Bursa Ulu Camii Süleyman Çelebi ve Mevlid

advertisement
www.somuncubaba.net
AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
YIL: 22 • SAYI: 184 • ŞUBAT 2016 • Fiyatı: 8 TL
Bursa Ulu Camii
Süleyman Çelebi ve Mevlid
Ulu Camii’nden semaya yükselen ezanlarla
günde beş vakit soluklanmaktadır Bursa.
Süleyman Çelebi bu eserini Ulu
Cami imamlığı esnasında yazmıştır.
00184
AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
184
EDâ\D]®
Kemal DEMİR
SOMUNCU BABA HAZRETLERİNİN
HUTBE İRAD ETTİĞİ BURSA ULU CAMİİ MİNBERİ
Bursa Ulu Camii, Yıldırım Bayezid Han tarafından Niğbolu Zaferi’nin ardından bir nişane olarak 13961399 yılları arasında yaptırılmıştır. Cami bütün yönleriyle bir sanat eseri olmasının yanında özellikle sert
ceviz ağacından çivi ve yapıştırıcı malzemesi kullanılmadan geometrik parçalar birbirine geçirilerek yapılan
minberi gerçek bir şaheserdir. Özellikle Şeyh Hamid-i Veli / Somuncu Baba Hazretlerinin açılış hutbesini irad
ettiği minberinin her iki yüzünde de şaşırtıcı şekilde birer evren krokisinin varlığını günümüz bilim adamları
ve araştırmacılar yakın zamanda fark ettiler. Uzmanların görüşlerine göre, buradaki gezegenlerin büyüklük
oranları ve yörüngeleri gerçek oranlarla örtüşmektedir. Minberin Doğu yakasında (mihraba bakan yüzünde)
Güneş Sistemi, Batı yakasında ise Galaksi Sistemi yer alırken evrenin kül olarak tasvir edildiği görülmektedir.
Şekillerle ilgili araştırmalar yapan uzmanlar, bu tip eserlerde “Alan süsleme motiflerinde simetri yoksa
mutlaka bir mesaj vardır.” İlkesinden yola çıkarak, incelediğinde minberin, mihraba bakan yüzünde güneş
sisteminin görüldüğü bilinmektedir. Güneş ve gezegenler arasındaki mesafe büyük olduğu için yıldız gezegenlerden farklı olarak 9 damlacıklı kurs olarak işaretlenmiş. Uzmanlar, yine kündekârî sanatının bir özelliği
olan parçaların birleşmesiyle oluşan çukur kanal çizgilerinin de gezegenlerin yörüngesini temsil ettiğini söylüyorlar. Bu yüzeyde yer alan bir başka gizem ise serpiştirilmiş hâlde yıldız motifleri yer alması ve bunların
içinde kuyruklu yıldızların da bulunması...
Kündekârî sanat açısından eşsiz bir değere sahip olan minberin ilginç bir özelliği de 6666 adet abanoz
ağacı parçasından vücuda gelmesi. Bu rakamda halk arasında yaygın inançla Kur’an’ı Kerim’deki ayet sayısına tekabül etmektedir. O dönemdeki İslâm ve Türk âlimlerinin matematik ve gök bilimlerine yönelik ilminin
Batı’ya nazaran hayli ilerde olduğu da göz önüne alınırsa uzmanların tezleri doğru olabilir mi? Ne dersiniz
bütün bu benzerlikler sadece bir tesadüf olabilir mi?
Dergimizin bu sayısında kapak konusu olarak Bursa Ulu Camii ele alındı. M. Nihat Malkoç ‘Bursa Ulu
Camii’nde Zamanın Ötesinde’ başlıklı yazısında ise camiyi bütün yönleriyle anlatıyor. Tarihçi-Yazar Resul Kesenceli ‘Yıldırım Bayezid Han Zafer Ve Ulu Mabet’ başlıklı makalesinde caminin yapılış öyküsüne yer veriyor.
Dergimizde ayrıca Ali Akpınar’ın ‘Sabır, İbadet ve Dua Âbidesi : Hz. Yakub (a.s.)’, Ramazan Altıntaş’ın ‘İmanda
İhlas ve Samimiyet, Kadir Özköse’nin Tekkelerdeki Âyîn-i Şerîfin İcrâsı, Ahmet Şimşirgil’in ‘Yıldırım Bayezid
Han’ın Hayatında İki Hatun’, Enbiya Yıldırım’ın ‘Övünmek Hastalığı’, Musa Tektaş’ın, ‘Gönül Aynası’, Bünyamin Erul’un ‘Abdestte Titizlik’ başlıklı yazıları ve daha nice güzel konu ve şiire yer verildi. Okuyup istifade
etmeniz ümidiyle… Gönülden Selamlar…
The Mimbar of the Grand Mosque (Ulu Camii), Where Somuncu Baba Gave the Opening Khutba
Sultan Bayezıd I had the Grand Mosque (Ulu Camii)in Bursa built as the symbol of the victory of Battle of Nicopolis
(Nigbolu) between the years 1396-1399. The mosque itself is an oustanding work of art as a whole. Especially the mimbar,
which was made from hard walnut tree and made by being intertangled the geometrical wooden pieces without being
used any nail or adhesive, is a real masterpiece.
Another astonishing fact about the mimbar, where Somuncu Baba gave the opening khutba (sermon) at the Friday
prayer, is the motives seen on both sides of it. The researchers have recently realized it and it is said that these motives ,
when looked at them upon the mimbar, show the scetch of the solar system. And what is more, the proportional size of the
planets and their orbits coincide with the real ones. Best regards.
somuncubaba 1
Nn\H
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır.
Kurucusu
A. Şemsettin ATEŞ
Yapım
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
Yıl: 22 Sayı: 184 - Şubat 2016
Basım Tarihi: 01 Şubat 2016
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni
Kemal DEMİR
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
M. Hulusi ERDEMİR
Yayın Editörleri
M. Nazmi DEĞİRMENCİ
Musa TEKTAŞ
Kapak Fotoğraf
Cemil ŞAHİN
Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama
VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mahallesi Hacı Hulûsi Efendi Caddesi No: 71
44700, Darende / MALATYA
Tel: (0422) 615 15 54 • Faks: (0422) 615 28 79
www.somuncubaba.net • bilgi@somuncubaba.net
www.grafiturk.com.tr
Genel Sanat Yönetmeni
Serkan ÖZTÜRK
Sanat Yönetmeni
Enes İSLAM
Baskı ve Üretim
Salmat Basım Yayıncılık Ambalaj San. Ltd. Şti.
Sebze Bahçeleri Caddesi Arpacıoğlu İşhanı
No: 95/1 İskitler/ANKARA
Tel: (0312) 341 10 24 • Faks: (0312) 341 30 50
Somuncu Baba Dergisi’nin içeriğinde bulunan yazılar
ile ilgili çıkabilecek olan hatalı bilgilerden dolayı dergi
herhangi bir sorumluluk kabul etmemektedir. Yazıların
sorumluluğu yazarlarına ilanların sorumluluğu ise reklam verenlere aittir. Dergimizde bulunan fotoğrafların
ve görsellerin kullanılması ve kopyalanması yasaktır.
Yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Somuncu Baba Dergisi’nin bütün telif hakları VİSAN İktisadi
İşletmesi’ne aittir.
/SomuncuBabaDergisi
Yayın Kurulu
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Nihat ÖZTOPRAK
Prof. Dr. Ali YILMAZ
Prof. Dr. Sebahat DENİZ
Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ
Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN
Prof. Dr. Ali AKPINAR
Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ
Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI
Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE
Prof. Dr. Mahmut YEŞİL
Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK
Kurum Abone : 140
Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası : TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01 - Vakıf Bank: TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.
$%21(ð½/(7½ý½0ð+$77,
444 36 61
(0422) 615 15 54
(0546) 544 60 44
LoLnGHNLOHU
BURSA ULU CAMİİ’NDE
ZAMANIN ÖTESİNDE
14
M. Nihat MALKOÇ
Ey camilerin ulusu, uluların
camisi!... Sancılı arayışın
hitama erdiği yer...
42
ÜMİT, SABIR VE DUÂ
ÂBİDESİ: HZ. YAKUB (A.S.)
6
Ahmet ŞİMŞİRGİL
Ali AKPINAR
Müjdeci gelip, gömleği
Yakup’un yüzüne
bırakınca, hemen gözleri...
I. Murad Han’ın hanımı ve
Yıldırım Bayezid Han’ın
validesidir...
YILDIRIM
BAYEZİD HAN
ZAFER VE ULU MABET
38
Dünyanın hiç şüphesiz
önemli gezginlerinden
birisi olan İbn Battûta’nın,
seyâhatnâmelere yeni....
Resul KESENCELİ
Bursa Ulu Camii’nin
açılışında imam ve
hatiplik yapan Somuncu
Baba Hazretleri ...
SÜLEYMAN ÇELEBİ VE
MEVLİD
İBN BATTÛTA VE
SEYÂHATNÂMESİ
Fatih ERKOÇOĞLU
YILDIRIM BAYEZİD
HAN’IN HAYATINDA
İKİ HATUN
64
Mustafa ÖZÇELİK
Mevlid’de besmele,
zikir, Allah’ın sıfatları,
Allah’ın birliği gibi
inanışla ilgili konular...
74
İmanda İhlas ve Samimiyet 10 • Bursa ve Ulu Câmisi 13 • Tekkelerdeki Âyîn-i Şerîfin İcrâsı 22 • Gönül Aynası 28 • Övünmek
Hastalığı 34 • Ey Hira Dağı ! 44 • Fâiz Hassasiyetini Zedeleyen Bazı İşlemler 46 • Gönül Şafağı 49 • Astronomide Çığır Açan
Keşifleriyle Ali Kuşçu 50 • Abdestte Titizlik! 54 • Kâşgarlı Mahmud ve Dîvân-ı Lugâti’t-Türk 56 • Hiç Olduğunu 61 • Selefîlik
Ümmet Bilincinin Düşmanı 70 • Hüzünkâr 73 • Ali Şir Nevâî’nin İlk Mesnevisi Hayretü’l-Ebrâr’da Hâce Bahâeddin Nakşbend
(k.s.) 78 • Barışma 81 • Genetiğiyle Oynanmış Gıdalar (GDO) ve Sağlığımız 82 • Ulu Camii Kasidesi 85 • Özümüzdeki Güven
Ya da Özgüven 86
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)
Şeyh Hamid-i Veli Minberinden Hutbeler
Birinci Hutbe
Muhterem Cemâat-i Müslimîn!
İnsan denilen cevher-i zî-kıymet,
vatan-ı aslîsi olan âlem-i ceberut ve
ervâh-ı mücerrededen teb’îd ve tağrîb
edilmiş bir garîb-i zardır ki, kendisine
hemîşe giryân ve figân yakışır. Husûsiyle
gecelerde sîne-i sûzân ile nâlân, çeşm-i
hûnbâr ile giryân olarak garîk-ı lücce-i
hûnîn ve müstağrak-ı girdâb-ı âh u enîn
olmalıdır.
Peygamberimiz (s.a.v) Efendimiz Hazretleri buyuruyorlar ki: “Bir kimse Allah’ı
ansa da haufu’llah dolayısıyla gözleri yaş
saçarak yeryüzüne isabet etse, yevm-i kıyamette Cenâb-ı Huda onu muazzeb kılmaz.”
Diğer bir hadîsinde de yine: “Haşyetu’llah’tan nâşîbükâ, nârdan necattır.
Haşyetu’llah’tan nâşî ağlayan kimse nâra
girmez.” buyuruyor. Hatta rûz-ı pür-sûz-ı
cezada müstehıkk-ı zuhûl olan bir kimse
şehâdet-i a’zâ sebebiyle cehenneme sevk
edilirken bir mi-yi müjgân bi’l- istizan, “Yâ
Rab, bu kul dünyâda iken havfın dolayısıyla
ağlayarak beni garîk-ı âb-ı hunin etti idi.”
diyecek. O gün kalbinin şehâdetiyle şahs-ı
mezkûrun dâhil-i cinân olacağı rivayet
ediliyor.
Hazret-i Ali kerreme’llâhu veçhe ve
radıya’llâhu anh Efendimiz bir gün hutbelerinde: “Ey Allah’ın kulları mevtten sakınınız, mevtten fevt yoktur, durursunuz tutar, kaçarsınız yeter. Mevt nâsıyenizde de-
ğildir. Necat arayınız, necat arayınız! Hem
tecessüs-i mezkûrda acele ediniz. Zîrâ arkanızda bir tâlib-i hasis vardır ki, kabirdir.
Mütenebbih olunuz ki, kabir cennet bahçelerinden bir bahçe veyahut cehennem
çukurlarından bir çukurdur. Agâh olunuz
ki, kabir her gün üç defa tekellüm eder.
Ve ben beyt-i zulmetim hâne-i vahşetim,
kurtlar eviyim der. Mütenebbih olunuz ki,
o günün arkasında daha şiddetli bir gün
vardır. O günde küçükler ihtiyar, büyükler sekrân olur, süt emziren her bir kadın
kendi çocuğundan zuhûl ve gaflet, her bir
zât-ı hami olan kadın da vaz-ı hami eder.
Nâsı sarhoş görürsün, hâlbuki sarhoş
değil, velâkin Allah’ın azabı şiddetlidir.
Mütenebbih olunuz ki, o günün verâsında
daha şiddetli bir gün vardır. O günde harareti şedîd, ka’n ba’îd, zîneti hadîd, suyu
sadîd, rahmet-i hak nâ-bedîd olan nâr-ı cehennem vardır.” buyurduklarında ashâb-ı
kiram hüngür hüngür ağlaştılar. Sonra
Hazret-i İmam, “Agâh ve mütenebbih olunuz ki, o günün verâsında muttakîlere
hazırlanmış ayna semâvât ve arza müsavi
olan cennet vardır. Hazret-i Allah, bizi ve
sizi cennete idhâl, cehennemden halâs
buyursun.” buyurdular.
Allah (c.c.) zülcelâl cümlemizi hulûs-i
kalb ile kendi kapısına yönelen ve rızâ-i
ilâhîsini tahsîle çalışan zümre-i sâlihîne
ilhak buyursun.
İLİM VE HAYAT / Ali AKPINAR*
ÜMİT, SABIR VE DUÂ ÂBİDESİ:
HZ. YAKUB
(a.s.)
“Müjdeci gelip, gömleği Yakup’un yüzüne bırakınca, hemen
gözleri açıldı. Bunun üzerine Yakup: ‘Ben size, Allah katından sizin
bilmediğinizi biliyorum dememiş miydim?’ dedi. Oğulları: ‘Ey
Babamız! Suçlarımızın bağışlanmasını dile, bizler hiç şüphesiz
suçluyuz.’ dediler.”
6 á8%$7 2016
K
ur’ân kıssalarında anlatılan peygamberlerin hayatları bir bütün olarak anlatılmaz.
Onların ibret verici yönleri öne çıkarılarak
anlatılır. Zaten Kur’ân, insanlığa gönderilmiş bütün peygamberleri anlatmaz. Kıssasını anlattığı
peygamberin de hayatından bazı kesitleri bize
ders verici yönleriyle anlatır. Dolayısıyla biz onları, yaşanmış ve bitmiş bir hayat hikâyesi olarak okuyamayız. Yalnızca onlar hakkında bilgilenmek için de okuyamayız. Onların yaşadıkları
onlarda kalsın diye de değil. Aslında hayat kitabı
Kur’ân’da anlatılarak yaşatılan her peygamber
kıssası günümüzde yaşandığı zaman anlamlı
hâle gelecektir. Zira insanlığın önderleri peygamberler, yaşadıklarını hem kendileri için hem
de bizlere ders olsun diye yaşamışlardır. Daha
da önemlisi, onlar yaşadıklarını birer insan olarak yaşamışlardır.
İşte o kıssası anlatılanlardan biri de Hz. Yakub
Peygamber’dir. Onun diğer adı da Allah’ın kulu
anlamına İsrâîl’dir. O, İsrailoğullarına adını veren
peygamberdir. Aynı zamanda o, onların eğitimi
ve işledikleri günahlara karşı ders olsun diye bir
kısım şeyleri onlara yasak kılan bir davet adamıdır.
“Tevrat’ın indirilmesinden önce İsrail’in kendilerine haram ettiğinden başka bütün yiyecekler İsrailoğullarına helal idi; doğru sözlü iseniz
Tevrat’ı getirip okuyun.”1, “Yahudilere, tırnaklı
olan her hayvanı haram kıldık. Sığır ve koyunların
da sırtlarında veya bağırsaklarında veya kemiğe
karışık bulunan yağlar dışında iç yağlarını haram
kıldık. Bu, aşırı gidip ilâhî sınırları aşmalarından,
insan haklarına el uzatmalarından dolayı onlara
verdiğimiz bir cezâdır.”2, “Yahudilerden çoğunun
zulümleri, birçoklarını Allah yolundan alıkoyma-
ları, men’edildikleri hâlde fâiz almaları ve haksız
sebeplerle insanların mallarını yemeleri sebebiyle
daha önce kendilerine helâl kılınan iyi ve temiz
şeyleri onlara haram kıldık.”3 Âyetlerden anlaşıldığına göre Yüce Allah, onları eğitmek, sınamak
ve sağlıkları için bazı şeyleri onlara haram kılmıştır. Rivâyete göre, Hz. Yakub’un da bir hastalığı sebebiyle kendine çok sevdiği deve sütü ve
deve etini haram kılmış ve yememişti.
Kur’ân, Hz. Yakub’un, oğlu Hz. Yûsuf’un küçük
yaşta gördüğü rüyasını tabir edip bu konuda onu
hazırlayışını anlatır. Kardeşlerin kıskançlıkla ona
zarar vermeleri endişesiyle onu uyarır.
“Babası şunları söyledi: ‘Yavrucuğum! Rüyanı
kardeşlerine anlatma, yoksa sana tuzak kurarlar;
zira şeytan insanın apaçık düşmanıdır. Rabb’in
seni böylece rüyandaki gibi seçecek, sana rüyaları
yorumlamayı öğretecek; daha önce, ataların İbrahim ve İshak’a nimetlerini tamamladığı gibi, sana
ve Yakup soyuna da tamamlayacaktır. Doğrusu
Rabb’in bilir, hakimdir.”4
Kendisinden Hz. Yûsuf’u koparıp ondan kurtulmak için kuyuya atan ve “kurt yedi” diye kanlı
gömleğini getirdiklerinde, bir taraftan “nefisleriniz bunu size süslü gösterdi” derken, öte taraftan olanlara sabredişini bize anlatır.
“Babaları: ‘Sizi nefsiniz bir iş yapmaya sürükledi; artık bana güzelce sabır gerekir. Anlattıklarınıza ancak Allah’tan yardım istenir.’ dedi.”5 Âyette
geçen Hz. Yakub’un sabr-ı cemîli, içerisinde
sızlanma-şikâyet olmayan sabırdır. Buna göre
sabr-ı cemîlin olması için, herhangi bir sızlanma,
sitem ve şikâyet cümlesi sarf etmeden olanlara
anında katlanmak gerekmektedir. Sonu selâmet
ve zafer olan sabır, böyle bir sabırdır.
somuncubaba 7
Kıtlık yıllarında evlatlarını Mısır’a gönderirken, bir baba şefkatiyle yâd ellerde tedbirli davranmalarını onlara hatırlatır.
“Babaları: ‘Oğullarım! Tek bir kapıdan değil,
ayrı ayrı kapılardan girin. Ama Allah katında size
bir faydam olmaz, hüküm ancak Allah’ındır, O’na
güvendim, güvenenler de O’na güvensinler.’ dedi.”6
Hz. Yakub, oğullarının babayiğit ve güzellikleriyle başlarına kötü bir şey gelmemesi için ve nazara uğramamaları için tedbirli olmalarını tavsiye
etmiştir. Zira on kardeşin hep birlikte aynı kapıdan içeri girmeleri, şehirdekileri korkutup tedirgin edebilir, halkın dikkatini çekebilirdi. Buna
göre insana düşen, önce alınması gereken tedbiri almak, sonra Yüce Allah’a güvenmektir. Yoksa yapılması gerekenler yapılmadan, ben işimi
Allah’a bıraktım, O’na güvendim demek gerçek
anlamda tevekkül değildir. Onun için Peygamberimiz (s.a.v.), deve sahibi olan bir adamı, “Önce
deveni bağla, sonra Allah’a tevekkül et.” diyerek
uyarmıştır. Âyet, hem Yakub Peygamber’in bütün çocuklarına düşkün olduğunu gösterir, hem
de göz değmesi demek olan nazarın hak olduğuna işaret eder. Hz. Yakub, her zaman evlatlarına düşkün, onların her zaman hayrını isteyen
bir baba idi. O, ölüm döşeğinde bile evlatlarını
düşünen şefkat ve merhamet âbidesi bir baba-
8 á8%$7 2016
dır. “Yoksa Yakup can verirken sizler yanında mı
idiniz? O, oğullarına: ‘Benden sonra kime kulluk
edeceksiniz?’ diye sormuştu.”7, “Yakup da: ‘Oğullarım! Allah dini size seçti, siz de ancak O’na teslim
olmuş olarak can verin.’ dedi.”8
Kur’ân bize, oğulları, küçük kardeşleri Bünyamin’i Mısır’da bırakıp geldiğinde Hz.
Yakub’un hüznünü kalbine gömüşünü ve aslâ
sitem etmeyişini anlatır.
“Yakub: ‘Sizi nefsiniz bir iş yapmaya sürükledi,
artık bana güzelce sabır gerekir; belki Allah hepsini birden bana getirecektir, çünkü O bilendir,
hâkimdir.’ dedi.”9
Ve Kur’ân, bütün bu olanların yanında aradan
geçen bunca yıla rağmen Hz. Yûsuf ve kardeşinden ümit kesmeyişini anlatır.
“Yakup şöyle dedi: ‘Ben üzüntü ve tasamı yalnız Allah’a açarım. Allah katından, sizin bilmediklerinizi bilirim. Ey Oğullarım! Gidin, Yûsuf’u ve
kardeşini arayın. Allah’ın rahmetinden ümidinizi
kesmeyin; doğrusu kâfirlerden başkası Allah’ın
rahmetinden ümidini kesmez.”10
Yıllar geçmişti aradan, kardeşleri tümden Hz.
Yûsuf’tan ümitlerini kesmişlerdi. Ama Yakub Pey-
gamber, ümidini kesmedi. Yıllar sonra oğulları,
Bünyamin’i Mısır’da bırakıp geldiklerinde, “gidin
hem onu, hem de kardeşi Yûsuf’u araştırın” buyurdu. Zaten gelen habere göre Bünyamin, esir
olarak kalmıştı ve yaşadığı belliydi. Yıllar önce
Yûsuf’un kanlı gömleği getirildiğinde de Yakub
(a.s.), onun kurt tarafından parçalandığına inanmamıştı. Çünkü kanlı gömlek parçalanmamıştı.
Hem sonra Yûsuf’un çocukken gördüğü rüyadan
Yakub Peygamber, onun yaşayıp seçkin bir kul
olacağını anlamıştı. Bütün bunlar, Yûsuf’un hayatta olabileceğini gösteriyordu. Onun için baba,
evlatlarına onları araştırmalarını istedi. Demek
ki mü’min, bir şey hakkında kesin bilgiye sahip
değilse, ümidini yitirmeden onun aslını araştıracaktı.
mekânları gözetmelidir. İkinci olarak evlatlarının,
biraz daha tevbeye devam etmeleri, kendilerini
“Kervan, memleketlerine dönmek üzere ayrıldığında, babaları: ‘Doğrusu ben Yûsuf’un kokusunu
duyuyorum; ne olur bana bunak demeyin.’ dedi.”11
düzeltmelerini temine etmek için böyle söyle-
Kervan daha Mısır’da iken, oraya çok uzaklarda bulunan Hz. Yakub’un, Yûsuf’un kokusunu
duyuyorum demesi, onun vahiyle bilgilendirilmesinin yanı sıra, bugün bilimin telepati/uzakduyum dediği, birbirini çok seven, birbirine çok
bağlı olan insanların, birbirlerinin başına gelenlerden etkilenmesi olarak da anlaşılabilir.
âyetlerin her birinde pek çok ders ve ibret var-
“Müjdeci gelip, gömleği Yakup’un yüzüne bırakınca, hemen gözleri açıldı. Bunun üzerine Yakup: ‘Ben size, Allah katından sizin bilmediğinizi
biliyorum dememiş miydim?’ dedi. Oğulları: ‘Ey
Babamız! Suçlarımızın bağışlanmasını dile, bizler
hiç şüphesiz suçluyuz.’ dediler. Yakup: ‘Rabb’imden
bağışlanmanızı dileyeceğim; O şüphesiz bağışlar
ve merhamet eder.’ dedi.”12
Oğullar, hatalarını anlayıp af dilediler. Zira
hatadan dönmek erdemdi. Babalarından da duâ
istediler. Zira sâlihlerin duâsı, makbul ve muteberdir. Ancak Hz. Yakub, onlara hemen duâ
etme yerine, ilerde edeceğini söyledi. Bu, onun
kendini duâya hazır ettikten sonra duâ edeceği anlamına gelebilir. Zira duâ için kişi kendini
hazırlamalı, duâ öncesi ibadet ve tâatle duâyı
hak etmeli, duânın makbul olduğu zaman ve
miş olabilir.
Görüldüğü
üzere
Yakub
(a.s.)’ı
anlatan
dır. Önemli olan onları bu gözle görüp bize bakan mesajları almak ve onları hayatımıza yansıtmaktır. Nitekim Yüce Rabb’imiz bu amaçla onu
anmamızı, onu anlamamızı ve anlatıp gündeme
getirmemizi bizden istemektedir:
“Güçlü ve anlayışlı olan kullarımız İbrahim,
İshak ve Yakup’u da an. Biz onları âhiret yurdunu
düşünen, içten bağlı kimseler kıldık. Doğrusu onlar
katımızda seçkin, iyi kimselerdendirler.”13 Ümit,
sabır, ibadet ve duâ âbidesi olan Hz. Yakub’a ve
onun izinde gidenlere selam olsun.
Dipnot
* Prof. Dr. Ali AKPINAR
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
9.
10.
11.
12.
13.
3/Âl-İ İmrân, 93.
6/En’âm, 146.
4/Nisâ, 160-161.
12/Yûsuf, 5-6.
12/Yûsuf, 18.
12/Yûsuf, 67.
2/Bakara, 133.
2/Bakara, 132.
12/Yûsuf, 83.
12/Yûsuf, 86-87.
12/Yûsuf, 94.
12/Yûsuf, 96-98.
38/Sâd, 45-47.
somuncubaba 9
İTİKAT / Ramazan ALTINTAŞ*
İMANDA İHLAS
VE SAMİMİYET
“Biz gerçek ihlâs ve samimiyet örneğini peygamberlerin
davetlerini toplumlarına açtıkları ilk ve temel başlangıç
teblîgâtı olan kelime-i tevhîdde görüyoruz. Çünkü kelime-i
tevhîde kelime-i ihlâs denir.”
10 á8%$7 2016
A
rapçada “saf ve hâlis olmak, her türlü
şâibe ve karışıklıktan kurtulmak” anlamına gelen ihlâs, “h-l-s” kökünden türemiştir. “Hâlis” kelimesi ise anlam bakımından “sâfî”
kelimesi gibidir. Hâlis denildiği zaman, sadece,
içindeki yabancı unsurlardan temizlenen; “sâfî”
denildiğinde ise, hem içindeki yabancı unsurlardan temizlenen ve hem de içinde aslâ yabancı unsuru barındırmayan şey akla gelir. Dinî
bir terim olarak ihlâs, iman ve ibadet gibi dinî
görevleri yerine getirirken, insanların övme ve
beğenmesini, yerme ve kınamasını düşünmeksizin sırf Allah için yapmak demektir.1 İslâm’da
bu
şekilde
hareket
edenlere “muhlis” denilir. Nitekim bir âyette:
“Doğrusu o bizim samimi
(muhlis) kullarımızdandır.”2 buyrulur.
Kalbin Ameli
Kur’an-ı Kerim’de geçen “hâlis ve ihlâs” sözcüğü; bir yere ait olma3,
bir kenara çekilme4, dini
salt Allah’a özgü kılma5
ve inanç boyutunda O’na
gönülden samimiyetle bağlanma6 gibi anlamlarda kullanılmıştır. Bu sebeple bir rivâyette
Hz. Peygamber (s.a.v.) ihlâsı, kalbin ameli olarak tanımlamıştır.7 Nasıl ki ameller, ihlâssız ve
niyetsiz ibadete dönüşmezse, ihlâs ve niyetsiz
bir amel de makbul olmaz. İslâm’da ameller niyetlere göre değer kazanır.8 O halde ihlâs, insanı Allah’tan alıkoyacak her şeyden gönlü arındırmaktır.9 “İhlas Suresi”nde anlatıldığı gibi asıl
ihlas, İslâm’ın tevhîd boyutunda ortaya çıkar.
İtikadî alanda gerçek samimiyet; Yüce Allah’a
hiçbir şeyi ortak koşmamak ve kulluğu sadece O’na hasretmek şeklinde tezâhür eder. Bu
bağlamda Müslümanların imanda samimiyeti/
ihlâsı, Yahudilerin iddia ettikleri gibi Allah’ı
teşbihten, Hıristiyanların savundukları gibi üçlemeden uzak tutmakta ortaya çıkar. Aynı sa-
mimiyet, ibadetlerde de geçerlidir. İbadetleri
ihlâsla yapmak Allah’ın kesin emridir: “Dini yalnız Allah’a has kılarak O’na kulluk etmek; namazı
kılmak ve zekâtı vermekle emrolunmuşlardır.”10
İmanda İhlas
İslâm Dini’ni bir binaya benzetecek olursak
iman bu binanın temellerini, ibadet o binanın
katlarını ve çatısını, ihlâs ise harcını oluşturur.
İnancın temeli, saf tevhîd ile atılırsa, mecâzî anlamda üzerine çıkılacak her bir kat hükmünde
olan ibadetler de sahih ve makbul olur. Tevhîd
inancında samimi olmadan ibadet hayatında
da samimi olunmaz.
Tevhîdde samimiyetin
ilk mukaddimesi nefsimizi
kötülüklerden
arındırmaktır: “Nefsini
kötülüklerden arındıran
kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan
etmiştir.”11 Ünlü İslâm
bilgini İmam Gazâlî’ye
göre âyetlerde geçen
tezkiye (arınma)12, insanın ilâhî bakışa mahal
olan kalbini, tevhîdi bozucu şirk, riyâ, nifak, süm’a (duyurma) gibi amel
ve hâllerden temizlemesidir.13 İşte asıl itikatta
hâlislik ve samimiyet budur.
Biz gerçek ihlâs ve samimiyet örneğini peygamberlerin davetlerini toplumlarına açtıkları
ilk ve temel başlangıç teblîgâtı olan kelime-i
tevhîdde görüyoruz. Çünkü kelime-i tevhîde
kelime-i ihlâs denir.14 Arapça ifadesiyle “Lâ
ilâhe illallah/Allah’tan başka ilâh yoktur.” cümlesi, içinde hem reddi ve hem de tasdîki/isbâtı
barındırır. “Lâ ilâhe” derken, “lâ” edatıyla, bizi
Allah’ı anmaktan ve O’na kulluktan alıkoyabilecek bütün sahte ilâhları reddediyoruz, sonra da
istisnâ edatıyla sadece bir olan Allah’ın varlığını tasdîk ve isbât etmiş oluyoruz. İşte Allah’ın
risâlet göreviyle sorumlu tuttuğu bütün elçiler,
iyi bir Müslüman olabilmenin ilk şartı olarak
somuncubaba 11
Samimiyeti Olmayan
İbadetin Değeri Yoktur
Her konuda olduğu gibi iman konusunda da
Hz. Peygamber (s.a.v.) sahâbîlerini eğitmiştir.
Çünkü imanda samimiyet olmadan Allah katında ibadetlerin bir değeri yoktur. Sahâbîden Ebû
Vâkıdü’l-Leysî Hâris b. Mâlik anlatıyor: “Bir gün Hz.
Peygamber (s.a.v.) ile birlikte Huneyn’e giderken,
yolda Zât-ı Envât denilen büyük bir sedir ağacına
rastladık. Müşrikler, her yıl onun yanına varırlar,
silahlarını dallarına asarlar, yanında kurban keserler ve bir gün itikâfa girerlerdi. Bizler de, “Yâ
Rasûlallah! Zât-ı Envât gibi, bize de bir Zât-ı Envât
tayin etseniz, olmaz mı?” deyince, Rasûlullah
(s.a.v.): “Allahu Ekber! Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki; siz de Hz. Mûsâ’ya kavminin dedikleri gibi bir söz söylediniz! Onlar:
‘Ey Mûsâ! Onların kendilerine ait ilahları (putları) olduğu gibi sen de bize ait bir ilah yapsana”
dediler. Mûsâ da: ‘Şüphesiz siz câhillik eden bir
kavimsiniz.’ demişti.’16 Rasûlullah sözlerine devamla, “İşte sizler de sizden öncekilerin gittikleri yolu karış karış, adım adım izleyeceksiniz.
Onlar, bir kertenkele deliğine girseler, sizler de
onların peşine takılacaksınız.” buyurmuştu.17 Bu
rivâyette geçen “zât-ı envât” kendisine kudsiyet
tevhîdi bozacak olan; şirk, derin şüphe, küfür ve
atfedilen bir ağaçtı. Müslümanların bu isteğine
nifak gibi kötü hastalıkları temizlemekle davet
karşılık Rasûlullah’ın tavrı, onları eğitmek sure-
çalışmalarına başlamışlardır. Ancak böyle bir
tiyle itikatlarını düzeltmek olmuştur.
arınma faaliyetinden sonra, saf katışıksız bir
Dipnot
tevhîd inancı insanın gönlünde, kafasında ve
zihin dünyasında yer edebilir. Eğer bu ayırt edici farklılık algılanmazsa çoğu zaman, tevhîdle
şirki, imanla küfrü, hakla bâtılı, salahla fâsidi,
ma’rûfla münkeri birbirine karıştırabiliriz. Gerçek anlamda iman edip de imanlarını şirke bulaştırmayanlar15, Yaratan’la yaratılan arasındaki
küllî mesafeyi birbirinden ayırt edenlerdir. Bu
sebeple kelime-i tevhîdin olmazsa olmaz ilkeleri sağlam bilgi, kesin inanç, ihlâs, dürüstlük,
ilâhî sevgi, samimiyet, içtenlik ve Allah’a tam
teslîmiyettir.
12 á8%$7 2016
* Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
9.
10.
11.
12.
13.
14.
15.
16.
17.
Bkz. Râgıb el-Isfehânî, el-Müfredât, İstanbul, 1986, s. 221.
12/Yûsuf, 14.
6/En’âm, 139.
12/Yûsuf, 80.
Bkz. 39/Zümer, 2-3.
Bkz. 2/Bakara, 139.
Bkz. Buhârî “İman”, 39.
Bkz. Buhârî “İman”, 22.
12/Yûsuf, 24.
98/Beyyine, 5.
91/Şems, 9-10.
Bkz. 2/Bakara, 151; 62/Cuma 3.
Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed, el-Erbaîn fi Usûli’d-Dîn,
Beyrut, 1988, s.78.
Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 4.
Bkz. 6/En’âm, 82.
7/A’râf, 138.
Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 218.
Bursa ve
Ulu Câmisi
Evliyâ, Bursa’yı anlatır bir bir
“Her yanı su, ruhâniyetli şehir”
Hemen her şehirde Ulu Câmi var
Ünlü değil hiçbiri Bursa kadar
Bânîsidir 1. Bâyezid Han
Onunla uhrevî, Bursa’da zaman
İlk hutbeyi Hâmid-i Velî verdi
Akşemseddin, Emir Sultan dinlerdi
Ortasında şırıl şırıl su sesi
Duvarları bir hüsn-i hat müzesi
Süleyman Çelebi adlı ulu zat
Bir mevlid yazdı: “Vesîletü’n-Necat”
Yaşıl’dan gelen yeşil, cennet rengi
Var mı dünyâda Bursa’nın dengi?
Her köşesi buram buram Osmanlı
“Keşiş” i Uludağ yapan irfanlı
İstanbul, Bursa’nın Kızılelma’sı
İnsanı, sanatı, ipeğin hası
Nice sultan medfun, nice şehzâde
Ulu Câmi hem muhteşem, hem sâde
Uluğ Türkistan’dan Ulu Mâbed’e
Ulu Çınar uzar ilelebede…
Bekir OĞUZBAŞARAN
somuncubaba 13
CAMİİ GÜZELLEMESİ / M. Nihat MALKOÇ
BURSA ULU CAMİİ’NDE
ZAMANIN ÖTESİNDE
“Ey camilerin ulusu, uluların camisi!... Sancılı arayışın hitama
erdiği yer. Sen ki Somuncu Baba’nın sırrını ifşa etmişsin. Mâzi,
hâl ve istikbal yekpare bir şekle bürünüyor o muhteşem
kubbenin altında. Denize kıyısı olmayan bu kadim ve kutlu
kentte maneviyat denizisin sen.”
Foto: Cemil ŞAHİN
14 á8%$7 2016
B
ir cihan devleti olan Osmanlı, vaktiyle üç kıtaya gerçek anlamda adalet ve huzur götürmüş müstesna bir devletti. Altı yüzyıla, üç
kıtaya ve etnik kökeni farklı onlarca millete başarıyla hükmeden, “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.”
felsefesini kendisine şiar edinen bir imparatorluğun adıdır Osmanlı. Bu büyük devlet altı asırlık
süreçte 36 padişah tarafından idare edilmiştir.
Osman Gazi’yle başlayan ve onun adıyla anılan
bu devletin başına geçen padişahlar “i’lâ-yı kelimetullah” uğruna nice kıtalar aşmışlar, İslâm’ın
yücelmesi için cansiperane çalışmışlardır. Bunlardan biri de 1389’dan 1402 senesine kadar, 13
yıl padişahlık yapan, tarihçiler arasında “Yıldırım
Bayezid” olarak da bilinen I. Bayezid’dir.
Güçlü, cesur ve kahraman bir yapıya sahip
olan I. Bayezid, Timur’a karşı yapmış olduğu
“Ankara Savaşı” dışında girdiği bütün savaşları kazanmıştır. I. Bayezid’in en büyük başarılarından biri de Türk birliğini sağlamasıdır. O,
Bursa’da zâviye, medrese, imaret, han, köprü,
dârüşşifa yaptırmış, muhteşem bir mabet olan
Ulu Camii’ni de yine o inşa ettirmiştir.
Bursa’nın Eyüp Sultan’ı: Ulu Camii
Osmanlı deyince Bursa, Bursa deyince de
Osmanlı gelir akıllara. Çünkü Osmanlı’nın ilk
büyük başkentidir Bursa. Devlet-i ebed müddet
burada gelişmiş, serpilmiş ve
üç kıtada at oynatan bir dünya devleti olmuştur. Onun
içindir ki Bursa, Osmanlı’nın
ilk kutlu basamağıdır.
somuncubaba 15
Bursa, içinde barındırmış
olduğu tarihî yadigârlarla adeta tarihin aynasıdır. Bursa’yı
“Bursa’da Zaman” şairi Tanpınar
kadar güzel ve derinden kim anlatabilir ki: “Sanki tek bir anda
gün, saat, mevsim/Yaşıyor sihrini
geçmiş zamanın/Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın/Güvercin bakışlı sessizlik bile/Çınlıyor bir sonsuz
devam vehmiyle/Gümüşlü bir fecrin zafer aynası,/Muradiye, sabrın
acı meyvası,/Ömrünün timsali
beyaz Nilüfer,/Türbeler, camiler, eski bahçeler,/Şanlı hikâyesi
binlerce erin/Sesi nabzım olmuş
hengâmelerin/Nakleder
yâdını
gelen geçene.”
Bursa deyip de geçmemek
lâzım. Hayatın tam merkezinde
durur o. Tüm zamanların en güzel ve en yeşil şehridir Bursa. O
ki nice asırlardan beridir gönül
diliyle söyleşir mihmanlarıyla.
“Fetih günlerinin saf neşesini” solursunuz tarihiyle barışık
yaşayan ve buram buram mâzi
kokan bu güzide topraklarda.
Devlet-i ebed müddetin banileri son uykularını uyur Gümüşlü
Kümbet’te. Bu yüzden şairin deyimiyle “Gümüşlü bir fecrin zafer aynası”dır.
Osmanlı Bursa’yla nasıl özdeşleşmişse; Bursa da Ulu
Camii’yle öyle özdeşleşmiştir. Tabir caizse etle tırnak gibi olmuştur ikisi de. Zira Bursa’nın kalbi
günde beş vakit Ulu Camii’nde
atar. Bursa’nın manevî vitrinidir
Ulu Camii. I. Bayezid tarafından
inşa ettirilen bu kutlu mabet,
şüphesiz ki Türkiye’nin kadim
mimarî şaheserlerindendir.
16 á8%$7 2016
Foto: Cemil ŞAHİN
somuncubaba 17
Foto: Cemil ŞAHİN
18 á8%$7 2016
Ulu Camii’nin enteresan bir yapılış hikâyesi
vardır. Rivayete göre Yıldırım Bayezid, Niğbolu
Savaşı’ndan evvel Allah’a dua etmiş, bu savaşta muzaffer olursa yirmi cami yaptıracağı vaadinde bulunmuştur. Bu savaşı kazanan Yıldırım
Bayezid Han, zaferin şükrünü eda etmek için
yirmi cami yaptırmak istemiştir. Padişah, bu
halis niyetini damadı Emir Sultan’a açmıştır.
Emir Sultan ise, “Hünkârım yirmi cami yerine,
mü’minlerin toplanmasına vesile olacak, cuma
namazlarının kılınacağı yirmi kubbeli bir cami
yaptırsanız…” deyince, padişah bu teklifi uygun
görerek yirmi kubbeli Ulu Camii’ni yaptırmaya
karar vermiştir.
Bursa’ya manevî bir atmosfer ve derinlik kazandıran söz konusu mabet, 1396-1399 yılları
arasında Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılmıştır. Mimarı kesin olarak bilinmemekle beraber Ali Neccâr ya da Hacı Ivaz Paşa tarafından
inşa edildiği düşünülmektedir.
Bursa’nın simgelerinden biri olan Ulu Camii, şehrin manevî dinamiklerinin de başında
gelmektedir. İlk planlandığında cami, medrese,
hamam, bedesten, dükkânlar ve meşrutalardan
teşekkül eden bir külliye hâlinde tasarlanmış,
daha sonraki devirlerde etrafına şadırvanlar, muvakkithane, muallimhâne, müezzin ve
muvakkit odaları gibi yapılar ilâve edilmiştir.
Bursa’ya gelip de Ulu Camii’ni gezip görmeden
giden bir insan düşünülemez.
Bursa’nın gözde dinî mekânlarının başında gelen Ulu Camii, kapalı namaz kılma alanı bakımından Türkiye’nin en büyük camiidir. Harikulâde bir mimariyle inşa edilen bu
cami, dikdörtgen bir planda yaklaşık beş bin
metrekarelik bir alan üzerine kurulmuştur. Sekizgen kasnaklara oturan toplam yirmi kubbe,
mihrap duvarına dik olarak beş sıra hâlinde yer
almaktadır. Caminin ana duvar kalınlıkları iki
metreyi geçmektedir. Ulu Camii’nin iki minaresi vardır. Minarelerin
ikisi de beden duvarına oturtulmamış, yerden
başlatılarak inşa edilmiştir. Batı tarafındaki minare Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılmıştır.
Bu minarenin sekizgen biçimli kürsüsü mermerden, gövdesi ise tuğladandır. Doğu tarafına
düşen minare ise sonraki yıllarda Mehmet Çelebi tarafından yaptırılmıştır. somuncubaba 19
Foto: Cemil ŞAHİN
Suskunluğu Sabırla Yoğrulan Şehrin
Emsalsiz Meyvesi Ulu Camii’ne Dair
Ulu Camii’nden semaya yükselen ezanlarla günde beş vakit soluklanmaktadır Bursa.
Bu nefes hayat vermektedir şehre. Bursa’nın
Ayasofya’sı olan bu mabedin çinilerinde
Bayezid’in gür sesi yankılanmaktadır. Ulu
Camii’nden ovaya yayılan ezanlar Bursa’ya zamanın altın mührünü vurur. Maziden arda kalan
bir hüzün siner içinize. Yürek telleriniz oynar
yerinden. Caminin minberinde kâinatın silueti
yansır boylu boyunca. Sarmaşık motiflerle sülüs yazılar birbirini tamamlar gibidir. Su sesleri
Kur’an seslerine karışarak gönül bahçelerinin
ateşini alır. Altı asırlık cami minberindeki sırlar
iştiyakla kâşiflerini beklemektedir. Türk tarihinin en büyük camisi olma onurunu üzerinde
taşıyan mabet, imanlı alınlardan öperek hayat
bulmaktadır. Mimar Ali Neccar bu eserle ma-
20 á8%$7 2016
ziyle bugün arasına bir gönül köprüsü kurmuş
gibidir. Bu köprü Sırat’tan evvel geçilecek, alabildiğine geniş, müstahkem bir satıhtır.
Ey gönüllerin emsalsiz sevgilisi, yemyeşil libaslara bürünmüş Bursa! Sabırla yoğrulmuştur
suskunluğun. Söylenmemiş nice sözlerin vardır
lâl dudaklarında. Sen İslam’ın alametlerinden
biri olan nurlu minarelerin, ufka şahadet parmakları gibi uzandığı kutlu şehirsin. Ezanların
kulaklarımızdaki pası siler günde beş vakit. Gönüllerin Medine’sisin sen.
Ulu Camilerin en ulusu sendedir. O pak Ulu
Camii’nin kapısında manevî bir serinlik değer
tenimize, ruhumuzu yumuşatır güneyden esen
kıble rüzgârı. Cami içindeki uhrevî endişeler,
cami dışındaki dünyevî telaşlara karışır. Büyük
şehrin yalnızlığında, bu mabede daha yakın
hissedersiniz kendinizi. Ulu Camii emzirir açlıktan kırılan manevî yanınızı.
Foto: Cemil ŞAHİN
Ey Ulu Camii, Anadolu mabetlerinin en soylusu!… Kur’an sesleri sinmiştir duvarlarına. Senin heybetinden küçüldükçe küçülür, adeta
nokta kadar olurum. Zira Bursa’nın Ayasofya’sısın sen… Yirmi kubbenle yirmi camiye bedelsin.
Emir Sultan Hazretleri’nin sesi hâlâ yankılanır
duvarlarında. Üftade Hazretleri’nin ezanları asılı kalmıştır hava zerrelerinde.
Ey camilerin ulusu, uluların camisi!... Sancılı arayışın hitama erdiği yer. Sen ki Somuncu
Baba’nın sırrını ifşa etmişsin. Mâzi, hâl ve istikbal yekpare bir şekle bürünüyor o muhteşem
kubbenin altında. Denize kıyısı olmayan bu
kadim ve kutlu kentte maneviyat denizisin sen.
Bu masmavi denizden bir katre alanlar, ermiştir kurtuluşa. Dünyayla aramıza kalın bir duvar
örersin sen. Günahlarımızla yüzleştirir, tevbe
kapısına çağırırsın bizi. Sende duvarlar duvar,
taşlar taş olmaktan çıkar, bir nur halesine dönü-
şür adeta. Caminin ortasındaki o mermer havuz
‘Havz-ı Kevser’in minyatürü misali serinletir
kavrulan hissiyatımızı.
Ey Ulu mabet!... İnce minarelerinin gölgesi
billurdandır. İçimde pörsüyen imanımı tazelersin günde beş vakit okunan gül yüzlü ezanlarınla. Sis çökmüş ufuklara doğarsın bir güneş
misali… Hatıralarımı yıkarım o gül nefesinde.
Hüzzam besteler yankılanır derunumun kuytularında. Buhurizâde Mustafa Itri’nin nağmeleri, sular içimdeki kızgın çölleri. Dudaklardan
dökülür Hafız-ı Şirazî’nin yakıcı mısraları, bir
kıvılcıma teslim olur gönül çıralarım…“Meclis-i
bezm-i ıyş râ gâliye-i murâd nist/Ey dem-i subh-i
hoş nefes nafe-i zülf-i yâr kû”… Nice bahçeler
yanar tomurcuk güllerin hasretinden. Yüreğim
yağmalanır bu hicran gurbetlerinde. Uçurumun
eşiğinde zanlarımla cebelleşirken sen tutarsın
nasırlı ellerimden.
somuncubaba 21
SÛFİ PERSPEKTİF / Kadir ÖZKÖSE*
TEKKELERDEKİ
ÂYÎN-İ ŞERÎFİN İCRÂSI
“Tekkelerin semâ-hâne, tevhîd-hâne veya meydân adı verilen
bölmelerinde icrâ edilen âyînler genellikle haftada bir defa
gerçekleştirilmektedir. Haftanın âyîn yapılan gün veya gecesine
“hafta günü” ve “hafta gecesi” adı verilmektedir.”
22 á8%$7 2016
T
arîkatlar, ruhların arınmasını, nefislerin tezkiyesini ve kalblerin tasfiyesini hedefleyen
tasavvuf kurumlarıdır.1 Tarîkatlar tasavvufî
terbiyeyi rasgele değil belli bir âhenk içerisinde
gerçekleştirmektedir. Tasavvufî terbiyenin işlendiği ocaklar tekkelerdir. Tekkelerde mânevî
eğitim coşku ve heyecan atmosferi içerisinde
gerçekleştirilmiştir. İnanç, bilgi, ahlâk, duygu
ve sanat dünyasını bir bütün olarak işlevsel kılmışlardır. Tekkelerde dervişlerin günlük evrâd,
ahzâb ve tesbîhâtı yerine getirmeleri öngörüldüğü kadar, haftanın belirli günlerinde tarîkatların
kendilerine özgü merâsimleri de bulunmaktadır.
Tekkelerde dervişlerin katılımıyla gerçekleşen
ve zikrullahın icrâsını belirli bir insicâma dönüştüren bu tarîkat içi merâsimlere âyîn-i şerîf
adı verilmektedir. Farsça kavram olarak bilinen
âyîn-i şerîf kavramının Arapça karşılığı olarak
daha çok el-hadrah, halle, “urs” (düğün ve törensel yemek) ve “mevlid” gibi kavramlar kullanılmıştır. Anadolu’da Farsça âyîn-i şerîf kavramı
kadar Arapça “ihtifâl” kavramı, semâ, mukâbele
ve tevhîd kavramları da kullanılagelmiştir.2
Tarîkat âyînlerinin icrâ edildiği tekke bölmelerine “meydan”, “semâhâne” ve “tevhîdhâne”
isimleri verilmiştir. Mevlevî âyînine semâ, Celvetiyye ile Hayatiyye’nin âyîn şekline “nısf-ı
somuncubaba 23
kıyâm”, Şâbâniyye âyînine “darb-ı esmâ”,
Nakşbendiyye âyînine “hatm-i hâcegân” adı
verilmiştir. Kâdiriyye’de dervişlerin daire oluşturarak adım adım hareket etmeleri şeklinde
yapılan âyîne “devrân”, “demdeme” ve “dalga
tevhîdi” adı verilmektedir. Bedeviyye âyînine,
“Bedevi topu” denilmektedir. Aynı şekilde
“beyyûmî”, “nevbe takdîmi”, “tavaf tevhîdi”,
“kıyâm ism-i celâli, kıyâm kelime-i tevhîdi”,
“zikr-i erre”, “hazret”, “râtıb”, “âyîn-i cem”,
“aynü’l-cem”, “bezm-i cem” gibi diğer tarîkat
âyînleri de zikredilebilir.3
Usulsüz Vusûl Olmaz
Bahsi geçen tarîkat âyînleriyle ilgili detaylar
önem arz etmekte, bu detaylar, uygulamalar ve
esaslar uyulması gereken hususlar olarak dikkat çekmektedir. Tasavvuf âdâb ve erkân yoludur. Çünkü usulsüz vusûl olmaz. Maksat hâlis
olması gerektiği kadar metotlar da sağlıklı olmak durumundadır. En ince detaylarına kadar
tesbît edilen tarîkat âyîni esaslarına hurda-i
24 á8%$7 2016
tarîkat adı verilmiştir. Genelde pîr-i sânî tarafından belirlenen hurda-i tarîkat dervişlerin ödün
vermeden riâyet etmesi gereken hususlardır.
Âyînlerde icrâ edilen her bir erkânın özel bir anlamı bulunmakta, zikrullahın öngörülen esaslar
muvâcehesinde gerçekleştirilmesi sağlanmaktadır.4
Tekkelerin semâ-hâne, tevhîd-hâne veya
meydân adı verilen bölmelerinde icrâ edilen
âyînler genellikle haftada bir defa gerçekleştirilmektedir. Haftanın âyîn yapılan gün veya
gecesine “hafta günü” ve “hafta gecesi” adı
verilmektedir. Haftalık âyînler yanında kandil gecelerinde de özel âyînler icrâ edilmektedir. Hilâfet cemiyeti denilen şeyhlik icâzeti
merâsimlerinde de âyînler yapılmaktadır.
Âyînler vakit namazının cemâatle kılınmasından sonra başlar. Zâkirbaşının daveti, salavât-ı
şerîfelerin okunması, bazı tarikatlarda musikinin eşlik etmesiyle, bazılarında musikisiz başlayan âyîn, “meydancı” denilen görevlinin so-
rumluluğunda dervişlerin hilâl şeklinde ve iç
içe ağzı açık halkalar halinde yerlerini almasıyla
icrâ edilmektedir.5
Âyîn, şeyhin posta oturmasıyla başlar. Meydanda şeyhin postu özel anlama sahiptir. Tecellî
rengi olmasından dolayı şeyh postu genelde
kırmızı renktedir. Cerrâhiyye âsitanesindeki
şeyh postunun rengi Kelime-i Tevhîd nurunun rengi olan maviyken, Sa’diyye tarîkatında
post beyaz renklidir. Beştâşiyye dergâhlarında
şeyh postu siyah renklidir. Âyînin icrâ edildiği
meydanda şeyhin postu yanında ikinci önemli
post genellikle siyah renkli meydancı postudur.
Dervişlere ait postlar genellikle beyaz renkli olmaktadır. Âyînlerde serilen şeyh postunun özel
anlamları bulunmaktadır. Postun sembolik anlamına göre, ayakları “hizmet”, boynu “teslimiyet”, tüyleri “bereket”, sırtı “metânet”, kuyruğu
“himmet”tir.6
Destur Almadan Olmaz
Dergâhlarda âyîn-i şerîfin icrâsı boyunca
çok sayıda görevli bulunmaktadır. Bu görevliler; ser-tarîk, ser-tebbâh, pîş-kadem, zâkirbaşı,
imâm, meydancı, sâkî, türbe-dâr, çerağcı, pazarcı, asâ-dâr, ferrâş, kapıcı ve nakîb unvanla-
rınaa sahiptir. Bu görevlilerin hepsine “dergâh
zâbıtânı” adı verilmektedir. Mahfilde oturuş
gelişi güzel gerçekleştirilmez. Herkes oturacağı
makamı bilmek, haddini bilmek, hak etmediği
makama kurulmamak, destur almadan gelişigüzel bir yere oturmamak durumdadır. Dolayısıyla halifeler, sâlikler, müritler ve dervişler
kıdem sırasına göre, herkes kendilerine ayrılan yere oturmak durumundadır. Âyîn-i şerîfe
katılmak için gelenler arasında şeyh varsa
âyîni yürütecek şeyhin yanındaki posta oturur.
Âyîne katılan dervişler hilal oluşturacak şekilde diziliş gerçekleştirirler. Âyîne katılmak üzere
gelen misafirler meydanda yer bulamazlarsa
“züvvvâr maksûresi” denilen ziyaretçi ve dinleyici köşesinde ağırlanırlar. Kadınlar ise “kadınlar maksûresi”nde âyîne eşlik ederler. 7
Âyîn meydanın açılmasıyla başlar. Meydan
açma, şeyhin “el-Fâtiha” diye seslenmesidir.
İhtar edilen Fâtiha davetiyle silsile-i sâdâtın
ruhları şâd edilir, âyîne katılan dervişlerin geçmişlerine rahmet dilenir, tüm inananların hayrı
talep edilir, İslâm âlemine hayır duâlar yapılır.
Meydan açılmasıyla meydancı meydana güzel
kokular yayan buhurdanı getirir, ortadaki boşluğa ve şeyhin karşısında yere koyar. Tevhîd ta-
somuncubaba 25
mamlanınca buhurdan da meydandan kaldırılır.
Buhurdanda genellikle öd ağacı yakılır.8
Fâtiha ile meydanın açılmasının ardından
dervişler hep birlikte yüksek sesle “salavât”
getirir. Salavât-ı şerîfenin coşkuyla okunmasının ardından herkes içinden sessizce “Fâtiha
Suresi”ni okur. Böylece meydan açılmış ve âyîn
başlamıştır. Tüm tarîkatlarda âyînler Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in mânevî şahsiyetinden
azamî düzeyde istifadeyi, onun adıyla dirilmenin iştiyâkını, onun muhabbetini davet eden
arayışı ifade etmektedir. Zira Hz. Muhammed
(s.a.v.), âlemlerin yaratılış sebebi, yaratılmışların öncüsü, mevcûdâtın mefharıdır. Dervişliğin
esası onu kişinin canından bile evlâ görmesidir. Salât-ı Kemâliye, Salât-ı Kutbîye, Salât-ı
Münciye, Sünbülî Salâtı ve Salât-ı Efdaliye gibi
tarîkatlara göre farklı isimlerle anılan salât ü
selâmlar âyîn-i şerîflerin farklı icrâ şekillerindendir. Okunan salavatlarla Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in rûhâniyetine râbıta yapılır. Peygamber Efendimizin rûhâniyetinden istifade edilir.
Hz. Rasûl (s.a.v.)’e duyulan muhabbet, onun
ahlâkıyla imtizaç, sîretine yolculuk gerçekleştirilip dervişler sûreten ve sîreten Hz Rasûl
26 á8%$7 2016
(s.a.v.)’e benzemeye alıştırıldıktan sonra besmeleyle istiğfâr ve kelime-i tevhîd zikrine başlanır.9
Kâdiriyye, Rifâiyye, Sa’diyye, Bayrâmiyye
ve Cerrâhiyye tarîkatlarında âyîn sırasında ayrıca evrâd-ı şerîf besteli olarak okunmaktadır.
Sünbülî Salâtı, Evrâd-ı Bahâiye, Mevlevî Evrâdı,
Vird-i Settâr, Vird-i Kebîr, Feth-i Kudsî, Keşf-i
Ünsî, Hızb-ı Hüdâî, Bayrâmî Evrâdı ve Vefâiye
Evrâdı bunların başlıca örneklerindendir. Ahilik
geleneğinin devamı olarak ekin ekme, orak biçme, çamaşır yıkama gibi işleri topluca ve bir tür
imece gibi yaptıran Hacı Bayrâm-ı Velî’nin bu
işleri yaptırırken okuttuğu ve “çamaşır savtı“,
“ekin savtı” diye bilinen ve âyîn sayılabilecek
besteli Bayrâmî uygulamalarının bugün örneği
kalmamıştır.10
Tevhîd Açma Usulleri
Salavât ve besteli evrâd-ı şerîf okunduktan
sonra kelime-i tevhîd zikri gerçekleştirilmektedir. Musiki eşliğinde gerçekleştirilen tarîkatların
tevhîd açma usulleri birbirinden farklı ve birbirinden değerli, estetik yönü güçlü zikirlerdir. Uşşâk, Sabâ, Rast, Sûzinâk ve Hüzzâm gibi
makamlarda ve değişik tarzlardaki bu usullerden birisi âyîn-i şerîfte icrâ edilir. Tevhîdde “Lâ
ilahe” denirken başlar sağa, “illallah” denirken
sola ve kalbe doğru çevrilerek topluca bir hareket birliği ve âhengi sağlanmış olur. Feth-i
esmâ adı verilen ve darbeli seslerle uygulanan
usulde ise zâkirbaşının yönetiminde zâkirler
tevhîdin gidişine uygun ilâhîler okurlar. Zilhicce
ayındaki kurban ve hac, Ramazan ayındaki oruç,
Cemazie’l-evvel’deki tevbe, Rabiü’l-evvelde’ki
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in doğumu, Muharrem
ayındaki Kerbelâ olayı gibi içerisinde bulunulan ayın konumuna uygun güfteler seçilmektedir. Güfteler bazen de misafir olarak âyîne
katılan şeyhlerin tarîkatlarına uygun olarak
seçilmektedir. Bir Kâdiriyye şeyhinin gelişiyle
Abdiılkâdîr-i Geylânî’den söz eden bir ilâhinin
okunması, bir Celvetiyye şeyhinin gelişinde
Aziz Mahmûd Hüdâî’ye ait bir güftenin okunması, bir Halvetiyye şeyhi gelmişse Niyâzî-i
Mısrî veya Ünımî Sinan gibi Halvetiyye büyüklerinin güftelerinin seçilmesi tarîkat edebi ve
nezâketi olarak görülmektedir. Bu tür taleplerin
karşılanması her şeyden önce zâkirbaşıların ne
kadar geniş bir repertuara sahip olduklarını da
göstermektedir.11
Makamlı tevhîd ve tevhîde eşlik eden ilâhiler
bittiğinde, tevhîd artık makamla değil düz seslerle devam ettirilir. Şeyh gayet ağır tempoda
ve heceleri uzatarak eûzü besmele çeker ve
Muhammed Sûresi’nin 19. âyetinin başındaki
“fa’lem ennehû Lâ ilahe illallah” ibaresini okur,
“illallah” bölümünde herkes katılır. Üç kez bu
ağırlıkta tekrar edilen Kelime-i Tevhîd, sonra
normal tempoya geçilerek sürdürülür. Nağmesiz, düz sesle devam etmekte olan tevhîd sırasında, zâkirbaşı veya görevlendirdiği bir zâkir
tarafından kasîde okunmaya başlanır. Kasîdede
belli aralıklarla beş veya yedi kez perde kaldırılır ve tekrar indirilir. Perde her tizleştiğinde
zikrin temposu biraz hızlandırılır ve pestleştirildiğinde biraz ağırlaştırılır. Bu usûle “perdeli
tevhîd” denir ve daha çok Kâdiriyye, Rifâiyye
ve Sa’diyye gibi kıyâmî tarîkatların âyînlerinde
kullanılır. Okunmakta olan kasîdenin sahibinin ismine gelindiğinde, o ismin duyulması ile
tevhîde kalbî olarak devam edilir. Kalbî tevhîd
daha ağır tempoda ve darbeli sadâ ile okunur.
Şeyhin “illallah” diye yüksek sesle işaret etmesi ve “seyyidinâ Muhammedü’r-Rasûlullâh
Hakk’an ve Sıdkâ” demesi ile Kelime-i Tevhîd
zikri bitirilir.12
Tevhîd zikrinden sonra bir aşr-ı şerîf okunup kısa bir duâ yapılır veya ism-i Celâl zikrine
başlanır. Topluca Allah ismi belli bir âhenkle
tekrar edilmekteyken, başlar kalbe doğru eğilip kaldırılarak yine bir hareket birliği sağlanmış olur. Şeyhin yine yüksek sesle “Allahu ekber celle celalâh” demesi ile İsm-i Celâl zikri
bitirilir. Daha sonra İsm-i Hû zikri, yine şeyhin
“illâ Hû” sadâsı ile sona erdirilir. Topluca tekrar
edilen Hû zikri, yine şeyhin “illâ Hû” sadâsı ile
sona erdirilir. İsm-i Celâl ve İsm-i Hû’da zâkirler
ilâhîlerle eşlik etmezler.13
Kelime-i Tevhîd zikrinden sonra, İsm-i Celâl’e
geçilmeden bazen bir zâkir tarafından solo olarak “durak” okunur ve sessizce dinlenir. Durak
ilâhiden daha ağır ve çok sanatlı bestelenmiş,
fakat okunurken serbestçe icrâ edilen tasavvuf
müziği formlarından biridir. Duraktan sonra,
yine İsm-i Celâl ile âyîn devam eder, İsm-i Hû
ile biter.14
Dipnot
* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE
1.
Bu makale, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf ve Sufiler KaynaklarDoktrin-Ayin ve Erkan-Tarikatlar-Edebiyat-Mimari-İkonografi-Modernizm isimli eserde, Ömer Tuğrul İnançer tarafından yazılan
“Osmanlı Tarihinde Sûfîlik Âyin ve Erkânları” başlıklı çalışmasından
istifade edilerek hazırlanmıştır.
2.
Ömer Tuğrul İnançer, “Osmanlı Tarihinde Sûfîlik Âyin ve Erkânları”,
Osmanlı Toplumunda Tasavvuf ve Sufiler Kaynaklar-Doktrin-Ayin ve
Erkan-Tarikatlar-Edebiyat-Mimari-İkonografi-Modernizm, haz. Ahmet
Yaşar Ocak, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2. Baskı, Ankara 2014, s. 128.
3.
İnançer, a.g.m., s. 128.
4.
İnançer, a.g.m., s. 130.
5.
İnançer, a.g.m., s. 130.
6.
İnançer, a.g.m., s. 131.
7.
İnançer, a.g.m., s. 131.
8.
İnançer, a.g.m., s. 131.
9.
İnançer, a.g.m., s. 132.
10. İnançer, a.g.m., s. 132.
11. İnançer, a.g.m., s. 133.
12. İnançer, a.g.m., s. 133-134.
13. İnançer, a.g.m., s. 134.
14. İnançer, a.g.m., s. 134.
somuncubaba 27
EDEBİYAT / Musa TEKTAŞ
GÖNÜL AYNASI
“İki cihânın mebde‘i bir kalb içinde gizlidir
Âyîne-i dîdâr olur âşıkların gönülleri”
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)
28 á8%$7 2016
T
asavvufta Allah’ın kendilerinde zuhur ve
tecelli ettiği varlıklar birer ayna olarak görülmüştür. Hakîkat-i Muhammediyye nazariyesinin gelişmesi sonunda Hz. Muhammed
(s.a.v.) Hakk’ın en mükemmel aynası sayılmıştır.
Süleyman Çelebi, “Zâtıma mir’ât edindim zâtını”
derken Allah’ın zâtının Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
zâtında göründüğünü anlatır. Buna “âyîne-i zât”
denir. En yüksek seviyedeki tecellî; zâtın, zât
için tecelli etmesidir. “Mir’ât-ı vücûd” deyimi
de bu mânada kullanılmıştır.
lunduğu hâlde, insanda öz, fakat tam olarak
toplanmıştır. Âlemde olan her şey insanda da
vardır. İnsan görünüşü bakımından âlem-i asgar, iç dünyası, gönlü bakımından âlem-i ekberdir. Şeyh Galib’in şu beyti, Hz. Ali (r.a.)’nin “Sen
kendini küçük bir varlık zannedersin, hâlbuki
en büyük âlem sende gizlidir.” sözünün manzum söylenişi gibidir.2
İlk dönemlerde âriflerin Allah’ın aynası olduğu, bu aynada Allah’ın bütün sıfat, fiil ve
isimleriyle tecelli ettiği hususu üzerinde ısrarla durulmuştur. Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri,
Allah’ın aynaya benzeyen birtakım kulları olduğunu, halka nazar etmeyi murad edince o kullara baktığını, halkı onlarda görüp onlardan halka
nazar ettiğini söyler. Onlar kalplerinden Hakk’ın
dışındaki her şeyi çıkarmışlardır. Ebû Abdullah
es-Subeyhî bu durumu anlatmak için, “Ârifin
bir aynası var ki ona bakınca Hakk’ı görür.” demiştir. Baklî’ye göre bu ayna kalptir/gönüldür
(âyîne-i dil, mir’ât-ı kalb); ilâhî nur insana buradan yansır. Kalbi /gönlü nurlanan ârif için artık her zerre bir tevhid aynası olur. Bu sebeple
velînin kalbine/gönlüne “âyîne-i şeş-cihet” (altı
yönü birden gösteren ayna) adı verilmiştir.1
Allahu Teâlâ bir hadîs-i kudsî’de: “Yere göğe
sığmadım, mü’min kulumun kalbine sığdım.”3
buyurmuştur. Mü’min kulun kalbine sığmaktan
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Allah’ın halifesi olan insan, Allah’ın zat, sıfat
ve fiillerinin en mükemmel şekliyle tecelli ettiği
varlıktır. İnsan Allah’ın eksiksiz bir görüntüsü ve
O’nu gösteren mükemmel bir aynadır. “Âlemde
bulunan her şeyin insanda da bir örneği vardır. Allah kendisinde bulunan bütün isimlerden bir pay da insana vermiştir. O, isimlerini
insanda göstererek insan vasıtasıyla âlemde
görünmüştür. Yani toptan âlem, Allah’ın isim ve
sıfatlarının tümü olduğu gibi insan da kâinatın
bir küçük nüshası olarak Allah’ın bütün isim ve
sıfatlarının yekûnudur.
“En Büyük Âlem Sende Gizlidir”
Allah’ın isim ve sıfatları diğer varlıklarda,
âlemde ayrıntılı, fakat dağınık bir şekilde bu-
somuncubaba 29
maksat, “Kalbine tecellî eder.” demektir. EsSeyyid Osman Hulûsi Efendi de bir beytinde
şöyle buyurur:
Cümle âlemlerin sen zübdesisin
Âlem-i ekbersin ekvân içinde
Gönül, esma-i hüsnanın tecelli ettiği bir ay-
Gönlün aynaya teşbihi, edebiyatımızın güzel benzetmelerinden biridir. Bu yüzden sâlik
kendi gönül aynasına baktığında sevgiliyi görür. Bu hususta başka göz ve ayna aramasına
gerek yoktur. Hulûsi Efendi (k.s.) aşağıdaki beyitte Hacı Bektaş-ı Velî ile aynı gerçeğe parmak
basar:
nadır; ne kadar parlak ve saf olursa tecelli de
Kendi mir’âtına nazar eylesen yârı görürsün
o kadar berrak ve huzur verici olur. Aşağıdaki
Cân gözünden gayrı ana açacak göz arama5
beyitte kalbin/gönlün mahiyeti çok güzel ifade
edilmiştir:
İki cihânın mebde‘i bir kalb içinde gizlidir
Âyîne-i dîdâr olur âşıkların gönülleri4
(İki dünyanın mebdei, başlangıcı kalpte gizlidir; (bu sebeple) âşıkların gönülleri sevgilinin
didarının aynası olur.)
(Kendi aynana bakarsan sevgiliyi orada görürsün; can gözünden başka onu açacak göz arama.)
Sevgili ancak intibaha gelmiş, masivadan
yüzünü çevirmiş can gözüyle görülebilir. Hacı
Bektaş-ı Velî de şöyle demişti:
Her ne arar isen kendinde ara
Kudüs’de Mekke’de Hac’da değildir
Hulûsî Efendi (k.s.) aşağıdaki beyitle gönülü
çarpıcı bir mecazla anlatıyor:
Cemâl-i dil-berin âyîne-i zîbâsıdır gönlüm
Zülâl-i Kevser’in bir ka’rı yok deryâsıdır gönlüm6
(Gönlüm, gönül kapıcı güzelin güzelliğinin
süslü aynası; Kevser Suyu’nun dibi olmayan denizidir.)
İlk mısra bir mecazî güzelden bahsediyor
gibi görünürken ikinci mısrada durumun öyle
olmadığı belirtiliyor. Gönül ilâhî güzelliğin yansıdığı bir aynadır. Elbette ilâhî güzellik, dünya
sahrasında başı dönmüş, gönlü susamış insana
berrak, duru bir Kevser Suyu gibi olur. Tecelliye
mazhar gönlün derinliğinden ya da genişliğinden söz etmek abestir. Sonsuza mazhar olan
için bir son, bir ölçü, bir endâzeden söz edilebilir mi? Aslında her gönülde bu ilâhî güzelliğin
yansımaları vardır. Fakat kimi yanlış yorumlar,
maddî güzele, güzelliklere yorar hata eder:
Gönül bu âlem-i dehr içre sanma hâlî bir dil var
Ezel Mecnûn-ı zülf ü kâkül-i Leylâ-yı aşkdır hep7
30 á8%$7 2016
(Ey gönül, bu fanî, geçici dünyada boş bir gönül bulunduğunu sanma; ezelden beri hepsi aşk
Leyla’sının perçeminin, saçının tutkunudur.)
Mevlânâ, Mesnevî’de Bir Hikâye Anlatır:
Çinliler, “Biz daha mahir ressamız.” dediler.
Türk halkı da dedi ki: “Bizim maharetimiz daha
üstündür.” Padişah, “Sizi imtihan edeceğim; bakalım hanginiz davasında haklı.” dedi. Çinlilerle
Türk diyarı ressamları hazırlandılar; Türk diyarı
ressamları ilimlerine daha vakıf kişilerdi. Çinliler duvarlarına güzel resimler yaptılar, Türkler
ise özenle kendi duvarlarını cilaladılar.
Türk ressamları, karşı odayı görmeye mani
olan perdeyi kaldırdılar. Öbür odada Çin ressamlarının yapmış oldukları resimlerle nakışlar,
bu odanın cilalanmış duvarına vurdu. Orada ne
varsa burada daha iyi göründü; resimlerin aksi,
adeta göz alıyordu.
Oğul, Türk ressamları dervişlerdir. Onlar gönüllerini adamakıllı cilalamışlar, istekten, hırstan, hasislikten ve kinlerden arınmışlardır. O
aynanın saflığı, berraklığı gönlün vasfıdır. Gönle hadsiz hesapsız suretler aksedebilir. Gaybın
suretsiz ve hudutsuz sureti, Musa’nın gönül aynası da parlamış, koynuna sokup çıkardığı elde
görünmüştür.
O suret göğe, arşa, ferşe, denizlere, ta en
yüce gökten, denizin dibindeki balığa kadar
hiçbir şeye sığmaz. Çünkü bütün bunların hududu, sayısı vardır. Hâlbuki gönül aynasının hududu yoktur. Burada akıl, ya susar yahut şaşırıp
kalır.
Hem sayılı hem sayısız olan (hem kesrete
dalan, hem vahdeti bulan) gönülden başka bir
nakşın aksi geçip gider, ebedi değildir. Fakat
ezelden ebede kadar zuhur edegelen her yeni
nakış, gönle akseder, orada perdesiz, apaçık surette tecelli eder.
Gönüllerini cilalamış olanlar; renkten, kokudan kurtulmuşlardır. Her nefeste zahmetsizce
bir güzellik görürler. Onlar, ilmin kabuğundaki
nakşı bırakmışlar, Ayne’l-yakîn bayrağını kaldırmışlardır. Düşünceyi bırakmışlar, aşinalık denizini bulmuşlar, birlik sırrında yok olmuşlardır.
Bu nedenledir ki yukarıda söylediğimiz gibi
yere göğe sığmayan ancak mü’min kulunun kalbine sığan Yüce Allah için saf bir gönüle, temiz
bir kalbe sahip olmak gerekmektedir. Paslanmış bir aynadan güzellikleri yansıtması beklenemeyeceği gibi, günahlarla kararmış bir gönle
de, Yüce Mevlâ’nın kemâl ve cemâliyle tecellî
etmesi beklenemeyecektir.
Nitekim bu gerçeği meşhur mutasavvıflardan Şemseddin Sivâsî Hazretleri de şöyle dile
getirmiştir:
Sür çıkar agyârı dilden tâ tecellî ide Hak
Pâdişâh konmaz saraya hâne ma’mûr olmadan
somuncubaba 31
Âyînesini saf tutabilenler, sadece nefsini
bilenler ve varlığının bilincine erenlerdir. Kendini bilen Rabb’ini bilecek, bu vasıftaki insanlarla oturup kalkan, dertleriyle dertlenenler de,
onların hâlleriyle hâllenecektir. Hulûsi Efendi
Hazretleri de şöyle buyurur:
si, ilâhî sırların mahzeni; hatta mülk âleminin
Bu kalbin hânesin pâk et misâfir gele dost sana
resi’ndeki “Kullarımın içine gir.”10ayeti “Onların
Musaffâ olmayan gönül o dil-dâra mekân olmaz8
gönüllerine gir, teveccühlerini kazan.” şeklinde
Bir Gönüle Girmek
Hz. Mevlânâ der ki: “Yüz binlerce halkta yüz
binlerce gönül vardır. Asıl gönül o tek gönüldür.
mutasarrıfı olarak görür. Vuslata ermenin yolu
bu gönüllere girmektir. Böyle bir gönüle giren
kimse Kâbe’ye girenden üstündür. Bu yüzden
Allah dostlarına ve erbab-ı dil olanlara “Bizi
gönülden çıkarmayınız.” denir. Ayrıca Fecr Su-
yorumlanmıştır. Nitekim Yunus der ki:
Evliyanın gönlünden kesme şey’enlillahı
Sana himmet ol eyler göz ile kaşı değil
‘Sen o kırık dökük, parça buçuk gönül kırpıntıla-
Gönlün gıdası olan marifet ile yitik malı olan
rını bırak da vücûd ülkesini kaplayan rahmet ve
hikmet kumaşı, ehl-i dilden elde edilir. Gönül
cömertliğinden altınlar saçılan Rahman’ı ara!”
eğitimi için bir gönle girmek ve bir gönül eri
Arş ve Kâbe’ye benzetilen gönül, insan-ı kâmilin
bulmak önemli bir şarttır. Yunus der ki:
gönlüdür. ‘Âdem’in yaratılışını tamamladığım ve
ona rûhumdan üfürdüğüm zaman.’9 ayetinde insan rûhunun ilâhî menşeli olduğu anlatılmaktadır. Gönül Hakk’a varıp küll’ü bulunca Allah’a
makbul olur. Gönlünü, mâsivâdan temizlemeyen kimselerde gönülden eser yoktur. Nitekim
Mevlânâ sıradan insanların gönlünü ârifin gönlüne nisbetle bedene benzetir ve der ki: “Sen
bende gönül var diyorsun ama gönül arşın üstünde olur. Hâlbuki sen aşağılardasın. Kara balçıkta su bulunduğunu herkes bilir. Fakat o su ile
abdest alınmaz. Balçığın içinde su vardır ama o
balçığa mağluptur, balçığın içinde kaybolmuştur. Sen de gönlüne ‘Bu da gönüldür.’ diyemezsin çünkü senin gönlün kirli emellere, şehve-
Gönül erini önden, koma elden
O kurtarır seni dürlü fiilden
Mevlânâ gönül arınmasının gerçek bir gönül
vasıtasıyla olabileceğini şöyle anlatır:
“Ey kalbine güvenip ‘Kalbim temizdir.’ diyen
kişi! Senin kalbinin gerçekten temizlenmesi
için bir velinin kalp havuzundan yahut hakikat
denizinden yardım istemen gerekir. Zira o ilâhî
yardım olmaz ise nasıl para harcandıkça azalırsa, senin sınırlı temizliğin de azalır ve kirlenir.”
“O kâfirlik ve dindarlık yanından geç de gel, gir
gönül fırınına; seyret de gör; âşıkların canları
nasıl altın kesilmiş, aşk da kuyumcu dükkânı.”
te, hiddete, hırsına, dünya isteklerine mağlup
Mevlânâ’nın gönül fırını dediği, insana
olmuş; onların arasında kaybolup gitmiştir.
aşk öğreten mürşidin gönlüdür. Bu gönlün en
Göklerden de üstün olan gönül abdalların, ve-
önemli özelliği oraya gireni değiştirip dönüş-
lilerin, insan-ı kâmillerin yahut peygamberlerin
türmesidir. Bu değişim ve dönüşüm insanın
gönülleridir. Onların gönülleri çamurdan, yani
değerine değer katmakta, adeta ondaki cev-
kirli isteklerden, günahlardan arınmış, temiz-
herleri ortaya çıkararak altın yapmaktadır. Yine
lenmiş, saf bir hâl almıştır. Manevî neşeleri art-
ona göre insan, mürşidle beraber oldukça çir-
tıkça artmış ve coşmuştur.” Abdülkadir Geylanî:
kinlikten, kötülükten uzak olur, gemiye binmiş
“Mâsivâdan arınmış bir gönül marifetullah ta-
gibi gece gündüz Hakk’a doğru yol alırsın. Canlar
liplerine Kâbe olur.” der. Tasavvuf ehli, insan-ı
bağışlayanın ruhanî himayesi altında gemide
kâmilin gönlünü Allah’ın yeryüzündeki hazine-
yattığı hâlde ilerler. Kişi zamanın peygamber va-
32 á8%$7 2016
risi mesabesinde olan velilerinden ayrılmamalı,
kendi hünerine, kendi bilgisine güvenmemelidir.
Arslan bile olsa kılavuzsuz yola çıkmamalı yoksa
gurura kapılır, kendini görür, yoldan çıkar. “Aklını
başına al, kendine gel de şeyhin kanatları ile uç,
şeyhin yardımını gör, manevî ordusunu seyret.
Bu yolda ilerlemek bir mürşid vasıtasıyla olmalıdır. Çünkü nefs ancak mürşidin himmeti sayesinde gönle gelen ilâhî ilhamla kahrolur.” Bu
yüzden bir mürşidin gönlüne giren su ve toprak
kaydından kurtulup can ve gönül sohbetine erer.
Hak cânibine aşkla cezbolunup üns ve huzur katına girerek muradına vâsıl olur.11
“Muhabbetullah ile…”
Müfessir Fahruddin Râzî de Allah’ı sevmenin
marifetin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurgulayarak kişinin irfanı derecesinde muhabbetullahta ilerleme kaydedeceğini söyler.12 Râzî şu
kıssayı örnek gösterir: “Hz. İsa üç kişiye rastlar. Bir de ne görsün, onlar daha çok zayıf ve
Eğer güneş dönüp dolaşırsa, bu onun güçsüz
renkleri daha çok soluk. Öyle ki onların yüzleri
oluşundan, ayrı düşüşünden değildir. Aşk dev-
sanki nurdan meydana gelmiş birer ayna gibi.
leti yerden yere konup göçmektedir. Halk her
Bunun üzerine Hz. İsa onlara, ‘Siz bu makama
işte “Sonu hayr olsun.” der. Bizim sonumuz aşk
nasıl ulaştınız?’ dediğinde onlar, ‘Muhabbe-
devletidir. Ben sustum, ağzımı kapadım. Çünkü
tullah ile…’ dediler. Bunun üzerine Hz. İsa, ‘Siz
aşk devleti Allah’a gönül vermiş kişilerin gönül-
kıyamet gününde Allah’a yaklaştırılacak olan
lerinde kanat açtı. Aşk birliktir. Burada iki yok,
kimselersiniz.’ dedi.”13
ya sen varsın, ya aşk, ya da aşk devleti var.”14
İlahî aşkı, en güzel bir biçimde terennüm
eden Hz. Mevlâna’nın aşk redifli iki gazelini
Şefik Can’ın tercümesiyle, konuya açıklık getirmek amacıyla sunarak yazımızı tamamlayalım:
Dipnot
1.
Süleyman Uludağ, TDV, İA, Ayna mad, Cilt 4, s. 260-262,
2.
Zülfi Güler, Şeyh Galib Divanında Ayna Sembolü, Fırat Üniversitesi
Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 14, Sayı: 1, Sayfa: 103-121, Elazığ-2004.
3.
4.
Keşfül Hafâ: 2256.
Ateş Es-Seyyid Osman Hulûsi, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, s. 297,
Nasihat Yay.,Ank, 2006.
“Ey dünyada gönüller açan, gönüller kazanan
5.
Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, s. 9.
aşk devleti! Ey, “Allah dilediğini yapar.” âyetinin
6.
Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, s. 197.
7.
Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, s. 22.
sırrına mazhar olan aşk ikbali! Ey aşkın cevrin-
8.
Divan,
de, cefasında gizlenen safâ ve vefâ! Aşk devleti
9.
15/Hicr, 29; 21/Enbiya, 91
ne de hoş, ne de güzel! Ey candan da daha can
11. H. Kâmil Yılmaz, Eğitimde Gönül Faktörü Mevlânâ Örneği, Tasavvuf
olan aşk yüzü, aşk dîdarı! Ey candan da, yüksek
mevkiden de üstün olan aşk devleti. İhlâstan
10. 89/Fecr, 29
Dergisi, s. 13 vd.
12. Fahruddin Râzî, Tefsir-i Kebir, Terc. Suat Yıldırım, C.4., Ankara 1989,
s. 183.
da, gösterişten de kurtuldum da anladım ki,
13. Fahruddin Râzî, a.g.m., s.183.
ihlâsın da, gösterişin de canı aşk devletiymiş.
168-169.
14. Mevlâna, Divan-ı Kebir, Seçmeler, Haz. Şefik Can, C. 2, İstanbul 2000, ss.
somuncubaba 33
KÜLTÜR / Enbiya YILDIRIM*
ÖVÜNMEK
HASTALIĞI
“Övünmenin sebeplerinden birisi de, karşıdakilerini hakir görerek
kendisini büyük görmektedir; kibre kapılmaktır. Çünkü bir insan
karşısındakilere bazı meziyetlerini sayarak övünüyorsa bunun
anlamı karşısındakilerde o meziyetleri görmediğidir. Onlara üstünlük
taslayarak kendini yüceltmeye çalışmasıdır. İşte bu tam anlamıyla
nefsî azgınlığın, başka bir ifadeyle kibrin göstergesidir.”
34 á8%$7 2016
Ş
üphesiz hepimizin pek çok mânevî hastalığı vardır. Övünmek de bunların başında
gelir. Meziyetlerimizi saymaktan, kendimizi başkaları nezdinde yüceltmekten lezzet
alırız. Bunu bir tatmin aracı olarak kullanırız. Bu
yolla karşımızdakileri ezmeye de çalışırız. Oysa
Hz. Yusuf (a.s.) şöyle demişti: “Nefsimi temize
çıkarmıyorum. Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü
emreder.”1 Allah kitabında böyle aktarmasına ve
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hayatında övünmenin
zerresi olmamasına rağmen pek çok mü’min bu
hastalıktan kurtulamamıştır.
İnsan esasında ne kadar zavallı bir
mahlûktur. Çünkü kendisini iyi bir kul olarak
tanımlayınca sadece kendisini kandırır. Böylece nefsini rahatlatır ve yaşadığı hayatı kalbine
onaylatır. Kusurları gözünde önemsizleşmeye
başlar. Sonra, “İyi bir Müslüman olduğum için
bu kadar hatamın olması gâyet normaldir.” diye
düşünmeye başlar. Böyle yapa yapa kalbinde
bir endişe kalmaz ve yaşadığı hayatı İslâm’mış
gibi benimser, istikâmet çizgisinden her gün
daha fazla uzaklaşır.
Böylesi insanlar ne kadar da çoktur! Bir
kere kendilerinin iyi mü’min olduğunu kabul
etmişlerdir. Bu sebeple de haram helâl çizgisine dikkat etmezler. Allah’a ve kullara karşı
görevlerinde büyük eksikler gösterirler, ancak
yine de bundan fazla rahatsız olmazlar. Çünkü
kendilerine göre iyi birer Müslümandırlar. Hatta
işi ukalalık boyutuna bile taşıyarak, Allah’ın en
iyi kullarından olduklarını bile düşünürler; “Bu
zamanda bundan iyisi olmaz.” diye de gururlanırlar.
Bu şekilde düşünen insan esasında
riyakârlığın zirvesinde oturduğunu bilmektedir.
Hiç de söylediği ve kendini kandırdığı gibi meziyetlere sahip olmadığının farkındadır, ancak
onun problemi İslâmî hayatın nefsine ağır gelmesidir. İslâm’ı yaşamak nefsine ağır gelince,
bu sefer kendisini rahatlatmak ve dinî hayattan
uzaklaşmak için yol bulmaya bakar. Bunun için
de yaşadığı hayatı, olması gereken yaşantı olarak gönlüne dikte etmeye başlar. Bunda başarılı
da olur. İlk başlarda kalbi biraz itiraz edecek ve
titreyecek gibi olsa da, sürdürdüğü yaşantıya
zamanla alışmaya başlar ve içinde bulunduğu
hâli kanıksar.
Hâlbuki insanın kendisini tezkiye etmesinin
bir anlamı yoktur. Kişi ne kadar iyi Müslüman
olduğunu söylerse söylesin, bu sözün geçerli
olduğu alan, ayakları üzerinde durduğu o daracık alandır. Onun ötesindeki hiç kimseyi bağlamaz. Çünkü insanlar söylemlerden ziyade eyleme bakarlar. Meselâ bir insanı iyi tanıyorsak, bu
insan kendisiyle ilgili ne kadar övücü ifade kullanırsa kullansın, bunun bizim üzerimizde etkisi
olmaz. Onunla ilgili kanaatimiz aslâ değişmez.
Hatta yaşantısı anlattıklarıyla uyumlu değilse,
içimizden ona kızarız. Bizi çocuk yerine koyup
kandırmaya çalıştığı için ayıplarız. Kezâ Müslümanlara kan kusturan nice devlet var. Bunlar
kendilerinin ne kadar âdil olduklarını ve insan
haklarına riâyet ettiklerini söylerlerse söylesinler, bizim üzerimizde hiçbir etkisi olmaz. Çünkü
akan kana onlar sebebiyet vermektedirler. Anlatılana değil gördüğümüze bakarız.
Burada büyük bir sorun vardır. O da şudur:
Sahip olmadığı sıfatlarla kendisini övüp duran
insanların Allah’tan yeterince korktukları şüp-
somuncubaba 35
helidir. Çünkü övündüğü sıfatların kendisinde bulunmadığını bilen kişi, gerçek anlamda
Allah’tan korkmuş olsaydı, her şeyden haberdar olan Yüce Yaratıcı’nın o anda onun alnına
yalancı damgasını yapıştırdığını bilmezlikten
gelmezdi. Demek ki, Allah’ın onun yalanlarından ve sahip olmadığı sıfatlarla övünmesinden
haberdar olduğu inancında bir sıkıntı vardır. Zaten olmasa böyle bir yola girmezdi.
Yaşadığımız çağın bir riyakârlık asrı olduğunu
söylemek mübalağa olmayacaktır. Siyasetçisinden din görevlisine, öğretmeninden idarecisine
varıncaya kadar bir kısım insanlar, muhatap kitlesine erdemden ve ahlâkî değerlerden bahsetmektedir. Kafasında iyi bir insan imajı çizmekte
ve karşısındakilerden de onun gibi olmasını istemektedir. Ancak konuşurken karşısındakilere
baktığından, kendi eksiklerini aklına getirmek
istememektedir. Dolayısıyla samimiyet, eskilerin deyişiyle ihlas olmayınca, anlatılanlar dinleyenler üzerinde etki uyandırmamaktadır. Bu
durum aile içinde de yaşanmaktadır. Evin büyükleri birbirlerinden veya çocuklarından bazı
güzel hasletlere sahip olmalarını istemekte ve
sürekli tavsiyede bulunmaktadırlar. Ancak kimse bundan etkilenmemektedir. Çünkü konuşan
istemekte, ancak kendisi o yönde bir şey yapmamaktadır.
Unutmamak gerekir ki, övünme kapısı açıldığı zaman çoğu kez insan kendisini zapt edemez.
Her zaman aşırılığa kaçar ve sözü içine yalan
bulaşır. Bu sebeple kendilerini öven insanların sözlerinin bir kısmı mübâlağa, bir kısmı da
yalandır. Yani bile bile yalan söylemektedirler.
Çünkü kendilerini övmeye başladıklarında duracakları bir yer yoktur. Ne kadar iyi ve mübârek
bir insan olduklarını karşıdakilerine anlatabilmek için de sözlerini sürdürmek ve sahip olmadıkları meziyetleri dile getirmek durumundadırlar. Yani mübâlağa ve yalana başvurmak gibi
bir çıkmazları vardır.
Bir de şu var: Övünmenin sebeplerinden birisi de, karşıdakilerini hakir görerek kendisini
büyük görmektedir; kibre kapılmaktır. Çünkü
bir insan karşısındakilere bazı meziyetlerini sayarak övünüyorsa bunun anlamı karşısındakilerde o meziyetleri görmediğidir. Onlara üstünlük taslayarak kendini yüceltmeye çalışmasıdır.
İşte bu tam anlamıyla nefsî azgınlığın, başka
bir ifadeyle kibrin göstergesidir. İnsan bunu
yaparken karşısındakini hafife alan ve onurunu
zedeleyen ifadeler de kullanabilir. Bu da ayrı
bir tehlikedir. Oysa Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmuştu: “Din kardeşini hakir görmek, kötülük olarak yeter.”2
Mü’mine düşen tevâzu sahibi olmaktır.
Ağırbaşlılığı kuşanmaktır. Kendisini övmesi bir
yana başkalarının dahi kendisini övmesinden
nefsine pay çıkarmamasıdır. Bu sebeple insanlar sahip olduğu güzel hasletler sebebiyle
onu övecek olsalar, nefsinin azmasından korkarak Allah’a sığınması güzel olur. Nitekim Hz.
Ebu Bekir, kendisi övüldüğü zaman, utancından
ve Allah korkusundan dolayı el açıp şöyle dua
ederdi: “Ey Rabb’im! Sen beni benden daha iyi
bilirsin. Ben de kendimi başkalarından daha iyi
bilirim. Allah’ım! Halkın bende zannettiği iyi-
36 á8%$7 2016
lik ve fazîletlerden daha iyisini bana nasip et.
Bende olup halkın bilmediği günahlarımı af et!
Övdükleri, ancak bende olmayan özellikler sebebiyle de beni hesaba çekme.”3
Allahu Teâlâ da Kur’an’ında şöyle buyurmaktadır: “Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme
ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah,
kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla
sevmez.”4 Hz. Peygamber (s.a.v.) de, aynı hususa
vurgu yaparak şöyle buyurmuşlardır: “Övülmeyi sevmek, insanı kör ve sağır eder. Kusurlarını
görmez olur. Doğru sözleri, verilen nasîhati işitmez olur.”5
Mü’mine yakışan kendisini Allah’a beğendirmeye çalışmasıdır. Onu hoşnut etmek için
çabalamasıdır. Allah rızâsını bir kenara bırakarak kulların gözüne girmeye çabalarsa, araya
riyakârlık ve gösteriş girer. Böyle olunca da insan birileri tarafından alkış almak için kendisini
övmeye koyulur. Sonuçta Allah’ın muradından
uzaklaşarak dünya ve âhiretini heder etmiş
olur.
Bir de şu var: Kişinin övündüğü özelliği gerçekten de kendisinde bulunuyor olabilir. Ancak
bu bile tehlikelidir. İnsanın nefsini azgınlaştırır. Şükredilmesi gereken yerde nefsin peşine
takılıp gidilmiş olur. Sahip olduğu bir meziyet
azmasının yolunu açar. Makamıyla, güzelliğiyle,
maddî imkânıyla, çoluk çocuğuyla, akrabasıyla
veya başka şeylerle övünüp duranlar hem karşılarındakilerini ezmekte hem de şükürden koparak harama düşmektedirler. Bu tam anlamıyla bir câhiliye artığıdır. Allahu Teâlâ’nın belirttiği üzere, Araplar övünmek işini o derece ileri
taşımışlardı ki, kabristanlarda yatan akrabalarını zikrederek karşılarındakilere övünürlerdi
(Tekâsür Suresi). Gözüken o ki, günümüzde de
değişen bir şey yok. Üzücü olan, Müslümanların
bu hastalıktan kurtulamamış olmasıdır. Oysa
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştu: “Allahu Teâlâ, câhiliyet övünmelerini sizden kaldırdı.
Hepiniz Âdem’in evlatlarısınız. Âdem ise topraktan yaratıldı.”6
İsterseniz bir sınama yapalım: Övünüp durduğumuz kendimizin ne kadar iyi bir Müslüman
olduğunu anlamaya çalışalım. Çok çetin geçen
şu kış şartlarında, başta akrabamız olmak üzere
ihtiyaç sahiplerini aklımıza getirerek, onlar için
elimizi cebimize salabildik mi? Gerçekten ihtiyaç sahibi olduğunu bildiğimiz biri için zarfa
bir miktar para koyup ona ulaştırdık mı? Veyahut da markette bir poşet de muhtaç biri için
doldurup kapısına bırakıp kaçtık mı? Her türlü
imkânımızı seferber ettiğimiz ailemiz yanında
bir Müslüman kardeşimiz için de bir fedakârlık
yapmak aklımızdan geçti mi? Bunların hiçbirisine verecek olumlu bir cevabımız yoksa kendimizi övmenin bir anlamının olmadığı bir kez
daha ortaya çıkmış olur. Ne kadar “Ben iyilikseverim”, “Merhametliyim” dersek diyelim; sonuç
ortada.
Dipnot
*Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM
1. 12/Yûsuf, 53.
2. Müslim, 2564.
3. Usdu’l-Ğâbe, III/324.
4. 31/Lokmân, 18.
5. Kenzu’l-Ummâl, 7429.
6. Tirmizî, 3955.
somuncubaba 37
TARİH / Resul KESENCELİ
“Bursa Ulu Camii’nin açılışında imam ve hatiplik yapan Somuncu Baba Hazretleri Fatiha Suresi’nin yedi türlü tefsirini yapıyordu.
Bursa’da böylesine hutbe okuyan, insanları derinden etkileyen biri
daha görülmemişti. Herkes şaşkınlık ve hayranlık içerisinde Somuncu
Baba Hazretleri’ni izlemiş ve kendisine bakakalmışlardı.”
38 á8%$7 2016
Resim: Ertuğrul Ateş
YILDIRIM
BAYEZİD HAN
ZAFER VE ULU MABET
Y
ıldırım Bayezid Han devrinde yaşayan Somuncu Baba Hazretleri’nin Bursa’da hakiki hâlini ilk kez gören ve anlayan, onun
feyzinden istifade eden maneviyat büyüğü
Emir Sultan Hazretleri olmuştur. Somuncu Baba
Hazretleri ile Emir Sultan’ın ilk tanışmasında şu
güzel hatıra yaşanmıştır: Somuncu Baba Hazretleri fırının önünde ekmeklerin pişmesini bekliyordu. Başında yeşil bir sarık üzerinde nohudî
renkte bir elbiseyle bir genç adam geldi. Elinde
küçük bir çömlek vardı. Göz göze gelmişler bir
tek kelime etmemişlerdi. İki büyük şahsiyet hiç
konuşmadan tanışmışlardı. Emir Sultan çömleği
pişirmesi için Somuncu Baba’ya verdi. Somuncu
Baba çömleği fırına sokmak istedi fakat çömlek
fırına girmiyordu. Bunun üzerine Emir Sultan’a
dönerek, “Bu çömleği ancak sen fırına sokabilirsin.” dedi. Emir Sultan çömleği fırına sürdü fakat
fırın soğuktu. Ateş yoktu fırında, fırın yanmıyordu. Buna rağmen Somuncu Baba fırının kapağını
kapatarak “Birazdan pişer, biraz sonra çömleğini
alırsın.” dedi. Emir Sultan Hazretleri, “Baba bu fırında ateş yok.” demesi üzerine Hazret, “Aşk ateşiyle pişecek.” buyurdu. Böylece iki gerçek dost
birbirini bulmuş; Emir Sultan, Somuncu Baba
Hazretleri’nin feyzinden yararlanmaya başlamış
gerçek sırrına vakıf olmuştu. Bu sır Bursa Ulu
Camii’nin inşasına ve meşhur hutbenin irad edilmesine kadar devam etmiştir.
Haçlı İttifakı ve Niğbolu Savaşı
Osmanlı sınırlarının Macaristan’a kadar dayanması, Macar Kralı Sigismond’u korkutmaktaydı. Sigismond, Osmanlı tehlikesini bertaraf
etmek ve hatta Kudüs’e kadar gidebilmek için
Avrupa’nın muhtelif memleketlerine elçiler
göndererek yeni bir Haçlı ittifakının kurulmasını
istiyordu. Bu ittifakın kurulması için papalık makamı da, yoğun bir faaliyete girişerek kiliselerde
Müslüman Türkler aleyhinde vaazlar verdirmeye
başladı. Bu teşebbüsler, hedef Türkler olduğu
için kısa bir süre içinde olumlu bir sonuç verdi.
Böylece Sigismond ile işbirliği yapan Avrupa,
heyecan ve ümit içine girdi. Yalnız Fransızlar
değil, İngiltere, İskoçya, Lehistan, Avusturya, İtal-
ya, İsviçre ve Güneydoğu Avrupa ülkelerinden
gelen kuvvetler, Bulgaristan’da Sigismond ‘un
komutası altında toplanmaya başladı. Papanın
desteği ile tertiplenen bu Haçlı Seferi’ne Batılı
bütün şövalye ve asilzâdelerin katıldıkları görülmektedir. Osmanlılara karşı büyük bir kin ve
nefret hissi ile dolu olan Haçlılar, Avrupa’yı Müslüman Osmanlılardan temizlemek istiyorlardı.
Türkleri Avrupa’dan sürmek gayesini güden bu
Haçlı Ordusu, Tuna boyunca ilerleyerek Vidin ve
Rahova’yi aldıktan sonra 12 Eylül 1396’da Niğbolu önüne gelmişti. Venedik ve Rodos gemilerinden müteşekkil bir donanmanın da yardımı
ile kaleyi muhasaraya başladılar.
İki ordu, Niğbolu Kalesi yakınında karşılaştılar. Galibiyet şerefini kazanmak isteyen Fransız
süvarileri, başlangıçta Bayezid’in merkezde yeniçerilerin önündeki ilk kademede bulunan ve
Azap denilen hafif yaya kuvvetlerinin üzerine
yüklenip onları mağlup ve imhaya başladılar.
Fransızlar, teslim olanları bile öldürdüler. Bundan sonra da Azapların gerisindeki Yeniçeri kuvvetleri üzerine yüklendiler. Fakat Yeniçerilerin
ok yağmuruna tutularak epey telefat verdiler.
Aynı zamanda da sol kanatta Anadolu askerine
komuta eden Şehzade Mustafa kuvvetlerinin
yandan taarruzuna uğradılar. Fakat bunları da
bertaraf ederek ilerlediler. Plan gereğince Osmanlı merkez kuvveti bir miktar geri alındı. Bu
çekilmeden cesaret alan Fransızlar, daha da ileri giderek kıskacın içine girdiler. Onlar, Osmanlı
planını bilen Sigismond tarafından ileri gitmemeleri ve kıskacın içine girmeyip beklemeleri
hakkında verilen emri dinlemediler. Bu defa
plan gereği Osmanlıların üçüncü hattı da ikiye
ayrıldı. Böylece Fransızlar tepeyi işgal etmiş ve
muharebenin Türklerin mağlubiyeti ile neticelendiğini zannettikleri sırada bizzat pusudan
çıkan Bayezid’in komutasındaki kuvvetlerle
karşılaşınca sarsıldılar. Fakat fazla zayiat vermemek için daha önce atlardan inmiş ve yaya
olarak harp eden Fransızlar, geri dönüp atlarına binmek istedilerse de kaçacakları kapının
kapanmış olduğunu görerek şaşırdılar. Bunları
kurtarmak için Sigismond’un gönderdiği kuv-
somuncubaba 39
vetler ilerleyemeyerek geri çekilmek zorunda
kaldılar. Tuzağa düşmüş olan kuvvetler kısmen
imha ve kısmen esir edildiler. Osmanlı Ordusunun merkezine hücum eden Fransız kuvvetleri ile olan muharebe, üç saat kadar sürmüştür.
Eflâk Voyvodası Mirçe, muharebenin gidiş seklini görünce neticeyi kestirerek hemen memleketine dönmüştü. Muharebenin en tehlikeli
olan ilk safhası bittikten sonra Türk kuvvetleri,
derhal ve şiddetle Sigismond’un kuvvetlerine
hücum etmişlerdi. İhtiyat kuvvetlerini bile muharebeye sokmuş olan Macar Kralı, hiçbir başarı elde edemedi. Sonunda kesin sonucun alınma zamanının geldiğini gören Yıldırım Bayezid,
kendi ihtiyat kuvvetlerini taarruza geçirmek suretiyle Haçlıları müthiş bir paniğe uğrattı. Sigismond, maiyetindeki bazı adamların yardımı ile
Tuna Nehri’ne gelip kendini bir balıkçı kayığına
zor attı.
Zafer Nişanesi Olarak Bursa Ulu Camii
Niğbolu’da elde edilen parlak zaferden
sonra daha önce düşmanın eline geçmiş olan
kaleler geri alındığı gibi Osmanlı himayesinde
bulunan Vidin Bulgar Krallığı’na da son verilmişti. Bundan sonra Macaristan’a büyük bir
akın yapılarak külliyetli miktarda esir alınmış-
40 á8%$7 2016
tı. Bu savaştan sonra Garp dünyası bir anda
en seçkin asilzâdelerini kaybetmiş, süngüden
kurtulan veya Tuna’da boğulmayan kılıç artıklar ise başsız, idaresiz ve perişan kafileler
hâlinde geldikleri yerlere doğru dağlara düşmüşlerdi. Öte yandan Niğbolu muzafferiyetinden elde edilen ganimet ve fidyelerden alınan
hisseler ile Anadolu ve Rumeli›de birçok hayrat yaptırılmıştır. Aslında bu zafer maneviyat
sultanı, zamanın kutbu’l-azamı Somuncu Baba
Hazretleri’nin duası bereketi hürmetine kazanılmıştır. Bunun için devrin padişahı Yıldırım
Bayezid, 1396 Niğbolu Zaferi’nin bir nişanesi
olarak Bursa Ulu Camii’nin inşasını başlatmıştı.
Ulu Camii 1399’da tamamlanmıştır. Hatta caminin inşası sırasında işçilerin ekmek ihtiyacını
Somuncu Baba karşılamış kendi fırınında pişirmiş olduğu ekmekleri işçilere dağıtmıştır. Ulu
Camii’nin tamamlanmasından sonra İslâm dünyasında mevcut olan âdet üzerine açılışı Cuma
günü yapılacak, ilk namazı kaza borcu olmayan
birisi kıldıracaktı. Yıldırım Bayezid de bu ulvi
görevi damadı Emir Sultan’a vermek istiyordu.
Fakat Emir Sultan bu teklifi kabul etmemiş ve
Somuncu Baba/Şeyh Hamid-i Velî’yi işaretle
şunları söylemiştir: “Kutbu’l-zaman ve halife-i
hakikat-i habib-i rahman hâlâ şehr-i Bursa’da
iken bu fakiri böyle hizmete layık ve şayan görmek münasip değildir. O ki sahib-i zaman ve
kutb-u daire-i imkândır. İlm-i zahirde efdaldir.”
Böylece Ulu Camii’nin şanına, şöhretine yakışır şekilde açılmasının ona ait olacağını dile
getiriyordu. Somuncu Baba Hazretleri ise sırrının açığa çıktığını anlıyor ve Emir Sultan’a “Hay
Emir hay! Niçin bizi fâş ettin.” diyor fakat yine
de Ulu Camii’nin açılışı için de harekete geçiyordu. Bursa Ulu Camii’nin açılışında imam ve
hatiplik yapan Somuncu Baba Hazretleri Fatiha Suresi’nin yedi türlü tefsirini yapıyordu.
Bursa’da böylesine hutbe okuyan, insanları derinden etkileyen biri daha görülmemişti. Herkes şaşkınlık ve hayranlık içerisinde Somuncu
Baba Hazretleri’ni izlemiş ve kendisine bakakalmışlardı. Tüm insanlar onun büyük bir velî,
zamanın kutbu, sultanı olduğunu anlamışlardı.
Hutbesi sırasında “Zamanımızdaki bazı ulemanın Fatiha Suresi’yle ilgili bazı müşkülleri vardır.” diyerek. Molla Fenarî’nin tüm müşküllerini
çözmesi camideki ulema, meşayıh ve insanları
hayrete düşürmüş, hayranlıklara gark etmiştir.
Hutbe sonrası Molla Fenarî ki bu şahıs Şeyhü’lİslâm, müfti’ül-enam unvanını almış 21 yıl Bursa Kadılığı yapmış, yüzden fazla eser yazmıştır.
Ayağa kalkarak cemaate şunları söylemiştir.
“Şeyh Hamid-i Velî bize buradan hikmetler saçıyor. Ululuğunu gösteriyor. Fatiha’nın ilk tefsirini cemaatten herkes anladı, ikinci tefsiri ise
buradakilerden ancak bazıları çözebildi. Üçüncü tefsiri çok az kimse anlayabildi. Dördüncü ve
ondan sonra yapılan tefsirler bizim idrakimizin
dışındadır. Bunları yalnız kendisi anlayabilir.”
Molla Fenari, bu manalardan aldığı ilhamla
Fatiha’yı tefsir eden bir eser yazmıştır. Bu eseri
“Tefsirü’l-Fatiha” veya “Aynü’l-Ayan” olarak bilinir. Bu eser çok meşhurdur ve kaynağı Somuncu Baba Hazretleri’dir. Bu ise bizlere Somuncu
Baba Hazretleri’nin tefsirde de üstat olduğunu
ispatlarken ledün ilminin ne kadar kıymetli olduğunu bir kez daha gösterir. Somuncu Baba
Hazretleri’nin Fatiha Suresi’nin yedi ayrı manada tefsir etmesi onun (mutasavvıfların) iş’ari
tefsirini çok iyi bildiğini kanıtlar. Bilhassa İbni
Arabî mektebinin, Kur’an ve hadislerden çıkardıkları zahirî manalar yanında batınî (manevî)
anlamlara muttali olduğunu göstermektedir.
Bilindiği gibi mutasavvıflar fıkıh ve kelamcıların
kullandığı nazar ve istidlal metodundan ziyade
tasfiye ve işraka dayalı bir mukaşefe metodunu
izlemektedirler. Ayet ve hadisleri tefsir ederken
de bu metoda başvururlar. Somuncu Baba’da
Fatiha Suresi’nin tefsirinde bu metodu kullanmış, Fatiha Suresi’nin manalarını manevî açıdan açıklamıştır. Öyle ki Somuncu Baba ledün
ilminin bazı sırlarını Bursa halkına açıklarken
namazın nasıl kılınması gerektiğini, namazda
okunan Fatiha Suresi’nin önemini ve içeriğini
açıklamıştır. Yani insanlara Yaratıcı’ya yapılacak
olan ibadetin gerçek boyutunu göstermiştir.
Hutbe ve namaz bittikten sonra cemaat elini
öpmek için hücum etmiş Somuncu Baba Hazretleri Bursa Ulu Camii’nin üç kapısından aynı
anda çıkmış, insanlar üç farklı yerde Somuncu
Baba Hazretleri’yle görüşmüşlerdir. Akabinde
çilehanesine gitmiş ve bir daha ekmek yapmamıştır. Sırrının ortaya çıkması üzerine Bursa’dan
ayrılarak ebedî istirahatgâhı olan Darende’ye
doğru yola çıkmıştır. Molla Fenarî ise Somuncu Baba Hazretleri’nden feyz almış ledün ilmini
okumuştur. Somuncu Baba’nın vefatından sonra da halifesi Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri ile
münasebetini devam ettirmiş, sohbetlerinde
bulunmuş ve tâbi olmuştur.
BİBLİYOGRAFYA
Ahmet Akgündüz, Arşiv Belgeleri Işığında Somuncu Baba ve
Neseb-i Âlîsi, İstanbul 2009.
Aşıkpaşazade, Tevarih-i Ali Osman, İstanbul 2007.
İbn-i Kemal, Tevarih-i Al-i Osman, c. II, (Şerafettin Turan), Ank.1983.
İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C.I, Ankara 1972.
İsmail Hakkı Bursevî, Silsile-i Tarik-i Celveti, İstanbul 1981.
Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi, c.II. İstanbul 2003.
M. Ali Cengiz-Y. Adıgüzel-M. Gülseren, Somuncu Baba (Şeyh Hamid-i Veli), Ankara 1965.
Sarı Abdullah Efendi, Semarat’ül-Fuad, İstanbul 1288.
Seyyid Abdubaki Efendi, H. 1156 tarihli Tabakat kitabı,
Şeyhzadeoğlu Özel Kitaplığı, Kitap no: 650, Tasnif No: 297.
Şükrüllah Efendi, Behçetu’t-Tevârih, (Çev: Hasan Almaz), İstanbul,
2010.
Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul 1970.
somuncubaba 41
TARİH / Ahmet ŞİMŞİRGİL*
YILDIRIM BAYEZİD
HAN’IN HAYATINDA
İKİ HATUN
42 á8%$7 2016
Gülçiçek Hatun
I. Murad Han’ın hanımı ve Yıldırım Bayezid
Han’ın validesidir.
Gülçiçek Hatun aslen Rum’dur. 1340 yıllarında doğduğu tahmin edilmektedir. İlk yıllarına
dair bilgi yoktur. I. Murad Gelibolu’da sancakbeyi iken haremine katılmıştır. Muhtemelen evlendikten sonra Gülçiçek adını alarak Müslüman
oldu. Güzelliği ve hayırseverliği ile nam salmıştı.
Yıldırım Bayezid’i 1360 yılında dünyaya getirdi.
Bazıları Yıldırım Bayezid’in Bulgar Kralı Şişmanın kızı Mara Hatun’dan olduğunu ifade ederler.
Oysa I. Murad Han, Mara ile 1370 yılında evlenmiştir. Yıldırım’ın doğum tarihi ise 1360’tır. Bu
itibarla annesinin Mara olmasının imkân ve ihtimali yoktur.
Gülçiçek Hatun, sağlığında Bursa’da mescit,
medrese, imaret ve türbeden müteşekkil güzel
bir külliye inşa ettirdi. Külliyenin mütevelliliğine
oğlu Yahşi Bey’i getirdi. Bu sebeple külliyenin bulunduğu mahal Yahşi Bey Mahallesi adını almıştır. Günümüzde türbe dışındaki eserler ne yazık
ki kaybolmuştur. Bu hayırsever hanım, imaretin
yanında evler kurdurmuş ve yaz-kış misafirlere yemekler verilmesini vasiyet etmiştir. Ayrıca
başta kendisi olmak üzere türbesinde yatanlara
Kur’ân-ı Kerim okunmasını şart koşmuştur.
Gülçiçek Hatun’un ölüm tarihi belli olmamakla birlikte eşi I. Murad Han’ın sağlığında vefat ettiği tahmin edilmektedir. Cenazesi kendi yaptırdığı türbesine defnedilmiştir.
I. Murat Hüdavendigâr’ın eşi Yıldırım
Bayezid’in annesi Gülçiçek Hatun’a ait olan
türbe, Altıparmak Semti’nde, Sarıklı Değirmen
Sokağı’nda yer almaktadır. Padişah analarından
kendi adına türbesi olan ilk kadındır.
Kare planlı yapı, tek kubbeyle örtülüdür. Kabirlerin bulunduğu mekânın önünde, yanları kapalı
revaklı bir bölüm yer almaktadır. Eskiden çatı ile
örtülü revakın üzeri bugün yıkılmış durumdadır.
Üç sıra tuğla, bir sıra kefeki taş dizisiyle örülmüş beden duvarlarının kalınlığı 0.85 metredir.
Cephelerin dış köşeleri kesme kefeki taşla örül-
müştür. Beden duvarlarından kubbeye geçiş,
içeride üçgenler aracılığı ile sağlanmıştır. Kubbe; kesme taşla örülmüş sekizgen bir kasnağa oturtulmuştur. Giriş kapısı, tuğla işçiliği ile
yapılmış, iç içe iki yuvarlak kemere ve mermer
söveye sahiptir.
Türbede Gülçiçek Hatun’dan başka kimliği
bilinemeyen üç kişiye ait sandukalar bulunmaktadır. Türbede bulunan diğer mezarların kime ait
olduğu bilinmez. Türbe 1772’de III. Mustafa zamanında ve 1958’de tamir edilmiştir.
Devlet Hatun
Yıldırım Bayezid Han’ın eşi ve Sultan Çelebi
Mehmed’in validesidir.
Merzifon’daki vakfiyesinde geçen “Devlet Hatun binti Abdullah” ifadesi onun Harem’e cariye
olarak girdiğini göstermektedir. Ancak gerek ailesi gerekse Harem’e alınışı ile ilgili bir bilgi mevcut
değildir. Tarih kitaplarında Germiyan Hükümdarı
Süleyman Şah’ın kızı olduğu rivayet edilmektedir.
Oysa eski kaynaklarda Çelebi Mehmed’in, Germiyan Hükümdarı Süleyman Şah’ın kızından doğmuş olduğuna dair hiçbir kayıt mevcut değildir.
Bunu ilk defa Namık Kemal ve daha sonra Tevhîd
Bey ortaya atmışlardır.
somuncubaba 43
Bu yanlışlık muhtemelen, Germiyanoğlu’nun
kızına Devletşah Hatun denilmesinden ve aynı
unvanın kabir kitâbesinde görülmesinden kaynaklanmış olmalıdır. Hâlbuki Devlet Hatun, Sultan Hatun gibi tabirler, hükümdar ailelerine verilmiş olan unvanlardan olup asıl isimleri değildir.
Sakıp Dede, Sefine-i Mevleviye adlı eserinde,
Yıldırım Bayezid’in Germiyanoğlu’nun kızı Devletşah Hatun ile evliliğinden İsa ve Musa Çelebilerin doğduklarını belirtmektedir. Buna karşılık
Çelebi Mehmed’den hiç söz etmemektedir. Ankara Muharebesi’nde esir düşen Musa Çelebi’nin
Timur’un avdetinde Germiyan Hükümdarı II. Yakup Bey’in yanında bırakılmış olması Musa’nın,
Germiyanoğlu’nun kızından doğmuş olması zannını ayrıca vermektedir.
Devlet Hatun, oğlu Çelebi Mehmed’i 1387
yılında Edirne Sarayı’nda dünyaya getirdi. Burada oğlunun en iyi şekilde yetişmesi için gayret
gösterdi. Çelebi Mehmed’in, 1399 yılında on iki
yaşında iken, Amasya Sancağı’na vali tayin edilmesi üzerine Devlet Hatun da oğlu ile birlikte
gitti. Hayırsever hatun bu esnada Merzifon ve
çevresinde hayır eserleri yaptırdı. Ankara Savaşı
sonrasında ortaya çıkan Fetret Dönemi onun en
üzüntülü yılları oldu.
Sultan Çelebi Mehmed’in saltanatı tek başına elde etmesi üzerine Devlet Hatun Bursa’ya
geldi. Bundan sonra vefatına kadar hayır işleri
44 á8%$7 2016
ve imar faaliyetleri ile meşgul oldu. 1422 yılında
vefat ettiği sanılmaktadır.
Türbesi, Sultan Çelebi Mehmed’in Yeşil
Türbesi’nin alt tarafında Meydancık denen yerdedir. Kare planlı, sivri kubbeli, sade bir yapıdır.
Baş tarafındaki mermer sandukada:
“Bu türbe hatunların sultanı, iffetli hanımefendi, Bayezid oğlu büyük padişah Sultan Mehmed’in
annesi Devlet Hatun’undur.” yazılıdır.
Sultan Çelebi Mehmed Merzifon’da kendi
medresesinin yanında validesi namına bir sofa
ve iki odayı havi zaviye yaptırmıştır. Bu zaviyenin vakfiyesi Çelebi Mehmed’in vefatından
on ay sonra 16 Nisan 1422’de tertip edilmiştir. Vakfiyede Çelebi Mehmed’in validesi şöyle
tavsif edilmektedir:
“Kadınların seyyidi, hatunların tacı Devlet Hatun binti Abdullah.” Bu ibareler Devlet Hatun’un
cariyelikten geldiğini göstermesi yanında onun
iffetli, iyi ahlaklı, hayırsever ve müşfik bir hanım
olduğuna da işaret etmektedir. Nitekim Merzifon’daki zaviyesinde her gün fakir fukaraya yemek verilmesi, aç gelenlerin tok gönderilmesi,
hizmetlilerin mağdur edilmemesi ve asla israfa
yol açılmaması tembih edilmektedir.
Dipnot
*Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL
Bkz: Valide Sultanlar ve Harem, Timaş Yayınları, İstanbul 2014.
Ey Hira Dağı !
Senden bahtiyar dağ var mı acunda?
İnsan başka yâr arar mı acunda?
Bir sevda ki eser gönül burcunda,
O gül tene değen taşı, toprağı.
Öpsün gözyaşlarım ey Hira Dağı.
Yeryüzü sancılı sararıp solmuş,
Yollarda telaş var, zaman lal olmuş,
Sana böyle ne güzel bir hal olmuş,
Sevgilerin yeşerdiği mekansın.
Boynu bükük ötelere bakansın.
Pervaneler gibi renkler, kokular,
Ufuklarda yankı bulurken ’Hû’lar,
‘Ikra’ dendi bitti bütün korkular,
Sende esrar sende kanat sesleri.
Sende gizli aşkın nur akisleri...
Her gece kırkları alıp gidersin,
O günlere dalıp, dalıp gidersin,
Bizi hasretlere salıp gidersin,
Dosta sinesini açan dağ sensin.
Rüyalarımızda uçan dağ sensin.
Mekke kalbte sızı, Medine hicret,
Gözler ki içinde herşeyi seyret,
Şefkâti, edebi, çileyi...seyret,
Ne gördünse anlat ey Hira Dağı.
Olmaz O’nsuz hayat ey Hira Dağı…
Servet YÜKSEL
somuncubaba 45
FIKIH / Abdullah KAHRAMAN*
FÂİZ HASSASİYETİNİ
ZEDELEYEN BAZI İŞLEMLER
“Tarih boyu Müslümanlar haramlar konusunda sınav vermişlerdir.
Haramlara düşmemek için de büyük hassasiyet göstermişlerdir.
Bunu bilen ve Müslümanca bir dünyadan rahatsız olan insanlık ve
İslâm karşıtları boş durmamışlardır.”
46 á8%$7 2016
H
aramların Müslümanlar için kırmızı çizgiler olduğu bilinmektedir. Haramlar söz
konusu olduğunda Müslümanın imanı,
kimliği ve bilinci hemen devreye girer. Allah’ın
haram kıldığı bir fiil karşısında Müslümanca tavır,
“Ben Müslümanım, dolayısıyla bunu yapamam.”
şeklinde kendisini gösterir. Haram olan bir şeyden geri durma noktasında kesin tavır gösteren
Müslüman bunun kendisine sağlayacağı kârı ve
getireceği zararı aklına getirmez. Sadece ve öncelikle Allah haram kıldığı için terk eder. Böylece
Rabb’inin emrine uymuş, O’nun emrini her şeyin
üstünde tutmuş ve böylece de imanının gereğini
yapmış olur. Çünkü haramlar Kur’ân’da yaklaşılmaması gereken tehlikeli bölgeler (hudûdullah)
olarak ifade edilmiştir. Müslüman bu yasak bölge
hassasiyetini imkân dâhilinde korumak zorundadır. Hz. Peygamber (s.a.v.) de haramları Allah’ın
koruları, yani yararlanılmaması gereken korunmuş ve engelli alanları olarak ifade etmiştir. Zaten Müslümana kimlik kazandıran en önemli şey
Allah’ın sınırlarını ayakta tutmak ve onları ihlal
etmemektir. Bunların yapılması zorunlu olanlarına “farz”, kesinlikle yapılmaması gerekenleri
ise “haram”dır. Başka bir ifade ile söylersek, bir
Müslüman imanla İslâm dairesine girdikten sonra farzları yaptığı ve haramlardan kaçındığı kadar Müslümandır. Çünkü bir hadiste ifade edildiği üzere, cennetin üzeri farzlarla, cehennemin
üzeri ise haramlarla kaplıdır. Kişi farzı yaptıkça
bir örtü kalkar ve cennete daha yaklaşır. Haramı
işleyen ise cehennemin üzerinden bir örtü daha
kaldırarak cehenneme yakın olur.
Tarih boyu Müslümanlar haramlar konusunda
sınav vermişlerdir. Haramlara düşmemek için de
büyük hassasiyet göstermişlerdir. Bunu bilen ve
Müslümanca bir dünyadan rahatsız olan insanlık
ve İslâm karşıtları boş durmamışlardır. Dünyayı
Müslüman damgası taşımayacak bir zemine çekmenin planlarını yapmışlardır. Müslümanlığın
getirdiği hakkâniyet, kanâat, adalet, helâl kazanç ve barış bunların işine gelmemiştir. Müslümanları zayıf noktalarından yakalamanın yolları
aranmıştır. Kadın erkek ilişkilerindeki hassasiyetler sulandırılmaya çalışılmış ve bunda maale-
sef önemli ölçüde başarı da sağlanmıştır. Yeme
içme konusuna el atılmış, burada bazı hassasiyetler örselenmişse de meselâ, domuz eti konusunda Müslümanları mağlup edememişlerdir.
Son yıllarda gıdalar üzerinde oynanan oyunlarla
da bu denenmektedir. Bir taraftan da Müslümanların fâize karşı bilinen hassasiyetlerini kırmak
için bin bir plan yapılmış ve yapılmaktadır. Son
yıllarda maalesef, Müslümanların alternatif geliştirememeleri sebebiyle bu alanda da önemli
aşamalar kaydedilmiştir. Artık çeşitli bahânelerle
fâize bulaşmayan, kredi kartı kullanmayan, kredi
almayan Müslüman sayısı hızla azalmaktadır. Bu
durum bazı din bilginlerinin veya din adına söz
söylemeye kendini yetkili görenler için de söz
konusudur. Bunlar da Kur’ân’da haram kılınan
fâizin banka fâizi olmadığından başlayarak hemen her türlü fâize cevaz vermenin yollarını aramaya başlamışlardır. Burada zarûret ve ihtiyaç
kavramları haddinden fazla sulandırılmış gözükmektedir. Aşağıda bu konuda verilen ve Diyanet İşleri Başkanlığı dâhil İslâm hukukçularının
geneli tarafından benimsenen bazı fetvâları bu
gözle önce okuyup sonra değerlendirelim:
Fâiz-Enflasyon İlişkisi
İslâm malın değerinin korumasını esas almış,
karşılıklı zararı yasaklamıştır. Bu sebeple enflasyonist ortamlarda yapılan ticarî muamelelerle
enflasyonun bulunmadığı yer ve devirlerdeki
ticarî ilişkileri ayrı ayrı değerlendirmek gerekecektir. Buna göre verilen ödünçlerde ve satılan
mallarda para değerinin korunması esas olup bu
değeri koruyacak kadar fazlalıklar fâiz değildir
diye görüş belirtenler vardır. Takva ehli yine de
hassas davranır.
Krediler
İslâm, kredinin fâizsiz ve ortaklık yoluyla temin edilmesinden yanadır. Bunun hem üretici
hem de tüketici açısından daha makul olduğu
düşünülmektedir. Ancak bazen bu mümkün olmayabilir. Bunun için ciddî zarûretler olmadıkça yüksek fâizli krediler önerilmediği gibi, bu
yollarla elde edilen kazanca iyi gözle bakılmaz.
somuncubaba 47
Ancak devlet tarafından üretimi artırma, yeni
istihdam alanları oluşturma amacıyla alınan
düşük fâizli teşviklerin caiz olduğunu günümüz
İslâm hukukçularının önemli bir bölümü kabul
etmektedir. Yine takva ehlinin hassasiyetine
saygımız sonsuzdur.
Çek ve Bono
Günümüz ticarî hayatında çok yaygın olarak kullanılan çek ve bonolar, ticarî işlemlere
pratiklik kazandırma, alacağın belgelenmesi,
alacağın temlîki ve borcun nakli gibi amaçlarla yapılmaktır. Bu uygulama borçların yazıyla
tesbîtini öneren Kur’ân âyetinin1 özüne uygundur. Çek uygulamasında önemli olan husus
çeklerin zamanında ödenmesi, tarafların araya
borçlu olmayan birini, meselâ bankayı sokarak
çek kırdırma gibi fâizli işlemlere bulaşmamasıdır. Ancak borçlu taraf alacaklısına müracaat ederek vadesinden önce ödeme yapması
hâlinde ondan indirim talep edebilir.
Kredi Kartları
Günümüzde sosyal hayatın hemen hemen
ayrılmaz bir parçası hâline gelen ve giderek de
yaygınlaşan kredi kartlarının tek kelime ile meşru olduğunu söylemek mümkün değildir. Kredi
kartlarının çeşitleri, uluslararası bağlantıları, veren müesseselerin durumları ve kullananların
içinde bulundukları durumlar dikkate alındığında şunlar söylenebilir: Kredi kartları fâizsiz ve
sadece mal ve hizmet alanlarında kullanılırsa ve
kullanıcı için bu bir zarûretse kullanılabilir. Ancak bankadan olmayan parasına karşılık para çekip bunu da ödeyemeyerek ya da ödemeyerek
fâizlendirmeye sebebiyet veren kredi kartlarının
kullanılmasının caiz olduğunu söylersek günümüzde bu kartlar dolayısıyla yaşanan olumsuzlukları göz ardı etmiş oluruz.
Borsa
Müslümanların dünya görüşüne ve iktisâdî
yapısına yabancı sistemlerce geliştirilen ve
sonradan İslâm ülkelerine giren borsanın dinî
hükmü konusunda İslâm hukukçularının fark-
48 á8%$7 2016
lı değerlendirmeleri vardır. Taşıdığı belirsizlik
ve spekülasyonlar sebebiyle tarafların aldanmasına sebep olmasını dikkate alan bazı İslâm
hukukçuları borsayı caiz görmemektedir. Ancak
genel görüş, İslâm’a uygun iş alanlarında ve
İslâm’ın helâl-haram kurallara uygun olarak çalışan hisse senetlerinin alınıp satılmasının caiz
olacağı yönündedir.
Günümüz Müslümanlarını daha fazla sıkıntıya sokmamak için kendimizi bu fetvâları vermek zorunda hissediyoruz. Fakat burada dikkat etmemiz gereken ve özellikle bizim dikkat
çekmek istediğimiz husus şudur: Müslümanlar
olarak aslî hükümler olarak, azîmetlerle değil
de ruhsatlarla hareket etmek durumuna düşmüşüz. Ruhsatla kim hareket eder? Normal
olmayan ve normal durumda bulunmayanlar.
Meselâ sağlığı yerinde olan bir Müslüman oturarak namaz kılamaz, oruç yerine fidye veremez, yıkaması gereken bir uzvunu mesh edemez. Fakat hasta ve mazeretli olursa bunları yapabilir. Bu zarûret fetvâlarıyla hareket edecek
duruma gelmişsek artık normal bir bünyeden
ve dengeli bir hayattan bahsedemeyiz. İşin acı
tarafı şu: Bir Müslüman mâzeret ve ruhsatlarla
ne kadar yoluna devem edebilir? İş ruhsatlara
ve zarûretlere kaldıysa bunun sonu ölümdür.
Biz ayakta kalsak da değerlerimiz ve hassasiyetlerimiz ölmeye devam ediyor. Dünya kapitalistlerinin istediği de zaten budur. O zaman
fâiz konusunda zarûret olarak değerlendirdiğimiz durumları bir kez daha gözden geçirelim. Çünkü Müslümanların hayatlarını devamlı
ruhsatlarla devam ettirmeleri câiz değildir. Asıl
olan geçici olarak bunlardan yararlanıp alternatifler geliştirmenin peşine düşmektir. İslâm
âlimlerinin de kapitalizmin ürettiği her işleme
“Haramdır bulaşmayın.” demeleri aslâ yeterli
değildir. Onların da alternatif yollar önermeleri
üzerlerine vazifedir.
Dipnot
*Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN
1. 2/Bakara, 282
Gönül Şafağı
Yeniden yeşerir Yunus çınarı
Özümüz sevgiyle süslenir bizim
Ilgıt ılgıt akar mânâ pınarı
Sözümüz sevgiyle süslenir bizim
Hicran mevsimine edilir veda
Her cemrede tazelenir bu sevda
Tellerinde çiçek açar gül seda
Sazımız sevgiyle süslenir bizim
Bire bin verince yürek başağı
Gülistana döner gönül şafağı
Doğunca vahdetin ebemkuşağı
Yüzümüz sevgiyle süslenir bizim
Hakk’ın huzurunda versek el ele
Cümle melek hayran olur bu hâle
Peşimize düşer menekşe lale
İzimiz sevgiyle süslenir bizim
Hasret hâlimize olur tercüman
Kutlu muştuları bekler asuman
Nurlu fetihleri gördüğü zaman
Arzımız sevgiyle süslenir bizim
Bestami YAZGAN
somuncubaba 49
TARİH / İsmail ÇOLAK
ASTRONOMİDE ÇIĞIR AÇAN KEŞİFLERİYLE
ALİ KUŞÇU
“Kuşçu, başta astronomi, matematik, matematiksel coğrafya
olmak üzere çeşitli alanlarda çağını ve çağdaşlarını aşan birçok
eser kaleme almıştır.”
50 á8%$7 2016
O
smanlı Devleti’nin matematik ve astronomi alanlarında önceki dönemlere nazaran büyük ilerleme gösterdiği dönem
Fatih Sultan Mehmed zamanıdır. Bu alanlardaki
çalışmaların canlanmasında padişah tarafından Türkistan’dan İstanbul’a davet edilen Ali
Kuşçu’nun (1403-1474) rolü oldukça büyüktür.
Ali Kuşçu, Fatih zamanında yaşamış büyük astronomi, matematik ve kelam âlimidir. Asıl adı Ali
bin Alaeddin bin Muhammed’dir. Babası, Gürgani
hükümdarı Uluğ Bey’in (1394-1449) kuşçubaşı
(doğancıbaşı) olduğu için “Kuşçu” lakabıyla anılmıştır.
Timur’un torunu, büyük astronomi âlimi Uluğ
Bey’in (yanı sıra Bursalı Kadızâde Rûmî ve Gıyaseddin Cemşid) talebesi olup, onun 1421’de
kurduğu Semerkant Rasathanesi’nde müdürlük
yapmış; (yıldızların gökyüzündeki durumlarını
bildiren) Zic-i1 Gürganî’nin (Zic-i Uluğ Bey) tamamlanmasında görev almıştır.
Fatih’in Daveti ve
Osmanlı Hizmetine Girmesi
Ali Kuşçu’nun Osmanlılar/Fatih ile tanışması
ve İstanbul’a gelmesi 1473 yılında gerçekleşen
Otlukbeli Savaşı öncesinde olmuştur. Osmanlılar
ile Akkoyunlular arasındaki barış görüşmelerini
yürütmek üzere Uzun Hasan tarafından Fatih’e
elçi olarak gönderilmiştir.
İlme ve ilim adamlarına büyük değer veren,
Doğu ve Batı’da alanında otorite olan meşhur
bilginleri İstanbul’da toplamaya çalışan Sultan
Fatih, Ali Kuşçu’yu da kazanmak istemiş ve ona
İstanbul’da kalmasını ve medreselerde ders vermesini teklif etmiştir. Teklifi kabul eden Kuşçu’yu
Osmanlı-Akkoyunlu sınırında bir heyet karşılamış,
bütün ailesi ve akrabalarıyla birlikte büyük bir izzet, hürmet, ikram ve iltifat görmüştür. Kendisine
yolculuk için günlük bin akçe harcırah, Ayasofya
Medresesi’nde vereceği dersler için de günde
200 akçe maaş tahsis edilmiştir. Üsküdar’a geldiğinde ise zamanın uleması, aynı zamanda İstanbul Kadısı Hocazade Muslihiddin Mustafa ve
beraberindeki âlimlerce karşılanmıştır.
Osmanlı tarihçisi Hoca Saadeddin Efendi,
Fatih’in Ali Kuşçu’yu nasıl kendisine bağlayıp
Osmanlı’nın hizmetine girmesini sağladığını
meşhur Tacü’t-Tevarih’inde şöyle hikâye etmiştir:
“Kurduğu ikbal tuzağına Ali Kuşçu’nun gönül kuşunu da düşürmüş, ihsan ipliği ile onu bağlayıvermişti. Ol gerçeklik ve gereklilik göğünü gözleyen,
inceleme ve araştırma yolunu bekleyen, geçmiş
âlimlerin bilgilerinde düzeltmeler yapan, matematik ilimlerinde kurallar koyan, bilginin gelişinde her konak için günde bin akça yolluk vermişti.”
Osmanlı İlim ve
Kültür Hayatındaki Eşsiz Yeri
Ali Kuşçu, Maveraünnehir’deki matematik ve
astronomi geleneğini İstanbul’a taşımıştır. İstanbul medreselerinde astronomi ve matematik ilimlerinde onun çalışmaları neticesinde büyük gelişmeler görülmüştür. Genel anlamda Osmanlı ilim
dünyasında matematik ve astronomi ilimlerinin
sağlam temellere dayandırılması onun sayesinde
olmuştur denebilir. Dolayısıyla Osmanlı ilim ve
medeniyeti Ali Kuşçu’ya çok şey borçludur. Rus
şarkiyatçı Wilhelm Barthold onu “Yaşadığı yüzyı-
somuncubaba 51
lın Batlamyus’u.” ifadesiyle tebcil ve tavsif etmiştir.
Son dönem Osmanlı matematikçilerinden Salih
Zeki’nin (1864-1921) “Asâr-ı Bâkiye”deki (Ölmez
Eserler) tespitine göre “Türkiye’nin ilk hakiki astronomi hocası”dır. Çünkü döneminde İstanbul’da
onun çapında bir astronomi bilgini yoktu.
Ali Kuşçu’nun Ayasofya ve diğer medreselerde astronomi ve matematik dersleri vermesiyle
Osmanlılarda müspet bilimlerde bir canlanma
yaşandığından az evvel söz etmiştik. Verdiği
dersler olağanüstü rağbet görmüş ve Hoca Sinan
Paşa, Molla Lütfi, oğlu Mirim Çelebi gibi dönemin
önde gelen ilim adamları tarafından da izlenmiştir. Nitekim Ali Kuşçu’nun çabaları 16. yüzyılda
semeresini vermeye başlamış; Mirim Çelebi ve
Takîyüddîn gibi önemli astronomlar yetişmiştir.
Ali Kuşçu, Molla Hüsrev ve Vezir Mahmud Paşa
ile birlikte “Kanun-ı Talebe-i Ulum” ismiyle Fatih Medresesi’nin programlarını da hazırlamıştır.
Medresenin vakfiyesinde, dinî ilimlerin yanı sıra
müspet ilimlerin de okutulması şartı getirilmiştir.
Ayrıca İstanbul’un enlem (41 derece 14 dakika)
ve boylamlarını (59 derece) hesaplamış ve çeşitli
güneş saatleri yapmıştır. Güneş saatlerinden birisi Fatih Camii’ne konmuştur.
Astronomide Çığır
Açan Başyapıtı: Fetih Risalesi
Kuşçu, başta astronomi, matematik, matematiksel coğrafya olmak üzere çeşitli alanlarda
çağını ve çağdaşlarını aşan birçok eser kaleme
almıştır. Sadece matematik ve astronomi alanında vücuda getirdiği eser sayısı 12’dir. Yazdığı bu
eserlerle Osmanlı ve Avrupa ilim çevrelerinde
uzun yıllar otorite olarak kabul edilmiştir.
Astronomi alanındaki çalışmalarından biri de
“Risâlâtel-Fethiye”(Fetih Risalesi) adlı eserdir. Öyle
ki, o dönemde yazılmış en önemli astronomi ve
coğrafya kitabıdır. Hem birçok yerli ve yabancı ilim
adamı tarafından başvuru kitabı niteliği kazanıp
sayısız ilmî çalışma ve analize konu olmuş hem de
yıllar boyunca ders kitabı olarak okutulmuştur.
Ali Kuşçu bu eseri, 1457’de “Risâlât el-Hey’e”
(Astronomi Risalesi) ismiyle Farsça olarak yazmış;
daha sonra Arapçaya çevirmiştir. Arapça çevirisinin sonuna gök cisimlerinin dünyadan uzaklıklarına dair bir bölüm eklemiştir. Eseri, kendisinin de
katıldığı Otlukbeli Savaşı sırasında tamamlamıştır. Zaferden sonra Fatih’e sunduğu için “Fethiye”
adını vermiştir.
Eser, bir mukaddime (giriş), üç makale veya
bölümden oluşmaktadır. 1. bölümde evren sistemi, gezegenler ve küreler ele alınmakta; gezegenlerin konumları, hareketleri, dizilişleri, enlem ve boylamları incelenmektedir. 2. bölümde
Yer’in (Dünya’nın) şekli, iklimler, gece-gündüz,
takvim ve kıble yönüne yer verilmektedir. Ayrıca Ekvator’un özellikleri, enlemi 90 derece olan
bölgelerin özellikleri, gece ve gündüz uzunlukları, ekliptik yayın ufuktan yükselişi, gezegenlerin
meridyenden geçiş, doğuş ve batış dereceleri de
konu edilmektedir. Son bölümde ise, Yer’e ilişkin ölçüler, gezegenlerin dünyaya uzaklıkları ve
konumları verilmektedir. Yer’in büyüklüğü; Ay’ın
evrenin merkezine olan uzaklığının Yer’in yarıçapı cinsinden bilinmesi; Ay ve Güneş’in çapı gibi
mevzulara değinilmektedir.
Ayasofya Kütüphanesi 2670/2733, Beyazıt
Kütüphanesi 4614, Nuruosmaniye Kütüphanesi 2911, Kandilli Rasathanesi 65/8 numarada ve
52 á8%$7 2016
İstanbul’un Osmanlı döneminden kalma birçok
eski kütüphanesinde nüshası bulunan eserin aslı
Farsça ve Arapçadır. Torunu Mirim Çelebi ve talebesi Sinan Paşa tarafından ayrı ayrı şerh edilmiştir.
1549’da Kanunî Sultan Süleyman’ın emriyle,
“Mir’atü’l-Memâlik” ve “Mir’atü’l-Kâinat”ın müellifi ünlü Osmanlı denizcisi Seydî Ali bin Hüseyin tarafından “Hulâsa el-Hey’e” (Astronominin
Özeti) başlığıyla; Molla Abdullah Perviz (öl. 1570)
tarafından da “Mirat-üs–Sema” (Semanın Aynası) adıyla Osmanlı Türkçesine tercüme edilmiştir.
Üçüncü tercümesi ise Mühendishâne-i Hümâyun
baş hocası Seyyid Ali Paşa (öl. 1845) tarafından
yapılmış ve 1843’te “Mir‘ât-ı Âlem” (Âlem’in Aynası) ismiyle İstanbul’da neşredilmiştir.
Ekliptik Eğimi Keşfi ve Güneş Merkezli Görüşün Temelini Atması
Fetih Risalesi’nin ilmî anlamda üç mühim özelliğe sahip olduğu söylenebilir:
Birincisi: Ali Kuşçu, eserde ekliptiğin2 eğimini
23°30’ 17” olarak bulmuştur. Ekliptiğin günümüzdeki değerinin 23° 27’00” olduğunu dikkate
aldığımızda iki değer arasındaki küçük fark, Ali
Kuşçu’nun astronomi ilminde eriştiği noktanın ve
gösterdiği üstün başarısının çok önemli bir delilidir.
İkincisi: Antik Yunan dönemi coğrafya ve astronomu bilgini Klaudyos Ptolemaios’un (Batlamyus) (85-165) yer merkezli astronomi görüşünün
temelini oluşturan, gezegen hareketlerinin açıklanması için geliştirilen dış merkezli ve çember
merkezli düzenekleri, fizikî esaslara dayandırmayı da denemiştir. Yer merkezli evren modelini
fizikî temele oturtmaya çalışmıştır.
Üçüncüsü: Güneş ile gezegenler arasındaki
ilişkiye dikkat çektiği; “Alt gezegenlerin çember
merkezleri, Güneş’in merkezi ile daima karşılaşma konumundadır; Güneş’ten uzak olamazlar.”
yaklaşımıyla 15. yüzyıl astronomisinde önemli
bir değişime yol açmıştır. Böylece yer merkezli
görüşten -Rönesans dönemi matematik ve astronomi bilgini Nikolas Kopernik’e (1473-1543) mal
edilen- güneş merkezli evren görüşe geçişin temellerini atanlardan olmuştur.
Astronomiyle İlgili Diğer Eserleri
Ali Kuşçu’nun astronomi alanındaki önemli
bir çalışması da Ay’ın safhalarını/hareketlerini
incelediği “Risâlefî Halli el-Eşkâl el-Kamer” isimli
eseridir. Eseri, Uluğ Bey’e başından sonuna kadar
okumuş ve hocasının, engin bilgisi ve ilmî derinliğiyle takdir ve hayranlığını kazanmıştır.
“Fâide fî Eşkâli Utarid” (Merkür’ün Görünümleri Üzerine) adlı eserinde de Merkür gezegeninin hareketlerini konu almıştır. Ünlü astronom
Ptolemaios’un/Batlamyus’un, en meşhur eseri
“Almagest”te ileri sürdüğü bazı bilgileri tenkit ve
tashih etmiştir. Kopernik’in 1496’da geliştirdiğine
benzer yeni bir Merkür modelini ondan çok daha
önce ortaya koymuştur.
Plolemaios’un, iki iç gezegen olan Merkür ve
Venüs’ün hareketlerine ilişkin görüşlerini tenkit
ettiği diğer bir çalışması da “Risâle fî Asl el-Hâric
Yumkinu fî el-Sufliyeyn” (İki İç Gezegende Dış
Merkezlilik Kuralı) başlıklı kitaptır.3
Dipnotlar:
1. Gök cisimlerinin yerini belirlemek üzere eski astronomi bilginlerinin hazırladığı çizelge, yıldız kataloğu.
2. Ekliptik: Güneşin etrafında dönen Dünyanın elips şeklinde
çizdiği yörüngeden geçtiği kabul edilen yatay düzlem.
3. Mecdî, Terceme-i Şaka’ik, İstanbul, 1269, s.180-184; Taşköprülüzade Ahmed, Şaka’ik el-Nu’maniye, c.1, s.143, 181-184;
Hoca Saadeddin Efendi, Tacü’t-Tevarih, İstanbul, 1279, c.1,
s.489-491, c.2, s.261, c.5, s.135; Salih Zeki, Asâr-ı Bâkiye, İstanbul, 1329, c.1, s.198 vd., c.2; Aydın Sayılı, Uluğ Bey ve Semerkand’daki İlim Faaliyeti Hakkında Giyasüddin-i Kâşi’nin
Mektubu, Ankara, 1960, Türk Tarih Kurumu Yayınları; Muzaffer
Gökmen, Fatih Medreseleri, İstanbul, 1943, s.20-22 vd.; Fatin
Gökmen, Süheyl Ünver, Ali Kuşçu, İstanbul, 1948, s.7-8; Ünver,
Ali Kuşçu, Hayatı ve Eserleri, İstanbul, 1948, s.9-67; Adnan
Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, İstanbul, 1982, s.42, 47, 49,
63; Abdülhak Adnan (Adıvar), “Ali Kuşçu”, İslam Ansiklopedisi,
c.1, Eskişehir, 2001, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, s.321-323;
Ekmeleddin İhsanoğlu, Ramazan Şeşen ve Diğerleri, Osmanlı
Astronomi Literatürü Tarihi, İstanbul, 1997, c.1, s.33 vd., c.2,
587-588; İhsanoğlu, Mustafa Kaçar, “Osmanlı İmparatorluğunda Klasik Bilim Geleneğinin Tarihçesi”, Türkler Ansiklopedisi,
Ankara, 2002, Yeni Türkiye Yayınları, c.11, s.158, 159, 161,
162, 165, 166, 169, 171; Muammer Dizer, Ali Kuşçu, Ankara,
1988, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, s.3-5, 14, 16-17, 25,
27-28; Yavuz Unat, Astronomi Tarihi, Ankara, 2001, s.125-128;
Kemal Zülfü Taneri, Türk Matematikçileri, Matbaacılık Okulu,
1958, s.83-99; Melek Dosay Gökdoğan, “Osmanlılarda Matematik”, Türkler Ansiklopedisi, c.11, s.267-268, 275; Cengiz
Aydın, “Ali Kuşçu”, İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, İstanbul, 1989, c.2, s.408-410; Şaban Döğen, Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi, İstanbul, 1987, Nesil BasımYayın & Yeni Asya Yayınları, s.33-36.
somuncubaba 53
HADİS / Bünyamin ERUL*
ABDESTTE
TİTİZLİK!
“Din dilinde iyi ve güzel şeyler için nasıl melek sembolizmi
kullanılıyorsa, kötü ve çirkin şeyler için de şeytan sembolizmi
kullanılmaktadır. İbnu’l-Arabî’nin çok yerinde tespitiyle söyleyecek
olursak, ‘İslâm Şeriatı, çirkin olan her davranışı şeytana, güzel olan
her davranışı da meleğe nispet etmiştir. Zira şeytan kötülüğün,
melek de iyiliğin ve güzelliğin vasıtasıdır.”
54 á8%$7 2016
K
elimenin tam anlamıyla bir temizlik dini
olan İslâm, inananlardan hem maddî temizliği, hem de manevî temizliği ister. Bilhassa abdest ve gusül gibi bazı temizlik çeşitlerini
namazın şartlarından saymış olması, yemekten
önce ve sonra ellerin yıkanmasının ve beden ile
ilgili çeşitli temizliklerin sünnet olması, evlerin,
sokakların, kısaca çevrenin temiz tutulmasının
tavsiye edilmesi maddî temizliğe ne denli önem
verildiğini göstermeye yeter. İslâm’ın temizliğe verdiği bu öneme paralel bir şekilde, muteber hadis kaynaklarımızın birçoğunda “taharet,
vudû’, gusul” gibi bölümler kitapların baş taraflarında hatta bazılarının ilk bölümü olarak yer
alır. İşte bu durum, temizliğe pek riayet etmeyen, hatta bazen “Şunu yapmadıkça yıkanmayacağım!” şeklinde yemin etmenin yaygın olduğu
cahiliyye toplumundan, su ve temizlik medeniyetine geçişin bariz göstergelerindendir.
Allah Rasûlü ashabına sadece iman, ibadet
ve ahlakı öğretmekle kalmadı, onlara neyi nasıl
yapacaklarını, nasıl yaşayacaklarını, ne şekilde
davranacaklarını da bizzat yaşayarak öğretti.
O, vahiyle donanmış, hikmetle bezenmiş bilge
bir muallimdi. Kendi ifadesiyle o, muallim olarak gönderilmişti.1İbn Mes’ud’un ifade ettiği
gibi, Rasûlullah (s.a.v.) hayrın başlangıçlarını
da, sonuçlarını da öğretmişti.2 O, hayatın her
alanında, insanlara faydalı olduğunu düşündüğü pek çok şeyi ashabına öğretmişti. Hatta Hz.
Peygamber (s.a.v.)’in en ince ayrıntılara varıncaya kadar birçok şeyi öğretme cihetine gitmesi,
müşrikler tarafından bir hayli yadırganmıştı.
Nitekim Selman-ı Farisî’ye “Sizin Peygamberiniz, tuvalet yapış tarzınıza kadar size her şeyi
öğretmiş, öyle mi?!” şeklinde alayvâri bir soru
yönelttiklerinde o, “Evet.” dedikten sonra, tuvalette kıbleye yönelmeme, sağ el ile, üçten
az taş, tezek veya kemik ile taharetlenmeme
şeklindeki Nebevî talimatları sıralamıştı.3 Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadisi şeriflerinde şöyle
buyurmuştur:
“Biriniz abdest aldığında burun deliklerine su
çekerek sümkürsün!”4
İşte yukarıdaki hadiste bir temizlik kültürü
öğretilmektedir. Abdest alırken, önce buruna
suyun çekilmesi, ardından da sümkürülerek iyi
bir temizlik yapılması yani “istinşak” sünneti
öğütlenmektedir. Bilhassa, çölde, tarlada, hurmalıkta yaşayan bir toplumda burunun toz toprakla dolması kaçınılmaz bir durumdur. Günde
birkaç defa alınacak abdestte yapılacak bu tür
bir temizlik, sıhhî olduğu kadar, kişiyi de hayli
rahatlatacaktır.
Hadiste dile getirilen bu temizliğin fıkhî boyutuna gelince, Ahmed b. Hanbel, İbn Ebî Leyla
ve İshak b. Raheveyh gibi bazı âlimler, emrin
zahirinden hareketle istinşakın vacip olduğunu söylemişlerdir. Burada muhtemelen, Hz.
Peygamber (s.a.v.)’in abdestini anlatan bütün
rivayetlerde, onun istinşak yapmasının da payı
olmalıdır. Fakat âlimlerin çoğu (cumhur) bunun
nedb yani sünnet olduğu kanaatindedirler.
Hadisin bir varyantında “Biriniz uyandığında
(abdest alırken) burnunu üç defa temizlesin! Çünkü şeytan onun genizlerinde geceler.” denilmektedir.5 Buradaki “şeytanın genizde gecelemesi”
ifadesi literal biçimde anlaşılmamalıdır. Ebu
Hureyre’den sadece İsa bin Talha’nın naklettiği
varyantta bulunan bu gerekçenin, râvî tasarrufu
ve yorumu olması da muhtemeldir. Ancak din
dilinde iyi ve güzel şeyler için nasıl melek sembolizmi kullanılıyorsa, kötü ve çirkin şeyler için
de şeytan sembolizmi kullanılmaktadır. İbnu’lArabî’nin çok yerinde tespitiyle söyleyecek
olursak, “İslâm Şeriatı, çirkin olan her davranışı şeytana, güzel olan her davranışı da meleğe
nispet etmiştir. Zira şeytan kötülüğün, melek
de iyiliğin ve güzelliğin vasıtasıdır.”6
Dipnot
*Prof. Dr. Bünyamin ERUL
1. Ahmed b. Hanbel, Müsned, III. 328.
2. Ahmed b. Hanbel, Müsned, I. 408.
3. Müslim, Tahareâce, Tahâre 16.
4. Hemâm, Sahîfe, No: 82; Buhârî, Vudu, 25-6; Müslim, Tahâre,
21; Ahmed b. Hanbel, Musned, II. 316.
5. Müslim, Tahâre, 23,Ahmed b. Hanbel, Müsned, II. 352.
6. Bkz: Görmez Mehmet, Metodoloji Sorunu, s. 248-251.
somuncubaba 55
EDEBİYAT / Vedat Ali TOK
KÂŞGARLI MAHMUD
VE DÎVÂN-I LUGÂTİ’T-TÜRK
“Dîvân-ı Lugâti’t-Türk, Türk kültür tarihini, Türklerdeki aile
yapısını, akrabalık ilişkilerini, eski ve yeni inançlarını, sosyal
hayatını, devlet yapısını, sanatını, yemeklerini, silahlarını,
kullandıkları aletlerini kısacası Türklerle ilgili ne varsa ortaya
koyan bir kaynaktır.”
56 á8%$7 2016
D
inî bir muhtevası ve hüviyeti olmasa
bile Kâşgarlı Mahmud’un yazdığı Dîvân-ı
Lugâti’t-Türk isimli eser de (İslâmiyet’e)
geçiş dönemi eserlerinden kabul edilir çünkü
Türklerin İslâmiyet’i kabulünden hemen sonra
yazılan ilk eserlerden biridir.
Dünyada bir tek nüshası bulunan ve İstanbul Millet Kütüphanesinde muhafaza edilen
eserin son sayfasında,Dîvân-ı Lugâti’t-Türk’ün
25 Ocak 1072 tarihinde yazılmaya başlandığı,
10 Şubat 1074 tarihinde tamamlandığı kaydı
mevcuttur.
Kâşgarlı Mahmud, Dîvân-ı Lugâti’t-Türk’ü
yazma sebebini Allah’a ve Hz. Muhammed’e
(s.a.v.) övgü bölümünden hemen sonra şöyle
açıklamaktadır. “Talih güneşinin Türklerin burcunda doğduğunu ve Cenab-ı Hakk’ın Türk hakanlığını göğün felekleri arasına yerleştirdiğini,
onlara ‘Türk’ dediğini ve egemenlik verdiğini,
onları çağın hakanları yapıp, dünyaya hükmetmenin dizginlerini ellerine verdiğini, onları tüm
beşeriyete memur ettiğini, doğruluğa yönelttiğini, onlara katılanlar ve onlar adına çabalayanları güçlendirdiğini, böylece istedikleri her şeyi
elde ettiklerini ve çapulcuların rezilliğinden
kurtulduklarını idrak ettim ve anladım ki akıl
sahibi her insan onlara katılmalıdır; aksi hâlde
onların ok yağmuruna maruz kalır. En iyisi gönüllerini almak, kulaklarına eğilmek suretiyle
onlara yanaşmak ve onlarla kendi dillerinde
konuşmaktır. Hasımlarından birisi onların tarafına geçerse, onu diğerlerinin hışmından korurlar; başkaları da onunla birlikte iltica edebilir
ve böylece kötülüğe maruz kalma konusundaki
tüm korkular bertaraf olur.”
Kâşgarlı Mahmud, eserini yazma sebeplerinden birini de şöyle izah eder: “Buharalı imamlar
arasındaki bir güvenilir kaynaktan ve Nişabur
halkının bir imamından işittim. Her ikisi de aşağıdaki hadisi aktardı ve ikisinin de isnat zinciri
Rasûlullah’a (Allah’ın salât ve selamı onun üzerine olsun) dayanıyor. Kıyamet alametlerinden,
ahir zaman azaplarından ve Oğuz Türklerinin
ortaya çıkışından söz ediyordu, dedi ki: ‘Türkle-
rin lisanını öğrenin, çünkü onların saltanatı uzun
sürecektir.’ Bu hadis sahih ise-vebali boyunlarına olsun- Türkçeyi öğrenmek dinî bir vecibedir.
Eğer sahih değilse, marifet bunu gerektirir.”
Dîvân-ı Lugâti’t-Türk, Türk kültür tarihini,
Türklerdeki aile yapısını, akrabalık ilişkilerini,
eski ve yeni inançlarını, sosyal hayatını, devlet
yapısını, sanatını, yemeklerini, silahlarını, kullandıkları aletlerini kısacası Türklerle ilgili ne
varsa ortaya koyan bir kaynaktır.
Eser, Türkçenin Arapça kadar zengin bir dil
olduğunu ortaya koymak ve Araplara Türkçe
öğretmek amacıyla yazılmıştır fakat Dîvân-ı
Lugâti’t-Türk’ün, Türk kültürü bakımından kıymeti yazılış amacından daha üst bir seviyededir.
İlk Türkçe Derleme Sözlüğü
Dîvân-ı Lugâti’t-Türk ilk Türkçe derleme sözlüğüdür. Kâşgarlı Mahmud, Türklerin yaşadıkları
bölgeleri adım adım gezerek duyduğu kelimeleri titizlikle derlemiştir.
Eser, yaklaşık 9.000 kelimelik ansiklopedik
bir sözlüktür. Kâşgarlı Mahmud’un özel isimleri
de söz varlığına alarak ayrıntılı bilgiler vermesi esere ansiklopedik sözlük, hatta ansiklopedi
niteliğini de kazandırmıştır. Bunlar içerisinde
şehir, köy, dağ, ırmak, deniz gibi coğrafya adları
ile kişi ve topluluk adları da yer almaktadır. Türk
topluluklarının adlarını açıkladığı maddelerde
somuncubaba 57
ayrıntılı bilgiler verilmiştir. İsimler açıklanırken
onlarla ilgili atasözleri, manzum parçalar, zaman zaman da hadisler iktibas edilmiştir.
Divan-ı Lugati’t-Türk’te kelimeleri arayanlar
kolayca bulsun diye belirli bir düzene göre sıraladığını belirten Kâşgarlı; atasözü, deyim ve şiir
gibi edebî ürünlerle Türkçenin anlatım derinliğini ortaya çıkardığını söyler. Bunun için eserinin sözlük bölümünde tanımladığı hemen her
sözün, içinde geçtiği örnek cümleleri, şiirleri,
atasözleri ve deyimleri vermeye özen göstermiştir. Kâşgarlı Mahmud, eseriyle ilgili şu bilgileri de yine kendisi verir: “Türklerin görgülerini,
bilgilerini göstermek için söyledikleri şiirlerden
örnekleri kitaba serpiştirdim. Sıkıntılı veya sevinçli günlerde yüksek düşüncelerle söylenmiş
olan ve ilk söyleyenden sonra kuşaktan kuşağa
aktarılan atasözlerini de kitaba aldım. Böylece
kitap en üst düzeyde yetkinliğe ve mükemmel
arılığa ulaştı.”
Kâşgarlı Mahmud, eserinde kendisinden
bahsederken Türklerin en güzel ve en etkili dile
sahip biri olduğunu, en açık anlatan, en akıllı,
en iyi eğitimli, en soylusu olarak tanıtır. Çok iyi
58 á8%$7 2016
kargı kullandığını da söyleyen Kâşgarlı Mahmud, bu özellikleri sayesinde bütün Türk illerini dolaşıp Türk, Türkmen, Oğuz, Çiğil, Yağma
ve Kırgızların dillerini, sözlü edebiyat ürünlerini
öğrendiğini, bütün bu bilgileri en uygun bir biçimde sıralayarak kitabını düzenlediğini anlatır.
Kâşgarlı Mahmud, eserinde Türk boylarından bahsederek Türklerin kökünün Nuh
Peygamber’in oğlu Yafes’e ve onun oğlu Türk’e
dayandığını yazmaktadır. Türklerin her bir boyunun çeşitli kollara ayrıldığını belirten Kâşgarlı
Mahmud bu kolların sayısını ancak Allah’ın bilebileceğini belirtir ve yalnızca büyük boyları
ve ana kollarını eserinde anar. Ancak Kâşgarlı
Mahmud’un Oğuzlara özel bir önem verdiği,
Oğuzların bütün kollarını adlarıyla, damgalarıyla birlikte ayrıntılı bir biçimde tanıttığı görülür.
Kâşgarlı Mahmud, Türk boylarının yaşadığı coğrafyayı anmakla kalmamış Bu boyların her biri
şu haritada gösterilmiştir diyerek eserine eklediği harita üzerinde Türk soylu halkların yaşadığı bölgeleri göstermiştir.
Dîvân-ı Lugâti’t-Türk, İslâm öncesine ait
sözlü ürünlerden sav (atasözü), koşuk (koşma),
sagu (ağıt) ve destan parçalarının yazıya geçirildiği ilk eser olma özelliğini de taşır. Yazımızı,
Dîvân-ı Lugâti’t-Türk’te geçen birkaç sav örneği
ile bitirelim:
Avçı neçe al bilse, adhığ ança yol bilir
(Avcı ne kadar hîle bilse, ayı o kadar yol bilir.)
Agılda oglak togsa arıkda otı öner./Ağılda
oğlak doğsa, dere boyunda otu biter.
Alp çerikde, bilge tirikde /Yiğit ordu içinde,
bilgin mecliste belli olur.
Birin birin min bolur, tama tama kol bolur /
Birer birer bin olur, damlaya damlaya göl olur.
Boldaçı buzagu öküz ara belgülüğ /
Öküz olacak buzağı, kendisini belli eder.
Ebdeki buzagu öküz bolmas /Ev danası öküz
olmaz.
Endik uma eblikni agırlar /Şaşkın misafir ev
sahibini ağırlar.
Erdem başı tıl/Faziletin başı dildir.
Ermegüğe bulıt yük bolur /Tembele bulut
yük olur.
Kanıg kan bile (birle) yumas/ Kanı kan ile yıkamazlar.
Karı öküz balduka korkmas /Yaşlı öküz baltadan korkmaz.
Kişi alası içtin, yılkı alası taştın/İnsanın alası
içinde, atın alası dışındadır.
Kişi sözleşü, yılkı yıylaşu /İnsan söyleşerek,
at koklaşarak anlaşır.
Kut belgüsi bilig / Devlet alâmeti bilgidir.
Ot tese ağız köymes /Ateş demekle ağız
yanmaz.
Otuğ odhguç birle öçürmes /Ateş alev ile
söndürülmez.
Öd keçer kişi tuymas, yalnuk oglı mengü
kalmas/ Zaman geçer kişi duymaz, insanoğlu
ebedî kalmaz.
Öküz ayakı bolgınça buzagu başı bolsa yeğ/
Öküz ayağı olmaktansa, buzağı başı olmak yeğdir.
Tag tagka kabuşmas, kişi kişiğe kabuşur /
Dağ dağa kavuşmaz, insan, insana kavuşur.
Yalnuk oglı munsuz bolmas /İnsanoğlu dertsiz olmaz.
Yazmas atım bolmas, yanılmas bilge bolmas
/Şaşmaz ok, yanılmadık bilgin olmaz.
Yılan kendü eğrisin bilmes, tebi boynın eğri
ter/ Yılan kendi eğriliğini bilmez, deveye boynun eğri der.
Yırak yer sabin arkış keldürür /Uzak yerin
haberini kervan getirir.
Yüzge körme erdem tile /İnsanda yüz güzelliği değil fazilet ara.
somuncubaba 59
Önemli Bir Not:
UNESCO tarafından 2008’in Kaşgarlı Yılı ilan
edilmesi ve Avrasya Yazarlar Birliği, Türk dilinin
ilk gramer kitabı olan Kaşgarlı Mahmut’un kayıp
eseri “Kitabu Cevahirü’n-Nahv Fi Lugati’t-Türk”ü
bulana 1000 Cumhuriyet altını ödül verecek,
haberi üzerine Kaşgarlı Mahmut ve onun eseri
üzerine dikkatler yeniden yoğunlaştı. Aslında
her şey Besim Atalay’ın Dîvân-ı Lügâti’t-Türk
çevirisinde Kaşgarlı Mahmut’un ağzından aktardığı, çekim ve yapım özellikleri üzerinde fazla
durmayacağını çünkü bu konuları Cevahirü’nNahv adını verdiği bir kitapta işlediği… şeklinde
yaptığı tercümeden kaynaklandı.
Hâl böyle olunca Kaşgarlı Mahmud’un bu
yazılıp da kaybolduğu sanılan eserinin bulunması için Kaşgarlı Yılı’nda biraz da 1000 altının
hatırına herkes bu cevahiri aramaya koyuldu
fakat tam da bu sırada Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ümit Tokatlı söz konusu eserin yazılmış olmasının zayıf
bir ihtimal olduğunu, bunun Besim Atalay’dan
bugüne kadar tercüme yanlışlığından kaynaklanan bir vehim olduğunu iddia etti.
60 á8%$7 2016
Prof. Dr. Ümit Tokatlı ile yaptığımız mülakatta bu konu ile ilgili şunları söylemektedir:
“Kültür Bakanlığı tarafından yayınlanmış
olan Dîvân-ı Lügâti’t-Türk Tıpkıbasımı, Besim Atalay’ın kaleme aldığı DLT Tercümesi,
Amerika’da yayınlanmış olan DLT İngilizce
Tercümesi ve İran’da yayınlanan DLT Farsça
Tercümesi’nin giriş bölümleri karşılaştırılmalı
olarak ele alınıp incelendi. Eserin orijinalinde
Kaşgarlı, değinmiş olduğu çekim ve yapım ve
özellikleri üzerinde fazla durmayacağını çünkü
bu konuları “Cevâhirü’n-Nahv” adını verdiği kitapta Allah’ın yardımı olursa işleyeceğini söylemektedir. Cümlenin sonunda bulunan inşallah –inşâ Allah- azze ve celle ifadesi bir duadır.
Allah’ın yardımıyla yapılmış olanlara şükredilir,
ancak gelecek ile ilgili olması istenenler için
dua kipinin kurulduğu çok açıktır. Buradaki
kip de duadır. Kaşgarlı bu eseri bir proje olarak düşünmüştür, belki de bir kısmını yazmıştır, fakat Dîvân-ı Lügâti’t-Türk’ün telif edildiği
tarihte böyle bir eserin toplu bir biçimde kitap
olarak ortada olmadığı Kaşgarlı’nın ifadesinden
açıkça anlaşılmaktadır. Besim Atalay’ın hazırlamış olduğu tercümede, o bölümün yanlış
çevrilmiş olması sanki bu
eserin yazılmış, bir yerlerde bulunuyormuş ve de
daha gün ışığına çıkmamış
gibi algılanmaya sebebiyet
vermektedir. Ancak eserin orijinalinden hareketle,
Kaşgarlı Mahmud’un bu
bahsettiği eseri yazıp yazmadığı meçhuldür. Temennimiz bu kitabın yazılmış
olması ve günün birinde de
ortaya çıkması yönündedir.
O zaman da bu eserin telif
tarihinin Dîvân’ın telif tarihinden daha sonraki bir
tarihte olması gerektiğini
tahmin etmek yanlış olmayacaktır.”
Hiç Olduğunu
Neden diyor dilin benden büyük kim?
Düşünsen anlardın hiç olduğunu
Benlik yarasını saramaz hekim
Düşünsen anlardın güç olduğunu
Sofranı süslüyor susamlı çörek
Et, köfte, pastırma, havyarlı börek
Doysanda diyorsun kuş sütü gerek
Düşünsen anlardın aç olduğunu
Başında savrulan tel emanetken
Ayak, kulak, burun el emanetken
Benim benim dersin dil emanetken
Düşünsen anlardın suç olduğunu
Beraber yaşarken gül ile diken
Kazanır mı sanki nefreti eken
Her doğan canlıya ölüm var iken
Düşünsen anlardın göç olduğunu
Neden bu gururun topraktan özün
İsyan ede ede nurlanmaz yüzün
Pişmanlık içinde kapanır gözün
Düşünsen anlardın geç olduğu
Dünya dedikleri beş harf sadece
Yarısı gündüzdür yarısı gece
Zaman hızlı geçer, yaşlanır nice
Düşünsen anlardın kaç olduğunu
Emine Yılmaz DERECİ
somuncubaba 61
KİTAP / Yusuf HALICI
SARIKAMIŞ’IN
BEYAZ ÖYKÜSÜ
Sözün
ve
kalemin
coğrafya, Konya, Ankara gibi
dahi donduğu “Sarıkamış
kasabalardan fazla; Mohaç
Faciası’nı” bilir misiniz? Ta-
ve Sarıkamış gibi gezilip gö-
rih, böylesine bir faciayı ne
rülmez yurtlardan yoğrulur.
yazmış ne de görmüştür.
Her milletin toprakaltında
Her ocaktan en az bir şe-
böyle kemiklerden kurul-
hit verdiğimiz, acısı yürekler
muş ve kan pırıltıları içinde
yakan Sarıkamış Dramı’nın;
yanan ruhların oturmakta
çoğu, düşmana tek bir kur-
olduğu bir vatanı vardır. Bu
şun bile sıkmadan dona-
vatan parçalanmaz, bölün-
rak şehit olan on binlerce
mez, çiğnenmez... On üç,
Mehmetçiğin acıklı, acıklı
on dört günlük bir muha-
olduğu kadar da destansı
rebeden sonra Anadolu’da
“beyaz öyküsü”...
elli bin çocuk yetim, otuz
İman, cesaret, fedakârlık
bin kadın dul kaldı. Bir Türk,
ve asalet abidesi masal kahramanı binlerce
Sarıkamış’ın kışını ağlamadan ve utanmadan
Mehmetçiğin; kış kıyamette, paltosuz, pos-
nasıl seyredebilir?
talsız, gömlek ve çarıkla, 2400 rakımlı ve -40
Sarıkamış, Türk milletinin tarihinde bir şe-
dereceli Allahuekber Dağlarına ve cehennemî
reftir. Türk Milleti, son harpte bilhassa iki yer-
tipinin ortasına sürülüşü...
de tabiat ve imkânsızlıkla boğuşturuldu: Çöl ve
Şanlı tarihimizin, şerefle dolu yaprakları ya-
Sarıkamış! Allah’ın birini ateşten, birini buzdan
nında az da olsa acı ve hüzün yüklü yaprakları
yarattığı iki müthiş cehennemden Türk sabrı,
da vardır ve belki de bunların millî hafızaya ka-
Türk cüreti imtihandan geçti.
zınmış en acıklı ve unutulmaz olanı Sarıkamış
Sarıkamış şehitleri, bir güneş aksinin hasre-
Harekâtı’dır. O gün bugündür üzerine sayısız
ti ile Sina şehitleri bir su damlasının hasreti ile
söz söylenen ve yeni yeni yazılıp çizilmeye baş-
öldüler. Birinin güneşi Türk cesedini bir kar gibi
lanan Sarıkamış, “OsmanlI’nın Beyaz Kerbela’sı”
eritti, öbürünün karı bir madde gibi dondurdu.
olarak tarih sayfalarında buzdan bir kor halinde
Fakat Türk’ün ruhuna ne oldu? Bu ruh gösterdi
ışıldamakta ve milletimizin vicdanını kanatma-
ki, hâlâ güneşten daha zorlu ve buzdan daha
ya devam etmektedir.
yakıcıdır.
Sarıkamış nedir? Neresidir? Bir kasaba mı,
Mısır Seferi ve Sarıkamış Taarruzu, belki
bir dağ başı mı, mezarlık mı? Sarıkamış, artık
başkumandanlığın askerî hatıralarında fennî
Mohaç gibi Niğbolu gibi bir destan olmuştur.
lekelerdir. Türk milletinin tarihinde asla... Bütün
Böyle isimler, tarihte kalabilmek için taştan
harp, Şarkta sanki Türk Milleti’ne üç büyük şeref
birer şehrin adı olmaya muhtaç değildir. Millî
kazandırmak için hazırlandı: Bu üç şerefin biri
62 á8%$7 2016
KİTAPLIK
Çanakkale, öteki Sarıkamış, üçüncüsü çöldür.
Çöl ve Sarıkamış faciaları, Türk Devleti’nin niçin battığını ve Türk Milleti’nin niçin yaşadığını
gösteren iki tarih düğümüdür. ”
Sarıkamış Harekâtı, yıllardır tartışılıyor; ama
tartışılmayacak tek bir şey var ki, o da; korkunç
Bilinçli Aile Olmak
Nevzat Tarhan
Timaş Yayınları
0212 512 40 00
kar tipileriyle savrulan, -50 dereceye kadar düşen soğukta kırılan, aç-bîilaç kalıp dermanı kesilen, soğuk ve buzlu rüzgârdan etleri dökülen,
amansız ve acımasız emirlere göğüs geren, her
şeyin bittiği noktada bu kez de dizanteri ve tifonun pençesinde can çekişen, varlığımızın teminatı o muhteşem “Mehmetçiğin” dillere destan
kahramanlığı, fedakârlığı, mesuliyet duygusu
Dört Halifenin Menkıbeleri
Şemseddin Sivâsî
Sufi Yayınları
0212 511 24 24
ve mücadele azmidir.
Mehmetçiğin emre itaati, tevekkülü, direnci,
insan takatini aşan zorluklara göğüs germesi,
hedefe kilitlenmesi ve onca dramdan sonra büyük bir metanetle düşman üzerine korkusuzca
atılması hayret-engiz bir hadisedir ve bütün
bunlar Sarıkamış Dramını fazlasıyla destansı
kılmaya yetmektedir.
Akif Dede
Vehbi Vakkasoğlu
Nesil Yayınları
0 212 551 32 25
Evet, koca cihan devleti Osmanlı, hangi şahsi ihtiraslar ve yanlış kararlar uğruna Sarıkamış
uçurumlarına itildi? “Turan Fatihi” olma sevdasındaki Enver Paşa, binlerce insanı dehşetli bir
can pazarına nasıl sürükledi? Enver Paşa bir
kahraman mı; yoksa maceraperest, hayal avcısı,
sefil bir “Donkişot” mu? Sarıkamış’ta yaşanan
Bir Hayat Tarzı Olarak Şehir,
Mekan, Meydan
Hasan Taşçı
Kaknüs Yayınları
0 216 341 08 65
destansı dramın esr(k)arlı içyüzü nedir?
İşte elinizdeki bu kitapta, buna benzer daha
pek çok ifritten sualin cevabını bulacaksınız. İlk
baskısı “Sarıkamış Destanı Tarihimizin En Beyaz
Dramı” ismiyle (İstanbul 2006, Akis Kitap) çıkan
eser gözden geçirilmiş bu yeni baskısı Mavi Yayıncılık tarafından gerçekleştirilmiş.
Engelleri Aşanlar
Turan Yalçın
Az Kitap
0 212 512 86 64
İbret ve ders alınması temennisiyle...
Mavi Yayıncılık
Tel: 0212 6358395
somuncubaba 63
KÜLTÜR / Fatih ERKOÇOĞLU
İBN BATTÛTA
VE SEYÂHATNÂMESİ
“Dünyanın hiç şüphesiz önemli gezginlerinden birisi olan İbn
Battûta’nın, seyâhatnâmelere yeni bir anlayış ve uslüp getirdiği ifade
edilmektedir. Onun notlarında, ülke ve beldelerin özellikleri ele
alınmış olsa da daha ziyade insanların ve halkların durumları, sosyal
hayat, inanç ve gelenekleriyle ilgili bilgiler verilmiştir.”
64 á8%$7 2016
Giriş
Arapçadaki “gezmek, gezi” manasındaki
seyâhat ile Farsça nâme (risâle, mektup) kelimelerinden oluşan seyâhat-nâme “gezi mektubu, gezi eseri” anlamına gelmektedir. Farsçadaki karşılığı ise sefer-nâme’dir. Asr-ı saâdetten
beri, fetihler sonucunda genişleyen İslâm
topraklarını oluşturan beldeleri ve halkları tanımak, başta hadis olmak üzere çeşitli ilimleri
tahsil etmek gibi maksatlarla Müslümanların
muhtelif seyahatlar gerçekleştirdikleri, gezdikleri ve gördükleri yerleri, duydukları şeyleri kaleme aldıkları bilinmektedir.
İslâm tarihinin kaynağı olmak bakımından
seyâhatnâmelerin önemli bir boşluğu doldurduğu izahtan varestedir. İslâm tarihi kaynaklarında zikredilen pekçok olayın meydana geldiği
mekanlardaki değişimi ve gelişmeyi biz bilhassa seyyahların notlarında yakalayabilmekteyiz.
Seyyahların tasvirleri, diğer kaynaklarda zikredilmeyen pek çok konu hususunda daha da
önemli olabilmektedir.
Endülüs Emevi halifesi II. Abdurrahman tarafından (208/824) Bizans’a ve Normanlara
elçi olarak gönderilen Yahya b. Hakem, Abbâsî
halifesi Vâsıkbillâh tarafından Çin seddinin yıkılıp yıkılmadığına dair bilgi edinmek üzere
görevlendirilen Sellâm et-Tercümân’ın seyahati, yine bir başka Abbâsî elçisi İbn Fadlân’ın,
(Halife Müktedir’in 921 yılında İdil-Volga Bulgar hükümdarına gönderdiği heyet içerisinde
yer aldı) notlarının yer aldığı er-Rihle’si, tarih
ve coğrafya âlimi aynı zamanda bir seyyah olan
ve dedesine nispetle Mes’ûdî lakabıyla anılan
meşhur tarihçi Mes’ûdî’nin (346/957), aldığı
dersler ve okuduğu kitaplarla yetinmeyip bilgisini arttırmak için mağrip ve Endülüs hariç dönemin İslâm coğrafyasında hatta İslâm coğrafyası dışında Fars, Hint, Filistin, Şâm ve Mısır ülkelerine yaptığı uzun yolculuklar sırasında elde
ettiği malzemelerle telif ettiği meşhur eseri
Mürûcu’z-Zeheb’i, 331/943 yılında Ebû Dülef
Mis’ar b. Mühelhil’in dolaştığı Ermenistan, Çin
ve Türk illerine dair notlarının yer aldığı rihlesi
(Rihle ile’s-Sîn ve Rihle fî Vasati Asiya), Nasır-ı
Hüsrev’in 1045-1052 yılları arasında gezdiği
İran, Anadolu, Filistin ve Mısır’ı kapsayan kitabı Sefernâme’si, Gırnatî’nin (ö. 565/1169-70)
Seyâhatnâmesi (Tuhfetu’l-Elbâb ve Nuhbetü’lA’câb), Endülüslü İbn Cübeyr’in (ö. 1217), erRihle’si bunlardan birkaçı olup, bu seyahatnamelerden orta zamanların siyasî, sosyo-kültürel
ve ekonomik hayatlarına dair oldukça fazla malumat bulabilmekteyiz.
Dergimizin bu sayısında Ortaçağın en büyük
Müslüman seyyahı İbn Battûta’nın (ö. 770/136869) hayat hikayesi ve Seyâhatnâmesi üzerinde
durmak istiyoruz.
İbn Battûta
İbn Battûta’nın tam adı Ebû Abdullah Şemsuddin (Bedrüddin) Muhammed b. Abdillah
b. Muhammed b. İbrahim el-Kevâtî et-Tancî
somuncubaba 65
olup, 17 Receb 703’te (24 Şubat 1304) Fas’ın
Tanca şehrinde doğdu. Berberî Levâte kabilesine mensup olan ailesi, Libya topraklarında yer alan Berkâ’dan buraya göç etti. Kendi
seyâhatnâmesinde yer alan “Kaza ve meşîhat
benim ve atalarımın mesleğidir.” cümlesinden anlaşıldığına göre bu aile birçok kadı yetiştirmiştir. İbn Battûta’nın kendisi de muhtelif yerlerde kadılık yaptı. Tamesna kadısı iken
vefat etti. Lisânüddîn İbni’l-Hatîb, İbn Hacer
el-Askalânî, İbn Haldûn, Makkârî gibi âlimler
İbn Battûta’dan yer yer alıntılar yapmış olsa
da onun hayatı hakkında en önemli kaynak
kendi Seyâhatnâmesi’dir. Neredeyse hayatının
-725/1325 yılından itibaren takriben- 30 yılını
yollarda, başka ülkeleri gezmekle geçirdiği için
kendi kitabında hayatına dair birçok bilgiyi bulabilmekteyiz.
İbn Battûta’nın da “Yüce Allah’a binlerce övgü
Onun dünyayı gezme isteğinin zaman içerisinde oluştuğu, Abadan’a geldiğinde burada
harap bir mabette karşılaştığı erdemli bir insanın kendisine: “Allah seni dünya ve ahirette
arzuladığın her şeye eriştirsin!” demesi üzerine
üst düzeyde ağırlanmış olması, hükümdarların
66 á8%$7 2016
olsun ki dünyada dileğim yeryüzünü dolaşmaktı, bunu bana nasip etti. Bildiğim kadarıyla hiç
kimsenin erişemediğine eriştim bu alanda...”
diye söylediği nakledilmektedir.
Dünyanın hiç şüphesiz önemli gezginlerinden birisi olan İbn Battûta’nın, seyâhatnâmelere
yeni bir anlayış ve uslüp getirdiği ifade edilmektedir. Onun notlarında, ülke ve beldelerin
özellikleri ele alınmış olsa da daha ziyade insanların ve halkların durumları, sosyal hayat,
inanç ve gelenekleriyle (bilhassa askerî merasimler başta olmak üzere) ilgili bilgiler verilmiştir. Bundan dolayı da eseri tarih, coğrafya
ve edebiyat bilgisi yanı sıra etnografik, antropolojik, sosyo kültürel hayat bakımından büyük
değer taşımaktadır. Ziyaret ettiği her ülkede en
sofralarında bulunması, sultanlıklarda yapılan
merasimlere iştirak etmesi ve müşahedelerini
de olabildiğince arı ve duru anlatması bakımından seyahatnamesi oldukça kıymetlidir.
Kısaca er-Rihle olarak bilinen seyahatnamesinin tam adı Tuhfetü’n-Nüzzâr fî Ğarâibi’lEmsâr ve Acâibi’l-Esfâr’dır. Seyyahımız,
Tanca’dan hac niyetiyle yola çıkarak Kuzey Afrika sahillerinden Mısır’a, oradan yukarı Mısır
bölgesi Saîd’e indi. Deniz yoluyla Cidde’ye geçmek istemişse de muvaffak olamayarak, oradan
Suriye’ye gitti. Kudüs, Aclûn, Akkâ, Sûr, Sayda,
Taberiye, Antakya, Dımeşk, Mekke, Kadisiye,
Necef, Bağdat, Basra, Übülle, Abadan, Şüster
(Tüster) yoluyla İsfahân ve Şirâz’a vardı. Buradan da Samerrâ, Tikrit üzerinden Cezire-i İbn
Ömer, Nusaybin, Sincar ve Mardin’e oradan da
tekrar hacca gitti. Daha sonra Cidde’den Zebîd,
Cebele, Taiz, San’a, Aden ve Zeyla’ya, oradan
Makdişu, Mombasa (Kenya), Kilve (Tanzanya),
buradan da Zafar’a, Uman sınırları içerisinde
Nezve’ye, Hürmüz Limanı’nı geçerek Sîrâf’a
ulaştı. Bu yerden de beşinci haccını ifa için
Mekke’ye gitti (732/1332). Hindistan’a gitmek
için yola çıktığında Kızıldeniz’de yakalandığı
fırtına nedeniyle karaya çıkmak zorunda kaldı. Nil boyunca Kahire’ye oradan Gazze, Remle ve Akkâ yolu üzerinden Lazkiye’ye, oradan
da gemiyle Alâiyye’ye vardı. Anadolu gezisine
buradan başlayan İbn Battûta, Antalya, Isparta,
Eğridir, Denizli, Tavas, Muğla, Milas ve Barçın’ı
gezdi. Ardından ise Konya-Erzurum hattını ziyaret ettikten sonra tekrar Batı’ya yönelerek
(kâtibi İbn Cüzey’in tasnifinde sorunlar olduğu ifade edilmektedir) Birgi, Ayasaluk, İzmir,
Manisa ve Bursa üzerinden İznik’e, oradan da
Mekece güzergahından Geyve, Göynük, Bolu,
Gerede ve Kastamonu yoluyla Sinop’a ulaştı.
Buradan denize açılarak Kırım’ın Kerç Limanı’na
çıktı ve Altınorda Hükümdarı Muhammed Özbek Han’la görüştü. Eski Bulgar şehrine gitti.
Han’ın üçüncü karısı Bizans İmparatoru’nun kızı
Beylûn’un hem doğum hem de ailesini ziyaret
için Kostantinopol’e yolculuğunda ona eşlik
etti. Ükek, Sûdak, Baba Saltuk (Dobruca) üzerinden imparatorluğun başkentine gitti. Buradan
tekrar Deşt-i Kıpçak’a, Saraycuk, Harizm, Buhara, Semerkant’a oradan da Horasan şehirleri
olan Herat, Câm, Tûs, Serahs, Bistâm’a Hindikuş
dağlarını aşarak Gazne ve Kabil yolu üzerinden
İndus vadisine gitti. Burada Delhi Türk Sultanı
Sultan Muhammed b. Tuğluk’un himayesinde
somuncubaba 67
1342 yılına kadar 7 yıl süreyle kaldı. Sultan
kendisini Çin’e elçi olarak göndermiş ise de o
Delhi’den ayrıldıktan sonra daha güneye doğru
hareket etti ve Kalikût’a gitti. Malabar güzergahından Maldiv (Zibetü’l-Mehel) Adaları’na
geçti. Burada bir buçuk yıl kadılık görevinde
bulundu. İktidar kavgası sonrasında buradan
Seylan Adası’na giderek Serendib Dağı’nda Hz.
Adem’in ayak izini ziyaret etti. Bangladeş kıyılarından Berehnegar ülkesine, oradan Cava’ya,
daha sonra Sumatra’ya, Malak Boğazı’ndan
Kakula (Malezya) Limanı’na ulaştı. Durgun bir
denizde bir aylık yolculuk sonrasında Tavâlisî
ülkesine geldi. Türkçe konuşan adı Urduca olan
bir kadın valinin yönetimindeki liman kentine
girdi (Borneo’daki Şampa kıyıları, Kamboçya
veya Tonking olduğu belirtilmektedir). Bu ülkeden denize açıldı ve 17 gün sonrasında Çin’in
Zeytûn Limanı’na vardı. Buradan da Hanbalık’a
gitti. Daha yukarı çıkma isteği ise kuzeyli vahşiler nedeniyle mümkün olmadı. Çin’den ayrıldıktan sonra Sumatra, Malabar kıyılarından
Basra’ya geldi. Bağdat-Suriye güzergahından
Mısır’a, oradan da Hicâz’a geçti ve haccını ifa
68 á8%$7 2016
etti (1349). Mısır’dan İskenderiye üzerinden
gemi ile Tunus’a, Sardunya adasına ve Cezayir’e
gitti. Buradan 1349 yılında Fas’a ulaşmak suretiyle seyahatinin birinci kısmını nihayete erdirdi. Kısa süre sonra Endülüs’e geçen İbn Battûta,
Marbella, Mâlaga, Hamma yoluyla Gırnata’ya
ulaştı. Burada kısa da olsa murâbıt olarak görev yaptı. Râbıtatu’l-Ukab’da Horasan, Semerkant ve Anadolu’dan gelen ve burasını vatan
edinen derviş savaşçılarla görüştü. Fas’a dönen İbn Battûta kuvvetle muhtemel hükümdarı
adına vazifeli olarak Siyahlar Ülkesi (Bilâdu’sSevdân) Mali’ye yöneldi. Sicilmâsa üzerinden
Tegazzâ, İyvallâten üzerinden Büyük Sahrâ’yı
kuzeybatıdan güneydoğuya doğru aştı ve Mali
Sultanlığı’na ulaştı. Tinbuktu, Tekeddâ üzerinden Fas’a döndü. Seyyahımız bu ülkeden çok
memnun kalmayacaktır. Zira bu durum satırlarına açık bir şekilde yansıyacaktır.
İbn Battûta’nın Yaşadığı
Dönemde İslâm Dünyası
Yukarıda seyyahımızın gezmiş olduğu
güzergâhı verdik. Burada da yaşadığı dönemde
İslâm dünyasını kısa hatlarla zikretmek istiyoruz. Seyyahın memleketi olan Fas’ta Merîniler
hâkimiyetlerini
sürdürmekteydiler.
Bunlar
Endülüs’ün savunmasına bu dönemde büyük
katkı sunuyorlardı. Mısır ve Suriye ve Hicâz’da
Memlük idaresi vardı. Yemen’de Eyyûbîlerin
artığı aslen Türk kökenli Resûlü hanedanı söz
sahibi idi. Hürmüz Boğazı’nda Türkler varlıklarını sürdürüyordu. Anadolu Selçukluların yıkılması sonrasında Anadolu beyliklere ayrılmıştı.
Karadeniz’in kuzeyinde ise Altınorda Hanlığı,
Kostantinopol’de Altınorda ile akrabalık bağı
kurmuş olan Bizans vardı. Irak bölgesi putperest
İlhanlıların elinde idi, fakat Ebû Said’in ölümüyle
Celâyir hakimiyeti bölgede tesis edildi. Horasan
ve Türkistan’da Çağatay Hanlarının takipçileri
varlıklarını sürdürüyordu. Çin ülkesi Moğol hakimiyetinde bulunuyordu. Delhi’de Türk Sultanlığı Hindistan’ın güneyine doğru hakimiyetini
genişletmekle meşguldü. Yukarıda zikrettiğimiz
ada ülkeleri mahalli idareciler tarafından yönetiliyordu ve İslâmiyet giderek bu coğrafyada yayılıyordu.
Bilhassa şahit olduğu dönemde, özellikle
XIV. yüzyılın ilk yarısına dair İslâm dünyasının o
günkü ahvali, ekonomik durumu, ticaret, sanat
ve mimarî gibi konularına dair oldukça mühim
bilgiler veren İbn Battûta’nın Hind, Maldivler,
Endonezya, Çin gibi İslâm’ın henüz neşvü nema
bulduğu bu coğrafyaları ziyaretinde kaydettiği bilgiler ise hem Müslüman dünyası için hem
de bu coğrafyanın insanının tarihi için oldukça
önemli ve orjinal hususları ihtiva etmektedir.
İbn Battûta bilhassa Ortaçağ’ın önemli şehirleri, bölgenin idarecileri, ileri gelenleri hakkında
ve bu coğrafyaların adet ve gelenekleri, yiyecek
ve içecek kültürlerine ile günlük hayata dair
pek çok konuyu seyahatnamesinde ele almakta, yeme, içme, giyim, aletler ve adetlere dair
etnolojik ve folklorik oldukça önemli malzemeyi bizlere sunmaktadır. Bu meyanda kendisinin
Altınorda Hükümdarı Özbek Han’a bir tatlı, yine
Delhi Türk Sultanı’na da «Kadı lokması» adında
bir tatlı ikram ettiği kayıtlıdır.
İbn Battûta, cesur bir adam, sözünü sakınmayan, hükümdarların huzurunda rahat konuşan,
ihtiyaçlarını da kolaylıkla hükümdarlara dile getiren bir kişidir. Kendisine bol ihsanda bulunanları övmüş, cimrilik yapanları da bilhassa Afrika’daki zenci hükümdarı da pervasızva yermiştir.
Bindiği gemileri fırtınaya yakalanmış, batmış,
soyulmuş, haramilerle çatışmaya girmiş, iktidar
derdine düşmüş bir kimsedir. Diğer taraftan yufka yürekli bir kişi olup, bir insanın paramparça
edildiği illizyon numarasına inananabilen saflığa
sahiptir.
Seyâhatnâme’nin sayfalarını çevirken, yukarıda ele aldıklarımızın dışında daha pek çok konuya daha değindiği fark edilen İbn Battûta’nın,
bu heyecan ve macera dolu yaşamında kadın,
aşk ve aileye dair muhtelif ve bir o kadar da ilgi
çekici kesitleri de görmek mümkündür.
Dipnot
*Doç. Dr. Fatih ERKOÇOĞLU
somuncubaba 69
EĞİTİM / Fahreddin YÜKSEL
SELEFÎLİK
ÜMMET BİLİNCİNİN
DÜŞMANI
“Günümüzde Orta Doğu’yu kasıp kavuran, Ehl-i Sünnet gibi
görünen fakat Ehl-i Sünnet’e ve İslâm’a en büyük zararı veren terör
örgütlerinin teorisyenliğini nevzuhur selefi âlim ve aydın tayfası
yapmaktadır. Selefiliğin terörize olmuş grupları, düşman olarak
kendilerine başta din dışı gördükleri Şiileri ve şirk üzere olmakla
itham ettikleri Ehl-i Sünnet’in tarikat ehlini seçmiş ve bunların katline
fetva verecek kadar da ileri gitmişlerdir.”
70 á8%$7 2016
İ
slâm coğrafyası, 13. yy.da maruz kaldığı Moğol İstilası’ndan sonra bildiğimiz kadarı ile
ikinci büyük istilaya 19. yy. sonlarında maruz
kaldı ve bu istila 20.yy. ortalarına kadar devam
etti. Son yıllarda İslâm coğrafyasında oluşan
kaosu ve dış destekli saldırıları ise üçüncü Moğol İstilası olarak değerlendirmek mümkündür.
Yaşanan trajedileri Moğol İstilası’na benzetmemizin sebebi, ilk Moğol İstilası’nda olduğu
gibi saldırılarını yerli işbirlikçilerinin desteği ile
yapmaları ve yıkımın büyüklüğüdür. Bakara Sûresi 143. ayette “ümmet-i Muhammed”, “vasat ümmet” olarak nitelendiriliyor. Vasat/orta ümmet ifadesi ile adil, seçkin,
her yönü ile dengeli, haktan ayrılmayan, önder,
bütün toplumlarca hakem kabul edilebilecek
bir ümmet kastedilmektedir. (DİB Kur’an-ı Kerim Meali, ilgili ayetin açıklaması) Bu ümmet, Hz Osman’ın şehit edilmesi ile
ilk iç krizi yaşamış, buna Hz. Ali’nin şehadetine kadar giden diğer krizler eklenmiştir. Yaşanan ilk krizlerde, vasat ümmet vasfını haiz olan
Müslümanların ekseriyeti, olayları yatıştırmaya
çalışmışlar ve yeni olayları engelleme hususunda önemli roller ifa etmişler, daima makul ve
meşru olandan yana olmuşlardır. Vasat ümmet,
daha sonraki asırlarda “Ehl-i Sünnet” adıyla
anılmaya başlanmıştır. Ehl-i Sünnet çizgisinde oluşan tasavvufi
hareketler ve özellikle Nakşbendî ekolü, özel,
ailevî ve içtimaî hayatta, edebin, güzel ahlakın,
hakkaniyetin, kul ve kamu hakkına riayetin, ilmî
ve fikrî faaliyetin, sanatın, estetiğin, agâh olmanın en güzel örneklerini sunmuşlardır. Batı
için karanlık ama İslâm tarihi açısından altın çağ
olan Orta Çağ’da oluşan İslâm Medeniyeti’nin
mimarları, Ehl-i Sünnet çizgisinde tasavvuf terbiyesi ile yetişen abide şahsiyetlerdir. Ehl-i Sünnet; Kur’an ve sünnetin çizgisinde, selefi salihinin, kadim ulemanın ve ariflerin
hüsnü kabul görmüş uygulamalarının rehberliğinde akl-ı selim ve kalb-i selimle hareket eden
Müslümanların kahir ekseriyetini ifade eder.
Siyasî, içtimaî ve fıkhî sebeplerle ortaya çıkan
çok sayıdaki farklı ekollere/mezheplere karşın
ashab-ı kiram, tabiin ve selefi salihinin çizgisinde mütevazı bir şekilde varlığını sürdüren topluluk ve bu topluluğun âlimleri (cumhuru ulema) diğer farklı fırkalara nispetle bir alamet-i
farika ile kendilerini ifade etmek gerektiğinde
kendilerine “Ehl-i Sünnet” nitelemesini uygun
görmüşlerdir. somuncubaba 71
Ehl-i Sünnet; lideri, programı, eylem planı
çok net olan bir hareket, iyi organize olmuş gibi
topluluk değildir. Ehl-i Sünnet’in organize sosyal hareketi, tasavvuf ekolleri olan tarikatlardır.
Ehl-i Sünnet’in gönül insanları ve örnek şahsiyetleri diyebileceğimiz tasavvuf ehli kendi içinde organize olmuşlardır fakat bunların mahallî
oluşu, tecrübî ve ilhamî bilginin ve geleneğin
ilmî yorumlarla eş değer tutulması, vefat eden
şeyhin ardından meydana gelen bölünmeler
sebebiyle daha küçük gruplara ayrılması vd.
sebepler tarikatların sosyal hayattaki etkinliğini azaltmıştır.
Şu bir vakıadır ki, iyi organize olmuş küçük
gruplar, organize olmayan büyük kitlelere tahakküm eder. Günümüzde Orta Doğu’yu kasıp
kavuran, Ehl-i Sünnet gibi görünen fakat Ehl-i
Sünnet’e ve İslâm’a en büyük zararı veren terör örgütlerinin teorisyenliğini nevzuhur selefi
âlim ve aydın tayfası yapmaktadır. Selefiliğin
terörize olmuş grupları, düşman olarak kendilerine başta din dışı gördükleri Şiileri ve şirk üzere olmakla itham ettikleri Ehl-i Sünnet’in tarikat
ehlini seçmiş ve bunların katline fetva verecek
kadar da ileri gitmişlerdir. Şia, İslâm ümmetinin en büyük hastalıklı
güruhudur. Düşüncelerini, Kur’an ve sünnetle
temellendirmek yerine Ehl-i Sünnet karşıtlığı
üzerine inşa ederler. Kendilerinden olmayanlara karşı takiyye, temel davranış biçimidir. Bunlara göre gerekmesi hâlinde yalan da meşrudur.
Çok yalan söylediklerinden birbirlerini inandırmak için dahi çokça yemin ederler. Bu sebeple
Farsçada “Allah’a ve Rasûlü’ne” diye başlayan,
“Ali’ye, Hasan’a, Hüseyin’e, On iki İmam’a yemin
olsun ki…” diye devam eden yüzlerce çeşit yemin vardır. Sünniler, kendilerinden bile olsa zalimi asla
desteklemezler. Bunun için Irak’ın devrik lideri
zalim Saddam Hüseyin’in ABD tarafından devrilerek öldürülmesine seyirci kalmışlardır. Buna
karşılık İran, zalimliği tescilli bugünkü yönetimi
ölümüne desteklemiş, hatta sırf Sünniliğin en
güçlü temsilcisi zarar görsün diye Türkiye’ye
72 á8%$7 2016
karşı Rusya’yı desteklemekten ve Cuma hutbesinde onlara dua etmekten geri kalmamışlardır. İran’ın Suriye’ye desteği mezhepsel olduğu kadar stratejiktir de. Irak’ta ABD’nin desteği ile Şii bir hükümet kurulmuştur. Görünüşte
ABD ile İran karşıt gibi görünse de ABD İran’a
hemen yanı başında bir peyk devlet armağan
etmiştir. İran, Suriye’yi de kendisi için peyk
devlet hâline getirmesi hâlinde hem bölgenin
güçlü bir aktörü hâline gelecek hem de Türkiye
ile Arap dünyası arasına bir set çekerek coğrafi
bağlantıyı koparmış olacak. Türkiye bu stratejik
manevrayı gördüğünden Suriye’de bugünkü
yöneticilerin bulunmadığı bir çözümde ısrar
ediyor. Türkiye’den sözde bir ilim ve fikir adamı da, Türkiye’nin Suriye’de İran’ın nüfuzunu
kabul etmesi hâlinde Suriye sorununun çözüleceğini iddia ediyor. Bir defa İran çözümün değil
sorunun parçasıdır. Ayrıca bu sözde fikir adamı
İran’ın Suriye’de nüfuz kurmasını savunmakla
hangi akla hizmet ediyor? Türkiye, İran’ın Suriye’deki nüfuzunu kabul ederek başına yeni bir
belayı neden satıl alsın? 2010 yılından itibaren Arap dünyasında
“Arap Baharı” diye adlandırılan, ümmet için
umut verici siyasî ve sosyal değişimler, Mısır’da
meydana gelen dış destekli darbe ve Suriye’ye
kaosun hâkim olması ile akamete uğratıldı.
Eğer Mısır’da Mursi yönetimi devam etseydi,
Suriye’de de diğer Arap ülkelerinde meydana gelen olumlu gelişmeler sonuca ulaşsaydı
şimdi bambaşka bir dünyada yaşıyor olacaktık.
Sünnilerle müttefik gibi görünen Batı’nın Orta
Doğu’da kurduğu ve oynadığı oyunların, Şiiler
lehine sonuçlar doğurması hususu da ciddiyetle sorgulanması gereken bir husustur. Öte
yandan Orta Doğu’da birbirini dengelemeye
çalışan Şii-Selefi denkleminde İslâm âleminin
çoğunluğunu oluşturan mutedil Sünni toplumun oyun kuran bir pozisyonda olmaması da
üzerinde düşünülmeye değer bir durumdur.
Vasat/orta ümmete ne oldu? Vasat ümmet, ihanetlerin kısa vadeli getirisine karşılık, iyi niyetli
ve yapıcı olmanın ağır faturasını mı ödüyor? Hüzünkâr
Her gece dalamam pembe rüyaya,
Kalbimde hüzün var gözlerimde yaş.
Dayanamaz oldum çirkef dünyaya,
Kalbimde hüzün var gözlerimde yaş.
Yüreğim yağmura hasret bir toprak,
Umudum hazanda kurumuş yaprak,
Anladım mutluluk benden çok ırak,
Kalbimde hüzün var gözlerimde yaş.
Baharım güz olur, yazım karakış,
Hayatın çilesi yüzümde nakış,
Tüketiyor beni Tanrım bu akış,
Kalbimde hüzün var gözlerimde yaş.
Hayallerim, gerçeklerim hüzünkâr,
Hiç olmadım bu dünyada bahtiyar,
Genç olmadan birden oldum ihtiyar,
Kalbimde hüzün var gözlerimde yaş.
Zemheride pişer, yazın donarım,
Her çocuğun gözyaşında yanarım,
Sükûtî’yim acılarla kanarım,
Kalbimde hüzün var gözlerimde yaş.
Hızır İrfan ÖNDER
somuncubaba 73
EDEBİYAT / Mustafa ÖZÇELİK
SÜLEYMAN ÇELEBİ VE
MEVLİD
“Mevlid’de besmele, zikir, Allah’ın sıfatları, Allah’ın birliği
gibi inanışla ilgili konular ve ahlakî pek çok ilkeler üzerinde
durulmuştur. Denilebilir ki, geniş halk kitleleri dinlerine
ait samimi inanışlarını ve bilgilerini büyük ölçüde Mevlid’e
borçludurlar.”
74 á8%$7 2016
Süleyman Çelebi ve Eseri
Bursa, bir Osmanlı payitahtı olarak uzun yıllar siyasî bir merkez olmanın yanı sıra bir ilim,
kültür merkezi de oldu. Böylesi bir atmosfer
içerisinde burada pek çok şair, bilgin ve mutasavvıf yetişti. Yaptıkları hizmetler, yazdıkları
eserlerle her biri medeniyetimizin birer inşacısı
oldular. Bu yüzden hayırla anılmaya devam ediyorlar. Bu isimler arasında Emir Sultan, Molla
Fenarî, Niyazi Mısrî, Somuncu Baba, Bursalı Âşık
Yunus, Hazret-i Üftade ve daha niceleri bugün
de maneviyat coğrafyasının yıldızları olarak
bizleri aydınlatmaya devam ediyorlar.
Bu isimler arasında anılması gereken biri de
Süleyman Çelebi’dir. Bu ismi söyler söylemez
aklımıza hemen onun ünlü eseri Vesilet’ünNecât yahut halk arasındaki yaygın ismiyle
Mevlid gelecektir. Çünkü biz çoğu kez, eserin
isminden önce yazarını/şairini hatırlarız. Ama
burada durum oldukça farklıdır. Mevlid, şairinden çok şöhret bulmuş, nerdeyse onun adını
bile unutturmuştur. Eğer biz, Mevlid’in kimi
yerlerinde “Süleyman” adını okumasak bu eseri
anonim bir eser sayacağız.
Bu durum, elbette eserin lehine olan bir
özelliktir. Zira anonimleşmesi onun asırlar boyunca ne denli benimsendiğinin ve yaygınlık
kazandığının bir göstergesidir. Dolayısıyla Süleyman Çelebi de böylesi bir eserin şairi olarak dünyada çok az şaire nasip olan şöhretli bir
isim hâline gelmiştir. Çünkü Mevlid’in okunmadığı bir zaman ve mekân nerdeyse yoktur. Yazıldığı günden bu yana kandillerde, bayramlarda,
savaşlarda, doğumlarda, düğünlerde ölümlerde
kısacası hayatımızın hemen her olayında Mevlid okumak/okutmak çok önemli bir geleneğe
dönüşmüştür.
Mevlid’in yaygınlık kazanmasının bir önemli
sebebi de Osmanlılar devrinde aynı zamanda
bir devlet merasimi olarak da idrak edilmesidir. Peygamberimiz (s.a.v.)’in doğum günü olan
Rabiü’l-evvel ayının 12. gecesi resmî bir kutlama yapılır ve bu gece Mevlid alayı ile karşılanırdı. Başta padişah olmak üzere bütün devlet
görevlilerinin katıldıkları bu merasim Mevlid’i
bütün ülke sathında okunur bir eser hâline
getirmiştir. Bu gelenek Cumhuriyet devrinde
resmî niteliğini kaybetmiş fakat halk arasında
çeşitli vesilelerle Mevlid okutulma geleneği
sürdürülmüş, televizyonun hayatımıza girmesiyle birlikte bu yolla da yine geniş bir kitlenin
ilgi konusu olmaya devam etmiştir.
Bir Edebiyat Şaheseri
Mevlid, dinî, edebî, tasavvufî açıdan çok
yönlü incelemelere konu olabilecek zenginlikte bir eserdir. Az önce de belirttiğimiz gibi tanınmışlığı şairinin önündedir. Bu durum elbette Süleyman Çelebi’yi unutturmamalıdır. Çünkü
eserin önemi, şairinin kimliği ve eseri yazma
sebebiyle yakından ilgilidir. Bunlar bilinmezse
eser hakkında yapılacak değerlendirme de eksik kalır. Bu yüzden şimdi kısaca da olsa şairin
biyografisine ve daha da önemlisi eserin telif
sebebine bakmak gerekmektedir.
somuncubaba 75
Süleyman Çelebi (1353-1422) Bursalıdır.
Osmanlı’nın kuruluş ve gelişme devresinde yaşamış, Orhan Gazi’den Çelebi Mehmed’e kadar
olan dönemi idrak etmiştir. Bu dönem devletin
inşası, fetret yılları sonrasında yeniden toparlanması gibi olayların geçtiği yıllardır. Süleyman Çelebi, saraya yakın bir ailenin ferdidir.
Dolayısıyla onu devrin elit sınıfından biri olarak
düşünebiliriz. Bu durum, onun bir medrese tahsili yaptığını, hatta devrin genel eğilimine bağlı
olarak irfan kurumlarında da eğitim gördüğünü
gösterir. Nitekim kaynaklar onun Yıldırım zamanında Divan-ı Hümayun imamlığı yaptığını
ve Emir Sultan çevresindeki irfan meclisinin
müdavimlerinden olduğunu yazmaktadırlar.
Süleyman Çelebi’nin ilim ve irfan bahsindeki
seçkin niteliği Emir Buharî’nin de tavsiyesiyle
Ulu Cami imamlığı görevine gelmesine vesile
olmuştur. Zira payitahtın en büyük camiinde
görev yapabilmek için her anlamda üstün niteliklerle donanımlı olmayı gerektirmektedir.
Bu donanım içerisinde edebî bilgi birikimi
de söz konusu olmalıdır. Dolayısıyla Mevlid,
aynı zamanda bir edebiyat şaheseridir. Zaten
yaygın ünü, konu olarak Hz. Peygamberi (s.a.v.)
işlemesi ve üstün edebî niteliğinden kaynaklanmaktadır. Bu yüzden Süleyman Çelebi’yi
aynı zamanda Osmanlı edebiyatının/şiirinin
kurucu isimlerinden biri olarak da kabul etmemiz gerekir. Süleyman Çelebi, bu yönüyle
Yunus Emre, Gülşehri, Âşık Paşa gibi isimlerin
Türkçeyi bir şiir dili hâline getirerek inşa ettikleri dinî-tasavvufî Türk edebiyatının yaşadığı
devirdeki en önemli temsilcidir. Bu temsilcilik
sadece edebi mahiyette olmayıp aynı zamanda
bir birlik misyonunun da ifadesi olarak anlam
taşır. Çünkü Mevlid’de asıl konu olarak Hz. Peygamber (s.a.v.) işlenmiştir. Böylece insanlar bu
ana tema ile Peygamberimiz’in manevî şahsiyeti etrafında birlik olmayı gerçekleştirmişlerdir.
Mevlid’in bir başka hususiyeti de ehl-i sünnet düşüncesini halk arasında benimsenmesine katkısı, yabancı ve zararlı telakkilerden
onları koruması olmuştur. Zira Mevlid’deki
zihnî dünya tamamen ehl-i sünnet temellidir
ve dinin asli kaidelerine sıkı sıkıya bir bağlılık
görülür. Bu bağlılık Hz. Peygamber sevgisi etrafında teşekkül ettirilirken bir yandan da akaid
konuları da işlenmiş ve Mevlid’de besmele, zikir, Allah’ın sıfatları, Allah’ın birliği gibi inanışla
ilgili konular ve ahlakî pek çok ilkeler üzerinde
durulmuştur. Denilebilir ki, geniş halk kitleleri
dinlerine ait samimi inanışlarını ve bilgilerini
büyük ölçüde Mevlid’e borçludurlar.
Telif Sebebi
Eserin derinlerdeki asıl telif sebebi bizce bu olmakla birlikte yaygın olarak bilinen
meşhur sebebe de değinmek gerekmektedir.
Buna göre Süleyman Çelebi bu eserini Ulu
Cami imamlığı esnasında meydana gelen bir
hadise üzerine yazmıştır. Rivayete göre İranlı
bir vaiz, Bakara Suresi’nin peygamberlerden
bahseden âyetlerini yorumlarken peygamberler arasında fark bulunmadığını, dolayısıyla
Peygamberimiz’in diğer peygamberlerden üstün tutulmadığını söylemiş, bu durum kimi tartışmalara konu olmuş, Süleyman Çelebi de bu
olaydan büyük bir üzüntü duyarak Hz. Peygamber (s.a.v.)’in özel durumunu, ona duyulan sevgi
ve saygıyı anlatabilmek maksadıyla bu eserini
kaleme almıştır.
76 á8%$7 2016
Kaynakların bildirdiğine göre Mevlid’in yazılış tarihi 1409’dur. Bu tarihten önce de Mevlid
türünde kimi eserler kaleme alınmıştır. Zira bu
tür eserlerin asıl kaynağı sîre (sîret) adı verilen
eserlerdir. Onların tarihî geçmişi ise epey geriye tâ Hz. Peygamber (s.a.v.) devrine kadar uzanır. Bu demektir ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) hakkında çok sayıda eser yazılmış hatta bu anlamda yeni edebî türler oluşturularak bir peygamber edebiyatı meydana getirilmiştir. Sîre’den
naat’a; şemailden hilyeye kadar pek çok türde
yazılan bu eserler de Müslüman muhitlerde
çokça okunmuş ve sevilmiştir. Ama denilebilir
ki hiçbir eser Mevlid’in benimsenme derecesine çıkamamıştır. Mevlid, hem kendine mahsus
nitelikleriyle üstün bir eserdir hem de bütün diğer türlerin örneklerine ve özelliklerine sahiptir. Bu bakımdan o manzum bir siyer olarak aynı
zamanda bir naattır, bir hilyedir, bir şemaildir.
Eserin bu şöhretinde konusunun önemli olduğunu söyledik. Onun kadar önemli olan bir
tarafı da Mevlid’in Türkçe yazılmış olması ve
edebiyat açısından taşıdığı değerdir. Bu değerinin de onun benimsenmesinde etkili olduğu
muhakkaktır. Çünkü bir edebiyat eserinde kalıcılığı konudan çok dil ve anlatım sağlar. Mevlid bu anlamda Türkçe’nin bir şaheseridir. Bu
yönüyle kendinden önce yazılan bu konu ve
türdeki eserleri neredeyse unutturarak Türkçe mevlid geleneğinin de başlatıcısı olmuştur.
Öyle ki Süleyman Çelebi’den günümüze onun
eserinden ilham alarak yahut onun tesirinde
kalarak pek çok şair mevlid denemeleri yapmıştır. Yüzü aşkın bu metinlerin hiç birisi onun
değerine ulaşamamış, hepsi bir nazireden ibaret kalmıştır.
Öte yandan Mevlid, Türkçe ile yazılan bir
metin olmanın ötesine geçmiş, Arapça, Farsça, Arnavutça, Kürtçe, Boşnakça ve Rumca gibi
dillere de çevrilmiş hatta bu dillerde mevlidler
yazılmıştır. Mevlid’in bu yayılış coğrafyasındaki
genişlik onun tıpkı Nasreddin Hoca, Battal Gazi
menkıbeleri gibi her yerde benimsendiğinin de
bir göstergesidir. Böylece Mevlid, bir yandan da
bütün bu coğrafyalarda Türk dili ve kültürünü
temsil eden, onun değerlerini oralara taşıyan
bir eser özelliği de kazanmıştır.
Mevlid’i Ruhuna
Uygun Olarak Okumak
Geniş kitlelere mâl olmuş eserlerin değiştirilmesi, kimi yanlış uygulamalara konu edilmesi
nerdeyse kaçınılmaz bir durumdur. Çünkü işin
içine kitle psikolojisi ve merasim unsurları girince meselenin inanış ve bilgi boyutu çoğu zaman
göz ardı edilebilmektedir. Bu durum Mevlid’in
de başına gelmiş, bu tür uygulamalar yüzünden
Mevlid okutulması noktasında kimi çekinceler
haklı olarak ortaya çıkmıştır. Bu eleştirilere hak
vermek mümkün ise de, asırlar boyunca bu denli tesirli bir eserin bugün de kitlelerin din eğitiminde bir vasıta olarak kullanılması ihmal edilmemelidir. Bütün mesele bu uygulamanın dinin
esaslarına uygun olarak icra edilmesidir. Bu hassasiyet gözetildiği takdirde Mevlid’in, dün olduğu gibi bugün de bilhassa geniş halk kitlelerinin
dini duyarlıklarının beslenmesinde, esere konu
olan Hz. Peygamber (s.a.v.)’in manevî şahsiyetinin yine bir birlik unsuru olarak canlı tutulmasında tesirli olacağı muhakkaktır.
somuncubaba 77
EDEBİYAT / Cemil GÜLSEREN
ALİ ŞİR NEVÂÎ’NİN İLK MESNEVİSİ
HAYRETÜ’L-EBRÂR’DA HÂCE
BAHÂEDDİN
NAKŞBEND (K.S.)
78 á8%$7 2016
Ali Şir Nevâî Kimdir?
9 Şubat 1441 tarihinde Herat’ta dünyaya gelmiştir. Aslen Uygur Türk’ü olan bir aileye mensuptur. Çocukluğu Timur’un şehzadesi
olan Hüseyin Baykara ile birlikte geçmiş, birlikte tahsil görmüşler. Hüseyin Baykara Horasan’ı
ele geçirip Timurlular tahtına çıkınca Nevaî de
onun yanında olmuştur. Her ne kadar devlet işlerinden pek hoşlanmasa da devlet hizmetlerinde en üst düzeyde yer almıştır. 3 Ocak 1501
tarihinde yine doğduğu şehirde vefat etmiştir.
Tasavvuf edebiyatı denilince İslâm dünyasında akla gelen önemli isimlerden biri olan
mütefekkir ve mutasavvıf Nevâî, manevî aşkın
şevk ve zevkinden yola çıkarak Nakşbendî yolundan edindiği usul ve terbiye ile çeşitli konularda Türkçe ve Farsça eserler vermiştir. Nevâî,
Ali Şir Nevâî
manzum ve mensur eserleriyle sadece Çağatay
edebiyatının değil, bütün Türk edebiyatının da
önde gelen isimlerindendir. Divan, tarih, mesnevi, tezkire, dil, musiki, aruz gibi tür ve konularda otuz kadar irili ufaklı eser vermesi onun
büyük bir sanatkâr olduğunu, geniş kültürünü
ve döneminin ilimlerine vâkıf olduğunu açıkça
göstermektedir. İlk şairler tezkiresi, ilk biyografi yazarıdır. Türkçe ile başka bir dili karşılaştıran bir dilci, evliya ve şeyhlerin hayatını Türkçe
olarak yazan ilk kişi, yüzlerce hayır eseri yapıp
insanların hizmetine sunmuş büyük bir hayırsever, kurduğu medreselerle bir eğitimci, sanat
ve ilim erbabını etrafına toplayıp onlara destek
veren bir sanatsever, bir âlim olan Nevâî’nin tesiri sadece Türkistan ile sınırlı kalmamış, Azeri
ve Anadolu sahasında da okunmuştur. Osmanlı
şairleri üstat kabul etmişler şiirlerine nazireler
yazmışlardır. Nazire yazanlar arasında şair sultanlardan Avni, Yavuz Sultan Selim, Muhibbi de
bulunmaktadır.
Nevâî, Türk edebiyatında hamse sahibi ilk
şairdir. Hocası Molla Cami’nin davetiyle hamse
yazmaya karar vermiştir. Hayret’ül-Ebrar, Beş
Mesnevi’nin, yani Hamse’sinin ilk eseridir. Eser,
Herat’ta yazılmıştır. Müfte’ilün / Müfte’ilün /
Fâ’ilün kalıbıyla 3987 beyitten oluşmuş İslâm
dininin temel konularının anlatıldığı ahlâkî
bir bilgilendirme ve öğüt kitabıdır. Nizâmi’nin
Mahzenü’l-Esrâr’ı ile Emir Hüsrev’in Matlau’lEnvâr’ı ve Câmî’nin Tuhfetü’l-Ahrâr’ına nazire
olarak 888’de (1483) kaleme alınmıştır. Eser
üzerinde ilk olarak Muhammed Sabir çalışmıştır. (Hayretü’l-Ebrâr, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi yayımlanmamış doktora tezi, 3
cilt, 1961.) En son Vahit Türk ve Şaban Doğan
eserin metni ile aynı sayfada beyitlerin karşısına Türkiye Türkçesi ile karşılığını da vererek
herkesin okuyup anlayabileceği bir eser ortaya
koymuşlardır. (Ali Şir Nevâî, Hayretü’l-Ebrâr, Vahit Türk, Şaban Doğan, Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü Yayınları, Ankara, 2015.)
somuncubaba 79
Gönlünde Cömertlik Nakışı
Sabit anıng köngli ara nakş-ı cûd / mahv olup ol
safhada nakş-ı vücûd
(Onun gönlünde cömertlik nakışı yerleşmiş,
varlık nakışı o sayfada mahvolmuştu.)
Canga çikip renc ü ‘ana nakşını / sızmak üçün
anda fena nakşını
(Onun canı o nakışların mekânı olduğundan
nakıştan başka her şey yok olur.)
Turfe bu kim nakşga söz salmayın / canıda cüz
nakş-ı bekâ kalmayın
(Acâyibi, nakşa söz söylemez ve canında sonsuzluk nakşından başka şey kalmaz.)
Ravza-i cennetga çü eylep hıram / hali anıng ornıda kâyim makam
(O, cennet bahçelerine doğru yol alınca, bu
(Hoca Ahrar), onun yerini aldı.)
Giriş Konusu Gönüldür
Eserin tertibi, kısa mensur bölümleri izleyen
manzum bölümler hâlindedir. Besmeleden sonra ‘hamd’ bölümünde dikkati çeken hususlar ay,
güneş, burçlar, gece, gündüz, Levh-i Mahfuz, kaza
ve kader, şafak vakti, zihin ve akıl, gönül, aşk, aşk
karşısında aklın perişanlığı, güzellik, vefa, ayrılık,
Allah’ın lütfu ile kahrı üzerinde durulmuş. Arkasından birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü münacaatlar geliyor. Mesela dördüncü münacaatın konusu Allah’ın rahman ve rahim yani esirgeyicilik
ve bağışlayıcılık sıfatlarıdır. Eserde dört de naat
bulunmaktadır. Giriş olarak değerlendirilebilecek bölümün son konusu ‘gönül’dür ve yetmiş
yedi beyitle işlemiştir. Yine de gönlünün istediği gibi olmadığını belirtme gereği duymuştur.
Bütün âlemin kıblesi olan Kâbe’nin gönül kıblesi kadar değeri yoktur. Çünkü Kâbe insanların
kıblesi, gönül ise Allah’ın cilvegâhıdır. Şiirlerini
açıkça Nakşbendî Tarikatı’nın gereği ve geleneğinin şiire yansımaları olarak okuyabiliriz. 1003.
beyitle başlayıp 1047. beyte kadar olan kırk
dört beyitte zaten Hâce Bahâeddin Nakşbendî
(k.s.) ve onun halifesi Ubeydullah Ahrâr (k.s.) işlenmiştir. Kendisi de bir Nakşibendi olan Nevâî,
mensup olduğu tarikatın kurucusunu ve onun
büyük halifesini övgü dolu sözlerle anmıştır: (Vahit Türk-Şaban Doğan, a.g.e. sayfa, 83-86)
80 á8%$7 2016
Yüz koyuban kullıgıga şahlar / bezmide bi-hod
bolup agâhlar
(Şahlar ona köle olmak için yarışır, pek çok
akıllı meclisinde aklını yitirirdi.)
Hıdmetidin her kişi âgâh olup / gerçi gedâ ma’ni
ile şâh olup
(Ona hizmet eden herkes köle olsa bile şâh
gibi olduğunu bilir.)
Guşe-i halvet ara tutmay karar / özini kılmay yaşurun aşikâr
(O, halvet köşesinde oturmaz, kendini kimseden gizlemez, açıkta yaşardı.)
Hak sözini ilge kılurda edâ / ting körünüp allıda
şah ü geda
(O; Allah’ın kelamını halka anlatırken karşısında şâh ile köle aynı olurdu.)
Himmetidin bizni hem itsün huday / fakr yolıda
gani imanga pây
(Allah, o kişinin himmetiyle bize de tasavvuf
yolunda iman zenginliği versin.)
Biz de can u gönülden ‘Âmin!’ derken Nevâî’nin
şu beytiyle duaya katılmak dileriz:
İlge şeref bolmadı câh u neseb / lik şeref kildi
hayâ vü edeb
(İnsanlara makamdan ve soydan şeref gelmez. Şeref, hayâ ve edepten gelir.)
Dipnot
* Yrd. Doç. Dr. Cemil GÜLSEREN
Barışma
Yoksulun kaderi boynunda yafta,
Suçu karanlığa atan kirli yüz.
Ruhlarda uyanan tepkilere dek,
Gölgelerin serin sessizliği güz.
Çıplak ağaçların kambur belleri,
İçim kan ağlıyor sizi görünce.
Bırakın doğayı bir soluk alsın,
Tükenip gitmeden bizlerden önce.
Elleri semada titreyen anne,
Mavi hayallerin suskun tanığı.
Sona yaklaşırken yorgun bedenler,
Saydam bulutlarda yürek yanığı.
Kırk yerden delindi göğün çatısı,
Uçurumda utanç duyar akşamlar.
Dağlar ürperirken sular tutuşur,
Yamalı astara döndü zamanlar.
Savaşın adını barış koydular,
İştahı kabartır yer altı yağı.
Özgürlük güçlünün elinde kamçı,
Sahte suratlarda saklı buzdağı.
Nedim UÇAR
somuncubaba 81
PSİKOLOJİ / Sefa SAYGILI*
GENETİĞİYLE OYNANMIŞ GIDALAR
(GDO) VE SAĞLIĞIMIZ
“GDO’lar yardımıyla insanlarda kullanılan gerek ilaç
gerekse aşılar hem daha ucuz hem de daha güvenli bir
şekilde üretilebilmektedir. Genetik olarak değişikliğe
uğratılmış bakterilerden üretilen insülin buna verilebilecek
en güzel örnektir.”
82 á8%$7 2016
Genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO)
nedir?
Genleriyle oynanmış ürünlere GDO diyoruz.
Yapılan iş basit şekilde bu organizmalara başka organizmaların genlerinin kesilip yapıştırılmasıdır. Amaç bitkilerin zararlılara, hastalıklara
karşı direncinin artırılmasıdır. Bunun dışında
soğuk, susuzluk, güneş gibi dış faktörlere dirençli hâle getirilmesi bir başka avantajdır.
GDO’lu tohumlar kullanılarak yapılan üretimde maliyet hızla düşüyor, kısa sürede verimli
ürün alınıyor, ilaç kullanımı azalıyor ve standart
yükseliyor.
Bunun dışında tarım ürünlerinin raf ömrünü uzatmak veya patateslerin daha az yağla
kızartılmasını sağlamak, çileklerin daha kırmızı
olmasını sağlamak gibi amaçlarla da GDO ürünleri geliştirilmektedir.
GDO’ların sağlıkta kullanılma alanları nelerdir?
GDO’lar yardımıyla insanlarda kullanılan gerek ilaç gerekse aşılar hem daha ucuz hem de
daha güvenli bir şekilde üretilebilmektedir. İlaç
üretimine en iyi örnek ise, genetik olarak değişikliğe uğratılmış bakterilerden üretilen insülin
verilebilir.
Yine GDO’larla gıdaların besin değerleri artırılabilmektedir. Gıdalara değişik vitamin ve
minareler eklenebilmektedir.
Yine GDO’larla hastalık riskleri düşürülmektedir.
Tarımda üretimini artırmak için genetiği
değiştirilmiş organizmalar (GDO) kullanılıyor.
Bunu öncelikle bilim etiği açısından nasıl buluyorsunuz?
Şahsî görüşüm daha çok etik olmadığı yolundadır. Ancak iyi incelenir, enine boyuna tartışılır
ve kullanıcılara nasıl elde edildiğine dair bilgi
verilirse bazı sahalarda mahzur olmayabilir.
Başta ABD olmak üzere dünyada açlığa çözüm bulacak yol olarak GDO’lar gösteriliyor.
Buna katılıyor musunuz?
Kısmen katılıyorum. Bunun yerine dünyada
savurganlığın önüne geçilir, aşırı tüketim önlenirse daha dengeli bir gıda dağılımının söz konusu olabileceği kanısındayım.
Açlık sorununa daha farklı bir çözüm alternatifi veya alternatifleri sizce ne olabilir?
Birinci madde israf ve aşırı tüketimin önüne
geçmek. Bugün Afrika’da birçok ülke yokluk ve
kıtlıktan kırılırken ABD’nin öncelikli sorununun
aşırı yeme ve obezite olması ilginçtir.
Diğer madde ise, dünyadaki silahlanmaya
ayrılan payın bir kısmını muhtaç ülkelere yönlendirmektir.
GDO’lu gıdalarla ilgili olarak üretici firmalar sağlık açısından zararlı olmadığını iddia
ediyorlar, fakat “deli dana” hastalığı gibi sorunların yaşandığı dünyada bu uygulamanın
zararsızlığı mümkün müdür?
Verdiğimiz örnek gerçekten çarpıcı. Deli
dana hastalığı ortaya çıkmadan önce besiciler
çok modern ve hayvanları hızla büyüten yem
bulduklarını zannediyorlardı. Yaradılışla oynanınca sonucu ortada...
somuncubaba 83
Bugün GDO’ların sağlık üzerine birçok zararları olduğunu biliyoruz. Tabi esas etkilerini
yıllar içinde göreceğiz.
Eğer zararlıysa bu konuda detaylı bilgi verir
misiniz? Ne gibi zararları olabilir?
GDO’ların sağlık üzerine zararlarını şöyle sıralayabiliriz:
*
Alerjik
reaksiyonları
tetiklemeleri:
GDO’lardan sağlanacak yiyeceklerin alerjik
olma ihtimali yüksektir. Bu yüzden ağız, göz, solunum yolları, sindirim sistemi ve deride alerjik
reaksiyonlar oluşabilmektedir.
İnek sütü, yumurta, balık, kabuklu deniz
mahsulleri, fıstık, soya fasulyesi ve buğday gibi
gıdaların alerjik özelliği vardır. Bu tür gıdaların
işlenmesi sonucu eklenen koruyucu maddeler
ile üretim esnasında kullanılan ot ve böcek ilaç
kalıntıları da eklenince alerjik özellikleri daha
da artmaktadır.
* Antibiyotiklere karşı direnç oluşturmaları:
Meselâ antibiyotiğe dirençli genlerin GDO’lardan
yiyecekler yoluyla, doğal olarak bağırsak ve midede bulunan mikroorganizmalara geçmesi sonucunda bu canlılar antibiyotiklere karşı direnç
gösterecektir.
Antibiyotik direnç genlerinin insan sağlığı
üzerindeki etkileri ise endişe kaynağıdır. Bazı
antibiyotik direnç genleri, ürettikleri enzimlerle hedef antibiyotikleri ya tahrip etmekte veya
fonksiyonsuz hâle getirmektedir.
GDO’larda sıkça kullanılan ampisilin direnç
geninin menenjit hastalığına yol açan bakteriye
geçmesi durumunda, bu hastalığın tedavisinde
ciddi problemler yaşanabilmektedir.
* GDO’lardan elde edilen gıdalarda toksin birikebilir.
* Yoğun GDO kullanımı sağlıklı ekosisteme
ve biyolojik çeşitliliğe zarar verebilir. GDO’lerde
kullanılan genlerin akraba türlere kaçışına ek
olarak akraba türlere değil de bakteri, küf ve
mantar gibi doğal ortamda bulunan türlere geçmesi durumunda (yatay gen akışı) birçok sorunlar ortaya çıkabilir. Bu toksik ürünlerin toprakta
çoğalması zamanla birçok yararlı toprak organizması (solucanlar gibi) için de tehdit oluşturabilecektir.
* Gen girişinden dolayı istenmeyen etkiler
oluşabilir.
* Genli fidanlardan doğal ortamdaki geleneksel ürünlere gen hareketi söz konusu olabilir.
GDO’ların ayrıca muhtemel riskleri de olabilecektir. Günümüzde kısırlığın ve kızlarda adet
bozukluklarının, bisküvi ve kolalı içeceklerde
bulunan GDO’lu mısır fruktoz şurubu yüzünden
arttığı söylenmektedir.
Ülkemizde henüz yasal kontrolü yetersiz
olan GDO’lara karşı tüketiciler kendilerini nasıl korumalı?
Bu konuda özellikle ithal gıdaların içeriği etiketli mi diye bakmalılar. GDO’lar söz konusu ise
bence uzak durmalılar. Özellikle soya, kanolo,
mısır şurubu, pamuk yağı gibi gıdaların daha büyük ihtimalle GDO olabileceğini unutmamalılar.
Dipnot
* Prof. Dr. Sefa SAYGILI*
84 á8%$7 2016
Ulu Camii Kasidesi
Bursa’nın gözbebeği, vakarsın Ulu Camii!...
Müminlerin gönlüne akarsın Ulu Camii!...
Gönül gözüyle bakan, hayır çıkarır şerden
Basiret nazarıyla bakarsın Ulu Camii!...
Affın habercisidir nedamet gözyaşları
Kalp göğünde şimşekler çakarsın Ulu Camii!...
Kör karanlığa inat, nur iner gül yüzüne
Hilâle ne yıldızlar takarsın Ulu Camii!...
Göz çanağı sel olur, şebnemler düştüğünde
Gönlümü hasretinle yakarsın Ulu Camii!...
Somuncu Babaların, minberinde izi var
Muhabbetin demisin, efkârsın Ulu Camii!...
Hakk’ı göremeyenler, at gözlüğüyle bakar
Söz tesir etmeyince bıkarsın Ulu Camii!...
Canlar kıyama durur, seher vakitlerinde
Kirlenen ruhumuzu yıkarsın Ulu Camii!...
Söz hükmünü yitirir, sükût dile gelince
Aydınlık sabahlara çıkarsın Ulu Camii!...
Vuslatın düğün bayram, hasretin dağ misali
Uzağına düşeni sıkarsın Ulu Camii!...
Sabrın yokuşlarından Mevlâ’m çıkarır düze
Yolsuzları yoluna sokarsın Ulu Camii!...
İlâhî sevdaları beslersin muhabbetle
Gül bahçesi misali, kokarsın Ulu Camii!...
O çifte minarenle elif misali durur…
Sadece Allah’a diz çökersin Ulu Camii!...
Alınlar secdedeyken, taş bile gelir dile
Bulut misali yaşlar dökersin Ulu Camii!...
Allah’ı zikretmekle kalp gülistana döner
Düğüm olmuş dertleri sökersin Ulu Camii!...
Ulûhiyet yalnızca Yaradan’ın sıfatı
Boynunu Hakk’a karşı bükersin Ulu Camii!...
M. Nihat MALKOÇ
somuncubaba 85
EĞİTİM / Fehimdar ÇİFTÇİ
ÖZÜMÜZDEKİ GÜVEN
YA DA ÖZGÜVEN
“Çocuk anne-babasından ve bulunduğu ortamdan olumlu geri
bildirimler alıyorsa o zaman kendisinin yeterli ve sevilebilir bir birey
olduğunu düşünür ve bu düşünce daha sonrasında inanışa ve kişilik
özelliğine dönüşür. Şayet sürekli sınırlama ve olumsuz eleştirilerle
karşı karşıya kalıyorsa o zamanda kaplumbağa misali kabuğunda
kendini dinleyecek ve hareketli hayatın ritmi içinde silik ve donuk bir
birey olarak yaşayacaktır.”
“Bu adam kendisi hakkında olumlu düşüncelere sahip.”
“Kendini değerli görüyor.”
“Evet, kendisini olduğu gibi kabul ediyor.”
Günlük hayatın içinde en çok duyulan cümlelerdir. Kişilik şekillenmesinde de önemli bir adım sayılan ve günümüz dünyasında revaçta olan özgüven duygusu, biz yetişkinlerin “O daha çocuk, henüz bu
işlerden anlamaz.” dediğimiz çağlarda, anlayacağını anlamış olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada bahsedeceğimiz husus özgüven gelişimdir. Anne, baba ve ebeveynlerin tutumu ve davranışları yetişen çocuğun geleceğine menfi veya müspet ipotek koymaktadır. Özgüven gelişimi çocukluğun ilk yıllarından
itibaren evvela anne-babanın, daha sonra da çocuğun sosyal çevresini oluşturan bireylerin verdikleri
geri bildirimler ile oluşur. Burada şu önemli hususa dikkat etmek gereklidir: Keskin söylenmiş bir cümle
ile özgüven yıkılmadığı gibi seller sular gibi bir yorumla da gelişmez. Çocukların kişilikleri, kendi etki ve
tepki davranışları ile çevreleri üzerinde yarattıkları etkileri gözlemleyerek gelişir.
Yapılan inceleme ve gözlemlere göre bu önemli duyguyu “problem” olarak yaşayan
ve kararsızlık içinde bocalayan insanların ekseriyeti ailelerin ilk çocuklarıdır.
Çocuğa gösterilen tutum, mükemmeliyetçi bir çaba ve eleştirel bir yaklaşımdır. Eğer çocuk anne-babasından ve bulunduğu ortamdan olumlu
geri bildirimler alıyorsa o zaman kendisinin yeterli ve sevilebilir
bir birey olduğunu düşünür ve bu düşünce daha sonrasında
inanışa ve kişilik özelliğine dönüşür. Şayet sürekli sınırlama ve
olumsuz eleştirilerle karşı karşıya kalıyorsa o zamanda kap-
86 á8%$7 2016
lumbağa misali kabuğunda kendini dinleyecek ve
hareketli hayatın ritmi içinde silik ve donuk bir birey olarak yaşayacaktır. Yaşının üstünde olgunluk
beklenen ilk çocuklar, yetersizlik duygusuna kolay
kapılabiliyorlar. Bu yetmiyormuş gibi anne baba
ve öğretmen baskısına bir de dayak atma faslı eklenirse güvensizlik duygusu o çocuğun ömür boyun yol arkadaşıdır.
Kırsalda yapılan erken evlilikler ve çok genç
yaşta çocuk sahibi olan anne ve babalar, tecrübe ve
bilgi birikimi olmadan evli insanlar olarak topluma
karışmakta ve “Çocuğun çocuğu olmuş.” sözlerine
muhatap olmaktadır. Kentlerde ise bu durum iş,
tahsil etme, ev sahibi olma gibi sebeplerden dolayı
ötelenmiştir. Anne ve babaların çocuklarına karşı
şartsız bir sevgi kalplerine şifrelenmiştir ama yeterlilik durumu da sevgi kadar önemlidir. Bu yeterlilik koşullu ve koşulsuz sevginin ayırdına varacak
kadar gelişmiş olmalıdır. Koşulsuz sevgi, “Ben ne
yaparsan yapayım babam ve annem beni severler,
beni kabul ederler.” Bu duygu çocuğu hayata bağlayan en önemli güç merkezi durumundadır. Ancak
koşullu olarak sevildiklerini hissederlerse (şunu
yapmazsam, başarılı olursam, uslu durursam, onları
üzmezsem, beni severler) gibi düşüncelerle yetişkinleri memnun etmek için girişilmiş bu duygunun
halkaları içinde kalırlar ki, özgüven gelişimine vurulmuş büyük bir darbedir. İşte bunu ayıracak yeterlilik ve bilgi birikimi olmalıdır. Anne babanın ne
kadar özgüvenli oldukları da, çocuğun kişilik gelişiminde oldukça önemlidir. Her bireyin kendini artı
ve eksileriyle tanıması, kabul etmesi, becerilerinin
ve ihtiyaçlarının farkında olabilmesi kendine güveni oluşturmada önemlidir.
Çocuklarımız yetişkinleri taklit ederek öğrendikleri için, özgüvenlerinin yetişkinlere benzer olması muhtemel görünüyor. Yetişkinler iyi bir model
olmalıdır. Biz artı ve eksi yönlerimizi doğru olarak
tanımlayabiliyorsak, hayata bakış açımız ve problemleri çözme tarzımız karışık, abartılı, bunalımlı ve
şikâyetçi değil de, çözüm odaklı ise çocuklarımızda
bu davranış modellerini örnek alacaklardır.
Yaşadığınız ortamda kuralların belirsiz olması
veya hiç olmaması durumunda da özgüven gelişimi olumlu bir durum oluşturmaz. Çocuk hangi
durumda nasıl davranması gerektiğini öğrenemez. Sınırlar belli olmadığı için nerede duracağını
bilemez. Davranışlarının sonuçlarından kazanım
sağlaması ve gerekli becerileri geliştirmesi zorla-
şır. İlk önce onu kendi kişilik yapısıyla ve kendi bireyselliğiyle kabullenmek gerekiyor. Çocuğumuzu
bizim küçük kopyamız olarak algılamak yanlış bir
tutumdur. O kendine has, nevi şahsına has bir bireydir. Her çocuk belli yeteneklere sahiptir. Yetenekli olduğu alanlarda desteklemek gerekir. Bir
de yetenekleri erken yaşlarda uzmanı ile buluşturacak yolu açmakta yetişkinlerin görevidir. Kıyas
öldürücü virüstür. Kardeşler bile birbirinden farklıdır. Bu doğal sonucu kıyas zincirine vurmayalım.
Şunları yapalım:
Yaşını dikkate alalım ve yerine getirebileceği
sorumluluklar verelim. Zaman zaman oyunlarda
yalnız bırakmayalım. Zira “Çocuk oynaya oynaya
akıl denizine ulaşır.” Bir başkası ile kıyas yapmayalım. Zira kıyas öfkeyi, öfkede saldırma temayülünü geliştirir. Sevdiği ve hoşlandığı şeyleri birlikte yapalım. Bu iyi davranışları ödüllendirmek gibidir. İyi olanı teşvik etmektir. Ailemize mutluluk
getirdiğini, sevindiğimizi hatırlatmaya çalışalım ve
sözlerimizle duyurmaya gayret edelim. Bizim için
çok değerli olduğunu söyleyelim. Kendini değerli görüp başkalarının da değerli olduğu bilincine
ulaşacaktır. Korumacı tutum sergilemeyelim. Yani
düşen çocuk için seferber olmayalım. Onun gözyaşları bizi de ağlatmasın. Düştüğü yerden kendi
kalksın. Her şey tam ve mükemmel olmayabilir.
Artılarını da eksilerini de tanıma fırsatı verelim.
Türk Milleti olarak olumsuz olanları söylemeye
daha yatkın bir durum içindeyiz. Bunları çok tekrar
etmeyelim, zira kanıksanabilir.
Kurallarımız belirgin ve net olmalıdır. Aile
içi iletişim kadar kişiler arasında ki iletişime de
önem vermeli ve demokrasi kuralı içinde kalmalıyız. Ailede demokrasi herkesin aklının estiği her
şeyi yapması demek değildir, tam tersi başkasının
hak ve özgürlüklerine saygı göstermek, sorumluklarının farkında olmak anlamına gelir. Bu tutum
hâline dönüşmelidir. Çocukların yapacağı işleri,
onların yerine biz yapmayalım. Bu aceleci durum
sabrın öğrenilmesini engellemekte, beceri kazanmasının yolu kapatılmaktadır. Bütün çocuklar
güzeldir. Bu yüzden fiziksel özelliklerini olumsuz
eleştirilerimize katık yapmayalım. Çocukları dinlemek, onları anlamaktır. Biz dinlersek onlarda başkalarını dinlemeyi öğrenir. Özgüvene sahip olmak
sadece yaptıklarımızın değil kişiliğimizin değerli
olduğuna da inanmaktır.
somuncubaba 87
2016 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da
Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.
2016
Yılı
Aile ve Çocuk
Ekiyle Birlikte
Yıllık Abone Bedeli
95
Türkiye : 95
Avrupa: 72 Euro ABD: 102 USD
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
ABONE İLETİŞİM HATTI
Adı / Soyadı:
444 36 61
Kurum Adı:
(0422) 615 15 54
(0546) 544 60 44
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu:
Şehir
Telefon:
Faks:
E-posta:
Vergi Dairesi:
Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi:
İmza:
Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz
Visan İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad.
No: 71 44700 Darende Malatya
Tel: (422) 615 15 00
Gsm: (546) 544 60 44
Faks: (422) 615 28 79
bilgi@somuncubaba.net
www.somuncubaba.net
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Halkbank TR 49 0001 2001 4740 0010 1000 23
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Aile Eki
ÇIKTI
Verilen Nimetlerin
Değerini Biliyor muyuz?
Sümeyye Büşra YILDIZ
Duygu Yoğunluğunda
Model Olabilmek
M. Emin KARABACAK
İsrafı Önlemek ve
Tasarruf Bilinci
Halide YENEN
Hz. Zeyneb (R.anha)
Nagehan Nida DURAN
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79
www.somuncubaba.net - aile@somuncubaba.net
444 36 61
(0422) 615 15 54
(0546) 544 60 44
Download