EDİTÖR Bismillahirrahmanirrahim Bütün mesel gönlü kirlerden korumaktır. Kişi gönlünü sağlam bir ehl-i sünnet inancıyla önce temizlemeli. Şirkten, küfürden, nifak ve her biri öldürücü virüs olan manevi hastalıklardan temizlemeli gönlü. Gönül nazargâhi ilahidir. Gönül tertemiz olmazsa yani temizlik gönülden başlamazsa diğer organlar, elbiseler ve çevrede temiz olmaz. Gönül gönlün sahibine göre şekil almalı. Sahibi Allah olan gönüllere hiçbir kir yakışmaz. Müminin gönlünün sahibi Allah’tır. Onun için mümin gönlünü sahibine göre temiz tutar. Gönle dünya ve onun sevdasını, sevdalılarını, bağlılarını koymamalı. Dünyadan ve kullarından uzak durmalıdır. Masıvallah ne varsa süpürmeli “La” süpürgesiyle. Tertemiz süpürdükten sonra sadece “illallah” kalmalı. Allah’a ait olan ne varsa o olmalı O’nun nazargâhında. Şemseddin Sivasi Hazretlerinin dediği gibi: Vâsıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûr olmadan Kenz açılmaz şol gönülde tâ ki pürnûr olmadan Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hakk Pâdişâh konmaz saraya, hâne mamûr olmadan Hakk cemalin Kâbe'sini kıldı âşıklar tavaf Yerde Kâbe, gökyüzünde Beyt-i mamûr olmadan Mest olanların kelâmı kendiden gelmez veli Ya niçin söyler Ene’l-Hak, kişi Mansûr olmadan? Yıl 5 Sayı 61 Ekim 2010 Mest olup meydane geldim ta ezelden ta ebedi çmişem aşkın şarabın âb-ı engûr olmadan "Mûtû kable en temûtû" sırrına mazhar olan Haşr-ü neşri bunda gördü nefha-i sûr olmadan Âşıkın çok derdi amma sırrın izhâr eylemez Söylemesi terk-i edeb çünki destûr olmadan Bir acaîb derde düşmüş tutuşur Şemsî müdâm Hakk'a makbûl olmak ister, halka menfûr olmadan Nasıl ki bir hane tertemiz olmayınca o haneye padişah gelmezse gönül hanesi de bütün kirlerden temizlenmedikçe sahibi de o gönüle gelmez. Lai Dedenin dediği gibi: Pak eyle gönül çeşmesini ta durulunca Dik tut gözünü gönlüne gönlün göz olunca İnkarı ko dil testisini ol çeşmeye tuttur Ol ab-ı safa bahş ola ta bu testi dolunca Çün hak seni derban derhanesi etti Dur kapıda gayrı koma ta anı anda bulunca Sen çık aradan hanesini sahibine ver Bi şek gelir Allah evine sen savulunca Evvel koma kim sonra çıkarmak güç olur güç Şeytan çerisi hane-i kalbe koyulunca Çektin bu cihan içre nice mihnet ve zahmet Ol piri huda mürşidi kamili bulunca Ey La Mekan! Seni ben çok aradım çok Sinemde mukim olducağın ta duyulunca... Şeytan çerisini gönlümüzden atabilmemiz, gönlümüzü “kalbi selim” yapabilmemiz dileğiyle Allah’a emanet olunuz. içindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: Sayı: 61 Ekim 2010 4 Ve Elbiseni Temizle Kamil ABDULLAHOĞLU 38 Ramazan Bitti, Amma Vazifelerimiz Bitmemiştir. Mehmet TALU SAHİBİ Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. 8 Ruhunu Temizleyebilenler 46 Allah’ın Üç İsmi Nihat MORGÜL Aydın BAŞAR Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR 10 Samimiyet ve Arınma YAYIN KURULU Fuat TÜRKER 50 Davet Öncüsünden Davet Örnekleri SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAŞAR YAYIN DANIŞMANLARI Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yusuf ELİBOL Salih AYDIN Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Salih AYDIN Musa KARACA Redaksiyon 13 Kalp Temizliği Ayşe BAĞCIVAN Yusuf ELİBOL Mürsel LÜLECİ DAĞITIM ORGANİZASYONU Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 Fiyatı Tek Sayı: 6 TL 52 Muhabbet Bahçesi 16 Siz, Kimi Seviyorsunuz? 54 Görün Artık Bu Gerçeği Sezgin ÇAKIR Hasan BAŞAR 20 Sahabe-i Kiramın Dindeki Yeri 56 Muhabbetin Alametleri 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL 6 Aylık Abone: 36 TL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro Abonelik İçin Hesap Numaraları Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Dr. Ebubekir SİFİL Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. Müşteri No 291928 IBAN No TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01 Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 1673–44165588-5002 IBAN TR690001001673441655885002 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri 26 Tasavvufun Tarihçesi Ve Kaynağı 58 Bir Teffekür Adamının Ardından Umut BULUT Prof. Dr. Orhan ÇEKER YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 498 94 00 İNTERNET ADRESİ burhandergisi@hotmail.com www.burhandergisi.com 30 Prof. Dr. Seyyid Abdullah: “Her Müride Zikirle Beraber Davet Ve İlim De Lazımdır” Röportaj: Aydın BAŞAR 60 İslama Göre Çocuk Eğitimi Hatice FURHAN 64 Beyoğlu ‘S.O.S’ Veriyor Nidayi SEVİM BASKI Milsan A.Ş. 0212 697 1000 YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın 34 Gözümün Nuru Namaz Dr.Mustafa BAHADIROĞLU 70 Burhan Çocuk Musa KARACA Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. 8 Tasavvufun Tarihçesi Ve Kaynağı Prof. Dr. Orhan ÇEKER 34 Allah’ın Üç İsmi Aydın BAŞAR 54 İslama Göre Çocuk Eğitimi Hatice FURHAN 64 Ruhunu Temizleyebilenler Nihat Morgül 26 Gözümün Nuru Namaz Dr. Mustafa BAHADIROĞLU 46 Görün Artık Bu Gerçeği Hasan BAŞAR 60 Beyoğlu S.O.S Veriyor Nidayi SEVİM VE ELBİSENİ TEMİZLE âinatın efendisi (s.a.v.)e Hırada ilk vahiy gelmişti. Biricik eşi Hz. Hatice (r.a)ın yanına gelmişti. Vahyin etkisi ile sarsılmış ve titriyordu. Kendisini örtmesini istedi. Olay üzerinden fazla bir zaman geçmemişti ki vahiy emini geldi. Efendimiz (s.a.v) Mekke’nin yukarı tarafında bulunuyordu. Cebrail (a.s) vadinin bir köşesinde ökçesini yere vurdu ve oradan su kaynadı. K Kamil ABDULLAHOĞLU “Bir Müslüman abdest aldığı zaman, yüzünü yıkarken gözleri ile işlediği günahlar abdest suyu (veya suyun son damlası) ile dökülür gider... 4 Cibrili Emin tüm peygamberlerin ve Efendimiz (s.a.v)in abdesti olan abdesti o sudan aldı. Peygamberimiz (s.a.v.) Cebrail (a.s)a bakıyordu. Abdesti bitirdikten sonra ön tarafına su serpiştirdi ve Efendimiz (s.a.v)e aldığı abdestin aynısını almasını istedi. Peygamberimiz (s.a.v.) Cebrail (a.s)dan nasıl gördü ise aynı şekilde abdest aldı. Bundan sonra Cebrail (a.s.) namazın nasıl kılınacağını Efendimiz (s.a.v.)e göstermek için namaz kıldı ve Efendimizin de kılmasını istedi. Peygamberimiz de O’nun kıldığı gibi namaz kıldı ve Cebrail (a.s.) oradan ayrıldı. Efendimiz (s.a.v.) gönlü aydınlanmış olarak evine geldi ve müminlerin annesi Hz. Hatice annemize abdesti ve namazı öğretti. Böylece ilk temizlik ve ibadet başlamış oldu.1 Bu olay neticesinde nazil olan ayette Rabbimiz: “Ey bürünüp sarınan (Resulüm)! Kalk ve (insanları) uyar. Sadece Rabbini yücelt. Elbiseni temiz tut. Bütün pisliklerden uzak dur.”2 Ekim 2010 Temizlik bir medeniyetin ürünüdür. Bu medeniyeti oluşturanlar ise peygamberler (a.s.)dır. İnsanlık İslam’dan önce gelmiş vahiyden uzaklaştıklarında Allah Azze ve Celle Efendimiz (s.a.v.)i yeni dinin inşası için gönderdi. Bu dinin imandan sonra en önemli emri olan namaz ibadetini yapabilmek için en önemli ve ilk hazırlığıolank temizlik emredilmiştir. İbadet için maddi temizlik olarak “Elbiseni temiz tut” ayeti bunun delilidir. Temizliğin temel aracı sudur. Suyun bulunmadığı yerde başka nesneler devreye girmektedir. Bu temizlik bedenin temizliği, elbisenin temiz tutulması ve mekânın temiz halde bulundurulmasıdır. Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadislerinde: “Temizlik imanın yarısıdır.” Buyurarak insanlığın bugün bile erişemediği bir medeniyetin kapısını açmıştır. Bir Müslüman günde en az beş kez namaz kılmalıdır. Kılacağı bu namazları, bahsettiğimiz üç unsuru (beden, elbise, mekân) temiz tutmadan yerine getiremez. Buda taharetle başlar. Helaya giren bir Müslüman ayakta ihtiyaç gidermez. Zira ayakta ihtiyaç giderilirse elbiseye sıçrayarak kirlenmiş olur. Bundan dolayı oturarak ihtiyaç gideren bir mümin temizlik yapar. Bu temizlik su ile ve herhangi bir mazeret yoksa sol elle yapılmalıdır. Tam temizlik yapılmadan tuvaletten çıkılmaz. Tuvalete girmeden Efendimiz (s.a.v.)in bize öğütlediği duayı okur. *3 Mecbur kal- madıkça çoraplarla da tuvalete girmemek gerekir. Zira tuvalette sıçramalar olur. Taharet alan bir kişinin iç elbisesi de dış elbisesi gibi temiz olur. Medeni görünen Avrupalılar su ile temizlik yapmamaktadırlar. Bir necaset kâğıtla ne kadar giderilebilir. Mutlaka kalıntı olacak ve oda bedende kokuya sebep olacaktır. Taharet aldıktan sonra tuvalet kâğıdı ile kurulanmakta güzeldir. Kâğıt çıkmadan önce bez kullananlar olurdu. Zira taharet suyu ma-i müstamel(kullanılmış su) olması sebebiyle elbiseye değmesi mekruhtur. Ayrıca ıslak kalan makatta mikrop kapma ve hastalık oluşma durumu söz konusudur. Helaya sol ayakla girilir ve sağ ayakla çıkılır.Bu Efendimiz (s.a.v.)den bize öğretilen sünnet yoludur. Heladan çıktıktan sonra* sabunla eller temiz bir şekilde yıkanır. Yapılan tespitlere göre heladan çıkan Avrupa toplumunun yüzde yetmişe yakını ellerini yıkamıyor. Eller yıkandıktan sonra istibra yapılır. İstibra; bir şeyden uzak olmak kurtulmak anlamına gelen bir kelime olup terminolojik anlamı; abdest almadan önce bir müddet beklemektir. Zira hemen abdest alınırsa idrar yollarında kalan damlacıklar abdest sonrası yürürken elbiseye düşer ve böylece abdest bozulmuş olur. Kişi abdestsiz namaz kılar ve kıyamet gününde kitapta namaz kılmamış yazılıdır. Yarabbi ben kılmıştım. Ey kulum sen namazın şartlarından olan temizlik şartını yerine getirmedin denilirse halimiz nice olur. İstibra yapan kişi damlanın gelip gelmediğini kontrolde edebilir. Şayet varsa bir parça tuvalet kâğıdına alabilir ve sonra abdestini alır. Abdest farsça bir kelime olup el suyu anlamınadır. Bunun Arapçası ise “vuzu” dur. Vuzu’nun kelime anlamı; parıltı, pırıl pırıl ve parlak anlamına kullanılan bir kelimedir. Abdest alan kişi bedeninde çokça kirlenen uzuvlarını temizlerken asıl temizlediği ise ruh ve kalbidir. Bir hadiste Efendimiz (s.a.v): “Bir Müslüman abdest aldığı zaman, yüzünü yıkarken gözleri ile işlediği günahlar abdest suyu (veya suyun son damlası) ile dökülür gider. Ellerini yıkarken elleri ile işlediği günahlar abdest suyu ile dökülür (öyle ki kişi bütün günahlardan arınır ve tertemiz olur). Ayaklarını yıkadığında da, ayakları ile işlediği günahları abdest suyu ile akıp gider. Nihayet o Müslüman günahlarından arınmış olur.”4 Buyurarak abdestin bir kulu günahlardan nasıl arındırdığını ve ruhu ne şekilde aydınlattığını bize haber vermektedir. Ekim 2010 5 İnsanın gün içerisinde ençok kirlenen yüz, el ve ayaklarıdır. Namaz kılan bir kimse abdest alarak yüzünü parlatmış ve ayak kokusundan korunmuş olur. Ahirette ise bu abdest Muhammed (s.a.v.) ümmetinin en belirgin vasfı olacaktır. Bir hadiste Efendimiz (s.a.v.): “Müminin nuru ve beyazlığı, abdest suyunun ulaştığı yere kadar varır.”5 Buyurmuştur. Bu hadisi şerif abdest uzuvlarından farz olan kısmın dışında fazla yıkamanın faziletine de işaret etmektedir. Efendimiz (s.a.v.) biz ümmetini abdest azalarında tanıyacaktır. Ebu Hureyre (r.a)ın rivayet ettiği bir hadiste Efendimiz (s.a.v.) kabristana geldi ve: - “Ne dersiniz? Bir adamın alnı ak ve ayakları sekili bir atı olsa, yağız ve doru at sürüsü içinde kendi atını tanımaz mı?” diye sordu. - Evet, tanır, ey Allah’ın Resulü, dediler. Resuli Kibriya: “İşte onlar da abdestten dolayı yüzleri nurlu, el ve ayakları parlak olarak gelecekler. Ben havzın başına onlardan önce varacağım”6 buyurdu. -“Sizler benim ashabımsınız, kardeşlerimiz henüz gelmemiş olanlardır” buyurdular. Bunun üzerine ashab: Abdest alan bir müminin hem bedenen hem de ruhen arındığını, Kainatın efendisi bizlere öğretiyor. Bir mümin abdest alırken farz ve sünnetlerine özen göstererek abdestini alır. Bu sünnetlerden biri de misvak kullanmaktır. Misvak kullanmak ağız ve diş temizliğine verilen önemi arz eder ve aynı zamanda insanları rahatsız edecek olan ağız kokusunu giderir. Bundan 1400 sene önce böyle bir medeniyeti bize sunan Efendimiz (s.a.v.)e ne kadar teşekkür etsek azdır. O eşlerinin yanına gitmeden, insanlarla karşılaşmadan önce misvak kullanarak ağız ve diş temizliğini yerine getirirdi. Ayrıca her abdestten önce de misvak kullanmayı ihmal etmezdi. -Ümmetinden henüz gelmemiş olanları nasıl tanıyacaksın, ey Allah’ın Resulü? Dediler. Peygamber Efendimiz: Bugün kullanılan fırçalar da aynı vazifeyi ifa etmektedir. Ancak bazı fırçaların domuz kılından yapıldığı bilinmektedir. Buna dikkat etmek gerekmektedir. “Selam sizlere ey müminler diyarı! İnşaallah biz de size katılacağız. Kardeşlerimizi görmemizi çok isterdim” dedi. Ashab-ı kiram: -Biz senin kardeşlerin değil miyiz, ya Resulallah? Dediler. Resul-i Ekrem: 6 Ekim 2010 Ayrıca çokça kullanılan diş macunu dişleri sarartmaktadır. Plastikten yapılan fırçalardan kopan parçalar vücuda gittiğinde mide onu eritemiyor. Takıldığı yerde kansere varacak kadar hastalığa sebep olduğu uzmanlarca ifade edilmektedir. Misvak ise dişleri en güzel şekilde zarar vermeden parlattığı tecrübelerle sabittir. Ayrıca misvaktan kopan parçaların vücuda gitmesi bedene herhangi bir zarar vermemektedir. Bu medeniyetin banisi Efendiler efendisi Efendimiz (s.a.v.) konuyla alakalı birkaç hadisini nakledelim. “Ümmetime zor geleceğinden endişe etmeseydim, onlara her abdest alırken misvak kullanmalarını emrederdim.”7 “Misvak kullanmak ağzın temiz kalmasına ve Rabbin razı olmasına sebeptir.”8 Hz. Aişe annemiz (r.a) şöyle dedi: Biz Resulüllah (s.a.v.)in misvakını ve abdest suyunu akşamdan hazırlardık. Allah onu, gecenin dilediği saatte uyandırırdı. Hz. Peygamber uyanınca hemen misvakla dişlerini temizler, abdest alır ve namaz kılardı.9 Yine Aişe annemize; Peygamberimiz (s.a.v.) evine girdiğinde ilk önce ne yapardı sorulduğunda: “Dişlerini misvaklardı” dedi.10 Mümin bir insan beden temizliğini de ihmal etmez. En az haftada bir kez banyo yapmak bedenin üzerimizdeki hakkıdır. Beden temizliği hususunda koltuk altı edep yerlerinin temizliği de önem arz etmektedir. Bir hadiste Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Peygamberlerin sünneti (fıtratı) beştir –yahut beş şey fıtrat gereğidir- : Sünnet olmak, kasıkları tıraş etmek, tırnakları kesmek, koltuk altını temizlemek, bıyıkları kırpmak.”11 Medeniyet adına tırnaklarını uzatan ve bıyıklarını ağzına dolarcasına uzatanlara ithaf olunur. Allah Azze ve Celle bizleri Efendimiz (s.a.v.) yolunda yürüyenlerden eylesin. Amin. ....................................................... 1)- Köksal M. Asım, İslam Tarihi, 2/18,20 2)- Müdessir, 74/1,5 3)- *Bu dua: “Allahumme inni euzu bike mine’l-Hubsi ve’l-Habais” 4)- Müslim, Taharet 32 5)- Müslim, Taharet 40, Nesai, Taharet 109 * heladan çıkan şu duayı okur: “Elhamdulillahillezi ezhebe anni’l-eza ve afani 6)- Müslim, Taharet 39, İbni Mace, Zühd 36 7)- Müslim, Taharet 42 8)- Nesai, taharet 4 9)- Müslim, Müsafirin 139 10)- Müslim, Taharet 43,4411)- Buhari, Libas 51 Ekim 2010 7 RUHUNU TEMİZLEYEBİLENLER emizlik, her geçen gün biraz daha önemsenmekte ve hayatımızdaki olumlu etkileri giderek daha çok fark edilmektedir. Temiz insan, temiz ev, temiz çevre, temiz şehir, bir milletin gelişmişlik düzeyini gösteren evrensel medeniyet ölçülerinden biridir. T Nihat MORGÜL İslam, insanın temizliği konusuna yeni bir bakış açısı getirmiş, beden temizliği yanında ruh temizliğinin de asıl olarak önemini vurgulamıştır. Dinimizde temizlik denince sadece beden temizliği anlaşılmaz, insanın ruhunun temizlenmesi, onun arındırılması dinimizin asıl gayelerindendir... 8 Avrupa’ya seyahat edenler genelde şehirlerin temizliğinden ve düzeninden bahsederken İslam ülkelerini ziyaret edenlerin genel olarak temizlik ve düzenden şikâyet etmeleri İslam dünyasının bir ferdi olarak hepimizi üzmekte ve derinden etkilemektedir. Dünya’ya düzen verme ve onu kötülüklerden arındırma iddiasında olan insanların, düzen vermeye önce kendilerinden başlamaları bir gerekliliktir. Aynı zamanda bu durum iddialarının inandırıcılığının da ilk işaretidir. Evet, İslam –hepimizin bildiği ve daima söylediği gibi- temizliği hem insani bir görev hem İslami vazife ve ibadet kabul etmiş bir dindir. "Elbiseni temiz tut"1 ayetiyle hazreti Peygamberimize inzal edilen ilk emirlerden biri, temizlikti. İnsanlara İslam’ı tebliğ edecek kimseler kılık kıyafetlerine dikkat etmelidir. Çünkü konuştuğunuz kimseler söylediklerinizden ziyade öncelikle ilk imajınızdan etkilenirler. Ekim 2010 Gerçekten İslam dini hayatın merkezine hatta en başına temizliği koymuştur. Namaz gibi dinin direği sayılan bir ibadetin ön şartı olarak temizlik emredilmiştir. Hadesten ve necasetten taharet olmadan, bedenini ve ruhunu maddi ve manevi kirlerden arındırmadan Allahın huzuruna bir kulun kabul edilemeyeceği beyan buyrulmuştur.2 Temizlik başlı başına Allahın rızasını celbeden ve kulu rabbine yakınlaştıran bir davranış olarak belirtilmiştir. Nitekim Allah Teala Kur’an’da; "Şüphesiz Allah çok tövbe edenleri ve temizlenenleri sever"3 buyurmaktadır. "Temizlik imanın yarısıdır"4 buyuran ve onu iman ilkesi sayan hazreti peygamberimiz de, bu konuda kendisi örnek olmuş ve çevresini buna teşvik etmiştir. O dönemde diş temizliğinin yegâne aracı olan misvakını elinden düşürmemiş ve "Eğer müminlere güçlük verecek olmasaydım, onlara her namaz için misvak kullanmayı emrederdim"5 buyurarak diş sağlığı konusunda hassas olunmasını tembihlemiştir. Şimdilerde ellerin bakteri yuvası olduğu ve sağlıklı hayat için sık sık yıkanması, konunun uzmanlarınca önemle zikredilirken bundan 1400 yıl önce çöl ikliminin hakim olduğu ve suyun kıt bulunduğu bir coğrafyada, hazreti peygamberimiz çevresindekilere; "Yemekten önce ve sonra el yıkamak yemeğe bereket getirir"6 buyurarak şimdi koruyucu hekimlik denen tıbbın ilk prensiplerini koymuş ve onu uygulamıştır. İslam, insanın temizliği konusuna yeni bir bakış açısı getirmiş, beden temizliği yanında ruh temizliğinin de asıl olarak önemini vurgulamıştır. Dinimizde temizlik denince sadece beden temizliği anlaşılmaz, insanın ruhunun temizlenmesi, onun arındırılması dinimizin asıl gayelerindendir. Kuran, başta şirk olmak üzere tüm günahları ve haramları necaset (kir) olarak tanımlar. “Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir.”7 "Ey iman edenler! Allah 'ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri haram etmeyin, sınırı, aşmayın. Çünkü Allah, sınırı aşanları sevmez. Allah'ın size verdiği rızıklardan helâl ve temiz olarak yiyin ve inandığınız Allah 'tan korkun"8 buyurmuştur. İslam alimleri ruh temizliğinin ilk şartının helal rızık (rızık temizliği)olduğunu belirtmişlerdir. Rızık temiz olmadan ruh temizliği olamıyor. Haram, girdiği her bedeni, her mekânı kirletiyor zira. Peygamberimizin gönderilme gayelerinden biri de insanlığı bu kirlerden arındırmak olarak belirtilir. Bir ayette şöyle buyrulur; “Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız sensin”9 Hazreti Peygamberin hayatını örnek alarak temiz olmayı ve temiz kalmayı Allah Teala hepimize nasip etsin. Müslüman, kendi temiz, ruhu temiz, ahlakı temiz, özü temiz, sözü temiz insandır. Bütün bu temizlikleri bu dünyada gerçekleştirememiş kişiyi de cehennem ateşi temizleyecektir. Çünkü cehennem en son arınma yeridir. Allah muhafaza etsin. Son bir ayetle sözü bitirelim; “…nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.”10 ................................................... 1)el-Müddessir, 74/4 2)el-Mâide, 5/16 3)el-Bakara, 2/222 4)Müslim, Tahare, 1 5)Buharî, Cumu'a 8; Müslim, Tahare, 42 6)Tirmizî, Et'ime, 29 7)Tevbe,9/28 8)el-Mâide, 5/87-88 9)el-Bakara,2/129 10)Şems,91/7-10 Ekim 2010 9 Samimiyet Ve Arınma Hani o, Rabbine arınmış (selim) bir kalp ile gelmişti. (Saffat Suresi, 84) Kur’an insana hem maddi hem manevi temizliği gerçek anlamda öğretir. Kur’an ahlâkını yaşayan insanlar maddi temizlikte olduğu gibi manevi temizlik konusunda da son derece duyarlıdırlar. Nefislerini arındırır, vicdanlarını tam kapasite kullanır, imanlarını beslerler; böylece Rabb'lerinin rahmetini, rızasını ve cennetini hedeflerler. Fuat TÜRKER ftturker@hotmail.com Müminler, Rabb'lerine olan teslimiyetleri ve tevekkülleri sayesinde cahiliye toplumunun yaşamını azaba çeviren duygulardan arınmışlardır. Onlar yaşadıkları her olayın Allah'ın kontrolünde olduğunu ve kendileri için bir hikmetle yaratıldığını bilirler... Yüce Allah'ın dünyada yarattığı imtihan süresi boyunca insanlar pek çok hata yapabilir, yanlış davranışlar sergileyebilirler. İman sahiplerinin amacı hata, kusur ve eksikliklerinden bir an önce arınarak Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak ve cennete yakışır güzel ahlaka ulaşmaktır. Vicdanlı insan, Allah’ın sınırlarını korumaya çalışır, kendini Rabb'inin rahmetinden yoksun bırakabilecek kötü ve çirkin davranışlardan kaçınır. Hata yapacak olsa farkettiğinde hemen Allah’tan bağışlanma diler; O’na yönelir ve tevbe eder. Bu yüzden mümin arınmıştır, saf ve temizdir. Ve müminin arınmışlığı yüzünden okunur. Kesin bilgiyle iman eden müminin içiyle dışı birdir; oldukça dürüst, açık ve nettir. Sa- 10 Ekim 2010 mimiyet, insanın gerçek düşüncelerini saklamadan, kendisini olduğundan farklı göstermeye çalışmadan açıkça ortaya koymasıdır. Samimi insan içinden geldiği davranır, yapaylıktan uzaktır ve bu nedenle etrafındaki kişileri de olumlu etkiler. Samimi insan hiçbir dünyevi çıkar beklentisi olmaksızın, yalnızca Allah emrettiği için salih amellerde bulunur. Katıksızca Allah’ın hoşnutluğunu amaçlar; yaptığı işlerde, söylediği sözlerde, ibadetlerinde ve günlük yaşamında gönülden Allah'a yönelir. Cahiliye insanına has yüzeysellik insanları mahvetmekte, insanlar sevgiyi kendi elleriyle öldürmektedirler. Bu nedenle samimiyet, candanlık gibi ahlak özellikleri çok önemsenmektedir. İnsanın derinliği olması, karşısındaki kişinin de bunu keşfedebilmesi muhteşemdir. Her şeyin başı samimiyettir; çok candan olmak, çok güzel huylu olmaktır. İnsanda sevgi ve samimiyet yok olduğunda geriye adeta bir ceset kalır. Birbirinden farklı olmayan, çalışarak, yemek yiyerek, televizyon izleyerek, eşiyle anlamsız nedenlerle tartışarak, ardından yatıp uyuyarak geçirilen günler... Ertesi gün yine bir öncekinin aynıdır; kısacası kişi sevgisiz, samimiyetsiz, azap dolu bir yaşam sürer. Oysa insan biraz düşünse, en kolay, rahatlatan, Rabb'i ile bağlantısını güçlendiren samimiyetle, ara- Ekim 2010 dığı huzuru tadabileceğini anlar. İnsan ancak, Allah'a ve diğer insanlara karşı samimi ve içten olduğunda din ahlakını gereğince yaşayabilir. Allah'tan uzak yaşadığı halde “benim kalbim temiz” diyerek tevil yapmak büyük samimiyetsizliktir. Gerçek kalp temizliği, insanı Allah'tan uzaklaştıran engellerin kalpten arındırılmasıdır. Allah’ı inkâr eden, ahlaksızlık yapan, günah içinde yaşayan kişi, ancak bağışlanma dileyip tevbe ettiği ve samimi olarak Allah’a yöneldiğinde O’nun rahmetini umabilir. Temizlenip arınması kişinin yalnızca kendi lehinedir. ... Kim temizlenip-arınırsa, artık o, kendi nefsi için temizlenip-arınmıştır. Sonunda dönüş Allah'adır. (Fatır Suresi, 18) Samimi Mümin Nelerden Arınmıştır? Mümin, Allah'tan başka hayali ilahlardan ve yaşamındaki insanlardan yardım ummaktan, onların hoşnutluğunu aramaktan arınmıştır. O, yalnızca Allah'a kulluk eder, Allah'tan korkar, O'nu hoşnut etmeye ve sevgisini kazanmaya çalışır. En çok Rabb'inden korkar, en çok Rabb'ini sever. Müminin sevgisi berrak ve saf bir sevgidir. Çünkü sevgisinin gerçek muhatabı Allah, sevgisinin gerçek kaynağı da Allah aşkıdır. Etrafına Allah aşkıyla bakar, baktığı her şeyde Rabb'inin tecellilerini görür. Katıksız, saf imana 11 kavuştuğu için mümin, hiçbir durumda üzüntü ve acı yaşamaz. Şüphesiz: "Bizim Rabbimiz Allah'tır" deyip sonra doğru bir istikamet tutturanlar (yok mu); artık onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. (Ahkaf Suresi, 13) Şirkten arınmış müminler yalnızca Allah'a güvenip dayanır, yalnız O'na kulluk eder, yalnız O'ndan yardım isterler. Onlar, Kuran'daki ifadeyle "iman edenler ve kalpleri Allah'ın zikriyle mutmain olanlardır". Tertemiz, katıksız imanı yaşayan müminlerin ahiretteki alacakları karşılık Kur'an'da “... Ancak tevbe edenler, ıslah edenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini katıksız olarak Allah için (halis) kılanlar başka; işte onlar müminlerle beraberdirler. Allah müminlere büyük bir ecir verecektir. (Nisa Suresi, 145-146) ayetiyle bildirilir. Allah'ın dost edindiğini bildirdiği Hz. İbrahim(as), hem kendi toplumuna hem de kendisinden sonraki toplumlara güzel ahlakıyla örnek olmuştur. Kur'an, Allah'a "arınmış bir kalp ile teslim olan" Hz. İbrahim'de(as) ve onunla birlikte olan müminlerde birçok güzel örnekler olduğunu bize haber verir. Müminler, Rabb'lerine olan teslimiyetleri ve tevekkülleri sayesinde cahiliye toplumunun yaşamını azaba çeviren duygulardan arınmışlardır. Onlar yaşadıkları her olayın Allah'ın kontrolünde olduğunu ve kendileri için bir hikmetle yaratıldığını bilirler. Yaşadıkları olay zahiren kötü gibi de olsa, hikmetlerini görebilmek için derin düşünür, ardındaki hayrı beklerler. Bu yüzden her durumda, katıksız imanlarının getirdiği şevk ve heyecanı eksilmeden yaşarlar. İman her derdin devasıdır. Maddi temizlikle insan nasıl sağlık buluyorsa, saf iman da insanı diri ve dinç tutar. İçimizdeki kötü düşünceleri çıkarıp attığımız ve katıksızca Allah’a yöneldiğimizde huzuru yakalarız. Ahiretteki sonsuz huzur için ise kulluk bilincini asla kaybetmemeli, nefsimizin fücurundan arınmalı, tam teslimiyeti yaşamalı, imanımızı sürekli tazelemeliyiz. "İçlerinde ebedi kalacakları altından ırmaklar akan Adn cennetleri de (onlarındır). Ve işte bu, arınmış olanın karşılığıdır." (Taha Suresi, 76) 12 Ekim 2010 KALP TEMİZLİĞİ slamiyette temizlik esastır. Öyleki ibadet edilecek yerin bile temiz olması gerekir. Pis ve arınmamış bir vücutla ibadet makbul olmaz. İ Ayşe BAĞCIVAN Manevi temizliğin zirvesi, kalbin özünün Allah’dan başka her şeyden temizlenmesidir. Peki ya temizlenmemiş bir kalple? İslamiyet, ibadet edilecek yerin dahi temiz olmasını esas kılmışken temiz olmayan bir kalple ibadet nasıl mümkün olur? Öyleki her şeyden beri olan hakkın huzuruna kul nasıl içi haset ve arınmamış bir kalple çıkabilirki? O halde kul önce maddi temizliğin yanı sıra manevi temizliğinde yapmalı ve tüm kötülüklerden münezzeh olan Rahman’ın huzuruna öyle çıkmalıdır. Allah’ın sevgisini taşıyacak ve her an ona ibadette bulunup her an zikrini yapan bir kalpte nefret, haset, riya, tamah, hırs gibi sıfatlara yer olmamalı. Kul bütün bir sevgiyle Hakkın huzuruna çıkmadan önce kalbini tüm kötülüklerden temizlemeli. Kalpleri güzel ahlakla güzel niyetlerle süslemeli. Şüphesiz İslâm Dini, beden ve elbise temizliğini emrettiği gibi, kalp ve gönül temizliğini de emretmiştir. Hatta yüce dinimiz kalp ve gönül temizliğini daha da önemser ve tavsiye eder. 13 Manevi temizlik, dünyevi ilişkiler boyutunda insanın insanlara karşı kötülük, kin ve haset gibi olumsuz duygulara kalbinde yer vermemesi, aksine iyilik ve hoşgörüyü ilke edinmesi anlamına geldiği gibi, tasavvufi manada, kalbin kibirden ve günahtan arınması anlamına gelir ki her iki manada da kalbin temizlenmesi gerçek bir temizliktir. İslam dini genel anlamda temizliği bir bütün olarak tavsiye ederken özelde özellikle manevi yani kalp temizliğini ön plana çıkarmıştır. Nitekim Kur’an-ı Kerim bunu şöyle ifade et- ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalp ve ruhumuza yaralar açar… Bizim manevî yaralarımız (günahlar) pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdit ediyor… Günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hâsıl olan vesveseler, şüpheler mahall-i iman olan batın-ı kalbe ilişip imanı zedeler… Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, ta nur-i imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor” (Lem’alar, s. 21) ikazını yapıyor. Günümüzün yoğun günah atmosferine dikkatleri çekiyor. Bu mektedir. “Allah’ın huzuruna temiz (selim) bir kalple çıkmaktan başka hiçbir şeyin faydası yoktur.” (Şuarâ 26/89) Manevi temizliğin zirvesi, kalbin özünün Allah’dan başka her şeyden temizlenmesidir. Bediüzzaman Hazretleri, İkinci Lem’ada; Hazret-i Eyyub Aleyhisselâmın yara bere içinde epey müddet kaldıktan sonra, yaralarından meydana günah sağanağını bertaraf etmenin bir yolunun ve çaresinin de istiğfar yani Cenâb-ı Hak’tan af dilemek, tövbe etmek ve pişmanlığımızı sunmak olduğunun altını çiziyor. Bir nevi manevî temizlik cihazı olan istiğfarı, her an devrede tutarak, her taraftan hücum eden günahlara karşı kullanıp; günahlarımızın birikmesine meydan vermeden, onları hemen imha etmemiz gerektiğini belirtiyor. Hidayet rehberimiz Peygamber efendimizde her bir günahın kalpte bir kara leke oluşturduğuna ve bu lekelerinde yalnızca tövbe ile giderildiğini belirtmiştir. gelen kurtların kalbine ve diline iliştiği zaman, Cenâbı Hakk’a niyazda bulunarak o vaziyetinden kurtulduğunu anlatırken; bizlere dönerek, “Hazret-i Eyyub Aleyhisselâmın zahiri yara hastalıklarının mukabili, bizim Bâtıni ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyub’dan daha 14 İnsanın kalbi temiz olduğu zaman, bütün vücut kötülüklerden muhafaza olur. Nitekim hikmet ehli bir zat şöyle demiştir: “Ben kalbimi on gece şeytandan korudum. Kalbim de beni yirmi sene bunlardan korudu.” Ekim 2010 UMAR MIYDIN? Görünmez âşinâ bir çehre olsun rehgüzârında; Ne gurbettir çöken İslâm'a İslâm'ın diyârında? Umar mıydın ki: Ma'betler, ibâdetler yetîm olsun? Ezanlar arkasından ağlasın bir nesl-i me’yûsun? Umar mıydın: Cemâ'at bekleyip durdukça minberler, Dikilmiş dört direk görsün, serilmiş bir yığın mermer? Umar mıydın: Tavanlar yerde yatsın, rahneden bîtâb? Eşiklerden yosun bitsin, örümcek bağlasın mihrâb? Umar mıydın: O, taş taş devrilen, bünyân-ı mersûsun, Şu vîran kubbelerden böyle son feryâdı dem tutsun? İşit: On dört asırlık bir cihânın inhidâmından, Kopan ra'dın, ufuklar inliyor, hâlâ devâmından! Civârın, manzarın, cevvin, muhîtin, her yerin mâtem; Kulak ver: Çarpıyor bir mâtemin, kalbinde bin âlem! Ne hüsrandır ki: Doldursun bugün tevhîdin enkâzı, O, hâkinden nebîler fışkıran, iklîm-i feyyâzı! Gezerken tavr-ı istîla alıp meydanda bin münker, Şu milyonlarca îman "nehye kalkışsam" demez, ürker! Ömürlerdir bir alçak zulme miskin inkıyâdından, Silinmiş emr-i bi'l-ma'rûfun artık ismi yâdından. Hayâ sıyrılmış, inmiş: Öyle yüzsüzlük ki her yerde... Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde! Vefâ yok ahde hürmet hiç, emânet lâfz-ı bî-medlûl; Yalan râic, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhûl. Yürekler merhametsiz, duygular süflî, emeller hâr; Nazarlardan taşan ma'nâ ibâdullâhı istihkâr. Beyinler ürperir, yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş: Ne din kalmış, ne îman, din harâb, îman türâb olmuş! Mefâhir kaynasın gitsin de, vicdanlar kesilsin lâl... Bu izmihlâl-i ahlâki yürürken, durmaz istiklâl! Sen ey bîçâre dindaş, sanki, bizden hayr ümîd ettin; Nihâyet, ye'se düştün, ağladın, ağlattın, inlettin. Samîmî yaşlarında coştu rûhum, herc ü merc oldu; Fakat, mâtem halâs etmez cehennemler saran yurdu. Cemâ'at intibâh ister, uyanmaz gizli yaşlarla? Çalışmak!.. Başka yol yok hem nasıl? Canlarla, başlarla. Alınlar terlesin, derhal iner mev'ûd olan rahmet, Nasıl hâsir kalır "tevfıki hakkettim" diyen millet? İlâhî! Bir müeyyed bir kerim el yok mu, tutsun da, Çıkarsın Şark'ı zulmetten, götürsün fecr-i maksûda? Mehmet Akif ERSOY Ekim 2010 15 Siz, Kimi Seviyorsunuz? ütün mesele tam bir sevgi meselesidir. Sevgi kalpte başlar kalpte biter. Sevgi gönlün, kalbin eylemidir. Allah’ın bir ismi de “Vedud” dur. Allah yarattıklarını sever ve bu dünya sevgi ile ayakta durur. Âlemde olup biten her şey O’nun yarattıklarına sevgisinin tecellisidir. Peki, biz sevgimizi neye karşı kullanmalıyız? Kimleri sevmeli ve nelerin sevgisinden sakınmalıyız? B Sezgin ÇAKIR sezginckr@hotmail.com Allah korkusu konusu üzerinde çok duran sûfîler bunu tasavvufun temel ilkelerinden biri haline getirmişlerdir. Buradaki korku aynı zamanda Allah'ı sevmekten kaynaklanan bir çekinme mahiyetindedir. Bu sebeple Allah korkusu ile Allah sevgisi, birbirini tamamlayan iki kavramdır. 16 Yüce Allah şöyle buyurur: "Azgınlaşan ve dünya hayatını tercih edenin gideceği yer cehennemdir" (en-Nâziât 79/38). "Siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz ama âhiret hayatı daha hayırlı ve daha kalıcıdır" (el-A‘lâ 87/16). Dünyanın peşine gitmememiz gerektiği açıkça beyan edilmişken bütün temel değerlerimizden uzaklaşarak dünyaya sarılmamız ve onu sevmemiz ne anlama gelir sizce? Allah Teâlâ buyurur: "Dünya hayatı aldatıcı bir metâdan başka bir şey değildir" (Âl-i İmrân 3/185). "Doğrusu dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir" (Muhammed 47/36). "Allah'ın vaadi haktır, sakın dünya hayatı sizi kandırmasın ve şeytan Allah'ın affına güvendirerek sizi aldatmasın" (Lokmân Ekim 2010 31/33). "Dünya menfaati önemsizdir, takvâ sahipleri için âhiret daha hayırlıdır" (en-Nisâ 4/77). "Şu dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlencedir, âhiret ise gerçek bir hayattır" (Ankebût 29/64). "Dünya hayatı sadece bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir öğünme vesilesi ve daha çok servet ve evlâda sahip olma yarışıdır" (el-Hadîd 57/20). "Mal ve evlât dünya hayatının süsüdür. Kalıcı olan iyi işler ise hem sevap olması bakımından hem de ümit bağlanması bakımından Rabbinin nezdinde çok hayırlıdır" (el-Kehf 18/46). Dünya hayatı Kur’an’ı Kerim’e göre çöp gibi değersiz bir hayattır: "Onlara şunu misal ver: Dünya hayatı gökten indirdiğimiz bir yağmura benzer. Bu sayede yeryüzünde biten bitkiler birbirlerine karışmış, sonra kurumuş, rüzgârın savurduğu çerçöp haline gelmiştir. Allah'ın gücü her şeyin üstündedir" (el-Kehf 18/45; Âl-i İmrân 3/117; Yûnus 10/24; el-Hadîd 57/20). Kur'ân-ı Kerîm'e göre insan dünyadan çok âhireti sevmeli ve istemelidir: "Kim âhiret yararını isterse ona bunu fazlasıyla veririz, kim dünya yararını isterse ona da dünyadan bir şeyler veririz, ama âhirette bir nasibi olmaz" (eş-Şûrâ 42/20; el-Bakara 2/200; Âl-i İmrân 3/145; Hûd 11/15). Kısaca servetler, kazanç- lar, Zenginlikler ve her çeşit nimetler âhirette ve Allah katında bol bol mevcuttur (bk. en-Nisâ 4/94). Hz. Peygamber dünyayı sevmenin, onun gösteriş ve çekiciliğine kapılmanın muhtemel tehlikeleri konusunda ümmetini uyarmıştır. Hâdis-i şeriflerde de dünyanın geçiciliği ve aldatıcı olduğu sıklıkla ifade edilir: "Dünyada bir garip veya yolcu gibi yaşa, kendini kabirde yatanlardan say" (Buhârî, “Rikak”, 3; Tirmizî, “Zühd”, 25; İbn Mâce, “Zühd”, 6). "Dünyaya karşı soğuk olanı Allah, halkın malına göz dikmeyeni insanlar sever" (İbn Mâce, “Zühd”, 1). "Kabirleri ziyaret ediniz. Zira bu, sizi dünyadan soğutur, âhirete ısındırır" (İbn Mâce, “Cenâiz”, 47). (Buhârî, “Rikak”, 3; Tirmizî, “Zühd”, 25). "Uhud dağı kadar altınım olsa, borcumu ödemek için bundan ayıracağım miktar hariç, altınların üç günden fazla yanımda kalmasını arzu etmezdim" (Buhârî, “Zekât”, 4; Müslim, “Zekât”, 31). Hz. Peygamber aleyhisselam dünyayı sevmedi, hiçbir zaman dünya sevgisi onun kalbinde yer bulamadı. Hz. Peygamber aleyhisselam vefat edince altın, gümüş miras bırakmadı. Bıraktığı miras beyaz bir katır, bir silâh ve vakıf arazisinden ibaretti (Buhârî, “Vesâyâ", 1). Hz. Peygamber sade ve mütevazi bir hayat yaşamış, hiçbir zaman dünya nimetlerinin cazibesine kapılmamış, ganimet malları sebebiyle Müslümanların elleri az çok genişlediği halde o eski yaşama biçimini sürdürmüş, öbür müslümanlar düzeyinde bir hayata kavuşmak isteyen hanımlarına küsmüş ve onlardan dünya ile kendisi arasında bir tercih yapmalarını istemişti (bk. el-Ahzâb 33/28; Buhârî, “Tefsîr”, 66; Müslim, “Talâk”, 5). İslâm'da kalp temizliği önemlidir. Kalb sevginin yeridir. Kalb “gönül” sevginin merkezidir. Kalbi temiz olmayan her şeyden korumak esastır. Kalbi korumanın yolu da onu sevilmeye layık olmayan şeylerin şerrinden korumakla mümkündür. Her şeyden önce Cebrâil Kur'ân-ı Kerîm'i Hz. Peygamber'in kalbine indirmiştir (el-Bakara 2/97; Şuarâ 26/194). Vahiy de ilham da kalbe gelir. "Allah'ın huzuruna temiz (selim) bir kalple çıkmaktan başka hiçbir şeyin faydası yoktur" (eş-Şuarâ 26/89; es-Saffât 37/84; Kaf 50/33). "Allah sekîneti (huzuru) müminlerin kalplerine indirmiştir" (el-Feth 48/4). "Kalpler Allah'ı zikretmekle itminan bulur" (Yûnus Ekim 2010 17 10/74). Onun için Allah'ı çok zikretmek tavsiye edilmiştir (bk. el-Ahzâb 33/41). Her şeyin temeli olan iman kalbin tasdiklerinden ibarettir. Niyet bütün ibadetlerin temelidir. Halis niyet de kalpte gerçekleşir. İbadetlere kalbin temiz, niyetin iyi olması oranında sevap verilir (Buhârî, “Îmân”, 41; Müslim, “İmâret”, 155). Kur'an kalbin görme niteliğinden söz eder. Yeryüzünde dolaşıp ibret almayanları, düşünecek kalbi, işitecek kulağı olmayanları uyarır: "Dikkat edin, baştaki gözler değil, göğüsteki kalpler kör olur" (el-Hac 22/46). Hassas, yufka ve temiz kalplerden bahseden Kur'an taş gibi katı, kirli ve kilit vurulmuş kalplerin bulunabileceğine de dikkat çeker. Kalbin kirlenmiş şekline bazan nefis de denir. Buna karşı nefsin arınmış şekli de kalptir, kalp hükmündedir. "Nefsini kirleten hüsrandadır, onu arındıran kurtuluşa erer" (bk. eş-Şems 91/9-10). Bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "İnsanın bedeninde bir et parçası vardır. O iyi olursa beden tümüyle iyi, kötü olursa tamamıyla kötü olur. Dikkat, o kalptir" (Buhârî, “Îmân”, 39; Müslim, “Müsâkat”, 107). Bir hadiste, "Başkaları fetva verse de, sen fetvayı kalbine sor" (Dârimî, “Buyû‘”, 2; Müsned, IV, 228) denilerek vicdanın sesine kulak verilmesi istenmiştir. Hz. Peygamber, "İyi, gönüle yatan, günah gönülü tırmalayan şeydir" (Müsned, IV, 194, 228) buyurarak şüpheli konularda kişinin kalbine başvurmasını, başkasının denetlemesinden önce kişinin kendi kendini denetlemesin tavsiye etmiştir. Kur'an'da ve hadislerde takvâya büyük önem verilmiştir. Hz. Peygamber kalbine işaret ederek, "Takvâ buradadır" demişti (Müsned, V, 379). Tasavvufun konusu da kalptir. Tasavvuf bir kalp ilmidir. Sûfîlere bu yüzden gönül ehli denilmiştir. Tasavvufî düşünce Allah korkusu ve Allah sevgisi temeline dayanır. Allah'tan korkan başkasından korkmaz. Allah korkusu diğer korkuları siler ve kişiyi cesur hale getirir. Allah'tan korkanların âhirette de korkuları olmayacak, mahzun olmayacaklardır (el-Bakara 2/38, 62, 112, 262, 274, 277). İşte Allah'ın velî ve ergin kulları bunlardır. Allah korkusu konusu üzerinde çok duran sûfîler bunu tasavvufun temel ilkelerinden biri haline getirmişlerdir. Buradaki korku aynı zamanda Allah'ı sevmekten kaynaklanan bir çekinme mahiyetindedir. Bu sebeple Allah korkusu ile Allah sevgisi, birbirini ta- Hz. Peygamber, "Allah'ı en iyi bileniniz ve ondan en çok korkanınız benim" buyurmuştur (Buhârî, “Edeb”, 72; Müslim, “Fezâil”, 35). Bir hadiste de "Hikmetin başı Allah korkusudur" (Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, I, 421) buyurulmuştur. 18 mamlayan iki kavramdır. Allah Sevgisi. Bu sevgi İslâm'daki mânevî hayatın temelidir. Bu temele dayanmayan ibadet ve ahlâk gibi davranışlar İslâm açısından bir anlam ifade Ekim 2010 etmez. Bir mümin severek Allah'a itaat ve ibadet ederse, onun emirlerine ve yasaklarına uyarsa bunun değeri vardır. Allah Teâlâ'yı seven onun kelâmı olan Kur'an'ı ve resulü olan Hz. Muhammed'i, onun dava arkadaşları olan sahâbeyi de sever. Kısaca Allah'ın sevdiği herkesi ve her şeyi sever. Kur'an'da Allah sevgisi üzerinde önemle durulur. Yüce Allah şöyle buyurur: "İman edenler Allah'a olan sevgileri ise çok fazladır" (el-Bakara 2/115). Şiddetli ve çok sevgi aşk demektir. Bu âyet başta olmak üzere birçok âyette muhabbetullah denilen Allah sevgisine ve ilâhî aşka işaret edilir. Bir müslüman Allah'ı, Resulü'nü ve Allah yolunda mücadele etmeyi babasından oğullarından, kardeşlerinden, eşlerinden, kabilesinden, servetinden, ticaretinden ve meskeninden daha çok sevmekle yükümlüdür. Eğer daha çok sevmezse Kur'an'ın ifadesiyle "Allah'ın hükmü tecelli edene kadar bekleyin, Allah günahkâr bir toplumu hidayete erdirmez" (etTevbe 9/24) tehdidine muhatap olur. Bunun anlamı şudur: Bir müslümanın Allah'ı, Resulü’nü ve Allah yolunda mücadele etmeyi yürekten sevmesi ve bu sevgi ve isteğini her zaman diğer şeylerden önde tutması gerekir. Hz. Peygamber "Allah ve Resulü'nü diğer şeylerden daha fazla sevmeyen kimse imanın hazzına eremez" deyince Hz. Ömer, "Ey Allah Resulü! Kendim hariç seni herkesten ve her şeyden çok seviyorum" demiş, Hz. Peygamber de "Olmadı yâ Ömer!" demişti. Hz. Ömer, "O halde seni kendimden de çok seviyorum" deyince Resûlullah "Şimdi oldu yâ Ömer!" buyurdu. (Buhârî, “Îmân”, 9; Müslim, “Îmân”, 15). İslâm'da Allah'la kulları arasındaki sevgi karşılıklıdır. Allah kullarını sever, kulları da onu severler. Kur'an şöyle der: "Ey iman edenler! İçinizden her kim dininden dönerse, Allah onların yerine öyle bir kavim getirir ki Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler" (el-Mâide 5/54). İslâm inancına göre Allah Teâlâ vedûd ve velîdir. Yani mümin kullarını çok sever ve onları dost edinir. Kur'an'da Allah'ın hangi kullarını sevdiği şöyle açıklanır: "Allah âdil olanları sever" (el-Mümtehine 60/8; el-Hucurât 49/9). "Allah temiz insanları sever" (et-Tevbe 9/108; el-Bakara 2/222). "Allah takvâ sahibi kullarını sever" (Âl-i İmrân 3/76, et-Tevbe 9/4, 7). Ekim 2010 "Allah ihsan sahibi dürüst kişileri sever" (Âl-i İmrân 3/148, el-Mâide 5/13, 93). "Allah tevekkül ehlini sever" (Âl-i İmrân 3/159). "Allah sabırlıları sever" (Âli İmrân 3/146). "Allah tövbe edenleri sever" (el-Bakara 2/222). Yüce Allah, Peygamberimiz'i herkesten çok sevdiği için ona "habîbullah" (Allah'ın sevgilisi) denilmiştir (Tirmizî, “Menâkıb”, 1). Nitekim Hz. İbrâhim için de “halîlullah” (Allah'ın dostu) ifadesi kullanılmıştır. Allah'ın peygamberine uymak Allah'ın sevgisini kazandırır. Onun için yüce Allah buyurur: "Ya Muhammed: De ki eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki O da sizi sevsin" (en-Nisâ 4/80). Resûlullah'a itaat Allah'a itaat demektir: "Resûlullah'a itaat eden Allah'a itaat etmiştir" (en-Nisâ 4/80).Hz. Peygamber, müminlerin Allah için birbirini sevmeleri gerektiğini önemle vurgulamıştır. Kutsî bir hadiste, "Benim için birbirini sevenleri sevmem vâciptir" (Muvatta, “Şiir”, 16; Müsned, V, 233) buyurulmuştur. Hz. Peygamber, "Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız" (Müslim, “Îmân”, 93; Ebû Dâvud, “Edeb”, 131). "Bir kimse kendisi için istediği bir şeyi mümin kardeşi için istemedikçe iman etmiş olmaz" (Buhârî, “Îmân”, 7) buyurarak bu sevgi ile kâmil iman arasında sıkı bir bağ bulunduğuna işaret etmiştir. İslâm, müminleri sevgi ve dostluk bağlarıyla birbirine bağlamış, kaynaştırmış ve böylece fertleri birbirine kenetlenmiş bir toplum meydana getirmiştir. Sevgi bağı hem müslümanları Allah'a ve Resulü'ne, hem de birbirlerine bağlar. Müslümanlar iyi ve kötü günlerde, mutlu ve sıkıntılı zamanlarda daima bir arada olurlar. Hz. Peygamber, "Kişi sevdiğiyle beraberdir" buyurmuştur(Buhârî, “Edeb”, 69; Müslim, “Birr”, 165). Siz kimi seviyorsunuz? Sevginiz kime? Abdullah el-Antakî, kalplerin ilacının beş şeyde olduğunu söylemiştir: bunlar 1Salih insanların yanlarına gidip gelmek, salihlerin meclisine devam etmek. 2-Kur’ân okumaya devam etmek. 3-Mideyi haram şeylerden men etmek, haram şeylerle doldurmamak. 4-Gece namazı kılmak, geceyi ihyâ etmek. 5-Sabah vaktinde Allah’a duâ etmek, özellikle sabah namazından sonra tazarru ve istiğfarda bulunmak. 19 SAHABE-İ KİRAMIN DİNDEKİ YERİ ur’an’ın, üzerine yazılı bulunduğu çeşitli yazı malzemelerinden derlenip “Mushaf” haline getirilmesi ve ardından çoğaltılması, Sünnet’in titiz bir şekilde gelecek kuşaklara aktarılması, İslâm’ın adap ve erkânının, ruh ve kalp disiplininin nesilden nesile intikali hep güzide Sahabe topluluğunun ehliyet, dirayet, basiret ve feragatiyle mümkün olmuştur. K Dr. Ebubekir SİFİL Müslüman bilincinde Sahabe kuşağının (Allah hepsinden razı olsun) ayrı ve ayrıcalıklı bir yeri vardır. Sahabe, bir taraftan fütuhat ile meşgul olurken, diğer taraftan Kur’an ve Sünnet’i Efendimiz s.a.v.’den aldıkları gibi Tabiûn kuşağına aktarmakta en küçük bir ihmal ve kusur göstermemiştir... Günlük sıradan davranışlarımızdan ibadetlerimize ve bilgi kaynakları hiyerarşisindeki kabullerimize kadar hayatımızın her alanında Sahabe’nin derin etkisini görmek şaşırtıcı değildir. İslâmî ilimlerin metodolojilerinde (Usul’lerinde) başvuru mercii olarak Kur’an ve Sünnet’ten sonra Sahabe’nin üçüncü sırada yer almış olması da, bu açıdan son derece tabii bir husustur. Hatta Kur’an ve Sünnet’te yer alan hususların nasıl anlaşılması gerektiği noktasında bir tereddüt söz konusu olduğunda Sahabe’nin birinci referans kaynağı olarak kabul edilmesi, Ehl-i 20 Ekim 2010 Sünnet’i diğerlerinden ayıran en temel hususlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sebepledir ki, herhangi bir hususta Kur’an ve Sünnet’in “ne dediği” sorusunun cevabı aranırken Sahabe’nin belirleyiciliğine başvurulması -bir de aralarında görüş birliği oluşmuşsa- bizim için kesinlikle tartışma konusu değildir. yacağını söylemiştir. Bunun için biz, herhangi bir sahabînin adını yazdığımız veya söylediğimiz zaman, hemen arkasından “Allah ondan razı olsun” anlamında “radıyallâhu anh (kısaca r.a.)” dua cümlesini ekleriz. Sahabe bizim için sadece bir “bilgi kaynağı” olarak değil, “örneklik” olarak da vazgeçilmezdir. Bu dinin nasıl yaşanacağını, nasıl ideal Müslüman olunacağını doğrudan Efendimiz s.a.v.’den öğrenmek şüphesiz ki sadece onlara kısmet olmuştur. Peygamber öğrencisi olmak, Kur’an’da ve Sünnet’te övülmek suretiyle ebedileşmek dünyada hangi kıymet ile denk tutulabilir? Kur’an ve Sünnet’in Sahabe’ye yaptığı vurgu hepimizin malumudur. Konuyla ilgili ayet ve hadisleri toplayan ve açıklayan sayısız eser yazılmıştır. İşte bu sebeple Ehl-i Sünnet, sahabîlik faziletinin peygamberlik dışındaki diğer bütün hususiyetlere üstün geldiğini kabul etmiştir. Daha sonra gelen kuşaklar arasında ilimde birçok sahabîden (özellikle Efendimiz s.a.v. ile uzun süre birlikte bulunma imkânına sahip olamamış sahabîlerden) ileri seviyede bulunanlar çıkabileceğini, ancak Sahabe’den sonra gelen kuşaklara mensup hiçbir ferdin sahabîlik faziletinden doğan üstünlüğe ulaşama- Sahabe’yi Ayrıcalıklı Kılan Sahabe kuşağının Yüce Allah nezdinde farklı bir değere sahip olduğunu ifade buyuran ayetlerden biri şöyledir: “Muhacirun ve Ensar’dan sâbıkûni evvelûn ve bir de ihsan şuuruyla onlara tabi olanlar var ya, Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur.” (Tevbe, 100) Bu ayette yer alan bir inceliğe kısaca dikkat çekerek devam edelim: Ayette geçen “sâbıkûn-i evvelûn” ifadesi “önce geçen ilkler” demektir. Bu ifadeyle iki anlam kastedilmiş olabilir: 1. Muhacirun ve Ensar arasında salih amellerde önce davranıp diğerlerini geride bırakanlar. Bu durumda ayetin anlamı şöyle olur: Muhacirun ve Ensar’dan, hem salih amel işlemede önce davranıp diğerlerini geride bırakanlardan, hem de ihsan şuuruyla onlara tabi olanlardan Allah Tealâ razı olmuştur. 2. Salih amel işlemede önce davranıp diğer insanları geride bırakanlar, Muhacirun ve Ensar’ın tamamıdır; “onlara ihsan şuuruyla tabi olanlar” ifadesi de, Tabiun’dan başlayarak kıyamete kadar gelecek olan bütün Ümmet fertleri arasından bu özelliği taşıyanları anlatmaktadır. Görüldüğü gibi ayeti nasıl anlarsak anlayalım, Sahabe kuşağının Allah Tealâ’nın rızasına nail olduğu gerçeği değişmemektedir. Bu özellik sebebiyledir ki Efendimiz s.a.v., ümmetini onlar konusunda ikaz etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Ashabım hakkında uygunsuz söz söylemeyin. Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, sizden birinin Uhud dağı kadar altını olsa ve o bunun tamamını Allah Ekim 2010 21 yolunda infak etse, onların bir-iki avuçluk infakın(ın sevabın)a, hatta yarısın(ın sevabın)a bile ulaşamaz.” (Buharî, Müslim, Tirmizî) Sahabe’siz Dinlerin Akıbeti Şüphesiz her şey ilâhi takdir iledir. Kur’an’dan önceki ilâhi kitapların tahrif olması da elbette ilâhi takdir çerçevesinde cereyan etmiştir. Ancak ilâhi takdirin “sebepler” vasıtasıyla cereyan ettiği de bir vakıadır. Söz konusu tahrif faaliyetini ve o kitaplara inandığını söyleyen kitlelerin zamanla haktan bâtıla sapmasını sebepler zemininde mercek altına aldığımızda, Sahabe’nin nasıl kilit bir rol üstlendiğini yakından müşahede etme imkânına kavuşuruz. Özellikle Efendimiz s.a.v.’den önceki son iki büyük peygamber Hz. Musa ve Hz. İsa’nın (ikisine de selam olsun) sahabelerinin durumu bu noktada son derece dikkat çekicidir. Hz. Musa a.s. Ve İsrailoğulları Hz. Musa a.s., Yüce Allah’tan, İsrailoğulları’nı Mısır’daki zelil kölelik hayatından kurtarma emri aldığında hemen harekete geçmiş, Mısır’ı terk etmek üzere İsrailoğulları ile birlikte yola çıkmıştı. Firavun bu durumu fark edip arkalarından kovalamaya başlayınca, İsrailoğulları hayli ilginç bir tepki gösterdiler. Tevrat durumu şöyle anlatıyor: 22 “Ve Firavun yaklaştı ve İsrailoğulları gözlerini kaldırdılar ve işte, Mısırlılar arkalarından yürüyorlardı; ve çok korktular ve İsrailoğulları Rabb’e feryat ettiler. Ve Musa’ya dediler: Mısır’da kabirler bulunmadığı için mi çölde ölmek üzere bizi getirdin? Bizi Mısır’dan çıkarmakla bize ettiğin bu nedir? Mısır’da sana, ‘Bırak bizi, Mısırlılar’a kulluk edelim!’ diye söylediğimiz söz bu değil midir? Çünkü çölde ölmektense Mısırlılar’a kulluk etmek bizim için daha iyi olurdu.” (Çıkış, 14/10-12) İsrailoğulları’nın Mısır’dan çıkıştan itibaren yol boyunca gösterdiği tavır, yukarıdaki Tevrat pasajında da görüldüğü gibi, her sıkıştıklarında isyan etmek olmuştur. İşte bir örnek daha: “Ve İsrailoğulları’nın bütün cemaati (...) Refidim’de kondular; ve kavme içecek su yoktu. Ve kavim Musa ile çekişip dediler: Bize su ver de içelim. Ve Musa onlara dedi: Niçin benimle çekişiyorsunuz? Niçin Rabb’i deniyorsunuz? Ve kavim orada susadı; ve kavim Musa’ya karşı söylenip dedi: ‘Bizi, oğullarımızı ve hayvanlarımızı susuzlukla öldürmek için, niye bizi Mısır’dan çıkardın?’ Ve Musa Rabb’e feryat edip dedi: Bu kavme ne yapayım? Az daha beni taşlayacaklar. (...) Çünkü İsrailoğulları (Musa ile) çekiştiler, ve çünkü acaba Rab araEkim 2010 mızda mı yoksa değil mi diyerek Rabb’i denediler.” (Çıkış, 17/1-7) Tevrat incelendiğinde baştan sona bu türlü örneklerle dolu olduğu görülecektir. Son örneği, Hz. Musa a.s. Tevrat’ı almak üzere Tur dağına gittiğinde olanlar konusundaki Tevrat pasajlarını aktararak vermiş olalım. Hz. Musa a.s., Tevrat’ı almak üzere Tur’a gittiğinde, İsrailoğulları’ndan yoldan sapmayacaklarına dair söz almıştı. Ancak sözlerine sadık kalmadılar ve altından bir buzağı yaparak ona tapınmaya başladılar. Muharref Tevrat bu buzağıyı Hz. Harun a.s.’ın yaptığını söylerse de, gerçekte buzağıyı yaparak İsrailoğulları’nın ona tapınmasını sağlayan kişi Samirî’dir. (Kur’an-ı Kerim, Tâ-Hâ, 85). Dolayısıyla burada Tevrat’ın bir başka tahrifi söz konusudur. Hz. Harun ise bu şirke mani olmak istemişti; ancak kendisini ölümle tehdit ederek dinlememişlerdi. (Kur’an-ı Kerim, A’râf, 150). Esasen İsrailoğulları Nil nehrinden kurtulduktan sonra yola devam ettiklerinde, pagan (puta tapan) bir kavme rastlamış ve Hz. Musa’dan, kendileri için böyle putlar yapmasını istemişlerdi. (A’râf, 138). Kur’an’ın, altından buzağı yapma işini İsrailoğulları’na nisbet eden ayetleri (Bakara 51-54, 9293; Nisâ, 153...) de dikkate alındığında, Samirî’nin bu suçta yalnız olmadığı ortaya çıkmaktadır. Hz. İsa a.s. Ve Havariler Hz. İsa a.s. tebliğine başladığında Filistin bölgesinde Roma İmparatorluğu’na bağlı özerk bir Yahudi idaresi hakimdi. Dolayısıyla Hz. İsa a.s. terk-i dünya ettikten sonra, onun sahabisi olan Havariler, bir taraftan işbirlikçi Yahudi gruplarla, bir taraftan da Roma idaresiyle mücadele etmek zorunda kalmışlardı. Bir süre sonra Pavlus isimli yahudinin ortaya attığı müşrik Hıristiyanlık modeli de rağbet görmeye başladı. Dolayısıyla Havariler üç cephe ile aynı anda mücadele etmek zorunda kaldılar. Yahudiler ve Romalılar tarafından kovuşturmalara uğratıldılar, yargılandılar. Bir süre sonra kimi öldürüldü, kimi de Filistin’i terk etmek zorunda kaldı. Bu baskı ve zulüm ortamında Havariler, ne Hz. İsa a.s.’ın tebligatını, ne de İncil’i gereği gibi muhafaza edebildiler. Gerek sayılarının azlığından, gerekse yaşadıkları ortamın olağanüstü hareketliliğinden, TevEkim 2010 hid akidesini ve İncil’in mesajını kendilerinden sonra gelenlere gereği gibi aktaramadılar. Hz. İsa a.s.’dan kısa bir süre sonra Havariler de birbiri ardınca dünyadan göçünce, meydan yahudilere ve müşrik hıristiyanlara kaldı. Hz. İsa a.s.’ın tebliği, kendisinden sonra aradan bir nesil dahi geçmeden Pavlus tarafından “üçlü ilâh modeli”ne dayanan şirk itikadına nasıl dönüştürüldü? Elimizde mevcut muharref (tahrif edilmiş, aslından uzaklaştırılmış) İncillerde bile Hz. İsa a.s.’ın, kendisi için “Tanrının oğlu” ifadesini kullandığı zikredilmezken, bakınız Pavlus bu inancı nasıl yerleştiriyor: “Çünkü şimdi insanların rızasını mı, yoksa Tanrı’nın rızasını mı arıyorum, yahut insanları hoşnut etmeye mi çalışıyorum? Eğer hâlâ insanları hoşnut etseydim, Mesih’in (İsa’nın) kulu olamazdım. Çünkü ey kardeşler, size bildiriyorum ki, benim tarafımdan vaz olunan İncil insana göre değildir. Çünkü ben onu insandan almadım ve öğretilmedim; fakat İsa Mesih’in vahyi ile aldım. Fakat Tanrı (…) milletler arasında onu vaz edeyim diye kendi oğlunu bende keşfetmeye razı olunca…” (Galatyalılar’a Mektup, 1/10 vd.) Adına Hıristiyanlık denen bu dinin Hz. İsa a.s. ve onun sahabesi olan Havariler ile herhangi bir ilgisi yoktur. Hal böyle iken nasıl olmuştur da kısa bir zaman içerisinde Hz. İsa a.s.’ın saf Tevhid’e dayalı tebligatı ve İncil kaybolmuş, yerini şirk esaslı Hıristiyanlık dinine bırakmıştır? Sahabe’nin Kilit Rolü Eğer Hz. Musa ve Hz. İsa (ikisine de selam olsun), Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in Sahabesi gibi bir ilk ve örnek nesle sahip olabilselerdi, tebliğ ettikleri din ve kitap tahrif edilemez, tebligatları aslından uzaklaştırılamazdı. Bu kesin yargıya nereden varıyoruz? Şüphesiz ki Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in “ilk/örnek nesil” yetiştirme konusundaki gayret ve hassasiyetinden, bir de Sahabe-i Güzin efendilerimizin Kur’an ve Sünnet’in muhafazası uğruna gösterdiği yeri doldurulamaz feragat ve fedakârlıklardan.. Kur’an’ın, üzerine yazılı bulunduğu çeşitli yazı malzemelerinden derlenip “Mushaf” haline getirilmesi ve ardından çoğaltılması, Sünnet’in titiz bir şe- 23 tediğinle barış yap. İstediğin kadar mallarımızdan al ve dilediğini de bize ver. Mallarımızdan aldığını, bize bıraktıklarından daha çok severiz. Bize ne emredersen ona tabi oluruz.” (İbn Kesîr, 3/557) Efendimiz S.A.V.’in Hassasiyeti Kur’an’ı ve Nebevî örnekliği gelecek kuşaklara aktaracak kilit bir neslin yetiştirilmesinin öneminin elbette farkında olan Efendimiz s.a.v., Sahabe’nin her bakımdan tam arzu edilen kıvamı kazanması için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştır. Mescid-i Nebi’nin sofasında barınan “Ashab-ı Suffe”ye özel bir itina gösteriyor, onların mükemmel birer eğitici/öğretici vasfına sahip olması için alabildiğine titizleniyordu. İslâm’ın diriltici soluğunu ruhlarında henüz hissedememiş kabilelere gönderilmek üzere tebliğci ve eğitici bir ekip istendiğinde bu güzide kadrodan 70 kadar sahabîyi göndermiş, ancak sahabîler, Bi’r-i Maune kuyusunun başında pusuya düşürülerek şehid edilmişlerdi. kilde gelecek kuşaklara aktarılması, İslâm’ın adap ve erkânının, ruh ve kalp disiplininin nesilden nesile intikali hep güzide Sahabe topluluğunun ehliyet, dirayet, basiret ve feragatiyle mümkün olmuştur. Onlar ki, İsrailoğulları en küçük bir zorluk karşısında “Ey Musa! Sen ve Rabbin gidip savaşın. Biz burada oturacağız!” (Maide, 24) derken, Bedir Savaşı öncesinde Efendimiz s.a.v.’e şöyle seslenmişlerdi: “Ya Rasulallah! Allah sana ne emir buyurduysa, onu yap. Ne tarafa gidersen git, biz kesinlikle seninle beraberiz. Biz, İsrailoğulları’nın Hz. Musa’ya dedikleri gibi, ‘Ey Musa! Sen ve Rabbin gidip savaşın. Biz burada oturacağız’ demeyiz. (…) Biz sana iman ettik, seni tasdik ettik ve bize getirdiğinin hak olduğuna şehadet ettik. Bu konuda sana uymak ve itaat etmek üzere söz verdik. Bu durumda sen ne dilersen onu yap. Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin olsun ki, sen bize denizi gösterip dalsan, biz de seninle birlikte dalarız, içimizden bir tek kişi bile geri kalmaz. (…) Yoluna devam et. İstediğin kimseyle bağ kur, istediğin ile de alakayı kes. İstediğinle düşmanlık et, is- 24 Hayatı boyunca beddua ettiği nadir olarak nakledilen Efendimiz s.a.v. bu olaydan o derece müteessir olmuştur ki, kaynaklar, Efendimiz s.a.v.’in, o 70 seçkin sahabîye suikast düzenleyen Ri’l, Zekvân ve Usayye kabilelerine bir ay süreyle beddua ettiğini nakletmektedir. (Taberî, Târîhu’r-Rusul ve’l-Mülûk, 2/81, İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 4/71) Ashabını dinî meseleleri nasıl çözüme kavuşturacakları konusundan, aile efradına karşı nasıl muamele edeceklerine, ibadetlerinden beşerî münasebetlere kadar her alanda müstesna bir itina ile yetiştiren Efendimiz s.a.v., şüphesiz Hz. Musa ve Hz. İsa’nın (ikisine de selam olsun) yaşadığı olaylardan ve kendilerinden sonra neler olup bittiğinden haberdardı ve Sahabe’sini böyle bir arka planı dikkate alarak yetiştirmişti. Burada tek tek zikredemeyeceğimiz pek çok hadisinde Sahabe’yi ilim öğrenmeye, edebe, ahlâka, toplumsal ve ailevî sorumluluklara riayete… teşvik etmiş, onların da öğrendiklerini kendilerinden sonra gelenlere aynı şekilde aktarmalarını emir buyurmuştu. Acaba Sahabe Kur’an ve Sünnet’i ezberleyip, ardından yazıya geçirip kendilerinden sonra gelenlere aktarmasa ve onları da aynı hassasiyeti gösterme koEkim 2010 nusunda eğitmeseydi Kur’an ve Sünnet bize kadar intikal eder miydi? Bu soruya Kur’an’ın muhafazasının bizzat Yüce Allah tarafından garanti altına alındığı söylenerek (Hicr, 9) cevap verilebilir mi? Bu soruya “Hayır” diyoruz. Zira yukarıda da söylediğimiz gibi ilâhi takdir “sebepler” vasıtasıyla tecelli etmektedir. Şu halde doğrusu, Allah Tealâ’nın, Kur’an’ı Sahabe vasıtasıyla korumuş olduğunu söylemektir. Aksi durumda ne olurdu? Tevrat ve İncil’in Başına Gelenler Tevrat tek nüsha olup ezberlenmemiş ve çoğaltılmamıştı. Sadece 3 veya 7 senede bir, bulunduğu Ahit Sandığı’ndan çıkarılıp halka okunuyordu. Üstelik Hz. Musa a.s.’dan uzun yıllar sonra tam yedi kere topluca dinden dönmüş bulunan İsrailoğulları’nın Tevrat’ı gerektiği gibi muhafaza ettiğini söylemek de imkânsızdır. (G. Tümer-A. Küçük, Dinler Tarihi, 231) Havariler’in başına gelenleri de yukarıda özet olarak zikretmiştik. Onlar dünyadan ayrıldıktan sonra İncil adıyla kaleme alınmış birçok metin dolaşıma çıkmıştır. 325 yılındaki İznik Konsili’nde 4’e indirilene Ekim 2010 kadar mevcut İncillerin sayısının 100’ü aşkın olduğu bilinmektedir. (Şaban Kuzgun, Dört İncil, Farklılıkları, Çelişkileri, 124) Bu durumları göz önünde bulunduran Efendimiz s.a.v.’in, Sahabe’nin Kur’an’ı ezberlemesine, hükümlerini öğrenmesine, buna ilaveten Sünnet’i de iyice kavrayıp bellemelerine özel bir itina göstermiş olmasına şaşırmamalıdır. Gerçek şu ki, Sahabe de (Allah hepsinden razı olsun) bu kritik görevi hakkıyla ifa etmiş, bir taraftan fütuhat ile meşgul olurken, diğer taraftan Kur’an ve Sünnet’i Efendimiz s.a.v.’den aldıkları gibi Tabiûn kuşağına aktarmakta en küçük bir ihmal ve kusur göstermemiştir. Ulemanın, ilim öğreniminde kitaptan okumayla yetinilmeyip, hoca-talebe ilişkisine riayette ısrar etmesinin hikmeti burada yatmaktadır. Kur’an ve Sünnet ilimlerini Sahabe, Efendimiz s.a.v.’den almıştı. Onlar Tabiûn’a, onlar Tebe-i Tabiin’e… aktardı ve bize kadar böylece devam edip geldi. Anlaşılmış olmaktadır ki, icazetli bir hocanın dizinin dibine oturan kimse ondan sadece ilim almamakta, ilimdeki senedini Efendimiz s.a.v.’e kadar dayandırmakla Nebevî feyizden de nasipdar olmaktadır. Günümüzde Sahabe hakkında ölçüsüzlük sergilediği görülen kimseler acaba Sahabe kuşağına bir de bu açıdan bakmayı denemişler midir?.. 25 TASAVVUFUN TARİHÇESİ VE KAYNAĞI ismillah deyip başlayalım. Önce tasavvufun tarihçesi için çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki Peygamberlikle aynıdır. Yani ilk Peygamber ve ilk insan yeryüzüne indikten sonra tasavvufî yaşantı birlikte başlamıştır. Şöyle de diyebiliriz: Allah yolunda çalışan her hangi bir insanın ibadet ve özelde iç bünyeyi terbiye ile ilgili bir gayretinin olmaması düşünülemez. Bir insan Allah yolunda çalışıyorsa dünyevî olarak yapacağı işler olduğu gibi, uhrevî yani ahireti ve maneviyatı ilgilendiren yönünün de olması muhakkaktır ve mutlaka gereklidir. B Prof. Dr. Orhan ÇEKER Tamamen dinle ilgisi olmayan insan grupları müşterek ortak menfaatler doğrultusunda bir araya gelebiliyorlar ama bizimkiler bir araya gelemiyor. Çünkü bizimkiler o kadar basit ayrıntıdaki bir şeyi adeta din olarak algılamaya başlıyor ve ondan sonra da muhatabını müslüman ve müvahhid olmasına rağmen din dışı, müşrik, kâfir olarak görmeye başlıyor. 26 Dolayısıyla tarihçe olarak biz sadece Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm ile başlayan bir zühd hayatı değil, daha önceki Peygamberler ile birlikte gelen bir hayatı gözümüzün önüne getireceğiz. Bizde olumsuz şöyle bir özellik var: Bizim toplum olarak ya da müslüman olarak neye önem veriyorsak, İslam sadece ondan ibarettir diyoruz, gerisine çarpı çekiyoruz. Bu yanlış. İslam bir bütün olarak düşünülmesi gerekirken, bakıyorsunuz ki müslüman, sadece kendisinin önem verdiğini alıyor, geri tarafını yok sayıyor. Bunu ya kendisi yapamadığı içindir ya da o konuyu, o ameli sevmediği için böyle yapıyor. Bunun sonucunda da o amelin İslam’da yok olduEkim 2010 ğunu ispatlama gayretine giriyor. Mesela dinimizin emirlerinden A emri, diyelim ki bir müslümanın nefsine zor geliyor. O kişi daima A emrine karşı çalışma gayreti içerisine giriyor. Ona göre A İslam’ın dışındadır ve İslam’da o mesele yoktur. İslam varsa varsa mesela B dir. A yoktur vs. Halbuki; onun da İslam’da yeri vardır, dese daha doğru ve dürüst davranmış olur. Ya da “İslam’da var ama ben yapamıyorum, yapanlardan Allah razı olsun” dese daha münasip hareket etmiş olur. O kişinin kabiliyeti B doğrultusundadır, filanınki A doğrultusundadır. dediğinizin yüzde yüz zararı var. Hem de sadece belli bir zaman dilimine zararı olmuş değil, tarih boyu zararı olmuştur. Tarih boyu çok ciddi zararları çekilmiş ve müslümanlar bunu çok pahalı ödemişlerdir. Veya ödeyemeyip altında kaldıkları zamanlar da olmuştur. Şimdi ben bu konuyu diğer soruları da göz önünde bulundurarak ilgili istifhamlara cevap ve izah etmeye çalışayım: Bu yanlış tavır, dini anlayışımızdan başlayarak sosyal yaşantımıza varıncaya kadar kendisini gösteriyor. Bir bakıyorsunuz ki tamamen dinle ilgisi olmayan insan grupları müşterek ortak menfaatler doğrultusunda bir araya gelebiliyorlar ama bizimkiler bir araya gelemiyor. Çünkü bizimkiler o kadar basit ayrıntıdaki bir şeyi adeta din olarak algılamaya başlıyor ve ondan sonra da muhatabını müslüman ve müvahhid olmasına rağmen din dışı, müşrik, kâfir olarak görmeye başlıyor. Bizde maalesef böyle olumsuz bir özellik var. Her şeyden önce tasavvufi hayatın tanımını yapacak olursak deriz ki bildiğimiz kadarı ile sûfilerde olduğu gibi Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın Sünnetini en ince ayrıntısına varıncaya kadar yaşamaya gayret eden bir anlayışın ve bu hareketin adı olup bunun failine sûfi denir. Bunu felsefi düşünce ya da yabancı bir düşünce olarak algılamak çok garip bir yanlışlıktır. Bunu nefsine ağır gelmesi sebebi ile iddia ediyorlar diyebiliyoruz. Öncelikle şuradan başlayayım: Bizim hâdisler arasında Cibril Hadîsi dediğimiz bir hadîs-i şerif var. Bize bu hadîs-i şerifi Hz. Ömer naklediyor: Diyor ki (mealen) ; Bir gün Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm ile bir grup sahabe oturup sohbet ediyorken yanımıza birden bir yabancı geliverdi. Tarih boyu bunun zararını çektik, hala da çekiyoruz ve bunu da aramızda dürtükleyip duran, galiba şeytan olsa gerek diye düşünüyorum. Bu TASAVVUF NE DEMEKTİR, KAYNAĞI NEDİR? Bu yabancıyı hiç birimiz tanımıyorduk. Uzaktan geldiği belli ama üzerinde yolculuktan yana hiç bir iz, eser yok. Yolcu olan kişi üzerinde bir yorgunluk, o günkü şartlarla toz toprak… olur. Yorgun olur, aç olur. Ama onun üzerinde en ufak böyle bir iz yok. Elbisesi tertemiz, bir yabancı, uzaktan gelmiş, hiç birimiz tanımıyoruz. Üzerinde yolculuğa dair bir alamet yok. Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’a dizleri değecek şekilde diz dize oturdu. Ellerini dizlerinin üzerine koydu ve Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's Selâm’a sorular sormaya başladı. 5 tane soru sordu. Birisi “İman nedir ?” Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm bizim “İmanın şartları 6’dır” diyoruz ya, onları sayarak “İman budur”, diyor. Cevabı aldıktan sonra o yabancı “Sadakte”, yani “doğru söyledin” diyor. Hz. Ömer : “Biz hayret ettik”, diyor. Aslında Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’a edeben soru sorulmaz. O soru soracak olursa da “Allahu ve Resûluhu a’lem”, yani Ekim 2010 27 5. Soru “Öyle ise Ya Resûlellah kıyametin alametleri nedir?” Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm 2-3 tane alamet söylüyor. Ve alametleri işte budur, diyor. Ondan sonra o yabancı birden kayboluveriyor. Hz. Ömer diyor ki, gözden kayboluverdi. Bir süre sonra Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm benim hayretimi görmüş olmalı ki, sordu. “Bu gelen kimdi biliyor musunuz?” Biz , “Allahu ve Resûluhu a’lem”, yani “Allah ve Resülü daha iyi bilir”, dedik. Cevabı Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm kendisi veriyor. “Bu Cebrail idi. Size dininizi öğretmek için gelmişti”. Onun için bu rivayete, Cibril yani -Cebrail Hâdisi- denilmektedir. İşte bu hadîs İslamî hükümlerin bize tasnifini veriyor. Bu beş sorudan ilk üçü dünyada bizim yapacağımız şeylerle ilgilidir. Son ikisi de Ahiret ile ilgilidir. “Allah ve Resûlu daha iyi bilir deriz” edeben. Bu yabancı hem soru soruyor hem de sonunda tasdik ediyor. Biz hayret ettik. 2. Soru : “İslam nedir ?” Bizim islamın 5 şartı olarak saydığımız şeyleri sayarak Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Selem “İslam budur”, diye cevap veriyor. O yabancı “sadakte” diyor, yani “doğru söyledin” diyor. Biz yine hayret ettik. Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm hiç istifini bozmadan cevap vermeye devam ediyor. Ondan sonra 3. soru : “İhsan nedir ?” Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm ihsanı şöyle tarif ediyor. “Senin, Allah’ı görüyormuş gibi ona ibadet etmendir. Her ne kadar sen onu görmüyorsan da o seni görüyor”. Yani ihsan, insanın her nerede olursa olsun Allahın kendisini gördüğünü bilerek, Allahın kendisini gördüğü şuurunda olarak hal ve hareketini ona göre düzenlemesidir”, anlamında bir cevap. 4. Soru “Ya Resûlellah kıyamet ne zaman kopacaktır?” Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm buna bilmediği şeklinde cevap veriyor. Yani “soru sorulan kişi, soruyu sorandan daha iyi bilmez,” diye cevabını veriyor. 28 Bundan ayrıca biz şunu anlıyoruz: İlk üçünü hakkıyla yerine getirenler, Ahirete hazırdırlar ve ölümü hoş geldin, safa geldin diye karşılayabilirler. Artık bu üçünü yerine getirenler dünyadaki işlerini tamamlamıştır, demektir. Ahiretlik bir insan olmuştur yani. Bunların ilk üçü ne öyleyse? İman, İslam ve İhsan. Biz de gerçekten İslami hükümleri buna göre tasnif ederiz. 3 gruba ayrılır, deriz. Birisi İmani hükümler yani inanca dair itikadi hükümler, 2. Amelî hükümler, ne yapacağımıza ya da ne yapmayacağımıza dair hükümler. Mesela meleklere iman etmek ya da Ahirete iman etmek 1. gruptandır. Namaz kılmak, abdest almak 2. gruptandır. Yani 1.sinde neye inanman gerekir, neyi inkâr etmen gerekir. 2.sinde de neyi yapman gerekir, nelerden uzak durman gerekir. Yani inançla birlikte bedenen yapacağımız şeyler, 3.sü ise, iç dünyanın terbiyesi ile ilgilidir ki, ruh terbiyesi, nefis terbiyesi ya da nefis tezkiyesi dediğimiz şeydir. Şimdi bunlardan 1. olmazsa yani iman kısmı olmazsa, o insan müslüman değildir. Ve o şekilde ölüp giderse Kur'ân-ı Kerîmin ifadesiyle ebediyyen cehennemliktir. Artık bu kişinin cehennemden kurtulup cennete girmesi mümkün değildir. Tabiatiyle bunların da kendine göre şartları ve adabı var. İman eden kişi Peygamberimiz’in talim ettirdiği gibi iman edeEkim 2010 cek. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm’de diyor ki (Bakara : 137), demek olur. 1. olur da amel ve dolayısıyla ruh terbiyesi olmazsa, bunu şuna benzetmişler: Fanusu olmayan, etrafında cam muhafazası olmayan bir “Onlar, sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse doğru yola gelmiş olurlar”. muma, bir lambaya benzer. Nasıl ki herhangi bir rüzgarın bunu söndürmesi çok kolay ise, amelle desteklenmeyen iman da her zaman yok olmakla karşı Daha çok ayet var bu konuda. Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm dâhil bütün Peygamberlere inanacak. Kur'ân-ı Kerîm dâhil bütün kitaplara inanacak. Haa o zaman Peygamberimizin getirdiği iman esasları gibi iman edecek demek ki. karşıyadır. Dolayısıyla kişi 1.’ye iman edecek. 2. grubu da yapacak. 2.’yi yaptığı zaman tamam, muttaki bir müslüman’dır denebilir kendisine ama eksiktir. Bir de ruhunu terbiye etmesi gerekir. Bunu biz bütün İslami Bir de bu imana göre bir amel, bir eylem ortaya koyacak. İşte bu ameller, eylemler sistemini biz Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’dan öğreniyoruz. Ve Peygamberimizin ortaya koyduğu bu davranış biçimine biz toplu olarak “Sünnet” diyoruz. Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın sünneti yani yaşantı biçimi. İşte 2. grup, bu hükümleri ifade ediyor. 3. grup İhsan. Bu, nefis tezkiyesi, ruh terbiyesi ile ilgili hükümlerdir ki bu üçü insanı, kâmil yapan hükümlerdir. Diyelim ki 1. olur da 2. olmazsa her zaman sönmekle karşı karşıya olan çıplak bir iman hükümlerde görürüz. Namazda da görürüz, zekâtta da görürüz, hacda da görürüz, kurbanda vs.de de görürüz. Dolayısıyla tasavvuf ya da ruh terbiyesi Cibrîl Hadîsindeki bu soru ve cevabına dayanmaktadır. Bunlardan 1. grupla ilgili mezhebler ortaya çıkmış. Mesela Maturidilik, Eş’ârilik. Ehl-i Sünnet vs. dediğimiz mezhebler ortaya çıkmış. 2.siyle ilgili olarak da mezhebler ortaya çıkmış. Hanefi, Şafiî vs. Mezheb kelimesi, yol demektir, onu da unutmayalım. Gidilecek olan yol anlamındadır Üçüncüsü ile ilgili de mezheb ortaya çıkmış. O da yine yol anlamında ama ona mezheb denmemiş de tarik / tarikat denilmiştir ki o da zaten yol demektir.. Demek oluyor ki üç grup hükümle ilgili olarak ulemamız müslümanlara aroma / hazır ve doğru bilgiyi en kısa zamanda takdim etmek için ekoller halinde onu işlemişler. İşte her üç grupta da oluşan bu ekollere mezheb ya da tarik / tarikat denilmiştir ki mezhebi de biraz îzâh etmemiz gerekir. Aslında kimilerinin iddia ettiği gibi mezheb bid’at yani sonradan türedi şeyler değildir. Onu anlatalım inşallah. Mezhebin bid’at yani din dışı hatta din düşmanlığı gibi bir şey olması mümkün değilMezhebler müslüman’a İslam dinini en kısa yoldan hangi suretle nasıl iletebiliriz doğrultusunda gayret göstermişler ve İslam şudur, şudur, şudur diye maddelemişlerdir. Mezheb işte bu hazır bilgiyi takdim etmiştir. Ekim 2010 29 Prof. Dr. Seyyid Abdullah: “Her Müride Zikirle Beraber Davet Ve İlim De Lazımdır” edine diyince hepimizin aklına güzeller güzeli Efendimiz Sallallahü aleyhi ve sellem geliyor. Ona hicret dönüşü ev sahipliği yapma ve türbesini topraklarında bulundurma şerefine sahip bu kutlu şehrin insanları da bir başka güzel oluyor. Hele bazıları var ki simasındaki güzellik bize Efendimiz’i hatırlatıyor. İşte onlardan bir tanesi de Medine Üniversitesi Profesörlerinden Seyyid Abdullah Beydir. M Röportaj: Aydın BAŞAR Namaz kılmayı herkes biliyor ama huşuyu kaç kişi yakalıyor. İşte o huşu için kalbin ıslah olması lazım. Yani her şey kitaplardan öğrenilmiyor, kitaplardaki ilim Efendimizin mübarek soyundan gelen bu zatla İstanbul ziyareti esnasında tevafuken tanıştık. O bizim için Medineli bir akademisyen olmasının dışında tasavvuf ehli olmasından dolayı da ayrıca önemliydi. Vehhabiliğin yaygın olduğu bir coğrafyada ehli sünneti savunan bir sufi ile tanışmak bizim açımızdan sevindiriciydi. Bilhassa İslam’ın ilk üç asrına yönelik olarak yaptığı entelektüel değerlendirmelerini ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz. kafi gelmiyor. Biz diyoruz ki kalbin ıslahı tarikatla olur... Medineli seyyid bir aileden geliyorsunuz ve aynı zamanda tasavvufa intisabınız var?Hangi tarikata mensupsunuz? Tarikat-ı Nakşibendiye’ye mensubum. 30 Ekim 2010 Tarikatınızın şeyhi kimdir ve nerede yaşamaktadır? Suudi Arabistan’da tarikatlar mevcut mudur? Halk’ın ilgisi nasıldır? Üstazımızın ismi Şeyh Ebu Zehra Veys İbn Abdullah El Hüseyni’dir. Kendisi Mekke’de ikamet etmektedir. Allah’a şükür Arabistan’da bazı tarikatlar var. Nakşibendi var, Şazeli tarikatı var, Şişniyye tarikatı var. Ve Hindistan’dan gelmiş diğer bazı tarikatlar var. Hicaz’da tarikat mensubu çok değildir ama yine de vardır. Doğu bölgelerinde biraz daha fazladır. Şükür ki Suudi Arabistan’daki tarikatların geneli ehl-i sünnettir. Bidat ehli tarikatlar yok diyebiliriz. Yani Kur’an ve sünnet çizgisinde bir tasavvufi çizgi mevcuttur. Bize ondan biraz bahsedebilir misiniz? Şuanda kendisi Cidde’de… Gelirseniz inşallah görüşme imkânınız da olur. Kısacası kendisi Efendimiz’in sünnetlerini yaşantısına aksettiren bir zattır. Yumuşak huylu ve mütebessimdir. Neden tasavvuf yolunu tercih ettiniz? Tasavvuf Peygamber Efendimiz’in hayatıdır, başka bir şey değildir. Hayatımızı onun hayatına benzetmek için bu yolu seçtik. Peygamber Efendimiz zamanında terim olarak “tasavvuf ” yoktu ama zaten onun hayatı tasavvuftu. Bu terim üçüncü asırda oluşmuştur. Tasavvufun Kur’an’daki karşılığı ise “tezkiye” yani “temizlenme”dir. Türkiye’de çok sayıda tarikat var. Hamdolsun eskisi gibi değil, özgürlük açısından da olumlu gelişmeler oluyor. Türkiye’deki şeyhlerden tanıdığınız var mı? Şeyh Nazım Kıbrısi’yi tanıyorum. Bir de Medine’de tanıştığım bir zat vardı fakat onun ismini hatırlayamıyorum. Tasavvufa ilk intisap ettiğiniz dönemlerde hangi tasavvufi kitapları okudunuz? Hayır! Ben tasavvufa kitaplarla başlamadım, üstadlarla başladım, onlar Hindistanlıydı. İlim iki şekildir; ilmi zahir ve ilmi batın. Mesela namaz kılmayı herkes biliyor ama huşuyu kaç kişi yakalıyor. İşte o huşu için kalbin ıslah olması lazım. Yani her şey kitaplardan öğrenilmiyor, kitaplardaki ilim kafi gelmiyor. Biz diyoruz ki kalbin ıslahı tarikatla olur. Herkes namaz kılmayı biliyor demek ki ilm-i zahir yaygın, ama huşu noksan demek ki ilm-i batın lazım. Yönetimin ve halkın çoğunluğunun tasavvufa pek sıcak bakmadığını biliyoruz. Bu nedenle kitap bulundurmanız da sakıncalı olabiliyor değil mi? Biz tasavvufi kitapları Arabistan’da bulamıyoruz, zaten bu tür kitaplar satılmıyor. Dışarıdan fotokopi olarak aldığımız için pek kitaplarla ilgilenemiyoruz. Peki zikri ne şekilde yapıyorsunuz? Tarikatımız kalbi zikri yani gizli zikri esas almıştır. Hatme-i hacegan yapıyoruz; aynı Türkiye’de ol- Ekim 2010 31 duğu gibi… Fakat Arabistan’da toplanamıyoruz, dışarıya çıktığımız zaman yapıyoruz. Üç asrı sıraladınız günümüzdeki tasavvufi akımlar bu üç amele sahip mi? Toplananlar da gizli toplanıyor olmalıdır zannedersem. Şimdiki zamanda tasavvuf meselesinde zikir var fakat ilim ve davet neredeyse yok denecek kadar az. Günümüzdeki tarikatlarda sadece zikre dayanan bir tasavvuf anlayışı yaygın… Oysa gerçek tasavvuf Peygamber Efendimiz’in asrında olduğu gibi bir anlayışı telkin eder. Biz sadece zikri tek başına istemiyoruz. Her müride zikirle beraber davet ve ilim de lazımdır. Çünkü şimdiki zamanda şeytan çok güçlüdür ve her yerdedir, caddede, sokakta, okulda her yerde şeytan insanın aklını çelmeye çalışıyor. Mürit hocasının yanında hakkı zikrediyor ama oradan çıkınca, çarşıya, pazara gidince şeytan onun kalbini hemen ifsat ediyor. Bu yüzden sadece zikre dayanan bir tasavvuf yetmiyor. Ama zikir, ilimle ve davetle birlikte olursa bu mürit şeytandan çok güzel bir şekilde korunur. Bilhassa Kur’an ve sünnet ilmini öğrenip amel ederse şeytan ona güç yetiremez. Ve bu zamanın fesadından da ancak böyle uzak durulabilir. Belki iki ya da üç yüz yıl önce “zikir” kalbi ıslah etmek için yetiyordu ama şimdi yetmiyor. Eskiden müridin kalbi de daha kuvvetli idi, ama şimdi müridin kalbi zayıf. Çünkü şeytanın tarikatı her yerde yaygınlaştı. Mesela bundan yüz sene önce Eyüp El Ensari’nin türbesini ziyaret etseydim, şimdiki gibi yarı çıplak kadınlarla karşılaşmazdım. Çünkü eskiden her şey sünneti resulullaha uygundu, Libaslar da sünnete uygundu. Öyleyse şuanda bilhassa davete ağırlık vermeliyiz. Suudi Arabistan’da tasavvufi faaliyetler gizli bir şekilde yürütülüyor. Sadece tanıdık kişiler birbirleri ile buluşuyor, yani eski müritler… Bize tasavvuf anlayışınızdan bahseder misiniz? Peygamber Efendimiz en hayırlı asrın kendi asrı olduğunu, sonra ondan sonraki asrın hayırlı olduğunu, sonra da ondan sonraki asrın hayırlı olduğunu buyurmuştur. Yani en hayırlı asırlar bu üç asırdır. Bu üç asrın özelliklerine baktığımız zaman neden birincisinin ikincisinden, ikincisinin de üçüncüsünden daha hayırlı olduğunu anlarız. İslam’da üç temel amel vardır. Davet, ilim ve zikir… Birinci asra baktığımız zaman davetin ön planda olduğunu ilim ve zikrin ise ikinci planda olduğunu görürüz. İkinci asra baktığımızda ise ilmin birinci planda olduğunu, diğer ikisinin ikinci planda olduğunu görürüz. Nitekim hadis, tefsir, fıkıh ve kıraat gibi ilmiler bu dönemde oluşmuştur. Üçüncü asırda ise zikir ön planda davet ve ilim ise ikinci planda olduğunu müşahede ederiz. Sonuç itibariyle bu üç amel/ faaliyet bu üç asırda da mevcuttur. İşte biz bu üç ameli de ihmal etmeyen bir tasavvuf anlayışını benimsiyoruz. 32 Ekim 2010 Hem Müslüman’a, hem de gayrimüslime. Müslüman’a Allah’ı hatırlatmalıyız, gayrimüslimin de imanı ve hidayeti için çalışmalıyız. Bu ortamda imanımızı kurtarmak ve günahlardan sakınmak için ne yapmalıyız? Bir yol almalıyız. Silsilesi olan icazetli bir şeyhin yanında bir yola yani bir tarikata intisap etmeliyiz. O tarikat bir zincirle Efendimiz sallallahü aleyhi ve selem’le ulaşmalı. Bir de ehl-i sünnet çizgisinde olmalıdır. Müslümanlar için bugün en büyük tehlike nedir? Suudi Arabistan halkının Amerika’ya bakışı nasıldır? Halkın yüzde doksanı Amerika’yı sevmiyor fakat kültürel olarak halkın bir kısmı o kültürü yavaş yavaş benimsiyor. Yani Batı özentisi Suudi Arabistanlı gençlerde de yaygın mı? Suudi Arabistan’daki eğitim sisteminde İslami illimler en güzel şekilde veriliyor fakat buna rağmen gençlerde bir batı özentisi var. Kısmen batı kıyafetlerini benimseyenler de var. Kitap okuma oranı ise az. Maç ve televizyon gibi ilgi alanları rağbet görmekte… Gençlerde dine olan bir yöneliş var mı? Sünneti terk etmek ve sünnetin hilafına yaşamaktır. Alış veriş yaparken, yiyip içerken, giyim kuşam ve evlilik gibi hemen her konuda Efendimiz’in hayatını değil de batılıların hayatını örnek almaktır. Ve bir başka tehlike de küffara tazim göstermektir. Yani batıya özenmek ve onlara hürmet göstermektir. Arabistan’da da Türkiye’de de bir dine yönelme hareketi var fakat yine birçokları dinden uzak yaşıyorlar. Bütün dünyadaki Müslümanlar hep aynı sıkıntıyı yaşıyor. Çağımızın buhranlarından kurtulmak için işe nereden başlamalıyız? İşe mescitten başlamalıyız. Yani önce mescide devam etmeliyiz. Sonra alimlerin ve meşayihin sohbetlerine katılmalıyız. Ama bir problemimiz var ki alimler bazen gençlerden uzak durabiliyorlar. Alimler gençlerin sorularına cevap vermekte zaaf göstermemeli ve onların sıkıntılarını gidermekte yardımcı olmalıdırlar. Türkiye’deki siyasi gelişmeleri takip ediyor musunuz? Dışarıdan nasıl görünüyor? Türkiye’nin Filistin konusundaki duyarlılığını takdir ediyoruz. Arabistan halkı da bu konuda Türkiye’yi takdir ediyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Müslümanların lehine işler yaptığını düşünüyoruz. Fakat Türkiye’nin İran’a yakınlaşmasına endişe ile bakıyoruz. Bize göre Türkiye Ehli Sünnet olan ülkelerle beraber hareket etmelidir. Şiaadan uzak durmakta fayda vardır. Çünkü İran hem Arap ülkelerinde hem de Arap olmayan ülkelerde şiiayı yaymaya çalışıyor. Ekim 2010 33 Gözümün Nuru Namaz ollandalı siyahî bir genç vardı. Aslı zenciydi. Fakat çehresi tertemiz, yüzü nurlu, bakışı aydın, alnı pırıl pırıl… Huzur ve itimat telkin eden simasını belli belirsiz bir hüzün, kalın dudaklarını hafif bir tebessüm süslüyordu. H Dr.Mustafa BAHADIROĞLU Şuurlu ve olabildiğince gafletsiz namaz kılan mümin, her yerde farklıdır. Ahirette ışıl ışıl parlayan abdest uzuvları ve secde emareleriyle öndekilerden daha öndedir. Belki de herkese parmak ısırtırcasına “Çekilin Hz. Muhammed’in [sallallahu aleyhi vesellem] ümmeti geliyor” dedirtecek safvetiyle melekleri dahi imrendirecektir... 34 İç âlemindeki berraklık bütün şavkıyla dışına aksetmişti. Vicdanı gökteki meleklere nazire yapar gibi apaydın, şeffaf bir kristal gibi… Dışına bakınca içi görünüyor adeta. Sonra gönülden gönüle akan bir muhabbetle gayr-i ihtiyari bağrınıza basıp kucaklamak hissine kapılıyorsunuz. Bu muhabbetin büyüsüne kapılmışken yanında oturan bir adam dikkat çekiyordu. Elli, elli beş yaşlarında, beli hafifçe kambur, siyahî olan bu şahsın rengi gençten daha esmer değildi. Nazik bir beyefendiydi. Fakat sanki bütün gecelerin zifiri karanlığı bu zatın yüzüne çökmüştü. Çehresinde insanın yüreğini sıktıkça sıkan bir kasvet hissediliyordu. Ak alınlı aydın bakışlı bu gençle daha sonra babası olduğunu öğrendiğimiz öteki ihtiyarın farkı neydi? Niye biri muhabbet saçarken diğeri kasvet dağıtıyordu? Çok geçmeden mesele anlaşılmıştı. Genç, iman Ekim 2010 etmiş, tasavvufa gönül vermişti. Secdenin emare ve izleri bir nur olarak alnında parlıyor, içerden akseden imanın aydınlığı Allah’ın [celle celâlûhû] boyasıyla boyanmış esmer çehresini nur topu haline getiriyordu. Babası ise, henüz kabuğunu kıramamış, hidayet ufuklarına doğru bir iki adım atmışsa da gerisini getirememişti. Düşünen bir beyindi. Aynı zamanda bir sosyologdu. Ama henüz aşamadığı noktalar vardı. Söz ve diyalektik adına her şeye kapalıydı. Tek açık bir noktası vardı o da hâl ve gönül eksenliydi. Dileriz ki o açık menfezden bir mana kahramanı girmiş ve hidayete gözlerini açmış olsun. Rabbimiz bizleri de hidayet nurundan mahrum bırakmasın. Yüzdeki Secde Nişanı Bu nasıl olabilir? İmanla küfür, secde ile secdesizlik nasıl olur da bu kadar dışa akseder? Her halde söz konusu aydınlıkla karanlığın misal âlemine yansıyan, bir de fotoğrafı olsa gerektir. Misal âleminden kalbe, kalpten arş-ı a’laya, oradan simaya, simadan hayata, hayattan kabre, kabirden haşre sürüp giden bu yansımalar, aslında saadetin ya da bedbahtlığın yansımalarıdır. Allah u Teâlâ müminleri tarif ederken işte bu inceliğe dikkat çekerek şöyle buyuruyor: “Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları var- dır.” (Fetih, 48/29) Onları her yerde tanırsınız. Hususan teheccüd namazına devam edenlerin yüzleri her zaman ay gibi parlar. Onların pırıl pırıl yüzlerini, saadet gamzeden bakışlarını, nur gibi parlayan simalarını gördükçe içinizden ister istemez bir muhabbet, bir mehafet ve bir hürmet hissedersiniz. Hatta kılık kıyafetinden hiç belli etmediği halde yolda, otobüste karşılaştığınız bu insanlara “hocam” diye hitap edersin. "Yüzlerinde nimetin parıltısını tanırsın" (Mutaffifîn, 83/24), şuurlu ve olabildiğince gafletsiz namaz kılan mümin, her yerde farklıdır. Ahirette; "Bir takım yüzlerin ağardığı gün" (Al-i İmran, 3/106) ışıl ışıl parlayan abdest uzuvları ve secde emareleriyle öndekilerden daha öndedir. Belki de herkese parmak ısırtırcasına “Çekilin Hz. Muhammed’in [sallallahu aleyhi vesellem] ümmeti geliyor” dedirtecek safvetiyle melekleri dahi imrendirecektir. Namaz Günahları Eritir Kılınan her namaz temizliktir, aydınlıktır. Kalpte yanan bir ışıktır. Karanlığı yakıp yok eden bir nurdur. Hazan mevsiminin yaprak döken rüzgârı gibi günahları döken bir esintidir. Bir gün Sahabî, iki büklüm Allah Resulü’nün [sallallahu aleyhi vesellem] huzuruna gelmişti. İşlediği günahın hacaleti altında sanki eriyip bitmişti. “Ya Resûlallah ben mahvoldum. Gözüm bir kadına ilişti” veya “ona dokundum” diyordu. Onun bu kırık gönlü sanki arşı titretmiş ve Cebrail Aleyhisselâm’ı şu ayetle imdadına yetiştirmişti: "Gündüzün iki tarafında (sabah, öğle ve ikindi) gecenin de yakın saatlerinde (akşam ve yatsı) namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir." (Hûd, 114). Hadis-i şerifte açıklandığı üzere beş vakit namaz, arada işlenen günahları, Cuma namazları da kendi aralarındaki günahları temizler. Tıpkı bir nehirde günde beş defa yıkanmış gibi manevi temizlik verir. Rabbimizin rahmetinden büyük günahlarımızı da küçük günahlarımızın arasına sokup affetmesini diler ve dileniriz. Bildiğimi Bilseydiniz Namaz hususunda gaflet bastıkça mümin şöyle düşünmekten kendini alamamalıdır: “Şayet gözünden gayb perdesi kalksa ve bir vakit namazsızlığın hadis-i şeriflerde haber verilen helaket ve felaketini bir görseydin, kaçırdığın nimet ve fırsatları müşahede Ekim 2010 35 etseydin hayatının sonuna kadar gülmeyi unutacaktın. Leziz sofraların başına oturamayacak, yatağına girdiğinde sabaha kadar gözüne uyku girmeyecekti. Hafakanlar basıp deliler gibi sağa sola koşacak, kim bilir belki de dağlara kaçacaktın. Ey nefsim bunu aklın gördüğü halde vicdanın hissetmiyor mu? Ne zaman gafletten uyanacaksın?” Bir gün Allah Resulü [sallallahu aleyhi vesellem] minbere çıkmış hutbe okuyordu. Sözlerini şöyle tamamladı: “Allah’a kasem ederim ki, eğer siz benim bildiğimi bilseydiniz çok ağlar, az gülerdiniz. Hanımlarınızın yatağını terk ederdiniz. Feryad ü figan edip dağlara kaçardınız.” Bu son derece tonlu ifadeleri dinleyen o günün gönülleri kırık, vicdanları gökteki ay kadar parlak ve ince sahabe cemaatinin hemen tamamı, başlarına cübbelerini çekmiş hüngür hüngür ağlıyorlardı “Ya Rabbi ne olacak bizim halimiz” diye. Bu hadis-i şerifi rivayet eden sahabi ise şöyle demişti: “Ah keşke insan olacağıma kesilip biçilen bir odun olaydım.” Allah u Teâlâ’nın yüklediği kulluk mükellefiyetini iliklerine kadar hisseden Hz. Aişe validemiz ise, bir gün şöyle diyecekti: “Ah ne olurdu Ebubekir’in kızı Aişe olacağıma tarlada bir kesek olaydım.” 36 Onlar böyle hissediyorlardı. Çünkü tepeden tırnağa marifetle dolu kalpleri, tertemiz vicdanları perdenin ardındaki hakikatleri olanca çıplaklığıyla görüyordu. Yatağında gerine gerine yatan, dert nedir bilmeyen, ebedî hayatı yeterince kâle almayan kimseler ise, bir vakit namazı kaçırmakla üzerine konan sivrisineği kaçırmak arasında fazlaca bir fark hissedemezler. Bu ne yazık ki bir iman zafiyetidir. Allah’a ve ahiret gününe yakînen iman edememenin zehirli meyvesidir. İnsanın imanı ne kadar inkişaf ederse ameli o kadar düzgün olur. Veya diğer taraftan ameli ne kadar düzgün olursa iman o kadar inkişaf eder. Namaz ve Elest Bezmi İnsan denen varlığın asıl vatanı melekler topluluğunun da vatanı olan melekût âlemidir. Ruhumuz burada (Elest bezminde) Allah u Teâlâ’nın cemâlini seyretmiş ve O’nun [celle celâlûhû] tecellileriyle mest olup kendinden geçmiştir. Bu âleme inip ete kemiğe büründüğünde nefisle beraber olmuş, zehirli yemlerle beslenen kuşcağız gibi, dünyanın mahmurluğuyla hakiki sevgiliyi unutmuştur. Daha doğrusu unutmamış fakat bu sevginin üzeri başka sevgilerle küllenmiştir. Her insanın şuur altında Cenab-ı Hakk’ın [celle celâlûhû] hakiki sevgisi gizlidir. Şair şöyle demiştir: Ekim 2010 “Cem’den evvelki alev badesinin sarhoşuyum / Ayılmam ebedâ subh-ı kıyamette bile.” Mitolojiye göre çok erken devirlerde şarabı ilk keşfeden şahıs İran prensi Cem’dir. Buna göre mânâ şöyledir: “Daha şarap icat edilmeden önce ruhlar âleminde Cenâb-ı Hakk’ın tecellileriyle öyle bir mest oldum ki, artık bu aşk sarhoşluğundan kıyamet sabahı bile ayılmam.” Gerçekten de Allah u Teâlâ’nın muhabbeti unutulacak bir muhabbet değildir. İnsanın mayasına işlemiştir. Ancak şuur altındaki bu hakikati şuur üstüne çıkaracak bir tesir lazımdır. En güçlü tesir ise, evliyanın nazarıdır. O nazarlar ruhun bulanıklığını gidererek asli safiyetine yaklaştırır. Böylece ruhun aşkla boyalı asıl karakteri zuhur eder. Cenab-ı Zü’lCemâl Hazretleri bir kimsenin hidayetini dilerse başka bir kısım tesirler de ruhta gizli olan aşkı meydana çıkarır. Amerika’da yaşayan ve belki de bir kere bile alnı secdeye değmemiş olan bir hanım vardı. Hava alanında anne babasını hacca uğurluyordu. Bembeyaz ihramları içinde rütbesiz, nişansız üniformasını giymiş hacı adayları, mahşer meydanının provasını yaparcasına tekbir ve telbiye getiriyorlardı. Bu manzara, ömrünün çoğunu Amerika’da geçirmiş olan hanımın ruhunda fırtınalar estirmeye yetmiş ve onu günlerce ağlatmıştı. Belli ki şuur altı faaliyete geçmiş ve Elest bezmiyle farkında olmaksızın bağlantı kurmuştu. İşte namaz ruhu uyanışa geçirip en seri biçimde Allah sevgisine ulaştıran tesirlerden biri ve belki birincisidir. Vuslat yolcusunun bineği, kurbet yolunun azığıdır. Gaflet bulutlarını darmadağın eden en etkili rüzgârdır. Çünkü namaz külli bir zikirdir. Diğer ibadetlerdeki zikir, namazın yanında son derece tali kalır. Onun her rüknü, her kelimesi Allah u Teâlâ’yı hatırlatır. “Beni hatırlamak (zikir) için namaz kıl" (Taha, 20/14) ayet-i kerimesi buna işaret etmektedir. Namaz kılan bir insan hayat serencamesi içinde her varlıktan Allah’a [celle celâlûhû] ait bir mesaj alır. Asıl vazifenin, dünyaya geliş gayesinin Allah’a [celle celâlûhû] kulluk etmek olduğunun idrakiyle yaşar. Yoğun işlerinin arasından namazı çıkarmaz. Namazdan yoğun işlerini çıkarır. Yani “Allahu Ekber” dediği zaman “En büyük sensin Allahım senden gayri her şey küçüktür” manasının idrakiyle dünya işlerini namazdan arka plâna iter. Ekim 2010 37 RAMAZAN BİTTİ, AMMA VAZİFELERİMİZ BİTMEMİŞTİR. Soru: Geçirmiş olduğumuz Ramazan ayının ardından neler tavsiye edersiniz? Cevab: Bismillâhirrahmânirrahîm. Mehmet TALU “Kalp tıpkı, bembeyaz ve tertemiz bir elbise, günah da bu beyaz elbiseye isabet eden siyah bir leke gibidir. İster istemez bu leke elbiseyi çirkinleştirecektir. Günah karşısında insan bundan farksızdır.” 38 Elhamdülillah! Başından sonuna kadar inananlar için rahmet ve günahların bağışlanma ayı olan Ramazan ayını tamamlamış ve Yüce ALLAH’a şükürler olsun ki, Müslümanlık bilincimizi, kardeşlik ve dostluk bağlarımızı, barış içinde bir arada yaşama ve millet olma irademizi tazeleyen iki bayramdan biri olan Ramazan Bayramını sevinç ve huzur içerisinde geçirmiş bulunuyoruz. Oruçla, teravih namazıyla, okuduğumuz, dinlediğimiz ve hayatımıza rehber edindiğimiz Kur’an-ı Kerim’le hemhal olarak geçirdiğimiz bir Ramazan Ayını geride bıraktık. Bu kutlu ayda nefis muhasebesi yaparak dindarlığımızı yeniledik, muhtaç olan insanlara elimizi, soframızı ve gönlümüzü açarak İslam ve insan kardeşliğini yaşadık. Ramazan Ayı tüm feyiz ve bereketiyle bizi sıkıca kucakladı, günaha ve yanlış işlere bulaştırdığımız ellerimizden tutarak bizi Rahman olan Allah’ın rahmet ve mağfiret dergâhına götürdü. İçimizdeki ibadet aşkı, insan sevgisi, fakire ve yardıma muhtaç olana el uzatma isteği her zamankinden daha coşkulu şekilde davranışlarımıza yansıdı. Ferdî hayatta dindarlığın, sosyal hayatta huzur ve Ekim 2010 dayanışmanın öne çıktığı, yüce dinimiz hakkında doğru bilgilenme ve derin bir dindarlık şuuru içinde ibadet etme hazzının yoğun olarak yaşandığı rahmet ve mağfiret mevsimi Ramazan ayını geride bırakarak, sevgi ve şefkatle birbirimize ellerimizi uzatma ve kaynaşma günü olan bayramı geçirmenin huzur ve mutluluğunu yaşamaktayız. Bizleri bu büyük nimete kavuşturan yüce Rabbimize hamdediyor, sevgili Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimize salat ve selamlarımızı arzediyoruz. Rahmet ve mağrifet dilekleriyle ALLAH için sabahtan akşama kadar çeşitli sıkıntı ve güçlükler içerisinde oruç tutan, camileri huşu ve vecd içinde dolduran bütün Müslüman kardeşlerimin bayramlarını tebrik ediyor, yüce ALLAH'tan nice bayramlara ulaştırmasını diliyoruz. Bu duygu ve düşüncelerle, bütün bayramların bayram gibi yaşandı-ğı; özgürlük, barış ve mutluluğun egemen olduğu; insan hakları, adalet ve hukukun gözetildiği; savaş, terör ve yoksulluğun geride kaldığı bir dünya için bayramların birer imkân olduğu temennisiyle, bütün müminlerin geçmiş Ramazan bay-ramını en içten dileklerimle tebrik ediyor, bu mübarek bayramın hepimi-zin, bütün insanlığın hidayetine, huzur ve barışına, başta memleketimiz olmak üzere bütün İslam aleminin maddi ve manevi hayırlara-bereketlere vesile olmasını, toplumumuzun her kesiminde bayramın bütünleştirici ve kaynaştırıcı havasının hâkim olmasını, bayramın bütün insanlığa barış ve huzur getirmesini, daha nice sağlıklı, mutlu ve umutlu bayramları huzur içinde idrâk etmeye ve rızâsını kazanmaya bizi muvaffak kılmasını AL-LAH Teâlâ'dan halisane niyaz ederiz. Ya Rabbi! Müslümanları dünyada da ahirette de felaha, selam ve saadete kavuştur. Böyle bir çok bayramla-ra kavuşmakla mesut ve bahtiyar eyle. Amin. Kur'an-ı Kerim'in inmeye başladığı, orucun tutulup Mü’minlerin ibadet ve taatta yoğunlaştığı bir manevi iklim, kültür ve geleneğimizde on bir ayın sultanı olarak anılan rahmet, mağfiret-bereket mevsimi ve Dini hayatımızda çok önemli bir yeri olan, orucuyla, namazıyla, zekat ve sadakasıyla ibadet ve rahmet ayı Ramazan-ı Şerifi geride bırakmış bulunuyoruz. Orucun derin manevî eğitimini, sahur ve iftarın bereketini, teravihin coşkusunu ve Kur’an tilâvetinin kalbimizde huşû uyandırmasının sevincini derinden hissederek gönüllerimizi coşturup maneviyatımızı canlandırdık. Bu vesileyle hikmet gözüyle iç dünyamıza bir yolculuk yapıp, kendimizi sorgulayıp özeleştiri yaparak günah, çirkin ve kötü olan her şeyi geride bırakma kararı aldık. Camilerimiz, cemaatle kılınan namazlarla ayrı bir canlılık kazandı. Ellerimiz her zamankinden daha çok iyiliğe açıldı. Fakirleri, kimsesizleri gözeterek, düşkünlere yardım ederek yardımlaşmanın ve dayanışmanın, hayırda yarışmanın, yaraları sarmanın, insanların derdiyle dertlenmenin en güzel örneklerini sergiledik. Büyük bir bütünün anlamlı bir parçası olduğumuzu anlayarak elimizdeki maddi zenginliği, dilimizdeki güzel söz ve dileği, gönlümüzdeki sevgiyi herkesle paylaştık. Neticede paylaşma bilincini davranışlarına yansıtan, infakta bulunarak cömert ve fedakâr davranan Müslümanlar olarak, bununla hem Rahman’ı hem de Rahman’ın kullarını hoşnut ve razı etmeye çalıştık. Fakat mübarek Ramazan ayı geldi ve işte maalesef gitti. İlahi rahmetin bol bol serpildiği, lütuf ve ihsanın esirgenmediği; saadet, rahmet ve gufran ayının günlerini geride bıraktık. ALLAH Teâlâ aşkıyla, Peygamber sevgisiyle çarpan yürekler; bu hayırlı, bu feyizli günlerin gitmesinden, gönlünde derin bir acı duyar. Evet biz hüzünlüyüz, kederliyiz, hakikaten içlerimizde bir boşluk hissediyoruz. Ekim 2010 39 “Batıl inançlardan, kötü ahlaklardan iyice temizlenen, arınan ve Rabbisinin adını zikredip de namaz kılan kimse muhakkak felaha ermiş, korktuğundan emin, umduğuna nail olmuştur.”2 Şimdi bize düşen vazife, bu temizliğimizi muhafaza etmek ve kirlenmemeye çalışmaktır. Farzları yapmak, haramlardan uzaklaşmaktır. Kirlenirsek, yine yıkanırız, demeyelim. Çünkü ya nasib olmazsa!.. Sonra kirlenmemeye çalışmak, kirlenip temizlenmekten ve temizken tekrar yıkanmak da kirlendikten sonra yıkanmaktan daha faziletlidir ve daha kolaydır. Rabbimizin emirlerini muntazaman yerine getirip yasaklarından devamlı kaçınan Müslümanlar, daima bu şekilde tertemiz kalırlar. Aksine hareket edenler yani farzları terk edenler ve haramları işleyenler manen ve maddeten kirlenirler. Ebu Zer (R.A.) der ki: Resûlullah (S.A.V.) efendimiz bana şöyle buyurdu: “Ey şanlı Ramazan doymadık sana Elveda diyerek gidiyor musun? Kadrini bilenler oldu ak ü pak Sendeki o nurun yoktur bir eşi, Müminin kalbinde yanar ateşi, Hasretle kalbimiz bir yıl yanacak, Neylesem bilmem ki, neler söylesem, Unutma bizleri olmaz mı desem, Ey şanlı Ramazan ardından, ancak.” Evet; büyük denizlere doğru akıp giden ırmaklar misali, ömrümüzden bir Ramazan ayı daha eksildi. Böyle bir Ramazan ayına bir daha erişip erişemeyeceğimizi biz bilemiyoruz. İnşaALLAH daha birçok Ramazanlara kavuşuruz ve ihya etmeye muvaffak oluruz. Elhamdülillah idrak edip ihya etmeye çalıştığımız mübarek Ramazan ayı, biz günahkar kullara yüce Rabbimizin lutfettiği bir rahmet denizi idi. Hepimiz tuttuğumuz oruçlarla, yaptığımız tevbeistiğfar ve diğer ibadet-taatlerle bu rahmet denizinde yıkandık, tertemiz olduk. Çünkü Ebu Hureyre (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz: “Kim, iman ederek ve mükâfatını sadece ALLAH Teâlâ'dan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, onun geçmiş günahları mağfiret olunur” buyurmuşlardır.1Neticede felaha erdik, elhamdülillah. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: 40 “Nerede ve nasıl olursan ol, ALLAH Teâlâ’dan kork, takva sahibi ol! İşlediğin kötülüğün, haramın hemen arkasından iyilik yap, tevbe-istiğfar et ki, o kötülüğü yoketsin, silip süpürsün! İnsanlarla da güzel geçin, insanlara iyi ahlakla muamele et.3 Hz. Peygamber (S.A.V.) efendimizin özlü sözlerinden biri olan bu hadis-i şerifte üç önemli hususa tenbih ve ikaz buyrulmaktadır. 1- Her yerde ve her halde takva üzere olmak. ALLAH Teâlâ’nın azabından korkup, bütün emirlerini yapıp yasaklarından kaçınmak suretiyle kişi, ancak muttaki olabilir. Dinin temeli takvadır. Takvaya riayet etmeyen kimse dini; hayatında kamil olarak temsil edemez. Takva, ALLAH Teâlâ’nın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçınmakla gerçekleşen ve dinin temeli olan bir ilkedir. Buna ALLAH Teâlâ saygısı, ALLAH Teâlâ korkusu da denir. Takva, yalnızlıkta, toplum içinde, belâ ve musibet anında, bolluk ve refahta, yokluk ve darlıkta, sağlık ve hastalıkta, hasılı her durumda ALLAH Teâlâ'ya karşı saygılı olmak, sürekli uyanık, dikkatli ve şuurlu bulunmaktır. Bütün hallerde takva esas alınmalıdır. Böyle bir duygu ve halin sonuçları ise, yüce kitabımızda: ALLAH Teâlâ'nın dostluğu, ilahî övgü, ALLAH Teâlâ'nın yardımına ulaşmak, sıkıntılardan kurtulmak ve beklenmedik yerlerden rızka kavuşmak, amellerin ıslahı ve günahların bağışlanması, ilahî muhabbet, ALLAH Teâlâ katında makbuliyet, ölüm Ekim 2010 anında müjde, cehennemden kurtuluş ve nihayet cennette temelli mutluluğu buluş olarak belirtilmektedir. ALLAH Teâlâ'nın, gazabından sakındırması ve Hz.Peygamber (S.A.V.)efendimizin: “Nerede ve nasıl olursan ol, ALLAH Teâlâ'ya karşı saygılı bulun” tavsiyesi, Müslümanları bu güzel sonuçlara davet etmektir. Böylece Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz, Mü’minleri: “...Gerçekten ALLAH Teâlâ, üzerinizde gözetleyicidir.”4 Âyet-i kerimesinin mânâsına uygun davranmaya çağırmış olmaktadır. Zaten takva, onun tabii sonucu ilahi murakebe altında olduğu bilinci ile hareket etmekten ibaret değil miydi? 2- İşlenen haramların ardından hemen tevbeistiğfar etmek, iyilik yapmak.Takva, günah işlemeye, günah işlemek takva sahibi olmaya engel olmadığı için, insanlık gereği işlenecek günahların peşinden iyilik yapmak, o hata ve günahın sonuçlarını ve hatta bizzat günahın kendisini ortadan kaldırmak gerekmektedir. Zira ALLAH Teâlâ, iyiliklerin kötülükleri giderdiğini5 ve hatta iyiliklere tebdil ettiğini6 haber vermiştir. Bu da murakabe şuurunun olumlu bir başka neticesidir. İyiliğin hatayı iyiliğe dönüştürmesi veya hiç değilse, kötülüğün sonuçlarının ortadan kaldırılması, hiç hata işlememesinin mümkün olmadığı dünyamızda, kötülüklere karşı müsamahasız olmayı öngörmek ve öğütlemek demektir. Günahların ve kötülüklerin tortularını, işlenen iyiliklerle dezenfekte edebilmek gerçekten çok büyük bir imkan ve şanstır. Hayır vesilesiyle ALLAH Teâlâ'nın günahı yok etmesi, hem kişinin kalbinden günahın lekesini silmesi, hem de kişinin amel defterinin günah sayfasından, günahı silmesi şeklinde gerçekleşir. Kişinin her ikisine de ihtiyacı var. Çünkü günahlardan hasıl olan lekeler çoğalarak kalbi tamamen kaplayıp karartabilir. Mü’min büyük-küçük bütün günahı ciddiye alıp, tevbe, istiğfar, sadaka ve namaz gibi amellerle ondan kurtulma ve temizlenme gayretinde olmalıdır. Unutulmamalı ki: “Her bir günah içinde, küfre giden bir yol vardır. Şu hadis-i şerif ile dikkatinizi çekmek istiyorum. Ebu Hureyre (R.A.)den rivayete Resûlullah (S.A.V.) efendimiz şöyle buyurdu: göre “Mü’min bir kul; bir hata yaptığı, bir günah işlediği zaman kalbine siyah bir nokta, siyah bir iz vurulur, işlenir. Eğer kul, o hatayı, o günahı işlemekten el çeker, kendini uzaklaştırır, istiğfar eder ve tevbe ederse kalbi, o iz pasından cilâlanır, parlatılır, leke silinir. Eğer bunu yapmayarak günahı işlemeye dönerse, hatalara devam ederse, o siyah nokta arttırılır, büyütülür. Öyle ki bütün kalbini kaplar, istilâ eder. İşte ALLAH Teâlâ'nın: “Hayır! Gerçek öyle değil. Bilâkis, onların kazanmakta oldukları, işleye geldikleri günahlar, haramlar kalplerini kirletmiş, paslandırmıştır.”7 Ayet-i kerimesinde zikrettiği “Rân” budur.”8 Bu Mutaffifin suresi, 14. Ayet-i Kerime kafirler hakkındadır. Ancak Mü’min kişi günah işlemek suretiyle kalbinin kararması ve günah işlemeye devam etmesi yüzünden kalbinin kararmasının fazlalaşması bakımından kâfirlere benzer. Hz. Peygamber (S.A.V.) efendimiz bu ayet-i kerimeyi Mü’minlere okumuş ki, Mü’minler günahları çoğaltmaktan sakınsınlar ve kâfirlerin kalbleri karardığı gibi onların kalbleri de kararmasın. Bunun içindir ki: Günahlar küfrün postasıdır, denilmiştir. Farzları terketmek, haramları işlemek neticesinde oluşan günahlar, üst üste gelerek kalbi körletir ve onu öldürür. Kul farzları terkeder, Ekim 2010 41 haramları işler, neticede günahlar kalbini kuşatır ve her tarafını kaplar. Kulun kalbi, insanın eline benzer. Kul, her günah işledikçe bir parmağı kapanır. Böylece günah işlemeye devam ettikçe bütün parmaklar kapanır ve üzeri mühürlenir. O kalpler, o günahları alışkanlık haline getire getire, pas tutmuş aynalar gibi körlenmiş, kararmıştır da artık göstermez olmuşlardır. Yazı öğrenmek isteyen, yazı yazdıkça yeteneği artar. İlerleye ilerleye o derece yetenek kazanır ki bakmadan dahi yazı yazabilir. İşte psikolojik durum da böyledir. Yapılan işlerin, ruh üzerinde değişik etkileri olur. Meselâ herhangi bir günahı sürekli işleyenlerin kalblerinde o günahın yeteneği oluşur. Günah, seni ALLAH Teâlâ'dan başka şeyle uğraştırandır. Seni ALLAH Teâlâ'dan başka şeylerle uğraştıran her şey karanlıktır, lekedir. Demek ki bütün günahlar karanlıktır, kalbi karartır. Kalbte bu yeteneği oluşturan amellerden her birinin, bu yeteneğin oluşmasında bir katkısı vardır. “İnsan, her günah işledikçe kalbte siyah bir nokta oluşur, böyle böyle kalb kapkara olur.”Oluşan yeteneklerin kimi kuvvetli, kimi zayıf olduğundan bu kararmanın da derecesi ayrı ayrıdır. Kimi günah kalbe reyn yani pas, leke olur, kimi kalbin üstünü mühürler, kimi de kalbi kilitler, kapatır. Zikredilen hadis-i şerifte Resûlullah (S.A.V.) efendimiz tevbe ve istiğfarın ehemmiyetini çok güzel bir teşbih yani benzetme ile anlatmaktadır. Kasıtlı ve kasıtsız olarak işlenen her bir hata, her bir günah, ruhta siyah bir leke meydana getirmektedir. Günahlar arttıkça bu lekeler çoğalmakta ve temiz yerler azalmaktadır. Günahlardan uzaklaşmak, lekenin artmasını önler ise de tevbe ederek, mevcutların da silinmesi, o pasların yeniden cilalanması gerekmektedir. Günahın lekesi tıpkı ayna veya kılıç üzerindeki bir kir veya kağıt üzerine düşen bir mürekkep damlası gibi barizdir. Bu leke işlenen günahın cinsine ve miktarına göre muhtelif büyüklüktedir. “Kalp tıpkı, bembeyaz ve tertemiz bir elbise, günah da bu beyaz elbiseye isabet eden siyah bir leke gibidir. İster istemez bu leke elbiseyi çirkinleştirecektir. Günah karşısında insan bundan farksızdır.” Günahtan hasıl olan lekenin kalbi kaplaması, kalbteki nurun sönmesi, basiretin kapanması demektir. Kalpteki bu fıtri nur sönüp basiret körleşince, kişi, artık günahı günah olarak göremez, hayrı da hayır bilemez. 3-İnsanlarla güzel geçinmek: Ahlâkî olgunluğun ve murakabe şuurunun günlük hayattaki ve beşerî ilişkilerdeki sonucu olmaktadır. Bu uygulamanın ölçüsü de Hz.Peygamber Efendimiz (S.A.V.) tarafından, başkalarının kendisine yapmasını istemediğini onlara yapmamak şeklinde belirtilmiştir. İnsanlara güzel ahlâkla muamele çok farklı şekillerde olabilir, yerine göre tatlı dil, güler yüz, müsamaha, bağışlama, kusurlarını görmeme, hatasını yüzüne vurmama, ayıbını teşhir etmeme, eza ve cefasına katlanma, iltifat, hediye vs. Bunu yapabilen, hem dünyada hem ahirette mükafaatını görecektir. Dünyada felah, başarı, sıhhat, takdir ve sevgi, ahirette Cenâb-ı Hakk'ın mağfiretine mazhariyetle necat ve kurtuluş. Bu iki hadis-i şeriften öğrendiklerimiz: 1- İyilikler, kötülükleri ya büsbütün ortadan kaldırmak ya da iyiliğe dönüştürmek suretiyle yok eder. 2- Güler yüz göstermek, zarar vermemek, iyiliklerin yaygınlaşmasına gayret etmek ve kendisine yapılmasını istemediğini başkalarına yapmamak, insanlarla güzel geçinmek demektir. 3- Takva ya da ALLAH Teâlâ'ya karşı saygılı olmak, Müslümanı her türlü kötülüklerden koruyacak üstün bir meziyettir. 4- Her yer ve şartta ALLAH Teâlây'a karşı saygılı olmak, murakabe şuurunun göstergesidir. 42 Ekim 2010 değildir. Fakat bu fikir doğru değildir. Ahlâk; ister yaratılıştan gelsin ve ister kimilerin dediği gibi insandaki gelişimin neticesi veya kabiliyetinin bir eseri olsun herhalde düzeltilmesi mümkündür. Bilindiği üzere, bir meyve çekirdeğinin büyük bir kabiliyeti vardır. Bu çekirdek, nice ağaç ve meyve verme gücüne sahiptir. Bu çekirdek yetiştirildiği taktirde nice ağaçlar elde edilir, o ağaçlar yeşil yapraklar, rengarenk çiçeklerle bezenir ve çeşit çeşit meyveler verir. İşte insanda da tohum halinde ahlâk kabiliyeti vardır. İnsan çalışır, nefisle mücadelede bulunursa kendisindeki bu kabiliyet açığa çıkar, güzel ahlaklar meydana gelir ve kötü ahlaklar yok olup gider veya pasif halde kalıp aktif hale geçmez. Düşünmelidir ki, bir takım vahşi hayvanlar bile terbiyenin tesiriyle adeta tabiatlarını değiştiriyorlar ve evcil hayvanlar arasına giriyorlar. Bir takım yabani bitkiler dahi terbiye sayesinde başka bir renk ve canlılık ile bahçelerimizi süslüyorlar. Yukarıda zikredilen, A'lâ suresi, 14 ve 15. Ayeti celilesinden, insanların felaha ermesinin başlıca üç şeye bağlı olduğu güzelce anlaşılmaktadır. Bu üçü de; Tezekki yani iyice temizlemek, arınmak, ALLAH Teâlâ'yı zikretmek ve namaz kılmaktır. Tezekki'den maksat: İnkâr ve isyandan arınmak, ALLAH Teâlâ'nın emrettiklerini tutup yasaklarından kaçınmaktır. Şirkten, kötü ahlâktan temizlenmek, ALLAH Teâlâ'nın Resûlü'ne indirdiği hükümlere tabi olmaktır. Salih amelleri yapmaktır. Zekâtı, fitreyi vermektir. Küfürden, batıl inançlardan uzaklaşmaktır. Şüphesiz ki, gerçek arınma, her türlü maddi ve manevi kirlerden, lekelerden sıyrılıp kalbi ve vicdanı, duygu ve düşünceyi berraklaştırıp tertemiz tutmaktır. Böylesine kapsamlı ve anlamlı bir arınmanın mükâfatı ise, Cennette ebedî mutluluğa erişmektir. Hakiki imân, kalbi her türlü şirkten, inkârdan, şüphe ve nifaktan boşaltıp arındırır ve orayı ilahî tecellinin aynası haline getirip feyiz ve rahmet kaynağı kılar. Hiç şüphe yok ki, insan aslında düzgün bir tabiata sahiptir. Uluhiyet fikrini kavramıştır. Artık insana, bu düzgün tabiatına aykırı bir harekette bulunması, kötü inanç ve ahlâkla kendini kirletmesi hiç yakışır mı? İnsan, kendisini batıl inançlardan temizlemeye çalışmalı, ahlâkını da düzeltmeye gayret göstermelidir. Kimi insanlar derler ki: Ahlâk denilen ruhi melekeler, yaratılıştan gelmektedir; bunları değiştirmek mümkün Eylül 2010 Yine bazı adi taş parçaları da kapkara bir halde iken yapılan işlemler sayesinde parlıyor. Birer pırlanta ve elmas olarak gözlerimizi kamaştırıyor. Öyleyse en seçkin varlık olan insanın ahlakı niçin düzelmeye müsait olmasın? İnsanların ahlâkı değişebilir. Çirkin huyları güzel huylara değiştirmeye “tehzibi ahlâk” denir. Bu değiştirme, mümkündür. Mümkün olmasaydı, Nebiyyi Zişan Efendimiz: “Ahlâkınızı güzelleştiriniz.” diye emretmezdi. Nefisleriyle mücadele eden bir nice zatların ne güzel huylar kazandıkları daima görülmektedir. Riyazet, terbiye; hayvanlara, otlara, çiçeklere, hatta taşlara tesir edip dururken insanlara tesir etmez mi?. “Huy canın altındadır, can çıkmadıkça huy çıkmaz” sözü her yönüyle doğru değildir. Gerçi bazı huyları değiştirmek güçtür. Fakat imkansız değildir. Tedavi sayesinde bazı hastalıklar, tesirsiz bir hale geldiği gibi, terbiye ve mücadele sayesinde de bazı huylar, hiç olmazsa tesirini gösteremez bir hale gelir, güzel huyların karşısında siner, kalır. Güzel inanç ve güzel ahlaktan mahrum olmak ne büyük bir felakettir! Beşeriyetin saadeti, güzel inanç ve güzel ahlakla ayakta durur. Beşeriyetin felaketi de güzel inanç ve güzel ahlaktan mahrum olmanın kaçınılmaz bir neticesidir. ALLAH Teâlâ’yı bilen ve O'na inanan insanlar, kendilerini bir takım dini hükümlerle sorumlu bilirler, 43 bunlara uyar ve kötülük işlemeye o kadar cesaret edemezler, bazen etseler de hemen tevbe ve istiğfar ederler. Çiğnedikleri hakları yerine getirmeye çalışırlar. Evet olgun bir Müslüman başkalarının mallarına, canlarına ve namuslarına tecavüz edemez. Herkesin emniyet ve huzur içerisinde yaşamasını ister. Halbuki ALLAH Teâlâ’yı inkâr eden birisi, kendi nefsinin isteklerine uyar, bu sebeple de her türlü kötülüğü mübah görür, insanların malına, canına ve mukaddesatına el uzatmaktan geri kalmaz, kendi alçak duygularını tatmin etmek için her türlü ahlaksızlığı meşrulaştırır. Çevrenin saadet ve selametini düşünmez. Onun yegane gayesi kendisinin hayvanca yaşamıdır. Böyle bir kimse, dinden ve ahlaktan mahrum olduğu için bütün insanları da kendisi gibi bu mukaddesattan mahrum görmek ister. Bu alçak hedefi uğrunda, insanlık aleminde bir arsızlık devri başlayana, namus ve fazilet kalkana ve de mukaddesattan eser kalmayana dek didinip durur. Dünya tarihi gösteriyor ki, hangi millette böyle sapıklar, ahlakî değerlerden mahrum olanlar türediyse o milletin ahlakı ve birliği bozulmuş, kuvveti ve direnci kırılmış ve sonunda da yok olup gitmiştir. Sonuç olarak, dinsizlik ve ahlaksızlık akımı, bütün beşeriyet için bir falâket ve en büyük beladır. Bu 44 zararlı akımın önü alınmadıkça, insanlık alemi için kurtuluş ümidi yoktur. İnsan güzel inanca ve güzel ahlaka sahip olmalıdır ki, hem dünyada hem de ahirette felaha ve kurtuluşa erişebilsin. Bu da kuru laf ile değil, dinin talimatı gereğince ciddi bir şekilde çalışmakla elde edilir. Bir zat ne güzel demiştir: “Kurtulmak istiyorsun. Ama kurtuluş yolundan gitmiyorsun. Gemi kuru yerde yüzmez bilmiyor musun?” Gerekeni yapmak ve doğru yolu takip etmek lazımdır. Dolayısıyla selamet ve saadet sahiline kavuşmak isteyenler, hak dine, üstün ahlaka sarılmalı ve bunların gösterdiği yoldan ayrılmamalıdır. Sonuç olarak, insanın kurtuluşa ermesi için arınması lazımdır. Ancak sadece bu yeterli olmayıp bedeni ibadetlere de ihtiyaç vardır. İşte: “Ve Rabbinin ismini zikredip de namaz kılmıştır”9 ayet-i kerimesi bunu ifade etmektedir. Hiç şüphesiz zikrullah çok büyük bir yücelik taşımaktadır. Zikrullah, kalbin cilası, ruhun gıdasıdır. İnsan Cenâb-ı Hakk'ı sürekli zikretmelidir. Gafilce yaşamak insana yakışmaz. ALLAH ALLAH demek, Kur’an-ı Kerîm'i okumak, kelime-i Ekim 2010 tevhide devam etmek zikirdir. ALLAH Teâlâ'nın kudretinin eserlerini ve büyüklüğünü düşünmek, hatta bayram sabahı camiye giderken ve bayram namazını kılarken alınan tekbirler dahi zikirdir. Namazın dahi yüce bir ibadet olduğu bilinmektedir “Ve Rabbinin ismini zikredip de namaz kılmıştır” ayet-i kerimesindeki “namaz kılmıştır” fiili genel olarak zikredildiğinden bu; hem farz namazları, hem de vacip olan bayram namazlarını içerir. Namaz, ALLAH Teâlâ'yı yüceltmek, anmak ve O'na karşı ibadet borcunu ödemek O'ndan rahmet ve hidayet dilemektir. Namaz, ibadetin en olgun şeklidir. Zira insanı ruh temizliğine götürecek bu ibadetten önce beden ve elbise temizliği farz kılınmıştır. “ALLAHu ekber=ALLAH en büyüktür” sözüyle, ALLAH Teâlâ'dan başka düşünceler atılır, gönül yalnız ALLAH Teâlâ'yı anmaya yöneltilir. “ALLAHu ekber” sözüne tahrime denir ki ALLAH Teâlâ'dan başka şeylerle uğraşmayı haram kılmak demektir. Rükünden rükne geçildikçe bu tekbir tekrar edilir. ALLAH Teâlâ'nın huzuruna duran Mü’min her rek'atte Fatiha'yı okuyarak övgü ve ibadetin yalnız ALLAH Teâlâ'ya yapılacağını, hidayet ve rahmetin yalnız O'ndan bekleneceğini söyler, rüku ve sücûdunda ALLAH Teâlâ'yı tesbih eder. Namaz, iman ve takvanın bir gereğidir. Namazı huşu içerisinde ve vaktinde kılmak lazımdır. Namazın ahlâkî ve sosyal faydaları da bulunmaktadır. Hiç kuşkusuz iman ve kalb huzuru ile kılınan namaz, insanı kötü düşüncelerden, korku ve ıstıraptan kurtarır. O insan dünya için üzülmez, ALLAH Teâlâ'dan başka yarar ve zarar veren görmez. Herşeyi ALLAH Teâlâ'dan bilir, yalan ve nifaktan utanır. Her an kendisini ALLAH Teâlâ'nın huzuruna durmaya hazırlar. Namaz; haramlardan, kötülüklerden, çirkin işlerden meneder. Sabırsızlıktan, huysuzluktan sakındırır, yüksek ahlâk ile bezendirir. İnsanı daima ALLAH Teâlâ duygusunun kontrolu altında tutar ve bu kontrol altında hayat yoluna devam eden insan da her an önüne çıkması muhtemel olan haram engellere ayağını taktırmadan ve günah çamuruna bulanmadan emniyet içinde yürüyebilir. Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin bir evin önünden akan pırıl pırıl temiz bir suya benzettiği10 namaza devam edelim ki, o, bizim büyük günahlardan korunmamıza ve arada vaki olacak küçük günahlarımızdan da af olunmamıza sebep olur. Kısacası, tertemiz kalabilmek için dinen yapılması caiz olmayan şeyleri yapmamak, dinen yenilmesi-içilmesi haram olan şeyleri yememekiçmemek, dinen giyilmesi, kullanılması caiz olmayan şeyleri giymemek, kullanmamak, alınması-verilmesi haram olan şeyleri almamak-vermemek gibi hususlara, kısacası ALLAH Teâlâ’nın emir ve yasaklarına riayet etmek gerekir. Yapmış olduğumuz ibadet ve taatlerimizin kabulünü şu geri kalan ömrümüzü kamil iman ve o imanın gereği olan salih amelle birlikte sıhhat, afiyet ve ferahlık içerisinde geçirilmesini ve daha birçok Ramazan’lara, bayramlara kavuşmamızı Cenâb-ı Hakk’tan dua ve niyaz ederiz. ..................................................................... 1)Buhari, İman: 28, Leyletu'l-Kadr: l, Savm: 6; Müslim, Sıyam: 3, 20, Müsafirin:175; Ebu Davud, Ramazan: l, Savm: 57; Tirmizi, Savm l, Cennet: 4; Nesai, Sıyam: 39; İbn-i Mace, İkame:173; Sıyam:2, 33; Darimi, Savm:44, A.b.Hanbel, 2/232 2)A’la sûresi: 1415 3)Tirmizi, Birr: 55, No: 1987 4)Nisa Sûresi:1 5)Bak. Hûd Sûresi:114 6)Bak. Furkan sûresi: 70 7)Mutaffifin sûresi: 14 8)Tirmizi, Tefsir, No: 3334, İbn-i Mace, Zühd: 29, Ahmed b. Hanbel, 2/297 9)Âlâ Sûresi:15 10)Bak. Buhari, Mevakîtu’s-Salah: 5 Ekim 2010 45 Allah’ın Üç İsmi üce Allah Nas Suresi’nin başında üç ismini zikreder; bunlar Rab, Melik ve İlah isimleridir. Yüce Allah; “Rab” oluşuyla “AHLAK” ve “HUKUK”, “Melik” oluşuyla “YÖNETİM”, “İlah” oluşuyla da “İBADET” alanına taalluk eder. Yani bu alanlarda söz söyler. Bu alanlar İslam’ın temel konularıdır aynı zamanda. Bunların her birisi diğerinden bağımsız olmadığı gibi hele ki söz konusu din İslamiyet olunca, bunları birbirinden ayırmak çok daha zordur. Allah’ın sadece “İlah” olduğunu söylemek dini sadece “ibadet”ten ibaretmiş gibi görmeye; sadece “Rab” olduğunu söylemek dini salt bir ahlak ve hukuk doktrini olarak algılamaya sebep olur. Y Aydın BAŞAR İslamiyet dini, sistemlere “doğru öğreti” diye de tabir edebileceğimiz üst değerleri yani adalet esasına dayanan değişmeyen tümel ilkeleri verir. Bir sistem temel esaslarını İslam’dan alıyorsa o sistem İslamî bir sistemdir, almıyorsa batıl bir sistemdir. 46 Ahlak ve hukuk alanlarını birbirinden ayırmak mümkün değildir. Burada “Rab”, “terbiye edici” anlamı taşıdığı için “ahlak” alanına, “düzen koyucu” anlamı itibariyle de “hukuk” alanına taalluk eder. Aslında hukuk alanının “hüküm” ve “hikmet” gibi aynı kökten gelen iki kavramla da ilgisi vardır. Bu nedenle Rab isminin “hükümdar” anlamına gelen “Melik” ismiyle de alakası vardır. Yani bu isimlerin yeryüzündeki tecelli alanları iç içedir. “Melik” ise yönetici demektir. “Mülk” de yönetim demektir. Hz Ekim 2010 Ömer “Adelet mülkün temelidir” derken ideal bir yönetimin adalet esasına dayanması gerektiğini söylemek istemiştir. Din Ve Devlet Kur'an’ın bize bir devlet sisteminden bahsetmediği, İslam dininin sınırları beli bir “sistem”i önermediği. Kur'an’da veya hadis-i şeriflerde tarif edilmiş bir “sistem önerisi”nin olmadığı veya “devletinizi kurun” şeklindeki bir emrin söz konusu olmadığı söylenilebilse de Kur’an’ın bu alanlardaki bazı işaretleri ve Hz Peygamber’in de bazı fiili sünnetleri söz konusudur. Mesela Kur’an “ye’muru bil adl” der, yani adaleti emreder. Adaletin tesisi için ise düzene ve devlete ihtiyaç vardır. Diğer taraftan Kur'an bize terbiye eden bir “Rab”, hüküm koyan bir “Hakim” ve yöneten bir “Melik”ten bahseder. Yine Kur'an ve hadisler, bir takım hukukî ilke ve kuralları vaz’ederler. Hatta Kur'an’da “yönetim” ile ilgili bazı emirler de söz konusudur. (Ulul emre itaat konusu) Demek ki dinin bu yönlerinin yaşanabilmesi için orijinal bir sisteme ihtiyaç vardır. Bundan dolayıdır ki Efendimiz’in Hicret’ten sonraki ilk işi Medine’de bir Site Devleti’ni kurmak olmuştur. Bu olayı; Efendimiz’in yönetim alanıyla da ilgilendiğini gösteren fiili bir sünneti olarak değerlendirmek münasiptir. Müslümanların siyasetle uğraşmalarını yadırgayanların bu fiili sünneti hatırlamalarında fayda olabilir. Eski âlimlerimizin “devletin dini olmaz” gibi söylemlere itibar etmemeleri, bunun tam tercine “devletsiz din, dinsiz devlet olmaz” demeleri oldukça dikkat çekicidir. Kur'an’ın bir üst referans olması ve sistemlerin fevkinde bir konumda yer alması hasebiyle ismen bir sistemden bahsetmese bile olması öngörülen sistemlere tümel ilkelerini veren bir konumdadır. Aynı zamanda hırsızlık cezası, miras dağıtımı gibi konularda bazı hukuki tikel ilkelerden de bahseder. Kur’an’ın bu konulardan bahsetmesinin sebebi, arşivleri kalın İslam hukuku kitaplarıyla doldurmak veya o kitapları nostalji olsun diye okunması için değildir. Elbette bu ilkeler toplumsal hayatın her alanında kullanılmak için vardır. “Bunlardan yararlanalım” diyenlere kimsenin tepeden bakmaya da hakkı yoktur. Bir yerde güzel bir şey var ve ona sırf dini bir metinde geçtiği için hor bakılıyorsa bu durum Müslüman açısından kabul edilebilir bir durum değildir. Çünkü Müslümanların parçasını oluşturdukları düzen Yüce Allah’la barışık olmak zorundadır. Yani sistem adalet esasına dayanmalıdır. Çünkü Kur’an’ın yönetim alanında bizden istediği en önemli ilke budur. Adalet ise kuşkusuz islam’dadır. Hukuk Devleti İdeali Bu hedefe ulaşmak için ise –Batılı anlamda değil bizdeki “hak” kelimesinin cemisi/çoğulu olan hukuk anlamında- “hukuk devleti” idealinin gerçekleşmiş olması gerekir. Molla Sadra on yedinci yüzyılda insan hakları ve hukuk devletinin bir zaruret olduğunu şöyle açıklamaktadır: “Yeryüzünde bütün insanlık bireylerinin meydana getirdiği toplum en büyük (uzma) toplumdur. Hayr-i efdal ve kemal-i aksa (En üstün iyilik ve varılabilecek en ileri aşamadaki olgunluk) Medine-i fazıla (Hukuk Devleti) ve ümmet-i fazıla (Hukuk Devlet’inin bilincine varmış ve onu kurabilmiş toplum) ile elde edilir. Böyle bir toplumda bu toplumun kentleri gerçek hedefe ve gerçek Hayr’a ulaşmak için birbirlerine Ekim 2010 47 yardımcı olurlar. Yoksa Medine-i nakısa (Hukuk Devleti olmayan devlet türleri) ve ümmet-i cahile (Hukuk Devleti bilincine varamamış ve zorbaların tahakkümü altında kalmış toplum) ile Hayr’a ulaşılmaz. Böylesi toplumlarda Hayr’a değil Şer’re ulaşmak için insanlar birbirine yardımcı olurlar.” (Hatemi, İnsan Hakları Öğretisi, İstanbul, 1988, s. 304) Tarih boyunca Müslümanlar birbirinden farklı birçok sistemler kurmuşlardır. Misalen Devlet-i Osmaniye’nin kendisine “İlayı Kelimetullah” vazifesini yüklediği bir yönetim sistemi vardır. Bu sistem tüm eleştirilere rağmen İslamî bir sistemdir. İslamîdir fakat bu sistem İslam’ın sistemi veyahut İslam’ın bizzat kendisi değildir. Emeviler ve Abbasiler’in sistemleri için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. İslamiyet dini, sistemlere “doğru öğreti” diye de tabir edebileceğimiz üst değerleri yani adalet esasına dayanan değişmeyen tümel ilkeleri verir. Bir sistem temel esaslarını İslam’dan alıyorsa o sistem İslamî bir sistemdir, almıyorsa batıl bir sistemdir. Batıl sistemlerde Yüce Allah’ın “El Adl” isminin tecellisi olan bu ilkelerinin yerine yapay akıl dininin izafi doğruları benimsenilir. Bu da yeryüzünde 48 adaletin yerini zulmün aldığı anlamına gelir. Birçok İslam arifi gibi Farabi de bu ilkelerden bahsetmiştir. “Farabi adaletin ancak ‘doğru öğreti’ ile anlam kazanacağını yoksa ‘hukuk devleti’ (medine-i fazıla) olmayan bir düzende galibin mağlubu sömürmesinin adalet sayılabileceğini, gayet isabetli olarak belirtir.” (Hatemi, Hukuk Devleti Öğretisi, s.217) İnsanın Hilafeti Kuran-ı Kerim, Allah’ın insanları halife olarak yarattığını söyler. (Bakara, 30) İnsanın hilafeti onun yeryüzüne hükmetme ve ona bir şekil verme yetkisidir. İnsan, aklı sayesinde bunu yapar. Zaten akıl sahibi olmasından dolayı, ona hilafet sorumluluğu yüklenmiştir. İnsan yeryüzünü işleyecek, imar edecek ve onu yönetecektir de... Ancak bunu yaparken mutlak yöneticinin “Melik” olan “Rab” olduğunu inkâr edemez. Bunu inkâr etmesi demek, Melik’in mutlak egemenliğini inkâr etmesi demektir. İşte “kafir” bu inkarı yapan kişidir. “Mümin” ise Allah’ın “İlah” ve “Rab” ismini göz ardı etmediği gibi diğer isimlerini ve “Melik” ismini de göz ardı etmez. Yeryüzünde hükmeden mutlak hükümdarın “Melik’în nas” ve “Ehka- Ekim 2010 dahi sokağa taşmamalı, uygar gözleri incitmemelidir.” (Hukuk Devleti Öğretisi, İstanbul, 1989, s.274) Allah’a Kul Olmak Suredeki “İlahin nas” (insanların ilahı) ifadesi ile ilgili olarak da şunları söyleyebiliriz: “İlah” ismi Yüce Allah’ın “ibadet” alanına taalluk eden ismidir. İbadet ise niyetlere göredir. Yani insanın yapıp ettiği bütün işler eğer temelde Yüce Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya yönelik ise bir ibadet hükmüne geçer. mul hakimin” (Bkz. Tin Suresi) olduğunu yani O’nun insanların Melik’i ve Hakim’i olduğunu kabul eder. Kur'an’da insanların yeryüzündeki hilafetinden bahsedilmesi bizi bir kez daha yönetim alanında düşünmeye sevk eder. İnsana verilen hilafet vazifesi sayesinde insan yeryüzünde hükmeder. Pratikte hukukunu kendisi yapsa bile dayandığı ilkelerini Mutlak Hükümdar’dan almak zorundadır. Zira bir mümin, Rabbi’nin her alandaki buyruklarına önem vermek durumundadır. Onun her alanda Rabb’ini önemsemesi halifeliğini gerçekleştirmesi, önemsememesi ise hilafet görevini “adl”in üzerine değil “zülm”ün üzerine kurması ve görevini kötüye kullanması demektir. Bu konuda Hatemi şöyle der: “Dinin hukuk alanında da etkilerinin olabileceğini tespit etmiş oluyoruz. Ne var ki batı demokrasilerinde yaygın olan kanıya göre de İslam değerler felsefesi olarak itibar görmeye bile elverişli bir din değildir. Sadece dar anlamda ibadet törenleri alanına itilmeli ve kilitlenmelidir. Bu alanda bile haddini bilmeli, bayram ve cuma namazlarında Ekim 2010 İbadette asıl olan kulluğa şirkin bulaştırılmamasıdır. O halde insanların İlahı olan Yüce Allah’a inanıyor ve O’nu ibadete layık yegâne zat olarak biliyorsak mevcut putları reddettiğimiz gibi, her gün kendi ellerimizle yeni putlar da yontmamalıyız. Bu putlar ne atalarımızdan miras kalan yanlış geleneklerin ve yanlış inançların hamurundan olsun ne de modernite çamurundan imal edilmiş olsun. Her ikisi de bizi tek mabudumuz olan Rabbül Alemin’den uzaklaştıracaktır. O halde niyetlerimizi sorgulamakta acele etmemiz gerekir. Şu âlemde niyetlerimiz Allah’ın rızasını kazanmak değil ise bizim başka putlarla alakamız var demektir. Davranışlarımıza yön veren değer yargılarını ve yaşam tarzımızı atalarımızın yanlış inançlarından alıyorsak menfi bir gelenek putuna, yok modernitenin yeni yumurtladığı anlayışlardan alıyorsak modernite putuna “abd” (kul) olmuşuz demektir. İslam’ın değer yargılarına “rabt” (bağlı) olmadan Yüce Allah’a “abd” olamayız. Bunun için de Yüce Allah’ı tanırken parçacı yaklaşımlarla değil O’nu tüm isimleri ile birlikte tanımalıyız. Evet! Allah Teala hem Rab’dir, Hem Melik hem de İlah’tır. Nas Sûresi’nde bahsedilen şer odaklarından ve tüm karanlık güçlerden kurtulmanın çaresi de, bu üç ismi bir arada idrak etmek ve Allah’la barışık bir düzeni desteklemektir. Yani Yüce Allah’ı hem Rab, hem Melik hem de İlah olarak bilmek ve bu isimlerin taalluk alanları olan İbadet, Hukuk, Ahlak ve Yönetim alanlarından O’nu çıkarmaya yeltenmemektir. Başka bir ifadeyle şirke bulaşmamak ve böylece hakiki bir Müslüman olarak tertemiz kalmaktır. 49 Davet Öncüsünden Davet Örnekleri… llah Resulü'nün, Ebu Cehil'i daveti... Muğire bin Şube anlatıyor: "Resulullah (sav)'ı ilk tanımam şöyle olmuştur: "Mekke sokaklarının birinde Ebu Cehil bin Hişam'la beraber yürürken yolda Allah Resulüne rastladık. Peygamber: "Eb'ul Hakem! Allah ve Resulüne gel, seni Allah'a çağırıyorum" dedi A Salih AYDIN "Ey Harb oğlu Ebu Süfyan! Ey Utbe kızı Hind! Vallahi öleceksiniz, sonra diriltileceksiniz. Sonra iyiler cennete, kötüler cehennem ateşine girecek. Ben size gerçeği söylüyorum. Hakikat siz ilk uyarılanlardansınız." 50 Ebu Cehil ise: "Ey Muhammed! Tanrılarımıza dil uzatmaktan vazgeçecek misin? Yalnız senin getirdiğine şahitlik etmemizi mi istiyorsun? Biz senin vazifeni yaptığına şahitlik ediyoruz. Vallahi, söylediklerinin gerçek olduğunu bilsem elbette sana uyarım" dedi. Resulullah (sav) gidince, Ebu Cehil bana dönerek: "Onun söylediklerinin gerçek olduğunu kesinlikle biliyorum. Fakat beni men eden şey şu: "Kusayy oğulları* Hicabet (Kâbe'nin koruyucusu) bizde dediler. Peki dedik. Sikayet (Hacılara su verme vazifesi) bizde dediler, peki dedik. Nedve (Meclis) bizde dediler, peki dedik. Sonra onlar yemek verdiler, biz de verdik. Sonunda bir konuda onlarla tam eşitliği sağlamışken, onlar; "Peygamber de bizden" diyorlar. Hayır! Vallahi bunu yapamam. [Beyhaki] Ekim 2010 * Kusayy: Peygamberimizin dördüncü atasıdır. Kureyşlileri bir araya getirip soylarını birleştirmiş, hükümdarlığı Huzailerden alıp Kureyşlilere vermiş, Kureyş'in şerefinin temelini atmıştı. Allah Resulü'nün Velid bin Muğire'yi daveti... İbn Abbas (ra) anlatıyor: "Bir gün Velid bin Muğire, Allah Resulüne geldi. Resulullah Kur'an okudu. Velid, etkilenir gibi. Durumdan haberdar olan Ebu Cehil, hemen Velid'in yanına gitti ve: "Amca! Kavmin aralarında sana mal toplamak istiyorlar" deyince, Velid, niçin diye sordu. Ebu Cehil: "Sana verecekler. Çünkü Muhammed'e gitmişsin. Onun tarafından gelecek teklifi kabul etmemen için" Ebu Cehil'in bu sözleri üzerine Velid şöyle dedi: "Kureyş bilir ki, içlerinde en fazla serveti olan benim" Ebu Cehil: "Öyleyse Muhammed hakkında öyle bir söz söyle ki, kavmin ona inanmadığını bilsin" deyince. Velid: "Ne söyleyeyim? Vallahi, içinizde şiir, şiir kaidelerini, cinlerin şiirlerini benden iyi bilen yoktur. Vallahi, Muhammed'in söyledikleri bunlardan hiçbirine benzemiyor. Vallahi, onun söyledikleri içinde bir parlaklık var. Sözlerinin doruğu meyveli, dibi derin. Bu sözler yükselecek, üstüne hiçbir söz çıkamayacak. O, altında kalanları ezecek. Velid'in bu sözlerine öfkelenen Ebu Cehil: "Onun aleyhinde konuşmadıkça kavmin senden hoşnut olmayacaktır" dedi. Velid: "Dur biraz düşüneyim" dedi ve biraz düşündükten sonra "Bu sihirbazdan öğrenilip rivayet edilen bir sihirden başka bir şey değildir" dedi. Bu hadise üzerine Müddesir suresinin 11 ila 31. ayetleri nazil oldu. [Beyhaki]a Allah Resulü'nün, Ebu Süfyan ve karısını daveti... Muaviye anlatıyor: "Bir gün babam Ebu Süfyan, atının terkisine annem Hind'i alarak arazisini dolaşmaya çıktı. Ben delikanlıydım. Eşeğimin sırtında, önlerinde yürüyordum. Derken Allah Resulü (sav)'ın sesini duyduk. Babam Ebu Süfyan: "Muaviye, sen in de Muhammed binsin" dedi. Ben indim, Allah Resulü bindi ve yavaş yavaş önümüzden yürüdü. Sonra bize döndü ve: "Ey Harb oğlu Ebu Süfyan! Ey Utbe Ekim 2010 kızı Hind! Vallahi öleceksiniz, sonra diriltileceksiniz. Sonra iyiler cennete, kötüler cehennem ateşine girecek. Ben size gerçeği söylüyorum. Hakikat siz ilk uyarılanlardansınız." dedi ve sonra Fussilet suresinin 1 ila 11. ayetlerini okudu. 1) "Hâ. Mîm. 2) (Kur'an) Rahmân ve Rahîm olan Allah katından indirilmiştir. 3) (Bu,) bilen bir kavim için, ayetleri Arapça okunarak açıklanmış bir kitaptır. 4) Bu kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğu yüz çevirdi. Artık dinlemezler. 5) Ve dediler ki: Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır. Onun için sen (istediğini) yap, biz de yapmaktayız! 6) De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek İlâh olduğu vahy olunuyor. Artık O'na yönelin, O'ndan mağfiret dileyin. Ortak koşanların vay haline! 7) Onlar zekâtı vermezler; ahireti inkâr edenler de onlardır. 8) Şüphesiz iman edip iyi iş yapanlar için tükenmeyen bir mükâfat vardır. 9) De ki: Gerçekten siz, yeri iki günde yaratanı inkâr edip O'na ortaklar mı koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir. 10) O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler yarattı ve orada tam dört günde isteyenler için fark gözetmeden gıdalar takdir etti. 11) Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye: 'İsteyerek veya istemeyerek, gelin!' dedi. İkisi de 'İsteyerek geldik' dediler." Ebu Süfyan: "Ey Muhammed! Sözlerini bitirdin mi? Dedi. Allah Resulü: "Evet" deyip merkepten indi. Sonra ben bindim. Annem Hind, Ebu Süfyan'a dönerek: "Şu büyücü için mi oğlumu eşeğinden indirdin" dedi. Ebu Süfyan da: "Vallahi, o ne sihirbazdır ne de yalancıdır" karşılığını verdi. [Taberani] 51 Muhabbet Bahçesi *H.Z. ŞUAYB Kuran’da adı geçen peygamberlerden. Medyen ve Eyke halkına peygamber olarak gönderildi. Bu iki ülkede ayrı ayrı mücadelede bulundu. Bu iki toplumla yaptığı mücadelesi, çeşitli ayetlerde geçmektedir.Medyen ve Eyke, dağlık ve ormanlık olan iki ülke idi. Medyen toprakları, Hicazın kuzey batısın da, oradan Kızıldenizin doğu sahiline, güney Filistine, Akabe Körfezine ve Sina Yarımadasının bir bölümüne kadar uzanan bölgelerde yer alır.Kur’an’ın Medyen halkı hakkında anlattıklarının önemini kavramak için, bu insanların, Hz. İbrahim’in üçüncü hanımı Katurah’tan olma oğlu Midyan’ın soyundan geldikleri iddialarina dikkat edilmelidir. Doğrudan doğruya onun neslinden gelmemiş oldukları halde, tümü onun soyundan olduklarını iddia etmişlerdir. Çünkü eski bir geleneğe göre, büyük bir zata bağlı olan herkes, daha sonra yavaş yavaş onun torunları arasında sayılmaya başlanırdı. Nitekim Hz. İsmail’in (a.s) soyundan gelmemesine rağmen bütün Araplara "İsmailoğulları" denmiştir. Hz. Yakub (a.s)’ n soyu (israiloğulları) için de durum aynıdır. Ayni şekilde, Hz. İbrahim (a.s’"in çocuklarından biri olan Midyan’ın etkisi altına giren tüm bölge halkına Bena Medyen (Medyenogullari) ve onların oturduğu yerlere de, Medyen bölgesi dendi (ez-Zirikl, Kâmûsû\"l-A\"Iâm, VI, 4244; Yakut el-Hamev, Mu\"cemü\"l-Büldan, Beyrut 1956, V, 77). Şuayb (a.s), Hz. İbrahim’in torunlarından Mikâil’in oğludur. Annesi ise Hz. Lut’un kızıdır (etTaber, Tarih, Misir 1326,I, 167; es-Sa\"leb, elArâis, Mısır 1951, s. 164; M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Ankara 1990, I, 327). Yüce Allah’tan Şuayb (a.s)’a kitap veya sahife gönderilmedi. O, Âdem, Şit, İdris, Nuh ve İbrahim’e indirilen sahifeleri okudu ve onlarla tebliğde bulundu (Ibn Asakir, Tarih, Beyrut 1979, VI, 322). Şuayb (a.s) büyük bir hatipti. insanları güzel söz ve nasihatlarla aydınlatmaya çalıştı. Dolayısıyla ona peygamberler hatibi denilmiştir (ez-Zemahserî, el-Kessâf, Kahire 1977, II, 118). Şuayb (a.s) aynı 52 zamanda Musa (a.s)\"in kayınpederi idi. Kızı Safura\"yı Musa (a.s) ile evlendirmişti (ibnü\"l Esir, elKâmil, Beyrut 1965, 177). Şuayb (a.s)’in Peygamber olarak Medyen’e gönderilmesi ve Medyenlilerle mücadelesi, Kuran’da söyle bildirilir: "Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: "Ey kavmim, Allah\"a kulluk edin, sizin ondan başka ilahınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi. Ölçüyü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin, düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Eğer inanan (insan)lar iseniz böylesi sizin için daha iyidir!... Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek insanları Allah yolundan çevirmeğe ve O (Allah yolu)nu eğriltmeye çalışmayın. Düşünün siz az idiniz, O sizi çogalttı ve bakın bozguncuların sonu nasıl oldu!... Eğer içinizden bir kısmı benimle gönderilene inanmış, bir kısmı da inanmamış ise, Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. O, hükmedenlerin en iyisidir" (el-A\"raf, 7/85,86,87). Görülüyor ki Şuayb (a.s) onları Allah’a kulluk etmeye, insan Haklarına saygılı olmaya, her türlü bozgunculuktan uzak durmaya ve bu yolda sabırla hareket etmeye davet ediyordu. Fakat Medyen halkı Şuayb (a.s)’in nasihatlerini dinlemediler ve kötü hareketlerinde daha ileri gittiler. Onların bu isyan ve sapkınlıkları, Kuran’da şöyle haber verilir. "Dediler ki: Ey Şuayb, senin söylediklerinden çoğunu anlamıyoruz, biz seni içimizde zayıf görüyoruz. Kabilen olmasaydı, seni mutlaka taslarla(öldürür)dük! Senin bize karşı hiç bir üstünlüğün yoktur!" (Hd 11/91). Şuayb (a.s) onların bu taşkınlıklarına karsı nasihat ediyor ve onları büyük bir azap ile kokutuyordu: (Şuayb onlara de ki): Ey kavmim, size göre kabilem Allah’tan daha mı üstün ki, O\"nu arkanıza atıp unuttunuz? şüphesiz Rabbim, yaptıklarınızı kuşatıcıdır. (Ondan bir şey gizli kalmaz.) Ey kavmim, olduğunuz yerde (yaptığınızı) yapın, ben de yapıyorum. Yakında Ekim 2010 Yusuf ELİBOL kime azabın gelip kendisini rezil edeceğini ve kimin yalancı olduğunu bileceksiniz. Gözetin, ben de sizinle beraber gözetmekteyim."(Hd, 11/92-93) Her türlü mücadelede, tebliğ ve nasihate rağmen, Allah\"ın emirlerini dinlemeyen, zulüm, taşkınlık ve kötülükte ısrar eden Medyen halkı, azabı hak etmişti: Derken o (müthiş) sarsıntı onları yakalayıverdi, yurtlarında diz üstü çöke kaldılar. Şuayb\"ı yalanlayanlar, sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular. Şuayb’ı yalanlayanlar... iste ziyana uğrayanlar, onlar oldular" (el-A\"raf, 7/91-92). Medyen halkı, kafirlerin kaçınılmaz sonu olan azaba maruz kaldıktan sonra Şuayb (a.s) onlara acımıştı. Bu durum, Kuran’da söyle bildirilir: (Şuayb), onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: Ey kavmim, ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!.." (el-A\"raf, 7/93) Buna göre, Allah’ın emirlerini dinlememede ısrar eden ve bunun neticesinde Allah\"ın azabı ile cezalandırılanlara acımamak gerekir. Çünkü bu cezayı hak etmiş oluyorlar. Şuayb (a.s) Medyenlilerle beraber, Eyke halkına da peygamber olarak gönderilmişti. Onlarla da önemli mücadelelerde bulundu. Onlarla olan mücadelesi ve onların isyankârlığı, Kuran’da şöyle özetlenmektedir. Gerçekten Eyke halkı da zalim kimselerdi" (el-Hasr, 15/78). Eyke halkı da gönderilen elçileri yalanladı. Şuayb, onlara demişti ki:(Allah’ın azabından) korunmaz misiniz? Ben size gönderilen güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Ben sizden buna karşı bir ücret istemiyorum. Benim ücretim yalnız alemlerin rabbine aittir. Ölçüyü tam yapın, eksiltenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın. İnsanların haklarını kısmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. Sizi ve önceki nesilleri yaratan (Allah)’tan korkun" (es-suar, 26/176,177,178,179,180,181,182,183,184). Eykeliler, Şuayb (a.s)’in telkinlerine karşı ters hareket ettiler. Söz dinlemeyip isyanda Ekim 2010 bulundular. Hatta, Şuayb (a.s)’a hakaret ettiler. Onların bu isyanı, Kuran’da şöyle dile getirilir: "Dediler: Sen iyice büyülenmişlerdensin. Sen de bizim gibi bir insansın, biz seni mutlaka yalancılardan sanıyoruz" (es-şuarâ, 26/185, 186). Eykeliler bununla bile yetinmediler. Azab isteyecek kadar, ileri gittiler: "Eger doğrulardansan, o halde üzerimize gökten parçalar düşür" (esşuarâ, 26/187) diyerek Şuayb (a.s)’a meydan okudular. Şuayb (a.s) onlara söyle cevap verdi: "Rabbim, yaptığınızı daha iyi bilir" (es-şuara, 26/188). Yüce Allah da, onlara verilen azabı, söyle haber veriyor: "O’nu yalanladılar. Nihâyet o gölge gününün azabı, kendilerini yakaladı. Gerçekten o, büyük bir günün azabı idi. Muhakkak ki, bunda bir ibret vardır. Ama yine çokları inanmazlar" (esşuarâ, 26/189, 190). Ayette söz konusu olan "gölge gününün azabı" hakkında, müfessirler söyle bir açıklamada bulunuyorlar: Eykeliler azap isteyince, Güneş yedi gün müthiş bir sıcaklık yaydı. O sırada gökyüzünde bir bulut belirdi ve serin bir rüzgar esti. Eykeliler bulutun gölgesinde toplandılar. Birden o buluttan bir ateş indi ve Eyke halkı yeryüzünden silindi (el-Beydav, Envaru\"t-Tenzl, Misir 1955, II, 84). Medyen ve Eyke halkı Hz. Şuayb’ı dinlemediler ve bunun neticesinde, yukarıda sunulan âyetlerde ifâde edildiği gibi helâk oldular. Allah’ı dinlememenin, peygambere uymamanın ve yanlış yollara sapmanın cezasını buldular. Şuayb (a.s), kendisine uyanlarla birlikte Mekke’ye gidip yerleşti. Orta boylu, buğday benizli biri olan Şuayb (a.s), hayatinin sonuna doğru gözlerini kaybetmişti, amâ olarak yaşıyordu. Mekke’de vefât etti. Türbesinin, Kâbe’nin batısın da, Darünnedve ile Benu Semh kapısının arasında olduğu rivâyet edilir (et-Taberî, Tarih, Misir 1326, I, 167; Ibn Kuteybe, Kitabü\"l-Maârif, Beyrut 1970, s. 19: Ibn Asakir, Tarih, Beyrut, 1979, VI, 322). 53 Görün Artık Bu Gerçeği izler kafamızda bir dünya kurduk ve herkesin bu dünyaya ayak uydurmasını istiyoruz. Farklılıklara asla tahammül edemiyoruz. Herkes kafamızdaki bu dünyaya göre yaşasın ve bizler gibi düşünsün istiyoruz. Kendi doğrularımız var ve tek doğru da bu. Bunun dışındakiler lafı güz ar. Bizim gibi düşünmeyenler hain ya da cahil. Hainler daha çok kendi dünyalarından olduğuna inandıkları kişiler arasından çıkmaktadır. Kendileri gibi görünüp de farklı düşünce beyan eden kişi hemen hain damgası yer ve en acımasız bir şekilde eleştirilmeye başlanır. Yetmezmiş gibi dalga da geçerler. Onlar insanların her şeyleri ile kendilerine tam itaat etmesini isterler. Böyle yapmadığı zaman vay onun haline. Mahalle baskısı diye ahkâm kesip karşı tarafı suçlayanlar, başlarlar mahalle baskınını dik alasını yapmaya. Bırakın baskıyı linç girişimine bile başlarlar. Bunun yakın tarihimizdeki en güzel örneği Sezen Aksu’dur. Referandumda evet oyu vereceğini açıkladı, diye başına gelmeyen kalmadı. Hem de yıllarca baş tacı edenler tarafından. Sezen Aksu’yla Sazan Aksu diyerek dalga geçtiler, ona hakaretler ettiler. İzmir’de bir sokağa verilen “Sezen Aksu Sokağı” ismini bile değiştirmek istediler. B Hasan BAŞAR Onların gözünde insanların değerli olabilmesi için mutlaka kendileri gibi düşünmeleri gerekir. Kendi saltanatlarını yıkacak her türlü fikir, düşünce tehlikelidir. Ve en acımasız şekilde bastırılmalıdır. Peki, bu linç girişimi ilk defa mı oldu? Hayır! Son olacağını da sanmıyorum.Çünkü bu zamana kadar yaşanan tecrübeler bizlere bunu göstermiştir. Kemal Tahir “Devlet Ana” 54 Ekim 2010 romanını yazıncaya kadar saygı duyulan değer verilen bir sanatçı iken bu romanı yazdıktan sonra sanatçılığı tartışılır hale gelmiştir. Yine o malum çevreler tarafından linç girişimine tabi tutulmuştur. Necip Fazıl Kısakürek de hayatındaki o dönüşümden sonra da aynı akıbete uğramıştır. Yerlere göklere sığdıramadıkları Necip Fazıl gitmiş yerine sıradan bir şair gelmiştir. Aynı alaycı tavır ona da sergilenmiş, ama Necip Fazıl buna müsaade etmemiştir. Bir sohbet esnasında kendisiyle: “Üstat biz senin eski halini de biliriz? Diyerek dalga geçmek isteyenlere: “Ben geçmişimi çöpe attım. Çöpleri de karıştıranlar ancak kedi ve köpeklerdir.” Diyerek tarihi bir cevap vermiştir. Bu zihniyet İstiklal Şairimiz Mehmet Akif’in hakkını teslim etti mi? Hayır. Hatta ve hatta Mehmet Akif gibi sanatçıların büyüklüğünden bahsetmek, sanatçılığının hakkını vermek onlar için dünyanın en zor işidir. Zulümdür. Öyle ki onların övülmelerine asla tahammülleri yoktur. Nazım Hikmet ki dünya görüşü olarak Mehmet Akif’le yakından uzaktan alakası olmayan bir insan, Mehmet Akif’in sanatçılık hakkını teslim ederken malum bu zihniyet buna da sansür uygulamıştır. Nazım Hikmet “ Kurtuluş Destanı’nın da şöyle söylemektedir: … Karşıda topçu ihtiyat ikinci mülazım Hasan -Bizim istiklal marşında eksik bir şey var Bilmem nasıl anlatsam Akif büyük şair, İnanmış adam, Fakat onun İnandıklarının hepsine inanıyormuyum? …. Dizeleri ile devam eden şiirin orijinali bu şekilde iken Akif’in büyük şairliğine tahammül edemeyen zihniyet şiirdeki “Akif büyük şair” mısrasını çıkarmıştır. Onların gözünde insanların değerli olabilmesi için mutlaka kendileri gibi düşünmeleri gerekir. Kendi saltanatlarını yıkacak her türlü fikir, düşünce tehlikelidir. Ve en acımasız şekilde bastırılmalıdır. Onların içinde bulundukları ruh halini en güzel, üstat Yahya Kemal Beyatlı söylemiştir. Orhan Veli Kanık’ın ağzından Yahya Kemal’in o teşhisi: “Bir gün Yahya Kemal’le konuşuyordum. Bana apartmanları göstererek dedi ki: Köşkleri var, arabaları var, halayıkları var. Fakat hiçbir zaman bizim duyduklarımızı duyamıyorlar, bizim düşündüklerimizi düşünemiyorlar. Biz düşünüyoruz, düşünülmüş halde kendilerine anlatıyoruz; yine de anlamıyorlar.” ( Orhan Veli, İnkılâpçı Gençlik, 12 Eylül 1942) Orhan Veli ile Ekim 2010 Yahya Kemal demişken aynı zihniyet yine burada da kendisini gösterir. Orhan Veli kullanılarak Yahya Kemal’le dalga geçilmeye çalışılır, onu küçümserler. Orhan Veli ile Yahya Kemal arasında geçtiği rivayet edilen olay şöyledir: Bir gün Yahya Kemal’le Orhan Veli vapurda karşılaşırlar. Orhan Veli aruzla yazdığı “Efsane” adlı şiiri Yahya Kemal’e okur. O da : “Çok güzel.” der. Sonra devam eder: “Orhan Bey, biraz daha gayret etseniz, bu saha da bizi geçeceksiniz.” Orhan Veli de güya şöyle der: “Üstadım, biz bunları ciddiye almıyoruz ki, karalama olsun, alay olsun diye yazıyoruz.” Bakar mısın zihniyete, güya hem Yahya Kemal’le hem de eski şiirlere dalga geçiyor. Hem de kimi kullanarak Orhan Veli’yi. Kullanarak kelimesini özellikle kullanıyorum, çünkü bu olay yaşanmamıştır. Yaşansa bile Orhan Veli böyle dememiştir. Çünkü kendisi Yahya Kemal’in şahsına ve sanatına karşı derin bir saygı duymaktadır. O Yahya Kemal için söyle der: “İstanbul milletvekilliğini Yahya Kemal kazandı. Buna sevinmek mi lazım bilmiyorum. Çünkü Yahya Kemal şimdiye kadar birçok büyük mevkilerde bulundu. Bu mevkilerin en büyüğü de Yahya Kemallik mevkii idi. Baki’nin bir mısraını, derviş kendi başına sultan olup gezer, Mısraını ihtimal onun kadar hiç kimse duymamıştır. Ben Yahya Kemal namına değil, daha çok, milletvekilliği namına seviniyorum.” (Orhan Veli, Ülkü, 1 Mayıs 1946) Yine Orhan Veli onun için yine şöyle der: “Yahya Kemal, belki o da bir bakıma bugünkü dünyanın istediği şair değildir. Ama kim ne derse desin, şairdir. Üstelik iyi şairdir de. Bence memleketimizde mücadele edilmesi gereken hayranlık Yahya Kemal hayranlığı değildir.(…) Bugünkü Türk sanatına, meclis kürsülerinden iftira eden, adı şaire çıkmış zavallılar var. Onlar karşımızda dururken gerçek şair Yahya Kemal’e dil uzatmak benim elimden gelmiyor.”(Orhan Veli, Festival, Ocak 1950) Ne güzel söylemiş değil mi Orhan Veli, “adı şaire çıkmış zavallı” diye. Evet, etrafımızda kendini aydın gören ve kendisinden başkasını küçümseyen o kadar çok zavallı var ki, içine düştüğümüz bu hale üzülmemek elde değil. Olayları saptırarak, olmayan şeyleri olmuş gibi göstererek, her şeyi işlerine geldiği gibi değiştirerek, insanların gerçekleri öğrenmelerini engelleyen zavallılar ne diyeyim size. Size ancak acıyorum. Çünkü acınacak haldesiniz. Siz sanıyorsunuz ki bizleri aldatıyorsunuz. Hayır, siz sadece ve sadece kendinizi aldatıyorsunuz. Görün artık bu gerçeği. 55 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri Muhabbetin Alametleri İbn-i Abbas (ra) Resulullah (sa) Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Kim ki sırf bir sünnetin devam etmesi veya bir bidatin ortadan kalkması maksadıyla ümmetime bir hadis naklederse, o kişi cennetliktir. Bu hadis-i Şerif, sünneti yerine getirip bidati kaldırarak, Allah için herşeyden vazgeçip O’na güvenerek, O’na iman edip O’nu severek cennete yerleşecek olanları anlatır. Ey Oğul! Kalplerin sevgilisinin, Allah olduğunu bil! Allah bir kulunu sevdiğinde, kudretinin büyüklüğüyle onun iç aleminden haberdar olur. Kalbini, ihsanından esen zikir meltemiyle coşturur. Allah, kuluna kendisinden başkasını göremez oluncaya kadar muhabbet kadehinden kana kana içirir ve onu sarhoş eder. Onu kendisine dost, yakın ve arkadaş seçer. Bu kişi artık Rabbini zikretmeden duramaz, ondan başka kimseyi seçmez.O’ndan başka bir şeyle meşgul olmaz. Ebu Bekir Vasiti (ra) der ki: “Muhabbet makamı, korku makamından yücedir. Kim muhabbet ehlinin arasına girmek isterse Allah’a karşı hüsn-ü zanda bulunup O’na hürmet etsin.” Bir rivayette, Allah Teala’nın Davut (as)’a şöyle vahyetmiştir: “Ey Davut! Beni sev, beni sevenleri de sev. Sonra beni kullarıma sevdir.” Davut (as) buna karşılık şöyle dedi: “İlahi! Seni seviyorum, sevdiklerini de seviyorum. Seni kullarına nasıl sevdireyim?” Sorusuna karşılık şu cevabı aldı: “Onlara nimetlerimi ve lütuflarımın güzelliğini hatırlat.” Bir Hadiste şöyle rivayet edilmiştir: “Allah Teala bir kulunu sevince Cibril (as) şöyle nida eder: “Ey göklerde ve yerde bulunanlar! Ey Allah’ın dostları ve saf kulları! (bilesiniz ki) Allah Teala falan kulunu sevdi, sizler de onu sevin!” Muhabbetin Alametleri Ebu Abdullah Nessac (ra) der ki: “İçinde Allah sevgisi olmayan hiçbir amel kabul olmaz. Allah, 56 Ekim 2010 sevdiği kulunu belalarla imtihan eder. O’ndan gayriye meyl edenin O’nunla arasına perde çekilir. Muhabbet ehlinin divanından aşağı atılır.” Abdullah bin Zeyd (ra) anlatır: “Bir kış günü, karın üzerinde uyuyan bir adama rastladım. Adamın anlında ter damlaları vardı. Onu uyandırıp “Ey Allah’ın kulu! soğuğu hissetmiyormusun?” diye sorunca, cevabı şu oldu: “Mevlanın sevgisiyle hemhal olana soğuk işlemez.” Bundan sonra aramızda şöyle bir konuşma geçti: -Muhabbetin alameti nedir? -Kendindeki çoğu (amelini) azımsaman, sevgilinden gelen azı (nimeti) büyük görmendir. -Bana nasihat et! -Senin varlığın Allah için olsun ki Allah’ta senin için olsun. Muhammed b. Hüseyin (ra) anlatır: Bir gün cariye satın almak için köle pazarına girmişitim. Gezinirken, başındaki örtüde “Bizi isteyeni iflas ettiririz, bizden kaçanı da huzursuz ederiz!” yazılı, kuvvetli bir cariyeye rastladım. Allah Teala kullarına şöyle buyurur dedim: “Beni isterseniz benden başka herşeyi size unuttururum. Benden başka birşey göremez oluncaya kadar da, sizi nefislerinizden kurtarırım.” Muhammed b. Hüseyin (ra) sonra şu hikayeyi anlattı: “Zatın biri sevdiği birinin evine gider ve kapıyı çalar. İçerdeki “Sen kimsin” diye sorunca; “Ben senim” diye cevap verir. Bunun üzerine içerdeki: “Ey ben buyur” der: “Beni kendinde öyle erittin ki, kendime ve sana şaştım, Beni kendine öyle yaklaştırdın ki, kendimi sen sandım...” Alkame (ra)’ın Abdullah (ra)’dan naklettiğine göre; Resulullah Efendimiz (sa), “Semiallahu limen hamideh (Allah, hamd edenlerin hamdini duydu)” dediği zaman, peşinden “Rabbena ve lekel hamd (Rabbimiz, sana hamd olsun)” derdi. Bu Hadis-i Şerif, Allah’ın davetine uymanın sırlarını anlatır. Muhabbet erbabı içerisindeki zevk ehli, Allah’ın her emrine marifetleri sayesinde uyarlar... Ekim 2010 57 Bir Teffekür Adamının Ardından ayatımızı estetize etmeden dilimizi, dilimizi estetize etmeden hayatımızı estetize etmemiz mümkün değildir. Dilimiz ile hayatımız arasındaki bu derin irtibat hiçbir şekilde inkar edilemez. Dilimiz, estetiğimiz ve yaşam kalitemiz üzerine düşünmek ayrı bir ciddiyet mevzuudur. Bizim ilim geleneğimizde ilim, 'önce seviye seviye sonra tesviye tesviye' diye tamama erer. Önce bilgi merdivenlerini tırmanıp, sonra bu bilgi malzemesini tesviye(estetize) ederiz. Şairler bu malzemeyi, yani dil taşını yontan şekil veren heykeltraşlardır. Şairin yoğurduğu hamur dil ise; dil estetiği üzerine düşünmek de yine şair mesleğidir. Bu da tabii ki soy şairlerin altına kafa koyacakları ağırlıklı bir meseledir. Bir şairin ardından da sözler özenle seçilmiş olmalı diye düşünsek de kafamız hatıralara dalıp dalıp gidiyor. Söylenecek çok şeyi de eksik bırakıyoruz çoğu zaman… H Umut BULUT Kalemiyle dev sermayelere kafa tutup tenezzül etmeden yürüyen bir şair geçti bu topraklar üzerinden... 58 Olcay Yazıcı, sahip olmakla derdi olan bir şairdi. Kültür Dünyası Dergisi’nde Eric From düşüncesi ile ilgili yaptığı tahlil ve eleştirilerle tanıdığımız Yazıcı, Eric From’un Olmak Ya da Sahip Olmak adlı kitabından oldukça etkilenmişe benziyor ki hayatı boyunca sahip olmakla sorunlar yaşayıp olmanın telaşına düştü. Hayatına rengini veren düşünce adamları hep kendisi gibi mistik tarafı ağırlıklı insanlardı. Seyyit Ahmet Arvasi, Cemil Meriç, Eric From, Fethi Gemuhluoğlu gibi düşünürlerle gelişip zenginleşen Yazıcı, yalnız ve Ekim 2010 münzevi bir şairdi. Onun yalnızlığı kendisiyle aynı düzlemde düşünüp hislenecek kimselerin çok az oluşuyla alakalıdır. Öfkesi Karadeniz gibiydi ve haklı bir öfkeydi bana göre, şiirden estetikten anlamayan bir yığın kişinin sadece edebiyat mafyasının rüzgârıyla bir yerleri işgal etmesini bir türlü kabullenemiyordu. Şiire ve dile estetik bir pencereden bakmayı esas alan biri için içinde bulunduğu durum kolay kolay kabul edilebilir değildi. Bir yanıyla Eric From’a dokunurken, bir yanıyla İmam-ı Rabbani'nin Mektubat’ına uzanıyordu. Hayatı ve düşüncesi belki son iki yüzyıldır hasretini çektiğimiz aydın profilinin bir numunesiydi. Bir ayağı kendi toprağına basan Olcay Yazıcı batı düşüncesine hakkıyla vakıf bir mütefekkirimizdi. Hali kaliyle mütevatı bir insan olarak, karşısındaki herkes tarafından saygıyla karşılanan Olcay Yazıcı, neye inandıysa arkasında kaya gibi durmasını bildi. Belki omurgasızlığın para ettiği yanlış bir zamanda böylesine düz ve dik yaşaması kendisi için maddi anlamda çok ciddi kayıplara sebep oldu, ama arkasında her daim saygıyla anılacak bir isim bıraktı. Temiz kalmış bir ismin sahip olarak Olcay Yazıcı, eserlerinden çektiği ıstırabı okuyabileceğimiz bir yazardı. Hüzün Yazılarında hüznü ve teslimiyeti gördük. Dil Estetiği ile memleketimizin çok önemli yerlerini işgal eden zevatın acıklı dil hatalarına şahit olduk. Titiz çalışan zor yazan bir yazar olarak üzerinde derin derin Ekim 2010 düşünmediği hiçbir metni okuyucunun önüne koymadı. İster şiirde ister nesirde olsun her zaman okuyucusuna saygı duyan bir edebiyatçı titizliği ile hareket etti. Yıllarca çalışıp biriktirdiği metinleri, yarım kalmış şiir ve düşünce eserlerini derleyip toparlayıp yeni kitaplar yapmayı hayal ediyordu. Çalakalem sürüm yapan hikâyecilerin aksine demlenmemiş hiçbir metne Olcay Yazıcı imzasını atmadı. Geriye dönüp baktığımızda yazdıklarından çok bir şey kazanamadığını görüyoruz. Beyni bir hamal küfesi gibi hep fikir taşıdı. Belki onun taşıdıklarından başkaları çok şeyler kazandı ama o hamal küfesini ısrarla yere bırakmadı ayağa düşürmedi. Yüreği ve beyni kendinden büyük bir şairin zamansız aramızdan ayrılışı bizi derin bir boşluk içinde bıraktı. Kültür ve sanattan anlamayan bir camia içinde kültür kültür diye yırtınıp duran bir mütefekkirin sesi hep bastırıldı.Olmak ya da sahip olmak gibi çatallı bir yol ağzında tercihini olmaktan yana kullandı ve hep sahip olmakla ilgili bir derdi oldu. Kendisini işten çıkaranları cenazesinde tiyatro oynarken görünce gülmek değil içimden acı acı ağlamak geldi. Şiirimizin ve edebiyatımızın bu küçük dev ismi, kendi tabiriyle küstah ve cahil bir sermayeye yenilmişti. Kalemiyle dev sermayelere kafa tutup tenezzül etmeden yürüyen bir şair geçti bu topraklar üzerinden… Adı Osman Olcay Yazıcı… Karadeniz gibi hırçın ve öfkeli… Mekânın cennet olsun şiir çocuk… Allah Rahmet eylesin teffekkür adamı. 59 İSLAMA GÖRE ÇOCUK EĞİTİMİ eryüzün de yaratılmış en şerefli varlık insandır.Allah c.c. Kuran ı Kerim de Tin Suresin de ,insanın en şerefli varlık olduğunu bildirmiştir.İşte en şerefli varlık olan insan neslini yetiştiren biz ebeveynler bu işi son derece ciddiye alıp gereken hassasiyeti göstermek zorundayız.Zira en şerefli varlık olan insanoğlu gene ayetin ifadesi ile küfre varınca da 'Aşağıların en aşağısı olabilmektedir.Toplumun,anne babanın ve çevrenin yanlış yönlendirmesi ile son derece zarralı bir fert olabilmektedir. Y Hatice FURHAN ...En güzel eğitim metodu Güzel Örnek olmaktır. Sıkıştığı zaman yalan söylemekten kaçınmayan bir ebeveyn, çocuğu yalan söylediği zaman buna kendinden başka sebep aramamalıdır... 60 Emanet olan evlatlarımızı iyi yetiştirebilmek için son derece ihtimam göstermeliyiz ki;yaratıldıkları gün gibi hayatları boyunca da hep en şerefli olabilsinler.Unutmayalım ki çocuk büyütmek başka eğitmek,yetiştirmek başka birşeydir. Çocuğu yedirmek, içirmek, en iyisinden giydirmek, saçını süpürge etmek, okula yollamak,bir dediğini iki etmemek vs. gibi şeylerin tam olarak iyi yetiştirmek olduğunu düşünüyorsak yanılıyoruz demektir. Üzerine basarak ve altını çizerek ifade etmek gerekir ki; Bir Çiceği Yetiştiriken Bile Bu İşi İyice Bilmek Gerekiyorsa Kainatın En Mükemmel Varlığını Yetiştirme İşini De Çok İyi Bilmek Lazımdır. Basit bir danteli, oyayı yapmak için bile nasıl ki bir bilene danışmak gerekiyorsa, evlat yetiştirmek Ekim 2010 için de ebeveynler olarak bizlerin önce kendimizi iyi yetiştirmesi gerekir.Lütfen mazaretler arkasına sığınmadan,her gün yeni bir bilgi öğrenmeye çalışarak kendimizi yetiştirmeye gayret edelim.Damlaya damlaya göl olur.Az da olsa hergün yeni birşeyler öğrenip onları hayata geçirmeye gayret edelim. inşallah.Gelin,iyi bir evlat yetiştirmenin bazı püf noktalarını beraber öğrenmeye çalışarak işe başlayalım. Evlat yetiştirirken yapılması ve de yapılmaması gereken en önemli konuları özetle şöyle sıralayabiliriz. En önce dikkat edilmesi gereken şey'Benim evladım çok huysuz.ne desem dinlemiyor,bundan zor adam olur'dememektir.Koruğun bile sabırla helva olduğunu söyler atalarımız.Önce kendimize bakalım, Rabbimiz de bize herşeyi çokça anlattığı,yapmamız ve yapmamız gerekenler konusunda çokça uyardığı halde, Allah’a ne kadar kul oluyor, emrettiklerini ne kadar yapmaya, yasakladıklarından ne kadar uzak durmaya çalışıyoruz.Bunca isyan ve hatalarımıza karşılık Rabbimizin bize gösterdiği hoşgörüye bakalım birde.Bunca isyana rağmen bundan adam olmaz deyip hesabımızı kesmiyor,son nefese kadar mühlet veriyor.Cezalandırma da hiç acele etmiyor.İşte bizler de sabrı kalkan ederek başlayacağımız,hoşgörü ve toleransla devam ettireceğimiz bu işe çocuklarımızı tanımaya çalışarak devam edelim. Her çocuk diğerin den farklıdır.Aynı ana babadan olan kardeşler bile birçok özellikte birbirlerine benzemezler.Her çocuğun huyu,anlama kapasitesi farklıdır.Her hastanın hastalığı,her hastalığın ilacı farklı olduğu gibi ve her hastalıkta ancak kendi ilacı ile tedavi edildiği gibi,çocuk ta ancak kendi anlayacağı dilden ona yaklaşılırsa,kendi huy ve özellikleri dikkate alınarak şahsına munhasır bir eğitim uygulanırsa o zaman sağlıklı eğitilmiş olur. İki çocuğu da hasta olan bir anne çocuğun birini doktora götürüp aldığı ilaçla masraf olmasın, başka almayalım diye aynı ilacı diğerine de içirmeye kalkarsa varın olacakları siz düşünün.Yaşları ve hastalıkları farklı olan bu iki çocuğun ilaca verecekleri tepki farklı olacak,birine şifa olan belki diğerine zehir olabilecektir.Bu örnekten yola çıkarak şunu söyleyebiliriz ki;birden fazla evladı olan ebeveynler evlatları ile evlatları sayısınca metod ile diyalog kurmak zorundalar.Ancak çok önemli bir şey varki oda şudur: En güzel eğitim metodu GÜZEL ÖRNEK olmaktır. Sıkıştığı zaman yalan söylemekten kaçınmayan bir ebeveyn, çocuğu yalan söylediği zaman buna kendinden başka sebep aramamalıdır. Daha küçücükken ağladığında yada yaramazlık yaptığında; 'Susmazsan seni öcüye veririm.Sus bak şimdi öcü gelecek' diye korkutan.En yakında gözüne kestirdiği bir teyzeyi evladına iğneci teyze diye tanıtan bir anne evladı yalancı olursa kusuru kendinde bulmalıdır. Balkondan,camdan yarı beline kadar sarkıp çocuğunu 'Gel bak sana ne vereceğim'diyerek çağıran bir anne,çocuk geldiğinde bir şey vermiyor sadece yaptırmak istediği işi yaptırıyor,bakkala vs. yolluyor ise çocuğunun bir daha ki çağırışında gelmemesine ya da duymamazlıktan gelmesine hazır olmalıdır.Bu şekilde sarsılan güveni kazanmak zordur.Ne olur evlatlarımızın bize olan güvenini sarsmayalım.Sürekli nasihat ederek çocuklarımızı sıkmak bunaltmak yerine güzel örnek olarak hal dili ile nasihat edelim inşallah. Çocuk eğitiminde çok önemli bir konu da kurallar ve kuralcılıktır.Çok fazla kural koymak sıkıcı olur.Eğer gerçekten gerekli bir durum varsa elbette kural koyulmalıdır.Ancak kuralları sırf tehdit unusuru olsun diye koyup,sonra uygulamaktan vazgeçerek çocuğu ikilem içerisinde bırakmak büyük hatadır.Bir önemli konuda koyulan kurallara anne baba da uy- Ekim 2010 61 malıdır.Yala nı yasaklayıp kendi yalan söyleyen,çok para harcama deyip kendi çok harcayan,eve asla geç gelme deyip kendi eve sürekli ve mazeretsiz geç gelenebevyn çocuğun gözünde güvenilmez biri olu ki;bunun sonucu olarak kuralları kolayca aşar.Ayrıca konulan gerekli bir kural ise ,kural sırf acıma duygusu ve merhametten ötürü kaldırılmamalı eğer herhangi bir nedenden ötürü kaldırılacaksa bu çocuğa açıklanmalı ki,çocuk anne babayı sözünde durmayan istikrarsız biri olarak görmesin.Unutmayalım fazla kısıtlamak zarar verdiği gibi fazla ve yersiz merhamette zarar verir. Bir önemli nokta da şudur ki;Çocuk bir hata yaptıysa onu cezalandırmadan önce anlamaya çalışalım.Çünkü çocuklar bazen yaptığı şeyin hata olduğunu bilmeden yapar.Bu gibi bir durum da yaptığı şeyin hata olduğunu anlatarak yaklaşalım.Hele hele kaza olarak kırılan dökülen şeylere aşırı kızmak,incitmek,başkalarının yanında hakaret etmek “Sen zaten hep böyle beceriksizsin,yaramazalıktan başka ne beklenir senden,sen çok dikkatsiz ve sakar bir çocuksun,senden adam olmaz” vs. deyip,çocuğun psikolojisini hepten mahvetmek hakikaten çocuğu uslanmaz ve yaramaz biri yapar. Diğer bir önemli husus ise şudur:Çocuklara verilen sözler bir sakız almak bile olsa, mutlaka yerine getirilmeli,yerine getirilmeyecek söz asla verilmemelidir. Çocuğunu “Sen Adam Olamazsın” Telkini İle Yetiştiren Babayı Vali Olduktan Sonra Ayağına Jandarma Zoru İle Getiren “Sen Adam Olamazsın Diyordun Ama Bak Vali Oldum” Diyen Evladın Suçlandığı Kadar “Ben Sana Vali Olamazsın Demedim Adam Olamazsın Dedim Diyen Ve Evladını Sen Adam Olmazsın Telkini İle Büyüten Babanın Da Suçlanması Gerekir... Ayrıca çocuklarımıza şunu söylemeyi de ihmal etmeyelim:Evladım bende bir insanım,elbette benimde hatlarım olabilir.eğer farkedersen beni uyar olur mu.Bu nu söylemek çocuğumuzun bize karşı olan güvenini artırır,biz çocuğumuzu bir hata yaptığında uyardığımız zaman anlayışla karşılamasına neden olur ve çocuk uyarıldığında kızmak yerine hatayı kabul edip düzeltmenin bir erdem olduğunu öğrenmiş olur. 62 62 Çocuğuna “Sen Adam Olamazsın” Demiş Ancak Adamlığın Ne Olduğunu Öğretmemiş Bir Baba Adamlığı Makam Mevki Sanan Evlattan Daha Suçludur. Ekim 2010 Çocuk eğitiminde çok etkili bir yöntem de ;Çocuğu tenkit edip eleştirerek deil,merhamet ve şefkatle ve yapıcı bir şekilde yaklaşmalıdır.Bu nun en güzel örneği mubarek kitabımız da mevcuttur. Rabbimiz TA HA suresin de hz. Musa ya hitaben “Fravun’a git. Çünkü o çok azdı. O na yumuşak söz söyle. Umulur ki korkar” diyerek, korkutmaktansa yumuşak sözün daha etkili olduğunu bildirmiştir. Peygamberimizin yanında 10 yıl hizmet eden Hz. Enes r.a. bu on yıl boyunca Efendimiz s.a.v’in bir kere dahi'Enes bunu neden böyle yaptın'diye tenkit etmediğini anlatmaktadır. Enes te çocuktur ve mutlaka o da yapmıştır çocukluğunu. Bahçesinden hurma çalarken yakaladığı çocuğu yaka paça Efendimiz s.a.v. egetiren adamı hoş karşılamamaış,çocuğa dönerek; 'Evladım neden yaptın'diye şefkatle sormuş.'Açtım'cevabını alınca da 'Evladın ağaçtan yeme,yere düşenlerden ye'demiş ve ellerini kaldırarak 'Ya Rab bu çocuğu doyur diye dua etmiştir. Gene Efendimiz s.a.v. bir gün yolda ürürken ezanla dalga geçen bir çocuk gördü.Hayır!hayır!gidip ağzına bir tane patlatmadı.Ne mi yaptı.Çocuğun yanına gitti ve'Ne güzel sesin var senin dedi.Çocuğa ezan okuttu başını okşadı para verdi,Bunun üzerine çocuğun kalbi yumuşadı ve Mekke nin müezzinlerin den biri oldu.Unutmayalım Yumuşak Olmak Peygamberimizin Ahlakındandır. Bir diğer önemli mesele de şudur:Saygı görmek istiyorsak saygı duymayı bilelim.Biz çocuklarımıza saygı duyarsak onlarda bize saygı duyarlar.Onları anlayıp,dinlemeden eleştirmeyelim,kimsenin yanında küçük düşürmeyelim.Onların değer verdiği şeylere bizde değer verelim.Örgüsünün ilmeğini kaçırdığı için çocuğunu azarlayan anne bilmelidir ki;çocuğunun gazeteden kestiği bir resmi,ya da sakladığı bir sakız kağıdını çöp diye çocuğuna sormadan atttığı zaman çocuğu da ona kızmaktadır.Çocuklarımızın yaşına inerek onlarla o şekilde diyalog kuralım bizim yaşımızda gösterilecek olgunluğu daha minicik yaşlarında beklemek hatasına düşmeyelim. Ve en önemli hususta şudur:Çocuklarımıza Allah c.c’ı sevdirelim.BU nasıl mı olacak?.Çok kolay bir metod var hemde Rasulullah ın tavsiye ettiği.Onlara Allah ın nimetlerini hatırlatalım.Sofraya koyduğumuz yiyeceklerin O’ndan olduğunu daima gündemde tutalım.Bir kek yapsak' Bak anne cim Allah eğer bana akıl vermseydi bu kekin içine şeker yerine tuz koyardım.Ay ne kötü olur du değilmi' diyerek çocuğun her nimette Yarada nı görmesine,her nimeti Yaradan dan bilmesine vesile olalım inşallah. Unutmayalım!Elimiz de bir demir parçası yok.Öyle olsaydı kolay olurdu.Yanlış yaptığımız da eritip yeniden şekil verirdik.Elimiz de bize emanet olarak verilen ve üzerimiz de hakkı olan evlatlarımız var.Yanlış yapar,yada sabırsızlık edersek,düzeltmek için baştan göstermediğimiz sabır ve gayretten daha fazlasına ihtiyaç olur. Unutmayalım! Ben yapamam diyenler baştan kaybedenlerdir.Kazananlar ise ben biiznillah yaparım diyenlerdir.Evlatlarımızı yaşlandığımız zaman bize baksınlar diye değil,insanlık için,gelecek için ama hepsinden önemlisi Allah’a c.c. hakkıyla kul Rasulüne güzel ümmet olsunlar diye yetiştirelim. Şimdi hemen “Ben Yapabilirim, Ben Yapmalıyım” diyerek evlatlarımız için en güzelini yapmaya başlayalım inşallah. “Az sonra” bile çok geç olabilir.Yolumuz açık ,Yardımcımız Allah c.c Olsun İnşallah. Ekim 2010 63 BEYOĞLU ‘S.O.S’ VERİYOR eyoğlu ve civarı, İstanbul’un fethinden önce Cenevizli zengin tüccarların beldesiydi. Bu sebeple, kadim kültür dokusunu devam ettirmek için yüzyıllar boyunca Osmanlı ile iyi geçinmiş, daha sonraki dönemlerde, hoşgörü medeniyetinin imkânlarından yararlanarak izlerini sürdürebilmiştir. Ülkemize gelen bütün Avrupalı/Batılı gezginlerin kendi izlerini, kültür köklerini aradıkları bir yerdir burası. 18. yüzyılda başlayan yenileşme hareketleri ve 1834 Tanzimat fermanı, bilimde, sanatta ilerleyen, sömürge ve sanayileşme ile zenginleşen ve bunu bütün dünyada hissettiren batı etkisinin Osmanlı ülkesinde de yaşanmaya başlaması, İstanbul’un biçimlenmesini de önemli ölçüde etkilemiştir. B Nidayi SEVİM Beyoğlu Profesyonelce, planlı ve programlı bir şekilde eski mimari kimliğine uygun olarak yeniden imar ediliyor. Bu operasyon için milyarlar havada uçuşuyor... 64 Sarayın yönetim işlevinin sur dışında, Beşiktaş sırtlarında Yıldız’da ve sahilde yerleşmesi birçok işlev alanının yer seçiminde ve şehrin parçaları arasında kurulan ilişkiler sisteminde en önemli paya sahiptir. Bizans döneminde “karşı yaka” anlamına gelen Pera’nın sur içine köprülerle bağlanması, burada gayrimüslim ülkelerin elçiliklerinin çevresinde çeşitli finans kurumlarının, uluslararası şirketlerin ve buna bağlı olarak çeşitli eğlence yerlerinin yer alması ile yeni bir Ekim 2010 merkez olarak gelişmesi, prestij konut bölgelerinin oluşumuna yol açmıştır. Artık Pera karşı yaka olmaktan çıkmıştır. İstanbul’un dört kadılığından birine sahip olan Beyoğlu’nun asıl önemi, Meşrutiyet dönemi de dâhil olmak üzere ülkemizdeki değişimin prototipi olarak gösterilmesindendir. Bir zamanların payitahtı, Cumhuriyet döneminin ise kuşkusuz en büyük şehri olan İstanbul’un bu semtine gerek İstanbullunun, gerekse Anadolu’dan gelmiş pek çok insanımızın hayatında en az bir defa uğradığı bir gerçektir. Film dünyasının kalbi yıllar yılı Beyoğlu-Yeşilçam’da atmış, insanımız dünyayı beyaz perdede kendisine gösterildiği gibi tanımıştır. Yine insanımız Holywood’un zengin imkânlarıyla yapılmış filmleri ile ilk kez burada tanımış ve Batı medeniyetini biraz da bu pencereden, onların istediği normlarda izlemiştir. Her yenilik öncelikle burada meydana gelmiş, buradaki gibi yaşanılıp eğlenilmiş ve mutlak seçkin bir havali olduğuna iman edilmiştir. Velhasıl özentilerin, modanın ve birçok ilkin ülkemizdeki menşei burasıdır diyebiliriz. Dışarıdan bakıldığında Beyoğlu böyle bir tablo oluşturmaktadır. Peki, Beyoğlu’nda yaşayan Anadolu insanının durumu nasıldır bu tablonun içinde? Ahmet Hamdi Tanpınar “Sahnenin Dışındakiler” isimli eserinde Beyoğlu için: “Burada hayat bir bakıma göre ancak müsaade edildiği nispette bizimdi.” der. Yine Yahya Kemal Beyatlı, yazılarında Beyoğlu’nu “Fethedilmeyen İstanbul” olarak nitelendirir. Müzmin bekâr Ali Emiri Efendinin olumsuz şöhreti sebebiyle hayatı boyunca Beyoğlu’na adım atmadığı söylenir. Bütün bu yaklaşımlarla beraber Beyoğlu, farklı dine, millete, kültürel, sosyal ve ekonomik konuma sahip insanların yaşadığı dünyanın ender semtlerinden biridir diyebiliriz. Yüzyıllar boyu farklılıkların çatışma unsuru olmadığı, bilakis zenginlik sebebi olarak görüldüğü müstesna bir yerdir Beyoğlu. Kadim zamandan beri bu özelliği ile dünyaya da örnek teşkil etmiştir. 20. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Anadolu’nun en ücra köşelerinden gelip, bir apartmanın kapıcılığını yapan, bir işyerinin merdiven altındaki Ekim 2010 çay ocağını işleten, perşembe pazarında hamallık yapan gayretli ve çilekeş insanlarımız bütün olumsuz ve zor şartlara ve yönlendirmelere rağmen burada, erozyona uğramadan, yozlaşmadan ayakta kalmayı başarabilmiştir. İkinci ve üçüncü kuşak çıtayı biraz daha yükseltmiş ve 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren artık yönetimde de söz sahibi olmayı başarmıştır. Fakat ne yazık ki, bu yöneticiler şehrin toplumsal dokusunu muhafaza edecek ve vizyon oluşturacak, ileriye taşıyacak politikalar üretememiş, projeler oluşturamamışlardır. Dünün dünyaya örnek olan model şehri, bugün kaderi ile baş başa kalmış, tükenişini seyretmektedir. Yoğurtçu Hasan Efendi, miadını doldurmuş, son sermayesi olan fakirhanesini elden çıkarmak zorunda kalmış, şehrin varoşlarında iki küçük daire alırım, birinde otururum, birinden de üçbeş kuruş gelirim olur, demiş gitmiş. Bir zamanlar Elizer’in olan kırtasiyeci dükkânı şarap evi olmuş, terzi Varkes, oyuncakçı Anna’nın dükkânlarının bulunduğu işhanı “Gaymotel” oluvermiş. Semt sakinlerinin huzur içinde oturdukları daireler birkaç saatlik süfli zevkle- 65 Ramazan davulcusunun polis marifetiyle derdest edildiği fakat barların, kulüplerin, kafelerin gümbürtüsünün sabahlara kadar devam ettiği ve kimsenin bundan hesap soramadığı, denetleyemediği bir Beyoğlu… Bunun adı hoşgörü, özgürlük, demokrasi, insan hakları değil bilakis aymazlığın, yozlaşmanın, kepazeliğin, çürümüşlüğün ta kendisidir. Evet, Sayın Başbakan korkuları gidermelidir; çünkü Beyoğlu sakinleri işlerine, evlerine, çarşıya, pazara giderken korkuyorlar. Sokaklarda dolaşmaya, Beyoğlu’nda yaşamaya korkuyorlar!.. rin tatmin edildiği “Garsoniyer”lere dönüştürülmüş. Ramazanda kimse incinmesin diye penceresine perde takan muhallebici Toma ustanın bir üst katında, bugün ne idüğü belirsiz insan müsveddeleri perdeleri sonuna kadar açmış evde anadan üryan dolaşıp teşhircilik yapıyor. Emre Aköz’ün de dediği gibi: “Eskiden Asmalımescit meyhane sayısının üç beşi geçmediği bir semtti. Ama epeydir Nevizade'yi geride bıraktı. Sokaklara taşan masalar her akşam tıklım tıklım. Bu mekânlar AKP'li Belediye Başkanı Ahmet M. Demircan döneminde açıldı!” Normal bir vatandaşın gün batımından sonra buralarda yürümesi neredeyse imkânsız gibi. İsteyen bir sokağı gasp edip adını değiştirebiliyor. Cezayir Sokağın, Fransız Sokağı olarak değiştirilmesi gibi. Gettolar oluşturuluyor. Hiçbir sınırın, kuralın, değerin, kutsalın tanınmadığı bir anlayışa peşkeş çekilmeye çalışılıyor canım Beyoğlu. Birde üstüne üstlük birileri referandum sürecinde kafayı çekip ekran karşısına çıkarak pişkin pişkin:”Başbakan korkuları gidermelidir!” ültimatomu vermiyor mu insan ister istemez ey Allah’ım sen bizim aklımızı koru demekten kendini alamıyor. 66 Beyoğlu Profesyonelce, planlı ve programlı bir şekilde eski mimari kimliğine uygun olarak yeniden imar ediliyor. Bu operasyon için milyarlar havada uçuşuyor. Bu kadar ekonomik sıkıntının içinde bu değirmenin suyu nereden geliyor, bu projeleri kim destekliyor, kim finanse ediyor? Bu ayrı bir araştırma konusu! Benim dile getirmek istediğim; insanca, huzur içinde ve medeni bir şekilde nasıl yaşanabilir diye bir derdimiz, sosyal projelerimiz var mı? Yoksa medeni olmanın ölçüsü beton, mermer ve demir yığınından mı ibaret? Beyoğlu halkı 2009 seçimlerinde ihtarını açık bir şekilde verdi. Yönetimi elinde bulunduranlar bir avuç beyaz yakalıya şirin görünmeyi bırakmalı, en kısa zamanda akıllarını başlarına almalı, halka kulak vermeli onların sorunlarını dinlemeli ve bunlara çözüm yolları aramalıdırlar. Beyoğlu’na yaraşır projeler üretmeli ve bunlara hayatiyet kazandırmalıdırlar. Beyoğlu’ndan söz edilir de Şeyh Galip unutulur mu? Muhterem Yüceyılmaz, Kırmızı Tramvay isimli eserinde Galip için şöyle der:”Medeniyetlerin buluştuğu bir semt olan Beyoğlu’nun bağrındaki Galata Mevlevihanesinin haziresi, Şeyh Galip gibi büyük bir şaire de kucağını açmıştır. Galip, içinde yoğrulup geldiği medeniyetin özünü iki mısraya sığdıracak güçtedir ve şöyle ifade eder insanı:” Hoşça bak zatına kim zübde-î âlemsin sen Merdüm-ü dide-î ekvan olan âdemsin sen Gönül gözü ile bak kendine. Yaratılanların özüsün sen. Kâinatın göz bebeği olan âdemsin sen… Ekim 2010 Göz kaptırdığım renkten, kulak verdiğim sesten, Affet senden habersiz aldığım her nefesten... Necip Fazıl KISAKÜREK Ekim 2010 67 Gönüller Sultanı Hacı Şaban 18. Yılında Dergimiz tarafından Şair Zihni Kültür Merkezinde düzenlenen, sunuculuğunu Hatem Serkan TANER’in yaptığı panele Prof. Dr. Nasrullah Hacımüftüoğlu, Prof. Dr. Mustafa Ağırman, Prof. Dr. İsa Çelik ve Av. Bahaddin Elçi (Bayburt Eski Milletvekili) konuşmacı olarak katıldılar. Panel başkanı Av. Bahaddin Elçi’nin konuşmasının ardından “Hacı Şaban Efendi ve Tasavvuf” konulu panelde konuşma yapan Erzurum Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Mustafa Ağırman, tasavvufun kaynağının Kur’an ve Sünnet olduğunu, tasavvufun takip ettiği yolun Peygamber Efendimizin hayatı olduğunu vurgulayarak, tasavvufun kaynağının Peygamber Efendimizin örnek hayatında varolduğunu söyleyerek konuşmasına devam etti... 68 Ekim 2010 Efendi Hazretlerini Vefatının Rahmetle Andık... Panel başkanı olarak ilk konuşmayı yapan 19. Dönem Bayburt Milletvekili Av. Bahaddin Elçi, çok güzel bir vesile ile Bayburt’ta olmaktan duyduğu memnuniyeti dile getirerek, Günümüzde insanlık bilindiği gibi izmlerin tasallutu, zulmü ve esareti altında inim inim inlemekte adeta can çekişmektedir. Onun için bütün insanlık izmlere sırtını dönerek tekrar Rabbani bir yola girmenin arayışı içine girmiştir. Bu böyle olunca dünyayı kana bulayan zalimler, müsdekbirler ve uluslar arası odaklar, insanlığın isteyerek yada istemeyerek İslam’a yönelişini engellemek için bir takım uluslar arası planlara başvurarak onları uygulaya gelmektedir. Ve yegâne insanlık için, dünya ve ahret mutluluğu için hayat iksiri olan, şifa olan, rahmet olan Rabbani yolu kesmeye çalıştılar. Bunu yapıyorken günümüzde maalesef bir takım kişiler medya yoluyla kafamızı karıştırmakla meşguller. Allah’ın ayetlerini bir takım sahte ilahiyatçılar ucuza satmaktadırlar. Bu durum böyleydi, bugün de böyle yarın da hatta kıyamete kadar da böyle devam edecektir” dedi. Erzurum Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi Prof. Dr. İsa Çelik ise konuşmasında, nefis terbiyesi için Peygamber Efendimizin varisleri olan Allah dostlarının devreye girdiğini belirterek şu ifadelere yer verdi: “Mutasavvıfları, mürşidi kâmilleri şöyle tarif ederler; Allah Teâlâ’yı insana sevdiren şahsiyettir. Bütün Allah dostları bu hususiyete sahip insanlardır. İnsanı kâmil düşüncesi tasavvuf doktrinde önemli bir yer teşkil eder. Tasavvuf dediğimiz insani zirve makamıdır. Allah dostlarının bütün gayretleri Allah rızasıdır. Onlara Allah rızası için biat edilir. Onların gayesi maddiyat değildir. Maddi her şeyden tiksinirler. Allah dostları kerametten tiksinirler. Hatta mutasavvıfların kendi aralarında çokça ifade ettikleri kerametle kiremit arasında fark gözeten Allah dostu olamaz. Çünkü her şeyin yaratıcısı Allah’tır” diyerek konuşmasını sürdürdü... Bayburt Belediye Başkanı H.Ali Polat, Av. Bahaddin Elçi ve Prof. Dr. Nasrullah Hacımüftüoğlu’na hediyelerini verdikten sonra kısa bir teşekkür konuşması yaparak program sonlandırıldı... Ekim 2010 69 BURHAN ÇOCUK Musa KARACA mkaraca_rehber@hotmail.com TEMİZLİK NEDİR? Arkadaşlar, size de anneniz temiz ol, elbiselerini kirletme diye hiç tembihledi mi? Elbiseleriniz kirlenmesin diye oynamaktan vaz- geçtiğiniz oldu mu? Peki elbisemiz kirlenmemesi için oyundan vaz mı geçmeliyiz? Bu soruları hiç düşündünüz mü? İsterseniz bu sorulara beraber cevap arayalım. Öncelikle temizlik nedir? Temizlik; sağlığa zarar verecek ortamlardan korunmak için yapılacak uygulamalara ve alınan önlemlere denir. Dikkat ederseniz temizlik, sağlığımızı etkilemektedir. Yani temizliğe dikkat edersek sağlıklı oluruz, dikkat etmezsek hasta oluruz. Temizliğin sebep olduğu hastalıkların isimlerini biliyor musunuz? Beraber sayalım. Çevremizdeki kirli atık sulardan insanlara bulaşabilecek belli başlı hastalıklar şunlardır: kolera, tifo, ishal, dizanteri, çocuk felci, mantar, uyuz, tifüs, beyin iltihabı, sıtma. İşte temizliğe dikkat ettiğimiz kadar sağlıklı oluruz. Şimdi ne düşünüyorsunuz annelerimiz haklı mıymış? Şimdi de “ Elbisemizin kirlenmemesi için oyundan vaz mı geçmeliyiz?” sorusuna cevap verelim. Siz ne düşünüyorsunuz bilmem ama bence oyundan vazgeçilmez. Oynamalı, eğlenmeli; ama temizliği de ihmal etmemeliyiz. Oyundan sonra hemen ellerimizi ve elbisemizi temizlemeliyiz. Atık su kenarları gibi kirli alanlarda kesinlikle oyun oynamamalıyız. Sağlıkla kalın. DİKKAT ETMEMİZ GEREKEN TEMİZLİKLER Diş temizliği: Günde en az iki defa dişlerin fırçalanması. Peygamber efendimiz (s.a.v) her vesileyle dişlerini misvaklar ve temizlerdi Özellikle abdest alırken ve namaza başlamadan önce, yatmadan önce, sabahleyin kalktığında mutlaka misvak kullanırdı Beden temizliği: Mevsimine göre ve hareketliğimize göre haftada bir veya iki defa banyo yapmalı. Camiye giderken topluma çıkarken ter kokmamalı. Peygamber efendimiz (s.a.v) hadis-i şerifte: “Dünyanızdan bana güzel koku, bir de gözümün aydınlığı namaz hoş/sevimli göründü.” buyurmuştur. Koku sürünmek sünnettir. El temizliği: Eller ne zaman yıkanmalıdır? Yemeklerden önce ve sonar; diş, ağız, yüz, göz temizliği yapmadan önce. Tuvalete girmeden önce ve tuvaletten çıktıktan sonar, kirli, tozlu bir işi tamamladıktan sonra. Tırnak temizliği: Tırnağın etten ayrıldıktan sonraki bölümünün altında kir ve yağ kolayca birikir. Ayrıca burada mikroplar barınabilir. Bağırsak parazitlerinin yumurtaları da bulunabilir. Tırnakların düzenli olarak kesilmesi gerekir. Tırnak yemek, bu nedenle de sağlığa zararlı bir alışkanlıktır 70 Ekim 2010 Dinimizin Temizliğe Verdiği Önem Müslüman demek “temiz insan” demektir. Temiz olanları hem Allah, hem de insanlar sever. Yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor : "Şüphesiz ki Allah, çokça tevbe edenleri ve iyice temizlenenleri sever." buyurmaktadır. Allah'ın sevdiği kişilerden olabilmemiz için temizliğe dikkat etmemiz gerekir. Sevgili Peygamberimiz: "Temizlik imanın yarısıdır." buyurarak dinimizin temizliğe verdiği önemi belirtmiştir. Bir müslümanın saçları temiz ve taralıdır. Eli, yüzü, bedeninin her yeri daima tertemiz olmalıdır. Kıyafetleri de her zaman temiz, bakımlı ve düzgündür. Çalıştığı, yattığı ve oynadığı mekânlar da her zaman derli toplu, temiz, hoş kokulu, havadar ve ferahlık verici olur. Müminlerin bu özelliklerine en güzel örnek yine Peygamberimiz (sav)'dir. Peygamberimiz (sav)'e şöyle buyurmuştur: "Müslümanlık temizdir. Siz de temiz olun, temizlenin. Zira cennete temizler girer." Atalarımız da: “ Aslan yattığı yerden belli olur.” demişlerdir. İyi bir Müslüman olmak için de temizliğe dikkat etmemiz gerekir. GÜLÜCÜK Pilot Temel Pilot Temel telsize var gücüyle bağırıyordu : - "Ula, sağ motor bozuldu. Düşeyrum, düşeyrum. Kule düşeyrum." Kule hemen cevaplar : "Mesaj anlaşıldı. Yerinizi bildirin, yerinizi bildirin." Temel gayet ciddi: "Pilot kabini, öndeki sol koltuk, pilot kabini, öndeki sol koltuk." Mikrop Ne mikrop şeysin sen mikrop Hangi yerde olduğuna bakmadan küçücüksün diye önem vermedim ellerimi yıkamadan yemek yedim sen bunu fırsat bildin Bedenime giriverdin Bundan böyle ellerimi yemekten önce de sonra da iyicene yıkarsam dişlerimi fırçalar sık sık banyo yaparsam aşıdan iğneden kaçmaz ilacımı alırsam Saçlarımı tarayıp tırnağımı kesersem olurum şen ve esen İşte o zaman canım gününü görürsün sen! Fevzi Günenç Ekim 2010 71 G E L İ R B İ R B İ R, G İ D E R B İ R B İ R, K A L I R B İ R. G E L E N G İ D E R, GİDEN GELMEZ, B U B İ R S I R. G E L İ R S E G E L İ R, BİR KIL İLE E Y L E M E T E D B İ R. G İ D E R S E G İ D E R, EĞLEMEZ B İ R KO C A Z İ N C İ R ! ”