SEVGİ DURUKAN İSTANBUL’U YAŞAMAK İstanbul’da doğmuş ve büyümüş biri olarak kendimi; yaşadığı şehri avcunun içi gibi bilen ve bu şehrin tarihinden ve içinde barındırdığı güzelliklerden az çok haberi olan biri olarak görürdüm. Tabii bütün bunlar lisede katıldığım bir yarışmadan önceki düşüncelerimdi. Hayatını eğitime ve öğrencilerine adayan, aynı zamanda tarih öğretmeni olan müdür yardımcısı Selman hocamızın düzenlediği bir yarışmaydı bu. Dediğine göre biz İstanbul’u yaşamıyor sadece İstanbul’da yaşıyorduk ama uğruna savaşlar yapılmış ve birçok imparatorluğa ev sahipliği yapmış bu şehir, sakinlerinden çok daha fazlasını bekliyordu. Bu düşünceden hareket ederek, yaşadığımız bu güzel şehre sadece seyirci kalmamamız için bu yarışmayı düzenledi. Gruplar halinde yarışacağımız bu yarışmada on bölümü en erken bitiren üç grup çeşitli ödüllerin de sahibi olacaktı. Ben ve grup arkadaşlarım ödüllerin de büyük etkisiyle bu yarışmaya katıldık ve kendi şehrimizde turistik bir geziye çıktık. Turistik gezi diyorum çünkü görevleri tamamlamak için gittiğimiz çoğu mekândan her gün geçip dönüyor olmamıza rağmen bihabermişiz meğer. Yani aslında yabancısıymışız şehrimizin. İlk görev bizi heyecanlandıran gezi kısmına başlamak için bir geçiş aşamasıydı. İstanbul için önemli tarihlerden oluşturulmuş karışık bir matematik problemi çözmemiz gerekiyordu öncelikle. Benim gibi matematikle arası hiçbir zaman iyi olmamış biri için çok zor bir görevdi. Ancak birlikten kuvvet doğdu ve kısa sürede ilk görevimizi teslim ettik. Tamamen hazırdık artık. Bize verilen göreve göre Osmanlı zamanında hac kafilesi olarak bilinen Surre-i Hümâyûn Alayı’nın Üsküdar’dan uğurlandığı beş taşı bulacaktık ve başlangıçta farklı amaçlarla dikilmiş olan bu taşların hikâyesini beş kişiye anlatacaktık. Aklımızca internetten taşların adresini bulup görevi tamamlayacaktık. Bu beş taş ile ilgili bilgilerin eski kitaplarda yer aldığını öğrenince hayal kırıklığına uğradık başlangıçta. İşe sahaf dükkânlarıyla ünlü olan Kadıköy ve Beyoğlu’ndan başladık. O canlı ilçelerin arka sokaklarında sessiz sakin saklanan tarihin peşine düştük. Sahafta kitapları karıştırırken gramofonda çalan şarkılar çok eskilere götürdü beni. Sanki İstanbul’un beton yığınlarıyla kaplanmadan önceki bir döneminde ufak bir geziye çıkmış gibiydim. Ardından Üsküdar Belediyesi’nde çalışan yetkililerle ve birkaç üniversite hocasıyla konuştuktan sonra taşların yerini nihayet bulduk. Taşlardan biri bir şehzadeye ait mezar taşıydı. Üsküdar’ın dik yokuşlarından birini tırmandıktan sonra ulaştığımız yeri görünce çok şaşırdım açıkçası. Ulaştığımız bu tepenin hemen altında mimarisine hayran kaldığım bir cami ve onun hemen önünde İstanbul Boğaz’ı uzanıyordu. Manzara inanılmazdı. Sanki daha önce hiç kimse ayak basmamıştı buraya. Yeşillikler içinde oturup o manzarayı ne kadar süre öylece izledim hiçbir fikrim yok. Bildiğim tek şey benim de istediğimde her şeyden uzaklaşabileceğim gizli bir yerim olmuştu. İstanbul’u yaşamaya başlamıştım artık. İstanbul’dan bahsetmişken müzelerinden bahsetmemek olmaz elbette. Çekilen kuraya göre Üsküdar Uçurtma Müzesi’ne gitmemiz gerekiyordu. O güne dek İstanbul’da böyle bir müze olduğunu dahi bilmiyordum. Geçmişten günümüze farklı renklerde ve şekillerde yapılmış uçurtmalar insanın hayal gücünü zorlayacak nitelikteydi. Biz de kaptık uçurtmalarımızı ve İstanbul’un en güzel manzaralarından birine sahip olan Çamlıca Tepesi’ne çıktık. Aslında yürüme mesafesiyle bile evime çok yakın olan bu tepeye uzun süredir hiç gitmemiştim. Yenilenen konakları ve yol boyunca bize eşlik eden rengârenk laleleriyle beraber eski İstanbul şairlerinin dizelerinden fırlamış bir İstanbul duruyordu karşımda. Ellerimizde pamuk şeker ve kâğıt helvayla Çamlıca Tepesi’nin altını üstüne getirdik o gün. Köşe başlarındaki parklarda çocukluğumu tekrar yaşıyordum sanki. Yediğim en lezzetli simidi orada tattım. Diğer simitlere benziyordu ama bir yandan da çok farklıydı. Sonradan öğrendiğime göre Çamlıca simidi olağanüstü lezzetiyle çok meşhurmuş. Zaten öyle bir manzarayı sıcacık bir simit ve çaydan başka ne taçlandırabilirdi ki? Sonraki görevimiz gereği Avrupa Yakası’nı yeniden keşfetme zamanımız gelmişti. Tarihi yarımadayı gezip görmeye gelen turistlerle İstanbul hakkında röportaj yapmamız gerekiyordu. Turistlerle yaptığımız konuşmalar beni çok etkiledi çünkü bizim hakkımızda bizden daha çok şey biliyorlardı. Ülkelerinden sırf İstanbul’u keşfetmek için gelmişlerdi. Biz ise hep bir şeyleri bahane edip iki adım ötemizdeki güzelliklerin farkına varamamıştık. Çeşit çeşit ülkelerden insanlarla İstanbul hakkında konuştuk. Onlardan hem çok şey öğrendik hem de öğrettik. Sonrasında bizde tarihi yarımadada bir gezintiye çıktık. Sanki oraları ilk defa görecekmiş gibi bir heyecan kapladı içimi, mutlu oldum. Sultan Ahmet Camisi’nin, Ayasofya’nın ihtişamını farklı bir gözle izledim. Yerebatan Sarnıcı’na tekrar hayran oldum. Sarnıçta yer alan Medusa Başı hakkında ilk defa duyduğum efsaneler beni çok şaşırttı. Efsanelerden birine göre Yunan mitolojisinde yer altı canavarı olarak bilinen Medusa baktığı kişiyi taşa çevirebilme gücüne sahipti. Sarnıcın mimarı da sarnıcı koruması için bu heykeli oraya yerleştirmiş ama bakanları taşa çevirmemesi için de heykeli ters koymuştu. Osmanlı’ya ve Bizans’a doğru çıktığımız gezimizi noktaladıktan sonra fazlasıyla doymuş gözümüz ama bir hayli aç olan karnımızla Sultanahmet’in meşhur köftesini tatmaya gittik. Bu köfteyi diğerlerinden ayıran neydi bilmiyorum ama ne zaman yesem tadı hep damağımda kalır. Ayrıca herkese köfteden sonra tatlı niyetine hemen hemen her sokak başında bulunabilinecek Osmanlı şerbetini veya Maraş dondurmasını tavsiye ederim. Bu şekilde geçen bir hafta sonunda yarışmayı kaybettiğimizi öğrendik. Rakiplerimiz gerçekten çok hızlılardı. Ancak kazanmamız gereken asıl şeye sahip olmuştuk. İstanbul’u nasıl yaşamamız gerektiğini öğrenmiştik artık. Şimdi geriye baktığımda anlıyorum ki en yakın arkadaşlarımla birlikte yaptığım o bir haftalık İstanbul gezisi bana hem hiç unutulmayacak anılar bırakmış hem de İstanbul’u tanımam için bir fırsat vermiş.