkoyunlular arasındaki barış görüşmelerini yürütmek üzere Uzun Hasan tarafından Fatih’e elçi olarak gönderilmiştir. İlme ve ilim adamlarına büyük değer veren, Doğu ve Batı’da alanında otorite olan meşhur bilginleri İstanbul’da toplamaya çalışan Sultan Fatih, Ali Kuşçu’yu da kazanmak istemiş ve ona İstanbul’da kalmasını ve medreselerde ders vermesini teklif etmiştir. Teklifi kabul eden Kuşçu’yu Osmanlı-Akkoyunlu sınırında bir heyet karşılamış, bütün ailesi ve akrabalarıyla birlikte büyük bir izzet, hürmet, ikram ve iltifat görmüştür. Kendisine yolculuk için günlük bin akçe harcırah, Ayasofya Medresesi’nde vereceği dersler için de günde 200 akçe maaş tahsis edilmiştir. Üsküdar’a geldiğinde ise zamanın uleması, aynı zamanda İstanbul Kadısı Hocazade Muslihiddin Mustafa ve beraberindeki âlimlerce karşılanmıştır. Osmanlı tarihçisi Hoca Saadeddin Efendi, Fatih’in Ali Kuşçu’yu nasıl kendisine bağlayıp Osmanlı’nın hizmetine girmesini sağladığını meşhur Tacü’t-Tevarih’inde şöyle hikâye etmiştir: “Kurduğu ikbal tuzağına Ali Kuşçu’nun gönül kuşunu da düşürmüş, ihsan ipliği ile onu bağlayıvermişti. Ol gerçeklik ve gereklilik göğünü gözleyen, inceleme ve araştırma yolunu bekleyen, geçmiş âlimlerin bilgilerinde düzeltmeler yapan, matematik ilimlerinde kurallar koyan, bilginin gelişinde her konak için günde bin akça yolluk vermişti.” Osmanlı İlim ve Kültür Hayatındaki Eşsiz Yeri Ali Kuşçu, Maveraünnehir’deki matematik ve astronomi geleneğini İstanbul’a taşımıştır. İstanbul medreselerinde astronomi ve matematik ilimlerinde onun çalışmaları neticesinde büyük gelişmeler görülmüştür. Genel anlamda Osmanlı ilim dünyasında matematik ve astronomi ilimlerinin sağlam temellere dayandırılması onun sayesinde olmuştur denebilir. Dolayısıyla Osmanlı ilim ve medeniyeti Ali Kuşçu’ya çok şey borçludur. Rus şarkiyatçı Wilhelm Barthold onu “Yaşadığı yüzyı- somuncubaba 51 lın Batlamyus’u.” ifadesiyle tebcil ve tavsif etmiştir. Son dönem Osmanlı matematikçilerinden Salih Zeki’nin (1864-1921) “Asâr-ı Bâkiye”deki (Ölmez Eserler) tespitine göre “Türkiye’nin ilk hakiki astronomi hocası”dır. Çünkü döneminde İstanbul’da onun çapında bir astronomi bilgini yoktu. Ali Kuşçu’nun Ayasofya ve diğer medreselerde astronomi ve matematik dersleri vermesiyle Osmanlılarda müspet bilimlerde bir canlanma yaşandığından az evvel söz etmiştik. Verdiği dersler olağanüstü rağbet görmüş ve Hoca Sinan Paşa, Molla Lütfi, oğlu Mirim Çelebi gibi dönemin önde gelen ilim adamları tarafından da izlenmiştir. Nitekim Ali Kuşçu’nun çabaları 16. yüzyılda semeresini vermeye başlamış; Mirim Çelebi ve Takîyüddîn gibi önemli astronomlar yetişmiştir. Ali Kuşçu, Molla Hüsrev ve Vezir Mahmud Paşa ile birlikte “Kanun-ı Talebe-i Ulum” ismiyle Fatih Medresesi’nin programlarını da hazırlamıştır. Medresenin vakfiyesinde, dinî ilimlerin yanı sıra müspet ilimlerin de okutulması şartı getirilmiştir. Ayrıca İstanbul’un enlem (41 derece 14 dakika) ve boylamlarını (59 derece) hesaplamış ve çeşitli güneş saatleri yapmıştır. Güneş saatlerinden birisi Fatih Camii’ne konmuştur. Astronomide Çığır Açan Başyapıtı: Fetih Risalesi Kuşçu, başta astronomi, matematik, matematiksel coğrafya olmak üzere çeşitli alanlarda çağını ve çağdaşlarını aşan birçok eser kaleme almıştır. Sadece matematik ve astronomi alanında vücuda getirdiği eser sayısı 12’dir. Yazdığı bu eserlerle Osmanlı ve Avrupa ilim çevrelerinde uzun yıllar otorite olarak kabul edilmiştir. Astronomi alanındaki çalışmalarından biri de “Risâlâtel-Fethiye”(Fetih Risalesi) adlı eserdir. Öyle ki, o dönemde yazılmış en önemli astronomi ve coğrafya kitabıdır. Hem birçok yerli ve yabancı ilim adamı tarafından başvuru kitabı niteliği kazanıp sayısız ilmî çalışma ve analize konu olmuş hem de yıllar boyunca ders kitabı olarak okutulmuştur. Ali Kuşçu bu eseri, 1457’de “Risâlât el-Hey’e” (Astronomi Risalesi) ismiyle Farsça olarak yazmış; daha sonra Arapçaya çevirmiştir. Arapça çevirisinin sonuna gök cisimlerinin dünyadan uzaklıklarına dair bir bölüm eklemiştir. Eseri, kendisinin de katıldığı Otlukbeli Savaşı sırasında tamamlamıştır. Zaferden sonra Fatih’e sunduğu için “Fethiye” adını vermiştir. Eser, bir mukaddime (giriş), üç makale veya bölümden oluşmaktadır. 1. bölümde evren sistemi, gezegenler ve küreler ele alınmakta; gezegenlerin konumları, hareketleri, dizilişleri, enlem ve boylamları incelenmektedir. 2. bölümde Yer’in (Dünya’nın) şekli, iklimler, gece-gündüz, takvim ve kıble yönüne yer verilmektedir. Ayrıca Ekvator’un özellikleri, enlemi 90 derece olan bölgelerin özellikleri, gece ve gündüz uzunlukları, ekliptik yayın ufuktan yükselişi, gezegenlerin meridyenden geçiş, doğuş ve batış dereceleri de konu edilmektedir. Son bölümde ise, Yer’e ilişkin ölçüler, gezegenlerin dünyaya uzaklıkları ve konumları verilmektedir. Yer’in büyüklüğü; Ay’ın evrenin merkezine olan uzaklığının Yer’in yarıçapı cinsinden bilinmesi; Ay ve Güneş’in çapı gibi mevzulara değinilmektedir. Ayasofya Kütüphanesi 2670/2733, Beyazıt Kütüphanesi 4614, Nuruosmaniye Kütüphanesi 2911, Kandilli Rasathanesi 65/8 numarada ve 52 á8%$7 2016 İstanbul’un Osmanlı döneminden kalma birçok eski kütüphanesinde nüshası bulunan eserin aslı Farsça ve Arapçadır. Torunu Mirim Çelebi ve talebesi Sinan Paşa tarafından ayrı ayrı şerh edilmiştir. 1549’da Kanunî Sultan Süleyman’ın emriyle, “Mir’atü’l-Memâlik” ve “Mir’atü’l-Kâinat”ın müellifi ünlü Osmanlı denizcisi Seydî Ali bin Hüseyin tarafından “Hulâsa el-Hey’e” (Astronominin Özeti) başlığıyla; Molla Abdullah Perviz (öl. 1570) tarafından da “Mirat-üs–Sema” (Semanın Aynası) adıyla Osmanlı Türkçesine tercüme edilmiştir. Üçüncü tercümesi ise Mühendishâne-i Hümâyun baş hocası Seyyid Ali Paşa (öl. 1845) tarafından yapılmış ve 1843’te “Mir‘ât-ı Âlem” (Âlem’in Aynası) ismiyle İstanbul’da neşredilmiştir. Ekliptik Eğimi Keşfi ve Güneş Merkezli Görüşün Temelini Atması Fetih Risalesi’nin ilmî anlamda üç mühim özelliğe sahip olduğu söylenebilir: Birincisi: Ali Kuşçu, eserde ekliptiğin2 eğimini 23°30’ 17” olarak bulmuştur. Ekliptiğin günümüzdeki değerinin 23° 27’00” olduğunu dikkate aldığımızda iki değer arasındaki küçük fark, Ali Kuşçu’nun astronomi ilminde eriştiği noktanın ve gösterdiği üstün başarısının çok önemli bir delilidir. İkincisi: Antik Yunan dönemi coğrafya ve astronomu bilgini Klaudyos Ptolemaios’un (Batlamyus) (85-165) yer merkezli astronomi görüşünün temelini oluşturan, gezegen hareketlerinin açıklanması için geliştirilen dış merkezli ve çember merkezli düzenekleri, fizikî esaslara dayandırmayı da denemiştir. Yer merkezli evren modelini fizikî temele oturtmaya çalışmıştır. Üçüncüsü: Güneş ile gezegenler arasındaki ilişkiye dikkat çektiği; “Alt gezegenlerin çember merkezleri, Güneş’in merkezi ile daima karşılaşma konumundadır; Güneş’ten uzak olamazlar.” yaklaşımıyla 15. yüzyıl astronomisinde önemli bir değişime yol açmıştır. Böylece yer merkezli görüşten -Rönesans dönemi matematik ve astronomi bilgini Nikolas Kopernik’e (1473-1543) mal edilen- güneş merkezli evren görüşe geçişin temellerini atanlardan olmuştur. Astronomiyle İlgili Diğer Eserleri Ali Kuşçu’nun astronomi alanındaki önemli bir çalışması da Ay’ın safhalarını/hareketlerini incelediği “Risâlefî Halli el-Eşkâl el-Kamer” isimli eseridir. Eseri, Uluğ Bey’e başından sonuna kadar okumuş ve hocasının, engin bilgisi ve ilmî derinliğiyle takdir ve hayranlığını kazanmıştır. “Fâide fî Eşkâli Utarid” (Merkür’ün Görünümleri Üzerine) adlı eserinde de Merkür gezegeninin hareketlerini konu almıştır. Ünlü astronom Ptolemaios’un/Batlamyus’un, en meşhur eseri “Almagest”te ileri sürdüğü bazı bilgileri tenkit ve tashih etmiştir. Kopernik’in 1496’da geliştirdiğine benzer yeni bir Merkür modelini ondan çok daha önce ortaya koymuştur. Plolemaios’un, iki iç gezegen olan Merkür ve Venüs’ün hareketlerine ilişkin görüşlerini tenkit ettiği diğer bir çalışması da “Risâle fî Asl el-Hâric Yumkinu fî el-Sufliyeyn” (İki İç Gezegende Dış Merkezlilik Kuralı) başlıklı kitaptır.3 Dipnotlar: 1. Gök cisimlerinin yerini belirlemek üzere eski astronomi bilginlerinin hazırladığı çizelge, yıldız kataloğu. 2. Ekliptik: Güneşin etrafında dönen Dünyanın elips şeklinde çizdiği yörüngeden geçtiği kabul edilen yatay düzlem. 3. Mecdî, Terceme-i Şaka’ik, İstanbul, 1269, s.180-184; Taşköprülüzade Ahmed, Şaka’ik el-Nu’maniye, c.1, s.143, 181-184; Hoca Saadeddin Efendi, Tacü’t-Tevarih, İstanbul, 1279, c.1, s.489-491, c.2, s.261, c.5, s.135; Salih Zeki, Asâr-ı Bâkiye, İstanbul, 1329, c.1, s.198 vd., c.2; Aydın Sayılı, Uluğ Bey ve Semerkand’daki İlim Faaliyeti Hakkında Giyasüddin-i Kâşi’nin Mektubu, Ankara, 1960, Türk Tarih Kurumu Yayınları; Muzaffer Gökmen, Fatih Medreseleri, İstanbul, 1943, s.20-22 vd.; Fatin Gökmen, Süheyl Ünver, Ali Kuşçu, İstanbul, 1948, s.7-8; Ünver, Ali Kuşçu, Hayatı ve Eserleri, İstanbul, 1948, s.9-67; Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, İstanbul, 1982, s.42, 47, 49, 63; Abdülhak Adnan (Adıvar), “Ali Kuşçu”, İslam Ansiklopedisi, c.1, Eskişehir, 2001, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, s.321-323; Ekmeleddin İhsanoğlu, Ramazan Şeşen ve Diğerleri, Osmanlı Astronomi Literatürü Tarihi, İstanbul, 1997, c.1, s.33 vd., c.2, 587-588; İhsanoğlu, Mustafa Kaçar, “Osmanlı İmparatorluğunda Klasik Bilim Geleneğinin Tarihçesi”, Türkler Ansiklopedisi, Ankara, 2002, Yeni Türkiye Yayınları, c.11, s.158, 159, 161, 162, 165, 166, 169, 171; Muammer Dizer, Ali Kuşçu, Ankara, 1988, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, s.3-5, 14, 16-17, 25, 27-28; Yavuz Unat, Astronomi Tarihi, Ankara, 2001, s.125-128; Kemal Zülfü Taneri, Türk Matematikçileri, Matbaacılık Okulu, 1958, s.83-99; Melek Dosay Gökdoğan, “Osmanlılarda Matematik”, Türkler Ansiklopedisi, c.11, s.267-268, 275; Cengiz Aydın, “Ali Kuşçu”, İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1989, c.2, s.408-410; Şaban Döğen, Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi, İstanbul, 1987, Nesil BasımYayın & Yeni Asya Yayınları, s.33-36. somuncubaba 53 HADİS / Bünyamin ERUL* ABDESTTE TİTİZLİK! “Din dilinde iyi ve güzel şeyler için nasıl melek sembolizmi kullanılıyorsa, kötü ve çirkin şeyler için de şeytan sembolizmi kullanılmaktadır. İbnu’l-Arabî’nin çok yerinde tespitiyle söyleyecek olursak, ‘İslâm Şeriatı, çirkin olan her davranışı şeytana, güzel olan her davranışı da meleğe nispet etmiştir. Zira şeytan kötülüğün, melek de iyiliğin ve güzelliğin vasıtasıdır.” 54 á8%$7 2016 K elimenin tam anlamıyla bir temizlik dini olan İslâm, inananlardan hem maddî temizliği, hem de manevî temizliği ister. Bilhassa abdest ve gusül gibi bazı temizlik çeşitlerini namazın şartlarından saymış olması, yemekten önce ve sonra ellerin yıkanmasının ve beden ile ilgili çeşitli temizliklerin sünnet olması, evlerin, sokakların, kısaca çevrenin temiz tutulmasının tavsiye edilmesi maddî temizliğe ne denli önem verildiğini göstermeye yeter. İslâm’ın temizliğe verdiği bu öneme paralel bir şekilde, muteber hadis kaynaklarımızın birçoğunda “taharet, vudû’, gusul” gibi bölümler kitapların baş taraflarında hatta bazılarının ilk bölümü olarak yer alır. İşte bu durum, temizliğe pek riayet etmeyen, hatta bazen “Şunu yapmadıkça yıkanmayacağım!” şeklinde yemin etmenin yaygın olduğu cahiliyye toplumundan, su ve temizlik medeniyetine geçişin bariz göstergelerindendir. Allah Rasûlü ashabına sadece iman, ibadet ve ahlakı öğretmekle kalmadı, onlara neyi nasıl yapacaklarını, nasıl yaşayacaklarını, ne şekilde davranacaklarını da bizzat yaşayarak öğretti. O, vahiyle donanmış, hikmetle bezenmiş bilge bir muallimdi. Kendi ifadesiyle o, muallim olarak gönderilmişti.1İbn Mes’ud’un ifade ettiği gibi, Rasûlullah (s.a.v.) hayrın başlangıçlarını da, sonuçlarını da öğretmişti.2 O, hayatın her alanında, insanlara faydalı olduğunu düşündüğü pek çok şeyi ashabına öğretmişti. Hatta Hz. Peygamber (s.a.v.)’in en ince ayrıntılara varıncaya kadar birçok şeyi öğretme cihetine gitmesi, müşrikler tarafından bir hayli yadırganmıştı. Nitekim Selman-ı Farisî’ye “Sizin Peygamberiniz, tuvalet yapış tarzınıza kadar size her şeyi öğretmiş, öyle mi?!” şeklinde alayvâri bir soru yönelttiklerinde o, “Evet.” dedikten sonra, tuvalette kıbleye yönelmeme, sağ el ile, üçten az taş, tezek veya kemik ile taharetlenmeme şeklindeki Nebevî talimatları sıralamıştı.3 Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Biriniz abdest aldığında burun deliklerine su çekerek sümkürsün!”4 İşte yukarıdaki hadiste bir temizlik kültürü öğretilmektedir. Abdest alırken, önce buruna suyun çekilmesi, ardından da sümkürülerek iyi bir temizlik yapılması yani “istinşak” sünneti öğütlenmektedir. Bilhassa, çölde, tarlada, hurmalıkta yaşayan bir toplumda burunun toz toprakla dolması kaçınılmaz bir durumdur. Günde birkaç defa alınacak abdestte yapılacak bu tür bir temizlik, sıhhî olduğu kadar, kişiyi de hayli rahatlatacaktır. Hadiste dile getirilen bu temizliğin fıkhî boyutuna gelince, Ahmed b. Hanbel, İbn Ebî Leyla ve İshak b. Raheveyh gibi bazı âlimler, emrin zahirinden hareketle istinşakın vacip olduğunu söylemişlerdir. Burada muhtemelen, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in abdestini anlatan bütün rivayetlerde, onun istinşak yapmasının da payı olmalıdır. Fakat âlimlerin çoğu (cumhur) bunun nedb yani sünnet olduğu kanaatindedirler. Hadisin bir varyantında “Biriniz uyandığında (abdest alırken) burnunu üç defa temizlesin! Çünkü şeytan onun genizlerinde geceler.” denilmektedir.5 Buradaki “şeytanın genizde gecelemesi” ifadesi literal biçimde anlaşılmamalıdır. Ebu Hureyre’den sadece İsa bin Talha’nın naklettiği varyantta bulunan bu gerekçenin, râvî tasarrufu ve yorumu olması da muhtemeldir. Ancak din dilinde iyi ve güzel şeyler için nasıl melek sembolizmi kullanılıyorsa, kötü ve çirkin şeyler için de şeytan sembolizmi kullanılmaktadır. İbnu’lArabî’nin çok yerinde tespitiyle söyleyecek olursak, “İslâm Şeriatı, çirkin olan her davranışı şeytana, güzel olan her davranışı da meleğe nispet etmiştir. Zira şeytan kötülüğün, melek de iyiliğin ve güzelliğin vasıtasıdır.”6 Dipnot *Prof. Dr. Bünyamin ERUL 1. Ahmed b. Hanbel, Müsned, III. 328. 2. Ahmed b. Hanbel, Müsned, I. 408. 3. Müslim, Tahareâce, Tahâre 16. 4. Hemâm, Sahîfe, No: 82; Buhârî, Vudu, 25-6; Müslim, Tahâre, 21; Ahmed b. Hanbel, Musned, II. 316. 5. Müslim, Tahâre, 23,Ahmed b. Hanbel, Müsned, II. 352. 6. Bkz: Görmez Mehmet, Metodoloji Sorunu, s. 248-251. somuncubaba 55 EDEBİYAT / Vedat Ali TOK KÂŞGARLI MAHMUD VE DÎVÂN-I LUGÂTİ’T-TÜRK “Dîvân-ı Lugâti’t-Türk, Türk kültür tarihini, Türklerdeki aile yapısını, akrabalık ilişkilerini, eski ve yeni inançlarını, sosyal hayatını, devlet yapısını, sanatını, yemeklerini, silahlarını, kullandıkları aletlerini kısacası Türklerle ilgili ne varsa ortaya koyan bir kaynaktır.” 56 á8%$7 2016 D inî bir muhtevası ve hüviyeti olmasa bile Kâşgarlı Mahmud’un yazdığı Dîvân-ı Lugâti’t-Türk isimli eser de (İslâmiyet’e) geçiş dönemi eserlerinden kabul edilir çünkü Türklerin İslâmiyet’i kabulünden hemen sonra yazılan ilk eserlerden biridir. Dünyada bir tek nüshası bulunan ve İstanbul Millet Kütüphanesinde muhafaza edilen eserin son sayfasında,Dîvân-ı Lugâti’t-Türk’ün 25 Ocak 1072 tarihinde yazılmaya başlandığı, 10 Şubat 1074 tarihinde tamamlandığı kaydı mevcuttur. Kâşgarlı Mahmud, Dîvân-ı Lugâti’t-Türk’ü yazma sebebini Allah’a ve Hz. Muhammed’e (s.a.v.) övgü bölümünden hemen sonra şöyle açıklamaktadır. “Talih güneşinin Türklerin burcunda doğduğunu ve Cenab-ı Hakk’ın Türk hakanlığını göğün felekleri arasına yerleştirdiğini, onlara ‘Türk’ dediğini ve egemenlik verdiğini, onları çağın hakanları yapıp, dünyaya hükmetmenin dizginlerini ellerine verdiğini, onları tüm beşeriyete memur ettiğini, doğruluğa yönelttiğini, onlara katılanlar ve onlar adına çabalayanları güçlendirdiğini, böylece istedikleri her şeyi elde ettiklerini ve çapulcuların rezilliğinden kurtulduklarını idrak ettim ve anladım ki akıl sahibi her insan onlara katılmalıdır; aksi hâlde onların ok yağmuruna maruz kalır. En iyisi gönüllerini almak, kulaklarına eğilmek suretiyle onlara yanaşmak ve onlarla kendi dillerinde konuşmaktır. Hasımlarından birisi onların tarafına geçerse, onu diğerlerinin hışmından korurlar; başkaları da onunla birlikte iltica edebilir ve böylece kötülüğe maruz kalma konusundaki tüm korkular bertaraf olur.” Kâşgarlı Mahmud, eserini yazma sebeplerinden birini de şöyle izah eder: “Buharalı imamlar arasındaki bir güvenilir kaynaktan ve Nişabur halkının bir imamından işittim. Her ikisi de aşağıdaki hadisi aktardı ve ikisinin de isnat zinciri Rasûlullah’a (Allah’ın salât ve selamı onun üzerine olsun) dayanıyor. Kıyamet alametlerinden, ahir zaman azaplarından ve Oğuz Türklerinin ortaya çıkışından söz ediyordu, dedi ki: ‘Türkle- rin lisanını öğrenin, çünkü onların saltanatı uzun sürecektir.’ Bu hadis sahih ise-vebali boyunlarına olsun- Türkçeyi öğrenmek dinî bir vecibedir. Eğer sahih değilse, marifet bunu gerektirir.” Dîvân-ı Lugâti’t-Türk, Türk kültür tarihini, Türklerdeki aile yapısını, akrabalık ilişkilerini, eski ve yeni inançlarını, sosyal hayatını, devlet yapısını, sanatını, yemeklerini, silahlarını, kullandıkları aletlerini kısacası Türklerle ilgili ne varsa ortaya koyan bir kaynaktır. Eser, Türkçenin Arapça kadar zengin bir dil olduğunu ortaya koymak ve Araplara Türkçe öğretmek amacıyla yazılmıştır fakat Dîvân-ı Lugâti’t-Türk’ün, Türk kültürü bakımından kıymeti yazılış amacından daha üst bir seviyededir. İlk Türkçe Derleme Sözlüğü Dîvân-ı Lugâti’t-Türk ilk Türkçe derleme sözlüğüdür. Kâşgarlı Mahmud, Türklerin yaşadıkları bölgeleri adım adım gezerek duyduğu kelimeleri titizlikle derlemiştir. Eser, yaklaşık 9.000 kelimelik ansiklopedik bir sözlüktür. Kâşgarlı Mahmud’un özel isimleri de söz varlığına alarak ayrıntılı bilgiler vermesi esere ansiklopedik sözlük, hatta ansiklopedi niteliğini de kazandırmıştır. Bunlar içerisinde şehir, köy, dağ, ırmak, deniz gibi coğrafya adları ile kişi ve topluluk adları da yer almaktadır. Türk topluluklarının adlarını açıkladığı maddelerde somuncubaba 57 ayrıntılı bilgiler verilmiştir. İsimler açıklanırken onlarla ilgili atasözleri, manzum parçalar, zaman zaman da hadisler iktibas edilmiştir. Divan-ı Lugati’t-Türk’te kelimeleri arayanlar kolayca bulsun diye belirli bir düzene göre sıraladığını belirten Kâşgarlı; atasözü, deyim ve şiir gibi edebî ürünlerle Türkçenin anlatım derinliğini ortaya çıkardığını söyler. Bunun için eserinin sözlük bölümünde tanımladığı hemen her sözün, içinde geçtiği örnek cümleleri, şiirleri, atasözleri ve deyimleri vermeye özen göstermiştir. Kâşgarlı Mahmud, eseriyle ilgili şu bilgileri de yine kendisi verir: “Türklerin görgülerini, bilgilerini göstermek için söyledikleri şiirlerden örnekleri kitaba serpiştirdim. Sıkıntılı veya sevinçli günlerde yüksek düşüncelerle söylenmiş olan ve ilk söyleyenden sonra kuşaktan kuşağa aktarılan atasözlerini de kitaba aldım. Böylece kitap en üst düzeyde yetkinliğe ve mükemmel arılığa ulaştı.” Kâşgarlı Mahmud, eserinde kendisinden bahsederken Türklerin en güzel ve en etkili dile sahip biri olduğunu, en açık anlatan, en akıllı, en iyi eğitimli, en soylusu olarak tanıtır. Çok iyi 58 á8%$7 2016 kargı kullandığını da söyleyen Kâşgarlı Mahmud, bu özellikleri sayesinde bütün Türk illerini dolaşıp Türk, Türkmen, Oğuz, Çiğil, Yağma ve Kırgızların dillerini, sözlü edebiyat ürünlerini öğrendiğini, bütün bu bilgileri en uygun bir biçimde sıralayarak kitabını düzenlediğini anlatır. Kâşgarlı Mahmud, eserinde Türk boylarından bahsederek Türklerin kökünün Nuh Peygamber’in oğlu Yafes’e ve onun oğlu Türk’e dayandığını yazmaktadır. Türklerin her bir boyunun çeşitli kollara ayrıldığını belirten Kâşgarlı Mahmud bu kolların sayısını ancak Allah’ın bilebileceğini belirtir ve yalnızca büyük boyları ve ana kollarını eserinde anar. Ancak Kâşgarlı Mahmud’un Oğuzlara özel bir önem verdiği, Oğuzların bütün kollarını adlarıyla, damgalarıyla birlikte ayrıntılı bir biçimde tanıttığı görülür. Kâşgarlı Mahmud, Türk boylarının yaşadığı coğrafyayı anmakla kalmamış Bu boyların her biri şu haritada gösterilmiştir diyerek eserine eklediği harita üzerinde Türk soylu halkların yaşadığı bölgeleri göstermiştir. Dîvân-ı Lugâti’t-Türk, İslâm öncesine ait sözlü ürünlerden sav (atasözü), koşuk (koşma), sagu (ağıt) ve destan parçalarının yazıya geçirildiği ilk eser olma özelliğini de taşır. Yazımızı, Dîvân-ı Lugâti’t-Türk’te geçen birkaç sav örneği ile bitirelim: Avçı neçe al bilse, adhığ ança yol bilir (Avcı ne kadar hîle bilse, ayı o kadar yol bilir.) Agılda oglak togsa arıkda otı öner./Ağılda oğlak doğsa, dere boyunda otu biter. Alp çerikde, bilge tirikde /Yiğit ordu içinde, bilgin mecliste belli olur. Birin birin min bolur, tama tama kol bolur / Birer birer bin olur, damlaya damlaya göl olur. Boldaçı buzagu öküz ara belgülüğ / Öküz olacak buzağı, kendisini belli eder. Ebdeki buzagu öküz bolmas /Ev danası öküz olmaz. Endik uma eblikni agırlar /Şaşkın misafir ev sahibini ağırlar. Erdem başı tıl/Faziletin başı dildir. Ermegüğe bulıt yük bolur /Tembele bulut yük olur. Kanıg kan bile (birle) yumas/ Kanı kan ile yıkamazlar. Karı öküz balduka korkmas /Yaşlı öküz baltadan korkmaz. Kişi alası içtin, yılkı alası taştın/İnsanın alası içinde, atın alası dışındadır. Kişi sözleşü, yılkı yıylaşu /İnsan söyleşerek, at koklaşarak anlaşır. Kut belgüsi bilig / Devlet alâmeti bilgidir. Ot tese ağız köymes /Ateş demekle ağız yanmaz. Otuğ odhguç birle öçürmes /Ateş alev ile söndürülmez. Öd keçer kişi tuymas, yalnuk oglı mengü kalmas/ Zaman geçer kişi duymaz, insanoğlu ebedî kalmaz. Öküz ayakı bolgınça buzagu başı bolsa yeğ/ Öküz ayağı olmaktansa, buzağı başı olmak yeğdir. Tag tagka kabuşmas, kişi kişiğe kabuşur / Dağ dağa kavuşmaz, insan, insana kavuşur. Yalnuk oglı munsuz bolmas /İnsanoğlu dertsiz olmaz. Yazmas atım bolmas, yanılmas bilge bolmas /Şaşmaz ok, yanılmadık bilgin olmaz. Yılan kendü eğrisin bilmes, tebi boynın eğri ter/ Yılan kendi eğriliğini bilmez, deveye boynun eğri der. Yırak yer sabin arkış keldürür /Uzak yerin haberini kervan getirir. Yüzge körme erdem tile /İnsanda yüz güzelliği değil fazilet ara. somuncubaba 59 Önemli Bir Not: UNESCO tarafından 2008’in Kaşgarlı Yılı ilan edilmesi ve Avrasya Yazarlar Birliği, Türk dilinin ilk gramer kitabı olan Kaşgarlı Mahmut’un kayıp eseri “Kitabu Cevahirü’n-Nahv Fi Lugati’t-Türk”ü bulana 1000 Cumhuriyet altını ödül verecek, haberi üzerine Kaşgarlı Mahmut ve onun eseri üzerine dikkatler yeniden yoğunlaştı. Aslında her şey Besim Atalay’ın Dîvân-ı Lügâti’t-Türk çevirisinde Kaşgarlı Mahmut’un ağzından aktardığı, çekim ve yapım özellikleri üzerinde fazla durmayacağını çünkü bu konuları Cevahirü’nNahv adını verdiği bir kitapta işlediği… şeklinde yaptığı tercümeden kaynaklandı. Hâl böyle olunca Kaşgarlı Mahmud’un bu yazılıp da kaybolduğu sanılan eserinin bulunması için Kaşgarlı Yılı’nda biraz da 1000 altının hatırına herkes bu cevahiri aramaya koyuldu fakat tam da bu sırada Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ümit Tokatlı söz konusu eserin yazılmış olmasının zayıf bir ihtimal olduğunu, bunun Besim Atalay’dan bugüne kadar tercüme yanlışlığından kaynaklanan bir vehim olduğunu iddia etti. 60 á8%$7 2016 Prof. Dr. Ümit Tokatlı ile yaptığımız mülakatta bu konu ile ilgili şunları söylemektedir: “Kültür Bakanlığı tarafından yayınlanmış olan Dîvân-ı Lügâti’t-Türk Tıpkıbasımı, Besim Atalay’ın kaleme aldığı DLT Tercümesi, Amerika’da yayınlanmış olan DLT İngilizce Tercümesi ve İran’da yayınlanan DLT Farsça Tercümesi’nin giriş bölümleri karşılaştırılmalı olarak ele alınıp incelendi. Eserin orijinalinde Kaşgarlı, değinmiş olduğu çekim ve yapım ve özellikleri üzerinde fazla durmayacağını çünkü bu konuları “Cevâhirü’n-Nahv” adını verdiği kitapta Allah’ın yardımı olursa işleyeceğini söylemektedir. Cümlenin sonunda bulunan inşallah –inşâ Allah- azze ve celle ifadesi bir duadır. Allah’ın yardımıyla yapılmış olanlara şükredilir, ancak gelecek ile ilgili olması istenenler için dua kipinin kurulduğu çok açıktır. Buradaki kip de duadır. Kaşgarlı bu eseri bir proje olarak düşünmüştür, belki de bir kısmını yazmıştır, fakat Dîvân-ı Lügâti’t-Türk’ün telif edildiği tarihte böyle bir eserin toplu bir biçimde kitap olarak ortada olmadığı Kaşgarlı’nın ifadesinden açıkça anlaşılmaktadır. Besim Atalay’ın hazırlamış olduğu tercümede, o bölümün yanlış çevrilmiş olması sanki bu eserin yazılmış, bir yerlerde bulunuyormuş ve de daha gün ışığına çıkmamış gibi algılanmaya sebebiyet vermektedir. Ancak eserin orijinalinden hareketle, Kaşgarlı Mahmud’un bu bahsettiği eseri yazıp yazmadığı meçhuldür. Temennimiz bu kitabın yazılmış olması ve günün birinde de ortaya çıkması yönündedir. O zaman da bu eserin telif tarihinin Dîvân’ın telif tarihinden daha sonraki bir tarihte olması gerektiğini tahmin etmek yanlış olmayacaktır.” Hiç Olduğunu Neden diyor dilin benden büyük kim? Düşünsen anlardın hiç olduğunu Benlik yarasını saramaz hekim Düşünsen anlardın güç olduğunu Sofranı süslüyor susamlı çörek Et, köfte, pastırma, havyarlı börek Doysanda diyorsun kuş sütü gerek Düşünsen anlardın aç olduğunu Başında savrulan tel emanetken Ayak, kulak, burun el emanetken Benim benim dersin dil emanetken Düşünsen anlardın suç olduğunu Beraber yaşarken gül ile diken Kazanır mı sanki nefreti eken Her doğan canlıya ölüm var iken Düşünsen anlardın göç olduğunu Neden bu gururun topraktan özün İsyan ede ede nurlanmaz yüzün Pişmanlık içinde kapanır gözün Düşünsen anlardın geç olduğu Dünya dedikleri beş harf sadece Yarısı gündüzdür yarısı gece Zaman hızlı geçer, yaşlanır nice Düşünsen anlardın kaç olduğunu Emine Yılmaz DERECİ somuncubaba 61 KİTAP / Yusuf HALICI SARIKAMIŞ’IN BEYAZ ÖYKÜSÜ Sözün ve kalemin coğrafya, Konya, Ankara gibi dahi donduğu “Sarıkamış kasabalardan fazla; Mohaç Faciası’nı” bilir misiniz? Ta- ve Sarıkamış gibi gezilip gö- rih, böylesine bir faciayı ne rülmez yurtlardan yoğrulur. yazmış ne de görmüştür. Her milletin toprakaltında Her ocaktan en az bir şe- böyle kemiklerden kurul- hit verdiğimiz, acısı yürekler muş ve kan pırıltıları içinde yakan Sarıkamış Dramı’nın; yanan ruhların oturmakta çoğu, düşmana tek bir kur- olduğu bir vatanı vardır. Bu şun bile sıkmadan dona- vatan parçalanmaz, bölün- rak şehit olan on binlerce mez, çiğnenmez... On üç, Mehmetçiğin acıklı, acıklı on dört günlük bir muha- olduğu kadar da destansı rebeden sonra Anadolu’da “beyaz öyküsü”... elli bin çocuk yetim, otuz İman, cesaret, fedakârlık bin kadın dul kaldı. Bir Türk, ve asalet abidesi masal kahramanı binlerce Sarıkamış’ın kışını ağlamadan ve utanmadan Mehmetçiğin; kış kıyamette, paltosuz, pos- nasıl seyredebilir? talsız, gömlek ve çarıkla, 2400 rakımlı ve -40 Sarıkamış, Türk milletinin tarihinde bir şe- dereceli Allahuekber Dağlarına ve cehennemî reftir. Türk Milleti, son harpte bilhassa iki yer- tipinin ortasına sürülüşü... de tabiat ve imkânsızlıkla boğuşturuldu: Çöl ve Şanlı tarihimizin, şerefle dolu yaprakları ya- Sarıkamış! Allah’ın birini ateşten, birini buzdan nında az da olsa acı ve hüzün yüklü yaprakları yarattığı iki müthiş cehennemden Türk sabrı, da vardır ve belki de bunların millî hafızaya ka- Türk cüreti imtihandan geçti. zınmış en acıklı ve unutulmaz olanı Sarıkamış Sarıkamış şehitleri, bir güneş aksinin hasre- Harekâtı’dır. O gün bugündür üzerine sayısız ti ile Sina şehitleri bir su damlasının hasreti ile söz söylenen ve yeni yeni yazılıp çizilmeye baş- öldüler. Birinin güneşi Türk cesedini bir kar gibi lanan Sarıkamış, “OsmanlI’nın Beyaz Kerbela’sı” eritti, öbürünün karı bir madde gibi dondurdu. olarak tarih sayfalarında buzdan bir kor halinde Fakat Türk’ün ruhuna ne oldu? Bu ruh gösterdi ışıldamakta ve milletimizin vicdanını kanatma- ki, hâlâ güneşten daha zorlu ve buzdan daha ya devam etmektedir. yakıcıdır. Sarıkamış nedir? Neresidir? Bir kasaba mı, Mısır Seferi ve Sarıkamış Taarruzu, belki bir dağ başı mı, mezarlık mı? Sarıkamış, artık başkumandanlığın askerî hatıralarında fennî Mohaç gibi Niğbolu gibi bir destan olmuştur. lekelerdir. Türk milletinin tarihinde asla... Bütün Böyle isimler, tarihte kalabilmek için taştan harp, Şarkta sanki Türk Milleti’ne üç büyük şeref birer şehrin adı olmaya muhtaç değildir. Millî kazandırmak için hazırlandı: Bu üç şerefin biri 62 á8%$7 2016 KİTAPLIK Çanakkale, öteki Sarıkamış, üçüncüsü çöldür. Çöl ve Sarıkamış faciaları, Türk Devleti’nin niçin battığını ve Türk Milleti’nin niçin yaşadığını gösteren iki tarih düğümüdür. ” Sarıkamış Harekâtı, yıllardır tartışılıyor; ama tartışılmayacak tek bir şey var ki, o da; korkunç Bilinçli Aile Olmak Nevzat Tarhan Timaş Yayınları 0212 512 40 00 kar tipileriyle savrulan, -50 dereceye kadar düşen soğukta kırılan, aç-bîilaç kalıp dermanı kesilen, soğuk ve buzlu rüzgârdan etleri dökülen, amansız ve acımasız emirlere göğüs geren, her şeyin bittiği noktada bu kez de dizanteri ve tifonun pençesinde can çekişen, varlığımızın teminatı o muhteşem “Mehmetçiğin” dillere destan kahramanlığı, fedakârlığı, mesuliyet duygusu Dört Halifenin Menkıbeleri Şemseddin Sivâsî Sufi Yayınları 0212 511 24 24 ve mücadele azmidir. Mehmetçiğin emre itaati, tevekkülü, direnci, insan takatini aşan zorluklara göğüs germesi, hedefe kilitlenmesi ve onca dramdan sonra büyük bir metanetle düşman üzerine korkusuzca atılması hayret-engiz bir hadisedir ve bütün bunlar Sarıkamış Dramını fazlasıyla destansı kılmaya yetmektedir. Akif Dede Vehbi Vakkasoğlu Nesil Yayınları 0 212 551 32 25 Evet, koca cihan devleti Osmanlı, hangi şahsi ihtiraslar ve yanlış kararlar uğruna Sarıkamış uçurumlarına itildi? “Turan Fatihi” olma sevdasındaki Enver Paşa, binlerce insanı dehşetli bir can pazarına nasıl sürükledi? Enver Paşa bir kahraman mı; yoksa maceraperest, hayal avcısı, sefil bir “Donkişot” mu? Sarıkamış’ta yaşanan Bir Hayat Tarzı Olarak Şehir, Mekan, Meydan Hasan Taşçı Kaknüs Yayınları 0 216 341 08 65 destansı dramın esr(k)arlı içyüzü nedir? İşte elinizdeki bu kitapta, buna benzer daha pek çok ifritten sualin cevabını bulacaksınız. İlk baskısı “Sarıkamış Destanı Tarihimizin En Beyaz Dramı” ismiyle (İstanbul 2006, Akis Kitap) çıkan eser gözden geçirilmiş bu yeni baskısı Mavi Yayıncılık tarafından gerçekleştirilmiş. Engelleri Aşanlar Turan Yalçın Az Kitap 0 212 512 86 64 İbret ve ders alınması temennisiyle... Mavi Yayıncılık Tel: 0212 6358395 somuncubaba 63 KÜLTÜR / Fatih ERKOÇOĞLU İBN BATTÛTA VE SEYÂHATNÂMESİ “Dünyanın hiç şüphesiz önemli gezginlerinden birisi olan İbn Battûta’nın, seyâhatnâmelere yeni bir anlayış ve uslüp getirdiği ifade edilmektedir. Onun notlarında, ülke ve beldelerin özellikleri ele alınmış olsa da daha ziyade insanların ve halkların durumları, sosyal hayat, inanç ve gelenekleriyle ilgili bilgiler verilmiştir.” 64 á8%$7 2016 Giriş Arapçadaki “gezmek, gezi” manasındaki seyâhat ile Farsça nâme (risâle, mektup) kelimelerinden oluşan seyâhat-nâme “gezi mektubu, gezi eseri” anlamına gelmektedir. Farsçadaki karşılığı ise sefer-nâme’dir. Asr-ı saâdetten beri, fetihler sonucunda genişleyen İslâm topraklarını oluşturan beldeleri ve halkları tanımak, başta hadis olmak üzere çeşitli ilimleri tahsil etmek gibi maksatlarla Müslümanların muhtelif seyahatlar gerçekleştirdikleri, gezdikleri ve gördükleri yerleri, duydukları şeyleri kaleme aldıkları bilinmektedir. İslâm tarihinin kaynağı olmak bakımından seyâhatnâmelerin önemli bir boşluğu doldurduğu izahtan varestedir. İslâm tarihi kaynaklarında zikredilen pekçok olayın meydana geldiği mekanlardaki değişimi ve gelişmeyi biz bilhassa seyyahların notlarında yakalayabilmekteyiz. Seyyahların tasvirleri, diğer kaynaklarda zikredilmeyen pek çok konu hususunda daha da önemli olabilmektedir. Endülüs Emevi halifesi II. Abdurrahman tarafından (208/824) Bizans’a ve Normanlara elçi olarak gönderilen Yahya b. Hakem, Abbâsî halifesi Vâsıkbillâh tarafından Çin seddinin yıkılıp yıkılmadığına dair bilgi edinmek üzere görevlendirilen Sellâm et-Tercümân’ın seyahati, yine bir başka Abbâsî elçisi İbn Fadlân’ın, (Halife Müktedir’in 921 yılında İdil-Volga Bulgar hükümdarına gönderdiği heyet içerisinde yer aldı) notlarının yer aldığı er-Rihle’si, tarih ve coğrafya âlimi aynı zamanda bir seyyah olan ve dedesine nispetle Mes’ûdî lakabıyla anılan meşhur tarihçi Mes’ûdî’nin (346/957), aldığı dersler ve okuduğu kitaplarla yetinmeyip bilgisini arttırmak için mağrip ve Endülüs hariç dönemin İslâm coğrafyasında hatta İslâm coğrafyası dışında Fars, Hint, Filistin, Şâm ve Mısır ülkelerine yaptığı uzun yolculuklar sırasında elde ettiği malzemelerle telif ettiği meşhur eseri Mürûcu’z-Zeheb’i, 331/943 yılında Ebû Dülef Mis’ar b. Mühelhil’in dolaştığı Ermenistan, Çin ve Türk illerine dair notlarının yer aldığı rihlesi (Rihle ile’s-Sîn ve Rihle fî Vasati Asiya), Nasır-ı Hüsrev’in 1045-1052 yılları arasında gezdiği İran, Anadolu, Filistin ve Mısır’ı kapsayan kitabı Sefernâme’si, Gırnatî’nin (ö. 565/1169-70) Seyâhatnâmesi (Tuhfetu’l-Elbâb ve Nuhbetü’lA’câb), Endülüslü İbn Cübeyr’in (ö. 1217), erRihle’si bunlardan birkaçı olup, bu seyahatnamelerden orta zamanların siyasî, sosyo-kültürel ve ekonomik hayatlarına dair oldukça fazla malumat bulabilmekteyiz. Dergimizin bu sayısında Ortaçağın en büyük Müslüman seyyahı İbn Battûta’nın (ö. 770/136869) hayat hikayesi ve Seyâhatnâmesi üzerinde durmak istiyoruz. İbn Battûta İbn Battûta’nın tam adı Ebû Abdullah Şemsuddin (Bedrüddin) Muhammed b. Abdillah b. Muhammed b. İbrahim el-Kevâtî et-Tancî somuncubaba 65 olup, 17 Receb 703’te (24 Şubat 1304) Fas’ın Tanca şehrinde doğdu. Berberî Levâte kabilesine mensup olan ailesi, Libya topraklarında yer alan Berkâ’dan buraya göç etti. Kendi seyâhatnâmesinde yer alan “Kaza ve meşîhat benim ve atalarımın mesleğidir.” cümlesinden anlaşıldığına göre bu aile birçok kadı yetiştirmiştir. İbn Battûta’nın kendisi de muhtelif yerlerde kadılık yaptı. Tamesna kadısı iken vefat etti. Lisânüddîn İbni’l-Hatîb, İbn Hacer el-Askalânî, İbn Haldûn, Makkârî gibi âlimler İbn Battûta’dan yer yer alıntılar yapmış olsa da onun hayatı hakkında en önemli kaynak kendi Seyâhatnâmesi’dir. Neredeyse hayatının -725/1325 yılından itibaren takriben- 30 yılını yollarda, başka ülkeleri gezmekle geçirdiği için kendi kitabında hayatına dair birçok bilgiyi bulabilmekteyiz. İbn Battûta’nın da “Yüce Allah’a binlerce övgü Onun dünyayı gezme isteğinin zaman içerisinde oluştuğu, Abadan’a geldiğinde burada harap bir mabette karşılaştığı erdemli bir insanın kendisine: “Allah seni dünya ve ahirette arzuladığın her şeye eriştirsin!” demesi üzerine üst düzeyde ağırlanmış olması, hükümdarların 66 á8%$7 2016 olsun ki dünyada dileğim yeryüzünü dolaşmaktı, bunu bana nasip etti. Bildiğim kadarıyla hiç kimsenin erişemediğine eriştim bu alanda...” diye söylediği nakledilmektedir. Dünyanın hiç şüphesiz önemli gezginlerinden birisi olan İbn Battûta’nın, seyâhatnâmelere yeni bir anlayış ve uslüp getirdiği ifade edilmektedir. Onun notlarında, ülke ve beldelerin özellikleri ele alınmış olsa da daha ziyade insanların ve halkların durumları, sosyal hayat, inanç ve gelenekleriyle (bilhassa askerî merasimler başta olmak üzere) ilgili bilgiler verilmiştir. Bundan dolayı da eseri tarih, coğrafya ve edebiyat bilgisi yanı sıra etnografik, antropolojik, sosyo kültürel hayat bakımından büyük değer taşımaktadır. Ziyaret ettiği her ülkede en sofralarında bulunması, sultanlıklarda yapılan merasimlere iştirak etmesi ve müşahedelerini de olabildiğince arı ve duru anlatması bakımından seyahatnamesi oldukça kıymetlidir. Kısaca er-Rihle olarak bilinen seyahatnamesinin tam adı Tuhfetü’n-Nüzzâr fî Ğarâibi’lEmsâr ve Acâibi’l-Esfâr’dır. Seyyahımız, Tanca’dan hac niyetiyle yola çıkarak Kuzey Afrika sahillerinden Mısır’a, oradan yukarı Mısır bölgesi Saîd’e indi. Deniz yoluyla Cidde’ye geçmek istemişse de muvaffak olamayarak, oradan Suriye’ye gitti. Kudüs, Aclûn, Akkâ, Sûr, Sayda, Taberiye, Antakya, Dımeşk, Mekke, Kadisiye, Necef, Bağdat, Basra, Übülle, Abadan, Şüster (Tüster) yoluyla İsfahân ve Şirâz’a vardı. Buradan da Samerrâ, Tikrit üzerinden Cezire-i İbn Ömer, Nusaybin, Sincar ve Mardin’e oradan da tekrar hacca gitti. Daha sonra Cidde’den Zebîd, Cebele, Taiz, San’a, Aden ve Zeyla’ya, oradan Makdişu, Mombasa (Kenya), Kilve (Tanzanya), buradan da Zafar’a, Uman sınırları içerisinde Nezve’ye, Hürmüz Limanı’nı geçerek Sîrâf’a ulaştı. Bu yerden de beşinci haccını ifa için Mekke’ye gitti (732/1332). Hindistan’a gitmek için yola çıktığında Kızıldeniz’de yakalandığı fırtına nedeniyle karaya çıkmak zorunda kaldı. Nil boyunca Kahire’ye oradan Gazze, Remle ve Akkâ yolu üzerinden Lazkiye’ye, oradan da gemiyle Alâiyye’ye vardı. Anadolu gezisine buradan başlayan İbn Battûta, Antalya, Isparta, Eğridir, Denizli, Tavas, Muğla, Milas ve Barçın’ı gezdi. Ardından ise Konya-Erzurum hattını ziyaret ettikten sonra tekrar Batı’ya yönelerek (kâtibi İbn Cüzey’in tasnifinde sorunlar olduğu ifade edilmektedir) Birgi, Ayasaluk, İzmir, Manisa ve Bursa üzerinden İznik’e, oradan da Mekece güzergahından Geyve, Göynük, Bolu, Gerede ve Kastamonu yoluyla Sinop’a ulaştı. Buradan denize açılarak Kırım’ın Kerç Limanı’na çıktı ve Altınorda Hükümdarı Muhammed Özbek Han’la görüştü. Eski Bulgar şehrine gitti. Han’ın üçüncü karısı Bizans İmparatoru’nun kızı Beylûn’un hem doğum hem de ailesini ziyaret için Kostantinopol’e yolculuğunda ona eşlik etti. Ükek, Sûdak, Baba Saltuk (Dobruca) üzerinden imparatorluğun başkentine gitti. Buradan tekrar Deşt-i Kıpçak’a, Saraycuk, Harizm, Buhara, Semerkant’a oradan da Horasan şehirleri olan Herat, Câm, Tûs, Serahs, Bistâm’a Hindikuş dağlarını aşarak Gazne ve Kabil yolu üzerinden İndus vadisine gitti. Burada Delhi Türk Sultanı Sultan Muhammed b. Tuğluk’un himayesinde somuncubaba 67 1342 yılına kadar 7 yıl süreyle kaldı. Sultan kendisini Çin’e elçi olarak göndermiş ise de o Delhi’den ayrıldıktan sonra daha güneye doğru hareket etti ve Kalikût’a gitti. Malabar güzergahından Maldiv (Zibetü’l-Mehel) Adaları’na geçti. Burada bir buçuk yıl kadılık görevinde bulundu. İktidar kavgası sonrasında buradan Seylan Adası’na giderek Serendib Dağı’nda Hz. Adem’in ayak izini ziyaret etti. Bangladeş kıyılarından Berehnegar ülkesine, oradan Cava’ya, daha sonra Sumatra’ya, Malak Boğazı’ndan Kakula (Malezya) Limanı’na ulaştı. Durgun bir denizde bir aylık yolculuk sonrasında Tavâlisî ülkesine geldi. Türkçe konuşan adı Urduca olan bir kadın valinin yönetimindeki liman kentine girdi (Borneo’daki Şampa kıyıları, Kamboçya veya Tonking olduğu belirtilmektedir). Bu ülkeden denize açıldı ve 17 gün sonrasında Çin’in Zeytûn Limanı’na vardı. Buradan da Hanbalık’a gitti. Daha yukarı çıkma isteği ise kuzeyli vahşiler nedeniyle mümkün olmadı. Çin’den ayrıldıktan sonra Sumatra, Malabar kıyılarından Basra’ya geldi. Bağdat-Suriye güzergahından Mısır’a, oradan da Hicâz’a geçti ve haccını ifa 68 á8%$7 2016 etti (1349). Mısır’dan İskenderiye üzerinden gemi ile Tunus’a, Sardunya adasına ve Cezayir’e gitti. Buradan 1349 yılında Fas’a ulaşmak suretiyle seyahatinin birinci kısmını nihayete erdirdi. Kısa süre sonra Endülüs’e geçen İbn Battûta, Marbella, Mâlaga, Hamma yoluyla Gırnata’ya ulaştı. Burada kısa da olsa murâbıt olarak görev yaptı. Râbıtatu’l-Ukab’da Horasan, Semerkant ve Anadolu’dan gelen ve burasını vatan edinen derviş savaşçılarla görüştü. Fas’a dönen İbn Battûta kuvvetle muhtemel hükümdarı adına vazifeli olarak Siyahlar Ülkesi (Bilâdu’sSevdân) Mali’ye yöneldi. Sicilmâsa üzerinden Tegazzâ, İyvallâten üzerinden Büyük Sahrâ’yı kuzeybatıdan güneydoğuya doğru aştı ve Mali Sultanlığı’na ulaştı. Tinbuktu, Tekeddâ üzerinden Fas’a döndü. Seyyahımız bu ülkeden çok memnun kalmayacaktır. Zira bu durum satırlarına açık bir şekilde yansıyacaktır. İbn Battûta’nın Yaşadığı Dönemde İslâm Dünyası Yukarıda seyyahımızın gezmiş olduğu güzergâhı verdik. Burada da yaşadığı dönemde İslâm dünyasını kısa hatlarla zikretmek istiyoruz. Seyyahın memleketi olan Fas’ta Merîniler hâkimiyetlerini sürdürmekteydiler. Bunlar Endülüs’ün savunmasına bu dönemde büyük katkı sunuyorlardı. Mısır ve Suriye ve Hicâz’da Memlük idaresi vardı. Yemen’de Eyyûbîlerin artığı aslen Türk kökenli Resûlü hanedanı söz sahibi idi. Hürmüz Boğazı’nda Türkler varlıklarını sürdürüyordu. Anadolu Selçukluların yıkılması sonrasında Anadolu beyliklere ayrılmıştı. Karadeniz’in kuzeyinde ise Altınorda Hanlığı, Kostantinopol’de Altınorda ile akrabalık bağı kurmuş olan Bizans vardı. Irak bölgesi putperest İlhanlıların elinde idi, fakat Ebû Said’in ölümüyle Celâyir hakimiyeti bölgede tesis edildi. Horasan ve Türkistan’da Çağatay Hanlarının takipçileri varlıklarını sürdürüyordu. Çin ülkesi Moğol hakimiyetinde bulunuyordu. Delhi’de Türk Sultanlığı Hindistan’ın güneyine doğru hakimiyetini genişletmekle meşguldü. Yukarıda zikrettiğimiz ada ülkeleri mahalli idareciler tarafından yönetiliyordu ve İslâmiyet giderek bu coğrafyada yayılıyordu. Bilhassa şahit olduğu dönemde, özellikle XIV. yüzyılın ilk yarısına dair İslâm dünyasının o günkü ahvali, ekonomik durumu, ticaret, sanat ve mimarî gibi konularına dair oldukça mühim bilgiler veren İbn Battûta’nın Hind, Maldivler, Endonezya, Çin gibi İslâm’ın henüz neşvü nema bulduğu bu coğrafyaları ziyaretinde kaydettiği bilgiler ise hem Müslüman dünyası için hem de bu coğrafyanın insanının tarihi için oldukça önemli ve orjinal hususları ihtiva etmektedir. İbn Battûta bilhassa Ortaçağ’ın önemli şehirleri, bölgenin idarecileri, ileri gelenleri hakkında ve bu coğrafyaların adet ve gelenekleri, yiyecek ve içecek kültürlerine ile günlük hayata dair pek çok konuyu seyahatnamesinde ele almakta, yeme, içme, giyim, aletler ve adetlere dair etnolojik ve folklorik oldukça önemli malzemeyi bizlere sunmaktadır. Bu meyanda kendisinin Altınorda Hükümdarı Özbek Han’a bir tatlı, yine Delhi Türk Sultanı’na da «Kadı lokması» adında bir tatlı ikram ettiği kayıtlıdır. İbn Battûta, cesur bir adam, sözünü sakınmayan, hükümdarların huzurunda rahat konuşan, ihtiyaçlarını da kolaylıkla hükümdarlara dile getiren bir kişidir. Kendisine bol ihsanda bulunanları övmüş, cimrilik yapanları da bilhassa Afrika’daki zenci hükümdarı da pervasızva yermiştir. Bindiği gemileri fırtınaya yakalanmış, batmış, soyulmuş, haramilerle çatışmaya girmiş, iktidar derdine düşmüş bir kimsedir. Diğer taraftan yufka yürekli bir kişi olup, bir insanın paramparça edildiği illizyon numarasına inananabilen saflığa sahiptir. Seyâhatnâme’nin sayfalarını çevirken, yukarıda ele aldıklarımızın dışında daha pek çok konuya daha değindiği fark edilen İbn Battûta’nın, bu heyecan ve macera dolu yaşamında kadın, aşk ve aileye dair muhtelif ve bir o kadar da ilgi çekici kesitleri de görmek mümkündür. Dipnot *Doç. Dr. Fatih ERKOÇOĞLU somuncubaba 69 EĞİTİM / Fahreddin YÜKSEL SELEFÎLİK ÜMMET BİLİNCİNİN DÜŞMANI “Günümüzde Orta Doğu’yu kasıp kavuran, Ehl-i Sünnet gibi görünen fakat Ehl-i Sünnet’e ve İslâm’a en büyük zararı veren terör örgütlerinin teorisyenliğini nevzuhur selefi âlim ve aydın tayfası yapmaktadır. Selefiliğin terörize olmuş grupları, düşman olarak kendilerine başta din dışı gördükleri Şiileri ve şirk üzere olmakla itham ettikleri Ehl-i Sünnet’in tarikat ehlini seçmiş ve bunların katline fetva verecek kadar da ileri gitmişlerdir.” 70 á8%$7 2016 İ slâm coğrafyası, 13. yy.da maruz kaldığı Moğol İstilası’ndan sonra bildiğimiz kadarı ile ikinci büyük istilaya 19. yy. sonlarında maruz kaldı ve bu istila 20.yy. ortalarına kadar devam etti. Son yıllarda İslâm coğrafyasında oluşan kaosu ve dış destekli saldırıları ise üçüncü Moğol İstilası olarak değerlendirmek mümkündür. Yaşanan trajedileri Moğol İstilası’na benzetmemizin sebebi, ilk Moğol İstilası’nda olduğu gibi saldırılarını yerli işbirlikçilerinin desteği ile yapmaları ve yıkımın büyüklüğüdür. Bakara Sûresi 143. ayette “ümmet-i Muhammed”, “vasat ümmet” olarak nitelendiriliyor. Vasat/orta ümmet ifadesi ile adil, seçkin, her yönü ile dengeli, haktan ayrılmayan, önder, bütün toplumlarca hakem kabul edilebilecek bir ümmet kastedilmektedir. (DİB Kur’an-ı Kerim Meali, ilgili ayetin açıklaması) Bu ümmet, Hz Osman’ın şehit edilmesi ile ilk iç krizi yaşamış, buna Hz. Ali’nin şehadetine kadar giden diğer krizler eklenmiştir. Yaşanan ilk krizlerde, vasat ümmet vasfını haiz olan Müslümanların ekseriyeti, olayları yatıştırmaya çalışmışlar ve yeni olayları engelleme hususunda önemli roller ifa etmişler, daima makul ve meşru olandan yana olmuşlardır. Vasat ümmet, daha sonraki asırlarda “Ehl-i Sünnet” adıyla anılmaya başlanmıştır. Ehl-i Sünnet çizgisinde oluşan tasavvufi hareketler ve özellikle Nakşbendî ekolü, özel, ailevî ve içtimaî hayatta, edebin, güzel ahlakın, hakkaniyetin, kul ve kamu hakkına riayetin, ilmî ve fikrî faaliyetin, sanatın, estetiğin, agâh olmanın en güzel örneklerini sunmuşlardır. Batı için karanlık ama İslâm tarihi açısından altın çağ olan Orta Çağ’da oluşan İslâm Medeniyeti’nin mimarları, Ehl-i Sünnet çizgisinde tasavvuf terbiyesi ile yetişen abide şahsiyetlerdir. Ehl-i Sünnet; Kur’an ve sünnetin çizgisinde, selefi salihinin, kadim ulemanın ve ariflerin hüsnü kabul görmüş uygulamalarının rehberliğinde akl-ı selim ve kalb-i selimle hareket eden Müslümanların kahir ekseriyetini ifade eder. Siyasî, içtimaî ve fıkhî sebeplerle ortaya çıkan çok sayıdaki farklı ekollere/mezheplere karşın ashab-ı kiram, tabiin ve selefi salihinin çizgisinde mütevazı bir şekilde varlığını sürdüren topluluk ve bu topluluğun âlimleri (cumhuru ulema) diğer farklı fırkalara nispetle bir alamet-i farika ile kendilerini ifade etmek gerektiğinde kendilerine “Ehl-i Sünnet” nitelemesini uygun görmüşlerdir. somuncubaba 71 Ehl-i Sünnet; lideri, programı, eylem planı çok net olan bir hareket, iyi organize olmuş gibi topluluk değildir. Ehl-i Sünnet’in organize sosyal hareketi, tasavvuf ekolleri olan tarikatlardır. Ehl-i Sünnet’in gönül insanları ve örnek şahsiyetleri diyebileceğimiz tasavvuf ehli kendi içinde organize olmuşlardır fakat bunların mahallî oluşu, tecrübî ve ilhamî bilginin ve geleneğin ilmî yorumlarla eş değer tutulması, vefat eden şeyhin ardından meydana gelen bölünmeler sebebiyle daha küçük gruplara ayrılması vd. sebepler tarikatların sosyal hayattaki etkinliğini azaltmıştır. Şu bir vakıadır ki, iyi organize olmuş küçük gruplar, organize olmayan büyük kitlelere tahakküm eder. Günümüzde Orta Doğu’yu kasıp kavuran, Ehl-i Sünnet gibi görünen fakat Ehl-i Sünnet’e ve İslâm’a en büyük zararı veren terör örgütlerinin teorisyenliğini nevzuhur selefi âlim ve aydın tayfası yapmaktadır. Selefiliğin terörize olmuş grupları, düşman olarak kendilerine başta din dışı gördükleri Şiileri ve şirk üzere olmakla itham ettikleri Ehl-i Sünnet’in tarikat ehlini seçmiş ve bunların katline fetva verecek kadar da ileri gitmişlerdir. Şia, İslâm ümmetinin en büyük hastalıklı güruhudur. Düşüncelerini, Kur’an ve sünnetle temellendirmek yerine Ehl-i Sünnet karşıtlığı üzerine inşa ederler. Kendilerinden olmayanlara karşı takiyye, temel davranış biçimidir. Bunlara göre gerekmesi hâlinde yalan da meşrudur. Çok yalan söylediklerinden birbirlerini inandırmak için dahi çokça yemin ederler. Bu sebeple Farsçada “Allah’a ve Rasûlü’ne” diye başlayan, “Ali’ye, Hasan’a, Hüseyin’e, On iki İmam’a yemin olsun ki…” diye devam eden yüzlerce çeşit yemin vardır. Sünniler, kendilerinden bile olsa zalimi asla desteklemezler. Bunun için Irak’ın devrik lideri zalim Saddam Hüseyin’in ABD tarafından devrilerek öldürülmesine seyirci kalmışlardır. Buna karşılık İran, zalimliği tescilli bugünkü yönetimi ölümüne desteklemiş, hatta sırf Sünniliğin en güçlü temsilcisi zarar görsün diye Türkiye’ye 72 á8%$7 2016 karşı Rusya’yı desteklemekten ve Cuma hutbesinde onlara dua etmekten geri kalmamışlardır. İran’ın Suriye’ye desteği mezhepsel olduğu kadar stratejiktir de. Irak’ta ABD’nin desteği ile Şii bir hükümet kurulmuştur. Görünüşte ABD ile İran karşıt gibi görünse de ABD İran’a hemen yanı başında bir peyk devlet armağan etmiştir. İran, Suriye’yi de kendisi için peyk devlet hâline getirmesi hâlinde hem bölgenin güçlü bir aktörü hâline gelecek hem de Türkiye ile Arap dünyası arasına bir set çekerek coğrafi bağlantıyı koparmış olacak. Türkiye bu stratejik manevrayı gördüğünden Suriye’de bugünkü yöneticilerin bulunmadığı bir çözümde ısrar ediyor. Türkiye’den sözde bir ilim ve fikir adamı da, Türkiye’nin Suriye’de İran’ın nüfuzunu kabul etmesi hâlinde Suriye sorununun çözüleceğini iddia ediyor. Bir defa İran çözümün değil sorunun parçasıdır. Ayrıca bu sözde fikir adamı İran’ın Suriye’de nüfuz kurmasını savunmakla hangi akla hizmet ediyor? Türkiye, İran’ın Suriye’deki nüfuzunu kabul ederek başına yeni bir belayı neden satıl alsın? 2010 yılından itibaren Arap dünyasında “Arap Baharı” diye adlandırılan, ümmet için umut verici siyasî ve sosyal değişimler, Mısır’da meydana gelen dış destekli darbe ve Suriye’ye kaosun hâkim olması ile akamete uğratıldı. Eğer Mısır’da Mursi yönetimi devam etseydi, Suriye’de de diğer Arap ülkelerinde meydana gelen olumlu gelişmeler sonuca ulaşsaydı şimdi bambaşka bir dünyada yaşıyor olacaktık. Sünnilerle müttefik gibi görünen Batı’nın Orta Doğu’da kurduğu ve oynadığı oyunların, Şiiler lehine sonuçlar doğurması hususu da ciddiyetle sorgulanması gereken bir husustur. Öte yandan Orta Doğu’da birbirini dengelemeye çalışan Şii-Selefi denkleminde İslâm âleminin çoğunluğunu oluşturan mutedil Sünni toplumun oyun kuran bir pozisyonda olmaması da üzerinde düşünülmeye değer bir durumdur. Vasat/orta ümmete ne oldu? Vasat ümmet, ihanetlerin kısa vadeli getirisine karşılık, iyi niyetli ve yapıcı olmanın ağır faturasını mı ödüyor? Hüzünkâr Her gece dalamam pembe rüyaya, Kalbimde hüzün var gözlerimde yaş. Dayanamaz oldum çirkef dünyaya, Kalbimde hüzün var gözlerimde yaş. Yüreğim yağmura hasret bir toprak, Umudum hazanda kurumuş yaprak, Anladım mutluluk benden çok ırak, Kalbimde hüzün var gözlerimde yaş. Baharım güz olur, yazım karakış, Hayatın çilesi yüzümde nakış, Tüketiyor beni Tanrım bu akış, Kalbimde hüzün var gözlerimde yaş. Hayallerim, gerçeklerim hüzünkâr, Hiç olmadım bu dünyada bahtiyar, Genç olmadan birden oldum ihtiyar, Kalbimde hüzün var gözlerimde yaş. Zemheride pişer, yazın donarım, Her çocuğun gözyaşında yanarım, Sükûtî’yim acılarla kanarım, Kalbimde hüzün var gözlerimde yaş. Hızır İrfan ÖNDER somuncubaba 73 EDEBİYAT / Mustafa ÖZÇELİK SÜLEYMAN ÇELEBİ VE MEVLİD “Mevlid’de besmele, zikir, Allah’ın sıfatları, Allah’ın birliği gibi inanışla ilgili konular ve ahlakî pek çok ilkeler üzerinde durulmuştur. Denilebilir ki, geniş halk kitleleri dinlerine ait samimi inanışlarını ve bilgilerini büyük ölçüde Mevlid’e borçludurlar.” 74 á8%$7 2016 Süleyman Çelebi ve Eseri Bursa, bir Osmanlı payitahtı olarak uzun yıllar siyasî bir merkez olmanın yanı sıra bir ilim, kültür merkezi de oldu. Böylesi bir atmosfer içerisinde burada pek çok şair, bilgin ve mutasavvıf yetişti. Yaptıkları hizmetler, yazdıkları eserlerle her biri medeniyetimizin birer inşacısı oldular. Bu yüzden hayırla anılmaya devam ediyorlar. Bu isimler arasında Emir Sultan, Molla Fenarî, Niyazi Mısrî, Somuncu Baba, Bursalı Âşık Yunus, Hazret-i Üftade ve daha niceleri bugün de maneviyat coğrafyasının yıldızları olarak bizleri aydınlatmaya devam ediyorlar. Bu isimler arasında anılması gereken biri de Süleyman Çelebi’dir. Bu ismi söyler söylemez aklımıza hemen onun ünlü eseri Vesilet’ünNecât yahut halk arasındaki yaygın ismiyle Mevlid gelecektir. Çünkü biz çoğu kez, eserin isminden önce yazarını/şairini hatırlarız. Ama burada durum oldukça farklıdır. Mevlid, şairinden çok şöhret bulmuş, nerdeyse onun adını bile unutturmuştur. Eğer biz, Mevlid’in kimi yerlerinde “Süleyman” adını okumasak bu eseri anonim bir eser sayacağız. Bu durum, elbette eserin lehine olan bir özelliktir. Zira anonimleşmesi onun asırlar boyunca ne denli benimsendiğinin ve yaygınlık kazandığının bir göstergesidir. Dolayısıyla Süleyman Çelebi de böylesi bir eserin şairi olarak dünyada çok az şaire nasip olan şöhretli bir isim hâline gelmiştir. Çünkü Mevlid’in okunmadığı bir zaman ve mekân nerdeyse yoktur. Yazıldığı günden bu yana kandillerde, bayramlarda, savaşlarda, doğumlarda, düğünlerde ölümlerde kısacası hayatımızın hemen her olayında Mevlid okumak/okutmak çok önemli bir geleneğe dönüşmüştür. Mevlid’in yaygınlık kazanmasının bir önemli sebebi de Osmanlılar devrinde aynı zamanda bir devlet merasimi olarak da idrak edilmesidir. Peygamberimiz (s.a.v.)’in doğum günü olan Rabiü’l-evvel ayının 12. gecesi resmî bir kutlama yapılır ve bu gece Mevlid alayı ile karşılanırdı. Başta padişah olmak üzere bütün devlet görevlilerinin katıldıkları bu merasim Mevlid’i bütün ülke sathında okunur bir eser hâline getirmiştir. Bu gelenek Cumhuriyet devrinde resmî niteliğini kaybetmiş fakat halk arasında çeşitli vesilelerle Mevlid okutulma geleneği sürdürülmüş, televizyonun hayatımıza girmesiyle birlikte bu yolla da yine geniş bir kitlenin ilgi konusu olmaya devam etmiştir. Bir Edebiyat Şaheseri Mevlid, dinî, edebî, tasavvufî açıdan çok yönlü incelemelere konu olabilecek zenginlikte bir eserdir. Az önce de belirttiğimiz gibi tanınmışlığı şairinin önündedir. Bu durum elbette Süleyman Çelebi’yi unutturmamalıdır. Çünkü eserin önemi, şairinin kimliği ve eseri yazma sebebiyle yakından ilgilidir. Bunlar bilinmezse eser hakkında yapılacak değerlendirme de eksik kalır. Bu yüzden şimdi kısaca da olsa şairin biyografisine ve daha da önemlisi eserin telif sebebine bakmak gerekmektedir. somuncubaba 75 Süleyman Çelebi (1353-1422) Bursalıdır. Osmanlı’nın kuruluş ve gelişme devresinde yaşamış, Orhan Gazi’den Çelebi Mehmed’e kadar olan dönemi idrak etmiştir. Bu dönem devletin inşası, fetret yılları sonrasında yeniden toparlanması gibi olayların geçtiği yıllardır. Süleyman Çelebi, saraya yakın bir ailenin ferdidir. Dolayısıyla onu devrin elit sınıfından biri olarak düşünebiliriz. Bu durum, onun bir medrese tahsili yaptığını, hatta devrin genel eğilimine bağlı olarak irfan kurumlarında da eğitim gördüğünü gösterir. Nitekim kaynaklar onun Yıldırım zamanında Divan-ı Hümayun imamlığı yaptığını ve Emir Sultan çevresindeki irfan meclisinin müdavimlerinden olduğunu yazmaktadırlar. Süleyman Çelebi’nin ilim ve irfan bahsindeki seçkin niteliği Emir Buharî’nin de tavsiyesiyle Ulu Cami imamlığı görevine gelmesine vesile olmuştur. Zira payitahtın en büyük camiinde görev yapabilmek için her anlamda üstün niteliklerle donanımlı olmayı gerektirmektedir. Bu donanım içerisinde edebî bilgi birikimi de söz konusu olmalıdır. Dolayısıyla Mevlid, aynı zamanda bir edebiyat şaheseridir. Zaten yaygın ünü, konu olarak Hz. Peygamberi (s.a.v.) işlemesi ve üstün edebî niteliğinden kaynaklanmaktadır. Bu yüzden Süleyman Çelebi’yi aynı zamanda Osmanlı edebiyatının/şiirinin kurucu isimlerinden biri olarak da kabul etmemiz gerekir. Süleyman Çelebi, bu yönüyle Yunus Emre, Gülşehri, Âşık Paşa gibi isimlerin Türkçeyi bir şiir dili hâline getirerek inşa ettikleri dinî-tasavvufî Türk edebiyatının yaşadığı devirdeki en önemli temsilcidir. Bu temsilcilik sadece edebi mahiyette olmayıp aynı zamanda bir birlik misyonunun da ifadesi olarak anlam taşır. Çünkü Mevlid’de asıl konu olarak Hz. Peygamber (s.a.v.) işlenmiştir. Böylece insanlar bu ana tema ile Peygamberimiz’in manevî şahsiyeti etrafında birlik olmayı gerçekleştirmişlerdir. Mevlid’in bir başka hususiyeti de ehl-i sünnet düşüncesini halk arasında benimsenmesine katkısı, yabancı ve zararlı telakkilerden onları koruması olmuştur. Zira Mevlid’deki zihnî dünya tamamen ehl-i sünnet temellidir ve dinin asli kaidelerine sıkı sıkıya bir bağlılık görülür. Bu bağlılık Hz. Peygamber sevgisi etrafında teşekkül ettirilirken bir yandan da akaid konuları da işlenmiş ve Mevlid’de besmele, zikir, Allah’ın sıfatları, Allah’ın birliği gibi inanışla ilgili konular ve ahlakî pek çok ilkeler üzerinde durulmuştur. Denilebilir ki, geniş halk kitleleri dinlerine ait samimi inanışlarını ve bilgilerini büyük ölçüde Mevlid’e borçludurlar. Telif Sebebi Eserin derinlerdeki asıl telif sebebi bizce bu olmakla birlikte yaygın olarak bilinen meşhur sebebe de değinmek gerekmektedir. Buna göre Süleyman Çelebi bu eserini Ulu Cami imamlığı esnasında meydana gelen bir hadise üzerine yazmıştır. Rivayete göre İranlı bir vaiz, Bakara Suresi’nin peygamberlerden bahseden âyetlerini yorumlarken peygamberler arasında fark bulunmadığını, dolayısıyla Peygamberimiz’in diğer peygamberlerden üstün tutulmadığını söylemiş, bu durum kimi tartışmalara konu olmuş, Süleyman Çelebi de bu olaydan büyük bir üzüntü duyarak Hz. Peygamber (s.a.v.)’in özel durumunu, ona duyulan sevgi ve saygıyı anlatabilmek maksadıyla bu eserini kaleme almıştır. 76 á8%$7 2016 Kaynakların bildirdiğine göre Mevlid’in yazılış tarihi 1409’dur. Bu tarihten önce de Mevlid türünde kimi eserler kaleme alınmıştır. Zira bu tür eserlerin asıl kaynağı sîre (sîret) adı verilen eserlerdir. Onların tarihî geçmişi ise epey geriye tâ Hz. Peygamber (s.a.v.) devrine kadar uzanır. Bu demektir ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) hakkında çok sayıda eser yazılmış hatta bu anlamda yeni edebî türler oluşturularak bir peygamber edebiyatı meydana getirilmiştir. Sîre’den naat’a; şemailden hilyeye kadar pek çok türde yazılan bu eserler de Müslüman muhitlerde çokça okunmuş ve sevilmiştir. Ama denilebilir ki hiçbir eser Mevlid’in benimsenme derecesine çıkamamıştır. Mevlid, hem kendine mahsus nitelikleriyle üstün bir eserdir hem de bütün diğer türlerin örneklerine ve özelliklerine sahiptir. Bu bakımdan o manzum bir siyer olarak aynı zamanda bir naattır, bir hilyedir, bir şemaildir. Eserin bu şöhretinde konusunun önemli olduğunu söyledik. Onun kadar önemli olan bir tarafı da Mevlid’in Türkçe yazılmış olması ve edebiyat açısından taşıdığı değerdir. Bu değerinin de onun benimsenmesinde etkili olduğu muhakkaktır. Çünkü bir edebiyat eserinde kalıcılığı konudan çok dil ve anlatım sağlar. Mevlid bu anlamda Türkçe’nin bir şaheseridir. Bu yönüyle kendinden önce yazılan bu konu ve türdeki eserleri neredeyse unutturarak Türkçe mevlid geleneğinin de başlatıcısı olmuştur. Öyle ki Süleyman Çelebi’den günümüze onun eserinden ilham alarak yahut onun tesirinde kalarak pek çok şair mevlid denemeleri yapmıştır. Yüzü aşkın bu metinlerin hiç birisi onun değerine ulaşamamış, hepsi bir nazireden ibaret kalmıştır. Öte yandan Mevlid, Türkçe ile yazılan bir metin olmanın ötesine geçmiş, Arapça, Farsça, Arnavutça, Kürtçe, Boşnakça ve Rumca gibi dillere de çevrilmiş hatta bu dillerde mevlidler yazılmıştır. Mevlid’in bu yayılış coğrafyasındaki genişlik onun tıpkı Nasreddin Hoca, Battal Gazi menkıbeleri gibi her yerde benimsendiğinin de bir göstergesidir. Böylece Mevlid, bir yandan da bütün bu coğrafyalarda Türk dili ve kültürünü temsil eden, onun değerlerini oralara taşıyan bir eser özelliği de kazanmıştır. Mevlid’i Ruhuna Uygun Olarak Okumak Geniş kitlelere mâl olmuş eserlerin değiştirilmesi, kimi yanlış uygulamalara konu edilmesi nerdeyse kaçınılmaz bir durumdur. Çünkü işin içine kitle psikolojisi ve merasim unsurları girince meselenin inanış ve bilgi boyutu çoğu zaman göz ardı edilebilmektedir. Bu durum Mevlid’in de başına gelmiş, bu tür uygulamalar yüzünden Mevlid okutulması noktasında kimi çekinceler haklı olarak ortaya çıkmıştır. Bu eleştirilere hak vermek mümkün ise de, asırlar boyunca bu denli tesirli bir eserin bugün de kitlelerin din eğitiminde bir vasıta olarak kullanılması ihmal edilmemelidir. Bütün mesele bu uygulamanın dinin esaslarına uygun olarak icra edilmesidir. Bu hassasiyet gözetildiği takdirde Mevlid’in, dün olduğu gibi bugün de bilhassa geniş halk kitlelerinin dini duyarlıklarının beslenmesinde, esere konu olan Hz. Peygamber (s.a.v.)’in manevî şahsiyetinin yine bir birlik unsuru olarak canlı tutulmasında tesirli olacağı muhakkaktır. somuncubaba 77 EDEBİYAT / Cemil GÜLSEREN ALİ ŞİR NEVÂÎ’NİN İLK MESNEVİSİ HAYRETÜ’L-EBRÂR’DA HÂCE BAHÂEDDİN NAKŞBEND (K.S.) 78 á8%$7 2016 Ali Şir Nevâî Kimdir? 9 Şubat 1441 tarihinde Herat’ta dünyaya gelmiştir. Aslen Uygur Türk’ü olan bir aileye mensuptur. Çocukluğu Timur’un şehzadesi olan Hüseyin Baykara ile birlikte geçmiş, birlikte tahsil görmüşler. Hüseyin Baykara Horasan’ı ele geçirip Timurlular tahtına çıkınca Nevaî de onun yanında olmuştur. Her ne kadar devlet işlerinden pek hoşlanmasa da devlet hizmetlerinde en üst düzeyde yer almıştır. 3 Ocak 1501 tarihinde yine doğduğu şehirde vefat etmiştir. Tasavvuf edebiyatı denilince İslâm dünyasında akla gelen önemli isimlerden biri olan mütefekkir ve mutasavvıf Nevâî, manevî aşkın şevk ve zevkinden yola çıkarak Nakşbendî yolundan edindiği usul ve terbiye ile çeşitli konularda Türkçe ve Farsça eserler vermiştir. Nevâî, Ali Şir Nevâî manzum ve mensur eserleriyle sadece Çağatay edebiyatının değil, bütün Türk edebiyatının da önde gelen isimlerindendir. Divan, tarih, mesnevi, tezkire, dil, musiki, aruz gibi tür ve konularda otuz kadar irili ufaklı eser vermesi onun büyük bir sanatkâr olduğunu, geniş kültürünü ve döneminin ilimlerine vâkıf olduğunu açıkça göstermektedir. İlk şairler tezkiresi, ilk biyografi yazarıdır. Türkçe ile başka bir dili karşılaştıran bir dilci, evliya ve şeyhlerin hayatını Türkçe olarak yazan ilk kişi, yüzlerce hayır eseri yapıp insanların hizmetine sunmuş büyük bir hayırsever, kurduğu medreselerle bir eğitimci, sanat ve ilim erbabını etrafına toplayıp onlara destek veren bir sanatsever, bir âlim olan Nevâî’nin tesiri sadece Türkistan ile sınırlı kalmamış, Azeri ve Anadolu sahasında da okunmuştur. Osmanlı şairleri üstat kabul etmişler şiirlerine nazireler yazmışlardır. Nazire yazanlar arasında şair sultanlardan Avni, Yavuz Sultan Selim, Muhibbi de bulunmaktadır. Nevâî, Türk edebiyatında hamse sahibi ilk şairdir. Hocası Molla Cami’nin davetiyle hamse yazmaya karar vermiştir. Hayret’ül-Ebrar, Beş Mesnevi’nin, yani Hamse’sinin ilk eseridir. Eser, Herat’ta yazılmıştır. Müfte’ilün / Müfte’ilün / Fâ’ilün kalıbıyla 3987 beyitten oluşmuş İslâm dininin temel konularının anlatıldığı ahlâkî bir bilgilendirme ve öğüt kitabıdır. Nizâmi’nin Mahzenü’l-Esrâr’ı ile Emir Hüsrev’in Matlau’lEnvâr’ı ve Câmî’nin Tuhfetü’l-Ahrâr’ına nazire olarak 888’de (1483) kaleme alınmıştır. Eser üzerinde ilk olarak Muhammed Sabir çalışmıştır. (Hayretü’l-Ebrâr, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi yayımlanmamış doktora tezi, 3 cilt, 1961.) En son Vahit Türk ve Şaban Doğan eserin metni ile aynı sayfada beyitlerin karşısına Türkiye Türkçesi ile karşılığını da vererek herkesin okuyup anlayabileceği bir eser ortaya koymuşlardır. (Ali Şir Nevâî, Hayretü’l-Ebrâr, Vahit Türk, Şaban Doğan, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara, 2015.) somuncubaba 79 Gönlünde Cömertlik Nakışı Sabit anıng köngli ara nakş-ı cûd / mahv olup ol safhada nakş-ı vücûd (Onun gönlünde cömertlik nakışı yerleşmiş, varlık nakışı o sayfada mahvolmuştu.) Canga çikip renc ü ‘ana nakşını / sızmak üçün anda fena nakşını (Onun canı o nakışların mekânı olduğundan nakıştan başka her şey yok olur.) Turfe bu kim nakşga söz salmayın / canıda cüz nakş-ı bekâ kalmayın (Acâyibi, nakşa söz söylemez ve canında sonsuzluk nakşından başka şey kalmaz.) Ravza-i cennetga çü eylep hıram / hali anıng ornıda kâyim makam (O, cennet bahçelerine doğru yol alınca, bu (Hoca Ahrar), onun yerini aldı.) Giriş Konusu Gönüldür Eserin tertibi, kısa mensur bölümleri izleyen manzum bölümler hâlindedir. Besmeleden sonra ‘hamd’ bölümünde dikkati çeken hususlar ay, güneş, burçlar, gece, gündüz, Levh-i Mahfuz, kaza ve kader, şafak vakti, zihin ve akıl, gönül, aşk, aşk karşısında aklın perişanlığı, güzellik, vefa, ayrılık, Allah’ın lütfu ile kahrı üzerinde durulmuş. Arkasından birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü münacaatlar geliyor. Mesela dördüncü münacaatın konusu Allah’ın rahman ve rahim yani esirgeyicilik ve bağışlayıcılık sıfatlarıdır. Eserde dört de naat bulunmaktadır. Giriş olarak değerlendirilebilecek bölümün son konusu ‘gönül’dür ve yetmiş yedi beyitle işlemiştir. Yine de gönlünün istediği gibi olmadığını belirtme gereği duymuştur. Bütün âlemin kıblesi olan Kâbe’nin gönül kıblesi kadar değeri yoktur. Çünkü Kâbe insanların kıblesi, gönül ise Allah’ın cilvegâhıdır. Şiirlerini açıkça Nakşbendî Tarikatı’nın gereği ve geleneğinin şiire yansımaları olarak okuyabiliriz. 1003. beyitle başlayıp 1047. beyte kadar olan kırk dört beyitte zaten Hâce Bahâeddin Nakşbendî (k.s.) ve onun halifesi Ubeydullah Ahrâr (k.s.) işlenmiştir. Kendisi de bir Nakşibendi olan Nevâî, mensup olduğu tarikatın kurucusunu ve onun büyük halifesini övgü dolu sözlerle anmıştır: (Vahit Türk-Şaban Doğan, a.g.e. sayfa, 83-86) 80 á8%$7 2016 Yüz koyuban kullıgıga şahlar / bezmide bi-hod bolup agâhlar (Şahlar ona köle olmak için yarışır, pek çok akıllı meclisinde aklını yitirirdi.) Hıdmetidin her kişi âgâh olup / gerçi gedâ ma’ni ile şâh olup (Ona hizmet eden herkes köle olsa bile şâh gibi olduğunu bilir.) Guşe-i halvet ara tutmay karar / özini kılmay yaşurun aşikâr (O, halvet köşesinde oturmaz, kendini kimseden gizlemez, açıkta yaşardı.) Hak sözini ilge kılurda edâ / ting körünüp allıda şah ü geda (O; Allah’ın kelamını halka anlatırken karşısında şâh ile köle aynı olurdu.) Himmetidin bizni hem itsün huday / fakr yolıda gani imanga pây (Allah, o kişinin himmetiyle bize de tasavvuf yolunda iman zenginliği versin.) Biz de can u gönülden ‘Âmin!’ derken Nevâî’nin şu beytiyle duaya katılmak dileriz: İlge şeref bolmadı câh u neseb / lik şeref kildi hayâ vü edeb (İnsanlara makamdan ve soydan şeref gelmez. Şeref, hayâ ve edepten gelir.) Dipnot * Yrd. Doç. Dr. Cemil GÜLSEREN Barışma Yoksulun kaderi boynunda yafta, Suçu karanlığa atan kirli yüz. Ruhlarda uyanan tepkilere dek, Gölgelerin serin sessizliği güz. Çıplak ağaçların kambur belleri, İçim kan ağlıyor sizi görünce. Bırakın doğayı bir soluk alsın, Tükenip gitmeden bizlerden önce. Elleri semada titreyen anne, Mavi hayallerin suskun tanığı. Sona yaklaşırken yorgun bedenler, Saydam bulutlarda yürek yanığı. Kırk yerden delindi göğün çatısı, Uçurumda utanç duyar akşamlar. Dağlar ürperirken sular tutuşur, Yamalı astara döndü zamanlar. Savaşın adını barış koydular, İştahı kabartır yer altı yağı. Özgürlük güçlünün elinde kamçı, Sahte suratlarda saklı buzdağı. Nedim UÇAR somuncubaba 81 PSİKOLOJİ / Sefa SAYGILI* GENETİĞİYLE OYNANMIŞ GIDALAR (GDO) VE SAĞLIĞIMIZ “GDO’lar yardımıyla insanlarda kullanılan gerek ilaç gerekse aşılar hem daha ucuz hem de daha güvenli bir şekilde üretilebilmektedir. Genetik olarak değişikliğe uğratılmış bakterilerden üretilen insülin buna verilebilecek en güzel örnektir.” 82 á8%$7 2016 Genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) nedir? Genleriyle oynanmış ürünlere GDO diyoruz. Yapılan iş basit şekilde bu organizmalara başka organizmaların genlerinin kesilip yapıştırılmasıdır. Amaç bitkilerin zararlılara, hastalıklara karşı direncinin artırılmasıdır. Bunun dışında soğuk, susuzluk, güneş gibi dış faktörlere dirençli hâle getirilmesi bir başka avantajdır. GDO’lu tohumlar kullanılarak yapılan üretimde maliyet hızla düşüyor, kısa sürede verimli ürün alınıyor, ilaç kullanımı azalıyor ve standart yükseliyor. Bunun dışında tarım ürünlerinin raf ömrünü uzatmak veya patateslerin daha az yağla kızartılmasını sağlamak, çileklerin daha kırmızı olmasını sağlamak gibi amaçlarla da GDO ürünleri geliştirilmektedir. GDO’ların sağlıkta kullanılma alanları nelerdir? GDO’lar yardımıyla insanlarda kullanılan gerek ilaç gerekse aşılar hem daha ucuz hem de daha güvenli bir şekilde üretilebilmektedir. İlaç üretimine en iyi örnek ise, genetik olarak değişikliğe uğratılmış bakterilerden üretilen insülin verilebilir. Yine GDO’larla gıdaların besin değerleri artırılabilmektedir. Gıdalara değişik vitamin ve minareler eklenebilmektedir. Yine GDO’larla hastalık riskleri düşürülmektedir. Tarımda üretimini artırmak için genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) kullanılıyor. Bunu öncelikle bilim etiği açısından nasıl buluyorsunuz? Şahsî görüşüm daha çok etik olmadığı yolundadır. Ancak iyi incelenir, enine boyuna tartışılır ve kullanıcılara nasıl elde edildiğine dair bilgi verilirse bazı sahalarda mahzur olmayabilir. Başta ABD olmak üzere dünyada açlığa çözüm bulacak yol olarak GDO’lar gösteriliyor. Buna katılıyor musunuz? Kısmen katılıyorum. Bunun yerine dünyada savurganlığın önüne geçilir, aşırı tüketim önlenirse daha dengeli bir gıda dağılımının söz konusu olabileceği kanısındayım. Açlık sorununa daha farklı bir çözüm alternatifi veya alternatifleri sizce ne olabilir? Birinci madde israf ve aşırı tüketimin önüne geçmek. Bugün Afrika’da birçok ülke yokluk ve kıtlıktan kırılırken ABD’nin öncelikli sorununun aşırı yeme ve obezite olması ilginçtir. Diğer madde ise, dünyadaki silahlanmaya ayrılan payın bir kısmını muhtaç ülkelere yönlendirmektir. GDO’lu gıdalarla ilgili olarak üretici firmalar sağlık açısından zararlı olmadığını iddia ediyorlar, fakat “deli dana” hastalığı gibi sorunların yaşandığı dünyada bu uygulamanın zararsızlığı mümkün müdür? Verdiğimiz örnek gerçekten çarpıcı. Deli dana hastalığı ortaya çıkmadan önce besiciler çok modern ve hayvanları hızla büyüten yem bulduklarını zannediyorlardı. Yaradılışla oynanınca sonucu ortada... somuncubaba 83 Bugün GDO’ların sağlık üzerine birçok zararları olduğunu biliyoruz. Tabi esas etkilerini yıllar içinde göreceğiz. Eğer zararlıysa bu konuda detaylı bilgi verir misiniz? Ne gibi zararları olabilir? GDO’ların sağlık üzerine zararlarını şöyle sıralayabiliriz: * Alerjik reaksiyonları tetiklemeleri: GDO’lardan sağlanacak yiyeceklerin alerjik olma ihtimali yüksektir. Bu yüzden ağız, göz, solunum yolları, sindirim sistemi ve deride alerjik reaksiyonlar oluşabilmektedir. İnek sütü, yumurta, balık, kabuklu deniz mahsulleri, fıstık, soya fasulyesi ve buğday gibi gıdaların alerjik özelliği vardır. Bu tür gıdaların işlenmesi sonucu eklenen koruyucu maddeler ile üretim esnasında kullanılan ot ve böcek ilaç kalıntıları da eklenince alerjik özellikleri daha da artmaktadır. * Antibiyotiklere karşı direnç oluşturmaları: Meselâ antibiyotiğe dirençli genlerin GDO’lardan yiyecekler yoluyla, doğal olarak bağırsak ve midede bulunan mikroorganizmalara geçmesi sonucunda bu canlılar antibiyotiklere karşı direnç gösterecektir. Antibiyotik direnç genlerinin insan sağlığı üzerindeki etkileri ise endişe kaynağıdır. Bazı antibiyotik direnç genleri, ürettikleri enzimlerle hedef antibiyotikleri ya tahrip etmekte veya fonksiyonsuz hâle getirmektedir. GDO’larda sıkça kullanılan ampisilin direnç geninin menenjit hastalığına yol açan bakteriye geçmesi durumunda, bu hastalığın tedavisinde ciddi problemler yaşanabilmektedir. * GDO’lardan elde edilen gıdalarda toksin birikebilir. * Yoğun GDO kullanımı sağlıklı ekosisteme ve biyolojik çeşitliliğe zarar verebilir. GDO’lerde kullanılan genlerin akraba türlere kaçışına ek olarak akraba türlere değil de bakteri, küf ve mantar gibi doğal ortamda bulunan türlere geçmesi durumunda (yatay gen akışı) birçok sorunlar ortaya çıkabilir. Bu toksik ürünlerin toprakta çoğalması zamanla birçok yararlı toprak organizması (solucanlar gibi) için de tehdit oluşturabilecektir. * Gen girişinden dolayı istenmeyen etkiler oluşabilir. * Genli fidanlardan doğal ortamdaki geleneksel ürünlere gen hareketi söz konusu olabilir. GDO’ların ayrıca muhtemel riskleri de olabilecektir. Günümüzde kısırlığın ve kızlarda adet bozukluklarının, bisküvi ve kolalı içeceklerde bulunan GDO’lu mısır fruktoz şurubu yüzünden arttığı söylenmektedir. Ülkemizde henüz yasal kontrolü yetersiz olan GDO’lara karşı tüketiciler kendilerini nasıl korumalı? Bu konuda özellikle ithal gıdaların içeriği etiketli mi diye bakmalılar. GDO’lar söz konusu ise bence uzak durmalılar. Özellikle soya, kanolo, mısır şurubu, pamuk yağı gibi gıdaların daha büyük ihtimalle GDO olabileceğini unutmamalılar. Dipnot * Prof. Dr. Sefa SAYGILI* 84 á8%$7 2016 Ulu Camii Kasidesi Bursa’nın gözbebeği, vakarsın Ulu Camii!... Müminlerin gönlüne akarsın Ulu Camii!... Gönül gözüyle bakan, hayır çıkarır şerden Basiret nazarıyla bakarsın Ulu Camii!... Affın habercisidir nedamet gözyaşları Kalp göğünde şimşekler çakarsın Ulu Camii!... Kör karanlığa inat, nur iner gül yüzüne Hilâle ne yıldızlar takarsın Ulu Camii!... Göz çanağı sel olur, şebnemler düştüğünde Gönlümü hasretinle yakarsın Ulu Camii!... Somuncu Babaların, minberinde izi var Muhabbetin demisin, efkârsın Ulu Camii!... Hakk’ı göremeyenler, at gözlüğüyle bakar Söz tesir etmeyince bıkarsın Ulu Camii!... Canlar kıyama durur, seher vakitlerinde Kirlenen ruhumuzu yıkarsın Ulu Camii!... Söz hükmünü yitirir, sükût dile gelince Aydınlık sabahlara çıkarsın Ulu Camii!... Vuslatın düğün bayram, hasretin dağ misali Uzağına düşeni sıkarsın Ulu Camii!... Sabrın yokuşlarından Mevlâ’m çıkarır düze Yolsuzları yoluna sokarsın Ulu Camii!... İlâhî sevdaları beslersin muhabbetle Gül bahçesi misali, kokarsın Ulu Camii!... O çifte minarenle elif misali durur… Sadece Allah’a diz çökersin Ulu Camii!... Alınlar secdedeyken, taş bile gelir dile Bulut misali yaşlar dökersin Ulu Camii!... Allah’ı zikretmekle kalp gülistana döner Düğüm olmuş dertleri sökersin Ulu Camii!... Ulûhiyet yalnızca Yaradan’ın sıfatı Boynunu Hakk’a karşı bükersin Ulu Camii!... M. Nihat MALKOÇ somuncubaba 85 EĞİTİM / Fehimdar ÇİFTÇİ ÖZÜMÜZDEKİ GÜVEN YA DA ÖZGÜVEN “Çocuk anne-babasından ve bulunduğu ortamdan olumlu geri bildirimler alıyorsa o zaman kendisinin yeterli ve sevilebilir bir birey olduğunu düşünür ve bu düşünce daha sonrasında inanışa ve kişilik özelliğine dönüşür. Şayet sürekli sınırlama ve olumsuz eleştirilerle karşı karşıya kalıyorsa o zamanda kaplumbağa misali kabuğunda kendini dinleyecek ve hareketli hayatın ritmi içinde silik ve donuk bir birey olarak yaşayacaktır.” “Bu adam kendisi hakkında olumlu düşüncelere sahip.” “Kendini değerli görüyor.” “Evet, kendisini olduğu gibi kabul ediyor.” Günlük hayatın içinde en çok duyulan cümlelerdir. Kişilik şekillenmesinde de önemli bir adım sayılan ve günümüz dünyasında revaçta olan özgüven duygusu, biz yetişkinlerin “O daha çocuk, henüz bu işlerden anlamaz.” dediğimiz çağlarda, anlayacağını anlamış olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada bahsedeceğimiz husus özgüven gelişimdir. Anne, baba ve ebeveynlerin tutumu ve davranışları yetişen çocuğun geleceğine menfi veya müspet ipotek koymaktadır. Özgüven gelişimi çocukluğun ilk yıllarından itibaren evvela anne-babanın, daha sonra da çocuğun sosyal çevresini oluşturan bireylerin verdikleri geri bildirimler ile oluşur. Burada şu önemli hususa dikkat etmek gereklidir: Keskin söylenmiş bir cümle ile özgüven yıkılmadığı gibi seller sular gibi bir yorumla da gelişmez. Çocukların kişilikleri, kendi etki ve tepki davranışları ile çevreleri üzerinde yarattıkları etkileri gözlemleyerek gelişir. Yapılan inceleme ve gözlemlere göre bu önemli duyguyu “problem” olarak yaşayan ve kararsızlık içinde bocalayan insanların ekseriyeti ailelerin ilk çocuklarıdır. Çocuğa gösterilen tutum, mükemmeliyetçi bir çaba ve eleştirel bir yaklaşımdır. Eğer çocuk anne-babasından ve bulunduğu ortamdan olumlu geri bildirimler alıyorsa o zaman kendisinin yeterli ve sevilebilir bir birey olduğunu düşünür ve bu düşünce daha sonrasında inanışa ve kişilik özelliğine dönüşür. Şayet sürekli sınırlama ve olumsuz eleştirilerle karşı karşıya kalıyorsa o zamanda kap- 86 á8%$7 2016 lumbağa misali kabuğunda kendini dinleyecek ve hareketli hayatın ritmi içinde silik ve donuk bir birey olarak yaşayacaktır. Yaşının üstünde olgunluk beklenen ilk çocuklar, yetersizlik duygusuna kolay kapılabiliyorlar. Bu yetmiyormuş gibi anne baba ve öğretmen baskısına bir de dayak atma faslı eklenirse güvensizlik duygusu o çocuğun ömür boyun yol arkadaşıdır. Kırsalda yapılan erken evlilikler ve çok genç yaşta çocuk sahibi olan anne ve babalar, tecrübe ve bilgi birikimi olmadan evli insanlar olarak topluma karışmakta ve “Çocuğun çocuğu olmuş.” sözlerine muhatap olmaktadır. Kentlerde ise bu durum iş, tahsil etme, ev sahibi olma gibi sebeplerden dolayı ötelenmiştir. Anne ve babaların çocuklarına karşı şartsız bir sevgi kalplerine şifrelenmiştir ama yeterlilik durumu da sevgi kadar önemlidir. Bu yeterlilik koşullu ve koşulsuz sevginin ayırdına varacak kadar gelişmiş olmalıdır. Koşulsuz sevgi, “Ben ne yaparsan yapayım babam ve annem beni severler, beni kabul ederler.” Bu duygu çocuğu hayata bağlayan en önemli güç merkezi durumundadır. Ancak koşullu olarak sevildiklerini hissederlerse (şunu yapmazsam, başarılı olursam, uslu durursam, onları üzmezsem, beni severler) gibi düşüncelerle yetişkinleri memnun etmek için girişilmiş bu duygunun halkaları içinde kalırlar ki, özgüven gelişimine vurulmuş büyük bir darbedir. İşte bunu ayıracak yeterlilik ve bilgi birikimi olmalıdır. Anne babanın ne kadar özgüvenli oldukları da, çocuğun kişilik gelişiminde oldukça önemlidir. Her bireyin kendini artı ve eksileriyle tanıması, kabul etmesi, becerilerinin ve ihtiyaçlarının farkında olabilmesi kendine güveni oluşturmada önemlidir. Çocuklarımız yetişkinleri taklit ederek öğrendikleri için, özgüvenlerinin yetişkinlere benzer olması muhtemel görünüyor. Yetişkinler iyi bir model olmalıdır. Biz artı ve eksi yönlerimizi doğru olarak tanımlayabiliyorsak, hayata bakış açımız ve problemleri çözme tarzımız karışık, abartılı, bunalımlı ve şikâyetçi değil de, çözüm odaklı ise çocuklarımızda bu davranış modellerini örnek alacaklardır. Yaşadığınız ortamda kuralların belirsiz olması veya hiç olmaması durumunda da özgüven gelişimi olumlu bir durum oluşturmaz. Çocuk hangi durumda nasıl davranması gerektiğini öğrenemez. Sınırlar belli olmadığı için nerede duracağını bilemez. Davranışlarının sonuçlarından kazanım sağlaması ve gerekli becerileri geliştirmesi zorla- şır. İlk önce onu kendi kişilik yapısıyla ve kendi bireyselliğiyle kabullenmek gerekiyor. Çocuğumuzu bizim küçük kopyamız olarak algılamak yanlış bir tutumdur. O kendine has, nevi şahsına has bir bireydir. Her çocuk belli yeteneklere sahiptir. Yetenekli olduğu alanlarda desteklemek gerekir. Bir de yetenekleri erken yaşlarda uzmanı ile buluşturacak yolu açmakta yetişkinlerin görevidir. Kıyas öldürücü virüstür. Kardeşler bile birbirinden farklıdır. Bu doğal sonucu kıyas zincirine vurmayalım. Şunları yapalım: Yaşını dikkate alalım ve yerine getirebileceği sorumluluklar verelim. Zaman zaman oyunlarda yalnız bırakmayalım. Zira “Çocuk oynaya oynaya akıl denizine ulaşır.” Bir başkası ile kıyas yapmayalım. Zira kıyas öfkeyi, öfkede saldırma temayülünü geliştirir. Sevdiği ve hoşlandığı şeyleri birlikte yapalım. Bu iyi davranışları ödüllendirmek gibidir. İyi olanı teşvik etmektir. Ailemize mutluluk getirdiğini, sevindiğimizi hatırlatmaya çalışalım ve sözlerimizle duyurmaya gayret edelim. Bizim için çok değerli olduğunu söyleyelim. Kendini değerli görüp başkalarının da değerli olduğu bilincine ulaşacaktır. Korumacı tutum sergilemeyelim. Yani düşen çocuk için seferber olmayalım. Onun gözyaşları bizi de ağlatmasın. Düştüğü yerden kendi kalksın. Her şey tam ve mükemmel olmayabilir. Artılarını da eksilerini de tanıma fırsatı verelim. Türk Milleti olarak olumsuz olanları söylemeye daha yatkın bir durum içindeyiz. Bunları çok tekrar etmeyelim, zira kanıksanabilir. Kurallarımız belirgin ve net olmalıdır. Aile içi iletişim kadar kişiler arasında ki iletişime de önem vermeli ve demokrasi kuralı içinde kalmalıyız. Ailede demokrasi herkesin aklının estiği her şeyi yapması demek değildir, tam tersi başkasının hak ve özgürlüklerine saygı göstermek, sorumluklarının farkında olmak anlamına gelir. Bu tutum hâline dönüşmelidir. Çocukların yapacağı işleri, onların yerine biz yapmayalım. Bu aceleci durum sabrın öğrenilmesini engellemekte, beceri kazanmasının yolu kapatılmaktadır. Bütün çocuklar güzeldir. Bu yüzden fiziksel özelliklerini olumsuz eleştirilerimize katık yapmayalım. Çocukları dinlemek, onları anlamaktır. Biz dinlersek onlarda başkalarını dinlemeyi öğrenir. Özgüvene sahip olmak sadece yaptıklarımızın değil kişiliğimizin değerli olduğuna da inanmaktır. somuncubaba 87 2016 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın. Onların da abone olmasını sağlayın. 2016 Yılı Aile ve Çocuk Ekiyle Birlikte Yıllık Abone Bedeli 95 Türkiye : 95 Avrupa: 72 Euro ABD: 102 USD Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir. ABONE İLETİŞİM HATTI Adı / Soyadı: 444 36 61 Kurum Adı: (0422) 615 15 54 (0546) 544 60 44 Ünvan: Dergi Teslim Adresi: Posta Kodu: Şehir Telefon: Faks: E-posta: Vergi Dairesi: Vergi No: Abone Başlangıç Tarihi: İmza: Faturayı adıma kesiniz Faturayı şirket adına kesiniz Visan İktisadi İşletmesi Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 44700 Darende Malatya Tel: (422) 615 15 00 Gsm: (546) 544 60 44 Faks: (422) 615 28 79 bilgi@somuncubaba.net www.somuncubaba.net Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01 Vakıf Bank TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58 Halkbank TR 49 0001 2001 4740 0010 1000 23 Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız. Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz. Aile Eki ÇIKTI Verilen Nimetlerin Değerini Biliyor muyuz? Sümeyye Büşra YILDIZ Duygu Yoğunluğunda Model Olabilmek M. Emin KARABACAK İsrafı Önlemek ve Tasarruf Bilinci Halide YENEN Hz. Zeyneb (R.anha) Nagehan Nida DURAN Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesi Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYA Tel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - aile@somuncubaba.net 444 36 61 (0422) 615 15 54 (0546) 544 60 44