Bizim Şehrin Bülteni RİBAT EĞİTİM VAKFI ADAPAZARI ŞUBESİ YIL: 10 SAYI: 40 Ocak - Şubat - Mart 2014 ISSN 1305 - 5356 Suriye’de katliam devam ediyor... 14.154 767 Halep 988 Lazkiye 514 9.813 Qunaitra 7.603 1.328 İdlib Rakka 6.181 Hama Tartus 518 Al Hasaka 13.150 4.968 Deyr Az-Zour Humus 28.514 Şam 63 Alsuwaida Daraa 100 Bin’i aşkın şehit 2 Milyon Mülteci Kimyasal silahlarla 2 Bin şehit Kalite ve hizmet odaklı çalışan filizfidan yapı müşteri memnuniyetini ön planda tutan bir firmadır. Bünyesindeki markalarla yapı sektöründe toptan ve perakende hizmet vermektedir. • Graniser seramik • Ece vitrifiye,armatür ve banyo dolapları • Penta armatür-Sanica banyo sistemleri • Durul banyo sistemleri • Art floor laminat parke • Bumay cam mozaik ve inox bordür • Zaffiro cam mozaik • Japar • Damla banyo dolapları ve sayamadığımız birçok marka ile toptan ve perakende hizmet vermektedir. Tel: 0264 241 39 04 - Fax: 0264 241 39 05 Küpçüler Mahallesi Karasu Yolu Caddesi No: 10/87 Erenler/SAKARYA 2 www.filizfidanyapi.com.tr Seramik Editörden Yusuf E. ERDEM Z alim Esed rejiminin 2012 yılından beri devam eden saldırıları nedeniyle evlerini terk ederek kamplarda yaşamaya mahkûm olan yüz binlerce insan açlıkla pençeleşiyor. Suriyeli mültecilerin yaşadığı bazı kamplarda insanlar açlıktan kedi, köpek, eşek, aslan eti yemek zorunda kalırken şimdi buna bir de acil kışlık ihtiyaçlar eklenince krizin boyutu ölümcül noktalara ulaştı. “Suriye’deki iç savaşın üçüncü yılında, resmi rakamlara göre 1 milyonu çocuk 2 milyon Suriyeli mülteci yokluk ve sefalet içerisinde yaşam mücadelesi veriyor. Rejim güçleri, bugüne kadar 120 binden fazla insan öldürürken Suriye Devlet Başkanı zalim Beşşar Esed, ülkenin belli bölgelerine gıda geçişini yasaklayarak kendi halkının yavaş yavaş ölmesini sağlıyor. Rusya, Venezuela, Yunanistan, K. Kore, Litvanya, İran, Lübnan ve Yemen’den binlerce paralı asker ve militan zalim Esed’le omuz omuza Suriye halkını katlediyor.” On binlerce Suriyeli de Türkiye, Lübnan, Ürdün, Mısır ve Irak’ta ya da Türkiye sınırına yakın bölgelerde sert kış şartları altında silahların susacağı günü bekliyor. Şam Âlimler Birliği’nden Türkiye halkına acil yardım çağrısı! Şam Âlimler Birliği Başkanı Usame er-Rıfaî Türkiye halkına acil yardım çağrısı yaptı. er-Rifaî’nin ümmeti İslamî sorumluluklarıyla yüzleşmeye davet eden görüşlerinden bazıları şöyle: “Müslümanlardan Suriye’deki açlığa karşı mallarıyla da harekete geçip, kalplerinde iman meşalesinin hâlâ yanıyor olduğunu insanlık âlemine göstermelerini bekliyoruz. Âlem-i İslam Bilad-ı Şam’a sahip çıkmalıdır. Unutmamak gerekir ki Allah Teâlâ’nın “Müminler ancak kardeştirler” ayeti kerimesiyle belirlediği kardeşliği, Efendimiz (sav) “Sizden biri yanındaki komşusunun aç olduğunu bildiği halde (ona yardım etmezse) mümin olamaz.” hadis-i şerifiyle farziyet makamında bir sorumluluk olarak izah etmiştir. Burada Allah Rasulü’nün (sav) özellikle komşuyu zikretmesi, kişinin durumuna vakıf olabileceği ve yardım edebileceği en yakın insan olması hasebiyledir. Aslında bu nebevî buyruk yeryüzünde yaşayan her Müslüman için geçerlidir, zira medya ve iletişim araçları vasıtasıyla her Müslüman bu olaylardan sesli ve görüntülü bir şekilde haberdardır. Ayrıca güvenilirlikleri sınanmış ve tescil edilmiş hayır kuruluşlarımız mevcutken artık bir özür kalmamıştır.” Hürriyetlerine kavuşma ve şereflerini muhafaza edebilme adına açlığa, soğuğa ve her nevi ızdıraba göğüs gerip zalimlerin zulmüne karşı destanlar yazan Suriyeli kardeşlerinizin yanında olduğunuzu göstermenin en çok beklendiği günlerdeyiz. Türkiyeli müslümanlar gerçekten İslam kardeşliğinin ne olduğunu ve nasıl anlaşılması gerektiğini Suriyeli kardeşlerinin yanında yer alarak hatırlattılar. Suriyeli kardeşlerine ve tüm insanlığa yeniden Sahabe-i Kirâm’daki o derin muhabbeti ve o yüce zatların ruh hallerini de hatırlatmanın tam zamanı. Allah Teâlâ’dan tüm İslam âlemini bu duygularla müzeyyen kılmasını talep ederiz. Şüphesiz ki O, işiten, yakın olan ve duaları kabul edendir. Tüm dünyanın gözleri önünde hergün katliama maruz bırakılan Suriyeli kardeşlerimizin çağrısına duyarsız kalmayalım. Ada’da kalın… 3 iÇiNDEKiLER 6 MEMNUNİYETLE KABUL EDİLECEK HİZMETLERİN RÜYASINI GÖRENLER NEREDE? Abdullah BÜYÜK 10 MAHMUT SAMİ RAMAZANOĞLU (k.s) 12 15 MÜTREFİN Hamza TEKİN 18 "Vefatının 30. Yılı" Sahir AKÇA DERSHANE TARTIŞMALARI VE KAYBOLAN KARDEŞLİK HUKUKU Yusuf YAVUZYILMAZ 4 CENNETİN HANIMEFENDİSİ; HZ. FATIMA (r.a) 20 FAALİYETLERİMİZ 22 “AFRİKA’DA USÛL ÖĞRETİYORUZ” 24 HZ. İBRAHİM (a.s) ve İKRAM Diversity Farklılık Derneği Mustafa AYDIN 28 26 SUDAN GÜNLÜĞÜMDEN - 2 Harun ÇALTIKOĞLU ÇOCUKLARA ÖYKÜLERLE 40 HADİS Halil ATALAY 30 KAYBOLAN KARDEŞLİĞİMİZ Mehmet KUZU 32 PEYGAMBERİMİZ HANGİ ÜNİVESİTEDEN MEZUN OLMUŞTU? Vehbi KARAKAŞ 34 ASR SURESİNDEN MESAJLAR II Emine ATLI 36 5VAKİT 5 FARKLI COĞRAFYA Yusuf E. ERDEM RİBAT EĞİTİM VAKFI ADAPAZARI ŞUBESİ YIL: 10 SAYI: 40 OCAK - ŞUBAT - MART 2014 RİBAT EĞİTİM VAKFI Adapazarı Şûbesi Adına Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Sâhir AKÇA Yayın Kurulu: Sâhir AKÇA Yusuf Ertuğrul ERDEM Yusuf ERKAN Cihan YILDIZ Genel Yayın Yönetmeni: Yusuf Ertuğrul ERDEM Reklâm Sorumlusu: Yusuf ERKAN Tel: 0532 314 33 58 İrtibat Adresi: Cumhuriyet Mh. Hatip Sk. No.6 (İlim Yayma Kız Yurdu yanı) ADAPAZARI adabulteni@hotmail.com www.adabulteni.com Telefax: 0264.277 19 46 Tasarım ve Baskı: BURAK OFSET 0264 274 69 24 Sorumluluk: Yayınlanan yazıların fikri sorumluluğu yazarlara aittir. Gönderilen yazılar iade edilmez. İsim zikredilerek iktibas yapılabilir. BASIM TARİHİ: ARALIK 2013 ISSN 1305 - 5356 5 Abdullah BÜYÜK MEMNUNİYETLE KABUL EDİLECEK HİZMETLERİN RÜYASINI GÖRENLER NEREDE? Bizim, uğruna canların feda olmak için yarıştığı bir rüyamız var. Adı ne bu rüyanın? Cennet mi diyorsunuz? Hayır efendim, hizmet… Hizmetimiz ve kulluğumuz, zaten bizim cennetimizdir. S evgili kardeşlerim, Dergimiz vasıtasıyla sizlerle bir muhasebe yapmak, kendimize ve hizmetlerimize bir başka pencereden bakmak, bir kere daha ahit tazelemek, yeniden silkelenmek ve bir kez daha “bismillah” deyip heyecan soluklamak istiyoruz. Ne yaşarsak yaşayalım, yorulma nedir bilmeyiz biz. Gönlümüz, rızası için nefes alıp verdiği yüce Allah’ın memnuniyet izhar eden bir nazarına muhatap olabilmek için kafesinde kuş gibi çırpınıp dururken, dilimizde de gördüğümüz bu hülyanın zikri duyulur. Biz, O’na bakarız ve yalnız işimize odaklanırız. Hizmet ve kulluk heyecanımıza balyoz indirmek isteyenlerin bize doğru kalkan ellerini hafifçe öper, sonra sırtlarını sıvazlayıp “selametle” deriz. Ne incinir, ne incitiriz. Çünkü bizim, uğruna canların feda olmak için yarıştığı bir rüyamız var. Adı ne bu rüyanın? Cennet mi diyorsunuz? Hayır efendim, hizmet… Hizmetimiz ve kulluğumuz, zaten bizim cennetimizdir. Artık bizi bu cennetten çıkarmak 6 için kolumuzdan tutup kapıya koymak isteseler de, o ilahî güfteli marşımızı mırıldanmaya devam ederiz. Taş olup ayağımıza batmaya, engel olup önümüze çıkmaya adeta ant içmiş kardeşlerimizin kulaklarına eğilip, hülyalarımızı onlara da fısıldamaya devam ederiz. Cimri değiliz biz. Kul gibi başlayıp kul gibi bitecek hayatımızı yaşarken, kulluk pistine attığımız ilk adımımızla son adımımız arasında zerre kadar fark olmaması için, gönlümüze koyduğumuz aşk ve heyecan sermayesinden çevremizdeki herkes tatsın isteriz. Hizmeti de, ondan hâsıl olan muhabbet ve lezzeti de herkesle paylaşmak derdindeyiz. Tatmayanları bu sofranın başına bir kez olsun oturtmak için nöbet bekleriz. Zira biliriz ki, bir kere tatsalar, bir kere istiğnayı bırakıp dizlerini bükerek tribünlerden mindere inseler, bir daha o kaşıkları ellerinden bırakamazlar. Ve sonu bu sofraya çıkmayan her sokağın başında gönüllü olarak bekçilik yapıp “burası çıkmaz sokak” ikazını ruhsuz levhalara emanet edemezler. Bilin ki sofra başında bir görünüp bir kaybolan birileri olmuşsa, aslında ellerinde kaşık, başkalarının arkasından beyhude koşturmuş nasibi kıt kardeşlerinizdir. Kızmayın onlara, sadece merhamet edin; çünkü ilahî varidatı ruha inci gibi dizen lokmalardan hep başkalarına vermek yerine bir de kendi ağızlarına koysalardı, asla sırtlarını dönüp bu maide-i rabbanî’yi terk edemez, hele o tabaklara tükürmeyi akıllarına bile getiremezlerdi. Kopyacı değiliz biz. Bütün hizmetlerimiz, mutlaka bir ihtiyaç, bir zaruret, bir maslahatla temellendirilmiştir. Karnımız acıkınca yemek nasıl tevilsiz bir ihtiyaçsa, hangi alanda bir hareket içine girmişsek, emin olabilirsiniz ki o sahada hizmet öylece ihtiyaç halini aldığı içindir. Bizimki, ne alışkanlıklar, ne adetler ve ne de “Sıra bize geldi, bizim neyimiz eksik” gibi sığ saikalara bağla- namayacak kadar içten, orijinal; eksikliğinden doğan ağrısı da, ağrının şifa bulması için “Ne yapılabilir?” diye şakak zonklatan beyin takımı da bizden olan bir aksiyonun hikâyesidir. Bu ülke halkının kardeşliğe, geleceği imar edecek fedakârlık abidesi hizmet erlerine, irşada, irfana, su gibi, ekmek gibi ihtiyacı olduğunu biliyoruz. Müslüman bir hanımın tesettüre, Müslüman ailelerin helal ve temiz kazanca, Müslüman çocukların eğitime, nihayet her Müslümanın imana ve namaza ihtiyacı olduğundan eminiz. Bu ihtiyaçların her biri için ayrı ayrı projeler geliştirmeyi, her birine masamızda hususî bir dosya açmayı vazife biliriz. Merkez değil, şube olmanın derdindeyiz biz. Çekim gücünü elimizde bulunduralım, insanları kendimize çağıralım, şovmenvari şirinlikler yaparak sahne ışıklarını üstümüze çekelim, tabelalarımızı allayıp pullayalım, hizmeti illa biz yapalım kaygısını hiç duymadık biz. Merkez olmak ne demek; bilakis, Mescid-i Nebevî’den beslenen bir devrimin, en sessiz sedasız parçaları olabilmeyi, “Senin aşkınla mecnunum, velakin iştiharım yok” diyen şair gibi ismi cismi şöhret bulmamış, köküne ve gövdesine sıkıca bağlı bir dal olabilmeyi biricik iftiharımız saydık. Yani biz, başarımızı ne kadar merkezîleştiğimizle değil, ne kadar şubeleştiğimizle ölçeriz. Kâbe’nin emir eri gibi çalışmayı, Türkiye’nin amiri gibi çalışmaya bin defa yeğleriz. Karaborsa yatırım yapmayız biz. Hizmetimizi, onurlu ibadet kimliğimizi falsolu tercihlerle yanlış Biz, hizmetimiz bir hafta rüyamıza konuk olmasa kendimizi kontrol eder, niyet tazeler ve bunu bir sorun addederiz. adreslere kurban etmeyiz. Bunca yorulup didindiğimiz, uğruna hayatlarımızdan, vazgeçilmezlerimizden vazgeçtiğimiz hizmeti, beklenti riskine kaptırmayız. Kimseden alkışı, parmakla gösterilmeyi, takdir edilmeyi, hatta asgari insanî hürmeti bile beklemeyiz. Zira biliriz ki insan beklentiye bulaşmaya görsün, artık doymak bilmez ve hep daha çok takdir, daha çok makam, daha çok saygı ister. Hâlbuki biz, alacağımız ücretin değil bir makamla, küçücük bir tebessümle, bir teşekkürle, bir saygı ifadesiyle bile bölünmesine razı olmayız. Hizmet eserlerimizi, her yanı uçurum olan beklenti vadisinin kenarına inşa etmeyiz. En fazla Hz. İbrahim’in dediğini der, belki yüzü bu dünyaya dönük tek beklentimizi, geride bir “lisan-ı sıdk” yani hoş bir anı ve yâd-ı cemil bırakmak olarak tayin ederiz. Yani biz, işimizi biliriz. Hizmeti idareten üstlenmişlerle, görevini vasat bir “günü kurtarma” mantığıyla icra edenlerle, emaneti parmak ucuyla kavramış, görenlere “elinden ha düştü ha düşecek” dedirten bir eda ile taşıyanlarla çalışamayız biz. Doğru, böyleleriyle pek anlaşamayız biz. Çünkü biz, hizmetimiz bir hafta rüyamıza konuk olmasa kendimizi kontrol eder, niyet tazeler ve bunu bir sorun addederiz. Bize, gecesini gündüzünü, tatilini iş gününü, zor zamanı ve iyi gününü, gençliğini ve ihtiyarlığını aynı şuur rengine boyamış, hizmete yarı baygın gözlerle değil, cam gibi parlayan, ışıl ışıl olduğu halde ışığını arayan gözlerle bakanlar gerek. Bir elinde hizmeti, bir elinde ferdî işlerini taşıyan değil, hizmeti görünce iki elini de hemen boşaltan kimseler gerek. Tutun ki iki kalbi olsa, birinde Allah’ın katından gönderdiği dininin derdini taşırken, diğerine de kendi dertlerini koymaktan utanan kimseler gerek. Vasat bir netice çıkacak diye boncuk boncuk terleyen, sunduğu çalışma şöyle böyle geçer not alacak diye kalp ritimlerini kaybeden ve başka değil, ancak memnuniyetle kabul edilecek hizmetlere imza atan Habiller arıyoruz biz. Dahası, güzelce kabul edilecek, pekiyi alacak hizmetler sunmak bir yana, varlığını paket yapıp yüce Allah’ın kapısına sunan ve neticede “Rabbi onu memnuniyetle kabul etti” (Al-i İmran, 3/37) mukabelesine aday olan Meryemler arıyoruz. Düşünsenize Allah aşkına, insan, kendisi gibi insan olanlarla ilişkilerinde dahi, ekseriyetle yaptığı işlerin, karşısındakini memnun etmesi düşüncesiyle hareket eder. Hediye alacaksa “Hediye hediyedir, nasıl olursa olsun” demez de, “Acaba nasıl bir şey alsam onu daha çok memnun ederim?” sorusunun cevabını arar. Üstelik tam ona layık bir hediye aldığını düşünse bile, alelade bir torba içinde vermez. Güzelce paketler, içine de dışına da ayrı özen gösterir. Söyler misiniz, hal böyleyken bu duyarlılığı yüce Allah’a takdim ettiği amellerde gösterenler nerede? Yine söyler 7 Söyler misiniz, tesettürünü, namazını, çocuk eğitimini, hizmet başkanlığını, eşine karşı vazifelerini baştan savma yapmaktan titreyen, Rabbi tarafından memnuniyetle kabul edilecek hizmetlerin rüyasını görenler nerede? misiniz, tesettürünü, namazını, çocuk eğitimini, hizmet başkanlığını, eşine karşı vazifelerini baştan savma yapmaktan titreyen, Rabbi tarafından memnuniyetle kabul edilecek hizmetlerin rüyasını görenler nerede? kenara koyduğumuzda, sıradaki hizmetin yolunu… Tıpkı bir vakit namazı kılıp diğer vakti gözleyen insanın hep namazdaymış muamelesi görmesi gibi, kendimizi yeni bir hizmet ufkunu gözlediğimiz sürece uykuda sağdan sola dönerken bile, hizmet yolculuğunda meşakkatle geçen uykusuz bir gecedeki halimizdeymiş gibi hesap ederiz. Ancak bu geniş niyet kimliğimizle 60-70 yıllık bir ömürle ebedî bir saadeti satın alabileceğimizi aklımızdan Afrika’ya hizmete gitmekle, bir suyu üç yudumda içmek arasında ayrım yapmayız Afrika’ya hizmete gitmekle, bir biz. Ravza’yı ziyarete suyu üç yudumda içmek arasında gittiğimizde duyduğumuz ayrım yapmayız biz. Ravza’yı ziheyecanla, gece yatmadan yarete gittiğimizde duyduğumuz evvel sağa dönüp heyecanla, gece yatmadan evvel sağa dönüp edeple bacaklarımızı edeple bacaklarımızı kıvırdığımızda duyduğumuz kıvırdığımızda heyecan arasında fark görürsek duyduğumuz heyecan “estağfurullah” deriz. Çünkü arasında fark görürsek bizim biricik heyecan ve feveran kaynağımız, hayatı Rasûlullah “estağfurullah” deriz. ile beraber yaşamaktır. Hele Çünkü bizim biricik söyleyin, bunu iman haline getirmiş kimseler olarak, hizmetler heyecan ve feveran kaynağımız, hayatı arasında büyük-küçük taksimatı yapma fikri hayalimize uğrayabi- Rasûlullah ile beraber lir mi bizim? Ne zaman heyecanı- yaşamaktır. mızda bir kayma görsek, ruhumuzun tansiyonunda bir düşme, yüreğimizin manevî gerginliğinde bir gevşeme fark etsek, hemen kalbimizi yoklar, yerinde olup olmadığını kontrol ederiz. Çünkü biz biliriz ki, bir kalbi olan kimse, dünyada olup bitenleri sinema seyreder gibi izleyemez. Biz olsa olsa sadece bir şeyi izleriz: Bir hizmeti tamamlayıp 8 çıkarmayız. Şimdi açıkça davet ediyorum; bu kârlı alışverişin yapıldığı pazarlara koşun. Bu tezgâhlarda birkaç pula satılacağınızı bilseniz bile müjde size, müjdeler size… Peki, böyle muazzam bir çarkın döndüğü yatırım ve daha da önemlisi yüce Allah’a yaklaşım şirketine ortak olmak isteyen cesur girişimciler nerede? Başlara taç olma sevdasında değil, ayaklara paspas olma yarışındayız biz. Doğru, çok mümbit bir araziye otağımızı kurmuşuz, ancak bu ortaklık hemen bedelsiz vehmedilmesin. Paspas olmayı göze alamayanları çadır fazla misafir edemez. Hâkimiyetin değil hâdimiyetin izini sürmeyi içine sindiremeyenler, bu vadide saman alevi gibi bir parlayıp bir sönmeye mahkûm olurlar. Hizmet seması, daha yukarı çıkmak için hamle yapan yıldızlarının elini bırakır, onlar da bir bir kayarlar. Ama tek derdi vazifesini yapmak olanlar, Allah’ın izniyle o semanın olmazsa olmazı kutup yıldızı gibi daima en parlak yerde ağırlanırlar. Kıymetli okurlarımız; sözümüz bir dertleşme ve halleşmeden ibarettir. Girdiğimiz tertemiz yeni yılı, temiz niyetlerle ve memnuniyetle kabul edilecek hizmetlerle geçirmek için peşin peşin yapılmış bir ihtardan başka bir şey değildir. Aradığımız hizmet insanlarının elimizi uzattığımızda tutacağımız kadar yakınımızda olduğunu, bu satırları okuyan kardeşlerimizin içinde gizli bulunduğunu biliyor, Rabbimizden bu hüsn-ü zannımızı bir dua olarak kabul etmesini niyaz ediyoruz… Semerciler Mah. Saraçlar Sk. No:29 / ADAPAZARI Tel: 0264 274 29 39 Gsm: 0505 297 60 50 Şube: Bosna Cd. No:22 Tel: 0264 270 19 25 e-mail:girgintekstil@hotmail.com www.girgintekstil.net www.evtekstilurunleri.net www.evtekstilmagazam.com MAHMUT SAMİ RAMAZANOĞLU (k.s) Necip Fazıl Kısakürek’in “Sami Efendi mi? O bir yağmur tanesi kadar ak ve berraktır” sözleri ile hayranlığını ifade ettiği, hayatını İslam ve Kuran-ı Kerim’e hizmete adayan son dönem Allah dostlarından Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretlerini, vefatının 30. yıldönümü (12 Şubat) münasebetiyle rahmet, minnet ve şükranla yâd ediyoruz. N ecip Fazıl Kısakürek’in “Sami Efendi mi? O bir yağmur tanesi kadar ak ve berraktır” sözleri ile hayranlığını ifade ettiği, hayatını İslam ve Kuran-ı Kerim’e hizmete adayan son dönem Allah dostlarından Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretlerini, vefatının 30ncu yıldönümü münasebetiyle rahmet, minnet ve şükranla yâd ediyoruz. 10 Sükûtu, edebi, tevazusu ve kalbî hayatı ile sevenlerinin hayatında derin tesirler bırakan Sami Efendi Hazretleri Kur’an-ı Kerim okumayı, az yemeyi, seherleri değerlendirmeyi, sürekli zikir halinde bulunmayı, salih ve sadıklarla beraber olmayı tavsiye ederlerdi… 1892 Yılında Adana’da Tepebağ mahallesinde dünyaya gelmiştir. Babası “Ramazanoğulları” diye bilinen aileden Müctebâ Bey, dedesi Abdurrahman Bey, büyük dedeleri İshak ve Hüseyin Efendilerdir. Annesi ise Ümmügülsüm Hanım’dır. Sami Efendi’nin ecdadı Nureddin Şehid yoluyla Hz. Hâlid b. Velid (r.a.) nesli ile münasebeti olduğu anlaşılmaktadır. Sami Efendi, ilk, orta ve lise tahsilini Adana’da tamamlamış, yüksek tahsil için İstanbul’da o zamanki adıyla Darü’l-Fünûn Mektebi’ne yani İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni birincilikle bitirmiştir. Zahir ilimlerini tamamladıktan sonra Sami Efendi tasavvuf yoluna girmiş, Nakşî tekkesi Gümüşhaneli Dergâh’ında bir müddet erbain ve riyâzatla meşgul olmuştur. Daha sonra arkadaşı Beşiktaş eski Müftüsü Fuad Efendi’nin babası Rüşdü Efendi’nin delaletiyle Kelâmi Dergâhı Şeyhi ve Meclis-i Meşâyıh Reisi M.Esad Erbili Hazretleri’ne intisâb etmiştir. Kısa zamanda kesb-i kemâlât eyleyip seyr-u sülûkunu tamamladıktan sonra hilâfetle irşada mezun olmuş, daha sonra memleketi Adana’ya irşada gönderilmiştir. Ramazanoğlu Mahmûd Sami Efendi Hazretleri, tekkelerin kapatılmasından sonra Adana’da bir yandan Câmi-i Kebir’de vaaz ve husûsi sohbetleriyle irşâd hizmetini yürütmüş, öte yandan da bir kereste ticarethanesinin muhasebesini tutmuştur. Ailesinden kalan büyük serveti almamış ve “Hiçbir kimse kendi kazancından daha hayırlı bir yiyecek asla yememiştir” hadîs-i şerifi gereğince kendi el emeğiyle geçinmeyi tercih etmiştir. 1951 yılında İstanbul’a gelmiş ve iki yıl kadar İstanbul’da kalmıştır. 1953 yılında önce hacca, dönüşte de arkadaşı Konyalı Saraç Mehmed Efendi ile Şam’a gitmiş ve oraya yerleşmiştir. Şam hicreti dokuz ay kadar sürmüştür, ardından İstanbul’a gelmiş ve önce Bayezid Laleli’ye, sonra da Erenköy’e yerleşmiştir. Şam’dan İstanbul’a gelişlerinde zevce- leri Râbia Hanım’a: “İstanbul’a tekrar geldik. Bizim gönlümüz Medine’de atıyor. Âhir ömrümüzde oraya hicret etmeyi arzu ederiz” buyurmuşlar. İstanbul’da bir yandan Erenköy Zihnipaşa Camii’ndeki vaazları ve husûsi sohbetleriyle irşad hizmetini yürütürken bir yandan da Tahtakale’deki bir ticarethanenin muhasebesi ile ilgilenmiştir. Onun bu vaaz, irşad ve sohbetlerinden cemiyetin her sınıfından insan istifade ederek feyz almış, istikamet bulmuş ve böylece etrafında yepyeni bir nesil teşekkül etmiştir. M.Esad ERBİLİ Hazretleri Ömrünün son yıllarında şöhretinin artması sebebiyle uzlete çekilmiştir. İhvanı ile gerek devlethanesinde, gerekse Ramazan’da hatimle kılınan teravih namazlarında ve diğer husûsi sohbetlerinde görüşmüştür. 1957 yılında kendilerine Eyüp Sultan’dan kabir yeri almayı teklif ettiklerinde: “Herkesi arzusuna bıraksalar biz, Cennetû’l-Bakî’yi arzu ederiz” buyurmuşlardı. Cenab-ı Hak, sevdiği kulunun arzusunu kabul buyururmuş; 1979 yılında gönlündeki Resûlullah aşkı ile tekrar hicret etmiştir. İstanbul’dayken yakalandığı hastalık, orada da nüksetmiştir. En acılı, ağrılı zamanlarında bile hiçbir şikâyette bulunmamış, yüzünden tebessümü eksik olmamıştır. 10 Cemaziyelevvel 1404/12 Şubat 1984 Pazar günü sabaha karşı saat 04.30’da Medine-i Münevvere’de vefat etmişler ve Cennetü’l-Baki’ye defnolmuşlardır. Mahmut TOPBAŞ Hazretleri Osman Nuri TOPBAŞ Hocaefendi 11 Hamza TEKİN CENNETİN HANIMEFENDİSİ; HZ. FATIMA (r.a) “Beytulahzan” isimli kitapta deniyor ki: “Fâtıma, nebi kırk yaşında iken cemazul ahire’nin yirminci günü doğdu. Denir ki hazreti resûl miraca çıktığında orada kendisine cennet meyvelerinin kokuları ikram edildi, o cevherler resûlün sulbünde sperme dönüştü, yeryüzüne dönüp Hatice ile beraber olduğunda Fâtıma’ya hamile kaldı. Dolayısıyla Fâtıma aslı cennete dayanan dünya hurisidir.”1 Yüce resûl ne zaman cenneti arzularsa Fâtıma’yı koklar ve onda cennet kokusunu, tuba ağacı kokusunu bulurdu.” İ nsanın yaratılış gereği ve cibilliyeti olan iki şey hiç bir zaman ve hiçbir kimseden değişip kalkmaz: “Sevgi ve nefret”, “beğenmek” ve “iğrenmek”. Bunlar insanla hep var olmaya devam etmiş ve edecektir. Anadan doğup ilk çığlığı 12 bastığı andan başlayıp son nefesini verdiği ölüm anına kadar bu sürer gider. Meşrepler, meslekler, ideolojiler ve kabuller bazen birleşip uyuştuğu gibi, bazen ise nefretler ve ayrılıklar alıp başını gider. Birilerine hoş gelen, tak- dir toplayan bir başkası yanında değersiz, önemsiz kabul edilir ve edilmiştir. Bir nesil gelir birini ve bir şeyi sever onu yüceltir, kutsar ama bakarsınız bir zaman sonra başka bir nesil gelir o yüceltileni aşağılar, ret eder, ayıplar, lanet Yoluna can feda Zehra öyle bir şahsiyettir ki başka hiçbir kimse ona benzemez. Dolayısıyla ondan bahsetmek ve onun hakkında konuşmak da kolay değildir. Nasıl kolay olsun ki Allah ona yücelik ve kıymet olarak büyük nasıp vermiştir. Resûl ise onu zirvelere yüceltmiştir. eder. Evet işte böyle zamanın, görüşlerin, şahısların, ortamların ve şartların değişmesiyle tutumlar ve davranışlar da değişir durur. Ancak şaşılacak bir durum daha var ki insanlar asırlar boyu belirli bir şahsa sevgi ve nefret duyulmasında ikiye bölünürler. Bu son derece hayret edilecek bir haldir. İnsanlar bu davranışlarıyla zımnen o zatın büyüklüğünü göstermeye çalışırlar. Bunları neden yazıyorum? Çünkü bugün size sevilmesi gereken biri ile ilgili bazı şeyler söylemek istiyorum. İşte o, yüce resûlün (s.a.v) sevgili kızı Fâtıma’dır (r.a). Fâtıma öyle biridir ki onu sevgili resûl sevmiş, saygı duymuş ve yüceltmiştir. O’ndan sonra da resûle gönülden uyanlar ve onların yolunda gidenler onu sevmeye devam etmiştir. Evet, Fâtımatuzzehra resûlün bir parçası, O’nun ciğer paresi ve yanı başındaki canıdır. O, kısa ömründe tertemiz bir iffet abidesidir. Ömrünün kısalığına rağmen kişiliği bir kutup olmuş, o kişilik etrafında diller konuşmuş, kalemler yazmaya devam etmiştir. Bir gün hazreti resûl Fâtıma’nın elini tutmuş olarak dışarı çıktı ve şöyle buyurdu: “Bunu tanı- yan tanır, tanımayan bilsin ki bu Muhammed’in kızı Fatma’dır. O benim bir parçamdır, kalbimin köşesidir, bedenim içindeki canımdır. Kim bunu üzer ve eza ederse beni üzmüş ve eza etmiştir. Kim beni üzerse Allah’ı üzmüştür.”1 Bu bir gerçektir; bu gerçekten daha büyük ve daha değerli bir gerçeği ise yüce Rab kitabı mecidinde bildirip buyuruyor ki: “Allah’ın Resûlüne eziyet edenler için mutlaka elem verici bir azap vardır.”(Tevbe, 61). “Allah ve Resûlünü incitenlere Allah, dünyada ve ahirette lânet etmiş ve onlar için horlayıcı bir azap hazırlamıştır.” (Ahzab, 57) Yoluna can feda Zehra öyle bir şahsiyettir ki başka hiçbir kimse ona benzemez. Dolayısıyla ondan bahsetmek ve onun hakkında konuşmak da kolay değildir. Nasıl kolay olsun ki Allah ona yücelik ve kıymet olarak büyük nasıp vermiştir. Resûl ise onu zirvelere yüceltmiştir. Tarih ona ait gerçekleri nakletmiş bazıları görmek istemese de ayrıntılı olarak en ince noktalara kadar açıklamıştır. Bu gerçeği gören her Müslümana onu sevmek ve yüceltmek, tazim ve tebcil etmek bir sorumluluktur. Çünkü bunu Mevlâ istiyor ve şöyle buyuruyor: “İşte bu, Allah’ın iman edip makbul ve güzel işler yapan kullarına verdiği mutluluk müjdesidir. De ki: Ben bu risalet ve irşad hizmetinden ötürü, sizden akrabalık sevgisinden başka beklediğim hiçbir karşılık yoktur…” yani sizden sadece benim en yakın akrabalarıma (Ali, Fâtıma ve evlatlarına) sevgi beslemenizi istiyorum.” de diyor. Evet bu sevgiyi bizzat yüce nebi bunlara göstermiş, çok zaman Fâtıma’ya hitaben “Baban sana kurban” demiştir.2 Hazreti resûlün ciğer paresi, babasının anası, resûl göçtükten sonra kısa bir zaman da olsa ondan geriye kalan tek çocuğu Fâtımatüzzehra, Ebu Amr’ın elİstiab’da kaydettiğine göre Hazreti resûl 41 yaşında iken dünyaya geldi. Yüce nebinin İbrahim hariç tüm çocukları bi’setten, nebi olarak görevlendirilmeden önce doğmuştur. İbni İshak, Fâtıma’nın Kureyş’in Kâbe’yi tamir edip yaptığı sene doğduğunu söylemektedir. Kâbe Resûlün bi’setinden yedi sene önce yeniden inşa edilmişti. Fâtıma’nın bi’set senesi doğduğunu söyleyen de vardır. Suyuti bunun daha doğru olma ihtimalinden bahsediyor. Kâbe’nin tamiri esnasında resûl hakem olarak Hacerülesvedi yeri- Aişe (r.a) demiş ki; “İnsanlar içinde oturmasıyla-kalkmasıyla, yüzüyle, yürümesiyle Hazreti resûle Fâtıma’dan daha çok benzeyen kimseyi görmedim. Fâtıma resûlün yanına geldiğinde ayağa kalkar, onu öper, kendi oturduğu yere oturturdu. ne koymuştu. O vakit resûlün yaşı otuz beşti. Kırk yaşında ise kendisine nebilik verilmiştir. Dolayısıyla Fâtıma’nın doğumu bi’setten beş sene önceye rastlamış olur. İbni Cevzi ve başkaları bu görüşü savunmaktadırlar. Beytin bina edildiği senede olduğunu Medaini kesin olarak söyler.3 13 “Beytulahzan” isimli kitapta deniyor ki: “Fâtıma, nebi kırk yaşında iken cemazul ahire’nin yirminci günü doğdu. Denir ki hazreti resûl miraca çıktığında orada kendisine cennet meyvelerinin kokuları ikram edildi, o cevherler resûlün sulbünde sperme dönüştü, yeryüzüne dönüp Hatice ile beraber olduğunda Fâtıma’ya hamile kaldı. Dolayısıyla Fâtıma aslı cennete dayanan dünya hurisidir.”4 Yüce resûl ne zaman cenneti arzularsa Fâtıma’yı koklar ve onda cennet kokusunu, tuba ağacı kokusunu bulurdu.”5 Hazreti resûl haktan gelen ilham ile ona Fâtıma adını verdi. Çünkü Mevla onu ateşten uzak kılıp ateşle onun arasını kesti. Deylemi’deki bir rivayette Ali demiş ki; “Fâtıma isminin verilmesinin sebebi Mevla’nın onu ateşten perdelemesinden dolayıdır. Bu kelime “fatm” dan türetilmiştir. “Fatm” ise kesmek ayırmak ayrı kılmak demektir. Ayrıca Ona “Zehra” ismi de verilmiştir çünkü o, nebinin açan çiçeği idi. Fâtıma’nın başka isimleri de var ki onu kitaplarda ve rivayetlerde sıralanmış olarak görüyoruz. Bunların dokuz tane olduğu kaydedilmiştir ki şunlardır: 1- Mubâreke, 2- Rukiyye, 3Sıddıka, 4- Râdıye, 5- Merdıyye, 6- Muhaddise, 7- Zehra, 8- Tahire, 9- Ümmü Ebiha (babasının anası). Fâtıma çocuklarının içinde nebiye en yakın ve O’nun en çok sevdiği ciğer paresi kızı idi. Hatta tüm insanlardan onu daha çok sevdiği nakledilmiştir. Tirmizi Büreyde’den, o da Aişe’den naklediyor. Aişe (r.a) demiş ki; “İnsanlar içinde oturmasıylakalkmasıyla, yüzüyle, yürümesiyle Hazreti resûle Fâtıma’dan daha çok benzeyen kimseyi görmedim. 14 Fâtıma resûlün yanına geldiğinde ayağa kalkar, onu öper, kendi oturduğu yere oturturdu.6 Hazreti resûl seferden döndüğünde ilk önce onu görür, sonra kendi evine giderdi ki bu efendimizin Fâtıma’ya olan sevgisinin derecesini gösteren bir davranışıdır. Bununla ilgili rivayet şöyledir: Pakimi Nisaburi “Fedaili Fatımetüzzehra” isimli kitapta naklederek diyor ki: “Bize Ebulabbas Muhammed b. Yakub nakletti, dedi ki bize Abbas b. Muhammed ed-Devri haber verdi, dedi ki bize Yahya b. İsmail el-Vasıti bildirdi. Dedi ki bize Muhammed b. Fadl İbrahim b. Kuaysden, o Nafi’den, o, İbni Ömer’den naklen haber verip rivayet etti. İbni Ömer diyor ki “Hazreti resûl bir yolculuğa çıkarken en son Fâtıma’ya uğrar öyle hareket ederdi. Yolculuktan döndüğünde ise ilk Fâtıma’ya uğrardı.(a.s)”7 Fâtıma’nın ve kocası Ali’nin resûlün katında özel değeri vardı. Numan b. Beşir naklediyor: “Bir gün Ebubekir resûlün yanına girmeye izin isteyip içeri girdiğinde Aişe yüksek ve kızgın bir sesle “Yemin olsun ki Fâtıma ve Ali benden ve benim babamdan sana iki veya üç kat daha fazla sevgili, onları daha çok seviyorsun” diye resûle çıkışıyordu. Ebubekir bunu duyunca Aişe’ye kızarak “Ey Filanın kızı (bu cümle Ebubekir’in söylediği kötü bir kelime karşılığı olarak zikredilir) sen nasıl resûle sesini yükseltirsin?” diye onu azarladı.” (Hadisi Ahmet rivayet etmiş senetteki ricalin sahih olduğunu söylemiştir.)8 Hazreti resûl Fâtıma ve Ali’ye hep değer vermiş ve bunu da ölene kadar göstermiştir. İbni Abbas naklediyor: “Bir gün Hz. Resûl Ali ve Fâtıma’nın yanına gelmişti; onları şakalaşıp güler gördü. Efendimizi Kaynaklar: 1. Şeblenci, Nurulebsar, s, 52. İhkakulhak, 10/ 184-222. Sünnet kitaplarında bir hayli hadis sağlam senetlerle gelmiştir. 2. Harzemi, Maktelülhüseyn, s, 66; Hakim, Müstedrek, 3/ 156; Orada “anan babam sana feda” cümleleri ile geçmektedir 3. Ehlibeyt âlimlerinin geneli de bu görüş- görünce sustular. Efendimiz onlara “Neden gülüyorsunuz” diye sordu? Hemen Fâtıma cevap verdi; dedi ki: “Canım sana feda babacığım! Biz Ali ile aramızda tartışıyor ve ben ona resûlün yanında senden daha sevimliyim, beni senden daha çok seviyor diyordum.” Efendimiz buyurdu ki; “Sevgili kızım sen benim evladımsın sana karşı çocuk sevgim var ama Ali benim yanımda daha aziz ve daha değerli.”9 Fahri kâinat Fâtıma’ya diyordu ki; “Allah sana ve evlatlarına azab etmeyecektir.”10 Ali’den naklediliyor; Hazreti resûl dedi ki: “Kadınlar için en hayırlı olan nedir?”. Orada bulunan kadınların hepsi sustu Fâtıma’ya sordu? Fâtıma dedi ki; “Kadınlar için hayırlı olan onların erkeklere görünmemeleridir.” Bunu duyan resûl; “Fâtıma benim bir parçamdır” buyurdu. (Bu hadisi Bezzar rivayet etmiştir.) “Ey maderi şâh-ı şüheda hazreti Zehra Mahşerde muîni fukara hazreti Zehra Her bir kuluna hazreti hak etti bir ihsan Sensin bize ihsânı hudâ hazreti Zehra. Arz eyledim ahvali perişanımı rahm et! Bin şerm ile rüyada sana hazreti Zehra. Hâşâ ki hilaf olsa senin va’di kerimin, Vaad ettin inayetini ya hazreti Zehra. Sultanı Rüsül valid-i zişanına arz et! Bu zerreyi ey kâni atâ hazreti Zehra. Affeyle suçum hûnu şehidân için olsun, Ey zevce-i sultanı beka hazreti Zehra. Reddeyleme durdum der’i lütfünde dahilek, Leyla’yı kıl ihsana seza hazreti Zehra.11” Rabbim rahmetini onun üzerinde daim eylesin, bizi de onu sevmekten, ehli beyti kendimize rehber ve örnek edinmekten uzak kılmasın inşallah. tedir. Bi’setten beş sene önce doğduğunu söylerler. Keşfulgumme de Bakırdan gelen rivayette Fâtıma’nın bi’setten beş sene sonra doğduğu, o zamanlar Kureyş beyti inşa etmekte idi der. 4. El-Bihar, c,43, s, 7. 5. El-Bihar, c,43, s,4. 6. el-Münavi, İthafussail, s,26. 7. Hakim, Fedaili Fatımetüzzehra, s, 37; elMüstedrek, c,3,s, 169. 8. İthafussail, s, 29. 9. Suyuti, Cem’ul-Cevami, 1/ 961. 10. Suyuti, Cem’ul-Cevami 1/ 170. 11. Leyla Hanım divanı s, 8. (Özel kitaplığımızda bulunan el yazması nüsha-Hamza Tekin) Sahir AKÇA MÜTREFİN Kur’ân-ı Kerim “Mütrefin” diye bir zümreden bahseder. Bunlar yemesinde-içmesinde, yatmasında-kalkmasında aşırı aristokrat davranan insanlardır. Allah, bir beldeyi helâk etmek istediğinde o beldenin kaderine, mütrefini hâkim kılar. Neticede yemeyi, içmeyi ve dünyadan kâm almayı gaye edinen bu insanlar, İlâhi azaba davetiye çıkarır ve bütün beldenin felaketine sebebiyet verirler. B u açıdan mütevazı ve sade bir hayat tarzıyla yetinip sonra da Allah’ın ihsanlarını yine onun rızasını kazanma istikâmetinde değerlendirmek inanan zenginler için de önemli bir esas olmalıdır. Çünkü, israf çirkindir. Dolayısıyla, fakir ya da zengin her mü’min, helâllerden ve mubahlardan istifade ederken bile aşırıya kaçarım ve tehlikeye düşerim endişesiyle temkinli davranmalıdır. Rasûlüllah (sav) ve Ashabı, özellikle belli bir dönemden sonra, her türlü ferah yaşama imkânlarına sâhip olmalarına rağmen, mütevazı ve zâhidâne bir hayatı tercih etmişler ve buradaki her nimetin hesabının âhirette sorulacağı inancıyla hep dünya-âhiret dengesini gözeterek yaşamışlardır. Allah’ın helâlinden ihsan ettiği nimetlere karşı şükürle mukabelede bulunup, sonra bu mala denk düşen bütün hakları yerine getirirken, İslâm’ı yüceltme ve insanlara faydalı olma düşüncesinin dışında bir düşünceye girmemişler ve asla tûl-i emele kapılmayıp, sürekli âhirete teveccüh etmişlerdir. İnsanların çevre kültürü genellemesiyle elde ettikleri bazı peşin hükümleri vardır. Doğru olduğuna inandıkları peşin hükümlerin tartışılmasına bile tahammül edemezler. Sermaye sâhibi olan çevrelerin, siyasî hayatı tanzim etmesini esas alan ideolojiye kapitalizm denilir. Tarih boyunca sermaye sâhiplerinin devlet gücünü ele geçirmek için her türlü hileye başvurdukları bilinmektedir. Başta siyasî partiler olmak üzere; toplum hayatında etkisi olan bütün kuruluşları, kontrol altına almayı arzu etmektedirler. İnsanların dünyevî ihtiraslarını kamçılamak ve şehevî duygularını ön plâna çıkarmak, üretime ve tüketime tesir eden bir faktördür. Bunun sürekliliğini sağlayabilmek için iktidarı ele geçirmeyi ve muhalifleri zaafa uğratmayı arzu ederler. Mütrefîn zümresinin toplumun akıl hocası ve yöneticisi hâline gelebilmek için her türlü yola başvurması mümkündür. Adâleti reddeden ve hukukun üstünlüğünü kabul etmeyen mütrefîn zümresinin, her dönemde İslâm’a karşı savaş açtığı malûmdur. Bu hakikat muhkem nassla sabittir: “Biz hangi memlekete, gelecek tehlikeleri haber verici bir Peygamber gönderdikse, mutlaka oranın mütrefleri: “Biz sizin getirdiğiniz şeyleri inkâr ediciyiz” dediler. Ve “Biz hem servet, hem evlâd itibariyle daha güçlüyüz. Azaba uğratılacak da değiliz” dediler. De ki: “Rabb’im dilediğine rızkı yayar ve kısar, fakat insanların çoğu bilmezler.” (Sebe, 34-36) Dikkat edilirse burada, tekebbür eden gayr-i meşrû sermaye sâhiplerinin, ideolojik tercihleri ortaya konulmuştur. Yaşanan hadiseleri doğru tahlil edebilmek için, mütrefîn zümresinin ihtiraslarını dikkate almak şarttır. Sermaye sâhiplerinin haberleşme vasıtalarını (Tv, Radyo, Gazeteler, vs.) kullanarak, İslâm’a karşı sürdürdükleri savaş, bu gayr-i meşru ihtiraslarının bir boyutudur. Şimdi de kısaca Mütref’in ve türlerinin tarifine bir göz atalım: Teref: Nimetle bolluk, rahat, refah ve bolluk içinde yaşamak, Terefu: Bolluk ve rahat içinde olmak, Terfetu: Nimet, Etrefethu’n Nime: Nimet onu azdırdı (şımarttı), nimet ve 15 bolluğun şımarttığı, dünyânın lezzet ve şehvetlerinde yüzen kimse, İtrâf: Nimet ve bolluğun bir insanı azdırmasına denilir. Mütref ise; Nimetin ve zenginliğin şımartıp azdırdığı, şehvetlerine dalmış, zorba, keyfinin istediğini yapan, büyük günah işlemekte ısrar eden, âhireti yalanlayan, sapık, yalancı, fâsık ve kâfir kimselerdir. Nimetle azanlar - Mütrefîn, Kur’ân-da “Ashab-ı Şimâl” olarak nitelenen cehennemlik insanlardır. Bunlar; büyük günah işlemekte ısrar eden, öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden, sapık, yalanlayıcı, fâsık, zâlim, azgın, âsi, kâfir kimselerdir. Teref ve Mütrefin Üç Özelliği: 1.Teref; Nimetin verdiği şımarıklık, Mütref ise nimet ve bolluğun şımarttığı kimsedir. 2.Teref; Nimet sebebiyle azmak, Mütref ise nimetin azdırdığı kimsedir. 3.Teref; dünyânın lezzetleri içinde bolluk ve genişlik, Mütref ise dünyânın lezzet ve şehvetlerinde bolluk ve genişliğe kavuşmuş kimsedir. Hakk’ı red ve tekzibe koşmak mütref’lerin âdetlerindendir. Lezzet ve şehvetlere daldıklarından ve nimetin vermiş olduğu şımarıklıktan ötürü, mütrefler âdetleri gereği, herkesten önce Allah’ın Peygamberlerini yalanlamaya ve onların getirdikleri Hakk’ı reddetmeye koşarlar. Bunu yaparken de mal ve çocuklarının çokluğuna, güç ve makamlarının rahatlığına, taraflarının kalabalık oluşuna ve insanlar arasındaki prestijlerine dayatır ve bu meziyetlerini öne sürerler. Yukarıda meallerini verdiğimiz (Sebe, 34-36) âyetlerle Allah (cc) mütreflere uygunluk arzeden bir âdeti ve onların, Allah’ın peygamberlerini yalanlama ve Rabb’lerinden getirdiklerini reddetme konusundaki tutum ve konumlarını ortaya koymaktadır. 16 Allah hiçbir kavme peygamber göndermemiştir ki, lider durumundaki makam ve servet sâhibi mütrefler onları yalanlamasın. Çünkü onlar, çoğunlukla dünya süs ve ziynetiyle bizzat meşgul oldukları, dünyanın şehvetlerine düşkünlük kalplerini galebe çaldığı ve kendileri gibi olmayanları da küçümsedikleri için, kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlayanların ilki olmuşlardır. Peygamberleri yalanlamayı başkaları da yapmakla beraber, mütreflere–varlıklılara nisbet edilmesinin sebebi ise; zenginlerin bu sözü söyleme konusunda öncü konumunda olmalarıdır. Onların Peygamberleri yalanlama konusundaki gerekçelerini Allah (c.c.) şöyle hikâye etmektedir: “Biz malca ve evlatça daha çoğuz, biz azaba uğratılacak değiliz.” (Sebe, 35) Yâni, mallarımız ve çocuklarımız sizden daha çoktur. Veya mal ve çocuklarımız cidden çok fazla olduğundan (güç ve karar mercii) hâkimlerin, emirlerin ve meliklerin korkusu, düşmanın galibiyeti ve insanlara söz geçirmemek gibi evlat ve mal çokluğunun verdiği lezzeti acıya çeviren herhangi bir azapla azaplanmayız. Bu varlıkla şımarmışların (mütref) sözlerinin özeti ve dayanakları şudur: Onlar, içerisinde herhangi bir ceza söz konusu olmayan nimetler içinde olduklarını iddia ederler. Bu ise, yanlış kanaatlerince Allah’ın onlara olan ikramının ve hoşnutluğunun bir delilidir. Hem sonra Allah (c.c), şirklerinden dolayı onlara kızmış olsa idi bu nimetleri vermezdi. Allah onların bu gerekçelerini reddederek şöyle buyuruyor: “De ki: ‘Rabb’im, dilediğine rızkı yayar ve kısar “. Yâni Allah, dilediğinin rızkını genişletir veya daraltır. Allah’ın nice zenginleştirdiği itaatkârlar ve fakirleştirdiği âsiler vardır. Bütün bunları hikmet ve dilemesi gereği yapar. Fakat insanların çoğu Allah’ın kullarına rızkı daraltması ve geniş tutmasındaki hikmeti bilmezler. Mütrefler, sâdece dünyânın lezzet ve şehvetlerine önem verir ve bu uğurda mal toplarlar. İnsanlarda bulunan çirkinliklere aldırış etmezler. Bu çirkinlikler, onları harekete geçirmediği gibi, insanları onlardan sakındırmazlar da. Çünkü onların bütün meşgale ve gayretleri yalnızca zevk-u sefadır. Keşke âhiret hesabına ve âhiret nimetleri uğruna çalışsalardı! Allah şöyle buyurmaktadır: “Sizden önceki nesillerden akıllı kimselerin, yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan menetmeleri gerekmez miydi? Fakat onlar arasından, ancak kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı. Zulmedenler ise kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar ve suç işleyenler olup çıktılar.” (Hud, 116) Zulmedenlerden maksat, kötü şeylerden sakındırmayanlardır. Yâni, dînin büyük bir rüknü olan Emr-i Bi’l Ma’rûf ve Nehy-i Ani’l Münker’e önem vermeyenler. Ancak azgınlığa ve nimetlerle şımararak şehvetlere dalmaya, liderliği ele geçirmeye, servet toplamaya, rahat yaşamanın yollarını aramaya önem verir ve bu uğurda gayret gösterirler. Âhirette kendilerine fayda verecek diğer şeyleri terk ederek arkalarına atarlar. Hakk’ı reddetmek ve Peygamberleri yalanlamak mütreflerin âdetleri, şehvetlere dalmak, rahat yaşantı, konfor ve toplumsal çirkeflikler karşısında hareketsiz kalmak ise hayat prensipleridir. Buna göre onların, Müslüman topluma mâni olma, dâvayı engelleme ve insanları ondan ürkütme gibi görevle vazifeli bir konumda oldukları kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Çünkü zenginlik ve refâh, Şehid Seyyid Kutub’un tefsirinde dediği gibi; “Kalbini katılaştırır, hassasiyetini yok eder, fıtratını bozar ve perdeler. Öyle ki, artık hidayet yollarını göremez, bâtılda ısrar eder, Hakk’a karşı kibirlenir, aydınlığa açılamaz.” Mütrefler, davetleri reddederken, çoğu kez geçmiş büyüklerinin övünüp durdukları mal, evlat ve taraftar çokluğu, makam ve toplumdaki mevkilerini gerekçe olarak öne sürerler. Bu durumda yapılacak iş, Kur’ânî üslûbla onları reddederek bütün bunlara sabır göstermektir. Çünkü Allah’a davet edenlerin bütün bu karşılaştıkları, gördükleri Sünnetullâh’ın sâdece bir kısmıdır. Nimetin azdırıp şımarttığı, Peygamberleri yalanlayan ve Allah’a daveti reddeden mütrefler hakkındaki Sünnetullâh, Allah’ın onları helak etmesi ve âhiret azabını tattıracağı gibi dünyevî azaba çarptırması şeklinde cereyan etmiştir. Nitekim şu âyetler bu gerçeği ifâde etmektedir: “(Halkı) zulmeden nice şehri kırıp geçirdik ve onlardan sonra başka bir topluluk getirdik. Azabımızı hissettikleri zaman onlar, derhâl (kaçmak için hayvanlarını) mahmuzluyorlardı. (Boşuna) kaçmayın, içinde şımartıldığınız (nimetler)e ve yurtlarınıza dönün, çünkü sorguya çekileceksiniz! “Eyvah bize, dediler, gerçekten biz zulmedenlerdenmişiz!” Bu mırıldanmaları sürüp giderek biz onları, biçilmiş (ekin gibi) yaptık, sönüp gittiler” (Enbiyâ, 11-15) İsrâ, 16. ayette ise Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Biz bir ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman onun varlıklılarına emrederiz. Orada fısk yaparlar. Böylece o ülkeye söz hak olur, biz de orayı darmadağın ederiz” Bir toplumun içerisinde Allah’ın nimetlerinin âdilâne dağıtılmaması ve gayr-ı meşru kazanç gibi yollarla bazıları, özellikle o topluma hükmedenler aşırı oranda nimete gark olurlar. Bunlar karşısında top- lumun büyük çoğunluğu ise yoksulluk içinde kalır. Aşırı ölçülerde nimet sâhibi olanlar, refahın verdiği gevşeklik ve âhireti unutmanın sonucu her türlü ahlâksızlığı işlemeye başlar. Şehid Seyyid Kutub bu durumu “İslâm’da Sosyal Adâlet” adlı eserinde; “Bu servet bazen kalbi fesada uğratan, bedeni yok eden bir lüks hâlini, bazen de şehvetler hâlini alır. Bu şehvetler mala ihtiyacı bulunan başka bir kesimin mal sâhiplerinin şehvetlerini doyurmaları, onların gurur ve kibirlerini okşamak için ırzlarını satmaları, ya yaltaklanmaları veya kişiliklerini yok etmeleri suretiyle yerine gelir. Ahlâksızlık ve buna bağlı olarak içki, kumar, kadın ticareti, insafsızlık, şerefsizlik alır başını gider.” diyerek çok güzel bir şekilde izah ekmektedir. Mütreflerin çoğaldığı bir yere Allah’ın elçileri geldiğinde ilk karşı çıkanlar bu mütrefler olur. Çünkü davet edildikleri din onların refah hâlini değiştirecek, vücutlarındaki taşkın enerjiyi boşalttıkları kaynaklar kuruyacak ve refah içindeki hayatları sona erecektir. Çoğu kişi zengin olmak, uzun yaşamak, meşhur olmak ister nedense! Bazen bunlar dua ile istenen belâya dönüşür. Aslında mü’mine yakışan hayırlı bir ömür, hayırlı bir ölüm dilemektir. Haram katılmış mal, saadete vesile olmaz, bu dünyayı değil âhireti de berbat eder. Bakıyorsunuz şimdi gençler makam, fiyakalı bir unvan yazan kartvizit, iyi para kazanmak ve o kazançla keyf almak, heyecanlanmak derdinde. Onu tanısınlar, kariyeri, makamı, parası olsun ve dünyadan zevk alsın. İşte bu da mütrefin takımının hayat anlayışı, yaşayışı ve böylece kendilerini dar çerçeve hapsedişi. Bunlar midelerini haramla doldurup şehvete dalar, malâyanî işlerle Kaynaklar: Abdurrahman DİLİPAK - Makaleler, Ali ÜNAL - Kur’ân’da Temel Kavramlar, Dinî Kavramlar Sözlüğü - DİB. Yayınları, Yusuf KERİMOĞLU - Kelimeler-Kavramlar-1. meşgul olur, toplumdan uzaklaşır, yoksulu horlar, kibirlenirler. Çünkü bunlar, harama el uzatanlar, hile yapanlar, rüşvetle helâle haram katanlar, işlere fesat karıştıranlardır. (Hud 116. ayeti hatırlayalım) Anlaşılıyor ki, Allah’ın Peygamber gönderdiği her beldenin lider durumundaki makam ve servet sâhibi mütrefleri onları yalanlarlar. İnananları görünce biz de inandık deyip, ötekilerle başbaşa kalınca da; “bizi onlara benzetmeyin, onları idare ediyoruz” derler. Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın denilince de; “biz ıslah edicileriz” derler. Unutmayalım, Allah bizleri mal, can ve sevdiklerimizle, bazen artırarak bazen de eksilterek imtihan eder. Eğer Allah’ın ipini bırakırsak, O da bizim ipimizi bırakır ve o servetimiz bizim için dua ile istenen belâ olur. İnsanların servetlerini nasıl kazanıp, nerelerde harcadıklarına bakmak lâzım. Mukaddeslerine ihânet edenler kime ihânet etmez ki? Zenginlerimizin hâline bakın! Bunlar kime, neye sponsor oluyorlar, kazandıkları paraları nerelerde harcıyorlar? Âhiret yurdunun servetini dünyada tüketiyorlar. Hangi Müslüman’ın ne derdine derman oluyorlar? Hani mallarımız, canlarımız, sevdiklerimiz Allah yolunda feda olacaktı! Yüksek duvarlı lüks evlere çekilip, camileri değiştirerek ve yeni dostlar edinerek mi? Bu iş böyle gitmez, biz âlemlere rahmet olarak gönderilen bir Peygamberin ümmetiyiz. Yeryüzünün bütün açları ümmetin yetimidir. “İnni küntü minezzâlimîn” diyerek başlamalıyız işe. Biz kendi hakkımızdaki hükmü değiştirmeden, Allah hakkımızdaki hükmünü değiştirmeyecektir. 17 Yusuf YAVUZYILMAZ DERSHANE TARTIŞMALARI VE KAYBOLAN KARDEŞLİK HUKUKU Hiç kuşkusuz eğitim alanında devasa sorunlar var. Eğitimin içeriğinden verimliliğine kadar tartışılması gereken yığınla sorun var. Son zamanlar gündemi işgal eden dershane tartışmalarının eğitimdeki devasa sorunların tartışılmasına kapı aralaması beklenirdi. Ne yazık ki, tartışmanın çok kısa sürede eğitimin dışına taşması, bu hayati sorunun tartışılmasını gölgede bıraktı. H iç kuşkusuz dershaneler mevcut çarpıklığın nedeni değil sonucudur. Tartışmaya katılırken hem dershanelerin sistem içindeki çarpıklığına dikkat çekmek hem de eğitimin temel sorunlarına yoğunlaşmak gerekir. Eğitim konusunda öncelikle tartışılması gereken Tevhid-i Tedrisat kanununun gerekliliği ve işlevidir. Bu kanun geleneksel medrese eğitimini dışarıda bırakmak ve eğitimi devlet eliyle tekelleştirmeye imkân veren bir içerik taşımaktadır. Dolayısıyla bu haliyle otoriterdir, tek tipleştiricidir. Bu eğitim sisteminden çoğulculuğa ve din eğitimine kapı aralamak neredeyse imkânsızdır. Bütün bu konuların tartışılmayıp konunun dershanelere hapsedilmesi ayrıca gözlerden kaçmamaktadır. Ne yazık ki, zaman ilerledikçe konunun dershanelerle 18 sınırlı olmayıp, tartışmanın temelinde başka parametrelerin olduğu daha açıkçası tartışmanın arkasında bir iktidar hesaplaşması olduğu net bir şekilde ortaya çıktı. Cemaatin öteden beri geleneksel olarak devlet bürokrasisini ele geçirme siyaseti ve bu konuda yaptığı eylemler, yıllardır ulusalcı-Kemalist-laik elitler tarafından eleştiri konusu yapılmıştır. Bu kesimler cemaatin Amerika ve Ak Partiyle el ele vererek Türkiye’yi dönüştürmeye çalıştığını yıllardır dillendiriyorlar. Ne yazık ki, gelinen noktada bu kesimlerin temsilcileri olan ve cemaati “F Tipi”, “Ilımlı İslamcı”, “Amerikancı”, “Atatürk düşmanı, gerici” olarak gören Yılmaz Özdil, Uğur Dündar ve Metin Akpınar gibi isimler, cemaate ait bir televizyonun ekranlarına çıkartıldığı, ders- hanelerin kapatılmasının Türkiye için bir felaket olacağını aktarıldığı bile sanal âlemde yan yana getirilebiliyor. Bu ulusalcı kesimlerin tehlike olarak gördükleri Ak Parti’yi iktidardan uzaklaştırmak için önlerine gelen her fırsatı ilkesizce kullanacaklarının işaretini veriyor. Asıl sorun cemaatin niyetleri açıkça bilinen bu insanlara fırsat verme konusundaki iştahıdır. Şurası bir gerçek ki, muhafazakardindar siyasal aklın ve bu aklın yönlendirdiği cemaatlerin öteden beri “devletimizin iyi, ama onu yönetenlerin kötü olduğu yolundaki tespitleri, öncelikli amaç olarak devlet bürokrasisine sağlam adamlar yetiştirme anlayışını öne çıkarmıştır. Bu amaç için yoğunlaşılacak araç ise eğitim alanıdır. İlk olarak Nakşibendi Zahit Kotku’nun Turgut Özal başta olmak üzere bazı başarılı gençleri mühendislik alanına yönlendirmeler ile başlayan süreç 1980’li yıllardan itibaren günümüze değin devam etmiştir. Burada yetişen nesil daha sonra sosyologlar tarafından “mühendislerin iktidarı” olarak adlandırılacak ve Türkiye’nin önünü açacaktır. Öyle görülüyor ki, hukuk ve siyasal alanların Ulusalcı-Kemalist-Laik elitler tarafından boşluk bırakılmaksızın işgal edilmesi, dindar aklı mühendislik alanına yoğunlaştırmıştır. Hiç kuşku yok ki; bir gurubun veya cemaatin iktidarın beğenmediği bir tasarrufuna karşı eleştiri hakkı, muhalefet hakkı ve kamuoyu oluşturma hakkı vardır. Ancak bunu yaparken kardeşlik hukukunu ve eleştiri ahlakını gözden uzak tutmamak gerekir. Kuşkusuz bu politikada eleştirilecek bir yan yok. Her sivil toplum örgütü ve cemaat kendine istediği yöntemi seçip bu uğurda faaliyet yapmakta serbesttir. Eleştirilecek olan “Hizmet Hareketi” olarak bilinen grubun kurulduğundan beri iktidarlara karşı izlediği ılımlı, uyumlu ve iktidarın niteliği ne olursa olsun çatışmadan uzak siyaseti; İslami geçmişten gelen, Türkiye’nin hukuki ve demokratik değişimine damga vuran, bürokrasi ve askeri vesayeti gerileten ve bunu sonucunda temsil ettiği dindar-muhafazakar kitleyi rahatlatan ve yeni imkanlar açan bir iktidara karşı terk etmiş olmasıdır. “Hizmet Hareket”inin bu politika değişikliği elbette İslami camia tarafından dikkatle izlenmektedir. Ecevit için; “Eğer bana fırsat verilirse şefaat edeceğim ilk kişi” diyen, 28 Şubat döneminde dindarlara kan kusturan MGK için; “MGK içtihat makamıdır, yanılmalarında bile sevap vardır.” değerlendirmesini yapan cemaatin bu değerlendirmelerini konjonktürel koşulların sonucu olarak iyi niyetle değerlendirsek bile, Erdoğan için “Firavun” benzetmesini nereye koyacağız? Yoksa Erdoğan Ecevit’ten ve MGK kararlarından daha zararlı bir kişi midir? Zihinleri karıştıran bir başka soru da, “Hizmet Hareketi”nin nispeten zayıf koalisyon iktidarlarına karşı bile ılımlı bir dil kullanırken, sayısal ve etki anlamında Türkiye’nin en güçlü iktidarına karşı neden bu kadar sert bir muhalefet yaptığıdır. Zaman gazetesi başyazarı Hüseyin Gülerce’nin “Boğazımızı sıkıyorlar, bu eli tutmayalım mı?” mealindeki açıklamaları da bir hayli tartışma konusu oldu. İster istemez herkesin aklına 28 Şubat dönemi uygulamaları ve cemaatin ılımlı ve sessiz siyaseti akla geldi. Elbette cemaatin Müslümanlar daha fazla sıkıştırılmasın diye sert muhalefet yürütmekten imtina etmesi bir noktaya kadar anlaşılabilir bir şeydir. Ama neden Ak Parti iktidarına karşı geçmişteki siyasetini ve yöntemini terk ettiği de tartışılacaktır. Hiç kuşku yok ki, bir gurubun veya cemaatin iktidarın beğenmediği bir tasarrufuna karşı eleştiri hakkı, muhalefet hakkı ve kamuoyu oluşturma hakkı vardır. Ancak bunu yaparken kardeşlik hukukunu ve eleştiri ahlakını gözden uzak tutmamak gerekir. Dershaneler konusunda iktidarın politikalarını eleştireceğim derken, İslami camia ve cemaat hakkındaki düşünceleri bilinen Yılmaz Özdil, Nur Serter, Uğur Dündar ve Metin Akpınar paralelinde iktidara yüklenmek hiç de ahlaki bir tavır değildir. Şurası açık ki, iktidar döneminde cemaat hizmet yönünden en rahat dönemlerini yaşamıştır. Özellikle Anayasa oylamasında görüleceği gibi Türkiye’nin demokratik dönüşümüne birlikte göğüs germişlerdir. İktidar da cemaat üzerinden siyaset oluşturmaya çalışan ulusalcı-laik elitlere karşı cemaati sürekli korumuştur. Bu biliniyorken 2004 yılındaki bir MGK kararını gündeme getirmek ve bunun üzerinden iktidarı eleştirmek en hafif deyimle insafsızlıktır. “Kalbin Zümrüt Tepelerinde” tefekkür ederken bu iktidar hırsı niye? Eleştiri konusu yapılacaksa bu konu doğrultusunda iktidarın izlediği politikalar ve aldığı kararlar etrafında olmalıdır. 2006 yılından itibaren MGK yapısında meydana gelen değişiklikleri, MGK’nun gündeminin askerler ve zamanın Cumhurbaşkanı tarafından belirlendiğini bilmemek, MGK’nun sivil iktidarların sorgulandığı bir yer olduğundan habersiz olarak iktidarı suçlamak insafsızlıktır. Unutulmamalıdır ki, iktidar din konusunda izlediği politika nedeniyle “irtica” ile suçlanarak hakkında kapatma davası açılmıştır. Anlaşılan o ki Dershane tartışması bir iktidar hesaplaşmasına dönüştü. Akılda kalan soru şu oldu: “Kalbin Zümrüt Tepelerinde” tefekkür ederken bu iktidar hırsı niye? 19 Faaliyetlerimiz Kuzuluk Aile Kampı - 4 Sakarya Aile Derneği tarafından geleneksel hale getirilen ve bu yıl 27-29 Eylül 2013 tarihleri arasında 4ncüsü düzenlenen “Kuzuluk Aile Kampı”na şehir içi ve şehir dışından 49 aile katıldı. S akarya Aile Derneği tarafından geleneksel hale getirilen ve bu yıl 27-29 Eylül 2013 tarihleri arasında 4ncüsü düzenlenen “Kuzuluk Aile Kampı”na şehir içi ve şehir dışından 49 aile katıldı. Kampın ilk günü saat 21:00’de Razamazan KAYAN Hoca tarafından “İslami Harekette Aile” konulu bir konferans düzenlendi. İkinci günü saat 14:00’e kadar ailelere sosyal aktiviteleri için serbest zaman verildi. Saat 14:00’de ise Musaf SEYİTHAN hocamızın moderatörlüğünde Adabülteni Dergisi yazarlarının katılımıyla “Birlikte Yaşama Kültürümüz” konulu bir panel düzenlendi. Panel kapsamında Mustafa AYDIN Hocamızın “Birlikte Yaşamanın İslami Temelleri”, Yusuf YAVUZYILMAZ Hocamızın “Batı ve Diğer Medeniyetlerle Birlikte Yaşamak”, Mehmet KUZU 20 Hocamızın da “Medine Vesikası” sunumlarından katılımcı aileler istifade ettiler. Kampın son gününde Abdullah BÜYÜK Hocaefendi’nin Vakıf görevlileriyle birlikte gerçekleştirdiği genel değerlendirmeleri içeren takdimi katılımcılara bundan sonraki yaşantıları için ışık tuttu. Bu takdimin ardından kamp, ailelerin bir dahaki sene tekrar buluşma dilekleriyle birbirleriyle vedalaşmasıyla sona erdi. Çaykışla Derneği Çaykışla Eğitim Kültür Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği 16 Ekim 2013 tarihinde halkımızın yoğun katılımıyla Erenler İlçesine bağlı Çaykışla Mahallesinde faaliyetlerine başladı. Dernek her hafta cumartesi ve pazar günleri 11:00 - 13:00 saatleri arasında 10-15 yaş grubundaki kız ve erkek çocuklarına Kur’an eğitimi ve ilmihal bilgisi vermektedir. Ayrıca cumartesi günleri 13:00 - 15:00 saatleri arasında kadınlara, pazar akşamları da saat 19:30’da erkeklere genel sohbet programları düzenlenmektedir. Ahmet TOMOR Hocaefendinin sohbetinden kareler 21 “Afrika’da Usûl Öğretiyoruz” “Biz Afrika’ya sadece yardım götürmüyoruz. Oranın dilini, dokusunu, kokusunu, coğrafyasını her şeyini biliyoruz. Biz oraya usûl götürüyoruz.” Diversity gönüllüleri… Hazret-i Allah’ın emir buyurduğu ibadetlerin bazısı yalnız yapılabilir; ancak yardım almadan yapılamayan ibadetler de var. Namaz, oruç ibadetleri belki yalnız ifa edilebilir; lakin zekât, kurban ve sadaka ibadetini gerçekleştirebilmek için başka bir Müslümana ihtiyaç duyarız. DİVERSİTY (FARKLILIK) DERNEĞİ de tam bu noktada devreye giriyor ve bu ihtiyacı Afrika Müslümanları adına gerçekleştiriyor. Biz de bu yazımızda Diversity Derneği’nin kurucusu İlahiyatçı Sosyolog Rıdvan Erdal ve dernekte gönüllü akademisyen olarak hizmet eden Muammer Sivrikaya beylerle Diversity Derneği ve faaliyetleri üzerine konuştuk. Diversity Derneği ne yapıyor, faaliyetleri neler, niçin oradalar, Diversity farklılık demek, ama bu nasıl bir farklılık” gibi aklımıza gelen bütün soruları yöneltmeye çalıştık. Burada paylaştığımız cevapları okuduğunuzda Afrika’nın sıcak ama huzurlu, aç ama misafirperver, mazlum ama insaf sahibi, her halleriyle Müslümanlardan gelecek yardımları umutla bekleyen, zeytin gözlü insanlarına ait emsalsiz bir tabloyu karşınızda bulacaksınız. Öncelikle Diversity nedir ya da kimdir? diye sorarak başlayalım. Rıdvan Bey:Diversity, farklılık demek. Yani “farklı ırkları, renkleri, farklılıkları gözetmeksizin bir çatı altında toplayan” manasına kullanıyo- 22 ruz. Türkiye’de Diversity Derneği’ni bir buçuk yıl önce kurduk. Ancak Diversity’nin alt yapısı 12 yıldır devam eden bir çalışmanın ürünü diyebiliriz. Afrika kıtasında UICT (Üniversal İslamic and Cultural Trust) adında bir vakfımız daha var. Bu vakıf bizim Afrika kıtasındaki en büyük çözüm ortağımız. Afrika’nın doğusunda, batısında, güneyinde, kuzeyinde hangi ülkeye giderseniz gidin, bir UICT personeli ya da Türkiye’deki adıyla Diversity Derneği’nin Afrika’da yaşayan gönüllüsü sizi havaalanında karşılayacaktır. Bizim farkımız bu. Muammer Bey: UICT’in farklı olarak Afrikalı çocuklara eğitim verme misyonu var. Bu kurum çatısı altında, oradaki çocuklara İslam ahlakını öğretiyor ve onları İslam terbiyesi üzerine yetiştiriyoruz. Bunun yanında gelen yardımların İslami usullere uygun olarak dağıtılmasını da yine bu vakfımız kanalıyla sağlıyoruz. Sahip olduğumuz alt yapıyı herkesin hizmetine sunuyoruz. Bunu muhataplarımızı kırmadan, incitmeden münasip dille anlatarak yapıyoruz. Afrika’da Beyaz Adam’ın karnesi son derece siyah. Diversity neden özellikle Afrika’da? Rıdvan Bey: Afrika’da Beyaz Adam’ın karnesi son derece siyah. Bu cümlenin altını çiziyorum. O simsiyah karnenin üzerine, yeniden şemalar çizerek, yeniden şekiller çizerek, yeniden puanlama sistemi koyarak onların gönül dünyasında “Beyaz insandan da Müslüman fert çıktı.” demelerini sağlıyoruz. Muammer Bey: Afrika, dünyanın bütün ülkelerinden yardım alan ve çok farklı eğitim kurumlarının olduğu bir yer. Son yıllarda Diversity olarak bizim de hizmetlerimizin orada başlamasıyla o bölgelere alaka gösteren insanların sayısı da arttı. Muhtelif mecralarda, televizyonlarda, reklamlarda isimlerini gördüğümüz bütün kuruluşlar Afrika’ya ilgi göstermeye başladılar. Tabi herkesin bir ilgi alanı ve bu ilginin de bir hedefi var. Kimisi maddî, kimisi manevî gaye için orada bulunuyorlar. Bizim gayemiz ise onlardan çok farklı. Bizim birinci gayemiz, Rasulüllah Efendimiz’in Ashabı’nın oralara gitme gayeleri ne ise odur. Yani insanların maddi ve manevi ihtiyaçlarına katkıda bulunmak, onların dertleriyle dertlenmek, halleriyle hâllenmek ve onları en güzel şekilde mütekamil bir insan olarak yetiştirip bu mazlum insanların refah seviyesini yükseltmek. Farklı olarak orada neler yapıyorsunuz? Rıdvan Bey: Orada yaşayan, oradaki insanlara hizmet veren, Somali’nin gözyaşlarını silen, Kenya’nın ağlayan çocuğunun başını okşayan, Güney Afrika’daki mazlum siyahî kardeşinin imdadına yetişen, çölde kabilelerin yanına gidip ekmeğini paylaşan ruha sahip bir ekibimiz var. Bu ekibin Afrika’da yaşıyor olması, bizim en büyük farklılığımız. Yani biz sahadayız. Sadece belli zamanlarda oralara gidip, topladığı yardımı o insanlara ulaştıran ve bunu yapmak için de oralardan yerli partnerler arayan bir müessese değiliz. Şu anda 200 küsur personel ile Afrika halkına hizmet verir vaziyetteyiz. Bu 200 personelin de 50’ye yakını yetiştirdiğimiz Afrikalı gençlerden oluşuyor. Muammer Bey: Afrika, insanların orayı fark etme dönemlerinden bu yana suistimallere maruz kalmış bir coğrafya. Onlar her zaman gerçek manada kendilerine el uzatacak insanlar aramışlar. Afrika’nın insanları mazlumdurlar, cahildirler; bu cehaletinden dolayı zaman zaman da acımasız ve vahşi olabilirler. Biz bu insanlara gücümüz yettiği kadar yardım etmeye çalışıyoruz. Çin atasözü olduğu söylenen bir söz var, “İnsanlara her gün balık verme yerine balık tutmayı öğretin.” Buradan yardım götürerek onları doyurmak, tembelliğe, dilenciliğe, hep almaya sevk eder; vermeye sevk etmez. Bunun için sadece vermekle kalmıyor, yaptığımız faaliyetlere onları da dahil ediyoruz. Esas altını çizmek istediğimiz nokta işte burası. Mesela, Afrika’daki kurban faaliyetlerimizin en güzel bölümü, oradaki insanları da kurban kesmeye teşvik ediyor olmamız. Bu hassasiyetin, bizi diğer kuruluşlardan ayıran önemli bir husus olduğunu düşünüyoruz. Diversity sadece yardımları mı organize ediyor? Muammer Bey: Yaptıklarımız sadece bunlar değil tabi ki. Afrika’da NGO (Non Governmental Organisations) isimli, hükümetten bağımsız olarak çalışan uluslararası bir platformumuz var. Diversity Derneği olarak bölge insanın ve orayla ilgilenenlerin hayatında ne ihtiyaçları varsa hepsine yardımcı olalım istiyoruz. Tüccarsa ticaretle ilgili, ilim adamıysa ilimle ilgili, üniversite öğrencisiyle üniversiteyle ilgili… Ayrıca Diversity Derneği yurt dışı eğitim hizmetleri de veriyor. Yurt dışında dil eğitimini kolaylaştıran The Call (Contemporary Academic Language Link cc) dil okulumuz var. O dil okuluyla işbirliği çerçevesinde yazları gençler orada eğitim alıyorlar. Yine güvenli yerlerde, kendi yurtlarımızda öğrenci olarak kalarak bilgilerini oradaki Afrikalılarla paylaşıyorlar. Bir nevi bilgi aktarımında bulunuyorlar. Böylelikle yabancı dil- lere karşı da bir aşinalık kazanıyorlar. İngilizce, Fransızca, Arapça gibi dillerde belli bir seviyeye ulaşıyorlar. Mesela, mimar bir arkadaşımız gelip kendi alanında çalışmalar yapabiliyor. Oradaki yerli mimarlarla iş birliği yapıp çevredeki binaları inceliyorlar. Gerektiğinde onların ofislerinde staj da yaptırıyoruz. Hayat görüşü, teknik bilgileri, donanımları her yönden gelişiyor. Bir de eğitim faaliyetleri var. Diversity Derneğinin eğitim alanında farklılığı var mı? Muammer Bey: “Bir kişinin kâmil bir insan olarak A’dan Z’ye nasıl yaşayacağını öğreten ve yaşatan bir müessese” manasına gelen, Holistic Education Center denilen eğitim müesseselerimiz var. Biz eğitime böyle bakıyoruz, bizce eğitim budur. Sadece normal mekânlarda öğretmen-alıcı karşısında meydana gelen bir bilgi akışı, bilgi iletişimi değil. Eğitim onu yaşayıp tatbikatını yapmaktır. Burada hepsi var. Kurban faaliyetlerimiz, Ramazan-ı şerif programı, zekât, bunun bir tatbikatı oluyor. Mesela, biz Afrika’da insanlara nasıl zekât verileceğini öğretiyoruz. Öyle kurumlar var ki zekâtın nasıl hesaplanacağını bile bilmeden (bütün makinelerini, borçlusunu, alacaklısını hiçbir hesaba katmadan) hizmet ediyoruz diye, oradaki masum vatandaşlarımızın tepesine biniyorlar. Zekât mefhumunu kullanarak oraya rızkını kazanmak için gitmiş vatandaşımıza zulmediyorlar. Cehaletin neticesinde felaket bir durum ortaya çıkıyor. Düşünün ki, bir tarafta incelik göstererek madenlerini elinden almış misyonerler, diğer taraftan yanlış bilgilerini göstererek “Din budur.” diyerek İslamiyet’i suiistimal eden insanlar var. Afrika yüzyıllarca paradokslara maruz kalmış bir yer. Ama Afrikalı kardeşlerimiz bu güzel müesseselerde aldıkları eğitimle Kur’an-ı Kerim’in hayatlarında nasıl tatbik edilmesi gerektiğini öğreniyorlar. Son olarak, okuyucularımıza duyurmak istediğiniz şeyler var mı? Rıdvan Bey:Diversity Derneği’nin farklı şöyle bir kampanyası var: Kurbanının nasıl kesildiğini görmek isteyenlere, “Çevrenizden 50-100 adet kurban toplayın, sizi de topladığınız kurbanlarla Afrika’ya götürelim.” diyoruz. Geçtiğimiz yıllarda oraya götürdüğümüz farklı derneklerden insanlar oldu. Bize hep şunu dediler: “Biz şimdiye kadar kurbanlarımızı Diversity aracılığıyla Afrika’ya göndermediğimiz için çok pişmanız.” Tabi bu insanlar orada kurban faaliyetini nasıl bir organizasyonla gerçekleştirdiğimizi gözleriyle gördüler. Kurbanların kesilişine, dağıtılışına bizzat şahit oldular. Dini vecibelere gösterdiğimiz hassasiyet onları çok etkiledi. Okurlarınıza son söz olarak şunu söylemek istiyorum: Afrika anlatılmaz yaşanır. Gelin, görün, sizi misafir edelim, yaşayın. 23 Mustafa AYDIN HZ. İBRAHİM (a.s) ve İKRAM Kur’an, insanlık tarihinin tevhid mücadelesinde “örnek alınacak kişiliğe sahip” peygamberlerden biri ve “misafirlerin babası” olarak anılan, misafiri gelmediği zaman üzülen, Hz. İbrahim’i model şahsiyet olarak gösterir. İ nsanı “yaratan”1 ve ona “sayısız nimetler”2 ve “ilim ikram eden, en büyük kerem”3 sahibi “Allah’a hamd”4 olsun. İnsanlığın “hiçbir engele takılmayan rüzgârdan daha cömerdi”5 ve “Uhud dağı kadar altını olsa”6 da hepsini dağıtacak yüce ahlaka sahip olan Resulullah’a salât ve selam olsun. “İnsanlara adaleti, ihsanı ve yakınlara muhtaç oldukları şeyleri vermeyi emreden”7, “Kitabın varisleri”8 olarak, İslam bizleri “israf ve cimrilikten”9 sakındırırken insanlığa ikram ve ihsana teşvik etmektedir. Günümüz insanının bir kısmı ise “malı toplayıp durmadan sayan”10 ve “malın üstünlük sebebi olduğunu zanneden”11 batıl bir iktisat ve ahlak anlayış içinde bulunmaktadır. “Veren elin alan elden üstün”12 olduğunu unutmuş, kendini ben merkezli yaşam 24 kaygısının ve yarışının içinde bulmuştur. Diğer bir kısmı ise Kutsal değerleri ve öğretileri önceleyerek sosyal hayattaki yerlerini almıştır. Bu Kutlu yolun yolcularını temsilen Kur’an, insanlık tarihinin tevhid mücadelesinde “örnek alınacak kişiliğe sahip”13 peygamberlerden biri ve “misafirlerin babası” olarak anılan, misafiri gelmediği zaman üzülen, Hz. İbrahim’i model şahsiyet olarak gösterir. O “Mekke halkı için bereket ve emniyet duası”14 eden bir peygamberdir. Kur’an-ı Kerim, O mümtaz peygamberin hiç tanımadığı kişilere bile, son derece misafirperver davrandığını bize şöyle anlatmaktadır: “(Resûlüm!) İbrahim’in ağırlanan misafirlerinin haberi sana geldi mi? Hani onlar, İbrahim’in yanına varmışlar ve ‘Selâm olsun sana!’ demişlerdi. O da ‘Size de selâm olsun’ demiş, ‘Bunlar tanınmamış (yabancı) kimseler’ (diye düşünmüştü). Hissettirmeden ailesinin yanına gidip, (pişirilmiş) semiz bir dana getirmişti. Onu onlara sunup ‘Yemez misiniz?’ dedi. (Yemediklerini görünce) İbrahim’in içine bir korku düştü. Onlar, ‘korkma’ dediler ve onu bilgin bir oğul ile müjdelediler.”15 Bu ayetler bizlere sadece tanıdığımız değil, tanımadığımız kişileri de misafir olarak ağırlamanın erdemi ve önemini öğretmekte, ikramın da en güzelinin sunulmasını sözlü ve fiili olarak göstermektedir. Misafirlik adabının gereklerinden bir diğeri de ikramı kabul etmektir. Nitekim tutulan nafile orucun ikram karşısında, sonradan kaza edilmek üzere bozulabileceğine dair verilen ruhsat; yapılan ikrama ve ikramı kabul etmenin de- ğerine vurgu yapar niteliktedir. Bir defasında Allah Resulu kendisine ikram edilen bir yemeği ashabına ikram etmiş, onlar da “iştahımız yok” diyerek karşılık vermişlerdi. Bunun üzerine Resulullah, “Açlığı ve yalanı bir araya getirmeyin!”16 buyurarak, insanları ikramı geri çevirmeme konusunda uyarmıştır.17 Peygamberimizin misafir kabul etmenin ve onlara ikramda bulunmanın önemine dair şu hadis-i şeriflerinin her biri de oldukça dikkat çekicidir: “Allah’a ve ahiret gününe inanan, misafirine ikram etsin”18, “Misafir ağırlamayan kimsede hayır yoktur”19 , “ Senin üzerinde misafirinin de hakkı vardır”20, “Yanınızda oruçlular iftar etsin. Yeme- Hazreti İbrahim’e (a.s) nispet edilen tencere ğinizi iyi insanlar yesin. Melekler de size dua etsin”21. Gönülden ikram edenleri, örnek gösterir mahiyetteki Kur’ânî ifadeleri konumuza odak noktası Misafirlik adabının gereklerinden bir diğeri de ikramı kabul etmektir. Nitekim tutulan nafile orucun ikram karşısında, sonradan kaza edilmek üzere bozulabileceğine dair verilen ruhsat; yapılan ikrama ve ikramı kabul etmenin değerine vurgu yapar niteliktedir. yapalım: “Kendilerinin ihtiyacı olsa bile onları, kendilerine tercih ederler”22, Kendilerinin beğenmediklerini vermezler”23, “Sevdiklerinden verirler”24, “Verdiklerinden dolayı minnet ve eziyet yüklemezler”25 ve “Niyetleri sadece Allahın rızasını kazanmaktır”26. Külfet ve gösterişten uzak olarak yapılan ikram; kalbin, aklın, yüzün, dilin ve elin buluştuğu yüce bir ahlaktır. Güler yüz, tatlı dil ve ikramlarla İslam’ın yüce ahlakını yaşayan ve yaşatanlara müjdeler olsun. 1 Rahman, 55/3. 2 İbrahim, 14/34. 3 Alak, 96/3; İnfitar, 82/6. 4 Fatiha, 1/1. 5 Buhari, “Bedu’l-Vahy 5, 6”. 6 -Buhari, “Rikak 14”; Müslim, “Zekat 32”. 7 Nahl, 16/90. 8 Fatır, 25/32. 9 Furkan, 25/67. 10 Hümeze, 104/2. 11 Kehf, 18/34. 12 Müslim, “Zekat 97”; Tirmizi, “Zühd 32”. 13 Mümtehine, 60/4. 14 Bakara, 2/126. 15 Zariyat, 51/ 24-28. 16 İbni Mace, “Et’ime 23”. 17 Tirmizi, “Edeb 37”. 18 Buhârî, “Nikâh 80”, “Edeb 31, 85”, “Rikâk 23”; “Müslim, “İmân 74, 75, 77”; Ayrıca bk. E bû Dâvûd, “Edeb 123”; Tirmizî, “Kıyâmet 50”; İbni Mâce, “Edeb 4”. 19 İbn Hanbel, IV, 157. 20 Ebû Dâvûd, “Salat 317”. 21 Ebû Dâvûd, “Et’ime, 54”. 22 Haşr, 59/9. 23 Bakara, 2/268. 24 Ali İmran, 3/92. 25 Bakara, 2/262-264. 26 İnsan, 76/9. 25 Harun ÇALTIKOĞLU Genç kalemler 2 SUDAN GÜNLÜĞÜMDEN Yeni makalemle tekrar sizlerle birlikte olduğum için Rabbime hamd olsun. Sudan’da altıncı ayımdayım. Hala havalar çok sıcak. Klima ve pervaneler durmadan çalışıyor. Kısa kollu elbiselerimizle dolaşıyoruz. Siz ise soğuktan üşümekte, sobalarınızın veya kaloriferlerinizin başına geçmektesiniz. S omalili arkadaşlarım buraya da kışın geldiğini söylediklerinde “Ne kışı, görmüyor musun güneş var!” sonradan fark ettim ki esen rüzgârlar, hele hele sabahleyin esen rüzgar onların üşümesine ve hasta olmasına sebep oluyormuş. Geçen yazımda Sudan’dan sizlere kısada olsa bahsetmiştim. Bu sefer de günlüğümü açıp buraya geldiğimden şu ana kadar geçen günlerin hepsini okuyup sizlere özet ola- 26 rak bazı olayları aktarmak istedim. Ve bu olayları sizlere başlıklar altında sunmak istiyorum. SUYUN DEĞERİ Buraya gelene kadar suyun değerini çok iyi anlamamıştım. Ama burada suyu bulamayan insanları görünce ve o insanların bir damla su alabilmek için çok uzun yollar kat ettiğini duyunca, ne kadar büyük nimetler içinde olduğumuzu anladım. Ramazan ayının ortasında gelmiştik. Bizlere Türkiye’den ağabeylerimizin geldiğini, kuyu açılışına gideceğimiz söylendi. Hepimiz hazırlanıp yola çıktık. Yaklaşık bir buçuk saatlik yolculuk yaptık. Sıcaklık 40-45 derece civarındaydı. Bizim susuzluktan ağzımız kurumaya başlamış, iftara kalan dakikaları sayıyorduk. Nereye baksan çöl, hiçbir şey yoktu. Buralarda kimler yaşar diye düşünürken, karşımıza küçük, tek odalı topraktan yapılmış evler çıktı. Etrafı dolaştık, hiçbir şey yoktu. Ve burada 900 hane yaşadığını duyunca da çok şaşırmıştım. Bu insanlar su ihtiyaçları olduğunda kilometrelerce yol yürüyorlarmış. Türkiye’den bir aile yardım elini uzatıp bu 900 hanelik köyün su sıkıntısının çözülmesine vesile olmuş. Allah onlardan razı olsun. O insanların kuyu açılırken sevinçlerini görmenizi isterdim. Sevinçlerinden kendi geleneksel oyunlarını oynadılar. Türkiye’ye çok selamlar yolladılar, dualar ettiler. Tabi biz onları görünce susuzluğumuzu unutup onları izlemiş, hallerimize şükreder olmuştuk. O gün iftara kadar oradaki kardeşlerimizle beraber olup, iftarımızı yaptıktan sonra evlerimize doğru yola çıkmıştık. SEL FELAKETİ Sudan’da yağmur neredeyse hiç yağmaz. Her gün güneş tepenizden size bakar. Sıcaktan insanlar bunalır. Bazen öyle bir duruma gelirsiniz ki yağmur yağsa da bir serinlesek dersiniz. Hiç beklemediğiniz bir anda yağmur öyle bir şiddetli gelir ki sokaklar, caddeler sel olur. Asıl sorun ise topraktan ve yağmurdan eriyen evleri olan fakir, çoğunluğu Müslüman olan kardeşlerimiz evlerini, ailelerini kaybederler. Bunun içindir ki, halkın çoğunluğu yağmur yağmasını istemez. Bir keresinde Sudan’ın başkenti Hartum’da şiddetli bir yağmur yağmıştı. Binlerce insan zor durumda kalmış, can kayıpları meydana gelmişti. Günler sonra Ribat Aşevi ile sel bölgesine yiyecek dağıtmaya gittik. Günlerdir aç olan insanlar, yiyecekleri ellerine aldıkları gibi yiyorlardı. Bir annenin küçük kızına aldığı yiyeceği yedirdiğini görünce çok duygulanmıştım. Belki de onlarda selde evlerini kaybetmiş, gündüzün şiddetli sıcağında dışarıda yaşıyorlardı. Kim bilir yeni evlerini kaç gün sonra yapacaklardı. Rabbim onların yardımcısı olsun. KURBAN BAYRAMI Sudan’da bayram sabahı sessiz bir hareketlilik olur. Müslüman kardeşlerimiz, yeni elbiselerini giyer, güzel kokularını sürünür, bayram namazını eda etmek için yollara dökülürler. Bayram namazlarını mescid veya camilerde değil de büyük (futbol sahası gibi) alanlarda kılarlar. Bizler de bayram sabahı, ailemizden ayrı bayram yapacağımız için değişik duygular içinde hazırlanıp, Afrika Üniversitesi’nin futbol sahasına gittik. Çok sayıda farklı ülkeden gelen kardeşlerimizle aynı saflarda bayram namazını eda ettik. Kahvaltımızı yaptıktan sonra Türkiye’deki hayırsever kardeşlerimizin göndermiş olduğu kurbanlıkların kesim ve dağıtım işlerine yardımcı olduk. Poşetlenen etleri fakir olan Müslüman kardeşlerimize dağıttık. Belki de çoğunun evine günlerdir et değil, yiyecek dahi girmemiştir. Etleri dağıttığımız kişiler çok seviniyorlar, günlerdir gülmeyen yüzleri gülmeye başlıyordu. Bizim yanımızdan ayrılmıyorlar, dua edip duruyorlardı. Ne yapacağımızı şaşırmış, onların mutluluklarına ortak olmuştuk. Kurbanlıkları gönderen hayırsever kardeşlerimizden Allah razı olsun. O insanların hüzünlü yüzlerini güldürdüğünüz gibi Allah da ahirette sizlerin yüzünü güldürsün. SUDAN OLAYLARI Son olarak Sudan’daki fakir halkın sıkıntılarından biri hatta en büyüğü olan, hükümetin yaptığı yüzde yüzlük zammı ve bunun sonucunda çıkan olaylardan az da olsa bahsedip yazıma son vermek istiyorum. İnsanların çoğu fakir. Çalıştıkları yerlerden çok az maaş alıyorlar. Ve sel felaketinin üzerinden az bir zaman sonra hükümet akaryakıt ve benzine verdiği desteği kaldırıyor, bunun sonucunda da en başta gıda ürünleri olmak üzere yüzde yüzlük zamlar geliyor. Yani bu demek oluyor ki günde iki ekmeği zar zor evine getiren, bundan sonra yarım ekmeği bile getirmekte zorluk çekecek. Artık sabredemeyen halk sokağa dökülüyor. Protesto için çıkıyorlar ama bazı grupların kışkırtmalarıyla olaylar daha da büyüyor. Çok sayıda dükkan yağmalanıyor, can kayıpları oluyordu. Bir hafta olaylar hiç durmadı. Ne oldu bilmiyorum ama bir hafta sonra sokakları sessizlik kapladı. Zamlar düştü diye düşündüm ama daha öyle de bir şey yokmuş. Sanırım halk biraz daha böyle yaşamayı kabullendi. Bu olayların üzerinden iki ay geçti. Zamlar aynı. Hiçbir olay yok. İnşallah olay olmadan bu durum düzelir. Kısaca kardeşlerim buradaki Müslüman kardeşlerimiz zor durumda. Karınlarını doyurmak için değil yaşamak için uğraşıyorlar. Suları, yiyecekleri yok. Hükümetten ve buradaki zenginlerden de bir fayda yok. Yine her zaman olduğu gibi iş bize düşüyor. Buraya yardımlarda vesile olan herhangi dernek ve vakıflarla buradaki kardeşlerinizin ellerinden tutabilirsiniz. Allah’a emanete olun, bir dahaki yazımda görüşmek dileğiyle… 27 Halil ATALAY Çocuklara Öykülerle 40 HADiS 4. HADiS "Namaz, cennetin anahtarıdır"(1) "Namazı dosdoğru kıl. Kuşkusuz namaz, ahlâksızlıktan ve kötülükten alıkoyar." 28 S evgili Peygamberimizin “Namazın dindeki yeri, vü­cutta başın yeri gibidir.”(2) buyurarak önemine dik­kat çektiği ve “Beş vakit namaz, birinizin kapısının önünden akan nehir gibidir... O kişi günde beş defa o nehirde yıkanırsa, bu onda kirden bir eser bırakır mı?”(3) diye insanı cennete ha­zırlamasını vurguladığı namaz, gerçek bir temizleyici ve günah­lardan koruyucu bir ibadettir. Rabbimiz: “Namazı dosdoğru kıl. Kuşkusuz namaz, ahlâksızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” (29 Ankebut, 45) buyurmuştur. Ensardan bir genç beş vakit namazı Hz. Peygamberle birlikte kılıyordu ama her türlü kötülüğü de yapıyordu. Durum Hz. Peygamber’e iletilince: “Kuşkusuz namazı, onu kötülükten ahkor.” buyurmuştur. Hakikaten bu genç, çok geçmeden tövbe etmiş; durumu düzelerek zahid ashabın içinde yer almıştır.”(4) Büyük bilginlerden Ebu Osman En-Nehdi anlatıyor: Bir gün Selman-ı Fârisi (r.a.) ile bir ağacın altında oturu­ yorduk. Selman ağaçtan kuru bir dal kopardı ve onu yaprakları dökülünceye kadar salladı. Ben de kendisine bakıyordum. “Ebu Osman!” dedi. “Neden böyle yaptığımı sormaya­cak mısın?” Ben de “Neden öyle yapıyorsun?” diye sordum. Şunları söyledi: “Bir gün Peygamber Efendimizle böyle bir ağacın gölgesinde oturuyorduk. Benim yaptığım gibi, ağaçtan kuru bir dal kopardı ve onu yaprakları dökülünceye kadar salladı. Sonra bana dönerek:” “Selman!” diye seslendi. “Neden böyle yaptığımı sorma­yacak mısın?” Ben de “Neden böyle yapıyorsun ya Rasülallah” diye sordum. “Bir Müslüman güzelce abdest alır ve beş vakit namazı kılarsa, günahları işte bu yapraklar gibi dökülür.” buyurdu. Ar­dından da şu âyeti okudu: “Gündüzün iki ucunda ve gece­nin gündüze yakın saatlerinde namaz kıl. Çünkü iyilik­ler kötülükleri giderir. Bu buyruklar, Allah (c.c.)’a ina­nanlara bir öğüttür.” (11 Hud, 114) (5) "Gündüzün iki ucunda ve gece­nin gündüze yakın saatlerinde namaz kıl. Çünkü iyilik­ler kötülükleri giderir. Bu buyruklar, Allah (c.c.)'a ina­nanlara bir öğüttür." (11 Hud, 114) Namaz öyle bir ibadettir ki kötüleri bile yola getirir. İşte bunun öyküsü: Bir grup soyguncu pusuda bir kervan bekli­yorlardı. O sırada Fudayl b. Iyaz bir ağacın altında ibadetle meş­guldü. Fudayl hem soygunculuk yapıyor, hem de namazı terk etmiyordu. Arkadaşlarıyla beraber bir kervanı çevirdiler. Ker­vancılardan biri, kervanın sarıldığını görünce, kervandaki bütün altınları topladı. Kenarda birinin namaz kıldığını görüp yanı­na gitti. Namaz kıldığı için onu emin (güvenilir) görüp: “Bunları sana emanet ediyorum. Sonra gelir alırım.” dedi. Fudayl: “Şuraya koy!” dedi. Sonra kervanın yanına döndü. Soyguncuların kervanı soyduklarını, üzerlerinde bulunan diğer Kaynaklar: 1- Münziri, et- Terğib ve't-Terhib 1/ 364; Münavî, Feyzu'l- Kadir 3/ 550 (4257). 2- Münziri, age., 1/ 365; Münavî, age. 6/ 381 (9705). 3- Darimi, Salât 1. malları aldıklarını gör­dü. Kervan yoluna devam edecekti. O şahıs, altınlarını almaya geldi. Namaz kılanı soyguncuların yanında görünce, onların başkanı olduğunu anlayınca içinden: “Eyvah! Kuzuyu kurda emanet etmişim.” diye düşündü. İşte bu sırada soyguncuların başı: “Altınları koyduğun yerden al.” dedi. Adam altınlarını noksansız koyduğu yerden aldı. Gözle­rine inanamadı. Sevinerek gitti. Soyguncular sordu: “Başkan, altınları niye verdin?” “Bu adam beni iyi bir kimse sanıp altınları bana emanet etti. Emanete hıyanet olmaz.” Namazla eşkıyalık bir arada yürümez, ya namaz kötülük­ten el çektirir yahut eşkiyalık namazdan alıkoyar. Cenab-ı Hak, doğru namazın bütün kötülüklerden alıko­yacağını haber vermektedir. Fudayl da kıldığı namaz bereketiyle eşkiyalıktan, kötülükten el çekip hidâyete kavuşmuş ve evliya­nın büyüklerinden olmuştur. Sevgili canlar, namaz cennetin anahtarıdır. Sakın o anah­tarı elimizden bırakmayalım. Bırakırsak, cennetin kapısını açamayız. 29 Mehmet KUZU KAYBOLAN KARDEŞLİĞİMİZ… İbni Arabî’nin “Sevgi benim dinim ve imanımdır” sözüyle birlikte, Mevlana’nın “sevginin acıyı tatlı, bakırı altın, bulanıklığı duru, derdi deva, dikeni gül, sirkeyi mey, zindanı gülistan, narı nur, üzüntüyü neşe, kahrı lütuf, ölüyü diri, kralı kul haline getiren bir güce sahip” bulunmasını belirten ifadeleri sevginin müminin varlığı için ne kadar önemli olduğunu gösteriyordu. M ekke dönemi, vahiyle kalbi hayatın dirilişinin mücadele seyrini gösterir. O döneme ait işkence tabloları, imana sahip olabilmek için insanı olgunlaştıran belki de önemli lütuflardan biriydi. Bu çile ile dolu başlangıç kâmil bir imanın lezzetini tatmanın da göstergesiydi. Hicretle birlikte Medine’ye taşınanlar, imana ait değerden başka bir şey yanlarına alamadılar. Zaten onların bundan başkasına ihtiyaçları yoktu. Her biri on üç yıllık mücadele zarfında Allah’ın Resulü tarafından eğitilmiş, mürşit seviyesine çıkarılmışlardı. Esasen onlar, öyle bir topluluğun üyeleri idiler ki, bu toplulukta bir arada yaşamak, kabile asabiyetiyle sağlanabiliyordu. Şairin ”İster zalim olsun ister mazlum, kandaşın olan kişinin yardımına koş”, mısrası bunu göstermektedir. Kabile asabiyetinin ortasında büyüyen bu insanları imanın oluşturduğu içi sevgiyle beslenen yeni bir kardeşlik, birbirleriyle kucaklaştırdı. Her biri farklı kültürden, farklı kabiledendi. Mekke’nin alışık olmadığı yeni bir topluluk oluştu. Mekke’nin bütün zulümlerine tahammül bu birliktelikle sağlandı. Müşrikler yeni toplumun değerlerini göremediler. Gördükleri 30 güzellikler karşısında kıskançlık, haset ateşiyle yanarak nefretlerini artırdılar. Orada dayanışma içinde olan müminler topluluğu vardı. Ama hissettikleri güzellikleri bir arada yaşama imkânları yoktu. Hicret böyle bir arayışın neticesiydi. Allah’ın insanlığa bir ikramıydı. Medine hicret yurdu olarak, İbrahim (as)’in Kâbe’yi inşasıyla hazırlanmaya başlanmıştı. Yahudilerin bölünmüşlükleri, Evs ve Hazreç topluluklarının iç çatışmaları, Medine’nin, Mekke-Şam ticaret yolu üzerinde bulunması bu durumun göstergesiydi. Hz.Aişe annemizin Buas harbiyle alakalı söylediği “Buas harpleri, peygambere Allah’ın lütfüdür”, beyanı hakikati net görmemizi sağlıyor. Hicret, insanlığa da büyük bir lütuftu. Onunla insanlık bir arada adil bir şekilde yaşamanın esaslarını gördü. Medine’ye hicret eden muhacirleri Evs ve Hazrec kabilelerinden Müslüman olanlar, dimağları donduracak bir sevgiyle karşıladılar. Efendimizi gördükleri ilk andan bu yana Medine’nin yeniden inşasını sağlayacak tek kişinin bu Peygamber olduğunu anlamışlardı. Hanelerini onlara açtılar. Ellerinde var olanları ortaya döktüler. En önem- lisi de gönüllerinde tutuşturdukları sevgi ateşiydi. Artık kardeşleri yurtlarındaydı. Onları bağırlarına bastılar. Kendilerinin mürşitleri olarak görüyorlardı. Oysaki kadim Arap geleneğinde Hılf anlaşmaları vardı. Zayıf kabileler güçlü kabilelerle anlaşırlardı. Böylece maddi, manevi desteğe sahip olurlardı. Bu tür anlaşmalarda artık himaye altına giren kabile ismini terk eder, himayesine girdiği kabilenin mevlası olurdu. Bir nevi asimilasyondu bu. Şimdi Ensar’ın yeni kardeşlerini kucaklayışı ise çok farklıydı. Onlar artık eşit kardeşlerdi. Efendimizin Medine’de takip ettiği strateji de bunu gösteriyordu. Hicretle gelip yeni bir topluluk meydana getiren Müslümanların önlerindeki engelleri kaldırmak için önemli toplumsal kararlar aldı. Evvela Müslüman olmayan unsurların tepkilerini azaltacak adımlar atıldı. Sayıları dört bin olan Yahudilerle iyi ilişkiler kurulmak istendi. Cenazeleri geçerken ayağa kalkıp saygı gösterilmesi, Beytul Maktis’in kıble olarak kabulü gibi uygulamalar, Ehli kitap olarak onlara verilen değeri simgeliyordu. Müşrik Arapların ise tepkisi sinsi bir hal alana kadar şaşkınlık içindeydi. Mekkeli Müşrikler zaman kaybetmeden Medineli Müslümanlara tehdit mektubu gönderdiler. Ret cevabı alınca da, Yahudilerle, müşrik Araplara aynı mektubu gönderdiler. Bu kritik durumda Efendimiz (sav) fetanetli adımlar attı. Mescidi Nebevi’nin inşasıyla birlikte ona aynı avluda ev yaptılar. Ayrıca mescidi yurt gibi kullanacak bir eğitim mekânıyla bütünleştirdiler. Bu ilk beş aylık dönemde efendimiz evvele insanların birbirleriyle kaynaşmasını sağlayacak selamlaşmanın yaygınlaştırılmasını istedi. Tanıyıp tanımadığı herkese selam vererek onunla bir iletişim kuruluyordu. Tebliğ için olan önemi yanında, selamla esasen karşılıklı sevginin canlandırılması hedefleniyordu. Sevgi kardeşliğin iksiriydi. Vahiy, iman kardeşliği için müminlere birbirlerini sevmelerini emrediyordu. Cennete girebilmeyi iman etmeye, imanı da birbirini Allah için sevmeye bağlıyordu. İbni Arabî’nin “Sevgi benim dinim ve imanımdır” sözüyle birlikte, Mevlana’nın “sevginin acıyı tatlı, bakırı altın, bulanıklığı duru, derdi deva, dikeni gül, sirkeyi mey, zindanı gülistan, narı nur, üzüntüyü neşe, kahrı lütuf, ölüyü diri, kralı kul haline getiren bir güce sahip” bulunmasını belirten ifadeleri sevginin müminin varlığı için ne kadar önemli olduğunu gösteriyordu. Hicretten yaklaşık beş ay sonra, henüz mescidin inşaatı devam ediyordu. Efendimiz, Enes bin Malik’in evinde, Ensar ve Muhacirin önde gelen temsilcilerini topladı. Ensar ve Muhacirleri birbirleriyle kardeş olmaya davet etti. İşte bu kardeşlik anlaşmasına “Muahhat” deniliyor. Miras hukukunu da içine alan bu akitleşme yeni toplumun en güçlü omurgası oluyordu. Enfal suresi 75. ayetle miras ortaklığı kaldırıldıktan sonra; iman kardeşliği ana esaslarıyla kaldı: Medine dönemi mali sıkıntıları böylelikle azaltılmış oldu. Gurbetin olumsuz etkileri kaldırıldı. Ensar’ın eğitimi bu sayede çok daha hızlı gerçekleşti. En önemlisi de bu kar- deşlik akdi bir arada yaşamanın olmazsa olmazı olarak insanlığa miras olarak bırakıldı. Bu sayede Medine’deki tepkiler durduruldu. Mekke’nin şantajları etkisizleştirildi. Civar putperest Arap ve Yahudi topluluklarının olumsuz adımlar atmalarına mani olundu. Bu kardeşlik bağıyla kenetlenen Ensar ve Muhacirler sonraki zaman diliminde, Medine’ye organize edilecek bütün hareketlenmeleri göğüsleyecektir. Medine Vesikasının ana esası bu kardeşliktir. Yahudi ve diğer unsurlarla bir arada yaşama anlaşması önemli olmakla birlikte, bu muahhat vazgeçilmez unsurdur. Yahudilerin vesikaya dâhili, güçlü Müslüman topluluklar arasında kol gezen fitnenin zararlarının, İslam’a yapılan tüm dış saldırıların bertaraf edilebilmesi için yeniden iman kardeşliğimizi diriltmemiz gerekmektedir. kardeşlik akdinin sonucudur. Yahudi şairler yeni toplumun güç kaynağını tespitte gecikmediler. Kabilecilik taassubunu harekete geçirerek topluluğun birliğini bozmak istediler. Buas harbi günleri üzerinden yapılan provakasyonlar etkili oldu. Genç Evs ve Hazrecliler karşı karşıya geldiler. Efendimiz (sav) olayı öğrenince üzüldü. Allah’ın onların üzerindeki lütfunu hatırlattı, sonra cahiliye taassubuna geriye mi dönmek istediklerini sordu. Hatalarını anladılar… Kucaklaştılar... Beni Mustalıkoğulları seferinde de benzer durum yaşandı. Ensar’la Muhacirler çok basit bir sebepten dolayı yine karşı karşıya geldi. İman kardeşliğini zedeleyen bu tablolar Allah Resulü’nü çok üzüyordu. Ancak bu olayların varlığı Müslüman toplumlara bir uyarı niteliği taşıdığından önemliydi. Fitne ka- mil toplulukları da sarsacak etkiye sahipti. Topluluklarda fertler gibi imtihana tabi olacaklardır. Kardeşliğin korunup kollanması gerekir. Vahiy bu konuda en önemli uyarıcıydı. Evvela insan fıtratına yerleştirilen duygular kontrol altına alınmalıdır. Birinci derecede öfkenin kardeşliği öldürebileceği görülmelidir. “Öfkenizi yutunuz, bağışlayınız” ölçüsü unutulmamalı. Baştan aşağıya Hucurat suresi bu uyarılarla doludur. Tecessüs etmemek, ayıp ve kusur aramamak; gıybetten, zandan uzak durmak; insanları çekiştirmemek, kardeşliği koruma adına yapılan uyarıların bir kısmıdır. Efendimiz (sav)’in vefatından önce Hira dağında, sahabeye yaptığı konuşmada, önemli bir hususa daha dikkat çekiyordu. “Ashabım ben sizin tekrar şirke döneceğinizden korkmuyorum ancak dünyevileşmenizden korkuyorum.” Dünyevileşmek bencilliği getirir. Bencillik ise kardeşliği öldürür. Kıskançlık, hasedi, haset de nefreti doğurur. Bunlar ise kardeşliği öldüren virüslerdir. Ne yazık ki bugün İslam toplumunun parçalanmışlık hali, iman kardeşliğinin içinin boşatılmasından kaynaklanmaktadır. Onun için aynı düşünceden insanların bile bir arada uzun süre bulunmaları mümkün olamamaktadır. Filistinli Müslümanların iç burkan durumları kaybedilen iman kardeşliğinin neticesi değil mi? Suriye, Mısır, Tunus gibi İslam ülkelerini sorunlarına ve çözümüne bu bakışla yaklaşmak gerekir. İslam kardeşliğinin korunmasında herkes üzerine düşeni yapmalıdır. Bilhassa, insanlara ilmi rehberlik yapanlar, konuşmaları ve yazılarında dikkatli olmalıdırlar. Öfkeleri kabartacak, ayrışmayı tahrik edecek her tavrın, birlikte İslami hayatı yaşamayı engelleyeceği bilinmelidir. Müslüman topluluklar arasında kol gezen fitnenin zararlarının, İslam’a yapılan tüm dış saldırıların bertaraf edilebilmesi için yeniden iman kardeşliğimizi diriltmemiz gerekmektedir. 31 Vehbi KARAKAŞ PEYGAMBERİMİZ HANGİ ÜNİVERSİTEDEN MEZUN OLMUŞTU?(III) İnsanlık, insanlık âlemine insanca yaşamayı öğreten öğretmeni kaybetti. Veya onu arama, bulma, tanıma, anlama, yaşama zahmetine katlanmadı. O öğretmen Hz. Muhammed’di (s.a.v). 21- O’nun yanında, O’nun dininde hiç kimse imtiyazlı durumda değildi. O’na göre herkes tarağın dişleri gibi eşitti. O’nun dininde, O’nun yanında takvası ve Allah’a sevdası olanlar üstündü; parası, makamı ve şöhreti olanlar değil. 22- Herkesi sevdi, herkes tarafından sevildi. Ashabı buna şahit; ailesi, çocukları, torunları buna şahit, komşuları, kabilesi buna şahit, veda hutbesinin muhatabı olan yüz binler buna şahit, hacerü’l-esved buna şahit, kuru kütük buna şahit, uhud dağı buna şahit; hatifler, ağaçlar, taşlar, güvercinler, kuşlar buna şahit; mucizeleri buna şahit, kâinatın zerreleri ve küreleri buna şahit. Allah Teala hepsine şahit. Bunların hepsine misal vermeye kalksam, bu makale makale olmaktan çıkar, kitaba dönüşür. İnşaallah bir gün o kitap da gelir. 23- Peygamberimiz, Habibullah’tı. Allah’ın sevgilisi idi. Allah Onu sevmişti. Çünkü O, tam Allah’ın istediği gibi bir kuldu. İşte bunun için Allah Onu, alınması gereken güzel bir model, uyulması gereken güzel bir örnek gösterdi. Onu örnek almayan ve Onu sevmeyen Allah’ın sevgilisi olamayacaktı. Allah’ın sevmediği insan da cennete giremeyecekti. 32 24- Peygamberimiz, üstünde konuşma yaptığı kütüğü terk edip minbere çıkınca, bu ayrılığa dayanamayan kütük, mescid dolusu Ashabın gözleri önünde ağlamaya başladı. Efendimiz, minberden inip kütüğün yanına gitti. Onu okşadı, teskin ve teselli etti, kütük sustu. Peygamberimiz: “Bunu çok görmeyin, Allah’ın Rasulü’ne alışan her şey, ondan ayrı düşünce işte böyle ağlar.” buyurdu. Sonra kütüğe sordu: “Hangisini istersin: Dünyaya dikilmek mi, cennete dikilmek mi?” Kütük, cenneti istedi. Efendimiz de: “Seni cennete diktim” dedi. Sonra Efendimiz emir buyurdu, kütük minberin altına konuldu. Sonra ashabına döndü: “Bu kütük, beka yurdunu fena yurduna (ahireti dünyaya) tercih etti.” buyurdu. Daha sonra bir Hasan-ı Basri gelecek, bu olayı talebelerine anlattıktan sonra: “Dikkat edin çocuklar, dikkat edin. Eğer bu kuru kütük kadar olamazsak, çok ayıp olur, çok yazık olur bize!” diyecek. 25- Peygamberimiz, ordusuyla sefere giderken yolda yeni doğum yapmış köpek ve yavrularını gördü. Onlar rahatsız olmasın diye, onların başına nöbetçi dikti. Ordusunun yolunu değiştirdi. Bu muhabbet fedaileri ordusunun sultanı Peygamberimiz, acaba hangi üniversiteden mezun olmuştu? 26- Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimiz, sadece Araplara değil, âlemlere rahmetti. Tıpkı güneş gibi, hava gibi, toprak gibi, su gibi. Bu ve benzeri nimetlerden nasıl kâfirler, münafıklar, fasıklar ve müfsitler istifade ediyorsa Peygamberimizden de herkes istifade ediyordu. Müminlere rahmetti; çünkü hidayetlerine vesile olmuştu. Münafıklara rahmetti; onları çok iyi bildiği halde onları öldürtmedi. Kâfirlere rahmetti; çünkü onların cezasının ahirete bırakılmasına vesile oldu. Hayvanata, nebatata ve cemadata rahmetti; çünkü her şey onun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştı. Eğer onu getirmek Yüce Allah’ın kudsî gayesinde olmasaydı, hiçbir şey olmayacaktı ve Allah hiçbir şeyi yaratmayacaktı. 27- Bir eli vardı ki o el kimi zaman zikirhane oluyordu; avucuna aldığı taş ve toprak Allah Allah Allah diye zikrediyordu. Aynı el, kimi zaman cephane oluyordu; avucuna aldığı taş ve toprak düşmana kurşun, bomba ve gülle gibi gidiyordu. Aynı el, kimi zaman da eczahane oluyordu; hangi hastaya deyse o hasta iyileşiyor, sağlığa kavuşuyordu. Celal ile kalktığı vakit aynı eli ile ayı ikiye bölüyor; cemal ile döndüğü zaman da aynı elin parmakları on musluklu çeşme oluyor, su akıtıyordu. Demek bu elin sahibinin Allah katında hatırı çok büyüktü ki o ele Allah bu mucizeleri vermişti. Öyle anlaşılıyordu ki bu el ile biat edenler bahtiyar olacaklardı. İşte bu sebepten dolayıdır ki Allah, Peygambere biatı, kendine biat saymıştı. Çünkü Peygamber Allah’ın sözcüsü ve temsilcisiydi. Onu sevmek, Allah’ı sevmekti, Onu reddetmek te, Allah’ı reddetmekti. koydu. Cehaleti kaldırdı, ilmi koydu. Şiddeti kaldırdı, hilmi koydu. Hiyaneti kaldırdı, emaneti koydu. Tembelliği kaldırdı, çalışkanlığı koydu. Gayr-i meşru eğlenceleri kaldırdı, meşru ve masum eğlenceleri getirdi. Üstünlerin hukukunu kaldırdı, hukukun üstünlüğü ilkesini getirdi. Herkesi isar ahlakına kavuşturdu. Helaket ve felaket asrını saadet asrına dönüştürdü. 23 sene gibi kısa bir zamanda bu olumlu inkılabı gerçekleştiren bu Şanlı Peygamber acaba hangi üniversiteden mezun olmuştu? 28- Hz. Peygamber, Allah Teala’nın kanunlarının çiğnenmesine fırsat vermiyor; şeriatın kanunlarını ihlal eden kızı Fatma da olsa hak ettiği cezayı vereceğini söylüyordu. Allah Teala da, Hz. Peygamber’in hatırının çiğnenmesine razı olmuyor, bu cürmü işleyen, onu taşlayan Ebuleheb ve benzerlerini kınayan sure ve ayetler indiriyor, Ebuleheb ve benzerlerinin ellerinin kuruyacağını, iflah olamayacaklarını haber veriyordu. 30- Polonyalı bilim adamı Kopernik, âlemin merkezini dünyadan güneşe taşımış. Merkez güneş, dünya ve ay gibi gezegenler de onun peykidir, demiş. Bu görüş fizik ve kozmik açıdan doğru olabilir. Türkiye’li ilim adamı Vehbi KARAKAŞ da âlemin merkezi dünyadır, diyor. Çünkü dünya bir saraydır. Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizin köşküdür. Güneş bu sarayın ve bu köşkün lambasıdır. Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimiz nerde ise merkez orasıdır. Kâinat ve içindekiler onun peykidir. Zaten Kur’an da, güneşin kâinat sarayının tavanında insanın emrine verilmiş bir lamba olduğunu söylemiştir. İnsan saray için de- 29- Her konuda en büyük, en güzel inkılabı o yaptı. Kötüyü kaldırdı, iyiyi koydu. Zulmü kaldırdı, adaleti koydu. Karanlığı kaldırdı, nuru ğil, saray insan için vardır. Öyleyse merkez, saraydaki sultandır. Saraydaki her şey sultan içindir. Lamba nasıl merkez olabilir? 31- Allah’ın iki güneşi var, biri gök yüzünde biri de yer yüzünde. Yeryüzünün güneşi Peygamberimizdir. Gökteki güneş ışığını yerdekinden almıştır. Yani yerler, gökler, gökteki güneşler Hz. Peygamber’in yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. 32- O şanlı Peygamber, dünyaya gelirken, “ümmetî ümmetî” diyerek geldi. Ümmetini dünya ve ahiret cehenneminden kurtarmak için geliyordu. Ömür boyu hep “ümmetî” dedi. Yerde “ümmeti” dedi. Göklere çıkt, Miraç’ta “ümmetî” dedi. Dünyadan giderken “ümmetî” dedi. Ahirette “ümmetî” diyecek. Her zaman ve her yerde ümmetini düşünen bir Peygamberi acaba ümmeti ne kadar düşünmektedir? Onun için ne yapmaktadır. Onun davasına hizmetin neresindedir? Bir muhasebe yapmanın ve bunu düşünmenin vaktidir. O şanlı ve ihtişamlı Peygamberin ümmeti üzerindeki hakkına karşılık ben birkaç başlıkla vazifelerimizi hatırlatayım: a-Allah Tealâ’dan sonra her şeyden çok onu sevmeli, b-Salat ve selamlarla onu sık sık anmalı, c-Onun sevdiklerini sevmeli, sevmediklerini sevmemeli, d-Bid’atçılardan uzak durmalı, onlara ancak onları bid’atten kurtarmak maksadıyla yaklaşmalı, e-Emr-i bilma’rûf, nehy-i anilmünker görevini yapmalı, yani iyiliği yaşayıp emretmeli, kötülükten uzak durup sakındırmalıdır, f-İslam’ın, Kur’an’ın ve sünnetin alimi olmalı veya böylesi alimlerin dizinin dibine çökmeli. Bu asırda en şaşmaz ve şaşırtmaz alimlerden biri Risale-i Nur’dur. Onu bulmalı, onu bulan alimlere takılmalıdır. g-Farzları yapmalı, yasaklardan kaçmalıdır, ğ-Sabırlı ve şükürlü olmalıdır, h-Hakk’ın hatırını her şeyden üstün tutmalıdır, i-Takvayı şiar edinmelidir, ı-Kur’an ve Sünnetin ölçülerine göre yaşamalı, yemeli, içmeli, örtünmelidir, j-Ta’dil-i erkân ve huşû ile namaz kılmalı, k-İlim ve hilim sahibi olmalı, l-Peygamber ahlakıyla ahlaklanmalıdır, m-Kendisi için değil, başkaları için yaşamalıdır; kısaca söyleyecek olursak: -Helallerle yetinmeli, haramlara tenezzül etmemelidir. -Kur’an, Cevşen ve iman hakikatlerine tahsis etmemiz gereken zamanı televizyon dizilerine ve benzeri eylence aletlerinin abur-cubur programlarına harcayarak zamanı israf etmemeli. Ahirete müflis olarak gitme tehlikesiyle karşılaşılabilir. Allah bu akıbetten hepimizi korusun. -Kur’an’ı ve Hz. Peygamber’in yaşama tarzını, hayat tarzı olarak seçmelidir. Allah hepimizi bu hususta muvaffak eylesin. 33 Emine ATLI KUR’AN’IN IŞIĞINDA ASR SURESİNDEN MESAJLAR II İNSANIN HÜSRANDAN KURTULUŞ REÇETESİ: Rabbimiz bizlere dünya ticarethanesinde kullanacağımız ana sermaye olan ömrü ve karşılıksız sayısız nimeti verdikten sonra, bu sermayeyi mirasyedi tavrıyla heba etmememiz için de dört maddelik hüsrana düşmeme reçetesi veriyor. 1. İman, 2. Salih amel, 3. Hakkı tavsiye, 4. Sabrı tavsiye. G eçtiğimiz sayıda “asr” kelimesinin açılımında, zamanda ikindi ve ikindisinde insanı ele almış, ikindi insanına mesajlar sunmuştuk. Bültenimizin bu yeni sayısında da asrın mesajını incelemeye devam edip, sure içinde dikkatimizi çeken ana unsurlar olan, zaman -ki geçen sayıda işledik- insan, hüsran, iman, salihat, hukuk ve sabrı ele alıp inşallah bitirmeye çalışacağız. Vahyin hedef kitlesi insan, amacı insanın dünya ve ahiret mutluluğunu temin etmek. Rabbimiz surenin başında asra yemin ettikten sonra, bütün insanların bir hüsran içinde olduğunu beyan etmektedir. Tarih insanla başladı ve insanla bitecek. Tarihi canlandıran insan ya hüsrana ya felaha kavuşacaktır. Burada herhangi bir insandan bahsedilmiyor, insan “el” takısıyla geliyor. “el insan”, yani tarihi canlandıran, akıl edebilen, farkındalığı olan, bilinçli, irade sahibi, karı zararı bilme yeteneğine sahip olan insan, dünyevileşme bataklığında, zararda, hüsrandadır diyor. 34 “Hüsran”ı incelediğimizde ticari bir terim olduğunu görüyoruz. Ticarette hüsran, Türkçe deyimi ile iflas; ana sermayeyi de kaybetmek, yeniden yatırım yapma imkânı olmamak demektir. Rabbimiz bizlere dünya ticarethanesinde kullanacağımız ana sermaye olan ömrü ve karşılıksız sayısız nimeti verdikten sonra, bu sermayeyi mirasyedi tavrıyla heba etmememiz için de dört maddelik hüsrana düşmeme reçetesi veriyor. 1. İman, 2. Salih amel, 3. Hakkı tavsiye, 4. Sabrı tavsiye. Ancak bu reçete uygulanmayınca iflas yani hüsran kaçınılmaz oluyor. Bilgeye sormuşlar; “dünyada kalıcı olan nedir, geçici olan nedir” diye. Cevap vermiş; “kalıcı olan, geçici olandan çıkarılacak sonuçtur”. Nice insanlar vardır, kısa da olsa bir ömürde bir asır zenginliği yaşayan, dünyada salihatlarıyla Salihler arasına yazılıp ahirette Salihlerle beraber olan. Nice insanlar da vardır ki, bir asır da yaşasa, üç günlük ömür kısırlığıyla dünyadan göçen. İşte hüsran, bu insanın ahirette ömür torbasını bomboş görün- ce hissettiği duygunun adıdır ve o, hüsrana uğrayanlarla beraberdir. Araplarda vakti yönetene “ebulvakt” (vaktin babası), vakti öldürenlere ise “meyyitül-müteharrik” (yaşayan ölü) denir. Kendimize bakalım acaba zamanın babası mıyız, onu yöneten, ya da zamane çocuğu muyuz zamana ayak uydurup koyun gibi güdülen. Ve sonuçta görüyoruz ki Rabbin huzuruna kendi ömrünün ve vaktinin katili olarak çıkmaktır hüsran. Hasan Basri; “Ölüm kadar hiç şüphesi olmayan, ama sanki kesin değilmiş gibi şüpheye yakın kat-i bir şey görmedim” diyor. Kesin öleceğini bilse de insan, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşam sürmenin neticesidir hüsran. Her birimiz kişisel bir tarih oluşturuyoruz. Ne bulduk şu dünyada, neler bırakıyoruz dünyaya iyi bakmalıyız. Medeniyet ya da kişisel tarih oluşturmak isteyen insanı Allah bilgisiz ve modelsiz bırakmamıştır. Hüsrandaki insan ise asla medeniyet oluşturamaz. Allah-u Teala insanın dünyevileşme bataklığından ve hüsrandan kurtuluş için ya da hiç düşmemesi için üçüncü ayette insana dört şart sunuyor demiştik. Alemi ervahtan cennet yurduna ulaşmak için yola çıkarılan insanoğlunun imtihan alanı olan yeryüzünde, hüsran bataklığına düşmemesinin ve son istasyon olan “darusselam”a (cennetin bir adı) varmanın olmazsa olmaz ilk şartı, öncelikle iman biletini alıp, onunla güzergahı tüm yeryüzü olan salihat trenine binmektir. Ancak bu yolculukta sürekli uyumak, uyuşmak, adı TV olan pencereden etrafı manzara seyreder gibi seyredip boş yorumlarda bulunmak yok. İnsan asli görevlerinden olan 3. ve 4. Şartı unutmayacak. Öncelikle kendisine, sonra çevresindeki yol arkadaşlarına, mola verdiği duraklardaki insanlara ve karşılaştığı herkese, zorlu imtihan şartlarına karşı, hakkı ve sabrı tavsiye edecek ki, haksızlığa uğramadan, haksızlık etmeden, kazasız belasız, günah bataklıklarında ciddi yaralar alıp da cehennem yoğun bakım servisinin tedavisine maruz kalmadan, direkt son durağı olan “darusselam” istasyonuna varabilsin. Üçüncü ayetteki “amele” kelimesi bilinçli bir eylemi ifade eder. Yani o el insan planlı-programlı, farkında olarak salihat yapar demektir. “Salaha” kelimesi ise; iyilik, düzeltme, onarma, tüm ferdi ve toplumsal güzellikleri kapsayan, soyut, somut, tüm hasenata şamil bir kavramdır. Salihat güzellikler anlamındaki kendine yönelik, sınırlı iyilik ve ibadetler manasına gelen hasenatı da kapsamaktadır. İmandan hemen sonra gelmesi gereken salihat, niyet taşıyan bilinçli eylemlerin adıdır. Mevlana “sizi harekete geçirmeyen imanın, sizi sırattan geçirmesine imkân yoktur” derken, sırattan geçebilmek için harekete geçip, önce kendimizi sonra toplumu düzelten, onaran Salih insan olmamız gerektiğine vur- gu yapmaktadır. Topluma, aldığın kadarını verirsen adalet, eksik verirsen rezalet, fazla verirsen fazilet olur ki bize yakışan da budur. Arapça “vesaye” kelimesinden türeyen “tevasav” kelimesi; bir şeyi bir şeye iletmek, önerilerde bulunmak, vasiyet etmek manalarını taşır. Tefaul babının özelliklerini taşıyan kelime, karşılıklı tavsiyeleşme anlamına gelir. Dikkatimizi çekiyor, neden insanların kalplerini yumuşatacak hayırlı şeyler söylemek manasındaki “veaze” (vaaz ettiler) gelmedi. Neden diğerinin faydasına olan bir şeyi araştırıp bulmak ve ortaya çıkarma anlamındaki “nesaha” (nasihat ettiler) değil. Yine niye, buyurmak, emretmek manasındaki “emera” (emrettiler) değil de, “tevasav” (tavsiyeleştiler) kelimesi geldi? İşte müminler birbirinin hem toprağı, hem bahçıvanıdırlar. Görüyoruz ki tavsiyeleşmede hiyerarşi, pramatik sistem yok. Müminler kardeştir düsturu var. Birbirinin elinden tutmak var. Saf sistemiyle aynı düzlemde olmak var. Ve hak üzere bir diyalog oluşturmak var. Bugün bir ailede bile hak üzere bir diyalog yok. Çoğu zaman ailede hak değil güçler konuşuyor. Roller farklı olabilir anne, baba, çocuk vs. Ancak din kardeşliği düsturu göz ardı edilmemelidir. “Tevasav” fiili isteşlidir. Farklı zaman ve konumlarda roller değişebilir. Aynı bağlamda karşılıklı olması gerektiğini gösterir. “Benim dediğim doğrudur”, “ben babayım” veya “anneyim” tutumu, iletişimi parçalar. Zira ben, veya senle başlayan cümleler bomba gibidirler. Bu, ya bencil ya suçlayıcı bir dildir. Ben, sen değil; biz olmayı öğrenmeliyiz. Allah dünyevileşmeye karşı, mıknatısı kıble olan bir pusula veriyor insana. Bu pusula da iman, sahibini diri tutan aktif özne. Salihat, imanı besleyen su kaynakları. Tavsiyeleşme; iyi ve hayırda birlikte olma güzelliğidir. Tavsiyeleşme tevhidi toplumun temel ilkesidir. Diğerinin olumsuzluklarını düzeltme üzerine odaklandığında, fonksiyonunu icra edemezsin. Ve de bu nasihat olur ki bundan da kimse hoşlanmaz. El hakk: uygun ve uyumluluk, gerçek, hakikat, olması gerektiği şekilde olan demektir. O tavsiyeleşenler gerçek üzere konuşurlar, uygun olanı tavsiye ederler, olması gerektiği şekilde olanı tavsiye ederler. Hakkı da sabrı da tavsiyeleştiler. Neden, ayrıca sabrı tavsiyeleştiler? “Sabera” bir şeyi sıkı sıkı tutup bağlamak, direnmek, cüret etmek, hapsetmek vb. manasındadır. Kavramsal sabrı, eylemsel olarak ne kadar anlıyoruz? Sabır yüklenmek değildir. Sabır; tecelli etmekte olan hikmetleri fark etmek ve tecelli edecek olanları beklemektir. Sabır, asla mecburen teslimiyet değildir. Sabır, nefsin talimatlarına karşı direnmektir. Sabır, Saffat 99. ayette “ben rabbime gidiyorum o bana yol gösterecek” diyen İbrahim (as)’ın yaptığıdır. Bu ayet prensibimiz olması gereken bir sabır cümlesidir. İnsan sıkıntı anında dosta, bolluk anında sevgiliye ihtiyaç duyar. Rab; insanın sıkıntı anındaki dostudur. Sabır; yaş bir odunun ateşe direnip direnip sonunda onurlu bir şekilde kül olmasıdır. Bu yok olmak değildir. Küller güllere dönüşür. Sabır; son çare değil, her daim çözümdür. Sabır; Allah’a güvenmektir. Sabır; Allah’ın güvencesi altında olduğunu hissetmektir. Sabır; “Allah’ın yardımı ne zaman” diyen akla, “şüphesiz Allah’ın yardımı çok yakındır” diye cevap vermektir. 21. asırda, ömrünün ikindisini yaşayan dünyamızdaki tüm imanlı gönüllerin, salihat yolunda, sabırla, hakk üzere kalması temennisiyle… 35 5 VAKİT FARKLI COĞRAFYA Yusuf E. ERDEM 10-15 Ekim 2013 tarihleri arasında SATBA (Güney Afrika Türk İşadamları Derneği) tarafından düzenlenen “Türk Günü” etkinlikleri için Güney Afrika Cumhuriyeti’nin önemli şehirlerinden Johannesburg’taydım. 10 bin kilometrelik mesafeyi İstanbul-Mısır-Johannesburg aktarmalı uçuşla 23 saatte (aktarmadaki beklemeler dâhil) oldukça zahmetli sayılabilecek şekilde tamamladık. Bu yazı 10-15 Ekim 2013 tarihleri arasında Johannesburg’taki izlenimlerimi içermektedir. Güney Afrika Cumhuriyeti 2 milli marş, 3 başkent, 9 eyalet ve 11 resmi dile sahip Güney Afrika Cumhuriyeti, Afrika kıtasının en güneyinde yer alır. Devlet bir etkinliği halka duyurmak için 9 ayrı dilde afiş hazırlıyor. 49 milyon civarındaki nüfusun %78’i zenci, %9’u beyaz, % 9’u melez, %3’e yakını Asyalı olan ve 1994 yılındaki rejim değişikliğine kadar ırkçılık esasına dayalı sistemle yönetilen Güney Afrika Cumhuriyeti’nde zengin-fakir arasındaki uçurum çok büyük. Genel yaygın eğitim dili İngilizce, Afrikans ve Zulu dilleri. Güney Afrika’da 15nci yüzyılda köle ticareti ile başlayan sömürge düzeni 20nci yüzyılın sonuna kadar ırkçı bir yönetim anlayışıyla devam etti. Beyaz ırkın üstünlüğüne dayanan ayrımcılık, 1958 yılında apartheid (ırk ayrımı) sistemi ile yasalaştırıldı. İnsanların renklerine göre sınıflandırılması esasına dayanan bu sistemde beyaz azınlık dışında kalan siyahlar ikinci sınıf vatandaş olarak kabul ediliyordu. Bunun sonucu olarak ülkede yaşayan siyah- 36 lar acımasız kurallara uymak zorunda bırakıldılar. Devletin sunduğu sağlık ve eğitim hizmetlerinden siyahlar beyazlara göre daha az faydalanıyor, siyahların herhangi bir siyasi faaliyet yapmalarına izin verilmiyordu. Siyahlar parti kuramıyor, parlamentoda temsil edilemiyordu. Irkçı yönetime karşı verilen mücadele çeşitli örgütler ve oluşturulan kongrelerle (Afrika Ulusal Kongresi, Pan Afrika Kongresi) yıllarca devam etti. Kimi zaman kanlı çatışmaların yaşandığı uzun direniş sürecinin ardından nihayet Mayıs 1994’te özgürlükçü bir yönetime, çok partili demokratik sisteme geçildi. Yılda 600 ton altın çıkarılan ülke, dünya altın üretiminin %65’ini karşılıyor. 5 gr altın için 1 ton kaya işleniyor. 1886 yılında bulunan altın bugün 3.777 metre derinlikten çıkarılıyor artık. 100’den fazla elmas atölyesinin bulunduğu ülke aynı zamanda tam anlamıyla bir elmas diyarı. Johannesburg Dünyada İsrail’den sonra en fazla Yahudi nüfusa sahip bir şehir. Dünyanın servet dengesinin önemli araçlarından kabul edilebilecek altın, elmas deyip böyle bir karlı kazançta Yahudinin olmaması şaşırtıcı olurdu zaten. Ülke genelinde saat 18:00’den sonra güvenlik nedeniyle insanların dışarıya çıktığı pek nadir görülüyor. Suç oranı çok yüksek bir şehir olsa da yıllardır Yahudilerin yaşadığı mahallelerde herhangi bir adi olay bile gerçekleşmemesi de ilginç doğrusu. Güvenlik ihtiyacı sigorta, bankacılık ve güvenlik sektörlerini revaçta gruplar yapmış. Dünyanın en güvensiz şehri gibi lanse edilen Johannesburg’ta yatırımcıların buralara gelmemesi için suni bir kaos ortamı oluşturulmuşa benziyor. Johannesburg’da 1 milyona yakın Müslüman arasında 5 bine yakın Türk var. Türk işadamlarının kurduğu SATBA (Güney Afrika Türk İşadamları Derneği) Türkiye’den gidenlerin rahatlıkla kontak kurabileceği, yardım alabileceği, fedakâr insanların görev yaptığı güzel bir teşkilat. Nizamiye Medresesi’nde Cuma Namazı İlk gün 10 Ekim Perşembe günü İstanbul Yeşilköy havalimanından yolculuğumuz başladı. Mısır Havayolları ile Kahire’ye vardık. Burada Johannesburg’a gidecek uçağımızı beklerken hizmet için Madagaskar’a gitmek üzere yola çıkmış Fethiyeli Paşa Ali ve arkadaşlarıyla tanışma fırsatı bulduk. Onlardan Madagaskar ile ilgili bilgiler aldık. Hz.Osman (r.a) döneminde İslam’ı tebliğ için tebliğci istenmiş, o mübarek zat da oğlunu geri dönmemek üzere oralara göndermiş ve bereketli çalışmalar neticesinde Madagaskar’ın tamamı Müslüman olmuş. 1700’lü yıllarda Fransızlar 700 bin Madagaskarlı müslümanı şehit ettikten sonra şimdiki 25 milyonluk nüfusta %20 dolaylarında azınlıkta kalmış Müslümanlar. Bu coğrafyaya tekrar İslamı hâkim kılmak için kardeşlerimizin yaptığı çalışmaları duydukça mutlu olduk. Allah yardımcıları olsun. 11 Ekim Cuma günü Johannesburg havalimanında bizi UICT (Universal Islamic and Cultural Trust) Vakfı İlk ve son Osmanlı Konsolosu Mehmet Remzi Efendi’nin Kabri gönüllülerinden Abdullah DENGİZ Bey büyük bir konukseverlikle kucaklayarak karşıladı. “Afrika’nın doğusunda, batısında, güneyinde, kuzeyinde hangi ülkeye giderseniz gidin, bir UICT personeli ya da Türkiye’deki adıyla Diversity Derneği’nin Afrika’da yaşayan gönüllüsü sizi havaalanında karşılayacaktır. Bizim farkımız bu.” dedikleri kadar var gerçekten de. Oteldeki kısa bir dinlenmeden sonra Cuma namazı için Nizamiye Medresesi’ne geçtik. Hayırsever işadamı Ali KATIRCIOĞLU tarafından yaptırılan Medrese, 2011 yılında Selimiye modeliyle inşa edilmiş büyük bir külliye; İslam Okulu, Tıp Merkezi ve Alışveriş Merkezinin de içinde bulunduğu geniş bir alanda kurulu. Cuma namazını Hintli bir imamın ardında eda ettik. Hutbenin ve duanın ardından sünnet kılınmadan 2 rekâtlık farz namaz kılınıyor, daha sonra ise herkes sünnetleri kendi başına ayrıca kılıyor. Cuma namazını müteakip külliye içerisinde metfun Osmanlı’nın Güney Afrika’ya gönderdiği ilk ve son konsolos Mehmet Remzi Efendi’nin kabrini ziyaretten sonra, Diversitiy (Farklılık) Derneği gönüllüsü Abdullah DENGİZ kardeşim hizmet yerlerini bize gezdirdi. Orada diğer gönüllü hocalarımızı, medrese eğitimi alan öğrencileri görme-tanışma imkânı bulduk. UICT’in farklı olarak Afrikalı çocuklara eğitim verme misyonu var. Bu kurum çatısı altında, oradaki çocuklara İslam ahlakını öğretiyor ve onları İslam terbiyesi üzerine yetiştiriyor. Bunun yanında gelen yardımların İslami usullere uygun olarak dağıtılması da yine bu vakıf kanalıyla sağlanıyor. Birinci gayeleri, Rasulüllah Efendimiz’in (s.a.v) Ashabı’nın (r.a) oralara gitme gaye- UICT Derneği’nden Abdullah Dengiz Kardeşimle leri ne ise o. İnsanların maddi ve manevi ihtiyaçlarına katkıda bulunmak, onların dertleriyle dertlenmek, halleriyle hâllenmek ve onları en güzel şekilde mütekâmil bir insan olarak yetiştirip bu mazlum insanların refah seviyesini yükseltmek. Şu anda 200 küsur personel ile Afrika halkına hizmet verir vaziyetteki Vakfın, bu 200 personelin 50’ye yakını yetiştirdikleri Afrikalı gençlerden oluşuyor. Allah yar ve yardımcıları olsun. Onları tanımaktan büyük mutluluk duydum. İkinci gün “Türk Günü” etkinliklerinde hanım kardeşlerimiz hamur işlerini yapmış, Vakıf-Dernek yararına satma telaşındaydılar. İki gün içinde (1213 Ekim 2013) 15 bine yakın ziyaretçi bu hayır çarşısındaydı. Türk Günü etkinlikleri çerçevesinde Sakarya Büyükşehir Belediyesi Mehter Ekibinin konseri büyük ilgi ve coşkuyla takip edildi. 37 Cuma Namazı sonrası Johannesburg’lu müslümanlar mehteri ilgiyle takip etti Editörümüz hayırsever Ali Katırcıoğlu ile birlikte Kültür ve Sos. İşl. Müdürü Faruk ŞİŞMAN’ın liderliğindeki Sakarya Büyükşehir Belediyesi Mehter Takımı’nın Jahannesburg hatırası 38 Etkinlikten artan zamanlarda etkinlik alanının hemen yanında bulunan Askeri Müzeyi gezdik. Savaşın izlerini taşıyan çeşitli fotoğraf, silah araç ve gereçlerinin sergilendiği kısa bir müze ziyareti bile bizlere Güney Afrikalıların işgal altındaki durumlarını görme fırsatı sağladı. Buradaki altın ve elmas yataklarının kokularını almış Portekizliler, Hollandalılar ve en sonunda İngilizlerin yerli halka çektirdikleri zulümleri bu kısa müze ziyaretinde hatırlamak mümkün. Üçüncü gün Üçüncü gün ziyaretlerimiz Aslan Park gezisiyle başladı. Ziyarette sevme kastıyla yaklaştığım bir aslana baldırı kaptırınca “aslanın büyüğüküçüğü olmaz; aslan aslandır” deyimini hafızama nakşettim. Hele Beyaz Aslanları aileleriyle birlikte doğal ortamında görünce ürktüm gerçekten de. Hz.Hamza’nın (r.a) tek başına çölde aslan avladığını hatırlayınca ne kadar büyük cesarete sahip olduğunu yakından hissettim. Mini bir safariyle diğer hayvanları yakından görme fırsatı da bulduk. Dördüncü gün Tema Park’ta altın madenlerine inildi. Burada altının hikâyesi canlı olarak anlatıldı ve nasıl külçe haline getirildiğini gördük. Johannesburg Hayvanat Bahçesi’nde değişik hayvanları doğal ortamında görmek de ayrı bir zevkti. Abdullah Bey bizlere Vakfın kurban kesimi yaptığı yeri ve kurbanda kesilecek hayvanları gösterdi. Diversity Derneği’nin farklı bir kampanyası olduğunu Türkiye’deyken duymuştum. Dernek yetkililerinin bir dergideki röportajlarında şu ifadelerini size de aktarmak isterim: “Kurbanının nasıl kesildiğini görmek isteyenlere, ‘Çevrenizden 50-100 adet kurban toplayın, sizi de topladığınız kurbanlarla Afrika’ya götürelim.’ diyoruz. Geçtiğimiz yıllarda oraya götürdüğümüz farklı derneklerden insanlar oldu. Bize hep şunu dediler: ‘Biz şimdiye kadar kurbanlarımızı Diversity aracılığıyla Afrika’ya göndermediğimiz için çok pişmanız.’ Tabi bu insanlar orada kurban faaliyetini nasıl bir organizasyonla gerçekleştirdiğimizi gözleriyle gördüler. Kurbanların kesilişine, dağıtılışına bizzat şahit oldular. Dini vecibelere gösterdiğimiz hassasiyet onları çok etkiledi.” Arafe günü üzerimizde bulunan kurban vekâletlerini Abdullah Bey vasıtasıyla çalışmalarını yerinde gördüğümüz UICT/Diversity Derneği’ne verdik. Mehter ekibinden bazı kardeşlerimiz de kurban ibadetlerini burada yerine getirdiler. Allah kabul etsin. Beşinci gün, eve dönüş… 14 Ekim gecesi Johannesburg’da akşam ve yatsı namazını kılarak uçağa bindik. Sabah namazında Kahire’deydik. Sabah ve Bayram Namazlarımızı Kahire’de kıldık. Öğlen namazında İstanbul’da, ikindi namazında ise Adapazarı’ndaydık elhamdülillah. Her vakti değişik bir coğrafyada kılma imkânını bizlere bahşeden yüce Rabbime sonsuz şükürler olsun. Yaptığımız ibadetleri kabul buyursun. Mutluluğa Açılan Kapılar Asem Mobilyacılar Sanayi Sitesi No: 197 Serdivan / SAKARYA Tel: 0 264 211 21 82 Fax: 0 264 211 21 83 bilgi@erdemsan.com www.erdemsan.com Winsa Yusuf Erkan 0532 314 33 58