Dış Politikamız-1

advertisement
DIŞ POLİTİKAMIZ
TARİHİN
EN TALİHLİ SENESİ
2008
AHMET AKGÜL
2. BASKI
2
İÇİNDEKİLER
 Önsöz: Anlama Kısırlığı ve Algı Tutsaklığı ........................................................................ 4
 30 Ağustos Zaferi, Türk Subayının Şerefi ve Atatürk’ün Manevi Cephesi ................... 10
 Yaşar Paşa’nın Tarihi Uyarıları ve Yüksek Mahkemenin Türban Kararı ....................... 18
 Pentegon-Ergenekon Hattı ................................................................................................ 24
 Özgürlük Özgüveni ve AKP’nin Ruh Röntgeni ............................................................... 30
 Giriş: Tarihin En Talihli Senesi: 2008 ............................................................................... 38
 Bu yaz ABD-İran Savaşı Çıkar mı? .......................................................................................... 49

İran’a Saldırı Hazırlığı ve AKP’nin Aymazlığı .......................................................................... 54

İsrail-İran ve ABD İlişkileri ve Çelişkileri .................................................................................. 61

İran Muamması ve Amerikan Humması .................................................................................. 66

KKTC’ye Amerikan Üssü mü Kuruluyor?................................................................................. 72

İsrail-Suriye Yakınlaşması İran’a Karşı mı?............................................................................. 84
 TSK ve Genel Kurmay Düşmanlığı .......................................................................................... 93

Dünyanın Ağzını Uçuklatan Operasyon ve Olumlu Sonuçları ................................................. 93

Fikret Otyam’ın Gıcıklığı ........................................................................................................ 102

Orduya Fesat Sokma Çabaları .............................................................................................. 104

Büyükanıt Paşa’dan Niye Gocunuyorlar? .............................................................................. 111

Orgeneral İlker Başbuğ’a Yönelik Boşboğazlıklar ve “Rejim Krizi” Uyarıları ......................... 121

Ordu; Soroscu’ları, Sabataycı’ları ve Siyon Destekli STK’ları Fişliyor! ................................. 124

Ergenekon Bulamacının Orduya Bulaştırılması..................................................................... 127
 AKP’yi Kapatma Davası ve Masonik Cephenin Telaşı ..................................................... 133

Amaç Demokrasi Dalaveresi mi, Yoksa Ülkenin Bağımsızlık ve Birliği mi? .......................... 139

Kraliçe AKP’ye Destek İçin mi Gelmişti? ............................................................................... 145

Yargı: Saygı Yerine Kaygı Uyandırıyorsa!? ........................................................................... 149

Bu Yırtık Dikiş Tutmayacak, Önce Bulanacak, Sonra Durulacak mı? ................................... 155

Darbe Davulcuları ve Milli Değişim Kuşkuları ........................................................................ 161
 İstatistiklerin İnsafı ve AKP Ekonomisinin İflası................................................................ 167

Siyonistlerin Kaygısı: AKP ile Birlikte, Türkiye Elimizden Kayıyor ......................................... 179
 BOP Eşbaşkanlığı, İsrail Uşaklığıdır ..................................................................................... 192

İsrail’in Canavarlığı, Recep’in Kahramanlığı.......................................................................... 201

BOP ve COP, ABD’nin Yengeçliği ve Yenilgisi...................................................................... 205
 İki Derin Amerika’nın Çatışması ............................................................................................ 211

Amerika Can Çekişirken, Asya’nın Dirilişi .............................................................................. 220

Zalim Emperyalizmin Tükenişi, Adil Bir Düzenin Gelişi ......................................................... 227

Amerikan Kabusu Bitiyor ....................................................................................................... 239

Amerika-Rusya Çekişmesi ve İsrail’in Endişesi Düşündürüyor ............................................. 248

NATO Patron mu Değiştiriyor? .............................................................................................. 253
 AB Macerası ve Acı Faturası ................................................................................................... 261

AKP Anayasası mı, Yeni Sevr Antlaşması mı? ..................................................................... 261

Gavur 301’den Niye Rahatsızdı? ........................................................................................... 273
 Marxcılıkla Ulusalcılık Uzlaşır mı?......................................................................................... 287
3

“Milli”cilik mi, “Ulusal”cılık mı?................................................................................................ 299

Yalçın Küçük, İlhan Selçuk ve Tuncay Özkan Ulusalcılığı .................................................... 307
 Atatürk Din İstismarcısı mıydı? .............................................................................................. 313

Atatürkçülük ve Milli Görüşçülük ............................................................................................ 321

Kerkük Pazarlığı, GAP Palavrası ve Atatürk’ün Dış Politikası............................................... 332

Batı Uygarlığı mı, Vahşi Aygırlık mı? ..................................................................................... 340
 Türkiye Her Türlü Savaşa Hazır mı? ..................................................................................... 345

Erbakan Putin Girişimi – D-8 ve Sanghay İşbirliği ................................................................. 345

“Türk Birliği” Gayretleri ve Görmek İstemedikleri ................................................................... 355

Erbakan, Teknoloji ve Mustafa Kemal ................................................................................... 365

Türkiye Nasıl ve Niçin Geri Bırakıldı? .................................................................................... 371

Türkiye Her Türlü Savaşa Hazır mı? ..................................................................................... 378

Kene Salgını Biyolojik Saldırı mı? ......................................................................................... 383
 Yeni Bir Yalta, Yeni Bir Dünya ................................................................................................ 388

Değişen Dünyada Türkiye’nin Misyonu ve İslam’ın Fonksiyonu ........................................... 393

Çatışmalar Kuzey Irak’tan Kafkasya’ya mı Kaydırılıyor? ....................................................... 398
 Türkiye Amerika’yı Yenecek ve Siyonizmi Yıkacaktır ...................................................... 405

İslam ve Müslümanlar Tarihin En Büyük Tehdidi Altındadır! ................................................. 413

Batının Korktuğu Gerçek: Türkiye İslam’la Yükselecek!.. ...................................................... 418
 ABD’nin Krizi, AKP’nin Kerizi!................................................................................................ 427
 ABD’nin Hırçınlığı, İnsani Cephenin Hazırlığı Sürüyor .................................................... 433
 Akdeniz Amerika’nın, Sıra Karadeniz’e mi Geliyor? ......................................................... 444
 Amerika’nın Pakistan Planları ................................................................................................ 448
 Bin Ladin, 20. Haçlı Seferlerinin Bahanesi .......................................................................... 455
 Güneydoğu Adım Adım Kürdistan’a mı?............................................................................. 459
 AKP’nin Akreplikleri ve Gariplikleri ...................................................................................... 466
 Başbuğ’un ABD Ziyareti ve Rahatsız Ettikleri .................................................................... 475
 İran’ı Kim Karıştırıyordu? ........................................................................................................ 484
 İsrail ve ABD’nin Pakistan Pazarlığı ..................................................................................... 489
 İsrail’in En Büyük Korkusu Türkiye’nin Batı’dan Kopmasıdır ....................................... 494
 Sn. Gül’ün Çin Ziyareti ve Soru İşaretleri ............................................................................ 505
 Türk-Rus İlişkileri ....................................................................................................................... 513
 Siyonist Emperyalizmin Asıl Hedefi İran Değil Türkiye’dir ............................................. 518
 İran Kuşatması Daralıyor! ........................................................................................................ 523
 Dünyanın Yeni Merkezi ASYA................................................................................................. 530
 Kırgızistan İç Savaşı ve AKP İktidarının Başarısızlığı ...................................................... 536
 İran Bahane, Hedef Türkiye! ................................................................................................... 540
 Ahmet Akgül ve Kitapları ......................................................................................................... 545
4
ÖNSÖZ
ANLAMA KISIRLIĞI VE ALGI TUTSAKLIĞI
Dostu ve düşmanıyla, uygarı ve barbarıyla bütün insanların, bizim aynamız ve dışa yansımamız
olduğunu sürekli unutuyoruz. İnsanları, olayları ve oluşumları doğru şekilde algılamaya ve doyurucu biçimde
analiz yapmaya uğraşmıyoruz. Yani kendi iç dünyamızı ve hayat imtihanımızı umursamıyoruz,
önemsemiyoruz. Bunun sonucu ve cezası olarak ta; kendilerini ve geleceklerini önemseyenlerin figüranı
olmaktan kurtulamıyoruz.
Kur’an’ın ilk emri, “oku!” olmasına rağmen okumuyoruz.. Kur’an’ın mealini ve manasını merak bile
etmiyoruz.. Ateistler de, şövenistler de, ılımlı Müslüman Avengelistler de; herkes farklı amaçlarla da olsa bir
şekilde Kur’an’ı ve İslam’ı istismar etmekten geri durmuyoruz ve bundan utanmıyoruz!.. Ne Kur’an’ı, ne
tabiatı, ne kainatı ve ne de global senaryonun bir parçası olan siyasal senaryoları ve oyunları okumuyoruz..
Bakıyoruz, ama göremiyoruz.. Duyuyoruz, ama anlamıyoruz.. Beynimizi ve bilincimizi kullanamıyoruz, kafa
yormuyoruz ve uygun yorumlayamıyoruz.. Zihinsel tembellikten kültürel köleliğe doğru hızla kayıyoruz..
Sadece televizyonların, bilgisayarların, gazete ve radyoların taktığı gözlükle bakıyoruz.. Uzaktan kumandalı
robotlara çevriliyoruz.. Aklen, fikren ve ruhen işgal ediliyoruz, esir alınıyoruz.. Bu işgalin ve bu esaretin askeri
işgalden çok daha tehlikeli ve uzun vadeli olduğunu bile bilmiyoruz..
Partiler, dernekler, dergiler… Cemaatler, tarikatlar, hatta camiler.. Beyin yıkama yoluyla bilincimizi
uyuşturmanın; başkanlar, hocalar,
yazarlar, üstatlar eliyle toplumu teslim
almanın merkezlerine
dönüştürülüyor, fark edemiyoruz..
Bir lideri, bir şeyhi, bir hocaefendiyi satın almak ve safına katmak, dış güçler için hem daha pratik, hem
daha ekonomik oluyor.. Böylece bunlara güvenen milyonların daha kolay ve ucuz güdüldüğünü artık
anlayamıyoruz, hatta anlatmaya çırpınanları fesatçılık ve fırsatçılıkla suçlayıp saldırıyoruz..
Hz. Peygamber Efendimiz “Mümin ferasetli kişidir, aynı delikten iki sefer ısırılacak kadar ahmak
değildir” buyuruyor. Ama biz aynı delikten en az on kere ısırıldığımız halde, on birincisi için hikmetler ve
mazeretler uyduruyoruz.
Ülkemiz elden kayıyor, bölgemiz kaynıyor, aile yıkılıyor, ahlak yozlaşıyor, devlet çözülüyor, millet
kopuyor, ekonomi çöküyor, hukuk çatırdıyor, ama biz hala: “Yakaladığımız istikrar ve huzur ortamını bozmak
istiyorlar” nakaratını tekrarlıyoruz!..
“Dindar bir hükümetimiz, ama kindar bir muhalefetimiz var, bırakmıyorlar!” yalanıyla yandaşlık ve
duyarlı vatandaşlık satıyoruz.
Planlı propagandalarla ve pervasız programlarla her gün biraz daha papağanlaşıyoruz.. Basit
kolaycılık ve fasit çıkarcılık putuna tapınıyoruz ve paganlaşıyoruz… Kaşınmak ile uyuzdan, bağrışmak ile
kuduzdan ve sadece konuşmak
ile şeytani güçlerin nüfuzundan kurtulamayacağımızı bir türlü
anlayamıyoruz..
İsterseniz kızın, hakaretler yağdırın, ama acınacak halimiz budur.. İnsanlık onurumuzu, milli
gururumuzu, İslami şuurumuzu, vicdani sorumluluğumuzu, her gün biraz daha yitiriyoruz; bazen bunları
rüşvet veriyoruz, hatta makam ve menfaat karşılığında satıyoruz.. Bir takım ruhsuz ibadetlerle ve dini
hizmetlerle; bu alçaklığa isyan eden vicdanlarımızı bastırmaya çalışıyor, zevahiri kurtarmaya bakıyoruz..
Tekkeler riyakarlık mahallerine, camiler cuma evlerine, medreseler taklitçilik ve ezbercilik
mekteplerine, dershaneler ve sohbet haneler meskenet meskenlerine, dernekler derin mahfillere
dönüşüyor, buralarda ABD’nin lütfuna erişmek ve AB’ye girmek için dualar ediliyor, dersler veriliyor
ve biz hala Donkişot gibi, hayali kafirler ve zalimlerle dövüşüp duruyoruz.. Ve hiç utanmadan ve
Allah’tan korkmadan bir de kalkıp “cihat ettiğimizi” söylüyoruz!...
Riyakarlığı takva, ucuz kahramanlığı dava, sahtekarlığı gözü açıklık ve zeka, menfaat putlarımız
5
ve çağdaş tağutlarımız olan kukla liderlerin ve ağabeylerin önünde boyun bükmeyi ve onların
hıyanetlerine hikmet üretmeyi ise, edep ve haya sayıyoruz.. Oysa değil Allah’ın huzuruna, Reha
Muhtar’ın yalan makinesi şovuna bile çıkacak yüzümüz olmadığını, kendimizden bile saklıyoruz!..
Zalimlere ve hainlere kiralık cazgırlar gibi övgüler sunuyor, nice haksızlık ve yanlışlıklar
karşısında susuyor ve dilsiz şeytan oluyoruz.. Oysa Allah’ın, şekilciliğimize ve taklitçi ibadetlerimize
değil, insani haysiyetimize, imani hassasiyetimize ve İslami izzetimize baktığını unutuyoruz.
Soyuluyoruz, sömürülüyoruz., sindiriliyoruz, susturuluyoruz ve maalesef İstiklal Marşımızdaki:
“Korkma sönmez..”e rağmen söndürülüyoruz… Ama hala Siyonist ve emperyalist güçlere sığınarak
şeref ve haysiyetimizi koruyacağımızı sanıyoruz…
Ne var ki; henüz her şey bitmiş ve elden gitmiş değil. Samimi ve kararlı bir tevbeyle, ciddi ve
cesaretli bir öze dönüşle, yeni bir diriliş ve direniş hamlesiyle kurtulacağımıza ve kutlu dönemlere
ulaşacağımıza inanıyoruz.
“Ancak, her kim (kesin ve samimi bir) tevbe (ile inkar ve isyandan dönerse) ve (gerçekten) iman
edip (Hakka ve hayra yönelirse) ve (İslam’a ve insanlığa yararlı) salih ameller işleyip davranışlarını
düzeltirse; işte böylelerinin kötülüklerini, Allah iyiliklere çevirir. 1
Ayeti sadece, “tevbe edenlerin günahlarının silineceği ve kötü amellerinin bağışlanıp ceza
verilmeyeceği” şeklinde tefsir edilmiştir.
Oysa bu ayette çok daha önemli ve ilmi müjdeler, psikolojik ve sosyolojik gerçekler gizlidir. Şöyle ki:
a) Bir kişinin veya kesimin, yaptığı kötülük ve nankörlüklerin, ahlaksızlık ve zulümlerin farkına varıp
pişmanlık göstermesi ve bunlardan tevbe edip vazgeçme ve iyiliğe yönelme iradesi; onu imana, yani hidayet
ve istikamet yoluna iletir.
b) Böyle bir iman ise, sahiplerine mutlaka salih ameller, yani; çevresine, milletine, insaniyete ve canlıcansız tüm aleme karşı merhametli, adaletli ve iyi niyetli hizmet ve hareketler işletir. Rabbine ibadet ve
teslimiyete yöneltir.
c) İşte Allah; böylesi olgun bir inanca ve olumlu davranışlara erişen kimselerin “seyyiatını hasenata,
tebdil edecektir.” Yani kötülüklerini iyiliklere çevirecektir. Bunun anlamı:
1- Her insanın fıtratında var olan ve hem iyilik hem de kötülükte kullanılmaya yatkın bulunan:
izzetinefis, öfke, şehvet, haset, enaniyet ve zekâvet gibi dürtü ve yetenekler, artık şeytani arzuların değil,
Rahmani ve insani duyguların hizmetine kullanılır hale gelecektir.
Örneğin “izzeti nefis” kibirlenip böbürlenmek ve başkalarını küçümseyip hakaret etmekte değil, tabii
hak ve hürriyetlerini, İslami ve insani haysiyetini koruma yönünde değerlendirilecektir.
“Öfke”sini, kendisine yönelik basit yanlışlık ve saygısızlıklara karşı değil, Milli ve Manevi çıkarlarına
yapılan saldırılara karşı gösterecektir.
“Zekavet”ini; hilekarlık, sahtekarlık, istismarcılık ve bedavadan köşe kapmacılık için değil, çalışıp
terleyerek üretmek, hak ederek yükselmek, hayırlı ve yararlı başarılar ve buluşlar elde etmek üzere harekete
geçilecektir.
“Sehavet”ini; haram ve haksız yollarla veya mirasçılıkla topladığı servetini gösteriş yapmak ve alkış
toplamak gibi nefsi hevesler için değil, helalinden kazandıklarını hiçbir şöhret ve reklam amacı
gözetmeksizin, mağdur ve mazlumları sevindirmek, okul, hastane, huzur evi gibi sosyal dayanışama
kurumları gerçekleştirmek ve adil bir düzeni tesis etmek yolunda harcayıverecek; ama ne israfa ne de
cimriliğe düşmeyecektir.
Böylece onun kötü alışkanlıkları güzel ahlaka, zararlı saplantıları yararlı davranışlara, şeytani
duyguları insani duyarlılıklara dönüşecektir.
2- Ayetleri “Mefhum-u muhalifiyle” yorumlamak, yani zıt ve karşıt anlamıyla kavramaya çalışmakta bir
tefsir usulü ve ilmi bir prensiptir.
1
Furkan: 70
6
“Ancak, Allah; tevbe eden, iman eden ve Salih ameller işleyen kimselerin, kötülüklerini iyiliklere
çevirir”2 ayetinin, bir anlamı ve gizli ikazı da:
“Zahiren Salih ameller işliyor bilinen ve çok hayırlı hizmetler yürütüyor zannedilen, ama yegane
kuvvet ve inayet sahibi olarak Allah’ı değil, Amerika ve Avrupa’yı gören, zalim güçlerin milyonları
vahşet ve sefalete sürüklemesine hizmet eden ve hainlere hikmet fetvası üreten kişi ve kesimlerin,
bütün bu iyilikleri de kötülüklere çevrilecektir ve destekledikleri zalim ve kafirlerle birlikte
haşredilecektir.” Ve zaten bu anlamda yüzlerce ayet gelmiştir.
d) Bu ayette haber verilen “kötülüklerin iyiliklere, günahların sevaplara çevrilmesi” çok önemli
bir hikmet ve işareti de:
Tevbe edilen ve pişmanlık gösterilerek vazgeçilen günah ve kötülüklerin, manevi bir aşı gibi,
insan iradesinde bir direnç ve bağışıklık sistemi geliştirmesidir.
Nasıl ki, bazı hastalıkların ölüm derecesinde zayıflatılmış mikropları insan bünyesine
aşılandığında, vücut, kandaki alyuvarlar sayesinde o mikroplarla savaşmayı ve etkisiz kılmayı
öğrenip bir bağışıklık ve tabii savunma mekanizması geliştiriyor… Artık o hastalığın gerçek ve güçlü
mikropları vücuda girdiğinde bile, onlara rahatlıkla karşı koyup saf dışı edebiliyor. İşte aynen bunun
gibi, beşeri zafiyetlerle veya ani tepkiler ve nefsani dürtülerle işlenen günah ve kötülüklerden hemen
tövbe eden, samimi bir pişmanlık gösterip yanlışlık ve haksızlıklarını düzeltmeye gayret eden
kimselere, bu hataları vicdani bir aşı hükmüne geçmekte, daha büyük kötülüklere ve şeytani
dürtülere karşı sürekli dikkat ve direnç bilinci ve manevi bir oto kontrol sistemi gelişmektedir.
Böylece “Şeytan bazılarına yaptırdığı günahlara sonunda pişmanlık gösterir.” Mealindeki hadisin
hikmeti gerçekleşmektedir.
Bunun en çarpıcı örneği Hz. Musa’da görülmektedir. Bu durum Kur’an’ın Kasas suresi 15 ile 37.
ayetlerinde şöyle bildirilmektedir:
“(Hz. Musa) Halkının gaflet anında (haberi olmadığı bir zamanda, Firavun’nun sarayından çıkıp) şehre
girdi. Orada birbirini öldürmek üzere kavgaya tutuşan iki adama rast geldi; bunlardan birisi kendi
taraftarlarından (Beni İsrail takımından), diğeri ise düşmanlarından (Firavun’un adamlarından) idi. Derken
kendi kavminden olan düşmanına karşı, Hz. Musa’ya sığınıp Ondan imdat istedi. Bunun üzerine Musa o
adama bir yumruk indirdi ve kazaen işini bitirip öldürüverdi. (Sonra hemen pişmanlık gösterip): “Bu Şeytanın
işindendir; o gerçekten apaçık saptırıcı bir düşmandır” dedi.3
Çünkü işin mahiyetini, kavganın nedenini ve suçlunun kim olabileceğini sorup araştırmadan, sadece
fıtri bir asabiyet ve kavmiyet gayretiyle hareket etmiş, acele karar vermiş ve Şeytanın kışkırtmasına gelmişti.
Bunun üzerine:
“Dedi ki: Rabbim gerçekten kendi nefsime zulmettim. (İstemeyerek ve ölmesini kastetmeyerek hızla
itelediğim kişinin ölümüne sebebiyet verdim) Artık beni bağışla.. Allah’ta Onu mağfiret etti. 4
“Ve Hz. Musa dedi ki: Ya Rabbi, bana verdiğin nimet ve faziletler adına (söz veriyorum ki) artık suçlu
günahkarlara (ve münafık şarlatanlara) asla destek olmayacağım..”5
“Böylece şehirde, korku ve kuşku içinde (etrafını) gözetleyerek sabah etti. O sırada bir de baktı ki, dün
kendisinden yardım isteyen (ve başına o belayı getiren (huysuz ve huzursuz) adam, bu sefer başkasıyla
kavgaya tutuşmuş ve yine) kendisinden yardım için bağırıp duruyor idi. Hz. Musa Ona dedi ki: sen açıkça
azgın ve fesatçı birisin!.”6
“Vaktaki, ikisinin de hasmı olan şahsı yakalamak (ve kavgayı ayırmak) isteyince, (bu sefer kendisine
vuracağını sanan, dün arka çıktığı adam: “Ya Musa, dün birini öldürdüğün gibi bugün de beni mi katletmek
istiyorsun? (diye yaygara koparmaya girişti)
2
Furkan: 70
15. ayet
4 16. ayet
5 17. ayet
6 18. ayet
3
7
“Sen ülkemizde sadece bir zorba olmaya çalışıyorsun ve ıslah edici (barıştırıcı ve yatıştırıcı) olmak
istemiyorsun!.” (şeklinde ortalığı ayağa kaldırmaya yeltendi) 7
“(Bunun üzerine) şehrin öbür yakasından bir adam koşarak gelip dedi ki: “Ey Musa önde gelen
(idareciler dünkü cinayet hadisesinin sorumlusu olarak) seni öldürmek konusunda, kendi aralarında
görüşmekteler, durma, artık buradan çık git, ben sana iyi niyetle öğüt verenlerdenim.”8
“Böylece korku ve telaşla ve çevreyi kontrol ederek dikkatlice oradan ayrılıp gitti ve “Rabbim, zalimler
topluluğundan beni kurtar diye (dua etti). 9
Ne var ki, ilahi adalet, kasten değil, kazaen de olsa, düşünüp taşınmadan fevri ve asabi bir
kararla, birisinin ölümüne sebebiyet vermenin cezasını Hz. Musa’ya mutlaka çektirecekti. Ancak, Hz.
Musa’nın zelle cinsinden yaptığı bu hatasından dolayı ciddi ve samimi bir pişmanlık duyması ve
tevbekar olması, Mısır’dan kaçarken uğradığı Meyden bölgesinde yaşayan Hz. Şuayb’e (as) de 8 veya
10 yıl çobanlık hizmetine ve zahmetine mecbur edilmesi; bir yandan günahının cezası olurken, bir
yandan da Onun Peygamberlik öncesi eğitim ve yetişme süreci gibiydi. Yani, ciddi ve içtenlikli
pişmanlık duyulan bir hata, O’nu Şuayb’e talebe ve damat edecek, derken Turi Sina’ya götürecek ve
ilahi vahye mazhar kılıp “Kelimullah” şerefine erişecekti. Ve sonunda bir yanlışlığın yol açtığı uyanış,
Firavun’un iktidarını devirecekti.
Ama, saray konforunda ve rahatlık ortamında prensler gibi yetişmiş ve şehir hayatından gelmiş Hz.
Musa gibi birisinin; kırsal çöllerde, ıssız ve olanaksız dağlık yerlerde, bir nevi iç güveyisi ve işçi statüsünde,
on yıl gibi çok uzun bir süre çalışmaya mecbur edilmesi:
a) Hem, toplumun her kesiminin yaşam koşullarını, sıkıntı ve sorunlarını yerinde görmesi ve
yaşayarak öğrenmesi
b) Hem, hatasının cezasını ve kefaretini ödemesi
c) Hem de, böylesi ıssız ve sessiz bir ortamda ruhi oluşma ve fikir olgunlaşma sürecinden geçirilip,
Peygamberlik görevinin maddi ve manevi zorluklarına hazır hale getirilmesi için takdir edilmişti ve gerekliydi.
Bu arada tevbe ile vazgeçilip düzeltilmeyen günahların, tedavi edilmeyen yaralar gibi kangrene ve
kansere dönüşeceğini ve manevi hayatımızı mahvedeceğini de, asla unutmamak gerekirdi.
Doç. Dr. Kemal Yeşilmen’in çok güzel tespitleriyle, yeryüzünde ve özellikle ülkemizde oldukça
etkin ve tehlikeli bir “algı savaşı” sürdürülmektedir:
“Bizi yanıltarak derin irade ve yönetimi ele geçirmeye çalışan bir algı savaşı yaşıyoruz. Küresel
medyadan yalan yanlış bilgi bombardımanıyla sinsice bulaşan algı virüsü, her şeyi toz pembe gösterip halkı
uyutuyor, aldatıyor, algımızı ve beynimizi ele geçiriyor.
Artık sadece görmemiz istenenleri görüyor, yapmamız istenenleri yapıyoruz. Milli ve insani bir algı
yönetimi olmadığı için, küresel algı yönetiminin figüranı oluyoruz. Algılama yeteneğimiz bozulduğu için
tehlikeleri de göremiyoruz. Bu yüzden felaketler bitmek bilmiyor.
Biz insanlar zaten dünyayı algıladığımız şekilde yorumluyor ve yaşıyoruz.
Algımız ise, beynimize akan bilgi tufanıyla oluşuyor. Dış dünyadan akan bu bilgi birikiminin hediye
ettiği sanal gözlüğün gösterdiği şekilde dünyayı görüyoruz. Yaşam tarzımız da bu algıya göre şekilleniyor.
Yıllar içinde oluşan bu pembe gözlük, bilgi kirliliği yüzünden ne yazık ki gerçeği göstermiyor ve bizi sürekli
yanıltıyor. Virüs girmiş bilgisayar gibi algımız bozuluyor, zihnimiz karışıyor.
Uzaktan kumanda ve cep telefonu elimizde, ekran karşısında hipnotize oluyoruz. İletişim araçları ile
eğlenir, bilgi sahibi olurken; algımız ve derin irademiz elden gidiyor, farkında bile olmuyoruz. Yaşantımız
bizim dışımızda yönetilir ve dış dünyanın istediği ölçüde dışa bağımlı olurken: “Sigarayı bırakamıyorum, kilo
veremiyorum, Cuma’ya vakit bulamıyorum” diye sızlanıp duruyoruz Çünkü yönetim bizim elimizde değil
başkaları bizi güdüyor.
7
19. ayet
20. ayet
9 21. ayet
8
8
Elimizde olmayan her şeyi aslında dış dünyanın egemenliğine terk etmiş bulunuyoruz. Koltuk,
asansör, araba, televizyon, bilgisayar, banka hayatımızı esir alırken, iradesiz ve bağımlı insanlar oluyoruz.
Algıyı yönetenler toplumu esir alıyor.
İnsan ve toplumu yönetmenin esası: Algı düzeyinde beklenti oluşturmaya ve bu beklentiyi yönetmeye
bağlıdır. Yani algıyı ele geçirenler toplumu esir alıyor. Zaten bu algı savaşının hedefi de; özgür iradeyi yok
ederek toplumları uzaktan kumandayla yönetilen, kötü alışkanlıklara bağımlı yığınlara dönüştürmek” oluyor.
Bunun yolu ise algı yönetiminden geçiyor. Algı yönetimi o kadar etkili bir yöntem ki; hiçbir zor kullanmadan
insanları kendi beyninde ve bedeninde hapsedebiliyor. Örneğin:
“Döviz artacak!” algısı yüzünden Türk halkı son, 5 yılda yüz milyar dolar kaybetmiş bulunuyor. Bu
algıyı yöneten Siyonist küresel sermaye ise bire beş yüz kazanıyor. Şimdi de 'döviz artmıyor' algısını
yöneterek yine kazanacak. Bu, “Algı yönetimi” ile kötü alışkanlıklardan sağlıklı yaşama, ekonomiden milli
güvenliğe her şeyi yönetebilirsiniz.
Algı nasıl yaratılıyor ve yönetiliyor?
Bu, tamamen bilinçaltı kurgulamaya dayanıyor. Örneğin çıkar (rüşvet) karşılığı oy verme hastalığı,
çıkar almanın ömür boyu devam edeceği algısından kaynaklanıyor. Yöntem aynı: “Bedavadan, basit
menfaatler verme” işlemleri sonucu insanlarda beklenti yarat ve bu beklentiyi istediğin şekilde yönet!” Bu
algıyı yaratanlar, yolsuzluk ve çürüme virüsünü yayarken, buna mani olamayan devletin de duyarsız olduğu
algısını beyinlere işlemiş oluyor. Derken, algı virüsü hızla yayılıyor ve giderek, insanlık onurunu yok ediyor.
Açlık ve borçlanma yüzünden iradesi çözülen insan ve toplumlar ise, bu virüse karşı tamamen korumasız ve
çaresiz hale getiriliyor.
Algı savaşı nasıl yapılıyor ve yaşam tarzını nasıl etkiliyor?
Küresel film sektörü algı savaşına en iyi örnektir. Hem eğlendiriyor, hem de bilinçaltı teknikleri
kullanarak geleceğin küresel algısını mükemmel bir şekilde oluşturuyor. Kanlı ve acımasız savaşlar, kıyamet
sahneleri, soygun, hırsızlık, kapkaç, tecavüz ve insanlık dışı ne varsa hepsi, sıradan olaylar gibi derin
zihnimize işleniyor. Amaç, insanlık vicdanını yok ederek vahşet dolu kötü bir dünyaya alıştırmak. Bunun için
zihnimiz de gelecekteki hayatın önceden yaşanmış olduğu algısı yaratılır ve zaman içinde gerçekle sanal
hayat birbirine karıştırılır. Bu yüzden Irak'taki vahşeti sanki bir film gibi izliyoruz. Beyinlere kazınan algı aynı:
Depremden teröre kadar kötü olan her şeyle beraber yaşamaya alışmalıyız ve bunları hoşgörüyle
karşılamalıyız!..
Küresel medya da bu Firavunluğun sihirbazları oluyor!
AB'ye girince gökten para ve iş yağacak algısını nasıl yarattığını biliyoruz. Burada satılan 'AB'ye
giriyoruz' algısı, aldatılanlar ise bu algıya inananlar oluyor. Algı savaşına diğer bir örnek ise 'hastalık satmak'.
Son yıllarda binlerce sanal hastalık uydurulması boşuna yapılmıyor. Hastalık sattığınız zaman, ilaçtan her
çeşit tedaviye, fındıktan teknolojiye kadar pek çok şeyi satmış oluyorsunuz. Bunun için sadece hastalıkla ilgili
algıyı satmanız yeterli. Tıpkı taşıt sattığınız zaman; benzinden otoyola kadar her şeyi sattığınız gibi. Taşıt
dışındakilerin reklamını yapmanız gerekmiyor. Taşıtın konfor ve kolaylık algısını satmanız yeterli oluyor.
Bu algı savaşı öyle bir akıl oyunu ki, piyasaya kimin sürdüğü belli olmayan üç beş kişinin, dünyanın ve
ülkelerin kaderini belirlediği oligarşik ve despotik bir yaşam tarzını, demokrasi diye yutturabiliyor. Kalabalıklar
demokrat köle haline getiriliyor. Bu algı savaşı o kadar aldatıcı ki, azalan milli geliri artmış gibi, çökmüş bir
ekonomiyi de uçmuş gibi gösterebiliyor. Artmış gözüken milli gelirin ve uçmuş görülen ekonominin düşen
dolardan ve küresel sermayenin hamile bıraktığı ekonomiden kaynaklandığını kaç kişi biliyor. Tecavüze
uğrayan ekonominin gayr-i meşru çocuğu olan borç-faiz yükünün, bu ilişkiden doğduğunu kim düşünüp fark
ediyor.
Algı savaşını kazanmadan kurtuluş mümkün görünmüyor
Her yaşam tarzının dayandığı temel algılar silsilesi vardır. Bu algılar değişmeden bunun yansıması
olan anlayış ve yaşam tarzı de değişmiyor. Örneğin. “ekonomi uçuyor ve ülke kalkınıyor!” algısı varken,
ülkenin aslında iflas ettiğini, gerçek olsa bile kimseye anlatamazsınız. Önce buna ait yanlış algıyı
9
değiştirmeniz gerekiyor. Özgür ve bağımsız olmanın yolu da, ‘elimde değil, tek başına yaşayamam’ algısı
yerine, 'özgür ve bağımsız bir iradeyim' algısını oluşturmaktan geçiyor.
Öncelikle, irademizi esir alan algıyı değiştirmemiz kaçınılmaz oluyor.
Üretmediği halde tüketmekten hoşlanan, borç alarak lüks veya çalıp çarparak israf içinde yaşamaya
alışan ve bunu konfor olarak algılayan insan ve toplumları bu bağımlı ve bayağı hayattan kurtarmak kolay
değildir. Çünkü bu toz pembe yaşantı, sigara veya eroin bağımlılığı gibi ona şeytani bir mutluluk vermektedir.
Bu yüzden bağımlı hayattan özgürlüğe, helal ve haysiyetli bir istikamete geçmekte sıkıntı çekmektedir.
Örneğin; Venezüella'da pembe dizi bağımlılığı giderilmeden yapılan bağımsızlık ve özgürlük aşısı reaksiyona
yol açmış, bu yüzden televole mafyası halkı kolayca isyana teşvik edebilmiştir. Çünkü birbirine zıt iki ayrı
algıyı aynı anda yaşamak imkansız gibidir.
Yeni algıya sahip olmak eski algıdan kurtulmayı gerektiriyor!
Yani hem özgürlük hem esaret olamaz, birine ait algının silinmesi gerekir. Bu silme işlemi ise
sancılıdır ve zaman istemektedir. Peki bütün bunları kim yapacak? yönetecek? Algı virüslerini kim
temizleyecektir? İşte bu noktada, milli devlet, milli hükümet, milli siyaset, milli medya, milli eğitim ve
milli kalkınma projeleri hatıra gelmekte ve hayati önem arz etmektedir.
Algı yönetimi; toplum mühendisliğinin temelidir. Sağlıktan ekonomiye, kültürden milli
güvenliğe her türlü küresel tehlikeyi algılayan, küresel medyanın algı yönetimini izleyen ve ulusal
refleksleri yöneten 'Ulusal Algı Yönetimi' acilen kurulmalı ve devreye girmelidir.” 10
Evet, biz de Hz. Musa gibi, hatalarımızı anlayıp nefsi dürtülerimizden kurtulmaya çalışarak ve
gafletimizin kefaretini ödemeyi göze alarak, Allah’ın izni ve inayetiyle, özgün ve özgür irademizle,
önce kendimizi, sonra milletimizin kem talihini, ardından, Hz. Musa’nın Firavun’un zulüm saltanatını
yıktığı gibi, bu Siyonist dünya düzenini değiştirebiliriz… Ama hastalıktan kurtulmanın ilk şartı
hastalığını bilmek, tedaviyi kabul etmek ve bazı sıkıntılara göğüs germektir. Bu sosyal ve siyasal
bataklıktan da, önce sorunları ve gerçek sorumluları bilerek, milli değerlere ve dinamiklerimize
güvenerek yola çıkıp başarıya ulaşabiliriz..
Yoksa bu gidişle, öyle zannedildiği gibi kurtulmuyoruz, tam aksine kökümüzden kurtuluyoruz.!
Kurtulmuyoruz, küresel sermayeye, demokrat yaftalı köleler yapılıyoruz!
Kurtulmuyoruz, her yönden çürütülüp kokuşuyoruz!..
Kurtulmuyoruz, çünkü özümüzü kemiren kurdumuzu, kendi içimizde üretip beslediğimizi bile
fark etmiyoruz!.
10
Hastalık Üreten Yaşam Tarzımız Nasıl Değişir? Hayy kitap 9. Baskı, 2007
10
30 AĞUSTOS ZAFERİ, TÜRK SUBAYININ ŞEREFİ
VE
ATATÜRK’ÜN MANEVİ CEPHESİ
Ağustos ayı Necip Milletimiz için, “büyük zaferler ayı” gibidir. Tarihin seyrini değiştirecek
onlarca talihli zafer, hep Ağustos ayı içinde nasip ve müyesser edilmiştir. Bunda ilahi kaderin mutlu
ve umutlu bir işaret ve müjdesi gizlidir.
Alparslan Gazi’nin, Anadolu’nun Müslüman Türk’e vatan olmasını kesinleştiren şanlı Malazgirt
zaferi, 26 Ağustos 1071 de,
Kanuni Sultan Süleyman’ın meşhur Mohaç zaferi, 29 Ağustos 1526’da,
Barbaros Hayrettin Paşa’nın, tarihin en büyük deniz savaşı Preveze zaferi, Ağustos 1538’de
başlamış Eylülde bitmiş..
Ve Gazi Mustafa Kemal’in önderliğindeki, Başkumandanlık Meydan Zaferi yine 30 Ağustos
1920’de gerçekleşmiştir.
30 Ağustos zaferi, sadece Türkiye’nin değil, bütün İslam âleminin ve Mazlum milletlerin
kurtuluş ümidi ve emperyalizme karşı direniş ve diriliş simgesidir. Ve zaten bizzat Atatürk, bu milli
mücadelenin: “tüm mazlum ve Müslüman milletlerin hürriyet ve istiklal vesilesi” olduğunu
belirtmiştir.
Gazi, bu onurlu direnişin: “Haçlı Batıya karşı bir iman, İslam ve insanlık meselesi olduğunu” da
defalarca söylemiş, bu yönde Allah’a sığınarak sürekli dua etmiş ve manevi yardım dilemiştir.
Milli şairimiz Mehmet Akif’in de işaret ettiği gibi, şanlı Çanakkale Direnişi ve Dumlupınar Zaferi
öncesi yapılan dualar, Hz. Peygamberimizin şanlı Bedir Zaferi öncesi yaptığı: “Allah’ım, bu bir avuç
inanmış mücahidanı mağlup edersen, yeryüzünde, artık sana kulluk edecek, Hak ve adaleti yürütecek
kimse kalmayacak!” duasını hatıra getirmektedir.
Ve zaten Aziz Atatürk’ün, Peygamberimiz “Hz. Muhammed’i; şeklen değil, fikren anlamak ve
Onun prensiplerini uygulamak gerektiğini” söylemesi oldukça önemlidir.
Kur'an'ın, insanlığa model şahsiyet olarak sunduğu Hz. Muhammed, Atatürk tarafından da bir
örnek ve kurtuluş rehberi olarak gösterilmiştir. Atatürk, toplumun kalkınabilmesi ve sorunlarını
aşabilmesi noktasında Hz, Muhammed'in yol göstericiliğine her dönemde ve her halde ihtiyaç
duyulduğunu belirtmiştir.
Kaynaklarda bu konuda, Atatürk'ün son mesajı başlıklı şu bilgi aktarılır: Bütün dünyanın
Müslümanları, Allah'ın son peygamberi Hz. Muhammed'in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği
talimatları tam olarak tatbik etmeli, tüm Müslümanlar Hz. Muhammed'i örnek alarak kendisi gibi
hareket etmeli: İslâmiyet’in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli; zira ancak bu şekilde insanlar
kurtulabilir ve kalkınabilirler.”11
İşgalci Yunan’ı ve emperyalist patronlarını Anadolu’dan çıkaran hareket
başlamıştı?
nasıl
Türk tarihinin en önemli dönüm noktalarından olan Kurtuluş Savaşı'nı zafere yaklaştıran ve bugünkü
Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırlarının çizilmesini sağlayan, Büyük Taarruz emrinin verildiği Afyon Kocatepe
tarihi bir önem ve özellik taşıyordu.
Sakarya Savaşı'nın kazanılmasının ardından, kamuoyunda ve TBMM'de baş gösteren taarruz
sabırsızlığı üzerine Gazi Mustafa Kemal Paşa, 4 Mart 1922'de Büyük Millet Meclisi'nin gizli bir toplantısında
endişe ve huzursuzluk duyanlara açıklama yaparak kafalardaki soru işaretlerini ortadan kaldırıyordu.
Gazi Mustafa Kemal Paşa, burada yaptığı konuşmasında şöyle diyordu: "Ordumuzun kararı,
11
Bak. Atatürk’ün Kur’an Kültürü-Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu- ilgi yy. sh.283 İst. 2006 1. Basım
11
taarruzdur. Fakat bu taarruzu tehir ediyoruz. Sebebi, hazırlığımızı tamamen bitirmeye biraz daha zaman
lazımdır. Yarım hazırlıkla, yarım tedbirlerle yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten çok daha kötüdür."
Mustafa Kemal Pasa bu konuşmayla bir taraftan zihinlerdeki şüpheleri bertaraf etmeye çalışırken, diğer
taraftan da orduyu son zaferi sağlayacak bir taarruz için hazırlıyordu. Haziran 1922 ortalarında, Başkomutan
Gazi Mustafa Kemal Paşa, taarruza geçme kararını alıyordu. Asıl amaç, yok edici bir meydan savaşı
yapmak, düşmanı çabuk ve kesin bir sonuç alacak şekilde vurmaktı. Mustafa Kemal Paşa, bir taraftan 2l
Ağustos 1922 günü Çankaya Köşkü'nde çay daveti vereceğini gazete ve ajanslara bildirirken, diğer taraftan
da ordu birlikleri arasında bir futbol maçı organize edilmesi bahanesiyle ordu komutanlarını Akşehir'e davet
ediyordu. Böylece Yunanlıların ve işgal devletlerinin dikkatleri dağıtılıyordu.
Büyük günün heyecanı!
26 Ağustos sabahı Başkomutan, Mustafa Kemal Paşa yanında Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa
(Çakmak) ve milli mücadeleye zorla ve sonradan katılan Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa (İnönü) ile
birlikte muharebeyi idare etmek üzere Kocatepe'de bulunuyordu.
Büyük Taarruz burada başladı. Topçuların sabah saat 04.30’da taciz ateşi ile başlayan hareket, saat
05.00’te önemli noktalara yoğun topçu ateşi ile devam etti. Türk piyadeleri Allah Allah nidalarıyla sabah saat
06.00'da hücuma geçerek, tel örgüleri aşıp Tınaztepe'yi geri alıyordu.
Bundan sonra, Belentepe daha sonra Kalecik-Sivrisi düşmandan temizlendi. Taarruzun birinci günü, 1.
Ordu birlikleri, Büyük Kaleciktepe'den Çiğillepe'ye kadar 15 kilometrelik bir bölgede düşmanın birinci hat
mevzilerini ele geçirdi. 5. Süvari Kolordusu düşman genlerindeki ulaştırma kollarına başarılı taarruzlarda
bulundu. 2. Ordu da cephede tespit görevini aksatmadan sürdürüyordu.
26 Ağustos günü ordumuzun Büyük Taarruzu Genelkurmay Başkanlığı'nca TBMM'ne bildirildi. Bu
haber Meclis'te ayakta alkışlanarak karşılandı.
27 Ağustos Pazar sabahı gün ağarırken Türk ordusu bütün cephelerde yeniden taarruza geçti. Bu
taarruzlar çoğunlukla süngü hücumlarıyla ve insanüstü çabalarla başarılmıştı.
27 Ağustos saat 18.00'de Afyon, 8. Tümen tarafından kurtarılmıştı. Afyon, kurtuluşun şanlı ve şerefli
müjdesi olmuştu. Başkomutanlık Karargâhı ile Batı Cephesi Komutanlığı Karargâhı Afyon'a taşınıyordu.
28 Ağustos Pazartesi ve 29 Ağustos Salı günleri, başarılı geçen taarruz harekâtı düşmanın 5.
tümeninin çevrilmesi ile sonuçlandı. 29 Ağustos gecesi durum değerlendirmesi yapan komutanlar, hemen
harekete geçerek muharebenin süratle sonuçlandırılmasını gerekli buldu. Düşmanın çekilme yollarının
kesilmesi ve düşmanı çarpışmaya zorlayarak, tamamen teslim olmalarını sağlama yolunda karar alındı.
Karar, süratli ve düzenli bir şekilde uygulandı. 30 Ağustos 1922 Çarşamba günü taarruz harekâtı Türk
Ordusu'nun kesin zaferi ile sonuçlandı. Büyük Taarruz'un son safhası askeri tarihimize Başkomutanlık
Meydan Muharebesi olarak geçiyordu.
30 Ağustos 1922 Başkomutanlık Meydan Muharebesi sonunda, düşman ordusunun büyük kısmı dört
taraftan sarılarak, Dumlupınar'da Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın ateş hatları arasında bizzat idare ettiği
savaşta tamamen yok edilmiş veya esir alınmıştı. Böylece tasarlanan kesin sonuç beş gün içinde elde
edilmiş ve hazırlanan plan tam başarı ile uygulanmıştı.
Kurtuluş Savaşının son darbesi olan Büyük
Taarruz'un nasıl kazanıldığını gösteren, en duygulu olay ise Miralay Reşat Bey'in, Gazi Mustafa Kemal
Paşa'ya verdiği sözü yerine getiremediği için intihar ederek canına kıymasıydı. Kocatepe'den verilen emirle
Büyük Taarruzu başlatan Türk askerleri, taarruzun ilk ve ikinci gününde tüm tepeleri eline geçirmeye
başladı. Çiğiltepelerinde bulunan Yunan askerlerine karşı direnen 57. Tümen Komutanı Miralay Reşat
Bey ile Gazi Mustafa Kemal Paşa arasında şu telefon konuşması yapılmıştı:
"- Niçin hala hedefinizi alamadınız?
- Yarım saat sonra bu hedefi alacağım paşam."
Geçen yarım saat sure içerisinde Çiğiltepe'yi düşman askerinden alamayan Miralay Reşat Bey,
“verdiğim sözü yerine getiremediğim için yaşayamam” diyerek beylik tabancasıyla hayatına son
veriyordu.
12
Gazi Mustafa Kemal Paşa Çiğiltepe sırtlarında çarpışan 57. Tümen Komutanlığını tekrar
telefonla aradığında Miralay Reşat Bey'in intihar ettiğini öğreniyor ve Gazi’ye vedanamesi
okunuyordu: “Yarım saat zarfında o mevkiyi almaya size söz verdiğim halde, sözümü yapamamış
olduğumdan dolayı yaşayamam" deniyordu. Vedanamesinin ardından geçen 15 dakika sonra
Çiğiltepe düşman askerlerinin elinden alınıyordu. Atatürk böylesine onurlu bir subayını kaybetmenin
acısını yaşıyordu.
Ateşkes teklifi ve sonuçları
Afyon Kocatepe'de verilen emirle başlayan Büyük Taarruz sonucu bozguna uğrayan düşman askerleri,
büyük kayıplar vererek geri kaçmaktaydı. İzmir'de düşmanın denize dökülmesinin ardından İtila
devletlerinden değişik teklifler gelmeye başlamıştı. İtilaf Devletlerinden İstanbul'da bulunan Fransız
Fevkalade Komiseri General Pell, İzmir'de Gazi Mustafa Kemal Paşa ile görüşerek, Türk Askerinin Trakya’ya
girmemesi ve ateşkese evet demesi tavsiyesinde bulunmaktaydı. Mustafa Kemal Paşa ise Trakya'yı da
kurtarmadıkça ordularımızın durdurulmasına imkân olmadığını açıklamıştı. Bunun üzerine İzmir'e İtilaf
Devletleri Dış İşleri Bakanı imzasını taşıyan 23 Eylül 1922 tarihli bir nota geliyordu. Bu notada iki önemli
nokta yer alıyordu. Bunlardan biri, askeri harekâtın durdurulmasıyla, diğeri de Barış Konferansı'yla ilgiliydi.
Bu Nota'ya Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından şöyle yanıt veriliyordu: "Biz, Rumeli'de Doğu Trakya'yı milli
sınırlarımıza kadar tamamen almadıkça askeri harekâttan vazgeçmemiz söz konusu olmayacaktır. Ancak
yurdumuzun bu bölgesinden düşman birlikleri çıkarıldığı takdirde böyle bir harekâta devam etmeye
kendiliğinden gerek kalmayacaktır.” Bu notaya verilen cevapta: Venedik veya başka bir şehirde toplanacak
olan İngiliz, Fransız, İtalyan, Japon, Romen, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti ile Yunanistan'ın da çağrılacağı bir
konferansa, delegelerimizi göndermeyi kabul edip etmeyeceğimiz sorulmakta ve görüşmeler sırasında
Boğazlardaki tarafsız bölgelere bizden asker gönderilmemesi şartıyla, Edirne dahil olmak üzere Meriç'e
kadar Trakya'nın bize iadesi ile ilgili talebimizin olumlu karşılanacağı vurgulanmaktadır.
26 Ağustos 1922 sabahı verilen Büyük Taarruz emri büyük zaferle sonuçlanmış ve yapılan anlaşmalar
sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’nin bu günkü sınırlarının çizilmesine ve Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin
kesinleşmesine yol açmıştır.
Mustafa Kemal Paşa’nın Afyon’da Türk subaylarına hitabı
“Türk milletine taarruz eden düşman, önce Türk subayını aşağılamak ister”!? (Bugün AB’nin ve
hizmetçilerinin, Ordumuza yönelik sataşmaları da bunun için değil midir?)
Mustafa Kemal Atatürk’ün, 82 yıl önce, 31 Temmuz 1920 tarihinde, Afyonkarahisar Kolordu
Dairesi’nde subaylara hitaben yaptığı konuşma, çerçeveletip duvara asılacak ve esas alınacak bir öneme
sahiptir:
Efendiler!
Eski silah arkadaşlarımla böyle yakından ve samimi temasta bulunmaktan büyük bir vicdani
zevk hissetmekteyim. Sizinle oturup uzun hasbıhal etmek isterdim. Fakat çoksunuz; müsait yer de
yoktur. Bu sebeple hissiyatımı birkaç cümle ile özetlemekle yetineceğim.
Arkadaşlar!
İngilizler ve yardımcıları milletimizin bağımsızlığını imhaya karar vermişlerdir. Milletler
bağımsızlıklarını hiç kimsenin lütuf ve atıfetine borçlu değildir. Hiç kimse kimseye, hiçbir millet diğer
millete hürriyet ve bağımsızlık veremez, veremeyecektir. Milletlerde tabiaten ve yaratılıştan mevcut
olan bu hak, ancak kuvvetle ve mücadele ile korunur. Kuvveti olmayan, dolayısıyla mücadele
yapamayan bir millet, mahkûm ve esir vaziyettedir. Böyle bir milletin bağımsızlığı gasp edilir.
Dünyada hayat için, insanca yaşamak için bağımsızlık lazımdır. Bağımsızlık sahibi olmak için
kuvvet sahibi olmak ve bunun için mevcudiyetini ispat etmek gerekir.
Kuvvet ise ordudur. Ordunun hayat ve saadet kaynağı, bağımsızlığı takdir eden milletin,
kuvvetin lüzumuna olan vicdani imanıdır.
İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, pek tabii olarak evvela onu ordudan
13
mahrum etmek çarelerine giriştiler. Mütareke şartlarının tatbikatı ile silahlarımızı, cephanelerimizi,
bütün müdafaa vasıtalarımızı elimizden almaya çalıştılar. Sonra kumandanlarımıza ve subaylarımıza
tecavüz ve taarruza başladılar. Askerlik izzetinefsini yok etmeye gayret ettiler. Ordumuzu tamamen
lağvederek, milleti bağımsızlığını muhafaza için muhtaç olduğu dayanak noktasından mahrum
etmeye teşebbüs ettiler. Bir taraftan da müdafaasız, ordusuz bıraktıklarını zannettikleri milletin de
izzetinefsine, her türlü haklarına ve mukaddesatına taarruzla milleti alçaklığa, boyun eğmeye
alıştırmak planını takip ettiler ve ediyorlar.
Her halde ordu, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi olmaktadır. Orduyu imha etmek için ise;
mutlaka subayını mahvetmek, aşağılamak lazımdır. Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti
koyun sürüsü gibi boğazlamakta hiçbir engel ve zorluk kalmayacaktır.
Bu hakikat karşısında ve içinde bulunduğumuz vaziyete göre subaylar heyetimize düşen
vazifenin mahiyeti, ehemmiyeti ve kıymeti kendiliğinden meydana çıkmaktadır.
Milletimiz, hür ve bağımsız yaşamak lüzumuna tam bir iman ile kani olmuş ve buna kati azim ile
karar vermiş durumdadır. Zaman zaman şurada burada üzüntü verici karaktersizliklerin görülmüş
olması, hiçbir vakit milletimizin genel kanaatine, hakiki imanına sekte vurmamıştır ve vuramayacaktır.
Dolayısıyla kuvvetin, yani ordunun mevcudiyeti için lazım olduğunu söylediğim kaynak -ki
milletin vicdanı imanıdır- bu vardır. Ordu ise, arkadaşlar, ancak subaylar heyeti sayesinde vücut
bulur ve ayakta kalır. Bilinen bir askeri hakikat, felsefi hakikattir; “ordunun ruhu subaylardadır”. O
halde subaylarımız, düşmanlarımız tarafından yıkılmak istenilen ordumuzu tamir edecek ve
canlandıracak; ordumuzun ve milletimizin bağımsızlığını mutlaka sağlayacak ve koruyacaktır.
Milletimiz: bağımsızlığının muhafazasından ibaret olan hayati gayesinin teminini, ordudan ve
ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan bekleyip durmaktadır. İşte subayların yüce olan vazifesi
bunu başarmaktır.
Allah göstermesin, milletin bağımsızlığı ihlal edilir ve tehlikeye girerse; bunun vebali subaylara
ait olacaktır. Subaylar, izah ettiğim yüce, mukaddes ve bütün açılardan üzerlerine düşen vazife
itibariyle, bütün mevcudiyetleriyle ve bütün dikkat ve ferasetleriyle giriştiğimiz bağımsızlık
mücadelesinde, birinci derecede faal ve fedakâr olmak zorundadır. Şahsi ve hususi hayatları itibariyle
de subaylar, fedakârlar sınıflarının en önünde bulunmak mecburiyetinde olanlardır. Çünkü
düşmanlarımız herkesten evvel onları öldürmeye çalışır. Onları aşağılar ve hor görürler. Hayatında bir
an olsa bile subaylık yapmış, subaylık izzetinefsini, şerefini yaşamış ve ölümü hiçe saymış bir insan,
hayatta iken, düşmanın tasarladığı ve reva gördüğü bu muamelelere asla katlanamayacaktır. Onun
yaşamak için bir çaresi vardır: Şerefini korumak! Hâlbuki düşmanlarımızın da kastettiği, o şerefi
ayaklar altına almaktır.
Dolayısıyla subay için “ya istiklal, ya ölüm” vardır. Fakat arkadaşlar ölmeyeceğiz,
bağımsızlığımızı muhafaza ederek yaşayacağız ve milletimizi daima bağımsız görmekle bahtiyar
olacağız!”12
Atatürk’ün bu haklı takdirine ve ayrıcalıklı taltifine mazhar olan komutanlarımız, subaylarımız,
er ve erbaşlarımız; şanlı Kıbrıs Barış Harekâtında da, tüm Siyonist ve emperyalist odakların şımartıp
kışkırttığı PKK’ya karşı yapılan operasyonlarda da, uluslar arası barışı sağlamaya ve koruma
sorumluluklarında da, bu tebriki hak ettiklerini defalarca ispat etmişlerdir.
Atatürk’ün ifadesiyle, “vicdani imanları”, bağımsızlık tutkuları ve yüksek vatanseverlik
duyguları sayesindedir ki, Türk Ordusu, İstanbul’un Fetih müjdesinde, Hz. Peygamberimiz tarafından
övülme şerefine erişmiştir.
Atatürk'ün, Büyük Taarruz sabahı, ordu hücuma hazırlanırken; "Ya Rabbi! Sen Türk ordusunu
muzaffer et, yardımını esirgeme! Türklüğün, Müslümanlığın düşman ayakları altında, esaret zincirinde
12
Atatürk’ün Bütün Eserleri, 9.cilt
14
kalmasına müsaade etme! Rabb'im, Yunanlıların kazandığını gösterme bana, onlar kazanacaksa, şu
gök kubbe benim başıma yıkılsın daha iyi" diye dua etmiş, "Anacığım dua et!" demiş, bu sırada
gözlerinden birkaç damla yaş süzüldüğü görülmüştür. 13 Yine aynı gün, Türk topçuları düşman
siperlerini dövmeye başladığında, “Allah'ım, Türk Milletini ve ordusunu koru!”14 diye dua etmiştir.
Büyük Taarruz'da Atatürk'ün askerleri: "Allah! Allah!" diyerek düşmana hücum etmişlerdir. 15
Atatürk de; “Allah Türk ulusunu ve ordusunu koruyacaktır” 16 diyerek moral vermiştir.
İtilâf devletleri, Atatürk'ün Samsun'a gitmekte olduğu Bandırma vapurunu yakalayıp geri
çevirebilmek için torpido göndermişler, fakat aynı rotayı takip edemeyen torpido Bandırma vapuruna
yetişememiştir. Atatürk bu olaya: Bu Allah’ın bir inayetidir, görüyorsunuz Allah bizimledir"17 şeklinde
yorum getirmiştir.
Atatürk, kazanılan zaferin Allah'ın bir bağışı olduğunu, zaferden sonra İzmir'e geldiğinde şu
şekilde ifade etmiştir: "Bir gün, bu yangın yerlerinde gene baharlar tomurcuklanacak; yeni mamureler
çiçeklenecek. Allah, bize bu günleri gösterdi ya; ötesi kolay; milletimiz sağ olsun!" 18
Atatürk, 1923’te Kütahya'da öğretmenlerle yaptığı bir konuşmada: “Cenabı hakka binlerce
hamdü sena olsun ki, düşman karşısındaki aziz ordular için sarf ettiğimiz bütün emekler, sonunda
mes'ut meyvelerini verdi”19 diyerek Allah’a bağlılığını göstermiştir.
Atatürk, Milli mücadelede, Allah ile olan ilişkisini iki temel üzerine kurmuştur. Bunlardan birisi Allah'ın
yardımını istemek, diğeri de her başarıda O'na şükretmektir. Atatürk Yunan kuvvetlerini yenebilmek için
millete yayınladığı beyannamede, Allah'a şükür ve O'ndan yardım dileme olgusunu bir arada gündeme
getirmiştir:
"İstiklâl mücadelemizde inayet-i samedisini (karşılıksız ve hesapsız manevi desteğini) Türk milletinden
esirgemeyen Cenabı Hakk'a hamd-ü sena etmeği asla ihmal etmeyiz” demiştir.
Ve zaten Milli Mücadele sırasında yapılan önemli toplantıların gündem konuları arasında Kur'an ve
dua okunması özellikle yer almıştır. Örneğin Atatürk'ün başkanlık ettiği Erzurum Kongresinin on üçüncü
birleşimindeki gündem konuları şu şekilde hazırlanmıştır:
1. Ömer Fevzi Bey'in Parlamento (Meclis-i Mebusân) seçimlerine dair takriri
2. Ad okunarak delege yoklaması
3 Hey'eti Temsiliye'nin seçimi
4. Ömer Fevzi Bey'in söz konusu takririne bağlı olarak, Sadarete çekilecek telgrafın görüşülmesi ve
kabulü
5. Mustafa Kemal Paşamın kapanış nutku
6. Kur'an ve dua okunması
7. Beyannamenin delegelerce imzalanması.20
Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında camilerde Kur'an ve Sahih-i Buharı okunmasını istemiştir.21
Nezihe Araz, Mustafa Kemal'in Devlet Paşası, Dünya Yayıncılık, İstanbul, 1998, s. 282-283; Cemil Denk, Atatürk
Laiklik ve Cumhuriyet, Kültür Bakanlığı Yayınlan, Ankara, tsz., s. 57; Ali Sarıkoyuncu, Atatürk Din ve Din Adamları,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2002, s. 13; Mehmet Saray, Türklerde Dinî ve Kültürel Hoşgörü Atatürk ve
Lâiklik, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 202, s. 54; Eren Akçiçek, Sevgili Atatürk ve Mustafa Kemal Olmak, Toplumsal
Dönüşüm Yayınlan, İstanbul, 2004, s. 112.
14 Seyit Kemal Karaalioğlu, Resimlerle Atatürk: Hayatı İlkeleri Devrimleri, İnkılâp ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1981, s.
110.
15 İbrahim Artuç, Büyük Taarruz, Kastaş Yayınları, İstanbul, 1986, s. 91; Ceyhun Atuf Kansu, Atatürk ve Kurtuluş Savaşı,
Varlık Yayınları, İstanbul, 1932, s. 140-141.
16 Türkmen Parlak, İşgalden Kurtuluşa "2": Yunan Eğeden Nasıl Gitti, İzmir Sosyal Hizmetler Vakfı Kültür Yayınları, İzmir,
1983, s. 182-183.
17 N. Varol, Atatürk'ten Anılar, Deniz,Yayınları, İstanbul, 1973, s. 27; Niyazi. Ahmet Banoğlu, Nükte ve Fıkralarda Atatürk,
İnkılâp ve Aka Kitabevleri, İstanbul, tsz., 212;
18 Eflâtun Cem Güney, Atatürk Hayatı ve Eserleri, M.E.B., İstanbul, 1963, s. 50.
19 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri II/168; Bkz., Kemal Aytaç, Gazi M. Kemal Atatürk: Eğitim Politikası Üzerine
Konuşmalar, Türk inkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1984, s. 46.
20 D.Ali Akbulut, “Erzurum Kongresi’nin Son Günü”, Atatürk Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Dergisi,
Sayı: 3, 1989, s. 43.
21 İbrahim Agah Çubukçu, “Hilafet Din ve Laiklik”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı: 17, 1990, s. 304
13
15
Atatürk, Türk Kurtuluş savaşının kutsal bir boyutunun olduğunu; bu mücadelenin aynı zamanda,
Müslümanların kurtuluşunu amaçladığını vurgulamıştır. Atatürk, 1921 yılında Azerbaycan temsilcisi İbrahim
Abilof’u Çankaya'da kabulünde şu açıklamayı yapmıştır;
"Bu kutsi mücadelede, milletimiz, İslâm'ın kurtuluşuna ve dünya mazlumlarının refahlarının
artırılmasına hizmet etmekle müftehirdir (gurur ve onur duymaktadır)"22
Atatürk, Kurtuluş Savaşı'na Müslümanların Batılılardan kurtuluş mücadelesi olarak bakmıştır. Bu
mücadelede Türk milletinin Müslüman kimliğini hep ön plana çıkarmıştır. Küfrevizade Şeyh Abdulbaki
Efendi'den Bitlis halkını milli mücadele hakkında aydınlatmasını isteyen Atatürk, ona yazdığı mektupta şu
ifadeleri kullanmıştır:
"...Yakında Müslümanların, Avrupalı müstevlilerden kurtuluşu hususundaki başarı haberlerini inşallah
size bildiririm.''23
Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nın amacını, İslâm'ın kurtuluşu olarak nitelemiştir. Bu amaç için savaşan Türk
ordusunun başarısı için dua edilmesini istemiştir. Şeyh Ahmed Şerif Senûsî'ye, "İslâm'ın kurtuluşu
amaçlarına yönelik olan bugünkü savaşçıların başarılı olmaları için dualarınızı beklerim" demiştir.” 24
Büyük Medeniyet devrimi ve Atatürk’ün altyapısı
Mehdiyet olarak bilinen, Türkiye merkezli büyük medeniyet devrimi önderinin son hilafet merkezinden;
yani İstanbul ve Türkiye'den çıkacağı bildirilmektedir. Bediüzzaman Hz’leri; "Merkezi Hilafet eski zamanlarda,
Medine ve Şam'da bulunduğundan, raviler kendi içtihatlarıyla, daima (Şam ve Medine Hilafet merkezi olarak)
öyle kalacak gibi mana verip, Hz. Mehdiyi "Merkezi Hilafeti İsfamiye yakınlarında tasvir etmişler..." diyerek bu
gerçeğe dikkat çekmektedir.25
Muteber hadis ve haberlerde Adil Medeniyet rehberini (Hz. Mehdiyi) gerçek hüviyetiyle tanıyacak ve
tabi olacak ve onun haklı fikirlerine sahip çıkacak sadık yardımcılarının ve samimi bağlılarının genellikle aynı
bölge insanlarından oluşacağı ve bunların Araplardan olmayacağı ve de Arapça konuşmayacakları hususu
da oldukça dikkat çekicidir.26 Bundan anlaşılıyor ki Mehdi Arap olmayan önemli bir Müslüman kavimden
zuhur edecektir.
Bu konudaki hadis ve haberler ve bugünkü hakikatler, hep Türkiye'yi göstermektedir.
İşte Mustafa Kemal kader tarafından Müslüman Türk milleti önceliğinde gerçekleşecek,
dünyadaki bu en şerefli ve talihli değişime alt yapı hazırlamak ve mutlu medeniyet merkezi olacak
Türkiye Cumhuriyetini kurmakla görevli bir şahsiyet gibidir.
Atatürk'ün, Siyonist dış güçleri ve sebataist yerli işbirlikçileri oyalayarak, bağımsız Türkiye
Cumhuriyetini kurtarma adına, Osmanoğullarından kaldırdığı ve devre dışı bıraktığı, ama ileride
şartlar ve imkânlar elverdiğinde Türkiye'nin tekrar İslam Âlemine manevi liderlik ve lokomotiflik
rolünü üstlenmek üzere, TBMM'nin uhdesine aldırdığı hilafet meselesinin, Mustafa Kemal'in hala gizli
tutulan vasiyetnamesinde öncelikli bir yer tuttuğu bilgileri de hesaba katılırsa, bu konu daha bir önem
ve anlam içermektedir.
Hz, Mehdi'nin "İstanbul'u Manen fethedeceği, savaş ve silahla değil, tekbir ve sloganlarla şehir
yönetimini ele geçireceği", çeşitli hadis ve haberlerde yer atmaktadır. Fatih'in Hocası Büyük Âlim ve
Mürşit Akşemsettin Hz.'leri de "Risaletün Nuriye" adlı eserinde, "İstanbul'u Sultan Mehmet'in
madden. Hz. Mehdinin ise manen fethedeceğine" dair yorumları önemlidir. 27
Hz. Mehdi'nin yanında Hz, Peygamber Efendimizin mübarek sancağı, kılıcı, hırkası gibi
Suat İlhan, Harp Yönetimi ve Atatürk, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1987, s. 85; Komisyon, Atatürk'ün Bütün
Eserleri, XII/36.
23 Utkan Kocatürk, Doğumdan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1999, s.
231.
24 Onar, a.g.e., II/261,
25 44. Mektup 411-441
26 Kıyamet Alametleri. Allame Muhammed b. Resul El-Hüseyni. (Tercüme. Naim Erdoğan) sh. 159-187
27 Ali İhsan Yurt. Akşemsetin 1972 İst.
22
16
mukaddes emanetlerin bulunacağının rivayet edilmesi 28 de, O Zatın İstanbul'dan çıkacağının bir
işaretidir. Çünkü bilindiği gibi mukaddes emanetler Topkapı sarayında muhafaza edilmektedir.
Mustafa Kemal’in, Topkapı sarayını özellikle ve öncelikle müze yapıp, kanuni koruma altına alması ve
muhtemel yağmalardan kurtarması da oldukça ferasetli ve faziletli bir girişimdir.
Bütün
işaretler
ve
gelişmeler,
büyük
Mehdiyet
Devriminin
Türkiye’den
çıkacağı
doğrultusundadır:
"Naim, Hakim bin Nafi'den tahric etti. Dedi ki: Süfyani Türkler ile savaştıktan (onları İslami ve insani
haklarından mahrum bırakmaya uğraştıktan) sonra, O'nun (zihniyet ve ekibinin) yok edilmesi görevi,
Mehdi'nin elinde olur. Mehdi, ilk kurduğu orduyu (teşkilat ve topluluğu) da Türk(leri tehdit edenler)e
gönderir."29
"Horasan tarafından (Türklerin Orta Asya'dan göçtükten sonraki ilk yerleşim merkezleri ve İslam'la
tanışma yerleri olan ve bu haberin verildiği tarihte İran topraklarında yaşayan ve daha sonra Anadolu'ya
geçecek olan Selçuklu ve Osmanlı Türklerinden) çıkan siyah sancaklıları gördüğünüzde, kar üzerinde
sürünerek de olsa, onlara gidin (ve katılın) çünkü onların içinde Allah'ın Halifesi Mehdi vardır." 30
"Mehdi'nin has yardımcıları Arap olmayacak, başka milletten olacak ve Allah yolunda hiç bir kınayanın
ayıplamasından ve dedikodusundan korkmayacaklardır,"31
Bediüzzamanın:
"Hem Türk unsurunda, ebedi kabili iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak (Türk toplumu
içersinde sağ-sol şeklinde asla barışmayacak ve bir araya gelmeye yanaşmayacak şekilde bir parçalanma ve
kardeş kavgası kızıştırılacak) Bir şık (diğer) bir şıkkın kuvvetini kırdığı için, o vakit milletin kuvveti hiçe
inecek"32 dediği ve Türkiye'deki bu anarşi ve kargaşa döneminde sağ ve solun dışında milli ve yerli bir
düşünce ekibinin, zahiren zayıf olmasına rağmen, bu dış mihraklı kardeş kavgasını ve masonik sağ-sol
yapılanmasını etkisiz bırakacağını haber verdiği hareket ve şahsiyet acaba hangisidir?
Ve yine:
"Saat (Mehdiyet ve kıyamet alametleri) yaklaştı. Ve ay yarıldı (Ay'a varılıp iz bırakıldı)" 33 ayetinin bir
işari mucizesi 1969 da gerçekleşti ve Ay'a ilk insanlı uzay aracı gönderildi.
Bu ayet aynı zamanda, çok önemli değişim ve devrimlerin başlangıç vaktine de dikkat çektiğine
göre, acaba 1969 tarihinde ve kar yağan bir ülkede, hangi önemli şahsiyet, hangi önemli bir harekete
fiilen girişmiştir?
Naim Bin Hammad, Muhammed bin Cübeyr'den tahric etti: "Mehdi'nin kaşları ince, yüzü (yıldız
gibi ve bulunduğu her ortamda ve herkes tarafından fark edilecek bir şekilde nurlu) parlak, ve
gözlerinin siyahı büyük olacaktır, Hicazdan (veya Medine'den) gelip Şam'da mimbere (hizmet
mevkiine) oturduğunda 40 yaşında bulunacaktır." 34 Bediüzzaman Hz.leri bu gibi hadislerin tedvini
(yazılıp kitap halinde tespiti) sırasında İslam devletinin başkenti Şam olduğundan, ve devamlı böyle
kalacağı sanıldığından, hep Medine-Şam üzerinde durulduğunu söylemektedir.
Yoksa, örneğin son İslam Medeniyeti Osmanlı'nın; müjdelenmiş Medine'si İstanbul'dan, siyasi
hareketine zemin hazırlayacak, çok önemli bir sivil örgüt kurumunda görev alması nedeniyle, yeni
Cumhuriyetin başkenti Ankara'ya gelip yerleştiği tarihte, tam kırk (40) yaşında olan bir şahsiyetin kim
olduğunu merak etmek, bizi daha doğru ve doyurucu bir adrese götürebilir!..
19 Nisan 2003 Cumartesi tarihli Milli Gazetenin 8. sayfasında Harun Yahya "Hz. Mehdi'nin çıkışına
28
El Mehdi El Muntazar
Ahir zaman Mehdisinin Alametleri: Tercüme Müşerref Gözcü. Sh.50 Celaleddin Suyuti'nin Tasnifinden - Ali bin
Hüsameddin Muttaki
30 Fetavayi Hadisiye. ibni Haceri Heytemi:37, ayrıca ibni M’ace ve Ebu Naim ibni Mesuttan ve yine ibni Ebi Şeybe Fiten
adlı eserinde
31 ibni Mace 10/259
32 29. Mektup 7. Kısım 4. işaret
33 Kamer: 1
34 Celaleddin Suyuti'nin Hadislerinden Ali bin Hüsameddin Muttaki. Sh.21
29
17
işaretler" başlıklı yazısında, Mehdi'nin, Müslüman Türk Milletinin şahs-ı manevisi olarak tecelli ve tezahür
edeceğini aynen şu sözlerle dile getirmektedir:
"Ahir zaman alametleri hakkında bize yol gösteren en önemli delillerden birisi, Hz. Mehdi'nin çıkışıdır.
Mehdi, ahir zamanın en büyük fitnelerinin gerçekleşeceği dönemde ortaya çıkacaktır."
Hz. Mehdi'nin geleceği zaman hadislerde açık olarak belirtilmiştir. Mehdi'nin ortaya çıkışından kısa bir
süre önce belirecek birçok alamet, insanların bu kutlu şahsı anlamasına yardımcı olacaktır. Mehdi'nin
gelişinden önceki ortamla ilgili Peygamberimiz (sav)'in şu haberi aktarılmaktadır:
"Ahir zamanda ümmetimin başına, sultanlarından (zalim ve hain iktidarlardan) şiddetli belalar gelir,
öyle ki yerleri Müslümanlara dar edilir. O zaman Allah, daha önce zulümle dolu olan dünyayı adaletle
dolduran benim soyumdan birisini gönderecektir."35
Bu konuda hadislerin tamamında Türkiye merkezli bir medeniyet mimarı olan Mehdi'nin ortaya
çıkışından hemen önce, dünyada zulüm ve kargaşanın hâkim olacağından bahsedilmektedir. Hadislerin
devamında yine ahir zamanda, İslam ümmetine karşı çok büyük bir saldırı, çok büyük bir baskı olacağından
da söz edilmektedir.
Bunların tamamında, adalet ve saadet rehberi Mehdi'nin çıkış yeri, çıkış zamanı ve kişisel alametleri
ile ilgili de, çok açık ve belirleyici birçok hadis bulunmakta ve Türkiye işaret edilmektedir.
Bu lider, İslam'ı özüne döndürdüğü gibi, Kur'an ahlakının yaşanmasına vesile olacak, tüm İslam
âlemini içine alan bir "İslam Birliğinin" kurulmasına da öncülük edecektir.
Bu birlik, demokratik kriterleri ve hukukun üstünlüğü prensibini gözeten, merkezi bir organize ve otorite
anlamına gelir. Tüm bu işaretlerden anlaşılacağı gibi, İslam Birliğini kuracak olan Mehdilik görevi,
günümüzde üstün ahlak sahibi Müslüman Türk Milletinin Şahs-ı manevisinde tecelli etmektedir.
Ve yine Bediüzzaman:
(İman ve İslam) Öylesine kökleşmiş ki, inşallah hiçbir kuvvet Anadolu'nun sinesinden onu çıkaramaz.
Ta ki ahir zamanda Cenab-ı Hak'kın, izniyle gelecek ve hayatın geniş (siyaset) dairesinde (hizmet görecek
olan) Hz. Mehdi ve şakirtleri, bu daireyi genişlendirir ve (atılan) tohumlar sümbüllenir. Biz de kabrimizden (bu
mutlu gelişmeleri) seyredip Allah'a şükrederiz36 sözleriyle, beklenen Adil Medeniyet rehberi Mehdinin
Anadolu'dan zuhur edeceğini haber vermektedir. Tüm insanlığın kurtuluş ve huzur rehberini ve İslam’ın
zaferini temsil eden Mehdiyet konusunda, Büyük İslam âlimi Muhyiddin Arabi Hz.lerinin özellikle Konya'yı
işaret etmesi de önemli bir müjdedir.
35
36
Ali bin Hüsameddin Muttaki (1480-1567), Kitab-ül Burhan fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman, Sh:12
Sikke-i Tasdiki Gaybi 140-141
18
Zorlu-Yorum:
YAŞAR PAŞA’NIN TARİHİ UYARILARI
VE
YÜKSEK MAHKEMENİN TÜRBAN KARARI
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, tarihte kısa bir süre sayılacak son 15 yılda Irak'ta 2
kez savaş çıkarıldığını anımsatarak, Türkiye'nin geleceği açısından yaşamsal önem taşıyan olayların
gerçekleştiğini bildirdi. ''Ortadoğu: Belirsizlikler İçindeki Geleceği ve Güvenlik Sorunları'' konulu uluslararası
sempozyumun açılışında şunları söyledi:
''Bölgede yeni sorunlar çıkmasını engelleyecek sağduyulu politikalar izlenmesi, nükleer silahlardan
arınmış barış ve istikrar içinde Ortadoğu'nun tesisi bakımından büyük önem taşıyor'' dedi.
ABD ve koalisyon güçlerinin 19 Mart 2003 tarihinde başlattıkları Irak harekâtı ile başlayan sürecin,
Ortadoğu'yu doğrudan etkilediğini dile getiren Orgeneral Büyükanıt, savaşın başlangıcından itibaren
milyonlarca Iraklının katledildiğini, yer değiştirdiğini, birçoğunun da mülteci konumuna getirildiğini belirtti.
2004 yılında, 2030 yılına bakıldığında enerji ihtiyacının her yıl arttığını ve küresel ölçekte yüzde 70'lere
ulaşan bir açığın oluşacağını anlatarak, bunun Çin'de yüzde 90'lara, ABD'de de ise yüzde 50'lere
ulaşacağının öngörüldüğünü dile getirdi. Ortadoğu coğrafyasının bugün dünya petrolünün yüzde 55'ine,
doğalgazın da yüzde 40'ına sahip olduğuna dikkati çeken Orgeneral Büyükanıt, ''Sanıyorum sadece bu
rakamlar bile Ortadoğu'daki istikrarsızlığın nedenlerini anlama konusunda bir fikir veriyor. Şunları kendimize
sormak durumundayız; acaba Ortadoğu'yu bu duruma getiren etnik, dinsel ve ideolojik çatışmalar mı, yoksa
bu çatışmaları tetikleyen işlevi dış ve büyük çerçevede olan güçler mi?'' sorusu dikkat çekiciydi.
Orgeneral Büyükanıt, “Irak'ta meydana gelecek etnik ve dini bölünme Ortadoğu'nun bölünüp
parçalanmasına ve yeni çatışmalara zemin oluşturabilir. Bunu iyi anlamamız ve dikkatli olmamız gerekiyor.
İnsanların birbirlerini katlettikleri bir coğrafyada tekrar birlikte ve istikrar içinde olmaları çok zordur. Tarih, bu
hususun örnekleri ile doludur” diyerek Osmanlı İmparatorluğu döneminde Ortadoğu'da çeşitli etnik ve dinsel
grupların yüzyıllara varan süreçte bir arada yaşadıklarını anımsatmış. “Bu çatışmalar neden ve ne zaman
başladı, bu sorunların kaynağı ne? Kişisel görüşüm, bu sorunların birinci dünya harbi sonrasında
başladığıdır.
Tarihi iyi
okuyamazsak
ne bugünümüzü, ne de geleceğimizi sağlıklı bir
şekilde
değerlendiremeyiz” demişti.
Bu yüksek şuurlu, milli onurlu ve olumlu tespitlerinin ardından, Büyükanıt Paşa
“Türkiye Cumhuriyeti’nin önüne başka sıfatlar takılmasına asla izin verilmeyeceğini” ifade
etmiş ve bununla “Ilımlı İslam’ı” kastettiğini belirtmişti.
Bize göre bu tarihi açıklamaların şöyle okunması gerekirdi:
a)
“Ilımlı İslam” gibi safsata ve dayatmalarla, hem Atatürk’ün eseri ve emaneti olan
Cumhuriyetimizin, hem de Yüce Dinimizin yozlaştırılmasına kesinlikle fırsat verilmeyecektir. Ne dış
güçler, nede işbirlikçiler, boşuna heveslenmemelidir.
b)
Ilımlı İslam’ı BOP projesinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Öyle ise, ABD ve İsrail’in
İslam coğrafyasını yeniden şekillendirme ve dolaylı işgal etme girişimlerine Türkiye müsaade
etmeyecektir.
c)
Ilımlı İslam’la bağlantılı “Yeni Osmanlı Modeli” tuzakları hazırlayan AB ülkelerinin ve
Türkiye ziyaretinde bunu açıkça dile getiren İngiliz Kraliçesinin sinsi heves ve hesapları için
geleceğimiz ve egemenliğimiz feda edilmeyecektir.
d)
Diyarbakır’da CHP lideri Deniz Baykal’ın “Biz Türkiye olarak AB’ye girmekle, kaderimizi 26
ülkenin ortak kaderine terk edeceğiz… E tabi biz de onların hakkında söz söyler hale geleceğiz..”
19
açıklaması, gizli AB hıyanetinin ifşası mahiyetindedir. Evet AB’ye girmemiz halinde, Kurtuluş Savaşı
öncesi gibi sadece Yunanistan tarafından değil, 26 Haçlı ülkesi tarafından Türkiye ekonomik, sosyal
ve siyasal yönden işgal edilecektir.
e)
Büyükanıt Paşamızın: “Bölgemizde, sorun çıkarmayan sağduyulu politikalar izlenmesi ve
nükleer silahlardan arınmış hale getirilmesi gerektiği” şeklindeki uyarıları da, İran’dan ziyade İsrail’e
yönelik çok ciddi ve cesaretli bir mesaj niteliğindedir.
Büyükanıt Paşa’nın bu sözlerinden, Adana İncirlik üssünü nükleer silah deposuna çeviren ve
tüm yazılımı ABD, İngiltere ve İsrail tarafından gerçekleşen ve Türkiye’den gizlenen bu
“koynumuzdaki yılan”dan beter tehlikeye de dikkat çektiği de hatırımıza gelmektedir.
f)
ABD’nin, Irak’a demokrasi, özgürlük ve insan hakları için değil petrolü sömürmek ve
emperyalist hegemonyasını pekiştirmek için geldiği, ilk defa ve en yetkili ağız tarafından, çok net
biçimde dile getirilmiştir.
g)
Ve belki Org. Yaşar Büyükanıt Paşa’nın en dikkat çekici ve derin tahlil gerektirip sevindiren
sözleri “Osmanlı dönemi Türk-İslam Medeniyetinin adalet ve insaniyet anlayışına, bütün mezhep ve
kökenleri, farklı din ve kültürleri kucaklayan yaklaşımına, bugün bölgemizin ve insanlık âleminin ne
kadar muhtaç olduğunu ima ve işaret etmesidir.
Evet Şanlı Tarihimizin kültür ve medeniyet köklerine ve Aziz Atatürk’ün geleceğe yönelik hedef
ve ilkelerine dayalı yerli ve adil bir medeniyet atılımı mutlaka gereklidir ve bu bağımsızlık ve
bekamızın yegane çaresidir.
Yüksek Mahkemenin, AKP’nin türbanla ilgili anayasa değişikliğini iptal kararına
gelince:
Önce, bazı yargıçların, inancımızın gereği, halkımızın geleneği ve İslam’ın simgesi olan
başörtüsüne, Haçlı AB ülkelerinin ve AİHM üyelerinin kafası ve kastıyla bakıp bakmadıkları,
kendilerinin yanıtlayacağı ve yaraladıkları ma’şeri vicdanlarda yargılanacağı bir meseledir,
geçelim..
Gelelim bu kararın bize göre, yararlı ve zararlı sonuçlarına:
Yararları:
a)
Bu karar, başörtüsünü; sözde üniversitede serbest bıraktıracak, ama orta öğretimde, meslek
liselerinde ve tüm kamu kesiminde resmen ve kanunen yasak duruma sokacak, AKP ve MHP’nin akrepliğini
ortadan kaldırması bakımından oldukça yararlıdır.
b)
AB heveslisi ve BOP görevlisi olarak Türkiye’yi Avrupa’ya eyalet, İsrail’e vilayet yapma ve
egemenliğimizi devredip geleceğimizi karartma hıyanetine figüranlık üstlenen AKP iktidarından kurtulma
gerekçesi sayılabileceğinden dolayı da bu karar hayırlı sonuçlara vesile olacaktır.
c)
Keyfi yorumlara ve sınıf diktatoryasına kapalı, temel insan haklarına ve evrensel hukuk
kurallarına dayalı, Dini değerlerimiz ve milli geleneklerimizle barışık; toplumsal konsensüsle sağlanmış,
tamamen açık ve net bir yeni anayasa hazırlanması ihtiyacına olan beklentiyi güçlendirmesi ve hızlandırması
bakımından da olumlu sonuçlar doğuracaktır.
Türban düzenlemesiyle ilgili iptal kararından sonra, tahkir ve tahrik edici suçlamalara muhatap
olan Anayasa Mahkemesi yaptığı açıklamada:
“Sorunların çözüm yeri Meclis’tir” denilerek, hem AKP hükümetinin hem de Büyük Millet
Meclisinin; gerek demokratikleşme, gerekse anayasa ve kanunları düzeltip güncelleştirme
konularında ürkek ve gevşek davranıldığını… Kaba tabirle, “kaçak oynandığını” ve ellerin taşın altına
sokulmadığını…
Sadece, ucuz kahramanlıklar ve kolaycı manevralarla sorumluluktan kaçıldığını ve yükün
başkalarının sırtına yıkılmaya çalışıldığını vurgulamıştı…
Zararları ise:
% 99‘u oluşturan Müslüman milletimizin % 1’lik azınlıklar kadar bile özgürlüklere sahip
20
bulunmamasının verdiği bir özgüven bunalımıyla İBDA-C gibi veya Binladin tipi provakatörlerin kışkırtmasına
kapılıp, ülkemizi bir kaos ve kargaşa ortamına sürükleme riskidir ki, bu konuda ciddi önlemler alınması gereği
ortadadır.
Üç soru.. Güç konu!
Anayasa Mahkemesi'nin, anayasanın iki maddesinde yapılan değişikliği iptal etmesi iki soruyu
gündeme getirmiştir. Bunlardan birincisi, bu kararın başörtüsüne yasak getirip getirmediği, ikincisi de
mahkemenin önünde duran diğer önemli bir dava; AKP hakkında açılan kapatma davasını etkileyip
etkilemeyeceğidir.
Bunlardan birincisine verilecek cevap peşinen "hayır" şeklindedir. Yani mahkemenin aldığı bu karar
mesnetsiz bir şekilde, inatla sürdürülen başörtüsü yasağına yeni bir dayanak oluşturmuş değildir. Bu sorunun
tatminkârlığına bakmak için söz konusu iki maddede yapılan değişikliği yeniden hatırlamak yeterlidir.
Onuncu madde: “Devlet organları ve idari makamları bütün işlemlerinde ve her türlü kamu
hizmetlerinden yararlanılmasında kanun önünde eşitlik ilkesine uygun hareket etmek zorundadır.”
Kırk ikinci Madde: “Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimse yüksek öğrenim
hakkını kullanmaktan mahrum edilemez. Bu hakkın kullanımının sınırları kanunla belirlenir.” Burada açıkça
görülmektedir ki, yapılan düzenleme başörtüsüne ait değil, kişilerin haklardan yararlanmak konusundaki
eşitliklerine ait bir değişikliktir. Esasında bu temel hak, mevcut anayasanın başka maddelerinde ve yasalarda
birçok yerde zaten zikredilmektedir. Dolayısıyla iptal edilen değişikliği: “Hizmetlerden yararlanılması
konusunda başörtülüleri başı açıklar gibi sayarsanız biz buna müsaade etmeyiz” şeklinde yorumlarsanız, bu
hukuki değil, siyasi bir tercihtir. Ayrıca günümüz kabile devletlerinde bile böyle bir dayatmanın olmadığını
herkes bilir.
Bir devletin vatandaşlarının eşit olduklarını belirtmek için anayasa çıkartmak bile günümüzde gülünç
addedilir.
Çünkü bu zaten böyledir ve aksine bir şeyin lafı dahi abestir.
Meclis'teki birçok partiden 411 milletvekilinin oylarıyla yapılan böyle bir değişikliği, anayasanın 4.
maddesini gerekçe göstererek iptal etmek; aynı zamanda şu anlama da gelir: “Hizmetlerden yararlanmak
konusunda eşitlik istemek anayasanın değiştirilemez temel ilkelerine aykırıdır.” İşte bunu dediğiniz zaman
da “temel ilkeleri” savunacak bir avuç azınlık dışında hiç kimseyi bulmanız ve milleti yanınızda bulmanız
mümkün değildir. Oysa anayasalar sadece azınlık için değil, bütün toplum için yapılan millet-devlet
sözleşmeleridir.
İkinci soruya, yani bu iptal kararının AKP hakkında açılan davayı etkileyip etkilemeyeceğine gelince;
elbetteki etkileyecektir. Ancak böyle bir karardan ise; laikliği korumak iddiasında olan çevrelerin zararlı
çıkacağı Türkiye'nin yaşadığı yakın tecrübeyle sabittir.
Yukarda ki iki sorudan ziyade, esas sorulması gereken soru şudur:
Acaba AKP ve MHP neden böyle bir sürecin tetikleyicisi olmuşlardır?
Çünkü yapılan değişikliklerin iddia edilenin aksine başörtüne bir serbestlik getirmediğini, başörtüsüne
serbestlik getirmek için yasal bir düzenlemenin yeteceğini MHP ve AKP’li yetkililer defalarca açıklamışlardır.
Hatta toplum hafızası, yapılması gereken yasa değişikliği konusunda AKP ve MHP'nin mahkeme
sürecinden önce birçok defa karşı karşıya gelip sert tartışmalar yaptıklarını hatırlamaktadır. Uzun süre
devam eden bu tartışmalar, konunun mahkemeye intikal etmesinden sonra AKP'nin, yasa değişikliğini
mahkeme kararından sonraya bıraktığını açıklamasıyla sonlandırılmıştı.
İptal edilen anayasa değişikliği başörtülülerin soluklanacağı bir çözüm olmadığına göre, AKP ve MHP
neden Türkiye'yi bu gerilimli sürece sokmuş, neden çözüm bekleyen önemli bir sorunun çözümünü gayya
kuyusuna atmışlardır? Kanaatimizce, esas cevap bu soru içinde saklıdır. 37
Doğru çizebilmek için, hem cetvelin düzgün ve sağlam olması, hem de çizen elin sağlıklı ve
37
7 Haziran 2008 Milli Gazete Başyazı
21
dürüst olması gerekir. Eğri cetvelle, veya felçli ellerle doğru çizmek mümkün değildir. Türkiye’mizde
ise, maalesef; hem cetvel (Hukuk Sistemi) yamultulmuş, hem de çizen eller ve beyinler felç olmuş
vaziyettedir.
AKP ve Yüksek Mahkeme, bir nevi havanda su dövmüşlerdir. “Olmayan yasaya, olmayan
değişiklik ve olmayan değişikliğe olmayan iptal!” ile milletimiz, aylarca boş yere meşgul edilmiş; kof
vaatler, ümitler ve hakarete varan tepkilerle maalesef devletinden ve ülkesinden bezdirilmiştir.
Oysa bu karar, başörtüsüne yasak getirmemiştir ve getiremezdi!
Anayasa Mahkemesi’nin, kamuoyunda üniversitede başörtüsü yasağını kaldıran karar olarak bilinen
Anayasa değişikliklerini iptal etmesi, bazı medya organları tarafından “Türbana ret!” denilerek sevinçle
karşılanıyor. Ancak mahkemenin iptal ettiği değişikliklerle ilgili kararın hiçbir şekilde başörtüsü yasağı
getiremeyeceğinin altını çizen hukukçular, iptal edilen Anayasa değişikliklerinin, neredeyse eski maddelerle
tamamen aynı olduğunu ve maddelerde başörtüsü ile ilgili tek harfin geçmediğine dikkat çekiyor.
Anayasa'nın davaya konu olan maddelerinin iptal edilen fıkraları ile birinci fıkraları neredeyse aynı:
Madde 10 (eski)
“Devlet organları ve idare makamları, bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak
hareket etmek zorundadır…”
10. Madde değişikliği:
"Devlet organları ve idari makamları, bütün işlemlerinde ve her türlü kamu hizmetlerinden
yararlanılmasında kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır"
42. Madde (eski)
“Kimse öğretim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz. Öğrenim hakkının kapsamı ve
kullanılmasının sınırları kanunla tespit edilir ve düzenlenir.”
42. Madde değişikliği:
"Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimse yükseköğrenim hakkını
kullanmaktan mahrum edilemez. Bu hakkın kullanımının sınırları kanunla belirlenir."
İşte ihlal edilen Anayasa maddeleri
Madde 10:
Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım
gözetilmeksizin kanun önünde eşittir… Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.
Madde 11:
Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve
kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.
Madde 13:
“Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen
sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir.”
Madde 148:
“Anayasa Mahkemesi, kanunların, kanun hükmünde kararnamelerin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi
İçtüzüğünün Anayasaya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetler. Anayasa değişikliklerini ise
sadece şekil bakımından inceler ve denetler...”
Madde 153:
“Anayasa Mahkemesi, bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin tamamını veya bir hükmünü
iptal ederken, kanun koyucu gibi hareketle, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemez.”
Beyler, ülkemiz ve milletimiz bunları hak etmiyor!
Ey bu milletin inancıyla, bu cennet ülkenin huzuru ve çıkarlarıyla savaşanlar!
“Siz kimsiniz, nesiniz, necisiniz, nereden geldiniz?
Sizi “ufolar” mı getirdi. Hangi gezegenden akın ettiniz?
Kıyamet öncesi dışımızdaki gezegeni, nükleer bir saldırıyla yok edip dünyaya saldıracak Yecüc
22
Mecüclerin arasından mı, “ufolar”ca alıp ülkemize salıverildiniz?
Milletin inancına, milletin anasına, milletin kızına saldırmak bu ülkeye, saldırmakla eş anlamlıdır. Bu
millet bir İstiklal Savaşı vererek var oldu, varlığına kastedenleri kovdu.
Kars’ta yaşanan bir olaydan bahsediyoruz. Ne ilk ne de son olacağa benziyor. Söyleyecek söz
bulamıyoruz.
Kafkas Üniversitesinin 2007-2008 eğitim öğretim yılı mezuniyet töreninde okul birincisi Serkan Aydın,
sahneye davet edilip ödülü verildi.
Ödülünü aldıktan sonra bir konuşma yapan birinci Serkan Aydın heyecanlanarak konuşmasını yarıda
keserek, Sivas’tan gelen anne ve babasını sahneye davet etti. Güvenlik görevlileri başörtülü annenin
sahneye çıkmasını engelledi.
Yahu bu ne ukalalık, saldırganlık, saygısızlıktır; millete, onun anasına, kızına kölelik muamelesi
yapmak küstahlıktır, kışkırtıcılıktır!..
Artık bu ülke bu çirkinliği kaldıramıyor.
Bu millet Birinci Dünya Savaşı’nda bir imparatorluğu kaybetti. Üzerinde bulunduğumuz toprakları da
çok görüp işgal ettiler. Komutanı paşası, eri erbaşı, anası bacısı, kızı kızanı dişini tırnağına takıp İstiklal
Savaşı verdi ve Türkiye cumhuriyeti’ni kurdu.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Lozan Antlaşması’yla dünya milletlerine kendini kabul ettirdi. Lozan
Antlaşması’nda, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Müslümanlardan oluşur. Azınlıklar gayrimüslimlerdir” denir. Bu
madde Lozan Antlaşması’nın olmazsa olmaz temelidir.
Ve bugün çıkarılan suni problemlerin hepsini hiç hükmüne indirecektir.
Şimdi soruyoruz: Hangi haddini bilmez, kendini bilmez, nasipsiz Müslüman milletin dini vecibelerini
yerine getirmeyi engelleyebilir?
Kendini efendi, milleti uşak yerine koyan bu kirli niyetli kişiler kimlerdir? Güçlerini Sevr’e taraf olan
işgalcilerden mi AB, ABD ve İsrail’den mi almakta, gavurlara mı güvenmektedir?” şeklindeki feryatlara ve
fesatlıklara niçin sebebiyet verilmektedir?
Cumhuriyetimizin dini ve milli temeli dinamitlenmektedir
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Şevki Aydın: “Başta Mustafa Kemal, Cumhuriyet'i kuranlar,
'dini doğru, sağlıklı bilen, çağı doğru kavrayıp okuyabilen ve ona göre dini öğretebilen din görevlileri
yetiştirelim' demiştir, ama ne yazık ki atılan bu temeller üzerinde mesele sürdürülmemiştir. Dinin
yıllarca bilgisizliğe ve istismarcı kesimlere bırakılması bir talihsizliktir” sözleri oldukça önemlidir.
Kendi ülkesinde bu kadar aşağılanmak ve temel insan haklarından mahrum bırakılmak, çok
tehlikeli ve endişe verici umutsuzluk ve olumsuzluklara yol açabilir!
"Hep birlikte vatandaşlıktan çıkmak için İçişleri Bakanlığı'na dilekçe verelim. Birleşmiş
Milletler'in Vatansız Kişilerin Statüsüne İlişkin Sözleşme'sinin tanıdığı haklardan yararlanmak üzere
BM'nin Ankara Temsilciliği'ne müracaat edelim."
Çaresizliğin, umutsuzluğun, haksızlık karşısında duyulan isyanın bir tezahürü olan bu mektup,
iki gündür işittiğim acılı feryatlardan sadece bir tanesidir!
Kendi ülkesinde bu kadar aşağılanmaktan ve itilip kakılmaktansa vatansız kalmayı düşünecek
kadar çaresiz kalan bu insanları nasıl avutabiliriz? Onlara ne umut verebiliriz? Neyi beklemelerini
söyleyebiliriz?” diyenlerin feryadına artık kulak verilmelidir.
Sonuç: Gelinen nokta bir rejim krizidir. Ve artık öyle pansuman ve palyatif tedbirler değil; kalıcı,
akılcı, kucaklayıcı köklü ve temelli değişimler beklenmektedir. Ve elbette bütün bunların milli, ilmi ve
insani olması gerekir. Türkiye bu fırsatı heba etmesi halinde geleceğimiz ve güvenliğimiz tehlikeye
girecektir.
Evet: “Herkes kendi meşrebine göre Anayasa Mahkemesi kararını değerlendirebilir! Bu karara
olumlu ya da olumsuz bir anlam yükleyebilir. Sadece bu tartışmada kullanılan kavramlardaki ortak
tanım, kaygılardaki ortak payda eksikliği bile insanın içini karartmaya yetmektedir. Kararı yalnızca
23
hukuki çerçeve içinde görmek mümkün değildir. Yargı siyasi bir karar vermiştir bunun da siyasi
sonuçları olacağı kesindir. Farklı kelimeler kullanmak da mümkün, ancak bugün Türkiye'de yaşanan
bir rejim krizidir. Temel kurumlar kendilerini tahrip etmekte, rejim içe doğru patlama noktasına
itilmektedir. Bu kriz, aşılmadan önce daha da derinleşecektir…” diyenlerin niyetleri ne olursa olsun,
tespitleri yerindedir ve Türkiye tarihi bir karar vermek mecburiyetindedir. Çünkü değişim kaçınılmaz
görünmektedir.
“Eski hal, muhal; Ya yeni hal, ya izmihlal!” Yani; çürümüş ve çözülmüş eski dönem ve
düzeni devam ettirmek mümkün değildir. Ya, yeni, yeterli ve dengeli bir değişim gerçekleşecek veya
yıkılış kaçınılmaz hale gelecektir.
Ama umuyor ve inanıyoruz ki milli Türkiye buna asla izin vermeyecektir.
ÖZE DÖNÜŞ
İnkâr ve isyan, basitlik; hem de kepazeliktir
Aklı olan iman eder; dua’ya baş indirir!
Tesadüfçü Darwincilik; tam bir şempazeliktir
Atomlardan fezalara; Mevla’ya baş indirir!
İnce bir proje gizli, gözlerin bebeğinde
Bu dünya nasıl oluşmuş, cehennem göbeğinde?
Sahibine sadakat var; kedinde köpeğinde
Sen Yaratan’a yaran ki; doğaya baş eğdirir!
Tüm emirleri yararlı, yasakları zararlı
Kur’an’a çağdışı diyen, zır deliden zırvalı
Bir mikrop, bir damlacık su; seni boğar, zavallı
Yüce Allah’a sığın ki; deryaya baş eğdirir!
Allah diye Amerka’ya, tapan gizli kâfirdir
Kurtuluşu Avrupa’da; aryan hain, gafildir
Milli öz ve bilincimiz; Rabbim bize kâfidir
Ata’nın yolunu tutan; dünyaya baş eğdirir!
Hem şu mimsiz medeniyet, bak çöküyor çok şükür
Müslüman Türk’e sataşan; soysuz yüzüne tükür
Güçlü ordumun onuru; gör kimleri ürkütür
Mehmetçik metaneti; dağ, ovaya baş eğdirir!
Ahmet Hoca ah çekerim, şanlı tarih özlerim
Milli Türkiye merkezli, şanslı devrim gözlerim
Bir sürü sahte sofular, günah sayar sözlerim
Oysa Hak’ka teslim olan; gün aya baş eğdirir!
24
PENTEGON-ERGENEKON HATTI
Aslında, dünya dengeleriyle oynayabilecek kadar güçlü ve büyük akıllı milli bir otorite ve
organizenin;
“Ilımlı İslamcı açık Amerikancılarla, katı Laikçi-Mason gizli inkârcıların, kendi ikbal ve
iktidarlarını ve Türkiye’deki gizli saltanatlarını koruma adına giriştikleri kavgaya, birbirilerini deşifre
edip bitirme adına, kontrollü izin vermesi” şeklinde okunması gereken Kapatma Davası ve Ergenekon
soruşturması sürecini herkes kendi hesabına ve kafasına uygun yorumlamaktadır.
Devlet, Millet, Cumhuriyet, Laiklik, Demokrasi; hepsi bahane ve palavradır. Bunların ki, “şahsi
etkinlik ve siyasi yetkinlik, sizin değil bizim olmalıdır” kapışmasıdır. Küresel Siyonist odaklar,
kâhyalığa sizi değil bizi oturtmalıdır hesabıdır. O malum ve mel’un merkezler ise; vahşi hayat
kanunları gibi, bu kavgadan galip çıkan tarafı iktidar taşeronluğuna taşımakta, artık iyice yıpranıp
kendilerine mahkûm ve mecbur olan kukla takımı, daha rahat oynatmaktadır. Bu kuklaların; solcu,
sosyalist ve Kemalist söylem ve sloganları kullanmaları, veya dinci, milliyetçi ve liberalist takılmaları,
sadece iç politikada kendi taban ve taraftarlarını tatmin edip avutmaya yönelik bir ruhsattır… Yoksa
dünyadaki dinsizlik ve dengesizlik düzenine, zulüm ve sömürü sistemine karşı; her yönüyle bağımsız,
milli ve insani bir adil düzen istemediğiniz müddetçe, solcu veya sağcı takınmanıza, dinci veya
devrimci rolü oynamanıza fırsat tanınacaktır.
Bunlar bazen kendi ihtiras ve intikam duyguları için, ülkede kaos ve kargaşa çıkarmaktan,
toplumu kışkırtıp isyana kalkışmaktan, halkı kamplara ayırıp birbirine kırdırmaktan bile sakınmayacak
kadar sorumsuz davranmaktadır.
Ve zaten hangi konumda ve hangi makamda olursa olsun; bürokratından üniversite hocasına,
din adamından devlet başkanına, bordro mahkûmundan ordu paşasına, köylü amcasından holding
patronuna, ilahiyatçısından köşe yazarına herkes:
1-
Ya masonik zihniyetin (ister liberalist ister sosyalist) ve Siyonist hakimiyetin işbirlikçi
figüranıdır.
2-
Veya, milli, haysiyetli ve şerefli bir diriliş ve direniş hareketinin gönüllü kahramanıdır.
Ve tabi, tarihi her zaman kötüler ve köksüzler değil, bu sefer iyiler ve milliler yazacaktır.
Kulağı deliklerin bile kafası karışıktı…
Demek ki deprem çok derinden geliyordu ve dip dalga dengesiz dengeleri sarsmıştı!
“Türkiye’nin zengin darbeler tarihinde bir tek darbe veya darbe girişimi yoktur ki, emekli subaylar
tarafından yapılmış olsun. Darbe yapabilmenin tek şartı, emrin altında askerler, birlikler, ordular
bulunmasıdır. Bir asker hangi rütbeden emekli olmuş olursa olsun, emir verebilir konumda değildir.
Şimdi, emekli generaller “Darbe hazırlığında olmakla” suçlanıyorlar.
Bunun mümkün olması için bu emeklilerin ordu içinde üst düzeyde işbirlikçileri bulunması lazım. Peki
onlar nerede?
Eğer bazı komutanlar, Oramiral Özden Örnek’in günlüklerinden yola çıkılarak gözaltına
alındılarsa, o zaman yeni bir hukuki sorun başlıyor:
O günlükler, bu komutanların görevde oldukları dönemde darbe yapmayı düşündüklerini iddia
ediyor. İşte hukuki sorun da burada ortaya çıkıyor. Eğer bu komutanlara isnat edilen suç, üniformayla
dolaştıkları
döneme
ilişkinse,
soruşturmayı
Genelkurmay
Askeri
Başsavcılığı
yürütmek
durumundadır. Beğenelim beğenmeyelim, demokratik bulalım bulmayalım, yasal durum budur.
Genelkurmay Başsavcılığının, bu kişilerle ilgili dosyanın kendilerine iletilmesini isteme hakkı vardır.
Bu yolla hem sapla saman, darbeci ile mafyacı birbirine karışmayacak; karanlık çetelerle, darbecilikle
suçlananlar birbirinden ayrışacak; hem de biri sayesinde diğeri haksız biçimde aklanmayacaktır!
Özden Örnek’e niye sorulmuyor?
25
Ergenekon soruşturmasının, “Darbecilikle” ilgili bölümü, belli ki, Oramiral Özden Örnek’in
günlüklerini temel alınarak yürütülüyor. Fakat ortada çok ilginç bir durum sırıtıyor:
Özden Örnek’in ifadesine, bu soruşturma kapsamında başvurulmuyor.
Her nedense savcı Zekeriya Öz, yazılanları ciddiye alıyor fakat yazanı ciddiye almıyor olmalı ki,
çağırıp bildikleri, gördükleri sorulmuyor!?
Bu işin altında bir iş var, ama ne olduğu şimdilik bilinmiyor.” 38
Sözleri bu şaşkınlığı yansıtmaktaydı.
Ve hele “Aman yıkmaya çalıştığımız binanın altında kalmayalım” uyarısı tam bir panikatak
havasıydı!.
“Çekidüzen Verecek Bir Aktör Aranıyor!”
Eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün:
“Son zamanlarda ülkemizde cereyan etmekte olan olaylar halkta büyük bir endişe
yaratmıştır. Bu endişenin büyüklüğünün nedenlerinden en önemlisi, olup bitenlerin sebep
ve muhtemel sonuçlarının yetkililerce halka, onların anlayabileceği bir dille,
anlatılamamasıdır. Olup bitenler, halk tarafından anayasal kurumlar arasındaki güven
ortamının sarsıldığı, aralarında nüfuz kavgasının yapılmakta olduğu, ülkenin bir kaosa
doğru gitmekte olduğu şeklinde yorumlanmaktadır. Resmi bir aktörün, daha geç olmadan,
ortaya çıkıp, ortalığa çekidüzen verecek bir hareketi, halkı da arkasına alarak,
gerçekleştirmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Kurumlar arası tesanüdü kimin sağlayacağı
Anayasa’da açıkça belirlenmiştir. Ama bu görevin yerine getirilmesine katkıda
bulunabilecek, halkın güvenini kazanmış, politik beklentileri olmayan diğer akil adamların da
davet beklemeksizin devreye girmesi bir zorunluluk haline gelmiştir.”39 Çağrıları da önemli
bir telaş ve tedirginlik mesajı taşımaktaydı…
İşte böyle bu sırada ABD’nin en üst düzey Yahudi kuruluşunun Ankara ziyareti
şaşırtıcıydı!
ADL, Erdoğan ve Gül ile neyi görüştü ve hangi karar alındı?
ABD’nin en büyük Yahudi lobi kuruluşu Anti-Defamation Leagua (ADL) Direktörü Abraham H. Foxman
ve beraberindeki heyet Başbakan Erdoğan’la yaklaşık bir saat süren bir görüşme yaptı.
Türkiye, çete soruşturması ile ilgili şok tutuklamalar ve AKP’nin kapatma davası ile çalkalandığı
bir günde ABD’den çok önemli bir heyeti ağırladı. ABD’nin en büyük Yahudi lobi kuruluşu AntiDefamation Leagua (ADL) Direktörü Abraham H. Foxman ve beraberindeki heyet Temmuz başında
akşam Başbakan Erdoğan’la görüşüp yaklaşık bir saat baş başa kalmıştı. Görüşmenin tamamen
basına kapalı bir şekilde gerçekleşmesi dikkat çekerken, ABD’nin İran’a yönelik operasyon
iddialarının yeniden gündemde olduğu bir dönemde gerçekleşmesi manidardı. Foxman ve
beraberindeki
heyet
görüşmenin
ardından
görüşmeyle
ilgili
hiçbir
açıklama
yapmadan
Başbakanlık’tan yan kapıdan ayrılması, görüşmenin içeriği hakkında ki kaygıları daha da artırdı.
Foxman ve beraberindeki heyet bir gün sonra da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile buluşmuşlardı.
ABD’nin İran’a yönelik gizli operasyonlarına hız verildiğine dair iddiaların yeniden alevlendiği bir
dönemde ve Ergenekon soruşturmasının tamamlandığı bir süreçte, ABD’deki, dünyanın en güçlü siyasi
baskı grubu olan ADL yani ‘İftira ve İnkârla Mücadele Birliği’nin Direktörü Abraham H. Foxman’ın Başbakan
Erdoğan ile çok özel bir görüşme yapması hayra alamet sayılmamıştı. Foxman, Erdoğan ile bu ‘özel’
görüşmeyi gerçekleştirirken, ABD Genelkurmay Başkanı Oramiral Mike Mullen ise İran’dan dolayı İsrail’de
bulunmaktaydı. ABD’den İsrail ve Türkiye’ye eş zamanlı gerçekleştirilen bu özel ziyaretler anlamlıydı.
ABD Genelkurmay Başkanı Oramiral Mike Mullen, İran’ın nükleer dosyasını görüşmek üzere
İsrail’de bulunduğunu açıklamıştı. Mullen, İsrail Genelkurmay Başkanı Tümgeneral Gabi Eşkenazi ile
38
39
03.07.2008 / Fatih Altaylı
Fikret Bila / Milli yet / 03.07.2008
26
görüşerek, istihbarat konusunda brifingler aldığı ve ülkenin kuzey ve güney sınırlarını ziyaret ettiği
vurgulanmıştı. Mullen’in aynı zamanda İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak’la bir görüşme yaptığı ve
görüşmede aralarında İran’a yönelik operasyonda olmak üzere bazı bölgesel konuların ele alındığı
saptanmıştı.40
3 Temmuz 2008 Perşembe günü ABD Genel Kurmay 2. Başkanı Orgeneral James Cartwright’ın
sürpriz bir ziyaretle Ankara'ya gelmesi de: “AKP’yi İran saldırısına razı etme pazarlığı” şeklinde
anlaşılmıştı.
Yabancı basının yaklaşımları ve yorumları da, Ergenekon operasyonlarının gerçeği ve geleceği
konusunda ipuçları taşımaktaydı:
Türkiye’nin gündemine bomba gibi düşen şok gözaltılar dış basında geniş şekilde yer aldı. İngiltere'de
yayımlanan Tımes gazetesinin dış haberler editörü Bronwen Maddox, "Türkiye'nin bu gelişmelerle bir
kargaşaya doğru sendelediğini" yazdı. "Bu çatışma ortamının aylardan beri oluşmakta olduğu" görüşünü
savunan yazar “bu sırada Türkiye’nin müttefiklerinin eski nesil milliyetçi generallerin Avrupa'ya entegre genç
politikacıların önünü açacağına ve bu durumun ortadan kalkacağına dair beklentilerinin boşa çıktığını"
belirterek, "Ancak bu olmayacak. Türkiye'nin liberal ve modern bir gelecek şansı kaybolurken, kimlik
mücadelesi giderek daha kötü bir hal alacak gibi görünüyor" iddiasını ortaya attı.
Fınancıal Times Gazetesi, ilk sayfasında yer alan haberde, bu gözaltıların Türkiye'nin uzun vadeli
istikrarına ilişkin kaygıları artırdığı görüşünü aktardı. Bu gelişmelerin Ankara'da siyasi hayatın tansiyonunu
iyice artırdığını savunan gazete, piyasalarda yaşanan gelişmelere vurgu yaptı.
The Guardıan Gazetesi, gelişmeleri başyazısında değerlendirirken, AKP hakkındaki kapatma
davasında sözlü mütalaa yapılırken, polisin aralarında iki generalin de bulunduğu bazı önde gelen muhalif
isimleri gözaltına aldığını, çok az kişinin bu iki olayın birbiriyle bağlantılı olmadığını düşündüğünü yazdı.
İtalya'nın en önemli ekonomi gazetesi İl Sole 24 Ore, Türkiye'deki gelişmeyi ilk sayfadan, "Erdoğan'ın
polisi 24 laik eylemciyi tutukladı" başlığı altında, "Başsavcı AKP'nin yasaklanmasını talep ederken operasyon
düzenlendi. Polis, aralarında iki emekli paşanın da bulunduğu 25 kişiyi, darbe hazırlığı yaptıkları iddiasıyla
gözaltına aldı" ifadelerini kullandı.
Aralarında iki emekli generalin de bulunduğu 25 kişinin gözaltına alınması, Alman basınında,
Türkiye'de "hükümet karşıtlarına operasyon yapıldığı" şeklinde ifadelerle yer aldı.
Frankfurter Allgemeıne Zeıtumg Gazetesi, "Emekli generaller gözaltına alındı" başlığıyla verdiği
haberde, emekli generallerin gözaltına alınmalarını protesto etmek amacıyla İstanbul'da gösteriler
düzenlendiğini, İstanbul ve Ankara'da Cumhuriyet ve Tercüman gazeteleriyle Atatürkçü Düşünce Derneği
bürolarında aramalar yapıldığını hatırlattı.
Ergenekon soruşturmasıyla ilgili, İbrahim Karagül’ün:
“Bir cunta mı çökertildi. Bir darbe mi önlendi? Ortada çok büyük, çok boyutlu bir hesaplaşma
var!” diye bitirdiği yazısındaki:
“Erdoğan-Başbuğ görüşmesi”yle ilgili iddialarla birleştirilince, olayın AK Parti dışında boyutları olduğu,
bu kişilerin sanıldığı gibi bazı çevrelerin koruması altında olmadığı veya gözden çıkarıldığı, gerçek
boyutlarıyla bir çeteleşme olduğu, bu oluşumun Türkiye'ye ciddi zarar verecek eylemler tasarladığı
düşüncelerini güçlendiriyor. Öyleyse gerçekten “kayıt dışı” bir müdahale ve kalkışma hazırlıkları mı var? Ya
da bu bir “önleyici operasyon” mu? Bir darbe girişimi mi engellendi? O zaman şu soruları tekrar sormak
lazım:
“Ulusalcı” olarak anılan çevrelere yönelik geniş bir tasfiye süreci mi başlatıldı? Bugüne kadar cesaret
edilemeyen, emniyetin ve yargının diz çöktüremediği, “milli iradenin üstünde”, “vatanseverlik tekeli”ni eline
tutan, devlet iktidarından himaye gördüğü iddia edilen dokunulmaz bir yapı mı dağıtılıyor? Yoksa suç işlemiş,
cinayetlere karışmış, çeteleşmiş, birbiriyle bağlantılı karanlık olayların içinde yer alan ama bütün bunları “ülke
40
03.07.2008 / Sadettin İnan / Milli Gazete
27
çıkarları” zırhı altında yapan tamamen güvenlik önlemleriyle sınırlı bir çalışma mı?
O zaman bu operasyonun (darbeye), azmettiricileri köşeye sıkıştırma ile birlikte asıl bundan sonra
olabileceklerin önüne geçme amacı taşıdığı gerçeği çıkıyor ortaya. Peki önüne geçilen ne? İşte bunu
bilmiyoruz. Suikastler mi, bombalı saldırılar mı, silah stokları mı, iç istikrarı sarsacak, toplumsal hezeyan
uyandıracak ve sokağı harekete geçirecek eylemler mi? Ortada bir “önleyici operasyon” olduğu gerçek, ama
önlenen ne?
Bunun sadece hükümet karşıtlığıyla sınırlı olmadığı ortada. Ulusalcılıkla, vatanla milletle ilgili olmadığı
da. Bu ülkenin, devletinin kurulu düzenine, sistematik değişimine karşı durumdan vazife çıkarıp kendilerine
iktidar bahşedenlerin tehlikeli, endişe verici, kaosa sürükleyici girişimlerinin önüne geçilmesi var ortada.
Milleti ve ülkeyi hiçe sayan ama ikisini de kullananların, kendilerini devletin ve milletin sahibi sananların
aymazlıkları…”41 yaklaşımını, Erhan Göksel’in itirafıyla birlikte değerlendirmek daha yararlı olacaktır:
“Türk halkı mevcut siyasal sistemi değiştirmezse Türkiye konusunda çok karamsarım. İnsanların
tahayyülü almıyor belki ama benim dünyadaki popülerliğim geleceği görmek üzerinedir. Ben Türkiye’yi çok
vahim görüyorum. Türkiye’nin bölünmesine, bir iç savaş çıkmasına kadar gidecek. Mevcut siyasal sistem 10
seneden bir kutuplaşmaya oturdu. Ya o ya o diye bir tercih sunuluyor halka.
Abdullah Gül’ü vatana ihanetten Yüce Divan’a gönderebilecek şok belge açıklaması:
“Gazeteciler haber almaz ki… Devlet içinden kimi adamlar gazetecilere bilgi verir. Derin gırtlak
derler Amerika’da. Bana bu ülkede bilgi veren derin gırtlağım çok bugünlerde” diyerek keramet
kaynağını açığa vuruyor.
“Türkiye’deki gazeteciler gerçekleri açık bir şekilde tesis edemiyorlar. Amerika 200 yıllık bir
devlet, Watergate olayında bir derin gırtlak çıktı; iki gazeteci dünya basın şeref ödülü aldı. Türkiye 3
bin yıllık bir devlet. Bir sürü derin gırtlak var. Siz işinizi iyi yaparsanız bir yığın derin gırtlağınız olur.
Bana Abdullah Gül ile ilgili bir mektup geldi. Gayri resmi kriminal raporlarıyla kayıtlı. Talabani’ye 2002
yılında Kürdistan diye mektup atıyor başbakanken. Muhtemelen Gül atmıyor onu. Zarfın yapıştırma
yerinde parmak izi var. O açıdan kriminal olarak önemli. O parmak izi de birkaç Kürt danışmanından
birine ait muhtemelen. Yalakalık için yapıyorlar. Ben hakimlerle ve savcılarla da konuştum. Eğer zarf
doğrulanırsa Gül vatana ihanetten yargılanır.”
AKP-CHP tahterevallisi ve toplumun aldatılıp oyalanması:
“Çünkü hükümetle kartel medyası birbirine göbekten bağlı. Buzdağının üstündeki kısmı büyüterek
buzdağının altı gibi gösteriyorlar. Gerçek sorunları göstermiyorlar. AKP Hükümeti istese 24 saatte Cem Uzan
gibi kartel medyasının defterini dürer. Ama dürmüyor. Çünkü bu bir pazarlık. CHP de bu büyük pazarlığın bir
parçası. Örneğin büyük akaryakıt araştırma komisyonu, meclisten geçen raporda suçlanan şirketlerden bir
tanesi İş-Doğan ortaklığı. İş bankasında CHP’nin yönetimde 4 üyesi var. Erdoğan’a soru önergesi verdiğinde
Kemal Kılıçdaroğlu bütün belgeleri ile, Ak Parti CHP’ye zımni olarak “bu işin içinde sen de varsın” diyor ve
CHP kımıldayamıyor…..
CHP Ağzını açması gereken konuların birinde tek söz ediyor mu? Sadece Salı günü grup
konuşmalarında taş atıyorlar. Kamuoyunda da CHP muhalefet ediyor gözükmüyor. Öyle gözükseydi CHP
ayakta kalırdı. Bugün seçim olsa CHP’nin barajı aşması mümkün değil.
Böyle baktığınız zaman CHP ile Ak Parti’nin birbirinden hiçbir farkı yok. Türkiye’deki CHP Ak Parti
kutuplaşması CHP’nin de işine gelmektedir. Kutup siyaset olmasa CHP barajı aşamaz. Ak Parti’den korkan
kesim CHP’ye oy veriyor. Çünkü kutup teorisine göre iki ucu akordeon gibi çektiğinizde orta erir.
Kutuplaştığınızda aradaki gri tonlar kaybolur. 22 Temmuz seçimlerinde Ak Parti ve CHP’nin yüksek oy alıp
diğer partilerin ezilmesinin nedeni bu kutuplaşmadır.
Bütün anlatmak istediğim şu: Kurulu düzen yıkılmadıkça hiçbir şey değişmez. Kurulu düzen bir
sacayağı. Kamuoyu yaratmak için siyaset, İstanbul sermayesi ve medya arasında bir sacayağı oluşmuş.
41
02.07.2008 / Yeni Şafak
28
Siyasetçi devlet pastasından ulufe dağıtıyor. O ulufenin karşılığı medya ve sermaye siyasetçiye kamuoyu
servisi yapıyor. O yüzden iktidara göbeğinden bağlı. Bu ilişkiyi yok etmek lazım.
Bunun tek bir yolu var. Türk halkının önünü tıkayan İstanbul Dükalığı dediğimiz 13-15 aileden oluşan
İstanbul burjuvasıdır. İkincisi kartel medyasıdır. Bakın, hükümet yandaşı medyayı kastetmiyorum. Hükümet
yandaşı medyayı okuduğunuz zaman tavrını biliyorsunuz, süzgecinizden geçiriyorsunuz. Ama kartel
medyası sanki hükümete karşıymış gibi gözüküp hükümetin ekmeğine yağ sürüyor. Ve üçüncü olarak
siyaset suçludur. Kartel medyası ve İstanbul Dükalığı büyük bir imaj atağıyla Türkiye’deki bütün sorunların
günah keçisi olarak siyaseti ortaya çıkartıyorlar. Üçüncü sırada olanı birinci sıraya çıkartıyorlar, kendi
sorumluluklarını gizliyorlar. Bu sistemi değiştirmediğiniz sürece Türk halkını uyandıramazsınız. İkinci olarak,
iyi bir savaşçı çıktığı zaman, savaşçının başarılı olması için arkasında halk desteği olması lazım. Ama o
savaşçının çıkmasına kartel medyası ve İstanbul Dükalığı engel oluyor.”
Erhan Göksel’e göre, İsrail ve ABD’ye rağmen hiçbir şey yapılamazdı!..
“1 Mart tezkeresinde fatura orduya çıkmıştı. Ama ondan sonraki süreçte en büyük hata Meşal’in
getirilmesi oldu. Türkiye Öcalan hakkında ne düşünüyorlarsa Yahudiler de Meşal için onu düşünüyor. Onun
için bu konuda uyardılar. Türkiye anlamadı bunu. Cheney nihai noktada ABD’ye tam olarak egemen haline
geldi. Tayyip Erdoğan’a hiçbir şekilde güvenmiyorlar. Tayyip bey artık yalnız adam ve ipi çekildi. Bundan
sonra siyaset sahnesinde olmasının imkânı yok. Bir daha siyaset sahnesine çıkamayacak şekilde ortadan
kaldıracaklar. Siyasi yasak geldikten sonra yargılama sürecinden kurtulamayacak. JP Morgan da Tayyip beyi
hızla yargılayarak yok edecekler diye yazdı.”
Ak Parti kapatılıp kapatılmayacağı gibi konuların karar verici mekanizması iç faktörler değil dış
faktörlerdir. Eğer Ak Parti’nin kapatılması olmasa Türkiye’de rejim kesilir. Bir kuvvet komutanı ne dedi?
Anayasa mahkemesi topu tutamazsa biz tutarız. Ak Parti’nin kapatılması uluslararası bir sorun haline geldi.
Çünkü Türkiye’nin sorunları milli sorun olmaktan çıkmıştır. Türkiye’nin sorunları, uluslar arası siyasetin Orta
Doğu bağlamındaki sorunlarının bir parçası hale gelmiştir. Dolayısıyla Türkiye burada senaryoyu yazan da
değildir yöneten de. Sadece figürandır. Bu çok acı. Artık Türkiye’nin masada yeri yoktur. Bunun da en büyük
sorumlusu Ak Parti iktidarıdır. Müesses nizam da iç siyasetle uğraşmaktan körleşmiştir, önünü görmüyor.
Fetullah Gülen ve cemaatinin acı akıbeti yaklaşmıştı!
“Cemaatin ipi çekildi çoktan. Gülen’i ABD dışarı atıyor. Yani askere teslim ettiler. Fetullah Gülen
Türkiye’ye gelmeyecek, başka bir ülkeye gidecek. Yıllardır kerhen göz yumuyorlardı ama artık sınır dışı
ediliyor. Bu olayı doğru okumak lazım. 3 ay önce Konya’ya inip 1,5 milyon kişiyle karşılanacak büyük bir
organizasyon yapıyorlardı. Çünkü yüksek mahkemenin yeşil kart vereceğine inanılıyordu. Yeşil kart demek
gerektiğinde geri dönmesi için önünün açık olması demekti. Bu arada Gülen’e kefil olanlardan birinin Emin
Başer olduğunun altını çizmek istiyorum. Cemaatin nerelere kadar uzandığının işaretidir. Cemaat hatayı
ordunun içine uzanmakla yaptı. Ve o yüzden bu bir tarihi hesaplaşmadır. Türk devleti 3 bin yıllık bir devlettir.
Aslında Türk devleti diye bir şey yoktur, Türk ordusu diye bir şey vardır.”
Mesut Yılmaz’la ilgili tahmin ve tahlilleri çarpıcıydı:
“Halk üzerinde pek gücü olmayabilir ama Mesut Bey Türkiye’nin en güçlü adamlarından biridir.
Almanya ve Rusya devletinin büyük müttefikidir” diyor. Alman ve Rus Yahudileri Mesut Yılmaz’ı destekliyor,
demeye getiriyor.
Mesut Yılmaz Askere destek olarak ABD Yahudi Lobilerine mesaj mı veriyor?
“Mesut Yılmaz bu mesajı Türkiye için vermedi. Ben askeri destekliyorum dedi çünkü şu anda askeri
Cheney destekliyor. ABD Mesut beyin üstünü iki kere çizmiştir. Ve Mesut Bey bu dönemde askere destek
vererek aslında ABD’ye mesaj verdi. Bu mesaj da alındı. Türkiye ile ilgili her şeyin kararını ABD’de Cheney
veriyor. Cheney askerlere destek vererek Ak Parti’nin ipini çekecek. Bu arada Fethullah Gülen’i ve cemaati
de yok edecekler. Türkiye tarihi bir devlet hesaplaşmasına gidiyor. Ve bu hesaplaşma çok katı olacak!?”
Bu bir siyasi hesaplaşma değil. Fiziki bir çarpışma olmaz. Cemaatin böyle bir gücü yok. Ama fiziki
olarak çok cismin ortadan kaldırılacağına eminim. Putin birçok yöntem geliştirdi biliyorsunuz. İnsanlar
29
kendiliğinden ölüyor.
Aydın Doğan – Erhan Göksel kapışması
Aydın Doğan Bana müfterisin diyor, ben de ona "sen göbeğinden hükümete bağlısın" diyorum. Bana
geri al diyor, almam diyorum. “Aydın Bey unuttunuz mu? Oturduğunuz bütün başbakanların masalarında ben
de vardım.” dedim. Bunun üzerine paniğe kapıldı ve kapattı. Mesut Yılmaz’ın kendilerine biat etmeleri
koşuluyla CNN TURK’ün başına Taha Akyol’u, Yalçın Doğan’ı Milliyet’e getirdiğini söylüyorum tekzip yok.
Olamaz çünkü benim yanımda oldu.”
Siyasilerle ilgili tespitleri ve Erbakan’a karşı saygılı tavrı:
“Tayyip bey için açılan kredi de ne Özal’a ne Menderes’e açılmıştır. Tayyip bey de sanal gerçeklerle
uğraşmak yüzünden o krediyi ve Türkiye’nin geleceğini berhava etmiştir.
“Başbakan birikimi çok olmayan birisidir. İyi eğitimli değildir. İyi kadroları dinlediği zaman iyi yapan,
kötü kadroları dinlediği zaman kötü yapan bir adamdır.”
“Türkiye’de Demirel ve Erbakan hariç, Erdoğan dahil siyasetten kimi imtihan etsem sınıfta bırakırım.
Elime su dökemezler. Bunu kabul edenle çalıştım bu güne kadar. Bu konuda hiç mütevazı değilim.”
Sınır ötesi operasyonları çarpıtması ve ayarını ortaya çıkarması
“Ben Amerika’nın izni olmadan hareket olmaz dedim. Ve olmadı da zaten. Biz neden çekildik apar
topar? Çünkü ABD bize hava sahasını kapattı. Biz kuzey Irak’ı tanıyarak girdik. Bir sene önce Talabani’yi,
Barzani’yi kabul etmiyorduk. Şimdi ne oldu da Talabani’nin elini öpüyoruz. Zap kampı kaç kilometre? Sadece
14. Evet, bizim yaptığımız hareket 14 km. Sanıldığı gibi büyük bir harekât falan yapılmadı. Sadece orayı
burayı bombaladılar. Zaten çekilmenin ertesi günü Zap kampı tekrar PKK'nın eline geçti. Bunu da Yaşar
Büyükanıt kendisi açıkladı. Ben tüfeklerin ağzında mantar tıkalı olduğunu gösterdim ekranda. Darmadağın
oldular. Biz apar topar neden çekildik hiç düşündünüz mü? Çünkü çekilmezseniz saat 05’te hava sahasını
kapatırız dediler.
Hava sahasının kapanması demek, uçakların kodlarının bilgisayardan silinmesi demektir. Kuzey
Irak’taki tüm ABD uçak ve radarları o anda bütün uçakları düşman uçağı görür ve düşürürler. Harekâtın
bittiğini ben mesajla bildirdim üst elite ilk kez, haber oradan yayıldı. Sonra Talabani açıkladı.” 42
Peki Bay Erhan Göksel;
1- Üst elite mesajla ilettiğiniz “Harekâtın bittiği” haberini zatıalinize kim bildirdi? Türkiye’deki
“derin gırtlak”larınız mı, ABD ve İsrail’deki “bilgi kaynaklarınız” mı?
2- TSK ile Kuzey Irak operasyonlarında işbirliği yapılan hangi Amerika’ydı? Fetullah Gülen’e
ABD’de oturma izni bile alamayan Siyonist Lobiler diktatoryası mı, yoksa karşı taraf mı?
3- Kendi aklınca ve ayarınca küçümsemeye ve ABD kuklası gibi göstermeye çalıştığın bu
Genelkurmay kadrosu, sizin ifadenizle “üç bin yıllık devleti” temsil etmiyorlar mı?
4- “Artık tıkandığını mutlaka yıkılması ve yeniden yapılandırılması gerektiğini sık sık
vurguladığınız bu “müesses-kurulu düzen”den kastınız Atatürk’ten sonra rayından saptırılan ve
tamamen sabataist şebekeye kaptırılan masonik diktatorya mı, yoksa; “AB aşıklığına, ABD uşaklığına
ve BOP alçaklığına karşı çıkan milli ve manevi değer ve dinamiklerimizle barışıp bu bağımlılık
zincirlerini kırmaya çalışan” otorite ve odaklar mı?
42
Türk Time’nin özel röportajından
30
ÖZGÜRLÜK ÖZGÜVENİ
VE
AKP’NİN RUH RÖNTGENİ
Problemsiz ve rakipsiz bir hayat, ancak basit ve silik kimseler içindir. Mücadeleci ve etkili
insanların takipçileri oranında rakipleri; sevildikleri ve sivrildikleri kadar da hasetçileri ve problemleri
olacağı kesindir. Onur, sorunlarla uğraşıp baş etmenin meyvesidir. Şeref, şerlilere direnmenin;
Fazilet, rezaletlere karşı gelmenin ücretidir. Velhasıl, başarılı kimselerin başının belasız olması, sadık
dostları ve danışmanları bulunan kişilerin düşmansız kalması mümkün değildir. Bu; alemin şeytansız
kalmasını istemek gibi bir şeydir. Oysa imtihan dünyası Rahmanilerle şeytanilerin mücadelesi üzerine
bina edilmiştir.
TRT 1’de Dr. İbrahim Kalın’ın sunduğu “Enine Boyuna” isimli programda Milli Savunma ve
Adalet Bakanlığı da yapmış olan Prof. Hikmet Sami Türk, Osmanlı devletinin çöküşünü İslam dinine
bağlamıştı.
“Suçlu, İslam dini” deye kesip atmıştı. Böylece, hem sabataycı ve mason ittihatçıları aklamış,
hem de Dinimize olan kinini açıklamıştı.
“Peki, ya Osmanlı’nın yükselişi, o neye bağlıydı?”
Cevap yok, tıs çıkmamıştı.
İslam’ı suçlu olarak gören, ya da gösterenlerle aramızdaki fark şuydu: Bunlar, hem suçlu, hem
de güçlüydü.
Bizim ise tek suçumuz, güçsüz ve dirençsiz görüntümüzdü” diyen yazar haklıydı. İşte Erbakan
Hoca’ya bu nedenle düşmanlardı. Çünkü o “güçlü olmamız” için çalışmaktaydı.
AKP açıldığı gibi kapatılır!
Radikal bir AKP yandaşı ve Tayip Erdoğan şakşakçısı olan Avni Özgürel bile artık ümidini
kesmiş ve yelkenleri indirmişti: “Yeni dönemde Tayyip Erdoğan ve...” yazısında:
Arapçada olasılığın hallerini ifade için üç kelime var: vacip, mümkün, mümteni!... Vacip: her şartta
olması gerekeni; mümkün: olma ya da olmamanın eşit ihtimalini; mümteni ise; olması mümkün olmayan, yani
imkânsızlık halini ifade eder. Bu ölçüyle bakıldığında Türkiye sürrealist tablo gibi... Her konuda her sonuç
mümkün!.. Olması gerekler, yani vacip olanlar olmayabileceği gibi, olması imkânsız zannedilen her şey,
mümkün, hatta bazı hallerde vacip olabilir!..
AKP tarihsel bakımdan Cumhuriyet’in Osmanlı’dan tevarüs ettiği bu tabloyu doğru okuyamamış
olmanın bedelini ödemek üzere şimdi siyaset makasının kolları arasında.. İtiraz ettiği sisteme karşı koymaya
mecali olmayışı yanında; uzlaşmayı da içine sindirememişliğin sonucunun ilanını bekliyoruz. İlanı bekliyoruz
dedim, zira kimsenin zihninde sonucun ne olacağı konusunda fazla bir merak yok.. Dünyanın her yerinde
ülke siyaseti ya da düzeni açısından önemli konularda yüksek yargının ne karar vereceği üzerinde
tartışılırken, bizde sonuç başından belli... Merak edilen sadece, kararın 7’ye karşı 4 oyla mı yoksa 7’ye 2 oyla
mı alınacağı!..
Akıbet her ne şekilde tecelli ederse etsin, Tayyip Erdoğan açısından sürecin sonunda AKP
defterinin kapanacağı anlaşılıyor... Ana muhalefetin liderinden başlayıp her kademesinde dillendirilen
‘Siyasi yasak noktasında kalmayacak bu iş, yargı süreci Başbakan’ın dokunulmazlığının kalkmasını
takiben açılacak davalarla mahkûmiyete kadar devam edecek’ mealindeki açıklamalar; şayet öfkenin
ötesinde ve bilinenin dışında mahiyeti meçhul bir projenin parçasıysa, gelecekte neler olacağı
konusunda tahminlerde bulunmak elbette zor, hatta imkânsız…” demekteydi.43
Recep T. Erdoğan ve ekibini, yıllar öncesinden pohpohlayıp parlatarak, Milli Görüşten ayartanların;
43
Radikal
31
Refah-Yol hükümetini ve Fazilet Partilerini kapatıp AKP’ye iktidar yolu açanların, çok şükür ki, şimdi
kapatılma senaryosunun milli sonuçlar doğurmasını önlemeye güçleri yetmemekteydi. Çünkü milli ve bilinçli
Türkiye artık devredeydi. Şeytani planları Onlar hazırlamakta, ama parsayı milli güçler devşirmekteydi..
AKP gerçekten haksız ve dayanaksız türban yasağını kaldırmak isteseydi, tiyniyeti ve zihniyeti belli A.
Necdet Sezer tarafından atanmış ve emeklilikleri yaklaşmış, Yüksek Mahkeme üyelerinin yerine Abdullah
Gül’ün atayacağı yeni yargıçları beklemesi gerekmez miydi?
Demek ki, mağdur rolü oynamak ve başörtüsü mazlumlarını oyalayıp oy almak daha çok işine
gelmekteydi!?.
Sn. A. Necdet Sezer döneminde gizli ve gerçek Cumhurbaşkanı gibi davranan sabataist Mason Kemal
Nehrozoğlu’nun, şimdi de ve özellikle ABD başkanlık yarışı ve İran’a saldırı hazırlığı öncesinde ve dahi
TSK’da yeni komuta kademesinin belirleneceği kritik YAŞ kararlarının alınacağı bir Ağustos arefesinde,
AKP’yi kapatma davası dolayısıyla ulaşılması hedeflenen sinsi ve Siyonist sonuçları ve siyasi rantları
gerçekleştirecek gizli görüşmeleri ve gidiş-gelişleri organize etmekte(mi)ydi!?
Ve yine A. Necdet Sezer’in “günah dosyalarının” Recep T. Erdoğan’a sızdırıldığı ve bunu bir koz ve
şantaj olarak kullandığı söylenmekteydi!?.
Acaba, MİT Hocası Mahir Kaynak’ın, MOSSAD ağzıyla, AKP ileri gelenlerine:
“Ortamda büyük bir sorun bulunuyor ve bunu bizim çözmemiz imkânsız görünüyor. Bu badireyi
atlatmak için başka akıllara ihtiyacımız var..” diyerek Küresel Yahudi Lobilerine ve ABD ağabeylerine sığınıp
sıyrılmayı teklif ettiği iddiaları, hem Mahir MİT’çinin, hem de AKP’li döneklerin fıtratına uygun düşmekteydi.
AKP’nin şok etkisi yapan: emekli paşaları, hem de askeri lojmanlarda tutuklatma girişimi;
acaba orduyu kışkırtıp açık bir darbeye mecbur ederek, yine mağdur rolü oynamaya ve bedavadan oy
toplamaya mı yönelikti? Soruları bile akla gelmekteydi. Çünkü rotasız kaptanlara ve ucuz
kahramanlara göre her türlü uyuzluk ve uğursuzluk caizdi.
Evet evet; küçük hevesli, düşük seviyeli kişi ve ekiplerden, büyük çileler ve mutlu neticeler beklemek
nafileydi. Çile yerine “hile”yi seçenler, hükümet olmak için hıyanete girişenler basit kimselerdi… Büyük
zaferler, düdük kişiliklerin değil; güçlü karakterlerin eseriydi..
AKP sonrası karanlık mıdır?
 AKP’ye Açılan dava, bir büyük siyaset mühendisliği projenin eylemli ilk adımıdır.
 Bu proje her hal ve şartta başarıya ulaştırılacaktır.
 Davanın ardında AKP’nin etki alanının dışında olan devletin tamamı vardır.
 Türban, laikliği sabote anlamında önemlidir, ancak gerçek fonksiyonu açılan davaya ambalaj
olmasıdır.
 AKP mutlak şekilde kapatılacaktır. Kapatılmama ihtimali binde bir bile sanılmamaktadır.
 Tayyip Erdoğan dahil 40 kişinin tamamına yakınına siyaset yapma yasağı konulacaktır.
 Cumhurbaşkanı Abdullah Gül için de yasak kararı çıkacaktır.
 Çıkacak yasak kararı sonrasında Abdullah Gül’ün Çankaya’da kalıp kalamayacağı tartışmaya açılıp
Gül istifa etmeye zorlanacaktır.
 Kapatılma kararı ile beraber sümen altında tutulan yolsuzluk bombaları bir bir patlatılıp AKP
cenahında panik yaratılacaktır.
 Bir aksilik olur da ters bir süreç şekillenirse; (Hiç arzu etmesek de) demokrasi perdesi bir süreliğine
inecek ve askıya alınacaktır!?”
NOT: Bunlar temenni değil, bilgiye dayalı analizimizdir.” 44
Yani bu kör kavgasının ve kargaşasının ardından, kesinlikle yeni bir dönem ve yeni bir düzen
başlayacaktır. Bu her yönüyle milli, yerli, ilmi ve insani bir süreç ve sistem olacaktır!..
Mustafa Kemal’in konjonktür gereği katlandığı, ama ayakları yere bastıkça kurtulmaya çalıştığı ve
44
13.05.2008 / Sabahattin Önkibar / Yeniçağ
32
maalesef işte bu yüzden hayatına kıyıldığı; “Lozan’ın gizli dayatmaları” da tarihin çöplüğüne atılacaktır.
Lozan'ın saklanan yüzünde Batı'nın ve özellikle İngiltere'nin ve bunları kışkırtıp yönlendiren siyonist
Yahudilerin sinsi planları saklıdır.
Bu sürecin ilk sinyalleri çok eskilerde verilmesine rağmen özellikle 19. yüzyılda su yüzüne çıkmıştır.
Bunun en çarpıcı örneği 1899 yılında Avam Kamarasında yaşanmıştır. İngiltere Başbakanlarından William E.
Gladstone kamaranın toplantısı esnasında Kur’an'ı Kerim'i yere atarak "Bu Kur’an Müslümanların elinde
kaldıkça biz onlara gerçek anlamda hakim olamayız. Ya Kur’an'ı ortadan kaldırmalıyız veya onları Kur’an'dan
soğutmalıyız" demiştir. Lozan'da kesintiye uğrayan görüşmeler yeniden başladığında Milli (!) Şef İ. İnönü
Batılılara şu sözü verir. "Din'in devlet ve toplum hayatından silinmesi ile ilgili her şey yapılacaktır." 45 İngiliz
Heyeti Murahhas Başkanı Lord Curzon'da "Türkiye İslamiyet ile alakasını ve İslam'ı temsil rolünü kendi eliyle
çözer ve atarsa, bizimle gönül birliği etmiş olur ve Hıristiyan Dünyası'nın hürmet ve minnetini kazanır; biz de
kendisine istediğini veririz" beyanında bulunmuştur. 46 Lozan'dan sonra Avam Kamarası'nda Lord Curzon'a
"Türklerin İstiklali'ni ne için tanıdınız?" sorusunu şöyle cevaplandırır: "İşte asıl bundan sonra Türkler bir daha
eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira, biz onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş
bulunuyoruz. Yani İsmet'in imzaladığı belge ki bu özel belge Lozan Antlaşmasından iki gün önce sadece
İsmet İnönü tarafından Türkiye Cumhuriyeti adına imzaladığı (21 Temmuz 1923) çok özel ve gizli belgedir',
Türk Milletini İslamiyet ve din cephesinden öldürmek kararıdır.”47
Mısır Hahambaşısı Hayim Naum, önce ABD'deki konferanslarında "Türk'ün bedenini bırakmak, ruhunu
dolduran İslâm'ı boşaltmak” düşüncesini anlatır. Sonra İngiltere'de Lord Curzon'a: "Siz Türklerin zahiri
istiklaliyetini kabul ediniz. Ben Onlara İslâmiyet’i ve İslami temsilciliklerini, ayaklar atlında çiğnetmeyi taahhüt
ediyorum" der. İsmet İnönü'nün yakın dostu Hayim Naum, Lozan'da Türk Heyetinin müşaviri olarak görev
yapar. Bu görüşmelerin sonlarına doğru Lord Curson, yeterince Türkiye'nin geleceğini ipotek altına alamamış
gibi, zaaf sahibi İ. İnönü'ye "...bugün reddediyorsunuz, hiçbir şeyiniz yok, kalkınmak isteyeceksiniz ve bir gün
bize geleceksiniz. Bugün reddettiklerinizi o gün kabul edeceksiniz." diyerek uyarmıştır da! Buradan da
anlaşılacağı gibi Lozan Antlaşması dışında bir başka belge daha vardır ki yukarıda belirtilmiştir. Bu belgeye
Türkiye Cumhuriyeti adına İsmet İnönü’nün tek başına imza atmasının nedeni ile Atatürk Nutuk'ta bir tek
O'nu hedef alamamıştır. Bu belge milletten gizli tutulmaktadır.” 48
Geçenlerde Tıp doçenti bir kardeşimiz anlatmıştı:
İstanbul Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde ilk dersimize giren bir Hoca:
“İstanbul doğumlu olmayanlar ayağa kalksınlar” dedi. Pek çoğumuz kalktık. “Şimdi doktor
çocuğu olanlar otursun!” dedi. Bir iki tanesi oturdu. “Şimdi diğerleri lütfen dışarı çıksınlar” dedi.
Sınıfın büyük kısmı dışarı çıktık.. Dersin bitimine yakın, bunun nedenini öğrenmek için içeriye
girip sorduk. Bize şunları söyledi.
“Ben yobazlık kültürüyle beyinleri yoğrulmuş Anadolu çocuklarına ders vermem ve sınıf
geçirmem. Lions ve Rotary gibi aydınlık kulüplere ve çağdaş derneklere üye olup bizlere katılanlar
dışındakilerle ilgilenmem!..”
Bunları duyunca şaşırıp kalmıştık. Taşradan gitmiş olmanın verdiği ürkeklik ve acemilikle:
“Yahu siz hangi yetki ve gerekçeyle böyle davranıyorsunuz? Burası şehit dedelerimizin kanı
pahasına
bize
emanet
edilen
Türkiye
Cumhuriyetidir.
Bu
ülkeyi
siz
gizli
Masonlar
mı
yönetiyorsunuz?” diye sormaya bile yanaşamamıştık…”
Evet laiklik perdesi altında bu millete dayatılan Masonluk despotizmi; sömürme ve sindirme
saltanatının çöküş paniği içinde çırpınmakta ve hırçınlaşmaktadır. Ama çaresi yok, Atatürk’ten sonra
yeniden hortlatılan ve zehirli ahtapot gibi tüm kurumları hakimiyeti altına alan Masonluk denen bu
şeytan şebekesi ve bunların demokratik kılıflı despotik düzeni yıkılacaktır!..
Bak. Nurullah Aydın / Her şey Türkiye için / 1999 / sh:10
sh:11
47 A.g.e / sh:11
48 Hasan Hüseyin Memiş Diken / Hükümet Sistemleri / 3. bas. sh:343)
45
46
33
Fetullahçılar AKP’yi sattı mı?
Zaman'dan Hüseyin Gülerce'nin 12 ve 13 Haziran 2008 tarihlerinde yazdığı 2 yazıyı çok dikkatli
okumak gerekiyordu; çünkü Gülerce'nin yazıları cemaati bağlıyordu..
Bakın, 12 Haziran'daki yazısında ne diyordu:
"Maçı doğru okuyalım. Demokratik hiçbir ülkede kimsenin hayalinden bile geçiremeyeceği bir şekilde,
yüzde 47 oy almış iktidar partisinin kapatılması için davulla zurnayla iddianame hazırlanıyor. Mahkeme bunu
kabul ediyor. Hatta Cumhurbaşkanı'nın işin içine çekilmesi hamlesini bile onaylıyor. Fevkalâde bir durum var.
Ortada bir kararlılık var. "Bu tepe ya alınacak, ya alınacak" diyorlar. Yargıtay ve Danıştay bildiri yayınlıyor.
Yani yargı harekete geçmiş. Hamle, topyekûn bir hamle. Silahlı Kuvvetler bu hamleye destek veriyor.
"Malûmun ilâmı" diyor. CHP zaten karargâhta ve hamlenin siyasî ayağını, kitlelere takdimini üstlenmiş.
Üniversite yönetimi, medyanın asıl gücü, iş dünyasının en önde olanları lojistik desteği sonuna kadar
sağlıyor. Hepimiz, "demokrasi, hukuk, istikrar" diye sesimizi yükseltsek, bu keyfiyet karşısında netice alabilir
miyiz? Bunu yapmayalım demiyorum. Yapıyoruz da zaten. Ama oyunun kuralları değiştirilmiş ve hakem
bundan asla rahatsız değil, tam tersine işin içinde.
"Ne demek istiyorum? Bu ülkede demokratikleşme zaman alacaktır. En az bir nesil geçmesi
gerekir. Gerilim ve kutuplaşma da, gücümüzü tüketiyor, zaman kaybediyoruz. Üvey anne gibi değil,
gerçek anne gibi davranmalıyız. Yüreğimize taş basalım ama gücü elinde tutanların nasırına
basmayalım. Onlarla zıtlaşmanın bir faydası yok. Taviz mi verelim? Vermeyelim, dik duralım ama
hissiyatı bırakıp, aklın ve mantığın yolunu bulmaya çalışalım, bugünden yarına demokrasi gelmez"
Yani, "sabır telkin ediyor cemaatine, "büyük anın" geldiğini zannedip pervasız davrananların frenine
basıyor. "Gün bugün değil, akıllı olun, başımızı belaya sokmayın" mesajı veriyordu.....
Hüseyin Gülerce'nin 13 Haziran tarihli yazısında ise:
"Bence AK Parti'nin kapatılması ihtimali yüzde 99'dur. Çünkü devlet kurumlarının, kendilerini
bugüne kadar görülmemiş ölçüde yıpratacak bu süreci iyi hesaplamış olmaları gerekir.
Laiklik ve demokrasi konusu tamam bir kırılma noktasıdır, fakat çözüm zıtlaşmada değildir.
Zıtlaşma devam eder, kutuplaşma şiddetlenir ise hepimiz kaybederiz. O halde toplumsal mutabakatı
acı çeksek de, içimiz kan ağlasa da denemek ve başarmak zorundayız” diyordu.. Yani Fetullahçılar
sürekli güçlüden yana oluyordu.. Böylece AKP gözden çıkarılıyordu.
Zaman Gazetesinde Ekrem Dumanlı (16 Haziran 2008) yazısında ise:
"Birbirimizi kartelci, iktidar yanlısı, Ergenekoncu medya ilan etmekten karşılıklı vazgeçelim;
gazetecilik mesleği zarar görüyor" diye uyarıyor ve malum yerlere yaranmaya çalışıyordu.
Karamanlis ile Gül Siyonist siyasette okul arkadaşı ve dava yoldaşıydı!?
Kulis Ankara yazmıştı:
Uluslararası Liderlik Okulu, Amerikan Dışişleri Bakanlığı’na bağlı ve Siyonist Yahudi Lobilerinin
güdümünde bulunuyor. Bu okula gidip mezun olan sonrasında hızla yükseliyor.
Bir müddet önce resmi sitelerinde bir liste yayınladılar.
Listede, okuldan mezun olanların isimlerini açıkladılar.
Bu listeye göre; okuldan mezun olanların birçoğu ülkelerinde Başbakan, Devlet Başkanı olmuş!
Mesela şu anda Pasifikte 3, Ortadoğu ve Güney Asya’da 4, Afrika’da 8, Avrupa’da 19, toplamda ise 48
ülkenin mevcut başbakan ve cumhurbaşkanları Amerika’daki bu okuldan mezunmuş!.
Elbette hepsini yazmaya gerek yok.
Ama bir çoğunu şıp diye tanıyacaksınız.
Mesela;
Afganistan Devlet Başkanı Hamid Karzai: 1987, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy 1985 yılında
mezun olmuş.
Turuncu devrimden tanıdığımız Gürcistan Devlet Başkanı Saakaşvili 1999’da,
Kırmızı devrimden tanıdığımız Kırgızistan Devlet Başkanı Bakiyev 2004’te,
34
Balkanların en genç devleti Kosova’nın yeni lideri Fatmir Seydi ise 2003 yılında mezun olmuş.
Bitmedi, İngiltere Başbakanı Gordon Brown 1992, Avusturya Cumhurbaşkanı Fischer 1964,
Danimarka Başbakanı Rasmussen 1982, Hollanda Başbakanı Balkenende 1985 yılı mezunlarından.
İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in mezuniyet tarihi ise 1978.
Listeye göre; Yunanistan Başbakanı Konstantin Karamanlis ile Türkiye Cumhuriyeti
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ise dönem arkadaşı.
Her ikisi de ABD’deki liderlik eğitiminden 1995 yılında başarıyla mezun olmuşlar. Yani,
Yunanistan, Türkiye ve Afganistan yöneticilerinin beyinleri aynı odaklarca yıkanıp kodlanmışlar!?..
Siyonist Robert Mc Namara’nın itirafları
ABD’de eğitime alınan personelin, özellikle subay ve siyasetçilerin, ekonomik, sosyal ve siyasi
eğilimleri güçlü ve zayıf yönleri, belli olaylar karşısındaki tepkileri öğrenilir. Eğitim aşamasında bu personele
bazı şifreler, bilinç altına itilir, böylelikle bu personelin pek çoğu sadece ABD’nin komuta edebileceği, açma
kapama düğmesi ile donatılmış gibidir. Artık bu personel istemese de ABD’nin işbirlikçisi haline gelir. ABD
Savunma eski Bakanı Robert Mc Namara 1967 yılında bu hususu şöyle teyid etmektedir. Birleşik
Devletlerdeki ve yabancı ülkelerdeki askeri okullarımızda, eğitim kurumlarımızda yetiştirdiğimiz subaylar,
bürokratlar, bilim ve siyaset adamları Amerikalıların ne yapmak istediklerini ve nasıl düşündüklerini gayet iyi
bilen ve ona göre hareket eden kimselerdir. Özellikle liderlik mevkiinde bulunanların ne kadar önemli
olduğunu belirtmek bile gereksizdir. “…ayrıca böyle kimselerden dost edinmenin değeri ölçülemeyecek kadar
fazladır.”49
Evet, devlet adamı; kendisini halkının, inancının ve insanlığın hizmetine adayan kimsedir. Vitrin
figüranı ise, dış güçlerin hizmetine giren, milletini kendi hevesleri için istismar eden ve ülkesine
hıyanete yönelen siyasetçilerdir.
Peki, toplum olarak, çilemizi ve endişelerimizi neler oluşturmaktaydı? Olması gereken çile ve
mücadelemiz, yani kutsal bir gayemiz var mıydı?
İbrahim Veli bunu bir Temel fıkrasıyla açıklıyor. İdris, Temel’e sorar: Güzel mi olmak istersun, aptal
mi? Temel, düşünmeden cevaplar: Tabii ki aptal olmak isterum. İdris şaşırarak sorar: Niçun? Cevap hazırdır:
Güzelluk geçiçidur!
Şimdi çektiğimiz çilelerimize bir bakalım, geçici mi, kalıcı mı? Şayet geçici ise neden üzülüyoruz ki,
zaten geçip gidecek.. Asıl sorun: neden kalıcı ve kutsal çilelerimiz yok! Bu açıdan baktığımızda “çileden
çıkmak”, çıldırmak değil, bir kurtuluştur. Milletimizi yaşadığı basit ve fasit çilelerden çıkarmak için yeni bir
şahlanışa ihtiyaç var.
Bu milletin geçmişte çektiği, şu anda çekmekte olduğu ve gelecekte de çekeceği çilelerin tamamına
yakını maalesef geçicidir. Boş ve kof heveslerdir. Hatta bazen çirkin ve çirkef şehvetlerdir. "Marmara
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hurşit Güneş’in, “Türk erkekleri, Rus
hayat kadınları için yılda 600 milyon dolar harcıyor tesbitleri!" bunun utandırıcı bir göstergesidir. Bugün
insanımız, iş bulamıyorsa, bulduğu işte aldığı ücretle geçinemiyorsa, iyi ücret alıp da mutlu olamıyorsa,
çalışırken emekli olma hayali kurup, emekli olunca tekrar iş arıyorsa ve böylece hayat boyu gereksiz ve
değersiz “geçici çilelerle” boğuşuyorsa, bunların temel sebebi: kalıcı çilesinin olmamasıdır.
Çanakkale Savaşı sırasında Galatasaray Lisesi’ndeki Muzaffer’in derdi okulunu bitirmek olsaydı, biz
de biterdik. Zaten bizi bitiren hep, "hele bir mektebi, sonra askerliği, ardından işsizliği, derken memuriyet ve
işçiliği ve sonunda emekliliği ‘bitirme arzumuz’" olmadı mı? Şu yokluğum bitse, şu okulum bitse, şu sorunum
bitse, diyerek kandırmacamız devam ediyor. Adamlar seni bitirmeye çalışıyor, sen de işlerini… Oysa, asıl
işimizi ele almadan, hiçbir işi bitiremeyeceğiz.
Demek ki, geçici çilelere son veren kalıcı çilelerdir. Kalıcı ve kapsayıcı kutsal çilelerin varsa… Yüksek
gayeler ve gerçek gayretler için çırpınıyorsan, ne mutlu sana! Gelin, kalıcı çilemiz yolunda birçok geçici
49
Emperyalizm Çağı / Harry Magdoff / 1974 / sh:155
35
çileye talip olalım. Derin dertleri zevk edinip, dermanımızın dert içinde saklı olduğunun farkına ve tadına
varalım. Kalıcı olanı bulamazsak geçici olanlarla harap ve bitap düşmüş olacağız. Geçici güzelliklerle
kendimizi kandıracağız! Bir de bakacağız ki: dünya bir penceredir, her gelen bakıp geçmiş. Unutulmayanlar
ise, asıl çilesine talip olanlar olmuş.
Bu millete “kalıcı bir çile aşkı” vererek çileden çıkarmak lazım! Yeter artık basit çilelerle çirkinleştiğin ey
millet! Senin çilen: Dertsizliğin... Cihana yön vermek asıl derdin olacakken, ithal dertlerle, haram menfaatler
ve dürtülerle uğraşıyorsun. Daha doğrusu asıl çilenin peşine düşmediğinden Allah tarafından diğer çilelerle
boğuşturuluyorsun!
Uyanmazsan, bir Çanakkale çilesi daha yaşar, uyanırsın! Ama şimdi uyanırsan; Roma’yı bile kuşatır,
Avrupa’yı, Amerika’yı da eline alırsın. Ve birden bulunamayan Türkiye’yi karşında bulursun. Çilesi Roma
olanların, bu milleti “çileden çıkaracağına” yani nizamı-alem sorumluluğu ve “Yurtta sulh cihanda sulh”
sırrıyla çılgınlaşacağına olan inancımız tamdır. Bu milleti millet yapan değer ve dinamiklere olan inancımız
gibi…”
Cenab Şahabeddin, Mısır’a yaptığı seyahate dair anılarını yazdığı ‘Hac Yolunda’ adlı eserinde
İskenderiye’yi anlatırken, şehir ekonomisine ilişkin ilginç tespitlerde bulunur: "Burada dünyadaki bütün
malların borsası takip olunur. Borsanın en küçük hareketi halkın kalbinde bir çarpıntıya yol açıyor. Bunlar
hep güzel, yalnız iyi olmayan bir yanı var: bütün bu ticaretle uğraşanların % 99’u yabancı. Bütün göz alıcı
mağazaları Avrupa’dan, Asya’dan, Amerika’dan gelen yabancılar doldurmuş. Asıl Mısır halkının çoğunluğuna
arabacılık, hamallık gibi değersiz işler kalmış. Zeki bir Mısır’lı, şüphesiz bu durumu anımsatarak: ‘Şehrimiz
zenginleştikçe biz fakirleşiyoruz. Galiba şehrimiz bizi dolandırıyor’ demişti."50 Şimdi de AKP’li hükümetimiz
bizi oyalayıp avutuyor. Çünkü milli gelirimiz arttıkça biz fakirleşiyoruz. Galiba iktidarımızca aldatılıyoruz.
Bu konuya ışık tutacak bir ayeti kerime ile bağlıyalım:
“Müminler; sadece: “Rabbimiz Allah’tır. (Hayat prensibimiz Kur’an, rehberimiz Resulüllahtır)”
demelerinden dolayı, haksız yere yurtlarından çıkarıldılar (Devlet, siyaset, eğitim ve memuriyet
imkânlarından mahrum bırakılıp dışlandılar).
Eğer
Allah’ın;
(zalim
ve
hain)
insanların,
bazısını
bazısıyla
defetmesi
(inkârcılarla
istismarcıları birbiriyle uğraştırıp hezimete düşürmesi) olmasaydı: Manastırlar, Kiliseler, Havralar
ve içinde Allah’ın isminin çokça anıldığı mescitler yıkılıp giderdi. (Böylece bütün dünya dinsizlerin
güdümüne girip cehenneme çevrilirdi.)
Allah,
kendi
(Dini)ne
yardım
edenlere,
elbette
ve
kesinlikle
yardım
edip
(zafere
eriştirecektir). Şüphesiz Allah, sonsuz kuvvet ve izzet sahibidir.” 51
Büyük hedefli ve becerikli kimselerin elbette düşmanı bulunacaktır
Düşmanı ve rakibi olmamak; adam yerine koyulmamaktır
Ünlü düşünür İbn Hazm, insanın hiç düşmanı bulunmamasını bir kusur olarak görür; çünkü ancak
meziyetleri olan insanın düşmanı olur. Asıl iyilik düşmanı olmamak değil, düşmana haksızlık etmemektir” der.
Herkes dost olur mu, elbette olmaz, herkesin dost olması beklenebilir mi, beklenmez. Herkes düşman
olur mu, veya, herkesi düşman görmek doğru mu? bu da mümkün değil. Çünkü insanın dostu da olur,
düşmanı da... İnsan olan düşmanlık üretmez, fakat birileri insana düşman olabilir.
İnsan için önemli olan doğru olduğuna inandığı yolda emin adımlarla yürümesidir. Bu da maddî ve
mânevî anlamda güçlü olmayı gerektirir. İnsan hayatında sadece maddî güç de yetersizdir. Madde bir yere
kadar insanın işine yarayabilir, fakat her derde deva olmaz ve insanı yarı yolda yalnız başına bırakıverir.
Şeytan niçin vardır, şerli insanlar niçin vardır? Başka bir ifadeyle mikrop niçin vardır? İnsan
elbette mikrobun olmasını, üremesini istemez; fakat mikrop, mikropluk yapmak için mevcudiyetini
koruyacak ortamlar bulmaya çalışır; ya da temizliğin ve dikkatin boş bıraktığı alanlarda kendine
üreme yolları bulur.
50
51
Akif Çarkçı
Hacc Suresi: 40. Ayet
36
Ben kendime düşman üretmiyorum ve istemiyorum; ama birileri bana düşman oluyorsa, bu hal
karşımdaki kişinin bileceği bir iştir. Elbette herkes yaşama hakkına sahiptir, çünkü Allah bütün
varlıkları böyle bir kurgu içinde yaratıp var etmiştir.
İnsan kendine sunulan yaşam nimetinin kıymetini bilmelidir. Kişi niyetinden ve ettiklerinden
sorumludur. Çünkü düşmanlık ürettiğinde düşmanlık, kötülük ettiğinde de yaptığı kötülüğün
karşılığını görecektir.
Düşmanla veya düşmanlık edenlerle uzlaşmak mümkün müdür? Tek şartla mümkündür: Güçlü
iseniz... Eğer düşman güçlü ise ondan bekleyebileceğiniz bir şey olamaz. Düşman, rakibiyle, kedinin
fare ile oynaması gibi oynar. Fareler gafletle bu oyunu “bağışlanma, lütuf” olarak görebilir, fakat kedi,
fare ile gönül eğlendirdikten sonra onun işini bitirecektir.
İnsan fare olamaz, olmamalıdır. Oyun bir gaflettir. İnsan gaflette olmaz, olmaması gerekir,
çünkü gafletin bedelini huzuruyla, onuruyla hatta bazen hayatıyla ödeyecektir.
Herkesi düşman görenler ve sürekli düşmanlık üretenler, kendi vehimleri istikametinde hareket
ettikleri için nefislerine gıda ararlar. Mikropların pis şeyler araması ve bulamadığı zaman da temizliğe
düşman olması gibi... Nefis pis olanı ortaya çıkartırken gönül çirkinlikleri gizler. Bedendeki iç
organların, onları kaplayan güzellerle gizlenmesi gibi...
Gönül düşmanlık üretmez. Gönül insanı, mikroplu ortamlardan temiz ortamlara hicret eder. Gönül
kendine dost olabilecek insanları arar. Her daim gönlün devrede olması gerekir ki onu hicrete zorlayacak
şeyler neşvü nemâ bulmasın! Çünkü “gönülsüz” hayatın hiçbir anlamı yoktur. Bunun için sevenlerin düşmanı
çoktur. Sevgi insanî bir olgudur. Sevmek gönül işidir ve insanı insanlaştıran “Rahmani” bir özelliktir.
Bu yüzden de gönül Allah’ın evidir. Mekândan münezzeh olan Allah’ın evinin, insanı varlığında
barındırması ne büyük bir şereftir. Yeryüzünde Allah’ın iki evi vardır: Biri Beytullah’tır, diğeri de insanın
kalbidir.
İdealleri, inancı, ülküsü olan ve bu değerleri esas alarak yaşayanların düşmanı vardır, çünkü böyle
kimseler meziyetleri olan, marifetleri ve muzafferiyetleri, yani kıskanılacak farklılık ve faziletleri bulunan
insanlardır.52
Süleyman Arif Emre Beyefendi 20 Haziran 2008 tarihli Milli Gazete’de Milli Nizam Partisi’nin
kapatılması olayını şöyle anlatmıştı:
1969 senesinde kurmuş olduğumuz Milli Nizam Partisi, hızla gelişmeye başlamıştı. Daha henüz genel
bir seçime girmemişti. Fakat partinin olağanüstü geliştiğini izlemiş olan siyonistler, ta Amerika’dan bize Musa
Saffet adında, Yahudilikten dönmüş olduğunu ileri süren bir kurye göndermişlerdi.
Musa Saffet: “beni Washington’dan siyonist liderler gönderdi. Siz ve arkadaşlarınız, propaganda
konuşmalarınızda,
siyonizmi-masonluğu
ve
onun
yan
kuruluşlarını
tenkid
eden
konuşmalar
yapıyormuşsunuz. Bu tavrınızdan vazgeçmez iseniz, yakın bir zamanda partinizi kapattıracaklar”, diye tehdit
etmişti.
Biz ise onların istediğini reddettik. Ama hemen ardından, Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan partimizin
kapatma davasına ait iddianame geldi, iş bitti. (Keşke Sn. Emre o Yahudi elçisinin başka tekliflerini de dile
getirseydi!?)
Bu ne anlama gelmektedir? Arz-ı Mev’ud’ta gizli bir dünya devleti kurmayı akıllarına koymuş olan
siyonistler, yan kuruluşları aracılığıyla Türkiye dahil bütün ülkelerin işlerini, istedikleri gibi karıştırabiliyorlar
demektir.”
Erbakan siyonizmin korkulu rüyasıydı:
1977 tarihinde, biz Sayın Demirel ile ortak hükümet kurmuştuk. Bütün engellemelere rağmen, Erbakan
Hoca’nın başlattığı manevi kalkınma ve ağır sanayi kurma hamlelerimiz devam ediyordu. Hoca geceleri bile
far ışığı altında temeller atıyordu. Maksadı bu hamlelerin millete mal olması, geri kalmışlık ve bağımlılık
52
İhsan Alperen / Milli Gazete
37
zincirlerinin kırılmasıydı.
Tam o sırada elimize bir CIA raporu geçmişti. Ağır sanayi hamlemizin mutlaka önlenmesi, Kıbrıs
meselesinde Erbakan Hoca’nın ABD’nin isteği istikamette asla taviz vermeyeceği bilindiği için, Türkiye’de
erken seçim yapılarak Millî Selamet’in durdurulması, Meclis’ten ve hükümetlerden uzaklaştırılması
isteniyordu.
Önce gizlice CIA başkanı bir günlüğüne ülkemize geldi. Sonra ABD başkan yardımcılarından birisi
ülkemizi ziyaret etti. Bir gece Başbakan Demirel ile yemek yedi ertesi gün Ecevit’le görüştü. Arkasından,
Adalet Partisi ve CHP’nin müşterek imzası ile TBMM’ye bir erken seçim önergesi verildi.
Siz şu işin garabetine bakın ki, biz o zamanlar da Demirel ile hükümet ortağı idik. Ecevit anamuhalefet
lideriydi. Siyonistler istediği için, hükümet ortağımız bize sormadan ABD’nin isteğini yerine getirmişti.”
İşte “kayıp trilyon” iddiasında asıl sorumlu tutulması gerekirken Sn. Abdullah Gül’ün
dosyasının sürekli ertelenmesi hatta ve sümen altına gizlenmesi: ama meşhur kurt-kuzu hikâyesi
mantığıyla Erbakan Hoca’nın haksız ve dayanaksız biçimde suçlanıp mahkûm edilmesi de; hukukun
ve yargının bile kimlerin güdümüne girdiğinin göstergesidir.
Ama, Hak-Batıl mücadelesi hala bitmemiştir. Ve şanlı final, çok yakında gerçekleşecektir.
38
GİRİŞ
TARİHİN EN TALİHLİ SENESİ: 2008
Hayaller; hakikatlerin soyut resimleri ve habercileridir.
Kurgular; kanaatlerin zihni plan ve projeleridir.
Umutlar; sağlam inancın meyveleri ve beklentileridir.
Ütopya; umut çiçeklerinin kudret meyvesi ve ilham yağmuruyla dirilmesidir.
Herkes; aklı yettiği kadar iman edecek; iman ettiği kadar ümit besleyecek; ümitleri nispetinde ve o
yönde hayal üretecek; hayalleri ve hedefleri istikametin de de gayret gösterecek ve ulvi gayesine
kilitlenecektir. Bir bakıma, insanların gerçek ayarı ve aynası, kendi hayalleridir.
Tarihin seyrini ve milletin talihini, tesadüfler değil; takdirin çerçevesinde, büyük devrim ve değişimlere
talip olan, bunun için gerekli ve yeterli her türlü araç ve gereçleri temine çalışan; uzun vadeli ve stratejik
hamleler ve seferlerle, kalıcı ve kapsayıcı zaferlere yol açan Liderler ve ekipler belirlemektedir.
Himmeti ve haysiyeti yüksek kimselerin hayalleri ve hedefleri de yüksektir, çünkü basit hevesli ve
düşük emelli kimselerin büyük hareketlere giriştiği; bozuk dengeleri ve batıl düzenleri değiştirdiği hiç
görülmemiştir ve zaten mümkün de değildir.
Örnek mi, Mustafa Kemal!. Başında en yakınları dahil, herkes O’nu bir hayalperest zannedip
eleştirmiş, ama O hayallerinin, yani akıllıca kurgulanmış inanç ve ideallerinin peşinden giderek harikulade
hareketlere girişmiş ve başarıya erişmiştir.
Bunu gibi, günümüzde, kendisini “hayallerine kurşun yetişmez” şeklinde çekiştiren ve küçümsemeye
yeltenenlere:
“Evet bizim işlerimize ve projelerimize onların akılları değil, hayalleri bile yetişemez” diyerek ve
dünyaya hükmeden şeytani güçlerle mücadele ederek, Türkiye’yi Rahmani bir medeniyetin merkezi ve
rehberi konumuna getiren Erbakan Hoca da, böylesine kutlu ve mutlu bir misyonun mümessili ve
müjdecisidir.
Ve işte Emekli Tümgeneral Alaettin Parmaksız Paşamızın “Türk Amerikan Savaşı” kurgu romanı da,
yine böylesine mutlu bir hakikatin, umut dolu bir hikayesidir.
Allah diye Amerika’ya boyun eğenlerin.. Kıble diye Avrupa’ya yönelenlerin.. Kabe diye İsrail’e ve
Siyonist sermayeye secde edenlerin.. Haçlı Papanın himmeti ve Kabalist Hahamların inayetiyle keramet
gösterenlerin.. Şahsi menfaat ve şöhretleri, siyasi emel ve etiketleri için ülkesini, ülkülerini ve ilkelerini rüşvet
verenlerin, herhalde bu kutlu gerçeklere, bu kurgu projelere akıl erdirmeleri ve iman getirmeleri
beklenmemelidir.
Ama tarihi her zaman kötüler, kafirler ve kahpeler değil, ara sıra da iyiler, müminler, mert ve metin
kimseler yazıp şekillendirmektedir.. Ve öyle anlaşılıyor ki, kader bu sefer görevi aziz ve asil milletimize
vermiştir; yeni bir medeniyetin ve adil bir düzenin öncüleri Müslüman Türklerdir.
Şimdi Türk Amerikan Savaşı (Kanlı Deprem) kurgu romanında dikkat çekilen 2008
yazında gerçekleşen tarihi hesaplaşmanın gelişme seyrini birlikte ve bu bilinçle takip
edelim:
ABD Türkiye’yi taşeron olarak kullanmak istiyordu
“2007 yılı Aralık ayında, aynı 2003 Ocak-Şubat aylarında olduğu gibi, Türkiye ABD'li üst düzey
ziyaretçilerin akınına uğramıştı. Genelkurmay Başkanı, Savunma Bakanı, Dışişleri Bakanı Ankara'yı ziyaret
ederek muhatapları ile görüşmüştü. Amerikalılar şunu talep ediyorlardı: "İran ile ABD arasında bir çatışma
kaçınılmazdır. İran'ın nükleer politikası bölge için tehdittir ancak öncelikle Türkiye için tehdittir. Bu nedenle
İran'a yapılacak bir operasyonda bizi ciddi olarak desteklemelisiniz." Bu desteğin boyutlarını kararlaştırmak
için Türk Hükümetine ve Türk Ordusuna baskı yapıyorlardı.
39
Amerikalıların unuttuğu husus, Türkiye'de halk nezdinde büyük bir Amerikan aleyhtarlığının oluştuğu,
hükümetin seçimle iş başına geldiği ve istese bile Amerika'nın isteklerini karşılayamayacağı gerçeği idi.
Ayrıca PKK konusundaki ikiyüzlülüklerinden de bıkmışlardı. Yeni hükümet ülke menfaatleri açısından daha
milli bir duruş sergilemeye çalışıyordu. Görüşmelerde hükümet ve Genelkurmay Başkanlığı, Amerikalı
muhataplarına çok açık bir şekilde, hem Kuzey Irak'ta bağımsız bir Kürt devletine destek verip, hem de
Türkiye'yle dost ve müttefik kalınamayacağını anlatmıştı.”53
Pentagon uzmanları:
"Burada kilit iki ülke bulunmaktadır. Birincisi Türkiye. İkincisi İran. BOP'u gerçekleştirmek için
bu iki ülke ya kayıtsız şartsız bizimle olmalı ya da biz bunu sağlamalıyız. Türkiye bizimle olmazsa
BOP'u gerçekleştiremeyiz. Ayrıca İran'ın nükleer silahlanma programını durdurmak için Türkiye'ye
ihtiyacımız olacak. Ancak Türkiye'de halkın demokratik yapısı, devlet güçlerinin paylaşılmış olması
nedeniyle, hükümetler istese bile her zaman tam destek veremeyebilirler. 2003 yılındaki teskerenin
reddedilmesini unutmayalım. Ayrıca Türk Özel Kuvvetleri personeline Süleymaniye'de yaptığımızı
Türk halkı unutmadı. Bu konu gerek halkta, gerekse Türk Silahlı Kuvvetleri'nde müttefikliğimize olan
güveni sarstı. Kayıtsız şartsız destek alacağımız alan Kuzey Irak'ta elde edeceğimiz üslerdir. Bu
durumu ise bağımsız Kürt devleti ile sağlayabiliyoruz. Bu konu bizi Türkiye ile karşı karşıya
getirecektir" diye düşünüyor.54
8 Şubat 2008 Beyaz Saray ABD Genel Kurmay Başkanı, Bush’a ve yakın adamlarına
Türkiye’ye saldırı planlarını anlatıyordu!
"Sayın Başkan, Türkiye'ye karşı gerçekleştireceğimiz askeri harekâtta coğrafyanın Irak-Türkiye
sınırında çıkardığı birçok doğal engel var. Amerikan Orduları Türkiye sınırını buradan geçmeye
çalışırsa Türk Ordusu Anadolu derinliğini kademeli biçimde bize karşı etkili olarak kullanabilir. Bunu
aşmak için İkinci Dünya Savaşı'nın başında Alman Ordusunun İngiliz ve Fransız Ordusunu etkisiz
kılmak üzere Belçika üzerinden sarkmasına benzer bir harekât tasarladık. Şam ile anlaşarak
kuzeyden geçiş koridoru sağlayacağız. Suriye direnirse Lübnan'daki suikast nedeniyle Beşar Esad'ı
Uluslararası Ceza Mahkemesine teslim etmekle korkutacağız. Yine de ikna olmazsa El Kaide terör
örgütünün Irak'a buradan sızdığı bahanesi ile kuzeydoğu Suriye'de ihtiyaç olan bölgeler ele geçirilecek. Güneyde de Suriye Ordusuna İsrail tarafından gerekli operasyon yapılacak. Suriye
operasyonu Türkiye'ye yönelik harekâtın bir hafta uzamasına neden olabilecek. Ancak böylece
Türkiye'ye zırhlı birliklerin etkili bir şekilde kullanıldığı çok daha rahat bir coğrafyadan gireceğiz ve
önemli bir sanayi ticaret kenti Adana'yı ele geçirdiğimiz gibi İncirlik üssünü denetim altına alarak
savaşın geri kalan kısmında Türkiye'ye yönelik hava saldırılarında kullanabileceğiz. Ayrıca ele geçireceğimiz İskenderun limanı savaş boyunca ikmalimizi çok kolaylaştıracaktır."
Nisan 2008 Ankara, Moskova, Tahran tarihi anlaşma yapıyordu
İran üzerinde de ABD'nin politik ye ekonomik baskısı artıyordu. İran PJAK'a karşı silahlı mücadelesini
artırmıştı. PJAK ise İran'ın Kürdistan eyaletindeki faaliyetlerini KDP'nin verdiği personel desteği ile CIA
bağlantılı olarak sürdürüyordu. İran'a sızan Amerikan özel kuvvet ve istihbarat elemanları, Güney
Azerbaycan'da Azerbaycan Türklerini ve Huzistan'da Arapları Tahrana karşı kışkırtmaya çalışıyorlardı. İran'a
yönelik baskıda Almanya biraz tarafsız görünse de Avrupa Birliği de bu baskıda önemli bir rol oynuyordu.
Bu arada kamuoyundan gizli bir şekilde İran Dışişleri Bakanı Ankara ve Moskova'yı ziyaret etmişti. Bir
hafta sonra da Martın üçüncü haftasında Türk Dışişleri Bakanının Rusya ve İran ziyaretleri gerçekleşmiş ve
ziyaretler sonunda bölge dengeleri açısından terörle mücadelede işbirliği yapılacağı açıklanmıştı. Nisan
içinde Başbakan ve Genelkurmay Başkanı birlikte Moskova'yı ziyaret ederek, Türkiye ile Rusya arasında bir
seri işbirliği anlaşması imzalamışlardı.”55
53
sh: 7
sh: 19
55 sh:28
54
40
“Bölgesel konularda alınacak tedbirler ve izlenilecek stratejiler için karşılıklı danışma mekanizmaları
oluşturulacağı açıklanmıştı.
Türkiye-Rusya-İran arasındaki ilişkiler ve Türk-Rus Anlaşması batı başkentlerinde ve basınında büyük
yankı uyandırmıştı. Zbigniew Brezinski ve Henry Kissenger gibi ünlü Amerikalı stratejistler, New York Times
ve Washington Post gazetelerinde yayımladıkları makalelerde Bush yönetimine ciddi uyarılarda
bulunmuşlardı. İki stratejist, bu uyarılarda, Bush yönetiminin ve Avrupa Birliği'nin izledikleri politikalar ile
Türkiye'yi doğuya doğru ittiğini, patlayacak sorunlarda ABD ve AB'nin daha çok zarar göreceğini özellikle
vurgulamışlardı.
Ancak kimsenin aklına, olayların tamamen kontrol dışına çıkacağı, 1952'den bu yana NATO üyesi olan
Türkiye'nin, Batı dünyasından bağımsız hareket edebileceği gelmiyordu.” 56
5 Mayıs 2008 Ankara
Gerginlik Tırmanıyordu
“Mayısta Türkiye'de terör olayları iyice artmıştı. Türk Silahlı Kuvvetleri bölgede yığmağını artırınca,
PKK terör örgütü Nisan ayında Güneydoğu Anadolu'da başlattığı eylemleri yavaşlatmak zorunda kalmıştı.
Alman yeni teknolojik önlemlerden dolayı, güvenlik güçlerine karşı geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi kırsalda
uzaktan kumandalı mayın saldırıları yapamayan örgüt Nisan sonu Mayıs başında eylem ağırlığını daha
ziyade
şehirlerde
hassas
hedefleri
bombalamaya
kaydırmıştı.
Büyük
şehirlere
sızdırılan
intihar
bombacılarının çok ses getirecek eylem arayışı içinde olduğunu polis istihbarat birimleri tespit etmişti. MİT de
son dört yıl içinde Türkiye'ye sokulan 2 tondan fazla C-4 bombasının 2008 yazı içinde PKK tarafından
kullanılacağına dair Başbakana bir rapor sunmuştu.
Mayısın ilk haftası içinde Ankara, Erzincan, İstanbul ve Trabzon'da bırakılan bombaların patlaması
sonucunda yirmi yedi vatandaş ölmüş, yirmi kişi yaralanmıştı. İzmir'de bir karakola yapılmaya çalışılan canlı
bomba saldırısı ise canlı bomba eylemcisinin son anda dışarıda polis terörle mücadele birimleri tarafından
öldürülmesi ile engellenmişti.”57
ABD ve kuklası Barzani küstahlaşıyordu:
“ABD'nin Ankara Büyükelçisi "Güneydoğu Anadolu'da Türk Silahlı Kuvvetleri operasyonlarında halka
karşı ölçüsüz kuvvet kullanıldığını bunun kabul edilemez olduğunu" bir basın toplantısı yaparak açıklamıştı.
Aynı gün ABD Adana Konsolosu Diyarbakır'a giderek belediye başkanını ziyaret etmiş ve sorunların barış
içinde çözülmesini, bölgede yaşayan insanlara temsil hakkı verilmesini istemişti. Amerikalı yetkililerin bu
açıklamaları Türk kamuoyunda büyük tepki almıştı.
Mesut Barzani de aynı gün öğleden sonra Erbil'e bir açıklama yaparak, Türkiye'nin Güneydoğusunda
yaşayan insanların kendi soydaşları olduğunu, her türlü yasal ve demokratik haklarını kullanmaları için
kendileri ile birlikte olacaklarını ve gerekli her türlü desteği vereceklerini, bölge halkının kendi kaderini tayin
etme hakkı olduğunu ileri sürmüştü.
Avrupa Birliği'nin Ankara Temsilcisi, Türkiye'nin toprak bütünlüğüne saygılı olduklarını söyledikten
sonra, dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi Türkiye'deki Kürtlerin de özgürlük hakları olduğunu, bu konuda
yapılan kitlesel eylemlerin yasa dışı kabul edilmesinin mümkün görülmediğini, Türkiye'nin imzalamış olduğu
anlaşmalara bağlı kalmasının çözümün temelini oluşturabileceğini açıklamıştı.”58
18 Mayıs Ankara
Milli Güvenlik Kurulunda muhtemel gelişmeler ve stratejik hamleler değerlendiriliyordu:
“Öte yandan gerek Rusya, gerek Çin, ABD'nin temsil ettiği tek kutuplu dünya düzenine karşı çıkarak
çok kutuplu bir dünya düzenini savunmakta, kendi yapılarını oluşturmaya çalışmaktadır. Yani dünya yeniden
iki veya üç kutuplu hale doğru ilerlemektedir. Rusya ve Çin arasında ciddi yakınlaşmalar olmaktadır.
Çin'in Kuzey Kore ile olan ilişkilerinde Amerika lehine girişimlerde bulunması dünyada Pekin56
sh:29
sh: 30
58 sh:31
57
41
Washington ilişkilerinin sıcaklaştığı şeklinde algılandı. Gerçekte ise Çin böylece ABD kuvvetlerinin
Ortadoğu'ya angaje olarak bölgeden uzaklaşması stratejisini ustalıkla oynamıştır. Öte yandan Rusya ve
onun teşviki ile Türkiye-Çin arasındaki ilişkiler de bölge politikaları açısından her geçen gün daha paralel
hale gelmektedir.
İran'a gelince: İran son yıllarda ABD'nin Ortadoğu politikalarına en şiddetli şekilde karşı koyan
devlettir. Ancak ABD'nin başı çektiği Batı dünyası İran'ı ekonomik ve politik yönden kuşatmış bulunmaktadır.
Ortaya koydukları gerekçe ise İran'ın nükleer programıdır. İran bugün nükleer imkân kabiliyete sahip değildir.
Ancak zenginleştirilmiş uranyum yakıtı elde ettikten sonra bu yeteneğe kavuşma imkânı olacaktır. Özellikle
Çin ve Rusya kendisine bu konuda el altından yardımcı olacaktır.”59
“Muhtemel dünya petrol rezervinin % 4 kadarı sadece Kerkük'te olup, bunun ABD adına bekçiliğini de
yeni kurulacak bağımsız Kürt devleti yapacaktır. Ancak sorun bu devletin nasıl yaşatılacağı ve Türkiye'ye
nasıl kabul ettirileceğidir. Bu maksatla kullanılan araç bölücü terör örgütüdür. ABD, Türkiye'nin
istikrarsızlaştırılması için PKK ve bölgedeki Kürt liderlere her türlü desteği vermektedir.
ABD bir yandan kurulacak Kürt devletine her türlü desteği verirken diğer yandan da Türkiye'yi onlarla
diyalog kurmaya çağırmaktadır. Böyle bir kabul Türkiye'nin intiharı anlamına gelmektedir. Çünkü kurulan bu
devletin genişleme alanı Türkiye olacaktır. ABD bir yandan terör örgütü ile bize şantaj yaparken, diğer
yandan da Irak Türkmenlerini yok sayarak bizi sıkıştırmaktadır. Peşmergeler vasıtasıyla yapılan bütün
baskılara da göz yummaktadır.
Türkiye'nin önünde iki seçenek bulunmaktadır. Ya ABD politikalarına uyarak federalleşecek ya da
savaş dahil her şeyi göze alarak, milli üniter devlet yapısını koruyacaktır. Türkiye kabul etmeden ABD'nin bir
Kürt devletini yaşatmasının mümkün olmadığını değerlendiriyoruz. Aynı değerlendirmeyi ABD de yapmakta
ve her platformda Türkiye'yi buna yönlendirmekte veya kaba kuvvet gösterisinde bulunmaktadır. TürkAmerikan ilişkileri çatışma noktasına doğru hızla sürüklenmektedir. Türkiye ne kadar soğukkanlı davranırsa
davransın Kürt devletinin kuruluşunu onaylamadıkça bu çatışma kaçınılmazdır. Böyle bir olay da milli-üniter
ve laik Cumhuriyet için yaşamsal tehdit olacaktır. Bu nedenle önce siyasi-ekonomik bütün tedbirler acilen
alınırken askeri seçenekler de göz önünde tutularak hazırlıklar yapılmalıdır.” 60
18 Mayıs 2008, saat: 22.45 Ankara
Milli Savunma Bakanı CIA-MOSSA tezgâhıyla bir suikasta kurban ediliyordu
Saat 22.40'ta bakanlıktan çıkarak Milli Müdafaa Caddesinde ilerleyen Milli Savunma Bakanının
arabasına yaklaşan üç motosiklete binmiş altı terörist önce bombalarla arkasından zırh delen mermilerle
saldırdılar. Bakanın korumalarının karşılık vermesine rağmen Bakan ilk saldırıda hayatını kaybetti.
Suikastçılardan iki tanesi hemen orada, diğer dördü ise Genelkurmay Başkanlığı ve Deniz Kuvvetleri
Komutanlığı önünde nöbet tutan askerler tarafından öldürüldü. Haber, Türkiye'de şok dalgalarının
yayılmasına neden oldu.
Bütün dünya haber ajansları Ankara'dan "PKK'nın Türk Bakana suikastı flaş haber" diye olayı
geçiyorlardı. Suikast sonrasında Çankaya Köşkü'nde Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı
üçlü bir toplantı yapmışlardı. Toplantıya daha sonra MİT Müsteşarı ve İçişleri Bakanı ile Emniyet Genel
Müdürü de davet edilmişti. Onlardan alman bilgilerden sonra toplantı tekrar üçlü olarak devam etmişti.
Üçlü zirve sonrasında Köşk'ten çıkarken basının sorularını cevaplayan Başbakan çok yorgun ve üzgün
görünüyordu. Başbakan, terörün aldığı boyutların ulaştığı noktanın bütün dünya için bir ders olması
gerektiğini söyledikten sonra şöyle devam etti: "Türkiye'nin tahrik edilmek istendiğini görüyoruz. Türkiye,
politik kararlarını kızgınlıkla değil akıl ile veren bir ülkedir. Bütün dünyaya buradan açıklıyorum. Türkiye,
katilleri biliyor. Katillerin arkasındakileri de biliyor. Nerede olduklarını biliyoruz. Kim olduklarını biliyoruz.
Herkese hatırlatmak isterim ki, Türk devletinin dört bin senelik bir hafızası vardır."61
59
sh:50
sh:53
61 sh: 62
60
42
23 Mayıs 2008 Ankara
ABD’nin ve NATO’nun Türkiye’ye saldırı hazırlığı kesinlik kazanıyordu
“Rus istihbarat servisinin İkinci Viyana Zirvesi'nde MİT'e ABD'nin Türkiye'ye karşı düzenleyeceği
operasyon ile ilgili bilgi vermesinden sonra askeri istihbarat ve MİT değişik kaynaklardan istihbaratın teyidi
için çalışmaya başlamışlardı. Türk istihbarat kaynakları, ABD, NATO ve Ortadoğu'daki bütün kaynakları
büyük bir dikkatle analiz ediyorlardı:
Türkiye-Rusya ilişkilerinin olumlu geçtiği bir dönemde FBS'nin Türkiye'ye yanlış bir bilgi verme ihtimali
çok düşüktü. Bu istihbarat yalan olamayacak kadar büyük bir istihbarattı. Ancak hiçbir istihbaratçı, temel
kurslarda öğrendiği Nazi propagandacısı Goebells'in "Söyleyeceğiniz yalan öyle büyük olsun ki, kimse yalan
olduğunu düşünmesin" cümlesini aklından çıkarmazdı. Üç gün sonra 9 Mayısta ilk sinyaller NATO içinden
gelmeye başlamıştı.
NATO'daki Amerikan generallerinde bir tedirginlik tespit edilmişti. NATO, Türk askeri istihbaratı için her
zaman çok iyi bir istihbarat kaynağı olmuştu. 1963 yılında henüz Fransa NATO'nun askeri kanadından
çekilmeden ve NATO Genel Karargâhı Paris'teyken, ilginç bir olay, Türk Ordusunun stratejik hafızasına
kazınmıştı. NATO'da görevli Türk temsilcisi Kurmay Albay Atıf Erçıkan yeni departman başkanlığı görevine
gelen Fransız generalin dağıttığı görev dosyalarından kendisine verilen üç tanesini alıp odasına dönmüş ve
çalışmaya devam etmişti.
Bir süre sonra içeri giren iki Amerikalı Albay, Albay Erçıkan'dan, kendisine yanlışlıkla verilen dosyaları
istemişlerdi. Dosyaların içeriğine vâkıf olmayan Albay Erçıkan bu talebi anlamsız bulup "Ben dosyaları
Fransız Generalden aldım, ancak kendisine veririm" diye yanıtlamıştı. Bunun üzerine Erçıkan ile Amerikalılar
arasında sert bir tartışma çıkmıştı. Albaylar, odadan elleri boş çıkarken, Erçıkan dosyaları kilitlediği dolaptan
çıkararak incelemeye başlamıştı. Dosyalardan birisinin konusu gerçekten çok ilginçti: "Türk Dünyası."
Raporda SSCB'nin NATO'nun sürdürmekte olduğu politik, ekonomik, kültürel, psikolojik savaş sonunda bir
gün muhakkak yıkılacağı tespiti yapıldıktan sonra "Ancak" denmekteydi, "SSCB'nin yıkılmasından sonra
ortaya bir Türk Dünyası tehdidi çıkacaktır. Batı dünyası şimdiden bu tehdit konusunda hazırlıklı olmalıdır."
Albay Erçıkan, ertesi gün raporun içeriğinden dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay'ı
haberdar etmişti. O tarihten sonra Türk Genelkurmay Başkanlığı NATO'yu hep ciddi bir istihbarat kaynağı
olarak değerlendirmişti.”62
24 Mayıs 2008 Çankaya/Ankara
Türk Ordusu Kuzey Irak’a girme kararı alıyordu!
24 Mayısta MGK, Cumhurbaşkanı tarafından Çankaya Köşkü'nde olağanüstü toplantıya
çağrılmıştı. Bu toplantıda değişik Türk istihbarat örgütlerinin müşterek değerlendirmesi MİT
Müsteşarlığı tarafından Kurul üyelerine anlatıldıktan sonra Müsteşar, ABD'nin Türkiye'yi işgali
öngören harekâtı hakkında bilgi sunmuştu.
Toplantının ikinci bölümünde daha sonra Genelkurmay Harekât Başkanı Korgeneral Işıktürk,
Genelkurmay Başkanı adına hem PKK ile hem de kurulması öngörülen Kürt devleti ile mücadele
açısından stratejik anlamda ön almak ve Türkiye'nin kararlılığını sergilemek için "Özdemir Bey
Harekâtı" adı verilen karşı operasyonun uygulanmasını teklif etmiş ve bu plan hakkında gerekli
bilgileri MGK üyelerine açıklamıştı.
Harekâta, "Özdemir Bey Harekâtı" adının verilmesinin nedeni tarihe bir gönderme yapmaktı.
Özdemir Bey, 1922'de Gaziantep'te milis albayı iken Mustafa Kemal Paşanın emri ile Kuzey Irak'a 100
kişilik bir birlikle gitmiş ve 18 ay bu coğrafyayı İngilizlere dar etmişti. Genelkurmay Başkanlığı Irak ile
ilgili tarihi hatırlıyordu. Zaten 2007 Haziranında, Türk Ordusunun İngiliz Ordusunu yendiği Kuttul
Amare zaferinin 91. yıldönümü web sitesinde halkımıza hissettirmişti.” 63
Ordu kurmayları ve strateji uzmanları Amerikan Ordusunun hamtal yapısını biliyordu:
62
63
sh:68-69
sh: 70
43
“Özetle, Amerikan savaş stratejisi, konvansiyonel ordularla nizami savaşta yenmek üzere geliştirilmiş
bir stratejidir. Ancak Amerikan Ordusunun teknolojik üstünlüğü düşük yoğunluklu çatışmada ortadan derhal
kalkmaktadır. Irak Ordusu ile çatışmaların sona ermesinden bir hafta sonra bir durum değerlendirmesi yapan
Çin Genelkurmay Başkanlığı, Çin Halk Kurtuluş Ordusunu, tekrar yaygın biçimde Mao Ze Dung'un gerilla
taktikleri ile eğitmeye başlamıştır.
Ayrıca altı dikkatle çizilmesi gereken bir husus da, Amerikan Ordusunun askeri devrimin neticesinde
geliştirdiği yeni savaş stratejisini şimdiye değin Kosova ve Irak dışında bir alanda uygulamadığıdır.
Kanaatimizce bu iki alan bir ordunun ve onun savaş yeteneğinin ortaya çıkması için yeterli değildir. Çünkü
Kosova'da Yugoslavya Ordusundan geri kalan, parçalanmış, eksik, dağınık bir ordudur. 2003'te de Irak
Ordusu on iki senelik bir ambargodan sonra bütün savaş yeteneğini yitirmiş, bir dış düşmana karşı
savaşmaktan çok içeride Saddam karşıtlarını ezmeye yönelik geliştirilmiş bir polis teşkilatına dönüşmüştür.
Amerikan askeri devriminin gerçek sonuçlarının ortaya çıkması için Türk Silahlı Kuvvetleri, Rus Silahlı
Kuvvetleri, Alman, Fransız veya Hindistan Silahlı Kuvvetleri gibi gerçek bir ordunun süngüsünün ucunda
ölçülmesi gerekmektedir.”64
Hükümetin zaafı aleyhimize işliyordu:
1 Mart Tezkeresi öncesinde Türkiye'nin ABD'ye direncine kızan bir Amerikalı yetkili Beyaz Saray'daki
bir toplantıda Türkiye ile ilgili ileri geri konuşunca, iyi bir asker olan dönemin Dışişleri Bakanı ve eski
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Powell, 'Beyler, Dardanel'i unutmayın' diyerek, 20. yüzyılın süper güçleri
İngiltere ve Fransa'nın nasıl Türk gücü karşısında çöktüğünü anlatmıştı."
Korgeneral Işıktürk, konuşmasını burada keserek önündeki bardaktan bir yudum su içti. Başını hafifçe
sağa çevirip sesini ve gırtlağını kontrol ederek düzeltti ve devam etti:
"Sayın Komutanım;
Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kara, Hava ve Deniz unsurlarının Amerikan Ordusunun Türkiye'ye
saldıracağı belli olduktan sonra Irak'taki Amerikan güçlerine bir önleyici saldırı yapması askeri bir
zorunluluktu. Ancak malumları olduğu üzere Hükümet, ne yazık ki, Irak Hükümetinin yaptığı hatayı
tekrarlayarak saldırgan duruma düşülmesi endişesi ve savaşı başlatan taraf olunmaması isteği ile politik
kaygıları öne aldı. Politika askeri gereklerin önüne geçti ve bu fırsatı kaçırdık. Ancak elimizde hâlâ Suriye'de
hareket eden Amerikan Ordusuna havadan saldırmak ve onları Türkiye sınırına inmeden imha etmek için bir
fırsat var. Arz ederim."65
Her türlü hazırlık tamamlanıyor ve her ihtimal hesaba katılıyordu:
“İstihbarat Başkanı Korgeneral Behzat Çelik: "Güneydoğu Anadolu bölgesinde yoğun bir bölücü
propaganda faaliyeti başlatıldı. Bölgede CIA, Barzani’nin Kawa güçleri ve PKK elemanları birlikte çalışıyorlar.
Bölge halkı isyana teşvik ediliyor. İsyanı siz başlatın Amerika yardımınıza gelecektir teması yoğun olarak
işleniyor. Ancak halkın geniş kesimleri bu tür propagandalara fazla itibar etmiyor. Psikolojik savaş birliklerimiz
karşı çalışmayı sürdürüyorlar. Örgütün kent merkezlerindeki siyasi uzantılarına yönelik geniş kapsamlı bir
tutuklama çalışması başlatıldı. Örgüte müzahir belediye başkanları üzerinde MİT tam bir denetim oluşturdu.
Ülkenin bir beka sorunu ile karşı karşıya olduğu bir dönemde atacakları en ufak yanlış bir adımın bedelini
çok ağır ödeyecekleri kendilerine anlatıldı."
Sağlık İşleri Başkanı Korgeneral Tutar: "Sayın Komutanım, gerekli virüsler laboratuar ortamında
üretildi. Emir verildiğinde yeterli miktarlarda üreteceğiz. Şu anda anti virüs üretiyoruz. Elimizde ki imkânlarla
yirmi beş milyon insanı etkileme gücümüz olacak.Şu anda beş milyon anti virüs üretmeyi düşünüyoruz
uygulaması çok kolay olacak insanlar tabip yardımı olmadan kendi kendine kullanabilecek tıpkı atropin
iğneleri gibi.”66
“Kanlı Deprem” Başlıyor ve ABD Türkiye’ye saldırıyordu
64
sh:253
sh: 254
66 sh:327
65
44
Genelkurmay Başkanlığı / Ankara ve Türkiye Semaları 30 Haziran 2008
Komuta yerinde birden bire zil sesleri duyulmaya başladı. Bu, kırmızı alarmdı ve harekât
merkezinde çalışanların daha korumalı olan sığınaklara inmesi içindi. Harekât merkezindeki dev
panoya radardaki uçak izleri aktarılmaya başlamıştı. Bağdat’tan, Halep’ten ve Akdeniz’deki uçak
gemilerinden kalkan yüzlerce Amerikan uçağı Türk hava sahasına yönelmişti.
Hava harekât merkezi ile bütün televizyon istasyonları arasında özel bir irtibat kurulmuştu. Aynı
anda bütün dünya televizyonları ile birlikte Türk televizyonları yayınlarını keserek hava taarruzlarını
geçtiler. Halkın fazla yapacağı bir şey yoktu. Çünkü Türkiye’de sığınaklar iskân ruhsatları alındıktan
sonra başka maksatlarla kullanılıyordu. Bunun için kentlerde birçok insan sığınmak maksadıyla
bodrum katlara iniyordu. Ayrıca askeri birlikler ilk hedef olacağı için halk buralardan uzak durması
konusunda uyarılmış, askeri birliklere çok yakın evler başka yerlere tahliye edilmişti.
Aynı anda Konya’daki Türk Yıldızları ile Eskişehir’de bulunan Hayalet Filoları havalanmıştı. Bu
Türk savaş filoları muhtemelen
karşılayacaktı.”
Amerikan savaş uçaklarını Türk hava sahasına girerken
67
Hava çarpışmaları kızışıyordu:
Düşman tarafından fırlatılan bir füzeden kurtulan Yüzbaşı Cüneyt artık ABD uçağını vurmanın zamanı
geldiğini, bunun için uçağın arkasına geçmesi gerektiğini düşündü. Bu arada F-14'ü göremiyordu. Radardan
uçağın hangi istikamette ve hangi irtifada olduğunu öğrendi. Radar kontrolünde uçağa yaklaştı. Uçağın
arkasına geçmek için uçağı hızla sağa yatırdı. Bu arada F-14 uçağı da arkasına geçeceğini düşündüğü için
uçağı hızla yukarı doğru çekmişti. Yüzbaşı Cüneyt F-14'ü takip ediyordu. Aralarında amansız bir it dalaşı
başladı. Ancak Yüzbaşı Cüneyt F-14'ün önünden kaçmasına fırsat vermiyor, en sert manevralara bile karşılık
vererek kaçırmıyordu. F-14'ü tam önünde görünce levyedeki makineli topun tetiğine dokunarak atışını yaptı
ve füzelerini F-14'e kilitledi. Bunu fark eden F-14 pilotu kaçma manevraları yapmaya başladı; ancak Yüzbaşı
Cüneyt'in füzeleri boşa atmaya niyeti yoktu. Amerikan F-14'ün manevra yapmasına fırsat vermeden "Allah
Allah" diyerek, füzelerini ateşledi. Birkaç saniye sonra F-14'ün ateş topuna döndüğünü gördü. Çok kez füze
ateşlemiş olmasına rağmen hiç "Allah Allah" diye bağırmamıştı. Demek ki bu, sosyal genlere yerleşmiş bir
davranış şekliydi. Durumu kontrol radarına rapor etti. O an kemiklerine kadar bir hüznün makineli tüfek ateşi
gibi bütün vücudunu sardığını hissetti. Üsteğmen Murat'ın uçağı yanarak düşüyordu. Savaş yeni
başlıyordu.”68
Havadaki elektronik harp subayı kendinden çok emin bir şekilde "Anlaşıldı" dedi. Derhal bilgisayara
Türk uçaklarının bilgisayar kodlarını girdi ve giriş düğmesine bastı. "Şimdi işleri tamam" dedi kendi kendine.
Biraz sonra Türk uçaklarının atış kontrol sistemleri ile komuta kontrol sistemleri devre dışı kalacaktı. Ancak
ekrandaki yazı gözlerinin fal taşı gibi açılmasına yetti. Bilgisayar giriş kodlarını kabul etmemişti. Tekrar tekrar
denedi ama sonuç değişmedi. Yanlışlık olamazdı, bunlar yazılım programı yapılırken bırakılan arka
pencerelerden girecekti ancak hiçbiri çalışmıyordu.
Durumu harekât merkezine rapor etti, onlar da şaşkınlık içindeydi. Bu, bütün yazılımların değiştirilmesi
anlamına geliyordu. Türklerin böyle bir yeteneği var mıydı? Demek ki CIA'nın bir Türk şirketinde çalışan ve
konularında dünyanın en iyileri arasında olup, milli bir sistemi geliştiren 3 mühendisin arka arkaya intihar
etmesine yardımcı olması Türk projesini durduramamıştı. Türk uçakları milli yazılım ile uçuyorlardı.” 69
Milli Direniş ve Tarihi kenetleniş Dünyayı şaşırtıyordu:
Ankara-İstanbul ve Bütün Türkiye 4 Temmuz 2008
Türk halkında Amerikan politikalarına yönelik kızgınlık hatta nefret, son yıllarda Türk-Amerikan
ilişkilerindeki kriz ile milli vicdanda büyük bir patlamaya yol açmıştı. Ancak Amerikan Ordusunun Türkiye'ye
saldırısı ile birlikte halkın vicdanında biriken kızgınlık, yapıcı bir güce dönüştü. Bu sonuçta Türkiye'nin her
67
sh.334
sh. 337
69 sh:339
68
45
yanında büyük bir dayanışma başlatan çok değişik sivil toplum örgütlerinin büyük payı vardı. Siyasal
görüşleri farklı olan yüzlerce dernek, bir hafta içinde "Türkiye'nin Birliği" adlı bir platform oluşturmuştu.
Platformda şehit yakınları derneklerinden spor kulüpleri derneklerine, Kızılay'dan emekli subaylar derneğine
kadar her türlü sivil toplum örgütü bir araya gelmişti.
Türkiye'nin Birliği Platformunu 10 kişiden oluşan bir yönetim kurulu oluşturmuştu. Her ilde ve büyük
ilçelerde hızla yönetim kurulları ve temsilcilikler oluşturulmuştu. Örgütlenme konusunda uzman olan
insanların gönüllü ve kızgın bir şekilde bir araya gelmesi sonucunda ortaya çok büyük bir halk gücü ve
dinamizm çıkmıştı. Platformun amacı, halkın bütün gücünün Türk Ordusunun arkasına konulması ve yardım
çalışmalarının eşgüdümünün sağlanmasıydı.
Platformun ilk çalışması, Türk Ordusu için büyük bir yardım kampanyası başlatmak oldu.
Kampanyanın yaygın ve hızlı yapılması gerekiyordu ve milletimiz beklenenden daha büyük bir destek ve
fedakârlık gösteriyordu.”70
“Türkiye Birliği Platformu” oluşturuluyor ve camilerimiz, Kurtuluş Savaşında olduğu
gibi, moral ve maneviyat merkezleri işlevi görüyordu:
“Türkiye'nin Birliği Platformu ve Diyanet İşleri Başkanlığı, milletin manevi gücünün yüksek
olması gerektiği bu zor süreçte, camilerde, Amerikan Ordusunun Türkiye'ye havadan ve Hatay'a
karadan saldırısının başladığı saatlerde hutbe okutma kararı almışlardı. Uygulama ertesi akşam
başlamıştı. Üçüncü gün ise sistem mükemmel bir şekilde işlemeye başladı. Böylece her akşam,
Diyanet İşleri Başkanlığının yaptığı düzenleme ile televizyonlardan hangi camilerde hangi akşam
hutbe okunacağı ve şehitler için dua edileceği açıklanıyordu. Akşamları bütün Türkiye'de milyonlarca
insan camilerde toplanmaya başlamıştı.
Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Ankara'da bir uzmanlar heyetine hazırlatılan hutbeler
okunuyordu. Hutbeler Türk tarihi, Kurtuluş Savaşı, Çanakkale Savaşı, İslam tarihi, İslam’da savaş ve
şehitlik gibi konuları güncel olaylarla harmanlayarak halka aktarıyor, ordumuzun zaferi, şehitlerin
ruhu, gazilerin en kısa zamanda iyileşmesi için dualar ediliyordu.
Televizyon kanalları aldıkları bir kararla her gece bir camiden hutbeyi yayımlıyordu. Yerel
televizyon kanalları ile yapılan işbirliği sonucunda yayın sırasında yurdun değişik yerlerindeki
camilere bağlanılıyordu.”71
Atatürk’ün vasiyeti yerine getiriliyordu!
Anıtkabir Komutanlığı / Ankara 23 Temmuz 2008
“Genelkurmay Başkanlığından çıkan arabadaki Üsteğmen, Genelkurmay İkinci
Başkanının kendisini çağırdığı duyunca "Herhalde bir yanlışlık var" diye düşünmüştü. Ancak
bir yanlışlık yoktu. İkinci Başkan, içeri girip kendisini tanıtan Üsteğmene kaim ve büyük
bir zarf uzattı. Zarfın üzerinde "Anıtkabir Muhafız Komutanlığı" yazıyordu.
"Hemen Anıtkabir'e gideceksin. Bu zarfı Albay Güler’e vereceksin. Ondan sonrası ile
ilgili emirleri Albay Güler sana bildirecek" dedi.
10 dakika sonra Anıtkabir'de idi. 20 dakika sonra ise Albay Güler’in odasına girmiş,
komutanı selamlayıp zarfı uzatmıştı. Albay Güler, kendisine uzatılan zarfın içinde ne
olduğunu sanki daha zarfı eline almadan anlamıştı. Üsteğmen Albayın gözlerindeki pırıltıyı
görünce "Ne oluyor?" diye sordu yine kendi kendisine.
Albay Güler zarfı hızla açtı. Zarfın içinden üç zarf daha çıktı. Zarflardan ikisini
masasının üzerine koydu. Diğerini açıp hızla okudu. Beklediği mektup gelmişti. Diğer iki
zarfı Üsteğmene vererek, "Bunlar sana verilen emirler. Şimdi benimle gel. Ekibini de
getir" dedi. Odadan çıkarak, Anıtkabir'in altındaki koridorlardan birisine girdiler.
Üsteğmen Anıtkabir'e birçok kez gelmesine, müzeyi iki defa ziyaret etmesine rağmen bu
70
71
sh: 387
sh: 398
46
koridoru hiç görmemişti.
Albay Güler koridorun sonundaki odanın kapısını cebinden çıkardığı bir anahtar ile
açtı. Albayla birlikte üsteğmen ve üç astsubay içeri girdiler. Diğer uzmanlar arabaların
yanında kalmıştı. Odada sadece duvara gömülü bir büyük kasa vardı. Albay Güler
cebinden bir başka anahtar çıkardı ve eski olduğu anlaşılan kasayı açtı. Kasanın içinde
pirinçten yapılmış kaplar vardı.
Üsteğmen işte o an anladı. Kendisi hiç görmemişti ancak fotoğraflarını gördüğü
Atatürk'ün mezarının etrafındaki her ilden getirilen toprağın içinde olduğu pirinç kapların
aynısıydı bu pirinç kaplar. Albay Güler, pirinç kapları tek tek eline alıp altını çeviriyor ve
yüksek sesle okuduktan sonra üst-teğmene uzatıyordu. "Musul", "Erbil", "Kerkük"
"Süleymani’ye" "Halep". Üsteğmen kapları alıp yanındaki astsubaylara veriyordu.
Kasada iki pirinç kap kalmıştı. Albay Güler, kasayı kapattı ve kilitledi.
Üsteğmenden, ona verdiği zarfları açmasını istedi. Üsteğmen birinci zarfı açtı. Kendisine
verilen görev, derhal Musul, Erbil, Kerkük, Süleymaniye ve Halep'e gitmesi ve bu illerden
alınacak toprakları pirinç kaplara koyarak, Anıtkabir Komutanına teslim etmesiydi. İkinci
emir Etimesgut Askeri Havaalanı Komutanına yazılmıştı. Onun görevi, Üsteğmen ve ekibini
bu bölgelere götürecek nakliye uçağını tahsis etmekti.72
Azgın ve saldırgan Amerika Türk Ordusuna yeniliyor ve teslim oluyordu!
25 Temmuz 2008
Hatay bölgesinde geçen ağır çatışmalardan sonra iyice yıpranmış olan Amerikan birlikleri, Türk
kuşatmasının baskısı altında imha olmak yerine teslim olmayı tercih etmişlerdi. West Point'de eğitim
görmüş bazı genç Türk subayları, Amerikalı subaylarla görüşerek, direnmelerinin gereksiz olduğunu,
Bush'un 2003 sonrasında izlediği politikaların ve nihayet savaş kararının çok büyük bir hata
olduğunu anlatmışlardı. Amerikalı subayların bir kısmı "Bizim görevimiz siyasi kararların hatasını
tartışmak değil, biz askeriz" demişlerse de büyük bir çoğunluğu çatışmaların anlamsızlığını anlayarak
komutanlarına anlaşma yapılması gerektiğini telkin etmişlerdi. 25 Temmuz 2008 günü saat 24.00'te
Hatay bölgesindeki Amerikan güçleri teslim olmuştu.
Gülek Boğazında canını kurtarabilen Amerikan birlikleri de Hatay bölgesindeki gelişmeleri
duyunca 25 Temmuz 2008'de saat 24.00 itibarı ile teslim olmayı kabul etmişlerdi. Genelkurmay
Başkanlığı, Amerikan halkının gururunu kırmamak ve Amerikan gençlerinin imhasının iki millet
arasındaki kinin artırmasına neden olmamak için bütün Türk birliklerine aşırı güç kullanmamaları,
silahtan arındırıldıktan sonra Amerikan askerlerine dost bir ülkenin vatandaşları olarak davranmaları
emrini vermişti. Böylece kuşatılan birlikler teslim olmaya ikna edilmişlerdi.”73
Artık dengeler değişiyor ve dünya yeniden şekilleniyordu:
“Mesele sadece Amerikan Ordusunun Türk Ordusuna yenilmesi değildi. Çin, Tayvan'ı istila etmişti.
Irak'tan geriye kalanında İran büyük ölçüde denetim oluşturmuştu. Bunun üzerine Suudi Arabistan'ın desteği
ile Ürdün Ordusu Irak'ın Sünni Arap bölümünü işgal etmek üzere ordularını harekete geçirmişti. İsrail, Şam
rejiminin yıkılma süreci içinde olduğunu görüp, Golan tepelerini İsrail'in ayrılmaz parçası ilan etmişti. (ve
başına geleceklerden habersizdi. A.A.) NATO'nun geleceği belirsizdi. Ve petrol fiyatları sürekli artıyordu. İki
parlamento liderinin buna bulduğu çözüm, Amerikan Anayasasına göre Bush ile birlikte Cheney ve Rice'ın da
istifa etmeleri ve Başkanlık görevini bu sürecin parçası olmamış olan Adalet Bakanı Alberto Gonzales'in
yüklenmesiydi. Anayasaya göre Başkan, Başkan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanının görev yapamaması
durumunda başkanlık makamını üstlenmesi gereken Savunma Bakanı Gates ise suikastte hayatını
kaybetmişti. Zat.en ölmeseydi bile onun da istifası istenecekti.”74
72
sh: 461-463
sh: 463-465
74 sh:472
73
47
Türkiye’nin yeni Zafer Bayramı kutlanıyor; dostlarda hayranlık, düşmanlarda şaşkınlık
uyandırıyordu:
27-28 Temmuz 2008
Bütün bunlar olurken, Türk televizyonlarından da Genelkurmay Başkanlığının savaş bildirisi
okunuyordu. Bildiride Türk milletinin Türkiye'ye yönelik Amerikan askeri saldırısını Anadolu'nun bağrında
ezdiği vurgulandıktan sonra Türk Silahlı Kuvvetleri'nin, yıllarca PKK'ya destek veren ve nihayet son olarak
Türkiye'ye saldıran Amerikan Ordusuna yardımcı olan Suriye'den hesap sorduğu açıklandı. Bildiride son
olarak, Genelkurmay Başkanının Üçüncü Ordu ve Kıbrıs Barış Kuvvetleri Komutanlığına verdiği emir okundu.
Bu çerçevede 1926'da anlaşma ile Irak devletine bırakılan, Dohuk, Erbil, Süleymaniye, Kerkük ve Musul
illerini kapsayan tarihi Musul Vilayeti'nin Türkiye Cumhuriyeti'ne ilhak edildiği açıklandı.
Bildiriyi dinleyen halk, zaferin gururu ile mutluluk gözyaşları dökerek, bütün Türkiye'de il ve ilçe
meydanlarında ellerinde Türk bayrakları ile toplanırken Ankara'da Genelkurmay Başkanlığının ve Kuvvet
Komutanlıklarının önünde toplanıyordu. Binler on binleri, on binler yüz binleri ve nihayet Türkiye genelinde
on milyonları bulmuştu. Savaşı kazanmanın mutluluğu çekilen bütün acıları unutturmuştu. Bütün dünya
televizyonları Ankara, İstanbul, İzmir ve değişik Türk kentlerinden olduğu gibi Kerkük, Erbil, Telafer, Dohuk,
Halep gibi Misak-ı Milli'nin yeni kentlerinden de yayın yapıyorlardı.” 75
Ülke Sistemi ve Dünya Düzeni yeniden ve milli bir yörüngede şekilleniyordu:
“Ülkenin ekonomik varlıkları çok ağır bir darbe yemişti. Bunun telafisi on yıl, belki biraz daha fazla
zaman alacaktı. Türkiye, ABD ve ABD ile bağlantılı bütün dış borçlarını ödemeyeceğini, üstelik ABD'den
savaş tazminatı istediğini açıklamıştı. Ayrıca, Musul Vilayeti'nin Türkiye'ye katılması ile Türkiye dünya petrol
rezervlerinin kendisine ait olan % 4'üne sahip olmuştu. Yeni bir ekonomik savaş başlatılarak elbirliği ile bu
sıkıntıdan kurtulabilecek potansiyelimiz vardı. Misak-ı Milli'nin gerçekleşmiş olması ekonominin yeniden inşa
mücadelesini kolaylaştıracaktı. Ama en önemlisi, topraklarımızı ve bayrağımızın onurunu korumuştuk.
Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Bakanlar, şu veya bu ölçüde yetkili olan herkes
yüzlerce binlerce telefon, e-posta, telgraf ve mektup ile tebrik ediliyordu. Başbakan günü birlik Moskova ve
Pekini ziyaret etmişti. İlham Aliyev, Özbekistan Devlet Başkanı İslam Kerimov, Kazakistan Devlet Başkanı
Nazarbayev Türkiye'ye günü birlik tebrik ziyaretlerinde bulunmuşlardı. Pakistan Devlet Başkanı Perver
Müşerref de iki büyük uçak ile gelecek ve dönerken beraberinde Gölbaşı muharebesinde Türk Ordusu
saflarında çarpışan ve 53 tanesi şehit olan 500 Pakistanlı subayı ve naaşları ülkesine geri götürecekti.
Ancak, Cumhurbaşkanı, Müşerreften "Onlar bizim şehidimizdir ve şehit oldukları topraklarda kalmaları
gerekir" diyerek, onları götürmemesini istemiş ve bu istek de Müşerref tarafından kabul edilmişti.” 76
"Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır"
Milli Şehitlik/ Gölbaşı/ Ankara 30 Ağustos 2008
29 Ağustosta Gölbaşı ovasında büyük bir cenaze töreni yapıldı. Cumhurbaşkanı, bütün devlet ricali,
TBMM'nin bütün üyeleri, savaşta Türkiye'ye doğrudan veya dolaylı destek veren başta Putin olmak üzere 25
ülkenin Devlet veya Hükümet Başkanları, 35 ülkenin Dışişleri Bakam ve 86 ilden gelen genç izcilerin
yanında, tören için 25 ülkeden askeri bando ve tören birlikleri ile Genelkurmay Başkanları orada idi. Çok
büyük bir şehitlik hazırlanmıştı, Türk-Amerikan savaşında şehit olan bütün asker, polis ve MİT görevlileri bu
şehitlikte toplanmıştı. Burası artık milli bir mabet gibiydi. Şehitler, çarpışıp şehit oldukları bölgelere göre
ayrılmışlardı. Azeri, Kazak, Özbek, Pakistanlı şehitler de beraber savaştıkları cephede şehit olan Türklerle
birlikte yatıyorlardı.”77
Bu satırlar 54. Hükümetin Başbakanı Porf. Dr. Necmettin Erbakan Hoca’nın 40 sene önce
söylediği şu sözleri hatırlatıyordu:
“Bir 30 Ağustos sabahı Ordumuzun televizyonlarda: Adil ve Asil bir döneme geçildiğini ve Milli
75
sh: 474
sh: 475
77 sh: 476
76
48
Türkiye’nin zaferini ilan ettiğini duyduğunuzda; sokağa çıkıp ilk rastladığınızın askerin potinlerini
öpün! Çünkü O, Hz. Peygamberimizin müjdesine mazhar olmuş aziz Milletimizin emniyet ve saadet
bekçisidir.”
49
BU YAZ İRAN-İSRAİL (ABD) SAVAŞI ÇIKAR MI?
Ertuğrul Özkök bu “yaz”dan niye korkmuştu ve kimden kaçmaktaydı?
“‘Her şeyden kaçıyorum’ diyen Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, bir
süre gündem dışı kalma kararı almış ve nereye gideceğini ise şöyle açıklamıştı:
Ben gidiyorum
Bu Pazar kaçıyorum. Her şeyden kaçıyorum. Türban sıkıntısından firar ediyorum.?
Onun temsil ettiği her şeyi terk ediyorum.
Üstelik bunu biraz da inadına yapıyorum
İki aydır hayatın bütün keyiflerini bana dar eden her şeyi, herkesi kendi haline bırakıp bahar
mevsimimi açıyorum.
Arkasından yaz gelecek.
Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos ve Eylül.
Ekim ayına kadar bana eyvallah.”78
Acaba Ekim’de ne olacaktı?
Cheney Ortadoğu'yu dolaşıp duruyor!?. 'Pentagon hazırlıklarını yapmış' deniyor. İsrail, 'İran
nükleer güç olmadan durdurmalıyız, yoksa bir daha başa çıkamayız' diyor. Suriye İsrail sınırına asker
yığıyor. İran Irak'taki Şii örgütleri kışkırtıyor... Evet bu yaz sıcak olacağa benziyor!
Doç. Dr. Birol Akgün'ün makalesi:
İsrail (ABD)-İran savaşına hazır mıydı?
20. yy.'da Ortadoğu kalıcı bir barışa bir türlü kavuşamıyor. Onun için bazı yazarlarca Osmanlı'nın
bölgeden çekilişi “barışı bitiren barış” olarak niteleniyor. Savaş, çatışma ve komplo senaryoları bölge
başkentlerinde neredeyse günlük siyasetin vazgeçilmez bir parçası haline gelmiştir. Ortadoğu'da son
günlerde savaş dedikoduları yeniden artmaya başladı. Hedef bu kez İran gibi görünüyor ama Lübnan'a da
sıçrayabilir deniliyor.
Amerikan ve İsrail basını kendi kamuoylarını muhtemel bir savaşa yönelik olarak şimdiden psikolojik
olarak hazırlarken, bazı ciddi istihbarat kuruluşları bültenlerinde artan bir şekilde İran'a yönelik bir saldırı
olasılığının ciddiyet kazandığını bildiriyor. Yılbaşından bu yana ABD'nin en üst düzeydeki askeri ve siyasi
liderleri bölgeye yönelik ziyaretlerini sıklaştırdılar. En son 6 yıl önce Irak savaşı arifesinde bölgeyi ziyaret
eden Neo-Con şahinlerin lideri ve ABD Başkan yardımcısı Dick Cheney Umman, S. Arabistan, İsrail ve
Türkiye'yi kapsayan on günlük bir ziyaret gerçekleştirdi. Başkan Bush da NATO'nun Bükreş zirvesi
sonrasında Rusya lideri Putin'e iki günlük bir veda ziyaretinde bulundu. Bu görüşme her ne kadar Avrupa'ya
kurulacak füze savunma sistemlerinden rahatsız olan Rusya'yı ikna etme amacı taşıyor görünse de,
muhtemel bir İran operasyonunun da konuşulmaması mümkün değil. Zira Rusya ile yakın ilişkileri bulunan
Suriye İsrail sınırına asker yığıyor.
Süreci İsrail Belirliyor
Bununla birlikte İran'ın nükleer tesislerine karşı İsrail'in bir hava saldırısında bulunma ihtimali ve
işaretleri ise giderek güçleniyor. İsrail tüm ülkede beş günlük bir topyekûn seferberlik ve sivil savunma
tatbikatı gerçekleştirdi. İsrail'in saldırı düzenlemesi olasılığını güçlendiren siyasi ve askeri nedenlerin altını
çizmek gerekir.
Birincisi, İsrail bölgede kendisini güvensiz ve yalnız hissediyor. Etrafını düşman ülkelerle sarılmış
olarak görüyor. Geçmişte Arap ülkeleriyle yaptığı savaşları da teknolojik üstünlükle kazandığının farkında. Bu
nedenle Ortadoğu bölgesinde tek nükleer devlet olma ayrıcalığını kaybetmek istemiyor. İkincisi, ABD'nin
İran'ın nükleer silah üretmesinin mutlaka engelleneceğine ilişkin sözüne rağmen şimdiye kadar bu konuda
78
13.04.2008 Hürriyet
50
diplomasi ve ekonomik ambargo dışında somut ve zorlayıcı adımlar atmaması İsrail'i karamsarlığa itiyor.
Ulusal güvenliğin ABD dahi olsa başka ülkeye emanet edilemeyeceği söyleniyor. İsrail'in kendi ulusal
güvenliğini kendisinin sağlaması gerektiği vurgulanıyor. Üçüncüsü, İsrail geçmişte de benzer bir saldırıyı
başarıyla gerçekleştirmişti. Irak'ın Osirak'ta kurmakta olduğu nükleer santrali 1981'de hava saldırısıyla yerle
bir etmişti. Aynı şekilde 2007 Eylül ayında amacı ve hedefi net olarak açıklanmasa da İsrail, Suriye'nin
Türkiye'ye yakın bir bölgesindeki bazı tesisleri sürpriz bir şekilde bombaladı. Bunların gizli nükleer tesisler
olduğu iddiası ise henüz doğrulanmadı.
Son olarak, İsrail 2006 yılında Lübnan'daki Hizbullah örgütüyle giriştiği savaştan zaferle değil yenilgiyle
çıktı. Oysa daha önce Araplarla girdiği her savaştan galibiyetle ve güçlenerek çıkmıştı. Hizbullahın arkasında
İran'ın bulunduğu ise herkesin malumu. İsrail, nükleer güce sahip bir İran'ın bölgedeki stratejik dengeleri en
çok kendi aleyhine değiştireceğini yakından bilmektedir. Bunun için de henüz nükleer bomba üretme
aşamasına gelmeden İran'ın stratejik tesislerinin önleyici bir saldırı ile tahrip edilmesinin gerekli ve zorunlu bir
ulusal güvenlik meselesi olduğuna inanmaktadır. Aynı zamanda başarılı bir hava operasyonu İsrail için
2006'daki Hizbullah yenilgisinin rövanşı olarak da görülmektedir. İsrailli bazı stratejistler bu nedenle savaşın
ya şimdi göze alınmasını ya da nükleer bir devletle bir daha savaşın rasyonel bir opsiyon olamayacağını
belirtmektedirler.
İsrail'i İran'a yönelik bir saldırı için cesaretlendiren asıl gerçek ise böyle bir saldırı durumunda
Amerika’nın tüm ağırlığıyla İsrail'den yana tavır alacağıdır. 2006 Lübnan olayı dâhil olmak üzere geçmişteki
tüm çatışmalarda ABD açıkça İsrail'in yanında yer almıştır. İsrail'e yapılan bir saldırı ise ABD'ye yapılmış
kabul edilmektedir ki buna Holokost Doktrini adı verilmektedir. Dolayısıyla İsrail'in başlatacağı bir saldırıya
ABD'nin de askeri ve siyasi her düzeyde aktif katkı sağlayacağı kesindir. Hatta denilebilir ki, başka türlü iç
kamuoyunu iknada zorlanacak olan Amerikan yönetimi muhtemel bir oldubitti karşısında hem kamuoyunu
hem de Kongreyi çok daha kolayca ikna edebilecektir.
Muhtemel saldırı durumunda Türkiye ne yapacaktır? Şurası kesin ki, ABD (İsrail)-İran savaşında en
zor durumda kalacak ülkelerden birisi biz olacağız. Bir yandan bölgedeki daimi komşumuz İran ve öte
yandan stratejik müttefikimiz ABD arasında büyük bir siyasi ikilem yaşayacağız. Ve çok büyük ihtimalle
saldırı başladığında fiilen ABD'nin yanında yer almaya zorlanacağız. Zira Türkiye, 1 Mart 2003'te tezkerenin
reddine rağmen 20 Martta tüm hava sahasını ABD uçaklarına açmak durumunda kalmıştı. ABD'nin PKK
konusunda verdiği kritik istihbarat desteğini ve Cheney'in son Ankara ziyaretinin arkasındaki beklentileri bu
çerçevede okumak gerekir. Ankara'nın iktidarı ve muhalefetiyle tüm enerjisini iç siyasi sorunlara ve
tartışmalara ayırdığı bugünlerde Türkiye bölgede toplanan savaş bulutlarını dikkate almalı ve şimdiden
hazırlıklı olmalıdır. Aksi takdirde 2007 Eylül'ünde Suriye saldırısında olduğu gibi, komşu ülkeye yönelik bir
saldırı için ülke hava sahası kullanılır ama Türk halkı saldırı haberini köylülerden alır. Özetle, yaz aylarında
bölge aşırı derecede ısınacağa benziyor, herkes her türlü sürprize hazır olmalı. 79
ABD’nin İsrail tatbikatına yorumu: İran’a saldırı provası
ABD’li yetkililer, siyonist İsrail’in gerçekleştirdiği kapsamlı askeri tatbikatın, İran’ın nükleer tesislerine
yönelik saldırının provası olabileceğini açıkladı. Akdeniz’in doğusu ve Yunanistan’da düzenlenen tatbikata
100’den fazla İsrail F-16 ve F-15 savaş uçağı katılmış, uzun menzilli hedeflere yönelik atışlar yapılmıştı.
New York Times gazetesinde yer alan haberde, İsrail’in tatbikatla İran’ın nükleer programına yönelik
saldırı konusunda ciddi olduğunu gösterdiği yapılmıştı.
İsrail ordu sözcüsü, tatbikatın, muhtemel tehditlere karşı hava gücünün eğitimini amaçladığını,
tatbikatın İsrail’in güvenliğini tehdit edebilecek uygulamalara (!) karşı yapılan hazırlıklar içerisinde
değerlendirilmesi gerektiğini vurguladı.
ABD Savunma Bakanlığı’ndan isminin açıklanmasını istemeyen bir yetkili ise gazeteye yaptığı
açıklamada, İsrail’in uçuş denemeleri ve yakıt ikmali gibi konuların dışında, tatbikatın gerçek amacının,
79
İyibilgi.com 15.04.2008
51
İran’ın nükleer tesisleri ve uzun menzilli füze bataryalarına yönelik saldırı hazırlığı olduğunu belirtmekten
kaçınmamıştı.
ABD’li yetkililer, tatbikata katılan helikopterler ile yakıt uçaklarının 1500 kilometreden fazla uçuş
yaptığına dikkat çekerek İsrail ile İran’ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerini yürüttüğü Natantz nükleer
tesisi arasında da benzer bir uzaklık bulunduğunu hatırlattı.
Baradey’den İran’a saldırı uyarısı: Ortadoğu ateş topuna döner!
Uluslararası Atom Enerji Ajansı (UAEA) Başkanı Muhammed el-Baradey, İran’a yönelik
muhtemel bir saldırının bölgeyi “ateş topuna” çevireceği uyarısında bulunuyor. El-Arabiya
televizyonuna demeç veren Baradey, siyonist İsrail jetlerinin İran nükleer sitelerini vurmak için eğitim
yaptığı haberiyle ilgili olarak, “(İran’a yönelik) askeri harekât, kanımca tahmin edilenden çok daha
kötü olacak... Bu, Ortadoğu’yu ateş topuna dönüştürür” diyor.
Bir saldırı olması halinde, UAEA Başkanı olarak yapabileceği hiçbir şeyin kalmayacağını ifade
eden Baradey, “Askeri harekat, İran’ın atom silahı yapmak için acil bir program başlatmasına neden
olacak ve buna yurt dışında yaşayanlar da dahil, tüm İranlılar destekleyip sahip çıkacak” şeklinde
konuşuyor.
New York Times gazetesi İsrail’in Haziran ayı başında düzenlediği tatbikatın İran’ın nükleer
tesislerine yönelik saldırının hazırlığı olarak yorumlandığını bildirmişti. İsrail Başbakan Yardımcısı
Şaul Mofaz da, 6 Haziran’da yaptığı açıklamada, İran’ın “nükleer silah programına” devam etmesi
halinde saldırıyla karşı karşıya kalacağını söylemişti.80
Sarkozy’nin İsrail Parlamentosu'ndaki kışkırtması
"İsrail'i yok etmek isteyen herkes karşısında bizi bulur"
İsrail parlamentosunun (Knesset) özel oturumunda konuşan Sarkozy, "Nükleer İran kabul edilemez.
İsrail'i yok etmek isteyen herkes, karşısında Fransa'yı bulacaktır. İsrail yalnız olmadığını bilmelidir" dedi.
Fransa Cumhurbaşkanı, ülkesinin Yahudilerle ilişkilerinin "Fransız kültürünü zenginleştirdiğini"
kaydetti.
Sarkozy ve eşi Carla Bruni'yi karşılayan Knesset Başkanı Dalia Itzik, Fransız liderin "kararlılığını ve
yürekli reformlarını" överken, muhalefet lideri Binyamin Netanyahu da kendisini "İsrail'in gerçek bir dostu"
olarak nitelendirdi.
İsrail Başbakanı Ehud Olmert, Sarkozy'nin "Fransa'da anti-semitizmin kökünü kurutmak konusundaki
kararlılığından" övgüyle söz etti ve ülkesiyle Fransa arasındaki ilişkilerin Sarkozy'nin başkanlığında yeniden
canlandığını söyledi.81
Bush’un halefi Mccain’in danışmanından itiraf gibi öneri:
Yeni 11 Eylül şansımızı artırır
ABD’nin İslam dünyasının elindeki enerji kaynaklarına el koymak amacıyla bahane olarak öne sürdüğü
“11 Eylül saldırılarının Bush yönetimi tarafından planlandığına ve de bu eylemlerde El Kaide’nin
kullanıldığına” ilişkin iddiaları doğrulayıcı nitelikte bir gelişme yaşandı.
ABD’de Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adayı John McCain’ın en önemli siyasi danışmanlarından
Charlie Black, ‘’ABD topraklarında yeni bir terörist saldırı düzenlenmesi durumunda bunun Cumhuriyetçi
adayın şansını artıracağını’’ açıkladı.
Black’in, Fortune dergisinin yeni sayısında yer alan ve ülke çapında büyük tepkilere yol açan
demecinin ardından zor durumda kalan McCain, ‘’Bu sözler, yanlış yorumlandı. Kendisinin neden böyle bir
laf ettiğini anlayamadım. 11 Eylül’den bu yana ABD’ye yeni bir saldırı olmaması için elimden geleni yaptım’’
diyerek dolaylı doğruladı.
Usame’nin Hedefi Yine Amerika mıydı?
Soru:
80
81
22 Haziran 2006 / Milli Gazete
23 Haziran 2006 / Anadolu Ajansı
52
Madem yıllardır terörist listesinde başı çekiyor, özellikle ABD, hele de 11 Eylül New York saldırısı
sonrasında Usame’yi yakalamak için neden harekete geçmiyor?
Aslında geçiyor, daha Clinton’ın başkanlığı döneminde. Merkezi Haber Alma Teşkilatı CIA, Usame’nin
yerini belirliyor. Roketle vurma kararını Başkan Clinton’a iletiyor. Hem de üç kez. Ancak, Clinton her
seferinde vazgeçiyor. Roketlerin çocuklara da zarar verebileceği kaygısıyla. Ayrıca, Clinton döneminde
ABD’nin siyasal öncelikleri arasında, Usame geri planda.
11 Eylül saldırısı sonrasında Başkan Bush, Usame için düğmeye basıyor. Pakistan sınırına yakın Tora
Bora’da, Amerikan Onuncu Dağ Komando Birliği Usame’yi sıkıştırıyor. Ama, o son anda kaçmayı başarıyor.
22 kadından 54 çocuk sahibi Muhammed Bin Ladin’in 17. çocuğu Usame, Suriyeli bir kadından
doğma. Babası Muhammed onun için hep örnek. Dini bütün bir Müslüman. İşini yürütmesini iyi biliyor.
"Ölüm bize hep yakındır" sözünü ağzından düşürmeyen Muhammed, dünya nimetlerine uzak değil.
Daha 14 yaşında doğduğu yoksul köyü terk ediyor. Yarı aç, yarı tok Kızıldeniz’i ve çölü geçiyor. Orada
sürünme, burada iş yapma, arada firma kurma derken, yıllar içinde Suudi Arabistan kraliyet ailesine
yakınlaşıyor. Onların güvenini öyle kazanıyor ki, bakan koltuğuna bile oturuyor.
Yazarın Uyarısı
Amerikalı yazar Steve Coll bir zamanlar Güneydoğu Asya’da muhabir. Önce Washington Post, şimdi
New Yorker’da yazıyor. İki kez saygın basın ödülleri arasında yer alan Pulitzer’i kazanıyor. Araştırma
gazeteciliğin ABD’deki önde gelen isimlerinden biri.
Son olarak "The Bin Ladins, an Arabic Family" (Bin Ladinler, Bir Arap Ailesi) adında bir kitap yazıyor.
Geçenlerde piyasaya çıkan kitap Usame Bin Ladin’e ilişkin ne varsa, en ince ayrıntılarıyla anlatıyor.
Aktardığım bilgiler o kitaptan.
Usame her terör olayında akla ilk gelen isim. Ya bugünlerde? Steve Coll Kasım ayındaki Amerikan
seçimlerine gönderme yapıyor: "Usame Bin Ladin genel anlamda ülkelerin dış politikasını etkileyen
çıkışlar yapıyor. Benim tahminim farklı. Bana kalırsa, 11 Eylül saldırısı gibi, şimdi yine ABD planları
içinde. Amerikan seçimleriyle ilgili eylem düşünüyor gibi..."(Der Spiegel, sayı 14, s. 114) 82
İlk Elden İfşaat! 11 Eylül Saldırısı İsrail'e Yaradı
İsrail'de Likud Partisi'nin aşırı sağcı lideri Benyamin Netanyahu, bir toplantıda yaptığı
konuşmada şaşırtıcı açıklamalar yaptı.
İsrail eski başbakanlarından Netenyahu, Bar Ilan Üniversitesi'ndeki düzenlenen konferansta, 11 Eylül
2001'de ABD'ye düzenlenen saldırıların, sonuçları itibarıyla İsrail için iyi olduğunu söylüyor.
Netenyahu, İbranice yayınlanan Maariv gazetesinde yer alan açıklamasında, 11 Eylül'de İkiz Kuleler
ve Pentagon'a düzenlenen saldırılar ile ABD'nin Irak işgalinin İsrail'e yaradığını belirtiyor.
Filistinlilerle muhtemel barış anlaşması kapsamında Kudüs'ün bölünmesi konusunun ele alındığı
konferansta konuşan Netenyahu, bu olayların Amerikan kamuoyunun görüşlerinin İsrail lehine değişmesini
sağladığını da ifade ediyor.83
Eh madem İsrail’e yarayan Usame Bin Ladin, Amerika’ya bir saldırı daha yapar!
İsrail’in barış numarası!
İsrail önce 41 yıldır işgal altında tuttuğu Golan’dan çekilebileceğini açıklayarak Suriye ile barış
masasına yanaştı.
Sonra iki yıldır kuşatma altında tuttuğu Gazze’ye uyguladığı kuşatmayı kaldırdı. Peşinden 33
gün süreyle savaştığı Hizbullah ile Almanların arabuluculuğu ile görüşmeye başladı. Bu yetmedi
Lübnan hükümetine mesajlar göndererek 41 yıldır işgal altında tuttuğu Şabaa bölgesinden çekilmeye
hazır olduğunu açıkladı.
Peki bölgede neler oluyor?
Her şey Ağustos 2006’da İsrail’in Hizbullah karşısında uğradığı tarihin en büyük yenilgisi ile
82
83
Yalçın Doğan / Hürriyet / 13.04.2008
Star /16.04.2008
53
başladı. O yenilgiden sonra İsrail bir dizi siyasal, askeri, güvenlik, sosyal ve psikolojik sorun ve
sarsıntı yaşadı, yaşıyor.
Anlaşılan bu sarsıntılar İsrail yönetimini yeni arayışlara mecbur bırakıyor.
Peki ABD tüm bu olup bitenlere ne diyor?
Irak ve Afganistan’da bir türlü planlarını gerçekleştiremeyen ABD tüm gizli ve açık oyunlarına
rağmen Suriye’yi de bir türlü kendi çizgisine çekemedi, çekemiyor.
Suriye’yi Lübnan’da sıkıştıramayan ABD aynı zamanda Şam’ı Tahran’dan uzaklaştıramıyor.
Bu uzaklaşma gerçekleşmediği sürece Washington ve Tel Aviv’e göre Ortadoğu’da hiçbir plan
uygulanamıyor.
İşte İsrail’in son adımlarını bu çerçeve içinde değerlendirmek gerekiyor. Hedef Hizbullah’ı
bahanesiz bırakmak suçlu konuma sokmaktır.
Başka bir ifade ile ‘Ben bu silahları İsrail işgaline ve saldırganlığına karşı kullanmak için
tutuyorum’ diyen Hizbullah, İsrail’in Şabaa bölgesinden çekilmesi ve Lübnan-İsrail barış anlaşması
imzalanması durumunda bu silahları Lübnan devletine vermek zorunda kalacaktır.
Her şey beklenildiği gibi gelişirse işte o zaman sıra İran’a gelecek ve hizaya sokulacaktır. AKP
ise bu işte taşeronluk yapmaktadır.
Amerika İran'ı Vuracak mı?
50 yıldan bu yana dünya piyasalarında referans döviz birimi olarak Amerikan dolarıdır.
Bu Amerikan doları sadece bir yerde basılıyor: Federal Reserve USA.
Burası Yahudi bankacılardan oluşan bir konsorsiyum tarafından temsil ediliyor.
Burada alınan kararlar ve basılan para miktarı dünya sırları arasında yer alıyor. (Amerikan hükümetleri
bile müdahale edemiyor. A.A.)
Federal Reserve USA aynı zamanda Amerika’nın varlığının da bir sebebidir. Eğer bu kurum olmasa
Amerika bugün 3. dünya ülkesine döner, açlık, sefalet ve krizler baş gösterir. Niçin mi?
Örnek olarak Türkiye. Ekonomisi krize girdiğinde ne yapıyor? Hemen borç paraya saldırıyor. Özellikle
Amerika’dan ya da dünyanın her hangi bir yerinden dolar karşılığı borç alıyor. 2001 yılındaki krizi
hatırlarsanız Kemal Derviş ile birlikte 1 gecede Amerika bize 17 milyar dolar borç para yolladı ve ertesi gün
Türkiye güllük gülistanlık oldu. Yani işin Türkçesi şu; Türkiye gibi ülkeler 1 uçak almak için hazinesinden 1-2
milyar dolar para öderken Amerika bunu Federal Reserve USA’yı 1 saat mesai yaptırarak sağlıyor. İşte bu
nedenledir ki Amerika süper güç oluyor, Amerika başa çıkılmaz oluyor!
Peki, bunu Amerika nasıl sağlıyor?
Onun tek bir nedeni var, o da dünya 50 yıldır doları referans birim olarak kullanıyor... Amerikan
ekonomisi Bush dönemi ile birlikte tarihinin en kötü günlerini yaşıyor. Bütün dünya Amerika’daki kriz
nedeniyle sarsılıyor ama Amerika’ya bakıyorsunuz hiçbir şey yok! Her şey güllük gülistanlık. Oysa Amerikan
ekonomisi 1 trilyon dolara yakın bütçe açığı ile karşı karşıya ve bu dev ülke halen süper güç. Ve bu açık
gittikçe ve hızla büyüyor.
Ve Bush’un ekonomistlerinin yaptığı hesapla gelecek Amerikan para birimi dünyanın dövizi kaldığı
sürece bu bir sorun oluşturmuyor. Onlar istedikleri zaman para basıp borçlarını kapatabilirler. Dünyanın
diğer ülkelerine göre Amerika veresiye yaşıyor.
Saddam Hüseyin, birilerinin akıl vermesiyle bu Yahudi hesabını görüp onu bozmaya çalıştı. 6 kasım
2000 yılında cesur bir karar alarak kendi petrolünü Euro’yu referans alarak satmayı kararlaştırdı. İşte ne
olduysa o zaman oldu ve Amerika o tarihten itibaren Saddam’ı yok etmeyi kararlaştırdı.
Sonunda bildiğimiz saçma sapan nükleer silah iddiaları ve en önemlisi Amerika’daki ikiz kulelerin
vurulması.
Derken Saddam idam edildi ve dünya halen referans para birimi olarak Euro kullanmaya devam
ediyor.
Ve işte şimdi İran artık petrol satımında referans birim olarak euro’yu baz alacağını açıklıyor. Bu karar
54
Amerika’nın İran’a saldırması için tek sebeptir ve kısa süre içerisinde Amerika İran ile ilgili yeni bahaneleri
gündeme getirip bu ülkeyi vuracaktır. Ayakta kalmak için bunu yapmak zorundadır!
Yoksa Amerikan ekonomisi bitecek ve Amerika 3. dünya ülkesi durumuna düşecektir.
Çünkü Amerika bugün dünyanın en büyük kalpazan ülkesidir.
Kalpazanlar gibi sıkıştıkça karşılığı olmayan para basmaktadır.
İran’ın bu davranışı Amerika’nın bütün hesaplarını bozabilir ve bunu diğer ülkeler örnek alabilir. İşte bu
nedenle Amerika İran’ı vurmak zorunda! Sorun şimdi başlıyor:
Suriye de Euro’ya geçme hazırlığı yapıyor ve bunu diğer üyeler de takip ediyor. Dünya petrol
rezervlerinin yüzde 7’sine yakınını barındıran Venezüella dahi para rezervlerini Euro-Dolar karışımı seklinde
değiştiriyor. Rusların Merkez Bankası da rezervlerinin yarısını değiştirmiş bulunuyor. Çin de aynı şeyi yaptı.
Bunun sonucunda dünya piyasalarında anormal bir dolar fazlalığı ve Euro talebi oluştu. Bunları, herkesin
bildiği doların Euro karsısında değer kaybetmesinin baslıca nedenleri sayabiliriz. Bu, Amerikan ekonomisi
için resmen bir çöküş demektir. Euro dünyanın dövizi olacaksa dolar müthiş bir değer kaybına uğrayacak.
Amerika keyfince dolar basamayacak (karşılığı olmadan), bütün dünya ülkeleri dolarlardan kurtulmaya
bakacak. Yerine Euro’yu koyabilmek üzere OPEC’ten petrol satın alabilmek için tüm büyük yatırımcılar
Amerikan pazarından çekilip Avrupa pazarına yönelecekler. Aslında Amerika’nın Asya ülkeleriyle yaptığı
politik anlaşmalarla Dolar suni şekilde değerini korumaya çalışıyor.
Şöyle ki, Amerikan pazarının hemen hemen tüm ihtiyaçları bu ülkeler tarafından karşılanıyor. Amerika
bu ülkelere üretmeleri için borç veriyor. Onlar ürünlerini Amerika’ya satıp borçlarını ödüyor. Bu şekilde bir
kısır döngü oluşup para gidip geliyor.
Asya dolardan vazgeçip Euro’ya geçerse Amerikan ekonomisi çöker. Zira onların da petrole ihtiyaçları
var. OPEC’ten petrol alabilmek için onlar da Euro’ya geçme eğiliminde. Sonuçta Bush bir “kara liste”
hazırlayıp , buna Euro ile petrol satmak isteyen ve rezervlerini Euro’ya çeviren tüm ülkeleri dahil etti. Aslında
Irak Savaşının nedeni de budur.
Amerika kazanmak zorunda, yoksa dünyada süper gücünü euro’ya kaptıracak. Bu nedenle İran’a
saldıracak. Fransa ve Almanya’nın aslında karşı gelmelerinin nedeni de bu. Bildiğiniz gibi İngiltere Euro’ya
geçmedi."84
Yani Amerika’nın İran’a saldırısı, aslında ayakta kalma şansıdır. Siyonist güdümlü emperyalist ABD,
hayatının kumarını oynamaktadır. Ama görünen o ki, kovboy bu sefer kazanamayacaktır.
 İRAN’A SALDIRI HAZIRLIĞI VE AKP’NİN AYMAZLIĞI
İran’dan gelecek saldırı tehlikesi bahanesiyle, ülkemizde ve İran’a yakın bölgemizde kurulması
düşünülen “füze kalkanı” projesi, aslında Türkiye üzerinden İran’a saldırı hazırlığıdır. Ve AKP
maalesef Irak işgalinde olduğu gibi, şimdi de ABD ve İsrail’in yine suç ortağıdır.
Cheney, İran için mi geliyordu?
Cheney Ankara ziyaretinde, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül olmak üzere Başbakan Recep Tayip
Erdoğan, Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt ile görüştü. Büyükanıt ile yapılacak
görüşmede, özellikle İran'a yönelik olası askeri harekât ile terör örgütüne yönelik Kuzey Irak'ta
gerçekleştirilen kapsamlı kara harekâtın sonuçlarının ele alındığı konuşuluyor. Ziyaretlerde, yüksek petrol
fiyatları, İran'ın nükleer programı ve İsrail'e karşı artan Filistin direnişi, Irak’taki son durum ve geleceğe
yönelik planların da ele alındığı biliniyor.
ABD'de neoconların önemli isimlerinden Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Ortadoğu gezisine çıkmıştı.
Ziyaret ettiği ülkeler arasında son durak Türkiye planlanmıştı. Hatırlanacağı üzere 2002'de Türkiye'ye gelen
Cheney'nin ziyaretinden hemen sonra Irak işgali başlamıştı. Geçen 5 yılın ardından şimdi, resmi olarak
açıklanmasa da masada İran'a saldırı vardı. Cheney, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kuzey Irak'a yaptığı harekâta
84
Remzi Özdemir / Yeni Çağ / 12.05.2008
55
verilen desteğe karşın İran'a yönelik destek isteyeceği yorumları yapılmıştı. Görev süresi 1 yıl sonra dolan
Bush'un koltuğu bırakmadan İran'a mutlaka müdahale etme niyeti ortaya çıkmıştı. Irak ve Afganistan işgalinin
perde arkasında; en önemli evangelistlerden olan Başkan Yardımcısı Cheney, Ortadoğu gezisi kapsamında
olduğu açıklanmadığı halde geniş kapsamlı turuna yine Irak'tan başladı. Yaklaşık 10 gün süren Ortadoğu
gezisinde gittiği ülkeler arasında; Umman, Suudi Arabistan, İsrail, Filistin ve Türkiye vardı.
Cheney ne yanıt alıyordu?
Akbabanın Ankara günü
İki ayrı masa. İki ayrı masada Rusya yok. İki ayrı masada Rusya’nın adı bile geçmiyor. Ama, iki ayrı
masaya Rusya hakim.
24.03.08, pazartesi, Ankara.
Birinci masa, Türk-Amerikan görüşmeleri. Ankara, Rusya’yı düşünüyor. Chenney’e o nedenle, o ilk
masada hayır diyor.
İkinci masa, Türkiye-Türkmenistan görüşmeleri. Türkmenistan, Rusya’yı düşünüyor. O ikinci masada
Ankara’ya o nedenle net yanıt vermiyor.
Bir kaç saat ara ile Ankara önce ABD Başkan Yardımcısı Chenney, ardından Türkmenistan Devlet
Başkanı Gurbangulu Berdimuhammedov’la buluşuyor. Her iki görüşmede, Rusya yok. Adı da, geçmiyor.
Ama, iki masadaki görüşmelere Rusya’nın gölgesi düşüyor.
Dış politika ve enerji açısından, Ankara tam sisler bulvarı.
ABD Başkan Yardımcısı Chenney, Türkiye’ye gelirken, ABD TV’lerine, "Kürdistan’ı gördüm" diyor.
Uçaktan, Kürdistan’ı görmüş bir ABD Başkan Yardımcısı iniyor.
Ayağının tozuyla yaptığı görüşmelerde, ısrar ediyor: İlle de,
"Sizin buraya radar dikelim."
ABD’nin radar isteği, Chenney’e göre, İran ve Kuzey Kore’den gelebilecek füze tehlikesine karşı bir
önlem olacakmış!
Milli Türkiye reddediyor, hayır "Siz buraya radar dikmeyin."
Kürdistan’ı görmüş Başkan Yardımcısı umduğunu bulamıyor.
Aradan bir kaç saat geçiyor. Türkmenistan Devlet Başkanı Berdimuhammedov karşısında, Türkiye çok
rahat. Çünkü, ABD’nin radar önerisini geri çevirmiş.
Ankara, Türkmenistan’la enerji projelerini görüşmek istiyor. Ancak, Berdimuhammedov bunlara
şimdilik o kadar hazır değil. Onun aklında da, Rusya var. O da, Rusya’yı rahatsız etmek istemiyor.
Türkmenistan Türkiye ile enerji alanında daha sıkı ilişkiler kurarsa, Rusya bundan neden rahatsız?
Kartların masada yeniden dağıtılmasını beklemek gerek…85 Oysa boşuna bekleniyordu. Çünkü
Siyonist emperyalizme karşı Mustafa Kemal’in yaptığı gibi, Rusya ve tüm Asya ile ittifak etmek gerekiyordu.
Ve zaten Erbakan Putin görüşmeleri de bu amacı güdüyordu.
Gorbaçov ne diyordu?
Dick Cheney'in Ortadoğu’ya yaptığı gezinin sıradan bir ziyaret olmadığı kesindir. Bundan altı yıl önce
yaptığı ziyarettin ardından Irak'ın işgal edildiğini hatırlayanlar Amerikan sisteminde başkandan sonra ikinci
adamının bölgeye gelişini de ister istemez önemsemektedir.
Nitekim ziyaretin somut sonucu olarak Lübnan Suriye'nin başkenti Şam'da yapılacak Arap Birliği
zirvesine katılmayacağını açıkladı. Bu Suriye'nin arka bahçesi olarak görülen Lübnan'ın Şam yönetimine açık
tavrı olarak yorumlanabilir. Daha da önemlisi, hafta başında Suudi Arabistan kralı Abdullah'ın zirveye
katılmayacağını açıklamasıydı. Arap Birliği denilince akla gelen iki ülke vardır: Mısır ve Suudi Arabistan.
Bunlardan birinin devlet başkanı düzeyinde temsil edilmeyip ancak büyük elçisini göndermesi Şam
yönetimini adeta diplomatik olarak köşeye sıkıştırmaktan başka bir şey değil. Ve son olarak da Mısır'ın
Şam'a gitmeyeceğini açıklamış olması Cheney'in gelişinin diplomatik başarısı sayılabilir…
85
Yalçın Doğan / Hürriyet
56
Sovyetler'in son devlet başkanı Mikhail Gorbaçov, Amerika'nın aynı anda farklı bölgelerde kurmayı
planladığı füze sisteminin hedefinin aslında İran olmadığını açıkça söyleyen herhalde ilk (eski) siyasetçi olsa
gerek. Amerika'nın Polonya ve Çek Cumhuriyeti'nde kurmak istediği füze sisteminin hedefinin İran değil
Rusya ve Çin olduğunu açıklayan Gorbaçov'un söylemek istediği şu: kral çıplak!
Artık hegemon olarak Amerika'nın rakipsizliğinin son dönemlerinin yaşandığı şu dönemde, muhtemel
rakiplerine karşı askeri ve stratejik hamleler yaparak ekonomik üstünlüğünü korumanın tedbirlerinin
peşindedir. Ama tabii ve tarihi kanunları (sünnetûllahı) değiştirmek mümkün değildir. ABD emperyalizmi ve
İsrail siyonizmi çökecektir.
Rice ve Gates Rusya’da ne arıyordu?
ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ve Savunma Bakanı Robert Gates, Rus lider Vladimir Putin
ve devlet başkanlığına seçilen Dimitri Medvedev ile bir araya gelecek. Gates ve Rice iki günlük Moskova
ziyareti sırasında ayrıca, Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ve Savunma Bakanı Anatoli Serdyukov ile de
görüşeceği belirtildi.
ABD’li bakanların temaslarında, başta füze savunma kalkanı projesi olmak üzere
Moskova ve Washington arasında gerilime sebep olan konuları müzakere etmesi bekleniyor. Gates ve
Rice’ın gündemindeki diğer çatallı konuların Kosova’nın bağımsızlığı ve NATO’nun doğuya doğru
genişlemesi olduğu belirtiliyor. Yoksa İran saldırısına destek mi aranıyor?
ABD ontolojik yıkımın eşiğinde bulunuyordu
Amerika kâğıttan kaplan gibi dökülüyor. Mao bunu söylediğinde henüz erkendi ve Amerikan gücü
şaşaalı günlerini yaşıyordu. Mao’nun o günlerde söylediği bugünlerde çıkıyor. Irak Savaşının beşinci
yıldönümü, dünyada yaşanmakta olan muhteşem döngüye denk geldi. Bush bu süreçte iki konuşma yaptı.
Bunlardan birisi işgalin beşinci yıldönümüyle alâkalıydı. Kimsenin Irak’ta kendilerinin yenildiklerini iddia
edemeyeceğini söyledi. Halbuki, ‘Irak’ta misyon tamamlandı’ diyeli yıllar oldu ve bölgeyi turlayan Cheney,
hâlâ ‘Irak’ta misyonumuzu tamamlayacağız’ diye ısrar ediyor.
Demek ki, ikisinden birinin sözü yalan. Ne tamamlanan misyon, ne de zafer var. Aksine, ABD bütün
cephelerde çöküyor. Yalvar yakar Türkiye gibi ülkelerden Afganistan’ın güneyi için kendileri namına bilvekale
savaşacak asker talep ediyor. Soros’un dediği gibi Mehmetçik’i kendileri için hazır kıt’a asker sanıyorlar.
Veya Türkiye’nin tek ihraç malı görüyorlar. Büyükanıt’ın buna verdiği cevap, Türkiye’nin cevabıdır.
Ama ekonomik kırılganlık ve AKP’ye açılan kapatma davası muvacehesinde hükümet bu talepler karşısında
yelkenlerini indirirse o başka. Ama bu takdirde de, kendini kimseye anlatamaz. Irak işgalinden itibaren
muazzam bir küresel döngü yaşanıyor…
Bush’un imparatorluk yapmak istediği ABD, ontolojik bir yıkımın eşiğindedir. Bunun üç göstergesi var.
Bunlardan birisi savaş giderlerinin taşınamaz noktaya gelmiş olmasıdır. Astarı yüzünden pahalı olmuştur.
Petrole veya Dimyat’a pirince gidelim derken evdeki bulgurdan olmuşlardır. İkincisi, ABD’nin tüketim toplumu
olmasıdır.
Ürettiğinden çok tüketmesidir. Bu da ticaret dengesi açığı olarak doları vuruyor. Maalesef Türkiye’de
AKP modeli de bu ekonomik modeli benimsemiştir. Çöküntünün üçüncü ayağı, mortgage sistemidir…
Psikolojik operasyon muydu?
Krizin iç dinamiklerle ilgili boyutu yeterince tartışılıyor. Ancak 28 Şubat müdahalesinde olduğu
gibi, Türkiye dışı etkiler hiç ele alınmıyor. 28 Şubat'ın nasıl bir proje olduğu, Türkiye içinden ve
dışından hangi güçlerin el birliği ile tezgâhlandığı sonraları ortaya çıktı…
Şimdi İran tartışılıyor. Şimdi Lübnan'a yeni bir İsrail saldırısı tartışılıyor. Kuzey Irak tartışılıyor.
Irak'tan çok daha büyük projeler gündemde. Böyle bir zamanda Türkiye'deki iktidarın niteliği, kimlerin
etkisinin ne kadar olacağı elbette son derece önemli. Kimler kimlerle iş tutmak istiyor, çok dikkatli
bakmak gerekiyor. Ben bu yüzden, meselenin Türk iç siyasetindeki geleneksel kamplaşmanın,
laikliğin, başörtüsünün ötesinde boyutları da olduğu kanaatindeyim.
ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney'nin bölge ziyaretine, dolayısıyla Türkiye ziyaretini bu
açıdan da görmeliyiz…
57
Cheney'nin önceki ziyaretinden sonra Irak işgal edildi. Bülent Ecevit hükümetinden açıkça
destek istenmişti. İç siyaset karıştı. Şimdi yine benzer bir durum oluşuyor. Siyasi tansiyon
yükseliyor. 1 Mart Tezkeresi'ni reddedenlerden hesap mı sorulmak isteniyor? Şimdi Irak işgali
döneminden daha kötü bir durum var. İç kamuoyu keskin biçimde bölünüyor. İran'a karşı birileri
Türkiye'yi cepheye sürerse, içerideki direnç büyük oranda zayıflatılmış olacak.86
Deccal avcıları ve şeytanın savunucuları başarısızlığa uğruyordu
SSCB’nin iki inanç ekseni arasında eriyip dağıldığını biliyorduk. Doğu’da Afganistan Batı’da Polonya
ekseni. Bununla birlikte, SSCB’yi dağıtan iradenin ve bunu temsil eden Gorbaçov’un dindarlık yönüne tam
vakıf değildik. Gorbaçov’un eşi Raisa’nın üniversite yıllarında dine eğilimli ve düşkün olduğuna dair rivayetler
vardı. İlk kez bu hususta SSCB’yi yıkan iradenin dinî eğilimlerini daha yakından tanıma fırsatı bulduk.
Perestroika’nın manevi zeminini bize İtalyan gazetesi La Stampa duyurdu. La Stampa vasıtasıyla Raisa’nın
ailesinin trajik sonunu öğreniyoruz. Ailesi evlerinde dinî ikonlar ve figürler bulundurduğu için İkinci Dünya
Savaşı sırasında hunharca katledilmişler. Raisa’nın ebeveyni gerçekten de dine derin hissî bağlarla
bağlıymışlar. Elbette bu durum Raisa ve eşi Gorbaçov’un vicdanlarının derinlerinde yankılanmış ve makes
bulmuş olmalıdır. Bulmaması da mümkün değildir. Bundan dolayı zor günlerde kendisini panteist ve ateist
olarak tanıtmış ve tabiata tapınıyorum (nature is my god) demiş olsa da içten içe inancın korunu muhafaza
etmiş…
Ziyaretinin akabinde de şunları söylemiştir: "Onun hikâyesi, hayatımda temel rol oynadı ve bana ışık
tuttu ve ilham verdi..." Gorbaçov Aziz Francis’i ikinci bir İsa olarak görüyor. La Stampa ‘Kendisini kamu
önünde ateist olarak tanımlayan Gorbaçov meğerse gerçekte ve gizliden gizliye mü’minmiş" diye yazıyor.
Bilindiği gibi, 1989 yılında Papa John Paul ile görüşmüş ve onunla dinî sohbette bulunmuştu. Ayetullah
Humeyni de Şevardnadze ile kendisine bir mektup göndermiş ve mektubunda Muhyiddin Arabî’ye
göndermeler yapmıştı. Kendisi de bir dindar olan ve SSCB’ye karşı Afgan Mücahidlerini destekleyen ve
onları ‘Allah’ın savaşçıları’ olarak tanımlayan Reagan da Gorbaçov için hüsnü şehadette bulunmuştu. Ona
göre Gorbaçov samimi bir dindardı…
Demek ki, komünizm din ve dindarlık üzerinden yıkılmış ve 1991 yılında Komünizmin yıkılması
Deccalizm düzenlerinden birisinin yıkılmasıdır.
Bir de Deccalizmin garbi yüzü veya batılı ayağı var. Şarklı ve doğulu bir yüzü olduğu gibi batılı bir yüzü
daha vardır. Leyla Umar Cumhuriyetin kurulmasında ve tek parti sisteminin benimsenmesinde Mustafa
Kemal ile Lenin’in münasebetlerinin bir payının ve katkısının olduğunu söyler. Evet, o ruh kimi zaman
Neoconların fikir babası ve ateist Strausse ve onun talebelerinde yaşamaktadır. Türkiye’deki bütün
darbelerin gerisinde bu izi görmek mümkündür. Richard Perle, Bernard Lewis bunlar arasındadır. Hatta
Bernard Lewis, Huntington gibi porovokatör teorisyenlerden birisidir. Kendisi de Neocon cereyan içinde
olmasına rağmen Francis Fukuyama bile Le Nouvel Observateur dergisinde Türkiye’de uygulanan laiklik
modelinin Batı’da olmadığını ve Sovyet tipi bir laiklik oldu tespitini yapmıştır. Peki, bugün bu tip laikliği kim
savunuyor? 28 Şubat sürecinin fikri mimarlarından birisi olan (İslâm’ın siyasî dili kitabı Milli Görüş çizgisindeki
dönemin partisinin kapatılma gerekçesi olmuştu) Bernard Lewis Türk laikliğini İslâm dünyası için ideal bir
laiklik türü ve modeli olarak görmektedir. Wolfowitz gibiler bu modeli Irak’a ve bütün BOP bölgesine
uygulamak istiyorlardı. Bu yüzden şimdi AKP’yi BOP üzerinden yargılamak isteyenler aslında sanık
sandalyesine kendileri oturmalıdırlar…
87
İslâm dünyasında önemli gelişmeler yaşanıyordu
Son aylarda İslâm dünyası son derece faal ve dünya medyasının da ilgi odağı. Bu hayli enteresan bir
gelişim çünkü genelde İslâm dünyasında olup bitenleri fazla öne çıkartmazlar. Çıkarsalar da genelde hep
olumsuz yansımalar olmaktadır. Bu haftalarda durum çok farklıdır. Ufak bir dünya turu yapmakta yarar vardır:
Malezya’daki seçimler:
86
87
İbrahim Karagül / Yeni Şafak
Mustafa Özcan / Yeni Asya
58
Mart içindeki seçimde İslâmi partiler ilerleme kaydederek öne çıkmıştır. Malezya yaklaşık 330,000
km2, yani Türkiye’nin yarısı kadar bir yerde, 25 milyon nüfusun yaşadığı ve büyük çoğunluğu (yüzde 60’dan
fazlası) Müslüman olan bir ülkedir. Petrol, madenler, kauçuk ve baharat zengini olan bu ülkede parlamenter
bir Monarşi vardır. Yani 13 eyaletten 9 tanesi babadan oğula geçen krallık/ sultanlıklardan meydana
gelmiştir. 1 tanesi federal bir eyalettir. Kişi başı gelir 14,400 dolardır.
Uzun yıllar, özellikle İngiltere’nin sömürmeye gayret ettiği bu zengin topraklar şu an için en zengin ve
kalkınmakta olan, teknolojisi ileri bir Müslüman devlettir. Özellikle uçak sanayiinde öne çıkmaktadır.
Nüfusun %19’u Budist, %9’u Hıristiyan, %6’sı Hindu, %6’sı Çin dinlerine mensuptur. Seçim
platformunun en büyük sloganı: Birlikte hareket ve birlikte ilerleme olmuştur. Yani üstünde çalışılan en büyük
hedef bu farklı kitle ve gurupların birlik içinde yaşayıp kaynaşmalarıdır. İslâmî parti, gücünü 1 eyaletten 5
eyalete çıkartarak, ilerleme kaydetmiştir.
Malezya, D-8’lerin kurucusu ve önemli bir üyesidir.
Pakistan’daki gelişmeler:
Şubat başında yapılan seçimlerle yeni partiler seçilmiş fakat ülkedeki istikrarsızlık henüz sona
ermemiştir. Butto’nun partisi PPP, Benazir Butto’nun ölümünden sonra ortalığı talan etmiş, sokak çatışmaları
çıkartmış, bankaları (175 adet) soyup ateşe vermişlerdir. Şimdi anlaşıldığına göre birkaç ay içinde çeşitli parti
içi bürokratik işlemlerden sonra Benazir Butto’nun eşi Zerdari başbakan olabilecektir. Zerdari gaddar, hiç
kural tanımayan ve kamu servetini sömürmeyi iyi bilen ve bu sebeple de Pakistan içinde ve dışında hakkında
pekçok dava bulunan bir zattır. Pakistan’daki davalar, başkan Müşerref’in etkisi ile mahkemelerde
düşürülmüştür. Bu maalesef, hukukun üstünlüğünü savunan demokrasilerde olmaması icap eden bir
durumdur. Başkan Müşerref’in koltuk hırsı ve inadı maalesef yanlış kişi ve yerlerden medet ummasına ve
işbirliği yapmasına sebep olmaktadır.
Bu yapılan seçimlerde İslâmî partiler büyük bir kayba uğramış, hem eyalet ve hem de merkez
parlamentolarda kaybetmişlerdir. Müşerref’in partisi de erimiştir. Bunun en büyük sebebi de bu partilerin ve
liderlerinin halka verdikleri sözleri tutmamış olmaları, halkın hayatının iyileşmesine katkıları olmazken kendi
rahatlarının artması, kriz anlarında bir türlü bir araya gelememeleri ve hiçbir konuda güçlü bir platform
kuramamaları olmuştur.
Halka itimad telkin edecek güçlü bir hükümet kurulmadıkça, güvenilir bir isim başa geçmedikçe, hem
kuzeydeki sınır aşiretlerinde, hem Svat vadisi ve Belucistan’da olaylar devam edecektir. Pakistan dış
mihrakların tahrik ve oyunlarına hedef olacaktır. Bu arada, Navaz Şerif ile Zerdari bir koalisyon hükümeti
kurmak üzere anlaşmaya yaklaşmışlardır. Pakistan’ın kuruluş kararının kabul günü olan 23 Marta kadar
anlaşmayı hedeflemektedirler.
Pakistan, D-8’lerin kurucusu ve çok önemli bir üyesidir.
İran seçimleri:
İran’da, Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ı destekleyenler seçimlerden zaferle çıktı. Tüm alışılmışın
dışında davranışlarına rağmen, Ahmedinejad, halkın ve din ulemalarının tercihi olarak görüldü. Gıda ve
enerji fiyatlarının artmasına ve gelir dağılımındaki eşitsizliğe rağmen, Ahmedinejad taraftarları kazandı.
Görüldü ki İran yine muhafazakâr Müslüman gruplar önde gitmekte ve halktan rağbet görmektedir.
İran, hem ekonomik kalkınmasını ve hem de nükleer çalışmalarını her şeye ve her türlü baskı ve
ambargoya rağmen yürütmeyi başarmıştır. Rusya ile önemli anlaşmalara imza atan İran, Çin tarafından da
desteklenmekte ve onunla da işbirliği içine girmektedir. Bölgesel anlaşmalara girmektedir. Kimse de İran’ın
rejimine bakarak ticari veya teknik anlaşmalardan uzak kalmamaktadır. Bununla beraber, gelecek yıl
cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar, Ahmedinejad’ın iç konulara yönelmesi ve durumu düzeltmesi
gerekmektedir.
Yine, geçtiğimiz hafta içinde, Irak’ta bulunan işgalci ABD güçleri başındaki general ABD’nin İran
politikasını ve planlarını tasvip etmediği ve bunları ABD için tehlikeli bulduğunu dile getirdiği için istifa etmiş
bulunmaktadır. Bu son derece önemli bir noktadır. Kimileri bu istifayı, İran’a saldırıya hazırlık olarak
59
algılarken, diğerleri de askeri idare kademesi ile siyasi kademe arasında artan huzursuzluğun işareti olarak
değerlendirilmektedir.
Seçimlerden daha da güçlü çıkan Ahmedinejad’ın, Irak ve Senegal temaslarına bakılırsa, Ortadoğu
politikalarında değişikliklerin yaşanacağı bir döneme girildiği görülmektedir.
İran da, D-8’in kurucusu ve çok önemli bir üyesidir.
Mısır yerel seçimleri:
Burada ise diğerlerinin tersine bir durum gözlenmektedir. Başkan Mübarek’in talimatı ile “Müslüman
Kardeşler”e mensup bütün belediye başkan adayları çeşitli sebeplerle tevkif edilerek gözaltına alınmaktadır.
Dolayısı ile 8 Nisan’da yapılacak belediye seçimlerinde, bunların fiilen seçime girmelerine imkân
bırakılmamaktadır. Oysa şu anda mecliste büyük bir çoğunluk Müslüman Kardeşler’in bağımsız adaylar
olarak seçimi kazanmaları sonucunda elde edilmiştir. Parti siyasi yasaklı olduğundan, üyeleri kendi başlarına
seçime girerek parlamentoya dâhil olmuşlardır.
İşte bu noktada, halkın istek ve talepleri ile tamamen ABD, İsrail ve Batı yanlısı idare birbirlerine zıt bir
davranış, görünüş içindedir. Müslüman Kardeşler, son aylarda Hamas ve Gazze’deki Filistinlilere çok büyük
bir yardım sağlamışlardır.
Mısır’da yapılan anketlere göre, baskı arttıkça, fakirlik arttıkça özellikle genç Mısır nüfusu arasında
İslâm’a daha sıkı bir şekilde bağlananların sayısı artmaktadır. Bu bilgiler, yine Batılılarca yapılan anket ve
araştırmaların sonucunda ortaya çıkmaktadır.
Senegal’deki İKÖ toplantısı:
Bu sene 57 ülkeden 5000 kişinin katıldığı Senegal’in Dakkar şehrinde yapılan toplantıya tam 30
ülkenin başkanı katıldı. Katılımcılar 3 grup halinde katıldılar. Birinci ve en büyük grup STK (Sivil Toplum
Kuruluşları)dır. İkincisi Dışişleri Bakanları platformudur. Üçüncüsü ise Devlet Başkanlarının toplantısıdır.
Bu son derece önemli toplantı şu anda tüm dünyanın ilgisini üstünde toplamış bulunmaktadır. BM
(Birleşmiş Milletler)’den sonra etkisi en çok hissedilmesi beklenen büyük kurul toplantısıydı. BM Genel
Sekreteri de katılımcılar arasındaydı.
Bu toplantı Dakkar’da yani Batı Afrika’da yapıldı. Zor günler geçiren, kıtlık, susuzluk, hastalık ve
fakirlikle mücadele eden, Avrupa ve Batı’nın sömürüp bitirdiği bu kıtada İslâm Örgütü bir umut, bir birlik ve
heyecan oluşturan bir toplantıydı.
Tartışılan birçok konu olmasına rağmen bazıları önemlerine binaen öne çıkmaktadır:

KKTC’nin buraya devlet başkanları seviyesinde davet edilmesi önemli bir aşamadır.

İKÖ Genel Sekreteri, Ekmeleddin İhsanoğlu iyi kabul gören işler yapmaktadır.

İKÖ kuruluş anlaşmasının değiştirilmesi yıllardır gündeme gelmekte ve daha geniş işbirliğini
sağlayacak değişiklikler yapılması istenmektedir. Büyük tartışmalara rağmen, dışişleri bakanları bir
anlaşmaya varamamışlardır.

Diğer taraftan son derece önemli iki karar alınmıştır. Bunlardan birincisi, daha fakir olan Müslüman
ülkelerin, zengin İslâm ülkelerinden aldığı borçlar silinmiştir. Böylece onlar, buradan temiz bir sayfa ile
ayrılacaklardır.

İkincisi de son yıllarda özellikle ABD ve Avrupa tarafından körüklenen “İslamofobya-İslâm
Korkusu”na karşı hep birlikte ciddi bir şekilde mücadele edilmesi kararı alınmıştır.

İslâm’ın doğru anlaşılması ve tanınması için gerekli çalışmaların yapılması konusunda ittifak
sağlanmış, irtibat imkanları tartışılmıştır.

ABD buraya özel bir büyükelçi tayin etmiş ve toplantıya katılmıştır.

Aynı şekilde Rusya da buraya Dışişleri Bakanı, Sergei Lavrov’u yollamıştır. Konuşmasında Lavrov,
“Rusya, hiç kimsenin, Rusya ile İKÖ ülkeleri arasına girmesine izin vermeyeceklerine ve daima İKÖ’nün
alacağı kararlara saygılı olacaklarına” vurgu yapmıştır. “Ne yönetim sistemi olarak ve ne de medeniyetler
çatışması şeklinde, İKÖ ülkeleri ile Rusya arasında hiçbir problemin bulunmadığını” özellikle hatırlatmıştır.
Rusya, bu toplantıda resmi “gözlemci” sıfatı ile bulunmaktadır. Başkan Putin de buraya özel bir mektup
60
yollamıştır.

Tüm D-8 ülkeleri burada gayet aktif çalışmalar yapmışlardır.
Tüm İslâm dünyasının çeşitli tehdit ve tehlikeler altında olduğu bu yıllarda, bu tür toplantıların önemi
daha da büyümektedir. Gelişmeler dikkatle izlenmelidir…88
İngiliz basını, işgalinin 5. yıl dönümünde Irak savaşını değerlendirdi...
Irak savaşı işgalciler için felaket olmuştu
İngiliz basını, işgalinin 5. yıldönümünde Irak’a geniş yer ayırıyor. Independent gazetesi “Irak savaşı
İngiltere’nin dâhil olduğu en felaket savaş oldu” diyor. Manşetindeki özel haberinde ise; Başbakan Gordon
Brown’ın Irak savaşıyla ilgili olarak geniş kapsamlı bir soruşturma başlatma sözü verdiğini aktarıyor.
Gazeteye göre Brown, iktidardaki İşçi Partisi’yle yakın bağları bulunan ünlü düşünce kuruluşu Fabian
Society’nin Genel Sekreteri’ne gönderdiği mektupta, Irak’ın işgali ve sonrasında yapılan hatalardan dersler
çıkarmaları gerektiğini söylüyor.
Başbakan bununla birlikte, Irak’ta hassas bir dönemden geçildiğini bu yüzden soruşturmayı hemen
açamayacaklarını, uygun zamanı bekleyeceklerini söyledi.
Independent, aynı haberinde eski Başbakan
Tony Blair’in geniş kapsamlı soruşturma açılması talebini reddettiğini hatırlatıyor, daha önce 2003-2004
yıllarında açılan dar kapsamlı dört soruşturmada birçok sorunun yanıtsız kaldığını belirtiyor.
ABD ve İngiltere, Irak’ın bataklık olduğunu geç anlıyordu
Bağdat’ta bulunan Independent muhabiri Patrick Cockburn de “Irak savaşı İngiltere’nin dahil olduğu en
felaket savaş oldu” diyor ve şöyle devam ediyor, “Irak savaşı, büyük bir başarısızlık. Çünkü ağır bir bedelle
de olsa bir zafer söz konusu olmadığı gibi, aşağılayıcı bir şekilde geri çekilmek zorunda kaldık. Basra ve
güney Irak’ta kazanan, güvenlik güçleri kisvesi altındaki yerel milisler oldu. Amerika Birleşik Devletleri ve
İngiltere, Irak’ın bir bataklık olduğunu anladı. Beş yıllık savaşın mirası budur.” Irak’ın işgalinin beşinci
yıldönümü öncesinde gazetelerde savaşın sonuçlarıyla ilgili çok sayıda değerlendirme dikkat çekiyor.
Guardian yazarı Max Hastings, Irak savaşının, salt askeri gücün sınırlarını gözler önüne serdiğini belirtiyor.
Hastings, “Yeni Amerikan Başkanı, George Bush’un çocuksu Irak vizyonunu reddetmeli, İranlı ılımlılarla
görüşmeli ve Filistin halkına adalet getirmeli” diyor. Daily Telegraph’a göre, 2006 yılı sonunda idam edilen
devrik lider Saddam Hüseyin döneminde, ölüm cezasına çarptırılan ancak işgalden önceki afla serbest kalan
Lütfi Sabir adlı bir Iraklı yetkili, “Saddam Hüseyin, iktidarda olsaydı, Irak şimdi daha iyi durumda olurdu” dedi.
Eski başbakanlardan İyad Allavi’nin danışmanlarından olan ve şimdi, Irak güvenlik güçlerinden sorumlu
İngiliz ve Amerikalılarla çalışan Sabir, “Saddam Hüseyin tarafından idama mahkûm edilmiş bir kişi olarak
bunu söyleyeceğimi asla düşünemezdim. Ama keşke yaşasaydı, diyorum. Çünkü bu ülkeyi sadece o
yönetebilir” diyor.
Milyonlarca Iraklı sefalet içerisinde boğuluyordu
Uluslararası Kızılhaç Komitesi (ICRC), ABD'nin Irak işgalinden 5 yıl sonra ülkedeki milyonlarca kişinin
hala temiz su ve tıbbi bakımdan yoksun olduğunu bildirdi. Merkezi İsviçre'de bulunan ICRC'nin, 2003 yılında
başlayan Irak savaşının 5. yıldönümündeki raporunda, Irak hastanelerinde yatak, ilaç ve sağlık personeli
eksikliği bulunduğu belirtildi. Nüfusu 27 milyonu bulan ülkenin kimi bölgelerinde kullanılacak su ve sağlık
koruma tesisleri bulunmadığı kaydedilen raporda, kimi ailelerin ortalama 150 dolar olan aylık gelirlerinin en
az 3'te 1'ini temiz su satın almak için kullandığı ifade edildi. Irak'taki sağlık sisteminin ''her zamankinden daha
kötü'' olarak nitelendiği raporda, Irak savaşının başlamasından 5 yıl sonra ülkenin çoğu bölgesindeki insani
durumun hala çok tehlikeli boyutta olduğu belirtildi. Raporda, Irak'ta savaşın başlamasından bu yana on
binlerce Iraklının kaybolduğunu da işaret edilerek, Irak'taki süren şiddet ortamında ölenlerin çoğunun
kimliğinin, gereği gibi belirlenemediği, çünkü cesetlerin çoğunun hükümet kurumlarına teslim edilmediği
kaydedildi. Uluslararası Af Örgütü de yayınladığı raporda, Irak'ın, en tehlikeli ülkelerden biri olmayı
sürdürdüğünü kaydetmiştir.
88
18.03.2008 / Doc. Dr. Oya Akgönenç / Milli Gazete
61
 İSRAİL-İRAN-ABD İLİŞKİLERİ VE ÇELİŞKİLERİ
İran ile yeniden diplomatik ilişki kurulması çağrısında bulunan Carter:
Bush politikalarını niye eleştiriyor!?
Eski ABD başkanlarından Jimmy Carter’ın Guardian gazetesinin düzenlediği edebiyat
festivalindeki konuşması İngiliz gazetelerinde önemli yer buluyor.
Guardian yer alan habere göre, Carter, Avrupa hükümetlerini, Hamas’ın denetimindeki Gazze’ye
uygulanan uluslararası ablukayı kınamaya çağırıyor.
Carter, 2006’da ABD, AB, BM ve Rusya tarafından uygulanmaya başlanan ambargoyu
“Yeryüzündeki en büyük insanlık suçlarından biri” olarak tanımlıyor.
Independent gazetesi ise Carter’ın Washington’a İran’la ilgili çağrısını öne çıkarıyor. Jimmy
Carter, “İran’la 25 yıl önce kestiğimiz ticari ilişkimizi yeniden başlatmalıyız. Buradaki herkes gibi
İranlılar da mantıklı insanlar. İntihar mı etmek istiyorlar. Sanmıyorum. İran’a dost olduğumuzu
göstermek için nükleer enerjide teknolojik yardım sağlayabiliriz” diyor.
Carter’ın başkanlığı döneminde Tahran’da 52 Amerikalı diplomat bir yıldan uzun süre rehin
alınmıştı. Rehineler, 1981’de Carter’ın başkanlığının son gününde serbest bırakılmıştı. Aynı Carter
Başkan seçimlerinde Bush ekibine karşı birlik çağrısı yapıyor.
Rus Yahudilerden İran'a Destek Geliyor!
Rusya'daki Yahudiler bir açıklama yaparak İran'ın nükleer çalışma programını desteklediklerini
duyurdu.
Rusya Yahudi toplumu lideri Vyacheslav Moshe Kantor, yaptığı açıklamada, İran'ın uluslararası
düzeyde nükleer güç olarak tanınmasını isteyerek bunun, İran krizini önleyeceğini de savundu.
Rus Yahudi Kongresi başkanı olan ve Rusya'da milyarder işadamı olarak tanınan Vyacheslav
Moshe Kantor, açıklamasında, "İran'ın uluslararası nükleer yükümlülüklerini yerine getirmesi için,
nükleer güç olarak tanınmasının zamanı gelmişti" derken, bu statünün farklı bir "önleyici mekanizma"
işlevi göreceğini de iddia ediyordu.89
Amerika ve İran arasında satranç oynanıyor!
ABD’nin istek ve söylemleri:
Oya Akgönenç’in dediği gibi:
Bugün ABD bütün dikkatini İran’ın izolasyonuna vermiş durumdadır. Uzun bir süre İran’ın nükleer bir
tehdit olarak bütün dünyayı, ama daha çok Orta Doğu’yu ve özellikle de İsrail’i tehdit ettiğini savunmuştur.
Uluslararası Atom Enerjisi Komisyonu, tüm nükleer çalışmalar yapan ülkeleri kontrol ettikleri gibi, tesislerini
onlara her zaman açan ve üyeleri olan İran’ı da denetlemiş ve İran’ın şu aşamada sadece enerji ihtiyacını
karşılamak üzere çalışmalar yaptığını ve bomba üretimi teknolojisinden uzak olduğunu bildirmiştir. Yani İran
hakkında “temiz raporu” vermiştir. Hem de bir defa değil, son yıllarda istek üzerine yapılan kontrollerle birçok
defa bunu vermiştir.
İlk defa dünya ve özellikle Avrupa devletlerini İran’a karşı cephe almaya zorlayan ABD, bu raporlara
rağmen ısrarından vazgeçmemiş ve bu sefer de İran’ın Irak’taki çatışmalara müdahale ettiğini, başta Şii
gruplara, daha sonra da bütün direniş guruplarına yardım ettiğini ileri sürerek, bu devletin derhal
durdurulması ve nükleer çalışmalarının da bir şekilde yok edilmesi gerektiğinde ısrarcı olmuştur.
İsrail de, İran konusunda gerekirse harekete geçeceklerini açıklamıştır. Irak tesislerini vurdukları gibi,
burada da ABD yardımı ile gerekeni yapacaklarını söylemişlerdir.
İran konusu, Amerikan seçimlerine de malzeme olmuş, gerek Cumhuriyetçi McCain ve gerekse
Demokratların her iki adayı Barak Obama ve Hillary Clinton, bu konuda daha kararlı ve korkutucu
konuşmalar yapabilmek için adeta birbirleri ile yarışmışlardır. Bu arada, Hilary Clinton, “şayet İran İsrail’e
89
Haber5.com / 15.04.2008
62
saldırırsa, İran’ı “yok” ederiz” diyerek hepsinden öne geçmiştir.
İşin en enteresan yönü de ABD ile taraf tutan Avrupa ülkelerinin sanayi ürünleri veya yarı işlenmiş
malzemeleri olmasa, İran’ın şu andaki düşük kapasiteye bile ulaşmasının imkânsız olmasıdır. Sonuçta bu bir
teknoloji birikimi olup, bu konuda deneyimli AB ülkelerinin yardımı ve malları ile gelişim sağlanmaktadır.
İran’ın tehlikeli bir şey yapmayıp, sadece enerji ürettiğine inanan bu Avrupa devletleri, İran’la işbirliğine
devam etmektedirler. Yani, AB ülkeleri de oyunu enteresan bir çifte strateji içinde yürütmekte ve bur arada
da İran’a mal satabilmek için birbirleri ile yarışmaktadırlar.
ABD’nin Asya girişimleri:
ABD, Asya’daki gelişimlerden oldukça rahatsızdır:
 Afganistan’da 6 yıldır istediği sonucu alamadığı gibi, bugün kendi adamları olarak bilinen
Cumhurbaşkanı Karzai’ye bir suikast düzenlenmiş olup, hayatını zor kurtarmıştır.
 Pakistan ve Hindistan’ın, İran ile geniş bir petrol-doğalgaz ilişkisine girmesini istemeyen ABD, bunu
defalarca her iki ülkeye de bildirmiş olup, onların enerji ihtiyaçları için başka yollar bulmalarını istemiştir. Her
ikisinden de aldığı cevap olumsuzdur. Yani hem Pakistan ve hem de Hindistan İran’la işbirliğine devam
edeceklerini bildirmiş ve gerekli diplomatik faaliyetlere yoğunluk vermişlerdir.
 ABD’yi mutsuz eden diğer bir durum Asya ve dünyada Çin’in ekonomik ve dolayısı ile siyasi gücünün
artmasıdır. Çin sadece bununla da kalmayıp, teknik yardım projeleri ile teknik gücünü ve kabiliyetini ispat
etmiştir. Bugün İran ve Pakistan arasında yapılmakta olan Guadar serbest ticaret bölgesi ki, petrolün
geleceği liman da burasıdır, Çinliler tarafından inşaa edilmektedir.
Çin’i bu bölgeden uzak tutmaya çalışan ABD, bunda da başarılı olamamıştır.
Pakistan hudut eyaletlerini pilotsuz uçaklarla bombalaması, eski müteffiki olan Pakistan’a haddinden
fazla baskı yapmaya kalkması, adeta Pakistan-Çin ve Pakistan- İran işbirliğini hızlandırmış bulunmaktadır.
 Hindistan’a da İran konusunda uyarı yapmaya kalkan ABD, burada da büyük bir sürprizle karşılaşmış
ve “bağımsız bir devlet isek, bize kiminle iş yapacağımızı söylemeye veya dikte etmeye kalkışmayınız”
kabilinden bir cevap almıştır.
Kısacası, İran’ı yalnız bırakayım derken, ABD kendisi gittikçe yalnızlığa doğru itilmiş bulunmaktadır.
Olayları kontrol edeyim derken, olaylar tümü ile kontrolden çıkmaya başlamıştır.
Yani siyasi ve askeri alanda adeta tam bir satranç oyunu cereyan etmektedir ve hamleler gittikçe
sertleşmektedir. Asya’dan gelen cevap, beklenmedik manevraların ustaca uygulanması şeklindedir.
İran, hem Pakistan ve Hindistan’la işbirliği ve ekonomik çalışmaları garantiye almıştır; hem de ABD’ye
NATO genişleme projesinde karşı çıkan Rusya ile bir anlaşma yapmayı becermiştir.
İran, Avrupa devletleri ile de el altından her türlü alışverişi yürütmekte olup, nükleer çalışmalarını da
sürdürmektedir.
Afganistan’da ABD safına katılmak isteyenlerin sayısı büyük ölçüde azalmış olup, İngiltere ve Fransa
dışında ilave asker göndermeye pek gönüllü çıkmamıştır.
ABD, Türkmen gazını ve petrolünü Afganistan üstünden Pakistan ve Hindistan yolu ile Hint
Okyanusu’na indirmek istemekte olup, bu konuda ikna turlarına çıkmıştır. Ama buna karşın, her iki ülke de
bu Amerikan projesini, hem daha pahalı, hem de daha tehlikeli bulmakta olup, İran’la çalışmayı tercih
etmektedirler.
ABD, Irak’ta belli bir başarıyı da gerçekleştirememiştir. Durum böyle iken, ve dünya kamuoyu her
geçen gün İran düşmanlığından uzaklaşırken, ABD’nin İran’a saldırma planlarını konuşması, veya İran’ı nasıl
ve ne şekilde vuracağını bu konuda kimlerin kendisine yardımcı olacağını, medyada ilan etmesinin de kime
ve neye yararı olacağını anlamak hayli zordur.
Asya’da oynanan tam bir satranç oyunudur ve şu anda “şah”ın kim olduğu ve kimin tarafından
“mat” edileceği büyük bir merak konusudur.
ABD-İran Gizli Görüşmeleri
“Belki, takvimlerin Kasım 2007 başını gösterdiği günlerde İstanbul’da gerçekleştirilen Irak’a Komşu
63
Ülkeler Toplantısı’nda, ABD Dışişleri Bakanı Rice ile İranlı meslektaşı Mottaki yüzyüze bir görüşme
gerçekleştirmemişlerdi ama, bu toplantıdan günümüze yaşanılanlar, Amerikan-İran diplomasi koridorlarında
çok ciddi ’buluşmalar’ yaşandığını ortaya koyuyordu.
Ortadoğu’da ’görünenlerin perde arkasını iyi izleyebilen’ gözler, zaten, Amerikan-İran ilişkilerinin Irak
zemininde giderek bir ’kendiliğinden barış havasına’ dönüştüğünü, özellikle İran Cumhurbaşkanı
Ahmedinecad’ın Bağdat ziyareti ile bu durumun gün yüzüne çıktığını da görüyordu.
Ama, İran’ın son olarak, Irak’taki Amerikan varlığının merkezini oluşturan ’Yeşil Bölge’ ye dönük havan
topu saldırılarını ’Irak’ın istikrarına ağır tehdit’ diye niteleyerek kınaması...
Tahran’dan yapılan bütün açıklamalarda, Basra’daki Şii lider Mukteda el-Sadr’ın Mehdi Ordusu’na
dönük operasyonların ’normal’ karşılandığının vurgulanması...
Özellikle, İsrail’in Lübnan-Suriye sınırında tarihinin en büyük askeri tatbikatını yaptığı bir dönemde
Hizbullah’ın muhtemel tepkilerini net bir şekilde durdurması kafa karıştırıyordu...
Tahran’dan İsrail’e önemli mesaj...
Ama bu noktada son derece ’kritik’ bir gelişmeyi aktarmakta büyük yarar var:
İran’ın FARS Haberajansı, esas olarak İran Devrim Muhafızları Teşkilatı’na bağlı bir yarı-resmi
yayın organı olarak tanınır. Bu ajansın geçtiğimiz aylar verdiği bir haberde, 12 Şubat günü Şam’da
öldürülen Lübnan’daki Hizbullah örgütünün önde gelen komutanlarından İmad Mugniyeh’in, İsrail
değil, Suudi Arabistan tarafından ’ortadan kaldırıldığını’ açıklaması dikkat çekiciydi. FARS
Suriye’deki ’iyi haber alan kaynaklara’ dayandırdığı haberinde, Mugniyeh’in, Suudi Arabistan’ın
Dahran kenti yakınlarındaki Abdülaziz Hava Üssü’ ne karşı 1996 yılında düzenlettiği bombalı saldırıya
misilleme olarak, bu ülkenin Washington eski Büyükelçisi Prens Bandar el-Sultan’ın hazırlattığı bir
komplo ile öldürtüldüğünü vurguladı. FARS’ın, haberinde bu gerçeğin ortaya çıkarılmasında İsrail
Gizli Servisi MOSSAD’ın da çok önemli bir rolü olduğunu vurgulaması da önemliydi. Haber,
Lübnan’daki Hizbullah örgütünün İsrail askeri hedeflerine dönük misilleme saldırılarının da önünü
kesmiş oldu...
Bütün bu gelişmelerin devamında, Irak’ın Şii kanadında Amerikan-İngiliz ittifakının yakın adamı
olarak tanımlanan İbrahim Caferi’ nin geçtiğimiz günlerde Tahran’ı ziyaret edip, alışılmışın ötesinde
üst düzeyde ve iyi karşılanması da Amerikan-İran ’perde arkası’ görüşmelerinin yolunda olduğunu bir
kez daha gösteriyordu...”90
İsrail’in, İran Düşmanlığı Siyaset mi?
İngiliz The Guardian gazetesinde Richard Silverstein imzasıyla yayımlanan makalede, tartışmalı
nükleer programı nedeniyle ABD'nin askeri operasyon tehdidi altındaki İran ile İsrail arasındaki gizli
ilişkiler ortaya konuldu.
İran'ı bir devlet olarak varoluşuna yönelik en ciddi tehdit sayan ve Tahran'a sıkı yaptırımlar için
diplomatik temaslarını sürdüren İsrail'in, İran petrolünün başlıca müşterisi olduğunu yazan Silverstein, Tel
Aviv'in bu tutumunun, kelimenin tam anlamıyla 'ikiyüzlülük' olduğunu belirtiyordu.
Geçen ay İran'a giden İsviçre Dışişleri Bakanı'nın, gelecek 25 yılı içerecek şekilde İran'la milyarlarca
dolarlık petrol ve gaz anlaşması imzaladığını hatırlatan yazar, anlaşmanın ABD, İsrail ve dünya genelindeki
Yahudi örgütleri tarafından tepkiyle karşılandığı belirtti. İran'ı başlıca tehdit olarak değerlendiren ABD ve
İsrail'in bu tepkilerinin tahmin edilebilir olduğunu kaydeden yazar, bununla beraber 30 Mart'ta bir İsviçre
gazetesinde yer alan haberin, İsrail'in nasıl ikiyüzlü bir politika izlediğini gösterdiğine işaret ediyordu.
Sonntag'da çıkan habere göre İsrail, Tahran'ın uluslararası alandan tecrid edilmesine yönelik bütün
çabalarına karşın, yıllardır İran petrolü satın alıyor! Haberde, 'İran ürünlerinin ihracının ve bu ülkeyle
temasların resmen yasak olmasına karşın İsrail, İran'dan büyük çapta petrol ithal ediyor. Ambargonun
'etrafından dolaşan' İsrail, petrolü Avrupa üzerinden alıyordu...'
90
Ardan Zentürk 14.04.2008 Star
64
İsrail'de enerji sektöründe yayın yapan EnergiaNews adlı gazetede 18 Mart'ta çıkan habere de atıfta
bulunan Sonntang, İran ham petrolünün, yüksek kalitesi sebebiyle İsrail'de en çok tercih edilen ürün
olduğunu da yazıyordu.
Rotterdam Üzerinden İran'a
EnergiaNews'in editörü Moşe Şalev, İran petrolünün başta Rotterdam olmak üzere çeşitli Avrupa
limanlarına geldiğini, gereken resmi belgelerin tedarik edilmesinin ardından bu petrolün İsrail tarafından satın
alındığını yazıp, daha sonra petrolün İsrail'in Hayfa limanına nakledildiğini yazan Şalev, ithalatçı firmanın da,
petrol kaynaklarını gizli tutan Eilat-Ashkelon Pipeline Co (EAPC) adlı şirket olduğunu vurguluyordu.
EAPC, İran petrolünün Avrupa'ya ihracı amacıyla 1968'de İran-İsrail ortak girişimiyle kuruldu. Ancak
İran'da Şahın devrilmesinin ardından Tahran, projede aktif rol oynamaktan vazgeçiyor ve taraflar arasında
şirketle ilgili hukuki ihtilaflar da tam olarak çözülemiyordu.
İsrail Devleti Haberdar
Sonntag, İran'ın ihraç ettiği petrolün İsrail tarafından satın alındığına dair bilgisi olup olmadığının
bilinmediğini ancak İsrail hükümetinin bu alışverişten kesinlikle haberdar olduğunu söylüyor, gazeteye
konuşan İsrailli bir enerji uzmanı da EnergiaNews'in haberini doğruluyordu.
Guardian yazarı Silverstein, ortaya çıkan bilgilerin İsrail hükümetinin ikiyüzlü tutumunu açıkça ortaya
koyduğunu savunarak, 'Eğer İran İsrail için hayati bir tehdit oluşturuyorsa, İsrail hükümeti niçin bu ticarete
izin veriyor' sorusunu yöneltiyordu!..
İran'a ambargoların sıkılaştırılması için başta ABD olmak üzere Batı ülkelerinde sürekli temaslarda
bulunan İsrail'in, uygulanan ambargoyu bizzat ihlal ettiğini belirten yazar, 'İsrail kendi boykotunu ihlal
ediyorsa, dünya ülkeleri İsrail'in Hamas ve Gazze boykotuna niçin itibar etsin? İsrail'in bile riayet etmediği bir
boykota ABD Kongre üyeleri niçin oy veriyor?' sorusu hala yanıt bekliyordu.
İran 'Resmen' Düşman Değil
İsrail'in İran'ı resmen 'düşman ülke' olarak tanımlamadığı yönündeki ilginç ayrıntıyı da hatırlatan
Silverstein, Tel Aviv'in, aynı ikiyüzlü tutumun devamı olarak, İran'la bağlantısını kesmediği gerekçesiyle
Suriye ile barış görüşmelerine başlamayı önce reddettiğini” 91 sonra da Türkiye aracılığıyla ilişkiye geçtiğini,
bir sahtekârlık örneği olarak anlatıyordu.
İran, Karabağ'ı Ermenistan'da Gösteriyor!?
Bu arada Ermenistan'la enerji, yatırım ve ulaşım alanında iyi ilişkiler geliştiren İran, Bakü'yü
şok eden bir anlaşma yaptı.
İran telefon operatörü İran Kish Telekom şirketi Ermenistan'ın işgal ettiği Yukarı Karabağ'da faaliyet
gösteren Karabağ Telekom'la roaming anlaşması imzaladı.
Azerbaycan haber ajansı APA İran telekomünikasyon şirketinin web sayfasında da Yukarı Karabağ'ın
Ermenistan toprağı gibi gösterildiğini açıkladı. Litvanya mobil telefon operatörü GeMobile'ın da benzer bir
anlaşma yaptığı ve aynı şekilde Yukarı Karabağ'ı Ermenistan toprağı gösterdiği vurgulandı.
Birleşmiş Milletler Genel Kurul kararına göre Azerbaycan toprağı olarak kabul edilen Yukarı
Karabağ'da Ermenistan'ın bir an önce işgali sona erdirmesi için Türkiye pek çok çağrıda bulunulmuştu.
İran'ın Bakü Büyükelçisi Mecid Feyzullahi ajansa yaptığı değerlendirmede: “İranlı şirketin özel
olduğunu, bunun için devletin herhangi bir yaptırım gücünün olmadığını” ve konu ile ilgili bir araştırma
yapacaklarını duyurdu. Litvanya Büyükelçisi Viliyes Samuela de anlaşma yapan şirketin özel olduğunu, eksik
bilgi nedeni ile böyle bir anlaşma imzalandığını savundu.
Olaya tepki gösteren Azerbaycan Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Hazar İbrahim ise bu iki ülke ile
diplomatik ilişkileri gözden geçireceklerini duyurdu. Evet bütün bunlar kafa karıştırıyordu.
Lübnan’da Güç Dengeleri ve Bölgenin Geleceği
Lübnan’da 18 aylık siyasî krizin silâhlı bir çatışmaya dönüşmesi yerel ve bölgesel denklemleri yeniden
91
Star / 05.04.2008
65
allak bullak etti. Dürzi Lider Velid Canbolat, Hizbullah ve Emel ve yandaşları tarafından kuşatma altında
tutulan evinde The Guardian gazetesine yaptığı açıklamada: “Beyrut’taki mücadeleyi Hizbullah ve İran
kazanmıştır” dedi. Bu zorunlu bir itiraf. Aslında geleneksel olarak Dürzilerin karargâhı ve kalesi sayılan
Cebel-i Lübnan ve Şuveyfat’ta yapılan çatışmayı da bizzat Velid Canbolat kaybetti. Bu savaşta hem kişisel
mücadelesini, hem de iktidar olarak mücadelelerini kaybettiler. Bundan dolayı basının karşısında ilk kez
Velid Ceanbolat bu kadar süt dökmüş kedi gibi kötü vaziyetteydi. Suriye ile ilişkilerinin bozuşması aynen
Hariri ailesinde olduğu gibi, Emil Lahud’un görev süresinin Beşşar’ın baskısıyla uzatılması sonrasına denk
geldi. Ama Lahud’la yıldızları zaten hiç barışmamıştı. Emil Lahud’u Türk askerlerine benzetiyordu. Belki de
bununla Cemal Paşa’yı kastediyordu. Bendeniz de Beşşar Esad’ın Suriye’yi yönetmesini aynen Cemal
Paşa’nın üslubuna benzetiyorum. Hafız Esad hem tecrübeli, hem de daha temkinliydi. Galiba yeni Cemal
Paşa kimliğindeki Beşşar Esad da Esad hanedanlığının son temsilcisi veya sonu olacak gibi. Hizbullah ve
yandaşlarına sadece kuzeyin merkezi ve kalbi olan Trablusşam’da Sünnîler direniyor. Karşı duruyor. Bunun
nedeni Şiîler karşısında tek bölünmemiş ve yekpare kitle olmaları ve gelişmelerin seyrinin geleceklerini tehdit
etme riski taşımasıdır. Onlarınki içgüdesel bir direnç. Bir ikinci nedeni de ‘direniş mahalli’ ve dolayısıyla
Hizbullah’ın silâhlarından uzak olması hasebiyle üzerindeki askerî baskının da hafif olmasından ileri geliyor.
Bilindiği gibi, Trablusşam, Beyrut’tan sonra ülkenin ikinci büyük şehri olmakla kalmıyor, aynı zamanda
Sünnîlerin de merkez şehri sayılıyor. Güneyde Sayda gibi şehirler zamanla Sünnî karakterini kaybetmişler ve
yavaş yavaş Şiî unsurların denetimine geçmişlerdi. Bu örneğin Irak’taki karşılığı ise Basra şehridir.
Geçenlerde Ahmet Davudoğlu da Basra’nın bu demografik yönüne temas etmişti.
Bu son Hizbullah saldırısı ile birlikte Lübnan’da güç dengesi tamamen İran, Suriye ve Hizbullah
ekseninin lehine kaymış görünmektedir. İktidarı temsil eden güçlerin ordudan başka sığınacakları bir ağırlık
merkezi kalmadığından dolayı, Hizbullah’ın silâhlı ve organize gücü karşısında kırılmış ve çabuk pes etmiş
ve safdışı kalmış görünmektedir. Lübnan’da ordu ve Hizbullah’ın dışında organize silâhlı bir grup
bulunmuyor. Diğer taife veya mezhebî veya dinî grupların elinde sadece nefs-i müdafaa için edinilmiş kişisel
silâhlar bulunuyor. Bu silâhlar Hizbullah’ın ağır silâhları karşısında elbette ki etkisiz ve bir işe yaramıyor.
Beşir Cemayel’in kardeşi olan ve eski cumhurbaşkanlarından Emin Cemayel’i canlı yayında dinledim. Aynen
o da Velid Canbolat gibi konuştu ve Hizbullah darbesi ve inkılâbı neticesinde Lübnan’daki dengelerin
değiştiğini söyledi. Seçime hazır olduklarını da beyan etti. Seçimden kaçmadıklarını ve karşı tarafın meseleyi
böyle yansıttığını ifade etti. Ezcümle söylediklerinden bazıları şöyleydi: “Direniş adına ülkeyi rehin aldılar ve
kontrolünü ele geçirdiler. Halbuki Lübnan bir mozaik ülke ve tek tarafın kontrolüne giremez. Bu bir seraptır.
Diyaloga hazırız, ama araç olarak silâhlı dayatmayı kabul etmiyoruz. Tehditle diyalog olmaz. Hizbullah Genel
Sekreteri geçmişte Lübnan halkına bir taahhütte bulunmuştu ve silâha başvurarak bunu açıkça çiğnedi.
Nasrallah vadi sadık olarak direniş için kalkan silâhları Lübnan halkının yüzüne doğrultulmayacağını
söylemişti ve taahhütlerine ve sözlerine bağlı kalmadı. Bilakis verdiği sözler havada kaldı. Ülkeyi ele
geçirmek için ‘direniş’in silâhlarını halkın üzerine doğrulttular. Sünnîlerin dinî merkezi olan Daru’l Fetva’da
İsrail dostları mı yaşıyor ki oraya da saldırdılar? Hizbullah’ın yaptığı direniş falan değil, düpedüz taş çağına
dönmek ve cahiliyete avdettir. Eninde sonunda Lübnan’daki mücadeleyi aydınlıkçı güçler kazanacaktır. Bizim
görebildiğimiz Lübnan’ın tek kutsalı Hizbullah’ın silâhı değil, birliğimizdir. Tabu olan silâh değil ulusal birliktir.
Bunu yıktırmayacağız. Yaşananlar Hizbullah ve Emel ve onun arkasındaki güçlerin bir komplosundan
ibarettir. Boş ve saçma bir müceradır. Dost acı söyler. Bu tutulan yol yol değildir...”
Siyasî hasar tespitine baktığımızda; Canbolat’ın Şuveyfat ve Cebel-i Lübnan’daki mevkilerini Dürzi
taifeden rakibi olan Tallal Arslan grubuna kaptırmış bulunuyor. Ordu çatışmalarda tarafsız kalıyor ve
Hizbullah’ın ele geçirdikten sonra boşalttığı mevkilere yerleşiyor. Ve hükümetin Hizbullah’a ait özel telefon
şebekesi ve havaalanının güvenlik şefiyle ilgili kararlarını da askıya aldı. Bunun üzerine Hizbullah şehirlerden
silâhlı güçlerini çekeceğini duyurdu ve çekilen Hizbullah unsurlarının yerini de ordu mensupları almaya
başladı. Ordu tarafsız kalınca iktidar koalisyonu Hizbullah’ın silâhları karşısında gerilediler. Döküldüler. Kimi
gözlemcilere göre, ABD’nin bir şey yapamaması ve zavallı konumu da Hizbullah’ın zaferini pekiştirmiştir.
66
Bununla birlikte, daha önce ‘direniş gücü’ olarak anılan son iç arbede ve çatışmalardan sonra milis gücü
olarak anılmaya başlanmıştır. Son olaylarda Mustakbel Kanalı’ndan sonra Cezire Kanalı bürolarına da
saldırdılar. Bunun da yine Hizbullah ve yandaşları tarafından organize edildiği bizzat El Cezire tarafından
duyuruldu. Bu gelişmeler, belki de bu Lübnan’da yeni bir dönüm noktasına işaret etmektedir. Hizbullah’ın
zaferi bölgede daha büyük çaplı savaş potansiyelini de beraberinde getirmiştir.”92
Lübnan’da Sünni Gruplar İkiye Bölünmesi
Lübnan’daki son olaylarla birlikte ülkedeki Sünniler ikiye bölündü. Sünni gruplardan bir kısmı
Hizbullah’a kesin destek verirken, bir kısmı da Hizbullah’ın karşısında yer almaya başladı.
Lübnan’da meydana gelen siyasi krizin ardından, Hizbullah'ın geçici süreyle Batı Beyrut’u ele geçirip,
el-Mustakbel Partisi Genel Merkezi’ni kuşatmasıyla oluşan yeni durum Lübnan’daki Sünni İslami gruplar
arasında keskin ayrışmaların meydana gelmesine yol açtı.
Başta İslami Eylem Cephesi ve Tevhid Hareketi olmak üzere Hizbullah’a destek veren Sünni
cemaatler Hizbullah’ın son eylemini “Amerika’nın ve Siyonizmin bölgeyle ilgili planına kucak açmış hükümeti
yeniden doğru yola sürüklemek için yapılmış bir darbe” olarak nitelendiriyor. Her iki grup ayrıca, Hizbullah ile
daha fazla işbirliği yapılmasını savunuyor.
Buna
karşılık
başta
Selefi
cemaatler
olmak
üzere
belirli
dini
ve
siyasi
konularda
Hizbullah’la uyuşmayan Sünni cemaatler “laik” olmasına rağmen hükümetle daha yakınlaşmaya ve buna
paralel olarak Hizbullah’la olan ilişkilerinde daha sertleşmeye başladı. Öyle ki bu cemaatlerden bazıları kendi
ifadeleriyle Lübnan’ı bir velayeti fakih devletine dönüştürmek amacıyla Hizbullah’ın yaptığı “Şii Darbeye”
karşı ilk defa silahlı mücadele seçeneğine başvurabileceğini söylüyor.
Ancak el-Cemaa el-İslami (Lübnan İhvanı Müslimin Hareketi) gibi hükümetle muhalefet arasında
tarafsız olmayı tercih eden cemaatler de çoğunluğa uyarak Hizbullah’ı daha eleştirir hale gelmiş bulunuyor.
Yalnız bu cemaatlere göre Lübnan’da olan bitenler siyasi bir krizdir Sünni-Şii çatışması şeklinde
gösterilmemesi gerekiyor.
Gözlemcilere ve analistlere göre Hizbullah’ın Beyrut’ta gerçekleştirdiği eylemlerin en olumsuz etkileri
Sünni Cemaatler arasında meydana gelen keskin kutuplaşma olduğu belirtiliyor.
Şimdi, kafaları kurcalayan soru şu: Bu sonuçlar, görünüşte ABD ve İsrail’le kavgalı olup
kahramanlaşan, ama gerçekte ırkçı emperyalizmle uyuşan ve Sünni merkezli İslam dünyasının yeni
temsilcisi olmaya hazırlanan Şii İran’ın ve Amerika’nın ne denli işine yarayıp yaramadığıdır!?
 İRAN MUAMMASI VE AMERİKAN HUMMASI
54. Hükümetin Başbakanı Erbakan, İran Dışişleri Bakanı Muttaki’yi konutunda
ki kabulünde;
“Türkiye ile İran en yakın iki kardeş ülkedir ve her konuda dayanışma içinde
olmaları gerekir” diyordu.
Sıcak bir atmosferde gerçekleşen görüşmede konuşan Necmettin Erbakan, Türkiye ile İran'ın
iki kardeş ülke olduğunu söyleyerek, "Biz hükümet olur olmaz ilk ziyaretimizi İran'a yaptık. Ve
seyahate çıkarken, basın toplantısında bir söz söyledik: İran bizim en yakın kardeş ülkemizdir.
Aramızdaki münasebet, Almanya ile Fransa arasında her gün ne kadar mektup, para ve insan
gidiyorsa, en aşağı onun kadar olmasını temin etmektir. Bizim nüfuslarımız onlarınkinden daha
fazladır. Bu işi ciddi tutmak lazımdır." demişti. İran Dışişleri Bakanı Manuçehr Mutteki ise yaptığı
konuşmada,
“iki
ülkenin
ilişkilerinin
çok
derin
temellere
dayandığını
söyleyerek,
"Sizin
başbakanlığınız döneminde, bölgedeki halklar kendine olan inancını kazandı. Sizin kurduğunuz D8'ler çok büyük bir atılım idi. D-8’lerin önemi bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Birkaç ay önce Tahran'a
gelen Başbakan Erdoğan’a İran Devriminin Lideri Ali Hamaney D-8'in çok önemli olduğunu ve aktif
92
Mustafa Özcan / Yeni Asya / 13.05.2008
67
hale getirmesi gerektiğini hatırlatmıştır” sözleri dikkat çekiciydi.
Hayra Alamet Olmayan Toplantılar yapılıyordu.!
ABD ve müttefikleri İran’a karşı bütün bölgeyi füze sistemiyle donatmaya ağırlık verirken, Hillary
Clinton’ın dediği gibi, bölge “ABD’nin güvenlik şemsiyesi” altına alınırken, Tahran’dan Körfez ülkelerine;
“topraklarınızı İran’a saldırı için kullandırmayın” uyarıları yapılırken, ABD füze gemileri Körfez sularına
demirlerken, CIA ve Mossad yöneticileri geçtiğimiz haftalar günü ilginç bir toplantı gerçekleştirmişti.
CIA Başkanı Leon Panitta ve üst düzey yöneticilerle Mossad Başkanı Meir Dagan ve tepe yöneticiler
arasındaki gizli toplantıda, İran’a karşı alınacak “önlemler”in tartışıldığı söylenilmişti. Toplantılara; İsrail
Başkanı Benjamin Netanyahu ile Savunma Bakanı Ehud Barak’ın da katıldığı, İran’ın nükleer çalışmalarıyla
Lübnan, Suriye ve Hamas’a yönelik planların ele alındığı belirtilmişti. Tam bu dönemde Körfez’de “yığınağı”
andıran silahlanma, özellikle de füze sistemleri neyin işaretiydi?
İran nükleer fizikçilerinin ve Buabi’de Hamas askeri yöneticilerinden birinin öldürülmesi gibi suikast
politikasının yeniden başlatılması da ipuçları vermekteydi.
İşte tam böyle bir süreçte Muttakinin Erbakan ziyareti daha bir önem arz etmekteydi.
ABD’nin İran’a müdahale hazırlıkları sürüyordu:
ABD, aralarında Çin’in de bulunduğu 5 ortak ülke ile İran’ın nükleer isteklerine karşı izlenecek
yöntemler konusunda görüştüğünü bildirmişti.
ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Philip Crowley, Amerikan diplomasinin 3 numaralı ismi William
Burns’un Avrupa Birliği, Çin ve Rusya’nın temsilcileriyle 90 dakika süren telekonferansta, İran’a karşı “baskı
ve müzakereler” konusunu ele aldığını belirtilmişti.
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton da yaptığı açıklamada, ülkesinin Çin ve diğer ülkelerle İran’ın
nükleer
isteklerinin
sınırlandırılması
için
gerekli
yaptırımlar
konusunda
temaslarını
sürdüreceğini
kaydetmiştir.
Bütün bunların özeti: ABD, AB ve İsrail; İran’a saldırı için bahane üretmektedir.
İran Dışişleri Bakanı Muttaki’nin “işlenmiş uranyumun başka ülkelerde saklanmasına ve takas
yapılmasına sıcak bakıyoruz ve uzlaşmaya yaklaşıyoruz” sözlerine karşılık, ABD Savunma Bakanı, eski CIA
Başkanı ve Yahudi asıllı Robert Gate’nin:
“Hayır, biz İran’la çok farklı bir çizgi izliyoruz ve artık yol ayrımına gelindiğini düşünüyoruz!” ifadeleri,
açık bir tehdit içerikliydi.
Türkiye ziyaretinde Recep Erdoğan, görüşen Robert Gate’nin: Afganistan, terörle mücadele konularını
görüştüklerini ve İran dahil her konuda Türkiye ile mutabık hareket ettiklerini” belirtmesi, AKP’nin gerçek
mahiyetini ve zalimlerle işbirlikçiliğini bir kez daha deşifre etmişti.
Tam bu süreçte İran’ın “iki yeni, uçak ve helikopter savar füzelerinin seri üretimine başladıklarını”
açıklaması, tarihi kapışmanın iyice yaklaştığını göstermekteydi.
Fetullahçı Zaman İran'da “Karşı Devrim” Bekliyor ve Körüklüyordu:
“İran Devrimi ancak 30 yıl sürebildi. 72 yıl süren Bolşevik Devrimi'ne göre çok kısa bir süre.
Gözlemciler bu yıl içinde rejime başkaldırının tırmanacağını öngörüyor.
Rejim ya giderek zora, baskıya başvurarak ömrünü uzatmaya çalışacak, ya da feraset gösterip halkın
iradesine teslim olacak. 2010 yılına girerken devam eden rejim muhaliflerine yönelik tutuklama dalgası
birinci çarenin hâlâ yürürlükte olduğunu gösteriyor. İran'daki gelişmeler, dünya çapında yeni değişiklikleri
tetikleyecek bir potansiyel taşıyor... İran büyük bir ülke ve başta petrol olmak üzere doğal zenginliklere sahip.
Nükleer teknoloji, uzun menzilli füze gibi alanlarda gösterdiği teknik başarıya rağmen bu büyük ülke doğru
dürüst üretim yapamıyor ve dünya ile rekabet edemiyor. Okuma yazma oranı, özellikle kadın nüfusun eğitim
standartları Türkiye'nin çok üzerinde; ama bu potansiyel kendine hayat alanı bulamıyor. İran, bu teokratik
yönetimin cenderesinden bir karşı devrimle çıkmaya hazırlanıyor. Bu yakın komşumuzda olup bitenleri,
özgürlükleri boğan her türlü totaliter baskının nelere mal olduğunu ve halka ne bedeller ödettiğini görmek için
yakından takip etmek lâzım. Gelişmeler bununla sınırlı değil; İran'da bizi de derinden etkileyecek çok önemli
68
gelişmelere hazırlıklı olmalıyız.”93 Diyen Mümtazer Türköne, bu niyetini açığa vuruyordu.
İran Nereye Sürükleniyordu?
İran'da şaibeli seçimlerle açığa çıkan iktidar-karşıtı eylemlerin sert biçimde bastırılması, Ayetullah
Hüseyin Ali Muntazeri'nin ölümü etrafında giderek güçlenen bir muhalefete dönüşüyordu. Ayetullah Ali
Hamaney ile Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad'ın uygulamalarını eleştiren muhalefet, Muntazeri'nin
manevi rehberliğini Mir Hüseyin Musevi'nin siyasal kimliği ile birleştiren bir direniş başlatıyordu.
Direniş, başta Tahran olmak üzere Tebriz, Kum ve İsfahan gibi birçok yerde sokak gösterileri olarak
ifade buluyor, iktidar da sert yöntemler kullanmayı sürdürüyordu. Bu sert önlemler sırasında Musevi'nin
yeğenin de öldürüldüğü söyleniyordu. İktidarın muhalefete karşı aldığı tutumun ve tercih ettiği yöntemin
öldürme, hapsetme, korkutma ve susturma olduğuna bakılırsa, İran'da yönetimin siyaset üretme yeteneği
tıkanmışa benziyordu.
Zira "karşıdakini bertaraf etme" yöntemi en bilinen biçimiyle uygulanıyordu. Bütün bu karışıklıkları
ABD’nin körüklediği konuşuluyordu.
Iraktaki Okullarında İran Düşmanlığı Yapıldığı Gerekçesiyle Fetullahçılara İran Darbesi
Geliyordu:
İran yönetimi, İrak'ın kuzeyindeki Fetullah Gülen tarikatının Işık Üniversitesi'ne bağlı dört fakülteyi
kapattırıyordu. Dohuk'ta açılması planlanan bir okulun açılışı da Irak yönetimi tarafından durdurulmuştu.
Kapatma kararında, İran'ın Fetullah Gülen okullarından duyduğu rahatsızlık etkili olmuştu. İran Dışişleri
Bakanlığı'na yakın bir kaynak, bu müdahalede Fetullahçıların ABD'yle ilişkilerinin etkili olduğunu belirtip,
Fetullahçıların Irak'ın kuzeyinde Sünnî-Şiî ayrımcılığını körüklediğini ileri sürüyordu.
Dört fakülteyi kapatma kararının İran yönetiminin etkisiyle alındığı vurgulanıyordu. İran Dışişleri
Bakanlığı'na yakın bir kaynak:
"İran resmen teyit etmemiştir, ama böyle bir şey olmuştur. Şii-Sünni ayrımı yapıyorlar. Aradaki
ihtilafları körüklüyorlar. Oysa iki kesim arasında ihtilaf yoktur. Görüş ayrılığı fakihleri ilgilendiren konulardır.
Bunların cemaati de her zaman İran'a karşı olmuştur. Gazete ve televizyonlarında sürekli İran devrimi karşıtı
yayın yapıyorlar. Şiilerin ağırlıkta olduğu Azerbaycan'da da aynı düşmanlığı yapıyorlar. Gülen'in mülteci
olduğu ülkeyi biliyoruz. Güçleri şüphe duyulacak güçte. Sibirya'nın, Avustralya'nın uç yerlerinde bile okulları
var. Bunların kendi imkânlarından kaynaklandığına inanamıyoruz." açıklamasını yapıyordu.
Fetullahçılar İran'da Okul Açmak İstiyor, Ama Kabul Edilmiyordu.
ŞİÖ “Üye Ülkeye Yapılacak Saldırıya Ortak Yanıt Verme Kararı” Alıyor ve Rusya, İran'a Şanghay
Örgütü'ne tam üyelik teklif Ediyordu!
ABD, İran’da muhalifleri destekleyerek iç karışıklık yaratmak istiyordu. Amaç, İran’a askeri müdahale
seçeneğini gündeme sokmaktı. Rusya böyle bir dönemde İran'a tam destek veriyordu. Rusya İran'a Şanghay
İşbirliği Örgütü'ne tam üye olma önerisinde bulunmuştu. Örgüt, 2005 yılında yaptığı toplantıda "örgüte üye bir
ülkeye yapılacak saldırıya ortak yanıt verme" kararı almıştı.
İran'da muhalefet yanlıları sistematik hale getirdikleri protesto eylemlerini Aşure gününe de taşımıştı.
Muhaliflerin düzenlediği gösterilerin, ABD yönetiminin ve Genelkurmay Başkanı Mike Mullen'ın savaş
sinyalleri veren açıklamalarının hemen ardından yaşanması dikkatlerden kaçmamıştı. Beyaz Saray Sözcüsü
Robert Gibbs, İran'ın nükleer faaliyetleriyle ilgili diplomatik çözümün işe yaramaması durumunda devreye
girecek bir sonraki aşamanın hazırlıklarına çok önceden başladıklarını açıklamıştı. Gibbs'in "bir sonraki
aşamayla" ne kastettiğini ise ABD Genelkurmay Başkanı Mike Mullen’in: "Amerikan Ordusu, İran'a bir askeri
müdahale için hazır olması gerekiyor." sözleri ortaya koymaktaydı.
Üyelik Teklifi Resmen İletildi
ABD'nin İran'a askeri müdahale seçeneğini gündeme getirdiği bir dönemde Rusya İran'a destek
vermişti. Rusya İran'ın Şanghay İşbirliği Örgütü'ne (ŞİÖ) tam üye olmasını istemişti. Rusya Dışişleri
93
Mümtaz'er TÜRKÖNE / Zaman
69
Bakanlığı Şanghay İşbirliği Örgütü Müdürü Leoind Maysiof, Rusya'nın talebini İran'ın Moskova'daki
büyükelçisi Mahmud Rıza Seccadi'ye iletmişti. Maysiof, Seccadi ile görüşmesinde bu ülkenin Şanghay
İşbirliği Örgütü içerisinde özel bir yeri olduğunu da belirtmişti.
Rusya'nın dile getirdiği "İran ŞİÖ'ye tam üye olsun" çağrısı ABD saldırısının kızıştığı bir dönemde
belirleyici bir etkiye sahipti. ŞİÖ 2005 yılındaki toplantısında örgüte üye bir ülkeye yapılacak saldırı
karşısında ortak hareket etme kararı almıştı. İran'ın ŞİÖ'ye tam üye olması durumunda ABD'nin İran'a bir
saldırı yapması oldukça zorlaşacaktı.
"Nükleer Sorunun Diyalogla Çözümünden Yanayız"
Rusya'nın İran'a desteği ŞİÖ'ya tam üyelik istemiyle sınırlı değildi. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey
Lavrov, İran ile nükleer konularda görüşmelerin sürmesi gerektiğini belirtmişti. Lavrov: "5+1 grubu üyesi
ülkelerin İran'ın konumunu dikkate almaları gerekir. İran'ın bölge meselelerine katılımını sağlamak için gerekli
şartların oluşturulması lazım" demişti. İran'ın güçlü ve zengin bir birikimi olduğunu da vurgulan Lavrov "Irak,
Afganistan, Lübnan ve Filistin başta olmak üzere batılı ülkelere karşı tutumlarında bunu görmek mümkün"
dikkat çekiciydi.
Kissenger, "Ciddi Girişimlerde Bulunmalıyız"
Aşure gününde yaşanan olaylar ABD'nin İran'daki muhalifler aracılığıyla İran yönetimini zayıflatma
planlarını bir kez daha gün yüzüne çıkarmıştı. ABD Başkanı Obama, gösterileri desteklediğini söylerken,
göstericiler için "haklarını arayan masum insanlar" nitelemesini kullanmıştı. Amerika'nın önde gelen siyasi
analiz dergilerinden Foreign Policy de, ABD ve Batı dünyasının İran'daki olayları açık bir şekilde
desteklediğine vurgu yapmıştı. Amerikalı üst düzey yetkililerin İran'ın kargaşa ortamına sürüklenmesi için
muhaliflere yardımcı olduğunu belirterek, ABD Dışişleri Bakanı Clinton'un şu açıklamasını yazmıştı: "ABD,
İran'daki muhalifleri perde arkasından desteklemek üzere büyük çabalar sarf etti." ABD Eski Dışişleri Bakanı
Henry Kissenger’in "İran'daki iç kargaşa İslami iktidarı devirmeye yetmeyecekse, ABD'nin ciddi girişimlerde
bulunması lazım" tehditleri anlamlıydı.
Öte yandan İran'daki gösterileri kışkırtıcılarla sınırlı sanmak yanlıştı. Batı destekli kışkırtıcılığı protesto
eden büyük bir halk muhalefeti de vardı. Ülke çapında milyonlarca İranlı'nın katıldığı gösterilerde ABD ve
batılı güçlere tepki yağmaktaydı.
Başkomutan Obama'nın Üçüncü Cephesi Yemen Oluyordu!
Nobel Barış Ödülü konuşmasında Obama, bu ödülü 'iki savaş arasındaki bir ulusun başkomutanı'
olarak aldığını söylemişti! Konuşmasında 'haklı savaş' ve 'haksız savaş' ayrımı yapıp eski neo-con
zihniyetinin, iyi savaş, kötü savaş dilini yenilemişti. 2010'un ilk günleriyle birlikte ABD, üçüncü 'haklı
savaşının' platosunu Yemen'de kurarken, Somali de kapsamı alanına girmişti. Amerikan emperyal vizyonu,
Bush döneminin 'terörle savaş' stratejisine sıkı sıkıya yapışarak, Afganistan-Pakistan-Irak şer hattını,
Yemen'e doğru derinleştirip Somali'ye doğru çevirmişti. Hegemonik gücünü askeri işgallerle idameye çalışan
ABD, Hazar Denizi'nden Afrika içlerine dek kuracağı askeri ağlarla Asyalı ekonomik devlerin ticaret ve
yumuşak karnı enerji yollarının kontrolünü ele geçirme niyetindeydi. Uzun zamandır çok ayaklı çatışmalarla
kurgulanan bölge, 'küresel jeo-stratejik önemiyle' 19. yüzyıldan beri paylaşım savaşlarının gözde merkezi
konumunda bir yerdi. Yemen'deki Aden Körfezi, Akdeniz, Süveyş Kanalı ve Kızıldeniz'i Hint Okyanusu'na
bağlayan bir bölgeydi. Asya'nın Avrupa ile ticaretinin can damarı Somali ve Yemen arasındaki Aden Körfezi,
Çin ile Hindistan ekonomisinin ticaret ve enerji güzergâhının coğrafi bağımlılık noktasını Yemen teşkil
etmekteydi. Aden Körfezi'ne hükmetmek, küresel ekonomiyi yönetmek isteyenler için gerekliydi. Somali ise,
Yemen'in tam karşısına konumlanmış, açlık, kanlı iç çatışmaları ve El-Kaide'ye yakın kabileleriyle 20 yıllık
istikrarsızlığın toprakları halindeydi.
Keza Somalili korsanlar efsanesinin altından da yine uluslararası
güçlerin çıktığı bilinmekteydi. Irak savaşının silahları epeydir buralarda el altından dağıtılarak, dünya
kamuoyuna yansıtılacak 'terörist tehlike' algısı, sürekli işlenmekteydi. Kalaşnikofların cenneti Yemen ve
Somali, derin ayrılıkçı çatışmalarla parçalanma eşiğindeydi. Diğer yandan Çin; Sudan ve Angola'yla önemli
petrol anlaşmaları yaparak, Afrika'dan geniş tarım alanları satın almaya girişmişti. Afrikalı liderlerin Çin ile
70
yakın ilişkileri de ABD'nin stratejik çıkarlarına ters düşmekteydi. ABD'nin emperyal gücünün yayılımı, Arap
Yarımadası ve Aden Körfezi'ni kapsayarak, Somali kıyılarından Orta Afrika'ya varabilirdi. Yüzyılın küresel
egemenlik savaşları Afrika’yı da içine alacak büyük satranç tahtasında sahnelenecek gibiydi. El-Kaide'ye
gelince; muhakkak ki oyunun piyonlarından biri olarak militer hamleleri güçlendirmekteydi.” 94
Dün Irak, bugün Afganistan, yarın Yemen.. Dünya Nereye Sürükleniyordu?
Batı'nın, Irak'ta, 'kitle imha silahı var' yalanıyla ve 'demokrasi getireceğiz' safsatasıyla iki milyondan
fazla Müslüman'ı katlederek yaptığı cinayetlerin adını “demokrasi atılımı” koymuştu. Bu modern katliamın
Ortadoğu'nun enerji havzalarını kontrolden başka bir şey olmadığını artık çocuklarımız biliyordu. Şimdi
gündemimize yavaş yavaş giren Yemen'i de dikkatle takip etmemiz gerekiyordu. Yemen'de açılan cephe
İran’ı çok yönlü kuşatmanın ve Çin'in Afrika coğrafyasındaki varlığını kontrole almanın açık bir adresi
oluyordu.
Yemen'de açılan cephe, Irak tipi bir işgale dönüşmese bile, yüksek yoğunluklu anlık sıcak çatışmalar
ve kanlı 'nokta atışları' şeklinde cereyan edeceğe benziyordu. Fakat korkarım bu kez mesele sadece Çin'in
etki alanını daraltmaktan da öte, Irak'ta bir türlü çıkartılamayan Şii-Sünni çatışması bir de buradan
tutuşturulup tüm Arap Yarımadası'na yayılmaya çalışılıyordu... Yemen’in haritada nerede olduğuna bir bakın.
Ne göreceksiniz? Dünyanın enerji ve ulaşım aortuna çökmüş dev bir gölge... Parmağını oynatsa nefesini
keser. Etnik haritasına baktığınızda ne göreceksiniz? Kuzeyinde Şii Zeydi azınlık... Nereye komşu?
Suudilere... Fas, Ürdün, Mısır ve Yemen yönetimi Zeydilere karşı ortak cephe açtılar. Amaç ne? İran
Şia'sına yakın olmayan bu Şiilere karşı Sünnileri kışkırtmak. 'Batı', bu kadar kirli, bu kadar vahşi, bu kadar
zalim olabiliyordu. Ve hele Siyonist İsrail’in hatırına dünyayı ateşe verebiliyordu.
Yemen'de olan bitene ilgisiz kalmamak gerekiyordu. 'Yemen'de Osmanlı'nın verdiği şehit sayısından
tarih bile ürker' deniyordu. Bu vesile ile oturup Yemen Türküsü neden yakılmıştır, Huş neresidir? Ayrıca
okumak gerek... Zira Yemen bundan böyle hiç olmadığı kadar hayatımıza girecek görünüyordu.
Bir Ülke Daha İşgal Ediliyordu!
El Kaide bahane edilerek bir ülke daha işgale hazırlanıyordu. Biz daha o ülkenin neresi olduğunu
anlamadan, orada neler döndüğünü kavrayamadan, o ülkenin işgal edilmesinin ne tür sonuçlar
doğuracağının farkına varmadan Irak ve Afganistan benzeri bir savaş ve işgal senaryosu sahneye
konuyordu.
Yakın tarihimizde çok önemli yeri olan, Birinci Dünya Savaşı'nın en kanlı cephelerinden Yemen'de çok
yönlü, çok cepheli bir savaşın, ardından topyekûn işgalin alt yapısı çoktan hazırlanmıştı. Şimdi terörle
mücadele bahanesiyle Irak ve Afganistan gibi açık işgal dönemi başlatılacaktı. El Kaide ise ABD
emperyalizmine haklılık kazandırmak üzere taşeronluk yapmaktaydı. Yemen hükümetiyle Şii ve Sünni
gruplar arasında çatışmalarla başlayan süreç, Suudi Arabistan ve bölge ülkelerinin katılımıyla genişleyip,
bölgesel bir kriz halini almıştı. Bize çok tanıdık gelen yöntem burada da uygulanmış, ABD, İngiltere ve İsrail
önce "terörle mücadeleye destek" amacıyla çatışmalara katılmış, ardından söz konusu ülkeyi işgal edip
parçalayacak süreci başlatmışlardı. "Irak dünün savaşıydı. Afganistan bugünün savaşı. Yemen ise, yarının
savaşı olacaktı" Kim diyor bunu? ABD'li senatör Joe Lieberman! Kendi sözü değil. ABD yönetiminden bazı
yetkililerin kendisine böyle söylediğini aktarmışlardı…” diyen sevgili İbrahim Karagül, AKP’nin sorumluluğuna
ise hiç değinmiyordu.
Artık Yemen'in de Başı Belada Bulunuyordu
Yemen Arap dünyasının Afganistan'ıydı. En yoksul Arap ülkesi, hükümeti zayıf, halkı silahlı, çoktandır
ciddi bir isyanla yüz yüze, aşiret yapısı güçlü ve dağlık bölgeleri Kaide gibi gruplar için doğal birer sığınaktı.
Washington, şüpheli Kaide sığınaklarına baskınlar yapan Yemen güçlerine sessiz sedasız askeri
teçhizat, istihbarat ve eğitim sağlayıp kışkırtmaktaydı.. Yılbaşı arefesinde Yemen güçleri üst düzey militan
liderlerin bir toplantısını hedef aldı ve kasımda ABD üssü Fort Hood'daki ateş açma olayından sorumlu
94
Nihal KEMALOĞLU / Akşam
71
tutulan yüzbaşının bağlantılı olduğu radikal bir din adamını ortadan kaldırdı.
Senato İç Güvenlik Komitesi başkanı Joseph Lieberman ABD'nin Yemen'de artan varlığının Özel
Operasyonları, Yeşil Berelileri ve istihbaratı da içerdiğini açıkladı. 2009'da Pentagon Yemen'e aleni terörle
mücadele yardımı mahiyetinde 67 milyon dolar aktardı; yetkililer bu meblağın 2010'da artırılmasına çalıştı.
Geçenlerde Sana'yı ziyaret eden Lieberman'a göre, Yemen'deki bir ABD yetkilisi kendisine şunu söylemişti:
"Irak dünün savaşıydı. Afganistan bugünün savaşı. Eğer önceden harekete geçmezsek Yemen yarının
savaşı olacaktı!?” Evet, İran ve Türkiye çok engin ve derin bir kuşatmayla karşı karşıyaydı!
Türk basını Yemen’den bildiremiyor!
"Havada bulut yok bu ne dumandır / Mehlede ölüm yok bu ne şivandır / Bu Yemen elleri ne de
yamandır // Ano Yemen'dir gülü çemendir / Giden gelmiyor acep nedendir? / Burası Muş'tur, yolu yokuştur /
Giden gelmiyor acep ne iştir? // Kışlanın önünde çalınır sazlar / Ayağım yalınayak yüreğim sızlar / Yemen'e
gidene ağlasın kızlar..."
Eski ilimiz için yakılan bu türkü hiçbir şey ifade etmiyor, demek ki!.. ABD'nin gösterdiği ilgi(!)yi birkaç
sütunla ifade etmekten imtina(!) ediyoruz demek ki!.. Oysa Gürcistan’da ateş hattının ortasına canlı yayın
araçları ve usta kalemleriyle akın etmiş, anlık gelişmeleri kamuoyuyla paylaşmışlardı. Haberiniz yoksa(!),
haberiniz olsun, Yemen yanıyor!..
İran’da muhalefetin lideri Mir Hüseyin Musevi; Kimin Adamı Oluyordu?
İran'da muhalefetin lideri Mir Hüseyin Musevi, çarpıcı açıklamalar yaparak, ülkenin ciddi bir
krizin
içinde
olduğunu,
muhalif
liderlerin
öldürülmesinin
veya
tutuklanmasının
halkı
susturmayacağını açıklamıştı. Musevi, kendisine bağlı internet sitesinde yer alan açıklamasında,
idam edilmesi gerektiği yönünde iktidara yakın isimlerden gelen çağrılara yanıt olarak, "ölmekten
korkmadığını" hatırlatmıştı. Musevi ayrıca, siyasi tutukluların serbest bırakılmaları çağrısı da
yapmıştı.
Muhalif lider, "Musevi'yi, (Mehdi) Kerrubi'yi tutuklamak veya öldürmek sükûneti sağlamaz.
Halkın talepleri uğruna şehit olmaya hazırım. Halkın barışçı protesto hakkının bulunduğu, yetkililerce
kabul edilmelidir. İran ciddi bir kriz içindedir" ifadesini kullanmıştı.
Muhalefete karşı sert tutumun ayaklanmaya yol açacağını, hükümetin şiddete ve öldürmeye
başvurarak, çok yanlış yaptığını belirten Musevi, seçim yasasının değiştirilmesini savunmaktaydı.
İran'ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney'in danışmanı Abbas Vaez Tabasi ise; ülkedeki yıkıcı
gösterilerin arkasında olan muhalefet liderlerinin "Allah'a düşmanlık" suçu işlediklerini, bu suçun
cezasının da idam olduğunu vurgulamıştı.
Öte yandan resmi İRNA ajansı da muhalif liderlerin halkın tepkisinden korkarak, öldürülme
korkusuyla başkent Tahran'ı terk ettiklerini öne süren bir haber yayımlamıştı. Musevi, 12 Hazirandaki
cumhurbaşkanlığı seçimini açık farkla kendisinin kazandığını ancak hile yapılarak hakkının elinden
alındığını savunmakta, ABD ve İsrail’den destek aldığı konuşulmaktaydı.
Açılım Edebiyatı ve Batı’nın Hayat Kaynağı!
1973 Yom Kippur savaşında ABD'nin İsrail'e verdiği destek karşısında iyice bunalan Arap dünyası
petrol ambargosunu sınadı. Petrolün varili 3 dolardan 12 dolara çıkmıştı.
ABD bu işten çok büyük zararlara uğramıştı ve İran deneyimi de yaşanınca Ortadoğu petrollerine zorla
el koyma politikalarına ağırlık kazandırmıştı. Önce şeyhlikler ve diktatörlükler marifetiyle yoğunlaşan bu
siyaset en sonunda Ortadoğu'nun bizzat işgal edilmesine kadar uzanmıştı. Bu politikalar zaman içinde
çeşitlenmiş ve etki sahasını genişletip yayılmıştı. Elçibey zamanında Azerbaycan petrollerinde Amerikan
şirketinin payı yüzde yirmilerde iken, Aliyev'lerin "aile şirketi" döneminde bu oran yüzde ellilere ulaşmıştı. Bu
yüzyılda, batının ekonomik refahını sürdürebilmesi artık, enerji arz güvenliği ile doğrudan bağımlıydı. 2050'ye
kadar tahmin edilen iki enerji senaryosu vardı. Önce, fosil yakıtlarının kullanımı artacak ve bu arada
doğalgaza olan talepte büyük bir artış olacaktı.
Bilahare enerji sistemlerinde yeni teknolojiler, yakıt hücreleri ve temiz enerji kaynakları devreye
72
sokulacaktı. Bizim meşhur bor madenleri hikâyesi de bu geçiş döneminden sonra gündeme taşınacaktı. Bu
senaryolar üzerinde oluşturulan politikalar birbirinden bağımsız sanılmamalıydı. Aralarında kabaca 30 yıllık
bir geçiş süresi var... Şimdi gözlendiği kadarıyla tek bir enerji dağıtım şebekesinin siyasi inşası devam
ediyordu. Doğudan batıya doğru çizilen enerji nakil hatları etrafında bir ittifak oluşturuluyor ve bunu
koruyacak olan enerji diplomasisi, enerji orduları ve enerji rejimleri üretiliyordu. Bu siyasetin bir izdüşümü de,
Kafkasya ve Türk cumhuriyetlerinin de dâhil edildiği bu coğrafyanın merkezinde duran Türkiye'de
gözleniyordu.
Türkiye'de hız kesmeden devam eden siyasi kırılmaların, dünya enerji talebi ile çok yakın bir ilişkisi
biliniyordu. Çünkü Türkiye'ye biçilen bir rol bulunuyordu: Bütün komşularıyla sıfır problemle çalışan ve
devraldığı enerjiyi sorunsuz şekilde aktaran bir santral oluşturuluyordu. Bu yüzden soğuk savaş döneminde
devlette, özel sektörde ve medyada batı tarafından oluşturulmuş bir yığın teşkilatın yine batı desteği ile
temizlendiği bir süreçten geçiliyordu!
Gelecek 25 yılda dünya enerji tüketimi yüzde 50'nin üzerinde artacak görünüyordu. Hesaplamalara
göre şu andaki enerji ihtiyacının yüzde 73'ünü ithalatla karşılayan Türkiye'de bu oran, 2020 yılında yüzde
80'lere yükselecek” deniyordu. Türkiye, yeni dönemde bu politikalara tam uygunluk gösteren açılımları
görülmemiş bir hızla uygulamaya başlıyordu. İç çatışma alanları kurutulmaya çalışılıyor, yeni dış ticaret
kapıları açılıyor ve uluslararası enerji sermayesine daha fazla kolaylıklar gösteren yatırım teşvikleri
açıklanıyordu. Devlet değişiyor, siyaset değişiyor ve kurumlar dirense de, huzursuzluk artsa da değişim hız
kesmiyordu. Açılım dediğiniz şeyin motorunda, batının hayat kaynağı olan enerji meselesi yatıyordu” diyen
Cüneyt Arvasi, AKP’nin emperyalizme taşeronluk yaptığını ifade ve itiraf ediyordu.
Türkiye ve İran’dan Uzaklaşan Azerbaycan İsrail’e yanaşıyordu!
Ben Gurion, 1958’den önce, Türk-İsrail ilişkisine “metres ilişkisi” diyordu. Bunu derken artık evlilik
istediğini dillendiriyordu. Anlaşılan 1958 bir çeşit evlilik sayılıyordu. Son olarak, büyükelçinin aşağılanması
olayıyla anlaşılıyor ki, artık taraflardan birinin huysuzlandığı kötü bir karı koca ilişkisine dönüşüyordu. Basın,
ülke onuru ayaklar altına alınırken; “özür dilemek zorunda kalındı”, “Türkiye itibarını geri kazandı” türünden
sözlerle aslında İsrail’in Türkiye’deki gücünü anlatıyordu. Tepki göstermeden özür dilemek, birbirlerini
yıllardır tanıyan karı kocanın ilişkisinde; “seni üzmek istememiştim ama sert vurmuşum, kusura bakma”
şeklinde oluyordu. Bir dahaki sefere daha dikkatli vururum” anlamına geliyordu.
İsrail’in hem aşağılayıp hem de hiçbir tepki almadan olayı kapatabilmesi, Türkiye’deki gücünü
kanıtlıyordu. Öte yandan Ortadoğu’da olan biteni görmeden Siyonist İsrail’in itibarı ve gücü hakkında
konuşmak bize yersiz geliyordu. “İtibarını kaybetti” sululuklarıyla karşılanan İsrail’in Azerbaycan’la geliştirdiği
ilişkiler tahminlerin ötesine geçmiş bulunuyordu ve ufku Kafkaslara uzanıyordu.
 KKTC’YE AMERİKAN ÜSSÜ MÜ KURULUYOR?
Siyonist İsrail başbakanı: “İran’ın ablukaya alınmasını” istiyordu!
Tek dertleri İran!
Haaretz gazetesinin haberine göre İsrail Başbakanı Ehud Olmert, Kudüs'te ABD Temsilciler
Meclisi Başkanı Nancy Pelosi ile görüşmesinde İran'ın denizden abluka altına alınmasını teklif etti.
İsrail Başbakanı Ehud Olmert, güya nükleer programım engellemek için İran'ın denizden abluka
altına alınmasını önerdi. Haaretz gazetesinin haberine göre Olmert, Kudüs'te ABD Temsilciler Meclisi
Başkanı Nancy Pelosi ile görüşmesinde İran'ın denizden abluka altına alınmasını teklif etti. Olmert,
görüşmede Pelosi'ye, "uluslararası kamuoyunun İran'ın nükleer silahları elde etme çabalarını
durdurmak için daha sert adımlar atması gerektiğini" söyledi. Siyonist Başbakan Olmert ayrıca,
uluslararası kısıtlamaların İran uçakları, iş adamları ve üst düzey yetkililere uygulanması gerektiğini
ifade ederek, "Dünyada hiçbir yere gidemeyecek olan İranlı iş adamları rejimi zorlayacaktır" dedi.
Olmert'in sözcüsü Mark Regev ise Başbakanın Pelosi ile Kudüs'te pazartesi günü yaptığı görüşmenin
içeriği hakkında, "gizli" olduğu gerekçesiyle yorum yapmaktan kaçındı. Pelosi, Washington’a
73
dönerken yaptığı açıklamada, kendisinin ve kongre heyetinin İsrailli yetkililerle "İran tehdidini" ele
aldıklarını belirtmişti. Ehud Olmert, iki hafta içinde ABD'nin aracı olduğu Filistinlilerle müzakereler ve
İran konularının gündemde olacağı bir Washington ziyareti planlıyor.
Rice: “Lübnan'daki kargaşadan Suriye ile İran sorumlu” diyordu
ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Lübnan'da, başkent Beyrut'un batı kesiminin büyük
bölümünü ele geçiren Hizbullah örgütünün sürüklediği kargaşa ortamından Suriye ve İran'ın sorumlu
olduğunu yineledi.
ABD Dışişleri Bakanlığı'nda basın toplantısında açıklaması okunan Rice, Hizbullah'ın, masum
Lübnan halkından sivilleri öldürdüğünü ve yaraladığını ileri sürdü. Rice, ''Hizbullah, devlet içinde
devletini korumaya çalışıyor'' dedi.
Lübnan'ın başkentinde son 3 gündür 14 kişinin öldüğü, 20 kişinin de yaralandığı çatışmalar,
ülkenin 1975-1990 yılları arasında 15 yıl süren iç savaşından beri en vahim kargaşa olarak
nitelendiriliyor.
İran'a karşı yoğun İsrail kışkırtması sürüyordu
İsrail, İran'a ve nükleer programına karşı yeni kışkırtma kampanyasına girmeye başladı. Aynı zaman
zarfında halihazırda Körfez sularındaki iki Amerikan uçak gemisi başka savaş gemileriyle tatbikatlar
yapıyorlar.
İsrail hareketlenmesi dünyanın iki temel başkenti Washington ve Londra üzerinde yoğunlaşıyor. Bu iki
devletin gelişen İran askerî gücüne yönelik endişesi noktasında İsrail'e katılması ve halihazırda uluslararası
Güvenlik Konseyi'nde devam eden, yeni yaptırımlar dayatma çabalarında bariz rol oynaması tesadüfi değil.
İsrail şahinlerinin ileri gelenlerinden görülen İsrail Başbakan Yardımcısı ve Ulaştırma Bakanı Şaul Mofaz,
Amerikalı yetkilileri İran'a karşı kışkırtmayı ve bu yönde ABD yönetimine baskı uygulaması için Yahudi
lobisini dolduruşa getirmeyi hedefleyen bir dizi bağlantı kurdu. İsrail ordusu eski genelkurmay başkanı
General Mofaz 'İsrail'in İran'ın nükleer silaha sahip olmasını kabul etmeyeceğini' ifade ederek 'bütün
seçeneklere kapı açık' dedi ve Amerikan Sava radyosuna yaptığı açıklamalarda İran'ın nükleer silah
aracılığıyla Ortadoğu bölgesinde süper devlet olmak istediğini ilave etti. İsrail istihbarat organlarındaki bir
grup üst düzey yetkiliyi kapsayan büyük bir heyetin başında bu sabah Londra'ya varan İsrail dışişleri bakanı
ise İngiliz meslektaşı ve diğer yetkililerle görüşmelerinde İran nükleer tehlikesi ve mücadele yöntemleri
üzerinde yoğunlaşacağını ifade etti. Bu İsrail diplomatik faaliyetleri İran'ın Irak'taki nüfuzunun genişlemesi ve
modern silahlarla 'terörist' grupları donatması üzerinde yoğunlaşan Amerikan medya kampanyalarıyla aynı
zamana denk geliyor. İran'ın adı geçen gruplara desteği Amerikan ordusu saflarındaki ölü sayısının artışına
yol açıyormuş.
ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney'nin başını çektiği ve ABD'nin Güvenlik Konseyi'ndeki eski elçisi
John Bulton gibi aşırılıkçı isimleri içeren Amerikan yönetimindeki şahin kanat, bu savaşın planını yapıyor,
bölgedeki ve dünyadaki müttefiklerini seferber ediyor. Cheney'nin altı aydan az bir süre içinde iki defa
Ortadoğu bölgesini ziyaret etmesi ve bu ziyaretler sırasında Irak, Suudi Arabistan, Bahreyn, Mısır, Umman
ve Türkiye'nin yanı sıra İsrail'de durması dikkat çekiciydi. Bu ülkelerdeki yetkililerle görüşme takviminin
zirvesinde İran nükleer dosyası yer alıyordu. John Bulton bu şahin kanadın sözcüsü olarak 'İran'a yönelik
savaştan daha kötüsü İran'ın nükleer silaha sahip olması' diyor. Bulton'un bu husustaki sözlerinin ciddiye
alınması gerekli. Zira bu adam ABD yönetiminde bakan yardımcısı iken Irak'taki savaş öncesi de benzer
sözleri tekrarlamıştı. Bölge tehlikeli bölgesel bir savaşa doğru gidiyor ve Sayın Hillary Clinton, 'İran İsrail'e
saldırdığı zaman İran'ı haritadan sileceğini' ifade ederken İran'a yönelik bu kışkırtma ortamını iyi hissetmeli.
İran'ın İsrail'e saldırması çok uzak bir ihtimal, ancak halihazırdaki İsrail hareketlenmelerini hesaplarımıza
alacak olursak tam tersi yaşanabilir. Yani İsrail, ABD'nin yeşil ışık yakmasıyla İran'a saldırabilir. Bu durum
İran'ı karşılık vermeye itecek ve sonrasında kapsamlı Amerikan saldırısına maruz kalmasına yol açacaktır.”
İşte tam bu sırada KKTC’de Amerikan üssü İran’a karşı mı yapılıyordu?
Birol Ertan çok önemli bir tehlikeye dikkat çekiyordu:
74
KKTC Geçitkale Havaalanı’nın KKTC Hükümetinin destekçiliğini yapan Asil Nadir medyası
ortaklığındaki CAS adlı şirkete mi, yoksa Rum ortaklı başka bir İngiliz şirketine mi ihale edildiği konusundaki
tartışmalar yapılırken, Erol Manisalı’nın şok iddiaları gündeme oturdu. Manisalı’ya göre "herkes TalatHristofyas görüşmeleri ile oyalanırken, örtünün altında çok garip operasyonlar yürütülüyor."
KKTC Hükümeti ve Türkiye Hükümetinin bu ciddi iddialara cevap vermesini bekliyoruz. Yoksa bu ciddi
iddiaların arkasında olan KKTC ve Türkiye’deki bazı sorumlular, Yüce Divan’a giden yollarını örmüş
olacaklardır.
Türkiye ve KKTC bakımından stratejik bir öneme sahip olan Geçitkale askeri havalimanı, KKTC
Hükümeti tarafından CAS adlı 2005’de kurulmuş bir İngiliz şirketine verildi ve işin arkasında Amerika’nın
bulunduğu söyleniyor. Bu iddia, tüyler ürpertici bir söylenti değilse, Hükümetin bu iddianın altında kalarak
üstünden kalkamayacağı bir sorumluluk altına girdiği kolayca söylenebilir. Bu ilginç iddiayı dile getirenler,
daha da ilginç iddialar da dile getiriyorlar: "KKTC Hükümeti’nin bir İsrail şirketine, Geçitkale havaalanı
yakınlarında 5 bin kişinin yaşayabileceği bir kasaba inşaatı ve yönetimi izni verilmiştir."
Eğer bu iddialar doğruysa, yalnızca KKTC Hükümeti’nin değil, işin arkasında olması durumunda
Türkiye’deki AKP Hükümeti’nin de sorumluluğa ortak olacağını dile getiriyor.
Bu korkunç iddialar doğruysa ve ABD, İngiltere ve İsrail katkısı ile KKTC’de üs ve yerleşim yerleri
sahibi olmaya başlıyorsa, bu gelişmelerin Büyük Ortadoğu projesi ile bağlantılı olma olasılığı yakın
görünüyor. Erol Manisalı da bu iddiaları dile getiriyor.
Dünyanın her bölgesinde ve özellikle Orta Doğu bölgesinde Amerikan yayılmacılığı, son yıllarda gözle
görülür biçimde hissedilmeye başlandı. Küçücük ada ülkelerinden eski Sovyet bloğundan kopan yeni
bağımsız kalmış ülkelere kadar Amerikan yayılmacılığı planları sistemli biçimde uygulanıyor. Avrupa Birliği
projesi ile bir çok yeni bağımsızlığını kazanmış ülkeyi denetim altına alan ABD-İngiliz ortaklığı, Gürcistan ve
Ukrayna gibi ülkeler başta olmak üzere Soros’un turuncu devrimlerini başarıyla uygulamaya başladı. Yeni
emperyalist yayılmacılık olarak isimlendirilebilecek bu tehlikeli gelişmeler, dünya ekonomisini tek bir
merkezden kontrol edebilecek ve bunun önündeki en büyük engel olan ulus-devletleri güçsüzleştirerek teslim
alacak ve zaman içinde ortadan kaldıracak küreselleşmeci politikaların parçalarıdır.
ABD-İngiliz yeni emperyalist yayılmacılığının ulus-devletleri teslim alma stratejisinin yolu, bağımsız
devletlerin yönetimlerini güçsüzleştirmekten ve zaman içinde de teslim almaktan geçiyor. Bu amaçla
bağımsız devletleri güçsüzleştirmek ve teslim almak için ulus-devletler "üstten" ve "alttan" baskılar yoluyla bir
kapana sıkıştırılmaya çalışılıyor. Üstten baskı, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve AB gibi
emperyalist süper güç olan ABD’nin denetimindeki uluslararası örgütler yoluyla yapılıyor. Ulus-devletlere
alttan baskı ise ulus-devletleri iç sorunlarla boğuşarak güçsüzleştirmek ve işbirlikçiler yoluyla teslim almak
biçiminde planlanıyor. Bu amaçla ülke içinde iç çatışmalar, istikrarsızlıklar, iç savaşlar, iç siyasette
kutuplaşma ve kamplaşmalar yoluyla iktidar kavgaları ve terör hareketlerinin desteklenmesi biçiminde ulusdevletler içeriden zayıflatılıyor ve emperyalist giçlerce teslim alınıyor.
Bu planlanmış süreçte dünyada yeni bir kamplaşma yaratacak ulusalcı yapılanmaların direnci kırılmak
zorunda. Ne var ki, işler umulduğu kadar parlak gitmiyor. Bir yanda Rusya, Çin ve Hindistan bloğunun
küreselleşmeci, yeni dünya düzenine teslim olmama kararlılığı, diğer yanda da güçlenen ulusal devletler ve
ulusalcı hareketler, dünyayı emperyalist tek bir merkezden yönetme hayallerine engel olmaya başlıyor. Bu
süreçte özellikle Orta Doğu’da başlatılan emperyalist saldırganlık, zafer ilan etmiş gibi görünse de büyük
bozgunlar ile karşı karşıya kalıyor. Bu bozgunları önlemenin yolu ise küresel emperyalizme direnen İran gibi
Orta Doğu ülkelerini sabit bir uçak gemisi görünümündeki Kıbrıs adası gibi yerlerdeki üsler yoluyla
denetlemek ve teslim almak olarak planlanıyor. Geçitkale havaalanı projesi, bu planların bir parçası olarak
gündeme geldiyse, bu planın uygulanmasında rol alanların kendilerini bu ağır sorumluluktan kurtarmaları çok
zor görünüyor.
ABD, küresel bir süper güç olarak dünyadaki etkisini sürdürmekle birlikte, Avrupa Birliği içindeki bazı
denetlenemeyen ülkeler, AB’yi bölgesel bir güç olmaktan çıkararak AB ülkelerinin ulusal çıkarlarına hitap
75
eden küresel bir güç yapma arayışına girdiler. Bu beklenen gelişme, AB’nin içeriden denetlenmesi
planlarının devreye sokulmasını ve İngiltere’nin bu amaçla Almanya ve Fransa’nın ulusal çıkarlarını
zayıflatan politikalar yürütmesini gerekli kılacaktı. Ne var ki, ABD tarafından daha etkili ve masrafsız bir
politika yürütüldü ve Fransa’da Sarkozy, Almanya’da Merkel, küresel emperyalizm projesinden paylarını
alma seçeneğine yöneldiler. Bu amaçla, Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Fransa’ya, KKTC’nin de ABD ve
İngiltere’ye üs yapılması planları devreye sokuldu.
Öte yandan, Rusya ve Çin yakınlaşmasına Hindistan ve İran gibi gelişme potansiyelleri yüksek olan
ülkeler dahil olmaya başlayınca, dünyanın büyük enerji kaynaklarının denetiminin kaybedilmesi riski ile yüz
yüze gelindi. ABD Başkanı Bush, İran’ın nükleer silahlanmasının dünyayı 3. Dünya Savaşı’na
götürebileceğinden açık biçimde söz ederek bu kamplaşmaya yönelik ilk ciddi tepkisini ortaya koydu. Bu
planlı emperyalist dünya devleti yaratma çabalarına rağmen İran, Rusya ve Çin ile yakınlaşmasını
sürdürüyor. Dünya, uluslararası alanda yeni ve tehlikeli bir sıcak savaşa doğru hızlı adımlarla ilerliyor.
Kıbrıs adasının stratejik önemi, küresel güçler arasında yer alan ABD’nin en güçlü müttefiki olan
İngiltere’nin adada 10 bin asker ve nükleer silahlar da barındıran bağımsız üslere sahip olması ve bu üslerin
Orta Doğu planları için kullanılmak için hazır bekletilmesiyle yakından ilintilidir. Bu planların içine KKTC’nin
de dahil edilmesi olasılığı, birçoklarının haklı kaygılarına haklılık kazandırabilir.
KKTC’de yaşayan her bireyin, adanın stratejik konumunun bilincinde olması ve ham hayaller peşinde
koşarak emperyalist güçlerin emellerine maşa olmamak için bağımsız devlet bilincine ve milli çıkar
nosyonuna sahip olması gerekir. Asla unutmayalım ki, dünyada ulusların ya da ülkelerin dostları ve
düşmanları değil, çıkarları vardır. Emperyalist yayılmacı küresel dünya devleti kurma planlarına malzeme
olan uluslar ve ülkeler, Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi, bu güçlü canavarın oyuncağı olmaktan
kurtulamazlar. KKTC, emperyalist oyuncuların savaş ve çatışma oyunlarının bir oyuncağı olamaz ve
olmaması için Hükümeti olarak, örgütlü toplum olarak ve bireyler olarak uyanık davranmamız gerekmektedir.
KKTC’deki Geçitkale havaalanının Amerikan üssü yapılması iddiası doğruysa ve önüne geçilmezse,
Yavru vatan’da akan onca kanın kimin için döküldüğü tartışılmaya başlayacak ve şehitlerimizin kanının
üstüne bir bardak su içilmiş olacaktır. ABD-İngiliz-İsrail bloğunun "küresel emperyalizmine" geçit vermemek
için KKTC’de Geçitkale’nin geçilmemesi için üstümüze düşen sorumluluğu yerine getirelim.95
Fetullahçı Zaman Talat’ın Rum liderine:
“Yoldaş, Kıbrıs'ı ya çözeceğiz ya böleceğiz!”
Sözlerini alkışlıyor ve Annan planını destekliyordu.
“Kıbrıs'ta Birleşmiş Milletler'in başlattığı yeni süreçle ilgili takvim işlerken, KKTC Cumhurbaşkanı
Mehmet Ali Talat ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Cumhurbaşkanı Dimitri Hristofyas, çözüm beklentilerine
ilişkin önemli açıklamalarda bulunmuştu.
KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, şubat ayındaki seçimlerde seçimi kazanan Rum lider
Hristofyas'a ilk görüşmelerinde, "Yoldaş, ya Kıbrıs sorununu çözeceğiz ya da bölünmeyi mühürleyeceğiz."
diyordu. Küçük yaşlardan itibaren komünist AKEL Partisi saflarında siyaset yapan ve baştan beri Ada'nın
yeniden birleşmesini savunan Hristofyas'ın gözleri doluyor ve eski dostu Talat'a şöyle cevap veriyordu:
"Bunun farkındayım. Zaten ben de bunun için aday oldum."
Bu olumlu havanın tek göstergesi, iki lider arasındaki yakınlık değil. Hristofyas'ın seçilmesinden önce
günde ortalama 5 bin Türk Güney'e geçerken, Güney'den 500 Rum Kuzey'e geçiyormuş. Seçimden sonra bu
sayılar neredeyse eşitlenmiş.
İşte bu diyalog ve iki sol kökenli lider arasındaki kimya uyuşması, Kıbrıs'ta yeniden başlayan çözüm
sürecine dair en büyük umudu oluşturuyor. KKTC Cumhurbaşkanlığı'nın davetiyle adaya gelen bir grup
gazeteci olarak bizler de bu yeni süreci her iki tarafın da nabzını tutarak anlamaya çalışıyoruz. Önceki gün
önce Kıbrıs Türk Ticaret Odası yönetiminin perspektifini dinledik. Ticaret Odası'nın en fazla üzerinde
95
22.05.2008 / Milli Gazete
76
durduğu konu, Türkiye'nin tek taraflı olarak limanlarını asla açmamasıydı. Onlara göre KKTC limanları
üzerindeki ambargo sürerken bu adımın atılması, hem Kıbrıs Türk ekonomisinin iflası hem de Rum tarafını
çözüme zorlayan bir kartın zayi edilmesi demekti. 2007'de başlayan durgunluktan yakınan Başkan Hasan
İnce'nin limanlar konusunda bir teklifi vardı: "Türkiye'den gelen mal, Yeşil Hat üzerinden Güney'e geçsin,
Güney'den Türkiye'ye gelecek mal da Yeşil Hat'tan geçip Magosa Limanı'ndan Türkiye'ye gitsin." Bir
araştırma, ilişkilerin normalleşmesi halinde Türkiye'nin Rum tarafına ihracatının 3 milyar dolara çıkabileceğini
gösteriyordu. Halbuki şu anki rakam 4 milyon dolar kadardı.
İşadamlarından sonra, iki lider tarafından 21 Haziran'da başlaması kararlaştırılan müzakere sürecinin
altyapısını hazırlamak üzere oluşturulan çalışma grupları ve teknik komitelerde Rum muhataplarıyla görüşen
Türk müzakere heyetinden kapsamlı bir brifing aldık. Türk ve Rum tarafından beşer kişilik ekipler, 6 çalışma
grubu ve 7 teknik komitede haftada iki kez bir araya geliyordu. Sağlık, çevre, kültürel miras, ticaret, toprak,
mülkiyet, yönetim, vb. konularda taraflar birbirinin pozisyonunu öğreniyor. Farklılıklar giderilmeye çalışılıyor,
aşılamayan, liderler zirvesine bırakılıyor.
Türk tarafının müzakere heyetine başkanlık eden Cumhurbaşkanı Özel Temsilcisi-Görüşmeci Özdil
Nami, oldukça umutluydu. Papadopulos döneminde 52 haftada komitelerin isimleri dahi oluşturulamazken,
yeni dönemde 20 günde bir hayli mesafe almış ve uzlaşma sağlanan bazı sorunları nihai çözümü
beklemeden uygulamaya başlamışlardı. Mesela her iki tarafın ambulansları kontrol edilmeksizin kapılardan
rahat geçiş yapacaktı. Rum tarafındaki trafik levhalarına Türkçe, Kuzey'deki levhalara ise Rumca ve İngilizce
eklenecekti. Ortak bölgelerde verimliliği artırmak için arıtma tesisleri ortak yapılacaktı. Halbuki Papadopulos
döneminde bu tür kararlar alınsa bile bunların uygulanması mülkiyet, garantiler gibi en zor konularda
kaydedilecek ilerleme şartına bağlanmıştı. Şimdi komitelerin uzlaştığı konular liderlerin talimatıyla
uygulamaya geçiyordu.
Annan Planı masada değil, laptopta bulunuyordu!..
Peki taraflar konuları sıfırdan mı ele alıyordu, yoksa Annan Planı mı esas alınıyordu? Türk tarafı
Annan Planı'nın temel alınmasına sıcak, ama Rum tarafı bunu asla kabul etmiyor. Yine de Türk müzakere
heyetinden şunu öğreniyoruz: Annan Planı masada olmasa da herkesin laptopunda duruyor. Fiiliyatta Annan
Planı'nın uzağına gidilmiyor ve her seferinde iki taraf da "orada bu konu nasıldı?" diye bakma ihtiyacı
hissediyor.”96
Mehmet Ali Talat Anayasayı çiğniyordu:
Devletlerin yönetim biçimlerini, insanların haklarının listesini, devletin temel kurumlarının işleyişini
belirleyen temel belge olan Anayasa, bir devletin Temel Kuralıdır. Bir ülkedeki bütün yasa ve diğer kurallar,
Anayasaya uygun olmak durumundadır. Anayasal demokrasilerde, Anayasanın bağlayıcılığına ilişkin bu tür
düzenlemenin açık biçimde Anayasada yazılmış olduğu görülür. KKTC Anayasası da Anayasanın Üstünlüğü
ve Bağlayıcılığı başlıklı 7. maddesinde; “Yasalar Anayasaya aykırı olamaz. Anayasa kuralları, yasama,
yürütme ve yargı organlarını, Devlet yönetimi makamlarını ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır”
biçiminde bağlayıcı bir düzenleme getirmiştir.
Bağımsız ve egemen bir devlet olan KKTC’nin Anayasası, 164 maddeden oluşur. KKTC’de Anayasayı
hiç kimsenin kendi yorumuna göre yok sayması, kendi iradesi ile değiştirmesi, ciddiye almaması ve
küçümsemesi söz konusu olamaz. Anayasanın nasıl değiştirileceği, Anayasanın içinde yazılıdır. Bunun
dışında bir yöntem ile Anayasanın değiştirilmesi söz konusu olamaz.
Bilindiği üzere, KKTC Cumhurbaşkanı liderliği ile Güney Kıbrıs Yönetimi arasında, adanın tek bir
(federal) devlet çatısı altında birleşik bir devlet ile yönetilmesi amacıyla görüşmeler yapılıyor. KKTC’yi ve
Anayasayı ortadan kaldırması söz konusu olacak bu görüşmelerin, kaynağını Anayasadan almayan bir
yöntem ve irade ile yürütülmesi söz konusu olabilir mi? Anayasayı ve dolayısıyla KKTC’yi ortadan kaldıracak
bir çalışmayı, Anayasaya aykırı biçimde yapmaya herhangi bir makamın yetkisi var mıdır? Bu konudaki
96
11.05.2008 / Zaman
77
Anayasa maddesine birlikte bakalım. Öncelikle, KKTC Anayasası’nın 9. maddesine göre, Anayasanın bazı
maddelerinin değiştirilmesi yasaklanmıştır. Bu maddeye bir bakalım:
Değiştirilemeyecek Kurallar başlıklı KKTC Anayasası’nın 9. Maddesine göre; “Anayasanın 1.
maddesi ile 2. maddesinin (1). ve (2). fıkrasında ve 3. maddesinde yer alan kurallar değiştirilemez ve
değiştirilmesi önerilemez.” Peki, nedir bu değiştirilmesi dahi önerilemeyecek maddeler:
Devletin Şekli ve Nitelikleri başlıklı Anayasa 1. Maddesi: “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Devleti,
demokrasi, sosyal adalet ve hukukun üstünlüğü ilkelerine dayanan laik bir Cumhuriyettir.”
Devletin Bütünlüğü, Resmi Dili, Bayrağı, Ulusal Marşı ve Başkenti başlıklı Anayasa 2.
maddesine göre: “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Devleti, ülkesi ve halkı ile bölünmez bir bütündür. Resmi
dil Türkçe’dir.”
Egemenlik başlıklı KKTC Anayasası’nın 3. Maddesine göre: “Egemenlik, kayıtsız şartsız Kuzey
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti yurttaşlarından oluşan halkındır.
Halk, egemenliğini, Anayasanın koyduğu ilkeler
çerçevesinde, yetkili organları eliyle kullanır. Halkın hiçbir zümresi, kesimi ve kişisi, egemenliği kendine mal
edemez. Hiçbir organ, makam veya merci, kaynağını bu Anayasa’dan almayan bir yetki kullanamaz.”
KKTC eğer bir Anayasal devlet ise, yukarıda belirttiğim Anayasa hükümlerinin değiştirilmesi söz
konusu bile olamaz. KKTC Anayasası2nın 7. maddesine göre, “Anayasa kuralları, yasama, yürütme ve yargı
organlarını, Devlet yönetimi makamlarını ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.” Demek ki, KKTC’de
Anayasanın üstünde olabilecek hiçbir makam ya da devlet organı söz konusu olamaz.
Peki, KKTC Anayasası değiştirilebilir mi, kim ve nasıl değiştirebilir. Buna açıklık getirelim:
KKTC Anayasası’nın 9. Maddesine göre : “Anayasanın 1. maddesi ile 2. maddesinin (1). ve (2).
fıkrasında ve 3. maddesinde yer alan kurallar değiştirilemez ve değiştirilmesi önerilemez.” Bunun dışındaki
maddeler ise aşağıdaki yöntemle değiştirilebilir:
Anayasanın Değiştirilmesi başlıklı KKTC Anayasası’nın 162. maddesine göre: “ Bu Anayasa kuralları
kısmen veya tamamen, ancak (KKTC) Cumhuriyet Meclisi’nin en az on üyesinin önerisi ve üye tamsayısının
üçte iki çoğunluğunun oyuyla değiştirilebilir.”
KKTC’de Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat tarafından görevlendirilen bir Cumhuriyet Meclisi üyesi
(iktidardaki CTP-BG milletvekili Erdil Nami), KKTC devletini ve Anayasayı tümüyle değiştirebilecek ve yeni bir
devlet oluşuma kaynaklık edecek görüşmeler yürütmektedir. Bu durum, Anayasaya uygun mudur? KKTC
Anayasası’nda Cumhurbaşkanı’nın görevleri arasında böyle bir yetki var mıdır?
Cumhurbaşkanının Yetki ve Görevleri başlıklı KKTC Anayasası’nın 102. maddesi:
(1) “Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla, Devletin ve toplumun birliğini ve bütünlüğünü temsil
eder.
(2) “Cumhurbaşkanı, Cumhuriyet Anayasasına saygıyı, kamu işlerinin kesintisiz ve düzenle
yürütülmesini ve Devletin devamlılığını sağlar.
(3) “Cumhurbaşkanı, Cumhuriyet Meclisi adına Cumhuriyet Silahlı Kuvvetleri Başkomutanlığını temsil
eder.
(4) “Cumhurbaşkanı, bu Anayasa ve yasalarla kendisine verilen diğer yetkileri kullanır ve görevlerini
tarafsız olarak yerine getirir” biçiminde düzenlemeler getirmiştir.
Görüldüğü gibi, KKTC’de Anayasayı, ancak ve ancak KKTC Cumhuriyet Meclisi değiştirebilir ve
Anayasa, KKTC Cumhuriyet Meclisi’nin üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ya da 50 üyeli Cumhuriyet
meclisi’nin 34 milletvekilinin oyu ile değiştirebilir. Kıbrıs adasında çözüm görüşmelerini yürüten irade olan
iktidar partilerinin ise böyle bir çoğunluğu mevcut değildir.
KKTC Cumhurbaşkanı, KKTC’yi ve Anayasasını değiştirebilecek bir çalışmayı, KKTC Cumhuriyet
Meclisi’nin 34 milletvekilinin onayı olmadan gerçekleştiremez. Bu yetkiyi de 34 milletvekilinin oyu ile
kullanabilir. Yaşanan süreçte böyle bir yetki devri verilmediği gibi, bu yetkinin devredilemeyeceği de
anlaşılmaktadır.
Peki, KKTC’de neler oluyor? KKTC Cumhurbaşkanı, KKTC Cumhuriyet Meclisi’nden yetki almadığı
78
halde ve böyle bir yetki alması söz konusu olmadığı halde, KKTC’yi ve Anayasasını ortadan kaldıracak bir
çalışma içinde görüşmeler yapmak üzere bir Meclis üyesini görevlendirmiştir.
Anayasası çiğnenmekte olan bir ülkede, KKTC Cumhuriyet Meclisi’nin buna seyirci kalmasını anlamak
mümkün değildir. KKTC Meclisindeki siyasi partilerin ve milletvekillerinin buna sessiz kalması ise ya
Anayasayı bilmemelerinden mi kaynaklanıyor ya da bu konuda ses çıkarmamayı tercih etmektedirler.
Sonuç olarak söyleyebiliriz ki, KKTC Cumhuriyet Meclisi’nin (Anayasayı değiştirme) yetkisi, Anayasaya
uygun olmayan biçimde kullanılmakta ve KKTC Cumhuriyet Meclisi de bu durumu sessizce izlemeyi tercih
etmektedir. Bu durum, KKTC’nin bir felakete sürüklendiğinin ve Anayasasız bir ülke olmaya başladığının
göstergesidir.97
Ünlü hahamdan İsrail ve Batıya ağır suçlama
Ünlü Ortodoks hahamı Menahem Froman "İsrail ile Filistin sorununun köklerinde batılılar ve
Yahudilerin İslam’a saygısızlığı yatıyor" dedi.
Rus haftalık dergisi Expert’e konuşan Menahem Froman,“Kutsal topraklarda barış yok çünkü Batı
Doğu’ya ve Müslüman dünyasına saygısız” tespitini yapıyor.
Rus haftalık dergisi Expert’e konuşan Menahem Froman,"Kutsal topraklarda barış yok çünkü Batı
Doğu’ya ve Müslüman dünyasına saygısız" tespitini yapıyor. "Amerikalıların ve Yahudilerin cehaletleri,
kibirleri ve tepeden bakmaları Müslümanlar için olduğu kadar benim için de kabul edilemez" diye açıklayan
hahama göre, Orta Doğu’da barışın sağlanması ve Müslümanlarla Batı arasında köprü kurulabilmesi için tek
yol cehalet engelinin kaldırılması ve Müslüman dünyaya saygı gösterilmesi.
"Barış istiyorsak, Müslümanları anlamak zorundayız"
63 yaşındaki Froman, "Amerikan dışişlerine, bir sene işlerini bırakıp Kur’an ve Hadis çalışmaları
gerektiği" önerisinde bulunuyor. Böylece Batılılar, Müslüman dünyayı ve İslam’ı anlamak için birçok şey
bulabileceklerini belirten Froman, "İslam ruhsal bir imparatorluktur ve ondan öğrenilecek çok şey var"
öğüdünü veriyor. Müslümanlarla Batı arasındaki ilişkiler son yıllarda epey kötüleşti. Geçen Ocak ayında,
Gallup’un Dünya Ekonomik Forumu için yaptığı Müslüman-Batı Diyalog İndeks’ine göre, Müslüman
çoğunluğun yaşadığı ülkelerdeki insanların ekseriyeti Batı’nın onlara saygı duymadığını düşünüyor. Yaser
Arafat’ın son günlerde çeşitli kereler görüşen Haham Froman, İsrail ve Filistin arasında soruna "daha az
politik ve daha çok ruhsal" bir çözüm gerektiğine inanıyor. Kutsal topraklarda, yeni barış formüllerine ihtiyaç
olduğunu belirtiyor. Yahudi dini barış elçisi olarak anılan politika bağımsız Froman, Kudüs’ün 3 büyük din için
dini başkent olmasını istiyor.
CIA: İslâm’ın fikir gücüne karşı koyabilecek bir başka güç yok!
Teröre karşı verdiğimiz, kökten dinci mücahitlerle savaştan bahsederken, ‘asimetrik bir savaş’ diyoruz.
Gerçekten asimetrik; onlarda fikir var bizde silah. Biz fikirlere kurşun sıkıyoruz. Gel gör ki fikir dediğin şeye
kurşun işlemiyor. Ve böylesi asimetrik bir savaşta bizde mühimmat yok. Bir fikri ancak daha iyi bir fikirle
yenebilirsiniz ve fikre karşı kurşun sıkmak da iyi bir fikir değil!
Bu temayı işleyen konuşmayı yapan adamın adı: Eric Haseltine.
Eric Haseltine, Amerikan istihbarat şebekesinin (CIA, NSA, DIA, NGA... liste uzun) eski Teknoloji Daire
Başkanı (2001-2007 arası ABD istihbaratının çeşitli birimlerinde görev aldı).
Arzu edenler bu yazıya konu olan konuşmaya internetten hemen erişebilir; i-tunes ücretsiz podcastları
arasında yer alan New Yorker serisinde ‘Creative Intelligence’ başlığı altında bulabilirsiniz. ‘New Yorker
Haseltine’ diye ararsanız geliyor zaten...
Dr. Haseltine dobra konuşuyor, hiçbir şey söylemeden ‘Yaratıcı Zeka’ başlığı altında her şeyi
anlatmayı beceriyor; özetle:
1. Soğuk savaş dönemi bir filler savaşıydı. Atom bombalarına sahip iki dev fil, ABD ve Sovyetler,
kapıştı; ABD yendi.
97
24.05.2008 / Birol Ertan / Milli Gazete
79
2. Yendik ve böyle yendiğimiz için aynı şekilde devam ettik; fil daha iyi duysun diye kulakları büyüttük,
daha iyi koku alsın diye hortumu uzattık, dişleri sivrileştirdik ve bu uğurda milyarlarca dolar harcadık.
3. Ama bu sefer düşman fil değil, ısırıp virüs bulaştıran bir sivrisinek olarak karşımıza çıktı. Fil ne
yapacağını şaşırdı, başka bir fil ile nasıl başa çıkacağımızı çok iyi biliyorduk ama sivrisineklere karşı nasıl
mücadele edeceğimiz konusunda hiçbir fikrimiz yoktu!
4. Amerikan istihbaratında en büyük mücadelem ‘fil’i sivrisinekleri öldürebilecek ‘eşekarıları’na
dönüştürmek oldu. (Eşekarısı sivrisinek öldürür mü bilmem ama teşbihte hata olmaz öldürdüğünü varsayalım
diyor, ayrıca sunumda fil ve arı resimleri sürekli görüntüde!)
5. Bunu bir yere kadar gayet iyi başardık ama sivrisinekler fikir ortamından beslenerek ürüyor ve gelip
ısırıyor, ne kadar arı yaparsak yapalım bataklığı kurutmak için işe fikir düzeyinde yaklaşmamız gerek. Çünkü
fikir karşısında kurşun etkisiz kalıyor. Ve onlar savaşın düşünce boyutunda bizden fersah fersah güçlüler...
6. Tezleri şöyle: İslam Hıristiyanlıktan daha üstün, bunu bilen Batı, Müslüman dünyayı yok etmeye
çalışıyor. Haçlı seferlerinden bu yana hedefleri bu! Haçlı saldırıları devam ediyor, eskiden İngiltere’de olan
liderlik şu anda Amerika Birleşik Devletleri’nde. Bu güçlü teze karşı, sizin elinizde sadece ‘demokrasi’ ve
‘özgürlük’ kavramları var. Adamların ülkesine girince, sorgu skandalları ortaya çıktıkça bunlar da pek işe
yarıyor denilemez.
7. El Kaide özellikle gençler üzerinde çok etkili, İslam’ın güzelliği ve gücüyle gençleri fethediyor, sonra
da istediğini yaptırıyor. İslam düşüncesi karşısında durabilecek hiçbir güç yok, muhteşem felsefi bir boyut
içeriyor. Tek bir çıkar yol var, İslam’ın teröre alet edilmesinin İslam’da yeri olmadığını Müslüman gençlere
gösterebilmek.
8. Bu amaçla esirler arasındaki bazı hocalara esir muamelesi yapılmadı ve ilahi bilimler uzmanlarıyla
beraber Kur’an üzerine çalışmalar düzenlendi. Bu ‘tefsir’ çalışmalarından sonra biz bu hocaları serbest
bıraktık ve onlar Müslüman gençleri üzerinde ilahi mesajın nasıl algılanması hususunda vicdani düzeyde
yapılan yaklaşımlarda fevkalade önemli farklılıklar yarattılar.” 98
Irak işgalinin sonucu: 6.5 milyon çocuk öksüz, bin 350’si de tutuklu bulunuyordu!
Irak’ı işgal eden Amerika, 6.5 milyon çocuğu öksüz bırakmakla kalmadı, bin 350’sini de hapishanede
esir tutuyor. ABD, Birleşmiş Milletler’e, Irak’ta yaklaşık 500, Afganistan’da ise 100 çocuğu “militan”
şüphesiyle gözaltında tuttuğunu bildirdi. Ancak UNICEF’in verilerine göre, sadece Irak’ta ABD tarafından
hapiste tutulan çocuk sayısı bin 350. ABD’nin BM’nin Çocuk Hakları Komisyonu’na sunduğu raporda, Irak’ta
18 yaşın altında toplam 2 bin 500 çocuğun 2002’den bu yana 1 yıl ya da daha fazla süreyle gözaltında
tutulduğu belirtildi.
Yine UNICEF’e göre ABD’nin Irak’ı işgal ettiği Mart 2003’ten bu yana Irak’ta 6.5 milyon çocuk öksüz
kaldı. Bebeklerin yüzde 30’u ise ölümle karşı karşıya. UNICEF ve Dünya Gıda Programı’nın tahminine göre
bu ülkedeki bebeklerin yüzde 30’u işgalle birlikte yetersiz beslenmeden dolayı açlık sınırında. Birleşmiş
Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), Irak’taki çocukların içler açısı durumunu ortaya koyarken Ocak
2008’de Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü de hazırladığı raporda Amerika’nın Irak’ta başlattığı işgalin 5 yılı
doldurduğuna dikkat çekmiş ve bu süre zarfında 1 milyondan fazla sivilin öldürüldüğünü açıklamıştı. Raporda
ayrıca öldürülen Amerikan askeri sayısının 4 bin 500’e ulaştığına dikkat çekmişti. ABD, Bağdat’ta bir düğün
konvoyuna yaptığı saldırıda da 15 kişiyi katletmişti. Irak ve Afganistan’da 5 yıldan fazla sürmekte olan
işgalden en fazla çocuklar etkileniyor. İşgal gücü askerlerinin çocuklara yapmış olduğu işkenceler ise
hafızalardaki yerini dramatik karelerle koruyor.
İşgal altındaki Irak’ta ilkokul çağındaki beş çocuktan en az biri, okula gidemiyor. Yüzde 40’ı ise temiz
içme suyuna düzenli olarak erişebiliyor. 600 bin çocuk son iki yılda ülke içinde yerinden edilmiş durumda.
Çocuklar sokağa itilmiş, çalıştırılır durumda. 8 çocuk Guantanamo’da esir tutuldu. ABD’nin verilerine göre
Guantanamo’da tutulan çocuk sayısı 8. Bunların 2004- 2006 arasında serbest bırakıldıkları kaydedildi.
98
Murat Birsel / Star
80
Uluslararası Adalet Ağı ve Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği gibi sivil toplum kuruluşları, gözaltıları “menfur”
olarak kınadı ve Amerika Birleşik Devletleri’nin anlaşmaları ihlal ettiğini bildirdi.
Amerikan işgal gücünün ülkede sürekli olarak kalmasını içeren ve askerlere dokunulmazlık sağlayan
çerçeve anlaşması Temmuz ayında imzalanacak…
Irak’ın en büyük Sünni partilerinden Müslüman Alimler Birliği, atış talimleri sırasında hedef yaptığı
Kur’an-ı Kerim’i delik deşik eden ABD askeri hakkında hükümetin harekete geçmesini istedi. Birlik, olaydan
ABD ordusunun yanı sıra Irak hükümetinin de sorumlu olduğunu belirtti. Açıklamada şöyle dendi: “Yapılan bu
iğrenç saldırı, işgal gücü askerleri ve liderlerinin Kur’an’a ve İslam’a duyulan nefreti göstermektedir.”
ABD, Musul’da, sürekli terör estiriyordu. Kontrolündeki Irak ordusu ve polisinin yanı sıra peşmergeleri
de yanına alan ABD, Musul’da keyfi bir şekilde evleri basarak Türkmen ve Arapları gözaltına alıyordu. Kentte
750 Türkmen gözaltına alınıyordu.”99
Ve bu Amerika Irak’la doymuyor şimdi de İran’a diş biliyordu.
Herkes bir Amerikalı kadar tüketseydi elli dünya bile yetmiyordu
Ham petrol fiyatındaki artış eğiliminin devam etmesi ve 2008 Mayıs ortasında 159 litrelik bir varil
başına fiyatın 122 doları bulması, ekonomi dünyasındaki kriz tartışmalarını tekrar alevlendirdi. Bir grup
ekonomist ve yorumcu, petrolde ve diğer temel malların fiyatlarındaki tırmanışın, finansal türev ürünlerinin
yarattığı kargaşadan ve geleneksel spekülasyon dürtüsünden kaynaklandığı için geçici olacağını savunuyor.
Bir grup analist ise bu yükselişin itici gücünün arz-talep dengesizliği olduğuna ve bu dengesizlik bir
şekilde giderilmediği takdirde yüksek fiyat düzeylerinin daha yıllar boyu devam edeceğine inanıyor. Benim
sezgilerim ikinci görüşün geçerli olduğunu söylüyor. Zengin ve fakir ülkelerdeki tüketim düzeyleri ile dünyanın
mevcut üretimi ve tahmin edilen doğal kaynak rezervleri üzerinde yapılan hesaplar da son çalkantının kalıcı
olabileceğini düşündürüyor. Fiyatlarda arada bir iniş-çıkışlar olsa da orta ve uzun vadede trendin, yükselme
yönünde olacağını ileri süren görüşler giderek yaygınlaşıyor.
Ünlü bilim insanı ve yazar Jared Diamond, geçen yılbaşında New York Times gazetesinde yayımlanan
bir yazısında arz-talep dengesizliğini şöyle vurguluyor: "Gelişmekte olan ve yoksul ülkelerdeki herkes, zengin
ülkelerdeki 1 milyar kişinin hayat tarzına uygun harcama yapsaydı, dünyada 72 milyar kişiye yetecek kadar
doğal kaynak bulunması gerekecekti. Oysa dünyadaki kaynakların en çok 9 milyar kişiye yeterli olacağı
tahmin ediliyor."
Hindistan'ın efsanevi lideri, Mahatma Gandi bu gerçeği ta 60 yıl öncesinden fark etmişti. Yeni kurulan
Hindistan'ın İngiltere'nin sınai kalkınma modelini mi benimseyeceğini soran gazetecilere Gandi şu cevabı
vermişti: "İngiltere, dünya kaynaklarının yarısını kullanarak sanayiini kurdu. Hindistan'ın kalkınması için daha
kaç dünyanın gerektiğini düşünüyorsunuz?"
Benim sağlam kaynaklardan yararlanarak yaptığım ve yer darlığı nedeniyle üç temel mal ile
sınırladığım aşağıdaki hesaplar da bu değerli bilim insanlarının uyarılarına benzer sonuçlar veriyor.
Petrolde fiyatları Amerika’yı yıkacak!.
ABD, 304 milyon kişilik nüfusuyla yılda 1 milyar 32 milyon ton petrol ürünü tüketiyor. Bu ülkede kişi
başına ortalama olarak günde 10 litre dolayında petrol ürünü yakılıyor.
Kişi başına petrol tüketimi, dünyanın ABD dışındaki ülkelerinde de aynı düzeye yükseldiğinde,
dünyadaki toplam tüketim 22 milyar 650 milyon tona kadar tırmanacak. Yılda 4.1 milyar ton olan bugünkü
petrol üretiminin 5.6 katı olan bu tüketim düzeyi dünya ekonomisinde aşağıdaki sonuçları doğuracak:
- Bir varil petrolün varil başına fiyatı 800 dolar dolayına tırmanacak, Türkiye'de kurşunsuz benzinin litre
fiyatı 25 YTL'yi aşacak.
- Gıda fiyatlarının reel düzeyi, 2008 fiyatlarının dört katına kadar tırmanacak.
- Hayat pahalılığının artması ve değer kazanan petrol, ülkeler içinde sosyal huzursuzluklara ve ülkeler
arasında yeni savaşlara yol açacak.
99
Ceyhun Bozkurt / Yeni Çag / Haber
81
Ormanları Batının barbarlığı tüketmiş olacak
ABD'de de kâğıt tüketimi yüksek düzeyde ama dünya ülkeleri arasında en fazla kâğıt tüketimi kişi
başına yılda 325 kilogram ile Finlandiya'da yapılıyor. Dünyanın tüm ülkeleri Finlandiya'daki kadar kâğıt
tüketecek bir gelir düzeyine çıktığında, toplam dünya tüketimi 2.3 milyar tonu bulacak. Bugünkü dünya
üretiminin 6 katı olan bu talep şu sonuçlara yol açabilecek:
- Değeri artan ağaçların kesimi artacak, büyük şirketler "Testere" adlı korku filmini aratacak bir şekilde
ormanlara saldıracaklar.
- Ormanların toplam alanının azalması küresel ısınmayı hızlandırarak, tarımsal üretim üzerinde yeni
bir baskı oluşturacak.
- Kâğıt fiyatları, bugünkünün en az dört katına yükselecek ve gazeteler ile tüm ambalaj malzemeleri
daha pahalı olacak.
İnsanlık ete hasret kalacak
Bir Amerikalı bir yıl içinde ortalama olarak 110 kilogram kırmızı et tüketiyor. Hindistan'da yaşayanlar
dışında dünyada her insan bir Amerikalı kadar kırmızı et yeseydi, toplam kırmızı et üretiminin 6 milyar 167
milyon ton olması gerekecekti. Bir sığırın ağırlığını 260 kilogram olarak aldığımızda, bu düzeydeki üretim için
2 milyar 372 milyon baş sığırın yetiştirilmesi zorunlu olacak. Hintlilerin et eşdeğeri proteini sütten
sağladıklarını dikkate aldığımızda ve Hindistan'daki mevcut 400 milyon sığırın da 700 milyona kadar
çıkabileceğini hesaba kattığımızda bu sayı 3 milyar 72 milyon baş sığıra tırmanacak. Halen dünyada bulunan
1.3 milyar baş sığır sayısının, iki katının da çok üstüne çıkması ise aşağıdaki olumsuzlukları beraberinde
getirecek:
- İneklerin atmosfere saldıkları ve küresel ısınmanın nedenlerinden biri olarak sera etkisinde yüzde 18
payı bulunan metan gazının miktarı hızla artacak.
- Aşırı otlatma nedeniyle meralar kelleşecek ve iklim dengesi daha da bozulacak.
- Hayvan yemi ekiminin artması nedeniyle buğday, pirinç ve diğer gıda maddelerinin fiyatı yeni bir artış
ivmesi kazanacak, açlık ve yoksulluk iyice yaygınlaşacak.
Dünyamızın kurtulması için, ABD ve İsrail durdurulacak!
Yukarıdaki hesapları su kaynakları, kömür, karbondioksit emisyonu, metaller ve diğer gıda
maddelerine göre yaptığımızda da benzer sonuçlar ortaya çıkıyor. Dünya ülkeleri, bugün bilinen kaynaklar ve
rezervleri, ABD gibi kullandığı takdirde, zamanla artan talebin, her üründe, kıtlık ve yüksek fiyat artışları
yaratacağını anlamak için bilim insanı veya kâhin olmak gerekmiyor.
Bu ortamda üretimi ve verimliliği artırmak için bulunacak her çözüm yeni sorunlar yaratacak. Alınacak
önlemlerin bir bölümü, küresel ısınma duvarına toslayacak. Mevcut doğal kaynakların aşırı sömürülmesi ise
çocuklarımızın ve torunlarımızın sofrasına konacak rızkı, bizlerin bugünden yiyip bitirmesi anlamına gelecek.
Teknolojinin gelecek 30 yıl içindeki olası düzeyi uydumuz ayda veya uzay istasyonlarında üretim
yapacak koloniler kurmamıza imkân veremediğine göre eldeki kaynakları muhakkak akılcı, tutumlu ve
vicdanlı kullanmak zorundayız. Ancak mevcut gidişin sürdürülebilir olmadığını herkesin görmesi ve alınacak
önlemleri gönüllü olarak hayata geçirmesi de kısa sürede gerçekleşecek bir iş değil.
Temel mallarda arz-talep dengesizliği devam ettikçe fiyatlar yüksek düzeyini ister istemez sürdürecek.
Talepte ve fiyatlarda kalıcı bir düşüş ancak şu iki durumda ortaya çıkacak:
- Zengin ülkelerde ailelerin hayat tarzının değişmesi, insanların daha az ve daha tutumlu tüketmesi
durumunda talep ve fiyatlar gerileyebilecek. Ancak kuşaklar boyu aşırı tüketim ve savurganlık ortamında
yetişmiş insanların, kaynakları tüketme konusunda daha akılcı davranmaları çok zor olacak. Bu ülkelerdeki
aileler, çok büyük çöküntüler ve şoklar ortaya çıkmadıkça mevcut hayat tarzını devam ettirmek isteyecek.
Ayrıca bu ülkelerde insanların daha az ve daha bilinçli tüketmeleri toplam talebi kısacağı için ekonomileri
durgunluğa sokacak.
- Gelişmiş ülkelerde aileler, bol bol tüketmeye devam ettiklerinde temel mallardaki talep ve fiyat
düzeyinin düşmesi ancak gelişmekte olan ülkelerin büyüme hızlarının düşüşü ile mümkün olacak. Çin,
82
Hindistan, Brezilya, Rusya ve Türkiye gibi büyük ülkelerde büyüme hızının hızla düşmesi ve işsizliğin artması
ise sosyal huzursuzluklara yol açacak. Televizyon kanallarında izledikleri Amerikan hayat tarzını örnek alarak
tüketimin tadını çıkarmaya başlayan kitleler, büyüme hedeflerine sahip çıkacak ve daha iyi yaşamak için
ellerinden geleni yapacak.
Yukarıdaki her iki ihtimalin gerçekleşmesinin zor olması bir yana bunların en az 15-20 yıllık bir süreç
gerektirmesi de temel malların fiyatlarını yüksek düzeylerde tutacak.
Yeni bir İslam Ahlakı insanlığı kurtaracak!
Artık Müslümanların ayağa kalkması veya haykırması gerekir.
"Dünyanın kaynakları, artık sizin mevcut hayat tarzınızı sürdürmenize yetmiyor. Biz bu hayat tarzımızı
ancak dünyanın diğer halkları ebediyen yoksul kaldıkça sürdürebiliriz." Bunu diyebilmek için ille de ekonomi
bilmek gerekmez, vicdanlı, adil ve cesur olmak yeterlidir.
Çünkü Siyonist sermaye tekelindeki çokuluslu şirketlerin yöneticileri değil, zengin ülkelerdeki
hümanistlerin, solcuların ve çevrecilerin önemli bir bölümü bile bu konularda gerçekleri söyleme cesaretini
yitirmiştir. Bazıları ise hızlı büyüdükleri için Çin'i, Hindistan'ı ve diğer gelişmekte olan ülkeleri suçlayacak
kadar ileri gitmektedir.
Dönemindeki adaletsizlikleri "Beyler azdı yolundan, bilmez yoksul halinden" diyerek eleştirecek kadar
vicdanlı, "Yetmiş iki millete kurban ol âşık isen" diyecek kadar insancıl olan Yunus Emre'leri yetiştiren
Müslüman Türkiye, bu zor dönemi minimum hasarla atlatabilir. Toplulukçu kültür ve dayanışma geleneği ile
zenginleşmiş sosyal sermayemiz ve modernleşen tarım sektörümüz, ham petroldeki hızlı artışın ekonomiye
ve ailelere aşırı ölçüde zarar vermesini önleyebilir. 100
Dünyada ve Türkiye'de yüksek enflasyon dönemi
Enflasyon bütün dünyada artıyor. Yerküre üzerindeki ortalama enflasyon son 9 yılın zirvesine çıkmış.
Bakmayın yıllık bazda yüzde 1 dolayında seyreden Japon enflasyonuna. Japonya 10 yıldır böylesine yüksek
enflasyon görmemiş. Enflasyon şoku petrol zengini Arapların bile başını ağrıtıyor. Katar'da yüzde 13,7 ve
Kuveyt'te yüzde 9,5 ile rekor düzeyde. Suudi Arabistan yüzde 9,6 ile son 30 yılın en yüksek enflasyonunu
yaşıyor. Birleşik Arap Emirlikleri yüzde 9,3'lük enflasyon ile 19 yılın en üst düzeyinde. Çin'den Polonya'ya
kadar birçok ülkede enflasyon hedeften sapmış durumda. Nedeni belli: Gıda ve petrol fiyatlarındaki
önlenemeyen artış.
Petrol 150 doları görebilir
ABD'de petrolün varil fiyatı cuma günü sabah saatlerinde 124.70 dolar ile rekor seviyedeydi. Oysa
daha kısa bir süre önce "125 dolar görülür mü görülmez mi" tartışması yapıyorduk ki, daha tartışmalar
sonuçlanmadan 125 dolara geldik bile. Görünen o ki 150 dolarları da bu yıl içinde göreceğiz. Uzun süre
petrol fiyatları konusunda iyimserdik, sürekli olarak bir geri dönüş bekledik ama gelinen noktada yapılan
olumsuz yorumları aktarayım size.
Petrol fiyatlarında kalıcı bir gerileme bekleyenlerin sayısı her geçen gün azalıyor. Bir gerileme olsa bile
daha sonra fiyatların tekrar tırmanmaya başlayacağı kanısı yaygın. Bunun da nedenleri var. Herkes "OPEC
üretimi artırarak bu gidişe bir son versin" diyor ancak dünya petrolünün yüzde 40'ını sağlayan OPEC'in
kapasite artıracak çok fazla yeri kalmadığı konuşulmaya başlandı. Dolayısıyla piyasaları rahatlatacak boyutta
bir üretim artışı gelmeyebilir.
Üretimde yavaşlama sürecektir
OPEC dışındaki petrol üreticilerine baktığımızda orada da manzara çok parlak değil. Önemli
üreticilerden Rusya ve Meksika'nın üretimlerindeki artış yavaşlamaya başladı. Venezueula'nın üretimi ise
düşüyor. Irak, İran ve Nijerya gibi önemli üreticileri ve ihracatçıları ilgilendiren jeopolitik sorunlar devam
ediyor. Bu sorunların üç ülkenin petrol arzını etkileme olasılığı piyasaları yeterince gerebiliyor. Beklentileri
olumsuzlaştıran bir diğer neden ise Çin ve Hindistan gibi son yılların öne çıkan petrol tüketicilerinin talebinin
100
(bak: Faruk Türkoğlu / 10.05.2008 / Referans
83
artarak devam etmesi.
Çin'in olimpiyatlar öncesi altyapı ve üstyapı çalışmaları nedeniyle enerji ihtiyacının arttığını biliyoruz
ancak olimpiyattan sonra bile yumuşama olmayabilir. ABD'de üretimin yavaşlaması ise petrol derdine bir
çare olmadı. Oysa bundan birkaç yıl önce dünya petrolünün yüzde 30'unu tüketen ABD'de ekonominin hız
kesmesi halinde petrol fiyatlarının aşağı gelebileceğini konuşuyorduk. ABD'de kriz patladı, ekonomik büyüme
hızı yüzde 0'a yaklaştı ancak beklenen olmadı. Aksine ABD'de yavaşlama başladığından bu yana petrolün
varil fiyatı 50 doların üzerinde artış gösterdi.
Risk ciddi bir tehlikedir
Kısacası petrol ve enerji tarafından görüntü parlak değil. Bu da enflasyon beklentilerini
olumsuzlaştırıyor. İşte bu nedenle Avrupa Merkez Bankası Başkanı Trichet bu hafta enflasyonun bir süre
daha yüksek kalabileceği uyarısında bulundu. Yüksek enerji fiyatları hem artış oranı kadar enflasyonu
doğrudan etkiliyor, hem de beklentileri olumsuzlaştırıp, tüketicileri "enflasyon artıyor" havasına sokarak
dolaylı şekilde etkiliyor.
JP Morgan'ın bu hafta yayımlanan bir raporunda enflasyonun gelişmiş ekonomilerde bir süre sonra
yumuşamaya başlayabileceği ancak bizim gibi gelişmekte olan ekonomilerde uzun bir süre yüksek
seyretmeye devam edebileceği öngörüldü.
Enflasyon riskini biraz daha fazla ciddiye almamız lazım. Merkez Bankası enflasyonun önümüzdeki
aylarda artabileceğini ancak yılın sonuna doğru gerileyeceğini öngörüyor. Hükümetin kafasında ise ne kadar
artarsa artsın yılı tek haneli enflasyonla kapatabileceğimiz gibi bir beklenti var. Ama ne Merkez Bankası'nın
senaryosunun ne de hükümetin beklentisinin gerçekleşmediğini görürsek şaşırmayalım. 101
Nereden nereye geldik?
Başbakan Erdoğan her fırsatta müthiş bir iktidar dönemi geçirdiklerini söyleyerek sürekli geçmişi
kötülüyor.
Tayyip Bey geçmişi kötülerken önceki hükümetlerle de yetinmeyip ısrarla, “79 yıl vurgusu” yaparak
Cumhuriyet ile de hesaplaşmaya çalışıyor.
Kimilerine göre AKP iktidarı döneminde ekonomi “fevkalade” iyi yönetildi. Belli ki bunu söyleyenler çok
iyi paralar kazandılar. Ancak AKP’nin seçim kazanarak iktidara geldiği 2002 ile bugün arasında bazı
kıyaslamalar yaptığımızda, durumun hiç de Tayyip Bey’in söylediği gibi olmadığı ortaya çıkıyor.
Öyle uzun boylu bir araştırmaya da gerek yok. Bazı verileri buraya alıyorum. Kıyaslayın, kararı siz
verin:
Benzin:
Bugün: 3.44 YTL
2002’de: 1.69 YTL
Artış oranı: % 103
Tüpgaz:
Bugün: 43 YTL
2002’de: 19 YTL
Artış oranı: % 126
Ekmek:
Bugün: 0.40 YTL
2002’de: 0.15 YTL
Artış oranı: % 166
İşsiz Sayısı:
Bugün: Resmi: 2 milyon 487 bin. (Gerçek: 10 milyon.)
2002’de: Resmi: 2 milyon 412 bin (Gerçek: 6 milyon 200 bin)
101
Servet Yıldırım Referans
84
Karşılıksız Çek:
Bugün: 1 milyon 535 adet
2002’de: 748 bin adet
Protestolu Senet:
Bugün: 2 milyon 803 milyon adet
2002’de: 498 bin 748 adet
Dış Borç:
Bugün: 280 milyar dolar
2002’de: 130 milyar dolar
İç Borç:
Bugün: 182.4 milyar dolar
2002’de: 90 milyar dolar
Dış Ticaret Açığı:
Bugün: 51.3 milyar dolar
2002’de: 15.5 milyar dolar
Sıcak Para:
Bugün: 53 milyar dolar
2002’de: 8.1 milyar dolar
Şimdi bir anket:
a) Yan gelip yatmışlar!
b) Analarını alıp kaçmışlar!
c) Hepsini satmışlar!
d) Formila açmışlar, fabrika kapatmışlar!
e) Hiçbiri!..
diyen sn. yazar haksız mı?
 İSRAİL-SURİYE YAKINLAŞMASI, İRAN’A KARŞI MI?
İsrail-Suriye Görüşmesi ve AKP’nin Gafleti
İsrail ile Suriye, aracılı barış görüşmelerine Türkiye'nin gözetiminde başladı. Dışişleri Bakanlığından
yapılan açıklamaya göre, taraflar, bu konuda eş zamanlı olarak İsrail ve Suriye'de şu açıklamayı yapmayı
kararlaştırdı: "Suriye ve İsrail, Türkiye'nin nezaretinde aracılı barış görüşmelerine başlamıştır. Her iki taraf,
bu görüşmeyi iyi niyetle ve açık fikirlilikle sürdüreceklerini beyan etmişlerdir, iki taraf, aralarındaki diyalogu
Madrid Konferansı ilkeleri çerçevesinde, kapsamlı bir barışa ulaşılması hedefi doğrultusunda kararlı ve
sürekli bir şeklide yürütmeyi kararlaştırmıştır."
Arabuluculuğa Soyunmak İsrail’i Bilmemektir
Başbakan Erdoğan’ın Suriye ve İsrail arasında arabuluculuğa soyunması çelişkilidir. İsrail’le Suriye
arasında, İsrail’le Filistin arasında arabuluculuk yapmaya heveslenmek demek, İsrail’e ilişkin gerçekleri
bilmemek demektir, siyonizmin hedefinden gaflettir. Başbakan Erdoğan’ın Suriye’ye kimin adına gittiği çok
önemlidir. Arabuluculuğun doğrudan doğruya İsrail’in bölgede yaptığı haksızlıkları Filistin ve Suriye’ye kabul
ettirme çabası olduğu kesindir.
Ve Zaten Bir Hafta Geçmeden, Ehud Olmert: “Suriye’ye Hiçbir Söz Vermedim” Demiştir
İsrail Başbakanı, Suriye’ye muhtemel bir barış anlaşmasıyla ilgili olarak hiçbir taahhütte bulunmadığını
söylemişti. İsrail Parlamentosu’ndaki (Knesset) bir toplantıya katılan Olmert, Suriye’yle çatışma ihtimalinden
korktukları için bu ülkeyle temaslara başladıklarını öne sürerek, ‘Büyük İsrail’in bir fantezi olduğunu” itiraf
etmişti.
Ehud Olmert, Knesset Savunma Komisyonu’nda “Bu çağda ve mevcut konjonktürde ‘Büyük İsrail’
vizyonunu devam ettirmek sadece fantezilerde mümkün olabilir. Bugün, Büyük İsrail’le bir Yahudi devleti
85
arasında seçim yapmak zorundayız. İkisi birden olması mümkün değil” dedi.
Suriye’yle savaş ihtimaline karşı barış girişimine mecbur kaldığını anlatan Olmert, Golan Tepeleri’nin
iadesini taahhüt ettiği yönündeki eleştirilere karşı: Bu konuda verilmiş bir söz olmadığını söyleyerek,
görüşmelerin ayrıntılarıyla ilgili bilgi vermeyi ise, “Bazı bakanlar bile bunları bilmiyor” diyerek reddetmişti.
İsrail Kim, Barış Kim!..
İsrail’in 1967 savaşından bu yana uluslar arası hiçbir karara uymadığını ve bölgede yaptığı katliamlara
ara vermediğini, hedeflerine varıncaya kadar da buna devam edeceğini bilmek gerekir. Bu nedenle İsrailli
hiçbir yöneticinin sözüne güvenilmemelidir. Ve İsrail demokratik bir ülke de değildir. İsrail, Filistin’de yaşayan
Müslümanları, Arapları, Yahudi olmayanları, başka ırka ve dine mensup insanları dışlayan ve düşman
tanıyan bir ideolojiye sahiptir. Bundan dolayı İsrail yöneticilerinin sözüne güvenmek ve itibar etmek cehalet
ve gaflet değilse, mutlaka hıyanettir. Bütün dünya kamuoyuna sürekli yalan söylemişlerdir. Bundan sonra da
yalan söylemeye devam edeceklerdir. İsrail’in nasıl bir çıbanbaşı olduğunu bilmek ve yöneticilerinin
yaklaşımlarını nasıl yorumlamak gerektiğini bilmeyenlerin yapacağı, onlara hizmetçiliktir. Hedefine varmak
için her türlü yalanı, her türlü şiddeti, her türlü vahşet ve dehşeti kendisi için meşru kabul etmektedir. İsrail bu
politikalarını uygularken en büyük desteği ise ABD ile AB vermektedir.
Fetullahcı Zaman Gazetesinde Tam Bir Siyonist Ağzıyla:
“Türkiye, Şam'a su verirse, İsrail'in Golan'dan çekilmesini kolaylaştırır” denilmişti.
“Ankara'nın arabuluculuğunda İsrail-Suriye arasında barış görüşmelerinin başlaması beklenirken,
Türkiye'ye uzlaştırıcılıktan daha öte bir rol biçiliyor.
İki ülke arasındaki ihtilafa çözüm bulmak amacıyla gayri resmi gizli görüşmeleri yürüten İsrail'in eski
Dışişleri Müsteşarı Alon Liel, Türkiye'nin su kaynakları ile arabuluculuğun ötesinde sürecin aktif bir oyuncusu
olduğunu söyledi. 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın ortaya attığı "Barış Boru Hattı" projesinin tekrar
gündeme geldiğini belirten İsrailli eski diplomat, Türkiye'nin Suriye'ye su vermesi durumunda Şam-Tel Aviv
sorununun çözümünde büyük mesafe alınacağını savundu. İsrail'in eski Ankara Büyükelçisi Liel,
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e ileteceği "barış suyu hattı" projesini ve dört ay önce İsrail'in Haaretz
gazetesine yansıyan gizli görüşme trafiğinin ayrıntılarını Zaman'a anlattı. Buna göre; Ocak 2004'te Türkiye'yi
ziyaret eden Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'dan Suriye-İsrail
görüşmelerindeki tıkanıklığın aşılması için yardımcı olmasını istedi. Liel'e göre Suriye lideri, dünyada ilk kez
birisinden bu konuda arabuluculuk talep ettiği için önemliydi. Bunun üzerine Türkiye'nin Tel Aviv Büyükelçisi
Feridun Sinirlioğlu, bu tarihlerde emekliye ayrılmış olan İsrail'in eski Ankara Büyükelçisi Liel'le İsrail'de
görüşerek Esad'ın Erdoğan'dan ricasını aktardı. Liel, hemen temaslara başlayarak Washington'da yaşayan
ve Esad ailesiyle aynı köyden olan İbrahim Süleyman adlı Suriyeli bir işadamını devreye soktu. Suriye'deki
görüşmelere Türkiye'nin Şam Büyükelçisi Oğuz Çelikkol da katıldı. Ankara, artık görüşmelerin gizli değil
resmi şekilde devam etmesi ve İsrail'den yetkili bir ismin müzakerelere katılması için Tel Aviv'e baskı kurdu.
İsrail yönetimi ise bu konuda tek başına karar vermeyerek Washington'a başvurdu. Şam'ı teröre destek
olmakla suçlayan ABD buna karşı çıkınca Ağustos 2004'te Türkiye aradan çekildi. Alon Liel ise gizli
görüşmeleri İsviçre'ye taşıdı. Burada bir mutabakata ulaşan müzakereler 2006 yazında İsrail'in Lübnan'ı işgal
etmesiyle kesildi. Liel, görüşmeler boyunca İsrail'den bir direktif almadığını; ama tarafların pozisyonlarını Tel
Aviv'e rapor ettiğini kaydediyor.
İsrail'in eski dışişleri müsteşarının anlattığına göre gizli görüşme trafiği Ocak 2008'de Haaretz
gazetesinin haberiyle ortaya çıkınca gürültü koptu. Bugünkü tablo öncesi Şubat 2007'de Ankara'ya gelen
İsrail Başbakanı Ehud Olmert, Başbakan Erdoğan'dan sürece dâhil olmasını istedi. Başbakanlık Dış Politika
Başdanışmanı Ahmet Davutoğlu ise Şam'da görüşerek Beşşar Esad'dan aldığı mesajları Ankara'da İsrailli
yetkililere aktardı. İsrail tarafı da 41 yıl önce işgal ettiği Golan Tepeleri'nden çekilmeye hazır olduğunu
bildirdi. Bütün bu sürecin ardından Başbakan Erdoğan önceki gün bizzat Şam'a giderek İsrail'in beklentilerini
Beşşar Esad'a aktardı.
Şam'daki görüşmede neler konuşulduğunu bilmediğini ifade eden Alon Liel'e göre Başbakan Erdoğan
86
kuvvetle muhtemel İsrail'in şu üç şartını Suriye liderine iletti: Şam'da yaşayan Hamas lideri Halid Meşad
Suriye'den ayrılmalı, Suriye Hizbullah'a yaptığı askerî yardımı kesmeli ve İran'la ekonomik-siyasi ilişkisini
sürdürse de askerî işbirliğini bırakmalı.
İsrail'in içme suyunun yüzde 15'ini Golan Tepeleri'nden karşıladığını aktaran eski Dışişleri Müsteşarı
Alon Liel, Suriye Dışişleri Bakanı Muallim'in önceki hafta eski ABD Başkanı Carter'la görüşürken şöyle
söylediğini aktardı: "Eğer Türkiye bize su verirse, Golan Tepeleri'ni devralsak bile buradaki suyu İsrail'e
bırakabiliriz." "Bu bir su meselesi." diyen Liel, Ceyhan ve Seyhan nehirlerindeki suyun yapılacak boru hattı ile
Suriye, İsrail, Filistin ve Ürdün'e dağıtılabileceğini belirtti. Liel, bu konuda hazırladığı raporun TOBB Başkanı
Rifat Hisarcıklıoğlu vasıtasıyla Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e sunulacağını dile getirdi.”102
Fetullahçı Zaman Gazetesi, AKP iktidarının bu gafletine hikmet ve hizmet kılıfı uyduradursun,
işin gerçeği, ABD’nin aklaşan bir İran saldırısı öncesi Suriye’nin hizaya getirilmesi ve İsrail safına
çekilmesidir..
AKP’yi En İyi Zaman’cılar Bilirdi..
İşte, şu sözleri Onların de kendileri gibi İsrail hizmetçisi olduğunun belgesiydi.
“AKP kimseye örtünme zorunluluğu getirmemiş, üniversitelerdeki insan haklarına aykırı
başörtüsü yasağının kaldırılması yönündeki anayasa değişikliğini, MHP'nin teşvik ve desteğiyle
yapmıştır. Üniversiteye girişte sadece (devletin açtığı ve denetlediği) imam - hatip okullarının
mezunlarına değil, bütün meslek liseleri mezunlarına karşı ayrımcılığa son verilmesini istemektedir.
Bu konuda her zaman tutarlı olmasa da, devletin bütün dini inançlara eşit davranmasını
savunmaktadır. AKP hükümetleri yalnızca İslam ülkeleriyle değil, bütün ülkelerle, özel olarak da Batı
ülkeleriyle, bu arada ABD ve İsrail ile yakın siyasi ve ekonomik ilişkilerden yana olmuş, Türkiye'ye
AB'ye katılım yolunu açan reformları yapmıştır.
AKP'nin "İslamcı" olduğunu iddia edenlerin anlayamadıkları hususlar şunlar: AKP'yi kuran
kadrolar İslamcılığı terk ettiler, çünkü İslamcılığın Türkiye halkının çoğunluğu tarafından hiçbir zaman
benimsenmeyeceğini, Türkiye için de çıkar yol olmadığını gördüler. Maruz kaldıkları baskılar onlara
gündemlerini gizlemeyi değil, siyasi özgürlüğün önemini öğretti. Onun için AKP, öteki partilerle
karşılaştırıldığında daha özgürlükçü, daha demokrat ve daha laik bir kimliğe sahiptir. Türkiye'nin
eksikli kusurlu demokrasisi, İslamcı akımın giderek ılımlılaşmasını ve sonunda İslamcılığı aşmasını
mümkün kılmıştır. Türkiye esas olarak bu anlamda İslam dünyasının yıldızıdır. Bunları anlamadan
Türkiye'yi anlamak mümkün değildir.”103
İsrail de Suriye de, 'Paçayı Kurtarmak' İçin Müzakere Etmekteydi
Ortadoğu'da tuhaf bir siyasi paradoks söz konusu; Suriye ve İsrail, her ikisi için de yüksek bir bedele
mal olacak bir barış anlaşmasına varma umuduyla flört ediyor. Zira iki ülke de bu anlaşmadan askeri
çatışmaya yol açmayacak bir zafer bekliyor.
Şam Golan Tepeleri'ni geri almak, Araplar ve uluslararası toplum tarafından maruz bırakıldığı tecritten
çıkmak istiyor. Böylece, hem içeride hem de dışarıda yatırıma dönüştürebileceği bir zafer elde etmek istiyor;
zira Suriyeliler iran'la koalisyon yaparak bütün yumurtalarını tek bir sepete koymuş oldular. Şu an
düşmanlarına üstünlük sağlayabilmek için İsrail'le barış yapmak ve Golan Tepeleri'ni geri almak dışında bir
seçenekleri yok. Barış gerçekleşmezse de en azından, Bush yönetiminin gitmesine kadar kalan sürenin
geçmesinden yararlanmış olurlar.
İsrail de kendi adına, ufukta beliren kaçınılmaz askeri çatışma ikileminden çıkmak istiyor. Zira İsrail
kendisini ilk defa ve benzeri görülmemiş bir biçimde üç taraftan İran kuşatması altında hissediyor. Bunların
biri, Tahran'ın müttefiki Hizbullah'ın bulunduğu güney Lübnan cephesi, Hamas'ın bulunduğu Gazze cephesi
ve son olarak da Suriye cephesi. Özellikle de İranlıların Suriye topraklarındaki hazırlıkları ileriye götürdükleri
biliniyor... İsrail üzerine casusluk faaliyetleri gerçekleştirmek için Suriye'ye yerleştirilen İran dinleme
102
103
Zaman / 28 Nisan 2008
Şahin Alpay 5 Nisan 2008 / Zaman
87
istasyonları bulunuyor..
Doğal olarak bu cepheler İran'ın İsrail'le doğrudan bir savaşa girişeceği anlamına gelmiyor. Bunlar
aksine, Tahran'ın ABD veya İsrail tarafından vurulma ihtimaline karşı yaptığı hazırlıklar. Böyle bir savaş
gerçekleşmese bile bu hazırlıklar, Arap ülkelerinde; 'Lübnan'daki Hizbullah devleti'ne benzeyen İran
müdahalelerine destek olacak gerçeklere dönüşebilir endişeleri yaşanıyor.
Sözün özü şu ki, İsrail, bedeli Golan'ın iadesi de olsa, Suriye-İran bağlantısını koparmak veya Tahran
yönetimini İran'a karşı bir saldırının kaçınılmaz hale gelmesi için hata yapmaya zorlamak istiyor. Suriye de şu
iki kazanımdan birini gerçekleştirmek istiyor: Golan Tepeleri'nin geri alınması hayali veya Bush'un Beyaz
Saray'da kalan süresinin kazasız belasız geçiştirilmesi.
Suriye, Arap ülkeleriyle donmuş ilişkilerini göz ardı etmesi veya Lübnan'dan şu an ödün vermeyi
reddetmesi nedeniyle Arap zirvesi başkanlığını yürütmeye kadir değil. Şam Lübnan'dan ödün vermiyor zira
Hizbullah Golan Tepeleri meselesinde önemli bir müzakere kozu.
Bütün bunlardaki ironiyse, Suriye-İsrail yakınlaşmasını önlemeye çalışanın İran, Hizbullah veya
Hamas değil de, ABD olması. Washington'un şu an Suriye-İsrail barışına pek istekli olmadığı seziliyor. Zira
Washington, Suriyelileri ve bölgedeki bağlantılarını ödüllendirmek değil, Filistin sorunu çözmek istiyor.
İsrail'se, Suriye'yle müzakere ederek, Filistin sorunu etrafındaki Amerikan baskısından Bush'un görev süresi
dolana kadar kurtulmak istiyor.
Ve asıl sorun; bölgedeki savaş ihtimalinin barış ihtimalinden daha yüksek hale gelmiş olmasıdır.
Potansiyel bir İsrail-Suriye barış anlaşmasına dair beklenti çıtasını fazlasıyla yükseltmek, özellikle de
bu barışa yönelik bir Amerikan isteksizliği varken tehlikeli olacaktır. Dolayısıyla meseleler yaz öncesinde
ısıtılıyor ve olayların nereye varacağını bilinmiyor. Acaba bütün tarafların çabaları, aceleye getirilmiş bir
savaşa mı, aniden patlayacak bir çarpışmaya mı, yoksa çözüme ve barışa mı yol açacak? Herkes merakla
bekliyor.
Oysa Golan Tepeleri, İsrail'in Gözleriydi!
Ayşe Karabat’ın tesbitiyle:
Devletlerarası çatışmaların, savaşların ya da bir türlü çözülemeyen sorunların bedelini halklar öder,
ama bazen de bir süre sonra o anlaşmazlıkların çözülmesinin önündeki en büyük engellerden biri de bu
sefer halkların kendisi oluverir.
Bazıları, halkların arasındaki bu tip sorunların ya da kökleşen bir kanaatin kolay değiştirebileceğini
sanır, oysa yıllar içinde kemikleşen o fikirler öyle pat diye değişmezler maalesef. İsrail halkı için de Golan
Tepeleri biraz böyle bir sorundur.
İsraillilerin bir kısmı için Golan Tepeleri yalnızca orada üretilen ya da üretildiği öne sürülen o nefis
şaraplar için bile işgal altında tutulması gereken bir yerdir. Meseleye yalnızca şarap bakış açısı ile
yaklaşmayan İsraillilerin bir kısmı da hali hazırda o tepelerde yaşayan yaklaşık 20 bin İsraillinin evlerini terk
etmesini asla istememektedir. Bazılarına göre de Golan Tepeleri "İsrail'in gözleridir". Çünkü o tepelerden en
büyük "düşmanlardan" biri olan Suriye tabak gibi görünmektedir. Bunların da ötesinde Suriye'nin hiçbir şart
altında güvenilir olmadığını öne süren, dolayısıyla durup dururken Golan Tepelerinden vazgeçmenin bir
güçsüzlük ifadesi olarak alınacağını düşünen İsrailliler Golan tepelerini asla vermeyecektir.
Öte yandan Golan tepelerindeki su kaynaklarının nasıl paylaşılacağı bir yana, tepelerin Suriye'ye
iadesi karşılığında yapılacak olan güvenlik düzenlemeleri yalnızca iki ülke açısından değil, bütün bölge için
büyük önem arzetmektedir. Suriye'nin Hamas ve Hizbullah ile ilişkilerini nasıl düzenleyeceği, Şam
yönetiminin Tahran ile olan muhabbetini hangi seviyede götüreceği belirsizdir. Ayrıca İsrail-Suriye
anlaşmazlıkları önce çözülürse, Filistin'in alabilecekleri nelerdir? Sorusu hala yanıt beklemektedir. Çünkü o
zaman İsrail kendisini çok daha fazla güçlü hissedecek, üstelik Filistin'e direnmesi için güç verecek dışarıdaki
istekliler de gevşeyecektir.
Golan tepeleri üzerinden İsrail ve Suriye'nin yaptığı pazarlık yeni değildir. Daha önce de birkaç kez
denenmiştir. Madrid Barış görüşmeleri sırasında ve iki yıl önceki Lübnan-İsrail savaşından hemen sonra bu
88
konu gündeme gelmiş, ama hiç netice elde edilememiştir.
İsrail yönetimdeki bir tavır değişikliğine güvenmemelidir. Daha önce Golan tepelerinin iadesi için
Suriye'nin önce Hizbullah ve Hamas ile olan ilişkilerini düzenlemesini isteyen İsrail, şimdi, Türkiye'nin
arabuluculuğunda yapılacak olan dolaylı pazarlıklara başlamak için ön koşul öne sürmekte o kadar da ısrarlı
görünmemektedir.
Fakat Ortadoğu'nun yazılı olmayan kurallarından başka biri de hala işlemektedir: bir yandan görüşme
masası olasılığı tartışılırken, bir yandan da iki ülke arasında kontrollü bir gerginlik de sürmektedir. İsrail geniş
çaplı askeri tatbikatlar gerçekleştiriyor, Suriye de sınara yığınak yapıyor. Fakat bu arada Hizbullah'ın önemli
liderlerinden birinin geçen yıl Şam'da öldürülmesinin ardında İsrail'in olduğu fikri ısıtılırken, bir yandan da
İsrail'in yine geçen sene bombaladığı Suriye topraklarındaki bir üssün kuzey Kore ile birlikte geliştirilen
nükleer tesis olduğu artık neredeyse netleşti.
Bütün bu denklemde 'topal ördek' ABD yönetiminin nerede duracağı da ayrı bir tartışma konusu.
Suriye'yi izole etme konusunda kararlı olan ABD yönetimi, neredeyse 'ne barış pazarlığı, oturun oturduğunuz
yerde' deme eğilimi gösteriyor. İsrail ile sorunlarını çözmeye başlamış bir Suriye yönetiminin Lübnan
üzerindeki etkisini sağlamlaştırarak devam ettirme olasılığı ABD yönetimini düşündürüyor.
Siyasete Su Karıştıran Recep T. Erdoğan, Giderayak Neyin Peşindeydi?
Suriye’nin Golan tepeleri dıştan boz tepeler gibi görünür, herkes oranın askeri stratejik öneminden
bahseder, ama konuşulmayan tek şey, bu tepelerin içinin su dolu olduğudur. İsrail burayı 1967’den beri,
yani tam 41 yıldır işgal altında tutmaktadır. Bu bölge tüm barış konuşmalarında konudur, ama sonuçta işgal
devam etmekte ve İsrail daima buranın askeri stratejik konumunu vurgulamaktadır. Bu hafta, Birleşmiş
Milletler Dünya Sanitasyon haftası sebebi ile yayınlanan Sanitasyon raporunda ve dünya su kaynakları
hakkında verilen bilgilere göre, İsrail’in %50 su ihtiyacının buradan, yani Suriye’nin Golan Tepeleri’nden
karşılandığı ortaya çıkmıştır.
İsrail yine 1967’den beri Batı Şeria’yı işgal altında tutmaktadır. Buraya Eski Ahit toprakları demekte,
burayı, dini sebepler göstererek, Filistinliler ile paylaşmaktan imtina etmektedir. Filistin ve İsrail arasında
çekişme konusu olan bu topraklarda, yine aynı BM raporlarından anlaşılacağı gibi büyük yeraltı su
kaynakları bulunmaktadır. Buradan çıkan sular 3 koldan akmakta ve bunun 2 tanesini tamamen İsrail’in
yeni yerleşim merkezleri kullanmaktadır. Gazze’ye gidenine de İsrail el koymuş bulunmaktadır.
Lübnan ile İsrail arasında sınıra yakın Litani nehri bulunur ve yaptıkları son savaşta, Israil Litani
nehrine kadar güçlerini dayamaya çalışmış ama sonra geri çekmek zorunda kalmıştır. Su kaynakları en
önemli çatışma ve kapışma konusu olmaya devam etmektedir.
Türkiye ile Suriye ve Irak arasından uzun yıllardan beri bir su protokolü ve paylaşım idaresi
mevcuttur. Türkiye’den çıkıp Mezopotamya’yı sulayan nehirler çıkışından, akışına, denize varışına kadar her
yönü ile korunarak kontrol edilmelidir. Hele küresel ısınmanın artık her yerde etkisini hissettirdiği böyle bir
dönemde su kaynakları ve su miktarı hayati bir önem arz etmektedir.
Mısır, Sudan ve Etiyopya arasında paylaşılan Nil nehri bu ülkeler ve burada bugün yaşayan toplam
167 milyon kişinin ihtiyaçlarını karşılamakta olup 2025 yılında 264 milyon kişinin ihtiyacına cevap verecektir.
Kıbrıs’ın iki yanı da dışardan su getirmek için girişimlerde bulunmaktadır. Güney Kıbrıs,
Yunanistan’dan deniz altından boru hattı ile su getirmeyi veya şileplerle taşımayı düşünürken, KKTC de
Türkiye’den ya deniz altı boru hattı ile ya da balonlarla, Tarsus ve Side üzerinden su getirmek için çalışmalar
yapmaktadır.
ABD ile Meksika arasındaki Rio Grand nehri daha şimdiden iki ülke arasında sıkıntı oluşturan çok
önemli bir konu haline gelmiştir. Meksika’nın ihtiyacı hızla artmakta ve bu nehre daha çok bağlanmaktadır.
Hâlbuki bu nehrin sularını ABD kendi bahçelerini sulamak için kullanmaktadır. Yakın bir gelecekte durum
kritik seviyeye ulaşacaktır.
Kısacası dünyanın birçok yerinde siyasete ve ilişkilere su karışmış durumdadır.
Küresel Tehlikeye Doğru:
89
Su ve yeryüzündeki gıda üretimi birbirine çok bağlı olaylardır. İnsanların beslenebilmesi için
yetiştirilecek
her
kilogram
buğday,
arpa
veya
pirinç,
inanılmayacak
kadar
çok
suya
ihtiyaç
göstermektedir.(Her kilo buğday için 1000 litre su gerekmektedir.) Dolayısı ile su sadece doğrudan
kullanımın yanı sıra gıda yetiştirmek için de çok önemli olan bir unsurdur. Hükümetlerin en önde gelen
görevleri de halkına yetecek kadar su ve gıdanın bulunmasını ve bunların eşit ve adil dağılımını temin
etmektir.
Birkaç örnek durumun vahametini anlatmaya yetecektir:
* Türkiye’nin her yerinde genel olarak toprak altı sularının çekilme olgusu yaşanmakta olup toprak
altı suları 2 ila 5 metre arasında daha derine çekilmiştir. Mesela Konya ovasında, son yıllarda sulama çok
zorlaşmış ve sulama metotlarında değişiklik yapılarak, damla sulama metoduna geçilmiştir. Aynı şey, Sivas,
Malatya, Trakya gibi her yer için geçerli olmaya başlamıştır.
* Kurak geçen yaz ve kış ayları, azalan kar yağışları (küresel ısınma) toprakların kurumasının yanı sıra
toprakların tuzluluk oranlarının da artmasına sebep olmuştur. Bunlar da hasadı etkilemektedir. Daha az
verim alınmaktadır.
* İran’da yeraltı su seviyesi 1990’dan sonra 8 metre daha derine çekilmiştir.
* Yemen’de durum daha da vahim olup her yıl 12 metre daha aşağıya çekilmektedir. Bir yüksek plato
üstünde kurulmuş olan başkent Sana’da susuzluk büyüktür. Bazen 1 kilometrelik bir sondajda bile suya
ulaşılamamaktadır. Sana’nın başka yere taşınması düşünülmektedir.
* Ortadoğu ülkelerinin hepsinde durum bu merkezdedir.
* Pakistan, Hindistan ve Afganistan’da da durum ciddi boyutlara erişmiştir.
* Çin ve özellikle Kuzey Çin platosu yakında büyük kuraklıkla karşı karşıya kalmak üzeredir.
* Afrika bu konuda en sıkıntılı durumda olan ülkelerdir.
* Avustralya ve Yeni Zelanda’da yeraltı sularının çekilmesi ve çölleşmenin artması devam
etmektedir.
* ABD’nin güney ve orta bölümlerinde kuraklık etkileri şimdiden kendini göstermektedir.
Çareler ve tedbirler:
Dünyada yüzey sularının %70’i ziraat için, %20’si sanayi için, %10’u yaşam merkezleri için
kullanılmaktadır.
İşin en korkutucu yönü de maalesef dünya şehirlerinin %95’inin pis atıkları, lağım sularını ve hastane
atıklarını doğrudan doğruya, hiçbir arıtmaya tabii tutulmadan taze su nehirlerine boşaltmakta olmalarıdır.
Bunların sebep olduğu hastalık ve ölümler korkutucu boyuttadır.
Diğer bir istatistiğe göre de 1900’lerin başından beri dünya nüfusunun ikiye katlanmış olmasına karşın,
insanların su kullanımı tam 6 kat artmış bulunmaktadır.
Çare olarak, hızla:
* Su ve gıda konusunda toplumları bilgilendirmek gerekmektedir.
* Suların dikkatle ve tasarrufla kullanılması öğretilmeli ve uygulanmaya geçilmelidir.
* Su ve gıda israf edilmemelidir.
* Su ve gıda yetecek kadar bir nüfus, sağlıklı bir nüfus, kendine iş bularak, kendine bakabilecek
eğitimli ve kaliteli bir nüfus, her şeyden mahrum bir kalabalıktan ibaret olan bir nüfusa tercih edilmelidir.
* Devletin tarım politikaları dikkatle hazırlanmalıdır.
a) Burada IMF gibi, Dünya Bankası veya Avrupa Birliği tarım tavsiyeleri gibi dış etkilerle hareket
edileceğine, ülkenin gerçek ihtiyaçları göz önünde tutularak plan ve uzun vadeli programlar yapılmalıdır.
(Başta bulunan hükümetin tarım politikaları yanlış olup 5 yıl içinde Türkiye’yi gıdada dışa bağımlı hale
getirmiş bulunmaktadır.)
b) Su politikaları BÜYÜK DİKKATLE hazırlanmalı ve Türkiye’nin su ihtiyacı, toprak altı su seviyeleri,
toprak tuzlanma hızı ve çölleşme durumları dikkatle incelenmelidir. Çöllenme aynı zamanda büyük oranda,
ekilebilir, verimli toprak kaybına da sebep olmaktadır. Buna hızla çare ve çözüm bulunmalıdır. Hükümetin
90
görevi budur, yoksa TMO’nun elindeki gıda stoklarını ucuza satıp bazı şahısların bir sezon içinde milyoner
olmasını sağlamak değildir. Yapılan her iş, atılan her adım DİKKATLE, İNCELENEREK VE AKILLICA
ATILMALIDIR.
* Su ve su kaynaklarını özelleştirilmemekten kesinlikle sakınmalıdır.
* Türkiye üstünde oynanmak istenen su tuzağına kapılmamalıdır. AB daha şimdiden GAP sularına
(22 baraj ve tüm sulama sistemleri dahil) göz dikmiş olup, bunların kontrolünü ele geçirmek için zemin ve
formül oluşturmaktadır. Hatta, daha da ileri gidip, Dicle-Fırat sularından İsrail’in yararlanmasını sağlayacak
maddeleri daha şimdiden (2004 AB Türkiye İlerleme Raporundan beri) rapor ve tavsiyeleri içine
yerleştirmiştir.
* Politika ve ekonominin tümüne su karışmıştır. Dikkatli, tedbirli ve hazırlıklı olmamız kaçınılmazdır. 104
Türk Raporu: Mescid-i Aksa'da Neler Olduğu Niye Gizlendi?
Mescid-i Aksa altında yapılan kazılar belgelendi. Başbakanlık tarafından tayin edilen teknik
heyetin, hazırladığı rapor, Mescid-i Aksa'nın kaderini neyin beklediğini söylüyor. İşte 78 sayfalık
raporun ilginç bölümleri!
Başbakanlık tarafından tayin edilen teknik heyetin, Haziran 2007'de biten 78 sayfadan oluşan ayrıntılı
inceleme raporu Mescid-i Aksa'nın nasıl tehlikede olduğunu açıkça gösteriyor.
Rapor, Mescid-i Aksa'ya nasıl planlı bir suikast yapıldığının resmî ve açık bir belgesi niteliğinde.
Sekiz kişilik Türk heyeti üyelerinin, yaklaşık dört ayda hazırladığı rapor beş bölümden oluşuyor ve
Kudüs'ün tarihçesi, kazı çalışmalarının fotoğrafları, taraflarla yapılan görüşmeler ve birtakım tespit ve
tavsiyeleri içermekte.
Raporda Mescid-i Aksa'nın Müslümanlar için önemine şöyle dikkat çekiliyor: "Hz. Musa'nın kıblesi, Hz.
Ermiya'nın vahiy aldığı yer, Hz. Yahya'nın şehid edildiği yer burasıdır. Hz. Zekeriya ve Hz. Meryem'in de
ibadete çekildikleri odaların burada olduklarına inanılır. Hz. Muhammed, İsrâ mucizesi ile, Mekke'den buraya
gelmiş; Miraç'tan önce geçmiş 124 bin Peygambere burada imam olmuş, Miraç yolculuğu Muallak Taşı veya
Sahratullah denilen bu noktadan başlamıştır. Mescid-i Aksa, Hicret'in ikinci yılına kadar Kâbe'den önce
Müslümanların ilk kıblesidir."
Güncel durum ise raporda özetle şu şekilde ifade edilmiş: 1970'lerin başlarında Mağrib Mahallesi
tahrip edilmiş, 15 Şubat 1994 tarihinden itibaren, 13 yıldan beri, Müslümanların Mağrib Kapısı'ndan geçişi
yasaklanmıştır. Bu kapı ve yürüyüş yolunun kontrolü tamamen İsrail polisindedir. Şubat 2004'te Mağribliler
Kapısı'na çıkan rampanın kuzey yamacındaki duvarın, 6-7 metrelik kısmı yıkılmıştır. 2005'te tehlikeli olduğu
gerekçesiyle belediye tarafından bu rampa yayalara kapatılmıştır. 6 Şubat 2007'de Mağribliler Kapısı'nda
hafriyat çalışmaları başlatılmıştır.
UNESCO 27 Şubat-2 Mart tarihinde bölgede incelemelerde bulunmuş ve 12 Mart 2007 tarihinde
Mescid-i Aksa'da yapılan kazı çalışmalarının derhal durdurulması gerektiğini bildirmiştir.
Mağribi Kapısı'nda yoğunlaşan kazıların belirlenmiş bir planı ve nihaî noktası belli değildir. İsrail'in bu
kazılarla ulaşmak istediği noktanın Mescid-i Aksa'yı adım adım kullanılamaz hâle getirmek, Kudüs'ü, Mescidi Aksa ve civarını Yahudileştirmek ve sonuçta Süleyman Mabedi diye inandıkları yapıyı ortaya çıkarmak
olduğu anlaşılmaktadır. İsrail'in her ne kadar "çalışmalarımız herkese açıktır" türü kamuoyunu yanıltıcı
beyanları bulunsa da, işbirliğine yanaşmaması ve tüm tarafların haklarının olduğu bu mukaddes mekâna
müdahale edilirken, ortak bir komisyon kurulmasına taraftar olmaması ve ısrarla çalışmalarına devam etmesi
konu hakkındaki şüpheleri artırıyor. Nitekim, Türk Heyeti'nin raporunda da bu noktaya işaret ediliyor.
Rapordan Bazı Bölümler:
Unesco Heyeb'ne sunulan Mağribi Girişi ve rampanın iki mimari taslağı, bunlardan artık vazgeçildiği
söylenerek heyete sunulmamıştır. İsrail otoriteleri kazıdan sonra ne olacağı hususunda net bir beyanda
bulunamamışlar, buna belediyenin karar vereceğini ifade etmişlerdir. Arkeolojik kazının müdahale şekil ile
104
Doç. Dr. Oya Akgönenç / Milli Gazete
91
sınırlarını belirleyen net bir çalışma planı bulunmadığından, tarafların müşterek bir eylem planı üzerinde
mutabakata vararak, bu konuda belirlenecek yöntem ve uygulama şekline, bir an önce karar vermeleri
gereklidir.
“ABD, İran'a saldırırsa? AKP kapatılırsa, kapatılmazsa? Soruları Kafaları Zonkluyor
Amerika, İran'a 2008 yılı içinde, muhtemelen bu yaz sonunda veya sonbahar sıralarında
saldırıya geçer mi?
David Ignatius, Washington Post'taki yazısında "bugün ile kasım ayı arasındaki" dönemde
başkanlık yarışını şunların etkileyeceğini belirtiyor.
"Savaşla başlayalım" diyor ve devam ediyor: "Amerika şu anda zaten iki savaş birden
yürütüyor: Irak'ta ve Afganistan'da. Ama yönetim yetkililerinin son açıklamalarından yola çıkarak
İran'la da az olmakla birlikte, yavaş yavaş gelişmekte olan bir çatışma ihtimali mevcut" diyor.
Ignatius, bu değerlendirmesini gayet ilginç ve üstelik somut bir "enformasyon"la destekliyor:
"ABD-İran kapışması riski, bir ölçüde, Suudi Arabistan'la Ortadoğu'daki diğer ABD müttefikleri bunu
çok arzuladığı için büyüyor. Bir Suudi bana bu hafta ‘Kapalı kapılar ardında, İranlılar bir hata
yapsınlar da sizin saldırmak için bir gerekçeniz olsun' demişti. Bir başka önde gelen Arap yetkilisi ise
Amerika'nın Irak sınırının hemen ötesindeki İran eğitim kamplarını vurması umudunu dile getirmişti”
!?
Amerika'nın şu anda kendi ülkesinde (ve dünya çapında) kredisini tüketmiş, çaptan düşmüş ve
bir "topal ördek" haline dönüşmüş yönetimi, bir yandan da "misyoner Haçlı ruhlu" olduğu için
sonbaharda, İran'ın nükleer çalışmalarını ağır bir bombardımanla yerle bir etmeyi hedef alan saldırıya
girişebilir.
Bunu yapabilmesi, bir-iki hafta içinde İran'la gerginliği tırmandırması ve kamuoyunu buna göre
oluşturmaya başlaması gerekli..
Güçlü görülmese de yine de bir ihtimaldir.
Türkiye'de önümüzdeki aylardaki "iç" siyasi gelişmeler, Amerika'nın İran'a karşı izleyebileceği
bir "tırmanma siyaseti"nden "tümüyle" bağımsız düşünülebilir mi?
Bu arada, Başkan Yardımcısı Dick Cheney'nin ismi ile simgelenen ve çevresinde en azgın "neocon'lar"ın yer aldığı bu "İran'a haddini bildirme" çizgisinin, Türkiye'de Milli Görüş zihniyetine
"alerjisi" ve AKP iktidarından bu yüzden hazzetmediği bilinmekteydi.
Acaba, Tayyip Erdoğan'ın AKP'yi kapatma davasının en kısa sürede, sonbahar gelmeden/yaz
bitmeden sonuçlanmasını istemesi "ekonominin asgari zararla" bu işten çıkmasını istemesi kadar, Amerikaİran eksenindeki gelişmelerin alabileceği seyri sezmesinin bir ilişkisi olabilir miydi?
Bununla birlikte, Tayyip Erdoğan'ın Ortadoğu politikasındaki rotasında, "Amerikan iktidar oyunu"ndaki
bir başka "eksen"i hesaba katarak davrandığı sezilmektedir. Söz konusu bu "eksen", Dışişleri Bakanı
Condoleezza Rice ve Ulusal Güvenlik Başdanışmanı Stephen Hadley gibi isimlerce temsil edilmektedir. Bu
ekip Ortadoğu barış müzakerelerinin sonuç verebilmesi ihtimali üzerine dayalı politika güdüyor. Örneğin, yıl
sonuna dek İsrail ile Filistinliler arasında bir "barış anlaşması" imzalanabilir...
"Barış anlaşması" ile "barış" aynı şey zannedilmemeli.. Bush, daha başkanlık koltuğundan inmeden
imzalanacak ve 2007 Aralık ayındaki Annapolis sürecini taçlandıracak böyle bir anlaşma, "kâğıt üzerinde" de
olsa "iki-devlet çözümü"nü hükme bağlamış görünecek. Böyle bir anlaşma, BM Güvenlik Konseyi tarafından
"onay belgesi" alarak 2009'da uygulamaya geçilmek üzere "rafa" kaldırılabilir. Önemli olan, Bush döneminde,
böylesine bir "ihtiraslı" hedefin gerçekleştirildiğinin kanıtlanması.
AKP’nin Annapolis'i desteklemesinden başka, İsrail-Suriye hattındaki "aktivitesi"ni de bu "barış süreci"
senaryosunda bir figüranlık şeklinde değerlendirmek gerekir.
Bütün bunlar Türkiye'nin "iç siyasi dengeleri"nin önümüzdeki yakın gelecekte Amerika'daki farklı siyasi
tercihler ve Ortadoğu'daki dinamiklerden etkilenebileceğine dair ipuçları vermektedir.
AK Parti'nin ve Tayyip Erdoğan'ın kaderi ve Türkiye'nin "gelecek süreci"; acaba sadece Anayasa
92
Mahkemesi'nin 11 üyesinin mi elindedir; yoksa çok daha geniş çerçevede hareket eden dinamiklerle mi
ilgilidir?
Asıl soru ve saklı sorun, bu işte!...
93
TSK VE GENELKURMAY DÜŞMANLIĞI
 DÜNYANIN AĞZINI UÇUKLATAN OPERASYON VE OLUMLU
SONUÇLARI?
Türk Silahlı Kuvvetlerimizin, Süper Güç ABD’ye ve işbirlikçilerine rağmen, onların genel
çerçevede bekledikleri, ama bilmedikleri bir günde Kuzey Irak’a girmesi ve yine çok sürpriz bir
şekilde ve onların tahminlerinden çok daha önce, planlanan hedefleri gerçekleştirip geri çekilmesi;
tüm dünyayı ve aklı yatanları büyük bir şaşkınlığa uğratmıştı. Bu şaşkınlık, dostlarda hayranlık,
düşmanlarda korku ve kıskançlık uyandırmıştı. Bu olay kahraman Askerimizin ve Milli Türkiye’nin
süper güç olduğunun da ispatı ve ilanıydı.
Evet, kara harekatının: genel hatlarıyla değil, ama özel stratejik ayrıntıları bakımından
Amerika’dan habersiz başlatıldığı; Bush’tan Gates’e kadar bütün yetkililerin: “Türkiye’yi anlıyoruz ve
operasyonu onaylıyoruz, amma, biran evvel çıkmasını istiyoruz..” şeklindeki sızlanmalarından ve yine
Genel Kurmayından Dış bakanlarına kadar, Türkiye’nin ayağına koşmalarından anlaşılmaktaydı.
Çünkü bu operasyon, PKK’dan öte, işgal ettiği bu bölgenin denetim ve yönetimini elinde tutan
Amerika’ya ve Siyonist odaklara karşı yapılmış, süper şeytanların karizması çizilip, gururları
kırılmıştı.
Kraldan daha kralcı bazı yerli Amerikan aşıkları ve İsrail uşakları: “ABD’nin baskılarına
dayanamayan Genel Kurmay, beklenenden önce, apar topar Irak’tan çıkmak zorunda kaldı” şeklinde
yayınlar yapsa da, aslında:
İspanya Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Feliz Sanz Roldan’i Genel Kurmay Karargâhı’nda
resmi törenle karşılayan Büyükanıt’ın, ziyarette basın mensuplarının; Gates’in “Türkiye Kuzey
Irak’tan en kısa sürede çekilmelidir” sözlerinin hatırlatılması üzerine: “Türkiye 24 yıldır terörle
mücadele ediyor. Amerika da yıllardır Afganistan’da terörle mücadele ediyor. Kısa süre izafi bir
kavramdır. Bazen bir gün, bazen bir yıl sürebilir.” Şeklindeki cevabında belirttiği “Bir gün” içinde,
hem de tam ve sağlam bir zaferle ve önceden planlanıp, tüm istihbarat örgütlerinden ve yerli
hainlerden saklanmış bir programın harfiyen uygulanması neticesinde, askerimizin birliklerine
çekilmesi, gerçek bir strateji ve taktik başarısıydı.
Erbakan Hoca’nın yıllar önce anlattığı, proje aşamasından deneme uçuşlarına kadar, bazı özel
firmalar kanalıyla: nasıl başarılıp ordumuzun hizmetine sunulduğunu ayrıntılarla açıkladığı ve Lübnan
saldırısı sırasında İsrail’e karşı kullanılıp Siyonistleri şaşkına ve bozguna uğrattığı da sonradan
anlaşıldığı, “Bayraktar” Pilotsuz Casus Uçaklarımızın, bu büyük operasyonlardaki payı da önemli bir
yer tutmaktaydı. Yoksa, ABD ve İsrail’in istihbarat desteği, bütünüyle bir palavraydı.
Başbakan’ın Haberi Var mıydı?
“Askerimizin operasyonu bitirme haberi, sadece ABD’yi değil, AKP’yi de şaşırtmıştı. Çünkü
başbakan’ın “planlanan hedeflere ulaşıncaya kadar, operasyonlar sürecek ve daha sonra ordumuz
çekilecek” anlamında sözler sarf ettiği TV konuşmalarını iptal etmek zorunda kalmıştı.” Şeklindeki bir takım
söylentiler; “Ordu TC. hükümetini ve siyasi iradeyi değil, ABD’yi dinlemekte ve onların direktifleriyle hareket
etmektedir” havası oluşturmak suretiyle Genel Kurmay’ı yıpratmaya yönelikti. Amerikan taparlar, Siyonist
tanrılarına rağmen, Türk Askerinin kazandığı bu başarıları ve bağımsız davranışları bir türlü içlerine
sindirememişti. AKP borazanı Kanal 7’nin yalaka haber spikeri, Fehmi Koru’ya: (3 Mart 2008 akşamı)
“Sizce, ABD’nin desteği ve isteği olmadan Türk ordusunun bu harekâtı başlatıp başarması ve bu erken
çekilme kararını onlardan alakasız ve bağımsız alması düşünülebilir mi?” Sorusuna daha doğrusu pasına, o
şu mealde bir yanıt veriyor ve kendi aklınca gol atıyordu:
“Hayır böyle bir şey asla mümkün değildir. Genel Kurmay Başkanı Büyükanıt’ın çıkışları,
94
tepkileri yatıştırmaya yöneliktir!.”
Böylece, aşağılık psikolojisinin ve kiralık uşaklık ruh halinin en tiksindirici tavırları
sergilenmekteydi.
Ilımlı İslamcılardan, çalımlı salon solcularına; Mason Localarından TÜSİAD’cı Baronlarına;
Kemalist geçinen sabataist sahtekârlarından, ikinci Cumhuriyet soytarılarına; ama hepsi de; sivil ve
siyasi PKK olan DTP’nin ağzıyla, ordumuzu karalama yarışına girmişti.
Düşünmeden edemiyorduk. Bu kadar açık ve pervasız bir hıyanet hürriyetine, acaba başka
hangi ülkede izin verilirdi!?
Bütün bunlar, “Kuzey Irak’a girişimiz de, çekilişimiz de, Milli Türkiye’nin inisiyatifindedir” mesajını
taşımaktaydı ve zaten Genel Kurmay Başkanımız Büyükanıt Paşa’nın açıklamaları da, bunlara tercümanlıktı.
Efendim “hedeflere ulaşılamadı, tampon bölge oluşturulamadı, bunca zayiatın ve masrafın karşılığı
alınamadı” şeklinde, halkımızın kafasını karıştırmaya ve ordumuzu karalamaya yönelik yayınlar kasıtlıydı ve
kışkırtıcıydı.
Önce, Fehmi Koru’nun 29 Şubat Kanal 7 haber yorumunda dile getirdiği “Acaba askeri birliklerin
tamamı çekildi mi? Bu belli değil!.” Şüpheleri; önemli ve yeterli sayıdaki askerimizin bölgede bırakabileceğini
çağrıştırmaktaydı.
TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ’ın Hatay’daki:
“Bu konuda Genel Kurmayın açıklamalarına itibar etmek durumundayız. Bu sözlerin altında başka
şeyler aramakla bir yere varamayız” şeklindeki sözleri de, bu kesimin ve bağımlı oldukları güçlerin kaygılarını
taşımaktaydı.
Ve zaten bazılarınca Kuzey Irak’a girdiği söylenen on bin kadar askerimizden, sadece üç-dört binin
döndüğü hesaplanmıştı.
Kaldı ki; “Gidemediğin yer, senin değildir” sözünün zıt anlamıyla “istediğin zaman gidip gelebildiğin her
yer senin güdümündedir” gerçeği doğrultusunda, önemli olan işgale kalkışmak değil, kontrol altında
tutmaktır. İşte ABD, Irak’ı ve Afganistan’ı işgal etmiş, ama kontrol altına almayı başaramamıştır. Üstelik bu
işgaller, Amerika’yı batağa saplatmış ve ekonomik krizlere taşımıştır. Evet, Amerika’nın Irak işgalinin faturası,
Clinton dönemi Beyaz Saray Başdanışmanının itirafıyla, tam 3 trilyon doları aşmıştır. Bu korkunç miktar, 13
yıl kadar süren ve hezimetle biten Vietnam savaşı masrafının 1,5 katı, NATO’ya kabulümüz hatırına bizim de
katıldığımız Kore savaşının tam iki katından fazladır.
Gurur kaynağımız ve huzur sigortamız kahraman ordumuzun, en çetin kış ortamında ve en zor coğrafi
şartlardaki bu süper başarısını küçümsemeye kalkışanlar;
a) Türkiye’nin PKK görünümlü, Amerika ve İsrail’in desteklediği ve son sistem silahlar yanında
teknolojik ve lojistik imkânlar verdiği bir gizli gerilla ordusuyla savaştığını ve kazandığını
b) PKK’nın yarıdan fazlasının, Suriyeli, Iraklı ve İranlı Kürtlerden ve Ermenilerden oluştuğunu ve
Türkiye Kürtlerinin %40’ın altında kaldığını
c) Kuzey Irak’ta kurulan Fransız, İtalyan ve İsrail hastanelerinin, Merkezi ve Barzani yönetimlerinin
kontrolü dışında, yaralı ve hasta PKK’lılara hizmet verildiği, hatta buraların bodrum katlarının üs olarak
kullanıldığını
d) Yani Türk askerinin, PKK ile değil Barbar Batı dünyasıyla çarpıştığını, gözlerden saklamaktadır
e) En yektin ABD’li strateji uzmanları gerilla savaşında, “1 anarşiste karşı 17 asker kaybı başarı
sayılır” derken, bizim 270 teröriste karşı 27 şehidi vermemiz ise, hem ordumuzun yüksek pratik ve
psikolojik başarısı, hem de, ancak bir mucize ve ilahi yardım olarak algılanmalıdır.
f)
Bu operasyonun en önemli başarılarından birisi de, tek bir sivilin burnu kanatılmadan PKK’ya
büyük bir darbe indirilmesidir. Bu Müslüman Türk’ün adalet ve merhamet seciyesidir. Bu harekâtla,
uşaklarının hezimetine misillime yapar gibi, masum Gazze halkına saldıran Siyonist İsrail’in iki günde
yüzelliden fazla sivili katletmesi gözler önündedir.
Bu operasyonun başlatılması da, sonuçlandırılması da Genel Kurmayımızın kendi hazırlayıp
95
uyguladığı harekât planları çerçevesindedir. Ancak bu aşamalarda ABD’nin ve AKP’nin muhtemel tepkileri ve
bölge dengeleri herhalde gözetilmiştir. Bir takım bilgi alışverişleri elbette gerçekleşmiştir.
Şimdi askeri yetkililer ve stratejistler şu tespitlerimize hak vereceklerdir:
Daha önce, İsmet İnönü ve Süleyman Demirel dönemlerinde, nasıl Kıbrıs’a etkili ve netice verici
bir müdahale yapılamamış, bazı horozlanma girişimleri de ABD tarafından hemen bastırılıp geri adım
atılmış; bunun için Erbakan Hoca’nın içinde bulunduğu Koalisyon gibi ciddi ve cesaretli bir siyasi
iradeye ihtiyaç duyulmuşsa, bugünkü AKP iktidarıyla, PKK’ya ve Kuzey Irak kışkırtmalarına karşı,
kalıcı ve caydırıcı sonuçlar doğuracak harekâtların yapılamayacağı da acı bir gerçektir.
Öteden beri, güya devletin ve askerin tabii destekçisi olarak bilinen ve bunu tepe tepe istismar
eden CHP ve MHP’nin, ordumuza karşı bu son tavırları ve tafraları, hem bunların gerçek niyetini ve
tiyniyetini, hem de ordumuzun bütün milletimizin ortak değeri olduğu gerçeğini açığa çıkarması
bakımından da, oldukça önemli bir gelişmedir. Genel Kurmay Başkanlığının ilgili açıklamasındaki:
“Bazı siyasilerin askeri hedef alan ve başarılarımızı gölgelemeye çalışan yakışıksız sataşmaları,
hainlerden daha çok TSK’ya zarar vermektedir” ifadeleri, Deniz Baykal ve Devlet Bahçeli’nin buna
tepkileri oldukça dikkat çekicidir.
Elbette, sadece askeri yöntemlerle, anarşi belasından kurtulamayacağımızı, bunun yanında ekonomik
ve sosyal tedbir ve tedavilerinde mutlaka uygulanmasını savunmaktayız. Bunun çaresi ve çözüm reçetesi de,
Erbakan Hoca’nın 40 yıl önce başlattığı:

Önce ahlak ve maneviyatla birlikte İslam kardeşliği prensibi,

Sonra yaygın kalkınma ve Milli sanayileşme seferberliğidir.
Bunu da, ne başörtüsü perdesiyle İslam’a savaş açan sapkınların ve ne de, din istismarıyla halkı
aldatıp Siyonist ve emperyalist güçlere eşbaşkanlık yapan sahtekârların kesinlikle başaramayacağı artık
anlaşılmıştır.
Bu arada, ABD ve özellikle AB yetkililerinin ve yerli kiralık kalemlerin ikide bir “Kürt sorunu için siyasal
çözüm” önerilerinin de tam bir tuzak olduğu unutulmamalıdır. Çünkü PKK’yı siyasallaştırıp, DTP eliyle ve
demokratik federatif bahanelerle Güneydoğumuzu koparmaya yönelik şeytanlıklara kapılmamalıdır.
Milliyette Derya Sezak’ından 2. cumhuriyetçi kafalara, ılımlı İslamcılardan Leyla Zana’ya kadar, bir
sürü zavallının figüranlık yaptığı “Demokratik Özerk Kürdistan” safsatası, aslında Sevr’in yeni bir aşamasıdır.
Amerika’nın Irak sömürge Valisi ve PKK hamisi Celal Talabani’nin, Büyük İsrail Projesinin
eşbaşkanlarınca Türkiye’ye davet edilip ağırlanması; Süleymaniye’de başımıza çuval geçiren ABD’li
generalin “PKK ile Türkiye masaya oturup anlaşsın” şeklinde küstahlaşması ve dolaylı talimatları da bu
endişelerimizi haklı çıkarmaktadır.
Ve zaten, Hürriyet’in Siyonist havarisi Ertuğrul Özkök’ün:
“Kürtler, eyalet sistemi, federatif yapı istiyorlarmış... Bunu tartışmanın ne zararı olacakmış?” (7 Mart
2008) sözleri de bunun başka bir ispatıdır.
Genelkurmay’dan “Yurda Dönüş” Açıklaması Göğsümüzü Kabartmaktaydı;
Kuzey Irak'a yapılan kara harekâtına ilişkin duyuruda, ''Harekâtın başlangıçtaki hedeflerine
ulaştığı” vurgulanmıştı.
Açıklamada, ''Harekâtın başlangıç ve bitiş zamanı tamamen askeri gerekçe ve ihtiyaçlara göre
tarafımızdan belirlenmiştir. Kaldı ki, bu konuda bazı haberlerin çıktığı gün, harekâta katılan birliklerin bir
kısmı başlangıçtaki planlama gereği sınırlarımız içine çekilmiş durumdaydı.'' "Türk Silahlı Kuvvetleri, hava
koşulları ve aydınlık durumu gibi etkenler dikkate alınarak Terör örgütüne karşı, bir sınır ötesi kara harekâtı
başlatmıştır.
Birliklerimiz sınır ötesi dağlık bir bölgede, derin kar ve şiddetli soğuklarda harekâtı başarıyla
uygulamışlardır. Görev alan birlikler tamamen komando eğitimli yaya ve uçarbirlikler olup, harekâtta tank,
zırhlı ve tekerlekli araçlar kullanılmamıştır.
Harekâtın başından itibaren, manevra birlikleri ve uçaklar tarafından 126 mağara, 290 barınak
96
ve sığınak, 12 komuta merkezi, 11 muhabere tesisi, 6 eğitim tesisi, 23 lojistik tesis, 18 ulaştırma
tesisi, 40 hafif silah mevzii ve 59 uçaksavar mevzii kısmen ya da tamamen tahrip edilmiştir. Harekâtın
başlangıçtaki hedeflerine ulaştığı değerlendirilmiş; birliklerimiz arazi arama ve taramaları yaparak, 29
Şubat 2008 sabahı itibarıyla yurt içindeki üs bölgelerine dönmüşlerdir. Harekâtın başlangıç ve bitiş
zamanı tamamen askeri gerekçe ve ihtiyaçlara göre tarafımızdan belirlenmiştir. Türk Silahlı
Kuvvetlerinin bu kararına içeriden ya da dışarıdan her hangi bir etki söz konusu değildir. Kaldı ki, bu
konuda bazı haberlerin çıktığı gün, harekâta katılan birliklerin bir kısmı başlangıçtaki planlama gereği
sınırlarımız içine çekilmiş durumdaydı.
Irak’ın kuzeyi terör örgütünün faaliyetleri açısından bundan sonra da yakından izlenecek ve bu
bölgeden Türkiye’ye tehdit yöneltilmesine müsaade edilmeyecektir. Terörle mücadele yurt içi ve yurt dışında
kararlılıkla yürütülmeye devam edecektir" deniyordu.
Bakanlar Bile Şaşkındı
Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, Irak’ın Kuzeyindeki kara harekâtının bittiği haberlerini basın
müşavirinden öğrendiğini söylüyordu. Şahin, konuyla ilgili bir bilgisi olmadığını belirterek, “Başbakan ya da
Milli Savunma Bakanıyla henüz görüşmedim. Ama bu konuda şunu önerebilirim. Genelkurmay Başkanımız’ın
açıklamalarının dikkatle takip edilmesi gerekmektedir” diyordu. Öte yandan İçişleri Bakanı Beşir Atalay ise,
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Irak’ın kuzeyine yönelik düzenlediği kara harekâtının sona erdiği yönündeki
iddiaların hatırlatılması üzerine, “Benim söyleyecek bir şeyim yok” cevabını veriyordu. 105
Sabataist cuntanın (Müslüman sanılan Yahudi dönmezi elit tabakanın), Mason Localarının ve
kendilerini ABD ve AB’ye sigortalayan ılımlı İslamcıların, ordumuzu yıpratmak için fırsat kollamalarını
anlamakta zorlanmıyoruz. Çünkü bir zamanlar, İstanbul Ziverbey köşkünü, sabataistlerin gizli
iktidarına başkaldıran veya taş koymaya çalışan kimselerin, hatta generallerin hesaba çekilip hizaya
getirildikleri yer olarak kullanan;
Örneğin Em. Tümgeneral Celil Gürkan’ı, kelepçeletip tek bir hücreye tıkayan ve günlerce
hakaretler yağdıran..
Genel Kurmay Başkanı Faruk Gürler’in oğlu Metin Gürler’i bir hafta boyu içeri alıp babasına
küfretmek şartıyla Sultanahmet’te serbest bırakan;
Ziverbey Köşküne getirilen Subaylara, solculuk suçlamasıyla Polisler tarafından en olmaz onur
kırıcı
işkenceler
yaptıran
masonların,
şimdi
o
şeytani
saltanatlarının
yıkılması
telaşıyla
hırçınlaştıklarını biliyoruz.
Sabahattin Önkibar’ın isabetli yorumuyla:
“Bu Harekât TSK’nın Büyüklük Tescili” olmaktaydı.
ABD’ye rağmen.
AB’ye rağmen..
Barzani ve Talabani’ye rağmen.
İşbirlikçi Araplara rağmen.
Ve içerideki malum ’cephe’ye rağmen Türk Silahlı Kuvvetleri kara birliklerini K. Irak’a sokarak harekâta
başladı. (ve başarıyla sonuçlandırdı. A.A.)
Diyeceksiniz ki ABD ve AB destekliyor. (Hayır öyle görünmek zorunda kalıyor.)
Doğru en azından karşı değiller ama, hem Washington’u hem de Brüksel’i o çizgiye taşıyan TSK’nın
kararlı tutumu oluyor.
Türk Silahlı Kuvvetleri eğer kesin tavrını ortaya koymayıp AKP hükümetinin bildik teslimiyetçiliğine
endekslenseydi; değil kara, hava harekâtı noktasına bile erişilemezdi.
Evet gelinen nokta TSK’nın K.Irak’taki çıkarlarımız için gerekirse Dünya ile bile savaşırız duruşunun
sonucudur. ABD, askerimizdeki bu kararlılığı görmüş ve politika değişikliğine gitmiştir.
105
(İHA)
97
Öyle olmasaydı ABD gibi günlük düşünmeyen emperyal bir devlet, bir kaç ay ara ile bu biçimde180
derecelik bir çark edişin içinde olmazdı.
Zerre mübalağasız söyleyebiliriz ki bu kara harekâtı olayı TSK’nın gücü ve caydırıcılığının dünyanın
en büyükleri tarafından da tescil edilmesi hadisesidir.
Kuşkusuz çetin kış şartlarında böyle bir harekâtı yapabilmek de büyük olmanın gereğidir, ancak bize
göre asıl önemli olan ABD’den AB’ye herkesin TSK’nın taleplerine eyvallah etmeleridir.
Buradan hareketle Silahlı Kuvvetlerimizin Türkiye’nin ebed-müddeti için ne anlama geldiği daha iyi
anlaşılıyor.
Kara harekâtının verdiği diğer mesajlar şunlardı:
1) ABD TSK’nın kesin kararlılığını görüp 1 Mart tezkeresini unutma sürecine girmiştir.
2) ABD işgal ettiği topraklara başka bir ülkenin yani Türkiye’nin müdahalesine izin vererek, işgal
bölgesinde yani K.Irak’ta Türkiye ile beraber hareket mecburiyetini göstermiştir.
3) ABD bu kabullenme tavrıyla Kerkük’ün Kürtler’e peşkeş çekilmesine yardımcı olamayacağını da
kabullenmiştir.
4) ABD ve AB’nin kara harekâtına katlanma tavırları, K.Irak’ta konuşulan Bağımsız Kürdistan’ın
hemen eşikte olamayacağına da işarettir.
5) ABD kara harekâtına rıza göstermenin karşılığında Türkiye’den Irak’ın güvenliğinde ortak hareket
etmek ve Afganistan’ın güvenliği için de oraya
daha fazla asker gönderilmesini istemesi, günü kurtarmaya
yöneliktir.
6) ABD Türkiye’den İran’a yapılacak bir müdahalede kendi safında olmasını isteyebilir. ABD kara
harekâtına ses çıkarmayarak Mart ayında Türkiye’ye İran için gelecek olan başkan yardımcısı şahin
Cheney’nin ziyaretinin önünü açmak ve ona psikolojik zemin hazırlamak istemiş olabilir.
7) ABD enerjide Rusya ve İran’la işbirliğine giren Türkiye’yi yanına çekmek ve bölgesel terminal
yapmak için K.Irak’ta esnek bir adım atmış olabilir.
8) ABD bölgede yeniden palazlanan Rusya’ya karşı Türkiye’yi kaybetmemek için yeni bir açılımı
politika yapmış olabilir.
Gelelim kara harekâtının sınırlarına?
Bize göre bu mevsim şartlarında böyle bir harekâta karar verildi ise belli ki bu basit ve sıradan bir gaz
alma gösterisi değildir. Dolayısı ile biz bu harekâtla beraber güvenlik hattı dahil pek çok şeyin ihtimal
dahilinde olduğu kanaatindeyiz. TSK bu şartlarda böyle bir eyleme imza attıysa, bunun anlamı net ve tektir:
“TSK Türkiye’nin güvenliği için her hal ve şartta savaşmaya hazırdır” demektir.
Bakın tarihe, böyle bir ordu dünyada sadece bu millette vardır...”106
Babacan Neden İşaret Lambasını Yakmıştı?
Ankara’da yanıtı aranan diğer bir soru, Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın Moskova yolunda hiç
gündemde değilken kara harekâtına neden dikkati çektiğidir... Öyle ya böyle bir soru bile sorulmamış iken
adeta K. Irak’ı uyarırcasına konuyu oraya taşıyıp kara harekâtının masada olduğuna dikkat çekmesi belli ki
bilinçli bir tutumdu.. Peki Babacan bunu niye mi yaptı? Spekülasyonlar muhtelif: 1) Babacan bu işareti ile
kara harekâtında hükümet devre dışı değil demek istemiş olabilir. Bu şekilde son kararı kendilerinin verdiğini
kanıtlamak istemiş gibidir. 2) İç ve dış kamuoyuna soğuk duş olmasın ve birden tepki oluşmasın diye,
kamuoyunu hazırlamak için söylemiş de olabilir... Kuşkusuz iki amaç güdülerek de o çıkış yapılmış olabilir..
Ancak Babacan’ın o çıkışı kara harekâtı olayının günlük bir tutum olmadığını, konunun perde arkalarının
olduğunu göstermektedir...107 Ama bize göre Ali Babacan’ın bu şüpheli açıklamaları, PKK’lıların kaçmasına
ve tedbir almasına yarayan bir talihsizliktir.
Ve yine Ülkemizi Sevr hedefiyle, ama siyasi yöntemlerle parçalamayı kutsal amaç haline getiren
Haçlı Avrupa Birliğinin ekonomik ve psikolojik destekleriyle KİOSK gibi programlar yapan Kanal
106
107
Yeniçağ / 23.02.2008
Yeniçağ / 23.02.2008
98
Türk’teki Ceviz Kabuğu programına katılan Hasan Kundakçı Paşa’ya, Hulki Cevizoğlu’nun:
“Askerimizin Kuzey Irak’a yaptığı kara operasyonu sonucu, önceden tarih bildirilmeden,
ansızın ve sürpriz biçimde niçin çekildi? Bu bilinseydi ve ilan edilseydi ne zararı olabilirdi?” şeklinde
ve “Genel Kurmay, Amerika’nın teklif ve direktifiyle harekâtı, hedefine ulaşmadan terk etmiştir”
imasını çağrıştırır biçimdeki soruları
Acaba, halkın kafasında oluşturulan soruların yanıtını bulmayı mı, yoksa şeytana avukatlık
yapıp, askeri kurmaylarımız aleyhine başlatılan kasıtlı kampanyaya katkı sağlamayı mı amaçlamıştı?!
Yaşar Büyükanıt Paşa’yı ve diğer komutanları açıkça “saflıkla, kolay kandırılmakla, yersiz ve
gereksiz konuşmakla” suçlayıp sataşma yetkisini kimlerden almıştı?
Ve yine aynı programa katılan Yaşar Nuri Öztürk’ün, Genel Kurmay Başkanına saldıran ve
psikolojik savaş başlatan CHP ve MHP’yi, defalarca saygıyla anması ve aklamaya çalışması da, safını
ve sıfatını yansıtmaktaydı.
Çünkü ne de olsa Deniz Baykal, Yaşar Nuri’nin Moonculuk yoldaşıydı!..
Ve aslında Genel Kurmay Başkanına karşı Deniz Baykal’ın bayrak açması Başörtüsü
düzenlemesiyle ilgili sorulara “Bizim görüşümüz bellidir” şeklindeki yanıtıyla; MHP’nin saldırısı ise
“PKK Meclis çatısı altındadır” anlamındaki açıklamalarıyla başlamıştı. Yani Irak’tan çekilme bir
bahane olarak kullanılmıştı.
Hatırlanacağı üzere, İsmet İnönü mantığıyla, askeri CHP’nin yaveri görme hastalığından
kurtulamayan Deniz Baykal, Sn. Büyükanıt’ın başörtüsü meselesinde kendileri gibi milletin inancına
saldırmayınca hırçınlaşmış ve “Gölge etmesin başka ihsan istemez” diye çıkışmıştı.
MHP’li Osman Durmuş’ta, yıllarca istismar ettikleri aziz şehitlerin kemiklerini sızlatan bir
tutarsızlıkla, ellerini sıkıp sahip çıktıkları DTP’liler için “PKK Meclis çatısı altındadır” diyen Büyükanıt
Paşa’yı istifaya çağırmıştı. Ama bizim marazlı medya ve garazlı münafıklar bütün bunları gizleyip,
Genel Kurmaya yönelik saldırıların, geri çekilme kararıyla başladığını yaymıştı.
“Bizim muhatabımız ve muhalefetimiz, ordumuza değil, AKP iktidarına karşıdır” diyen
sahtekârlar!
Erbakan’a hıyanet edip Milli Görüşü parçalamaları karşılığı Siyonist güçlerce parlatılan Recep
T. Erdoğan’ın siyasi yasağının kaldırılıp başbakanlık yolunu açan Deniz Baykal olmamış mıydı?
Şimdi PKK avukatı Talabani’yi ağırlayan Abdullah Gül’ü köşke MHP çıkarmamış mıydı?
Velhasıl ordumuzun bu büyük başarısı; Büyükanıt Paşa’mızın CHP ve MHP’nin talihsiz
tepkilerine karşı tabii ve tarihi tavrı; ve bu partilerin değil, milletin hizmetinde olduklarının ilanı; dış
düşmanlarımız kadar içerideki uşaklarının da ciğerine süngü gibi saplanmıştı.
İşte Kuzey Irak Müdahalemize Batı Dünyasının Temkinli Tepkisi, Onların Endişe ve Acziyetlerini
de Ortaya Koymaktaydı:
ABD: En Kısa Sürede Sonuçlansın
ABD Savunma Bakanlığı Pentagon'un sözcüsü Bryan Whitman, açıklamasında, Türk hükümetinden
Irak’ın kuzeyine yönelik kara harekâtının en kısa sürede sonuçlandırılmasını istediklerini söylemişti. Dışişleri
Bakanlığı sözcüsü Sean McCormack da ABD'nin Türkiye'den harekâtı mümkün olduğu kadar çabuk sona
erdirmesi tavsiyesinde bulunduklarını belirtmişti. Operasyonu Türk hükümetinin planlayıp yürüttüğünü
anlatan McCormack, "bizim niyetimiz bunun ortasında yer almak değil, Türk ve Irak hükümetlerini bir araya
getirmektir" demişti.
'Kürt yönetimiyle çalışın'
Beyaz Saray sözcüsü Scott Stanzel de: harekâttan ABD'nin önceden haberdar edildiğini belirterek,
"Türk hükümetinden operasyonu özel olarak terör örgütü PKK hedeflerine yöneltmesini ve harekâtın boyut ve
süresini sınırlandırılmasını istedik"lerini söylemişti.
ABD Dışişleri Başkanlığı: “Kara Operasyonu İyi Bir Haber Değil”
ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Matthew Bryza, Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) Irak’ın
99
kuzeyine sınır ötesi kara harekâtı yamasının “iyi haber olmadığını” ifade etmiş ve:
“Kara operasyonu tamamen yeni bir aşama. Söyleyebileceğim tek şey, şu ana kadar ilişkilerimizin
oldukça iyi gittiğidir” diyerek bir nevi şaşkınlığını gizleyememişti.
İngiltere Dışişleri Bakanlığı: “Türkiye En Kısa Sürede Terk Etmeli”
İngiltere Dışişleri Bakanlığı sözcüsü de yaptığı kısa açıklamada, “İngiltere'nin, PKK'nın Türkiye'ye
yönelik saldırıları ve bu saldırılar sonucu ortaya çıkan can kayıplarından büyük üzüntü duyduğunu” dile
getirmişti.
"İngiltere'nin, PKK terör örgütüne Türkiye'nin yanıt verme arzusunu anlaşıldığını" kaydeden sözcü,
Türk hükümetiyle, Irak hükümetiyle ve Irak'ın kuzeyindeki bölge yönetimiyle, sorunun diplomatik yollarla
çözüme kavuşturulması ve Irak topraklarının Türkiye'ye yönelik saldırılarda üs olarak kullanılmasının
önlenmesi için işbirliği çabalarının sürdürülmesinden yana olduklarını söyleyerek, hiç beklemedikleri bir
operasyonla karşı karşıya kaldıklarını ima etmişti.
AB’den Destek ve Uyarı Var: “Hedefe Odaklı ve Sınırlı Olmalı”
Türkiye'nin K. Irak'a yönelik olarak düzenlediği hava operasyonlarına başından bu yana sözde destek
veren Avrupa Birliği, başlatılan kara operasyonu için de benzer bir tavır sergilemiş. Yapılan açıklamada
“insan haklarına saygı, uluslararası hukuka uygunluk ve taraflarla diyalog çağrısına öncelik verilirken,
kulislerde operasyonun 'hedefe odaklı ve zaman sınırlı' olması yönündeki taleplerini” iletmişti.
'En iyi çözüm değil'
AB Yüksek Temsilcisi Javier Solana ise, AB Komisyonu'na oranla 'çekince dozu biraz daha yüksek' bir
açıklama yapıp, Türkiye'nin endişelerini anladığını belirterek, "Ancak kara harekâtının en iyi çözüm olduğunu
düşünmüyoruz. Irak'ın toprak bütünlüğü bizim için çok önemli" diye sitem etmişti.
BM Genel Sekreteri kaygılı
BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun da, kara harekâtıyla ilgili olarak, "Türkiye'nin güvenlik endişesini
anladığını, ancak iki ülke arasındaki sınırlara saygı gösterilmesi gerektiğini" bildirmiştik. 108
Ancak, Aydın Doğan’ın kargaları, Yılmaz Özdil ve Derya Sazak’lar bu gavurlardan daha acı ve alçakça
bir tavır sergilemişlerdi.
Güneş tutulması!
Sakın ola, onurdan monurdan bahsetmeyin bana... Hangi onur? Lübnan'a gitmek istemiyoruz, İsrail'i
korumak için, tıpış tıpış gidiyoruz... Afganistan'a gitmek istemiyoruz, ABD'yi korumak için, tıpış tıpış
gidiyoruz... Irak'tan çıkmak istemiyoruz, kendimizi korumak için, kıçın kıçın çıkıyoruz! Ne onuru?
Tatbikatta, durup dururken gemimizi vurdu mu füzeyle? Muaveneti? Vurdu. Biri yarbay, 5 şehit, 22
gazi... Ne yaptık? Yeni gemiler verdi, sustuk. Irak'ı işgal etmek için, topraklarımıza asker yerleştirmek istedi
mi? İstedi. Ne yaptık? At pazarlığı... Para istedik. Çuval geçirdi mi kafamıza? Geçirdi. Ne yaptık? Üstüne
özür diledik. "N'olur deliğe süpürmeyin" falan.
Ya bu sefer? Sıkı durun...
Dünkü toz duman içinde gözden kaçan bir "son dakika" haberi daha vardı: "Dünya Bankası, stratejik
işbirliği çerçevesinde, Türkiye'ye 6.2 milyar dolar kredi verilmesini onayladı."
Böyle bu işler... Al parayı. Sen de kömürü al. Kes sesini! Ne onuru? 109
Zap’tan Kandil’e
‘Dolduruş kültürüne’ yatkın bir toplum olarak geniş bir çevrede yaşanan düş kırıklığını anlayabiliyoruz.
Zap’tan Kandil’e uzanan coğrafyada ‘Mehmetçiğin PKK’yı bitirmeden’ Kuzey Irak’tan dönmeyeceğine tam
inanmışken Çukurca’dan giriş yapan askeri konvoyların televizyon görüntüleri şaşkınlık yarattı.
Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, Gates’in Ankara’ya gelişi öncesinde ‘çekilme’ kararı alındığını
söylüyor. Ancak çarşamba günü alınan bu karardan habersiz olan Başbakan Erdoğan, ‘Ulusa Sesleniş’
konuşmasının bant çekimini ‘operasyonun devamı’ üzerine kuruyor. Tayyip Bey’in, ‘Birliklerimiz orada,
108
109
Milliyet / 23.02.2008
Yılmaz Özdil / Hürriyet /02.03.2008
100
hedeflerine ulaşınca dönecek’ şeklindeki sözlerinin cuma öğleden sonra ‘ambargolu’ olarak basına verildiği
saatlerde ise harekât zaten son buluyor!
ABD Başkanı Bush’un, ‘harekâtın bir an önce bitirilmesi’ çağrısı etkili oluyor.
Emekli paşalara ve Genelkurmay’a yakın stratejistlerin görüşlerine bakılırsa askerin en azından birkaç
ay daha orada kalması gerekiyordu. Ne olduysa harekât bir haftada bitti!.. 110
Harekâtın Politik ve Psikolojik Boyutları:
1- Türkiye'nin sınır ötesi kara harekâtı yapamayacağı, yaparsa Barzani yönetimi ve
peşmergelerin buna engel olabilecekleri propagandasının boş olduğu ortaya çıktı.
2- Türk Silahlı Kuvvetleri'nin böyle bir harekâtı kış koşullarında da yapabilecek donanım,
deneyim ve kabiliyette olduğu ispatlandı.
3- Türk Silahlı Kuvvetleri'nin operasyon zamanını doğa koşulları ve PKK'nın kabul edeceği yer
ve zamanda kabul etmek zorunda olmadığı, inisiyatifin her koşulda TSK'da olduğu anlaşıldı.
4- PKK'nın hava operasyonları sonrasında, yeniden kamplarına dönebilecekleri ve aynı
rahatlıkla eylemlerde bulunacağı balonu patlatıldı.
5- PKK'nın, ABD'ye ve İsrail’e güvenmesinin ve bu güvenle hesap yapmasının yanlış olduğu
kanıtlandı.
6- Hava operasyonlarından sonra gerçekleştirilen kara harekâtı, TSK'nın gelecekte de bu tür
operasyonlar yapabileceğini, PKK için artık Kuzey Irak'ın istediği gibi kullanacakları güvenli bir yer
olmadığı mesajını da vermiş olmaktaydı.111
Bu arada Bekir Coşkun’un uyarıları da kulaklarımızda çınlamaktaydı!
"YABAN güvercinleri" sınırı geçtiler.
İnsanın kulağına telsizlerden yayılan uğultular ve kayalardan seken kurşunların sesleri
geliyordu.
Dağlar kar doluydu.
Hava soğuktu, hatta dondurucuydu.
Kaç bin annenin korku ve evham içinde ekranlara baktıkları ve çocukları için dua okudukları anlar
yaşanıyordu.
İyi ama PKK (sadece) orada değildi.
PKK kentlerdeydi...
PKK masa başlarında resmi görevdeydi...
PKK devlet koltuklarına yerleşmişti...
PKK belediyelerdeydi...
PKK parlamentoda saygı görmekteydi...
PKK işte orda parti binasında (hizmet, daha doğrusu hezimet vermekteydi)...
PKK hemen gözümüzün önünde, yanı başımızda, karşımızda, içimizde, oramızda, buramızda
(elini kolunu sallayarak gezmekteydi. A.A.)...
Parlamentodaki geyik derisi koltuklarda otura otura Türkiye Cumhuriyeti’nden maaş alanların PKK’nın
siyasi parçası olduğunu bilmeyen var mıydı?
Ki gerektiğinde iktidar partisi onlarla el ele verip, işbirliği bile yapmaktaydı!.
Tüm bu esrarengiz ilişkilerden cesaret alarak daha geçen hafta, Türk bayrağını gönderden indirip
üzerinde tepinerek parçalamışlardı.
Hem de devletin gözü önünde yapmışlardı...
Daha beteri:
İşte; askerimizin Kuzey Irak’a gireceğini YouTube’da, 48 saat önceden herkese duyurmuşlardı. Hem
de kaynak olarak, komutanlarımızın özel telefonlarının dinlendiği anlaşılmaktaydı!?.
110
111
Derya Sazak / Milliyet / 02.03.2008
Fikret Bila / Milliyet / 23.02.2008
101
O zaman asıl düşman sınırın hangi yanındaydı?” 112
Ve tabi, Güler Kömürcü gibi duyarlı yazarlarımızın, “PKK’nın Ermenistan’a taşındığı” yolundaki
hatırlatmaları üzerinde de elbette durulmalıydı. Ancak TSK’nın Kuzey Irak Operasyonunun, PKK’ya
değil, asıl İsrail ve Amerika’ya karşı yapıldığı unutulmamalıydı.
“Gerçek Öcü Nerede” Saklanmaktaydı?
Sınırımızın hemen ötesinde çok önemli, tehlikeli bir süreç işliyor. Hayır, sadece K.Irak’ta değil,
gözümüzü derhal Ermenistan’a çevirmek zorundayız.
PKK’nın kanlı teröristlerinin yeni merkezinin Karabağ olmaya başladığı haberini dikkatle izlemek
zorundayız. Hiç beklenmedik şok gelişmeler gündeme gelebilir. Ben susup, konunun uzmanı Türkiye
Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Analizler Merkezi TÜRKSAM Başkanı Sinan OĞAN’ın konuyla ilgili
analizini dikkatinize sunuyorum efendim;
‘Ermenistan devletinin kucak açtığı bu teröristlerin şimdi Dağlık Karabağ’da yerleştirilmeleri
Türkiye’nin bu bölgeye yönelik de bir sınır ötesi operasyon yapmasını gündeme getirebilir.
PKK daha önce bu bölgede silahlı eğitim yapmakta, kara para aklama ve narkotik maddeler
kaçakçılığını yine bu bölge üzerinden yapmaktaydı. Şimdi ise PKK’nın Dağlık Karabağ bölgesinde daha
geniş çaplı kamplar kurma girişimleri söz konusudur.
Ayrıca hadisenin bir de küresel boyutu söz konusudur. Dağlık Karabağ bölgesinden Irak’ın kuzeyine
kadar bir bölgenin Ermenileştirilmesi ve Kürtleştirilmesi ve böylece Türkiye ile Türk dünyasının arasına bir set
çekilmesi çalışmaları da mevcuttur.
Sınır ötesi harekât uluslararası anlaşmalardan doğan ve daha çok günümüzde terör faaliyetlerine karşı
kullanılan bir haktır. Şimdiye kadar dünyanın birçok ülkesinin kendi milli güvenlikleri gereği kullandığı bu hak,
literatürde ‘Önleyici Vuruş Hakkı’ olarak da bilinmektedir.
PKK terör örgütü Ermenistan makamlarının izni ve yardımı ile bu bölgeye yerleşmektedir. Türkiye
Irak’a olduğu gibi terör ve teröristi takip ve yerinde imha anlamında Dağlık Karabağ bölgesine yerleştirilen
terör kamplarına karşı bir sınır ötesi operasyon düzenleme hakkına sahiptir ve her an bu hakkını kullanabilir.’
Ekonomizi elinde tutan malum devlerin ‘kriz’ çıkarıp size/bize ‘ayar çekmeleri’ ise an meselesi.
Tüm bu ateşlerin ortasında da bizlerin enerjisi birbirimizin açığını bulmaya, iç kavgaya yönlendirilip,
tüketiliyor, ah şu kör algılardaki perde, ön yargılar bir kalksa... Ben günlerdir ‘hepiniz Atatürk’sünüz’
çağrısını, işte bu ateş çemberini yakanlara ve bu çembere bile bile servis veren içimizdeki ‘bir gruba’ karşı
ortak-tek duruş oluşturulması adına yapıyorum. Fikirlerimiz farklı olsa da anlayışlarımız, vatan aşkımızın
ortak olduğuna inanarak...
Görün artık efendim; gerçek öcü neredeeeee.” 113
“Derin’in Gerçek Derini Geliyor
Dikkat; ‘Devlet içinde devlet’ veya ‘Derin devlet’ tanımının şahsında somutlaşabildiği en önemli isim
olan, Amerika’nın aslında gerçek Başkan’ı kabul edilen Dick Cheney, Mart ortasında Ankara’ya geliyor,
kadersel bir dönemeçte gerçekleşecek Cheney’nin Ankara görüşmelerinin ardından çoook çok önemli yeni
bir süreç başlayacak.
Amerika’nın birçok riskli yöneliminin altında imzası olduğu bilinen Cheney, ‘gazete haberlerine’ göre,
pratikte, teoride savunduklarını acımasızca uygulamasıyla ünlüdür. Cheney, 6 yıl önce Türkiye’ye geldi.
Irak’a karşı olası bir harekâtı konuşmak üzere 11 ülkeyi kapsayan bir tura çıkan Cheney, 2002 yılında, 19
Mart’ta (anlamlı bir tesadüf, bu defa da yine Mart ayında, 6 yıl önceki ziyaretiyle neredeyse aynı günde
geliyor) Ankara’ya gelen Cheney, o tarihte, ‘Biz Saddam’ı devireceğiz. Bu konuda hiç kuşkunuz olmasın
ve de haberiniz olsun...’ diyerek stratejik ortağı Türkiye’nin ABD ile her zamanki gibi dayanışma içinde
olacağı umudunu iletti. Sonra neler olduğunu biliyoruz; Irak operasyonu ve de tezkere krizi.
Ve şimdi, yine açık bilgi ortamındaki yorumlara bakılırsa ‘Derin’in derini Cheney bu defa da ‘aynı
112Hürriyet
113
/ 23.02.2008
Akşam / 22.02.2008
102
işbirliği umudunu İran’a karşı bir operasyon’ için (bu askeri bir operasyon olmayabilir, etkili başka ortak
yaptırımları) dile getirmek üzere Ankara’ya gelecek. Kontrolünde zorlandığı Irak ile enerji paylaşım dosyası
da öncelikli konular arasında olacak. İddia bu.
Cheney’nin Ankara programı, kimlerle görüşeceği, son anda (olura) program dışı yapacağı temaslar,
‘Ankara’da kritik karar alma merkezinde’ kim/kimlerin olduğunu da ortaya koyacak bu arada...
Aylar önce ilk defa bu köşede okudunuz, değişik uzmanların analizlerini harmanlayıp sunmuştum size;
‘yeni dönemin ruhunu algılamayan şahinler tasfiye olacak. Önce dışarıya bakalım; mesela aşiret reisi Mesud
Barzani geriye çekilecek ve yerine 1 numara olarak teknokrat, diplomat yeğen Neçirvan Barzani getiriliyor.
İlaveten PKK ve Barzani ailesinin diğer söz dinlemez, kontrolü zor isimleri de teker teker etkisizleştirilecek.
(geçen hafta söz dinlemez Barzani’nin büyük oğlu Avusturya’da tutuklandı, Mesud Barzani bugün sizce
kaybedenler listende değil mi? Diplomat Neçirvan yeni vitrinde işte).”114
 FİKRET OTYAM’IN GICIKLIĞI
Fikret Otyam’ın Ordumuza İtirazı: “Niye Kuzey Irak’ta ki Sivilleri de Katletmiyor, Tüm
Yerleşim Bölgelerini Yıkmıyorsunuz!”
“Aydınlık”ın karanlık yüzlerinden Fikret Otyam, 11. Mayıs. 2008 tarihli yazısında; önce Genel
Kurmay Başkanımız Yaşar Büyükanıt Paşayı incitmeye ve iğnelemeye yeltenip, (nasıl bir kuyruk acısı
varsa!?) sonra Kuzey Irak’a yönelik başarılı operasyonlar nedeniyle, dost düşman tüm dünyanın
hayranlık ve saygınlığını kazanan Hava Kuvvetlerimizi ve diğer mücahit askerlerimizi: “Niye sivil halkı
öldürmüyorlar, köyleri ve kasabaları yerle bir etmiyorlar, köprüleri fabrikaları yıkmıyorlar?” diye
hakaret etmeye yönelmişti...
Önce; Genelkurmay Başkanına İlgisiz ve Seviyesiz Bir Sataşma İle Başlamış;
“Amma şu talihsizliğe bakar mısınız, Galatasaray'ın Sivasspor'u yenip, Fenerbahçe'yi geride bırakması
hiç mi hiç olmadı! Genelkurmay Başkanımız Sayın Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ı şu sıralar üzmeye kimsenin
hakkı yoktur! Yenilen SS'u, yenen GS'ı şiddetle kınıyorum... Ne mi yapacaklardı, saha içinde ya da saha
dışında kavga çıkaracaklar ve maç ertelenecekti, olmazsa berabere kalacaklardı, bunu bile düşünmeyen
yöneticilerden hayır gelir mi? Yanıtım, kesinlikle "gelmez!" diye saçmalamıştı...
Ardından:
“-Genelkurmay Başkanlığımızın yazılı ve görsel basına dağıttığı, Türk Hava Kuvvetleri'ne ait Kuzey
Irak'taki bazı yerlerin bombalamasını gösteren hava fotoğraflarını mütekaidinden teğmen olarak (bıraksalardı
belki GKB bendenizdim, kader işte) dikkatle inceliyorum, bu bombalamaları Türk Hava Kuvvetlerimize
katiyen yakıştıramadım ve beğenmedim! Dünyaya da ilan ediyorum, var mı bir diyeceğiniz? Attığını bilmem
kaç bin metreden tık diye vuran pilotlarımız aşağıdaki koca köprüyü görmemişler, bunlar ne biçim pilot,
gözleri kör zaar deyip durdum! Haberini okuyunca da küçük dilimi yutayazdım! Meğer görmüşler ama iki köy
arasında olduğu için bombalamaya kıyamamışlar, acımışlar insanlara, yıkmayalım rahat geçsinler demişler,
iyi mi? Yahu be ne biçim savaş, böyle savaş olur mu? Savaş ta acımak olur mu? Savaşta insanlık akla gelir
mi? Yetmedi, şu öğünmeye, öğünmelere bakar mısınız, sivil halka katiyen zarar vermiyorlarmış,
bombalamalardan ne çocuklar, ne kadınlar, ne kızlar, ne gençler, ne orta yaşlılar, ne yaşlılar, ne çalışanlar,
ne de çalışmayanlar, işçisi, köylüsü neyim hiç mi hiç zarar görmüyormuş, yani bunlara zarar vermiyorlarmış!
İşe bakın be! Ey Hava Kuvvetlerimizde eğitim verenler, bu ne biçim eğitim yahu, ne demek zarar vermemek?
Böyle şey olur mu? Kodu mu bombayı, Allahlarını, kitaplarını yetmedi, feleklerini şaşırtacaklar, salt gözleri
değil anaları da ağlatılacak, babaları da, amca çocukları, yeğenleri, yedi sülalesi ağlayacak ve ağlatılacak o
kadar!
Eğitim verecekseniz doğru dürüst verin, beceremiyorsanız ya bırakın başka görev isteyin, ya da
emekliliğinizi!”
114
Akşam / 26.02.2008
103
Diyerek içini dışa çıkarmıştı!..
İşte bunların insancıllığı!
İşte bunların ulusalcılığı!
İşte bunların vicdanı ve insafı!
İşte bunların savaş anlayışı!
İşte bunların “aydınlanmacılığı”!
İşte bunların Kürtlere saygısı ve bölge halkına yaklaşımı!.
Bunların tavrı, tam bir Yahudi kafasıdır! Siyonist İsrail, Fikret Otyam’ın vahşi arzularının
aynısını ve tıpkısını Filistin’de yapıyor, sivil, çocuk, kadın, ihtiyar, okul, cami, köprü, hastane,
ayırmadan vuruyor, yıkıyor, öldürüyor!.
Araştırılsa ortaya çıkar, Fikret Otyam’da da sabaistlik damarı seziliyor.. zaten Şamanistliğini
gizlemiyor!
Yok, yok, bunamamış, sadece ordumuzun büyük başarılarından ve milli tavrından bunalmıştı…
Bu kafada olanların, başörtülü kızlarımıza ve kadınlarımıza, İmam Hatipli çocuklarımıza, Kur’an
kurslarında okuyanlarımıza ve tüm dindar halkımıza karşı tutum ve tavırları da aynıdır.
Zaten halkımızın % 47sini, istismarcı ve Amerikancı İslamcıların kucağına iten de işte bu ayarsız ve
acımasız yaklaşımlarıdır.
Yaşar Büyükanıt Paşa’nın başında bulunduğu asil ordumuzun, bu en zor doğa şartlarında ve kara kış
ortamında, tüm emperyalist ülkelerin ve İsrail siyonistinin destekleyip beslediği terörist çetelerini bir bir etkisiz
hale getirirken, ne sivillere, ne de yerleşim bölgelerine hiçbir zarar vermemesi, tüm dünyada ve vicdan ehli
nazarında saygınlığını arttırıp alkışlanırken, Fikret Otyam’ın bu hakaret edici hazımsızlığının altında acaba
ne yatmaktadır?
Hz. Peygamberimizin: savaşta bizzat harbe iştirak etmeyen ve askere destek vermeyen, çocuklara,
yaşlılara, sakatlara, din adamlarına, ağaçlara, hayvanlara ve imar edilmiş yapılara dokunulmamasını
emreden İslam anlayışı ile, şu çağdaş geçinen Marx’çıların, Mao’cuların ve Masonların farkı, Fikret Otyam’ın
bu açıklamalarında yatmaktadır.
Evet işte bunların ahlakı..
İşte bunların amacı ve ayarı.
İşte fırsat düşerse bunların yapacağı?.
Peki Fikret Otyam, Ot mu Çekmiş, Kafayı mı Yemiş?.
Ordumuzun çok haklı ve başarılı olduğu, üstelik bütün dünyada mecburen saygı duyulduğu bir
operasyonda; ne hukuken ve ne de ahlaken hiç de münasip olmayacak bir tavırla masum sivilleri ve
yerleşim merkezlerini vurunca, tamamen haksız konuma düşeceğini ve dünya kamuoyunun
aleyhimize döneceğini Fikret Otyam’lar bilmez mi?
O, “vuralım, kıralım!” dedikleri insanların, bizim akrabalarımız ve yakınlarımız olduklarını;
Güneydoğudaki Kürt vatandaşlarımız gibi sistemin ve Barzani-Talabani ve PKK gibi zorba güçlerin
mahkumları ve mağdurları bulunduklarını hiç düşünmez mi?
Ordumuzun, arzu ettikleri vahşice katliamları yapması halinde; Şırnak’taki, Hakkari’deki,
Mardin’deki
Kürt kardeşlerimizin dış güçler tarafından daha rahat kullanılıp, devletimize ve milli
birliğimize karşı kışkırtılacaklarını hesap etmez mi?..
Yahu, hala anlamadınız mı, Genelkurmayımızın, pilotlarımızın, komandolarımızın.. Ne dışarıdaki
gavurlara ne de içerideki Fikret Otyam’lara işte bu fırsatları verecek yanlışlık ve haksızlıklardan
sakınarak, başarıya ulaşmaları, bunları çıldırtıyor!..
İşte bu gıcıklıkla, kahramanlık taslarken, barbarlıkları dışa vuruluyor!
Şemdinli davası bahanesiyle Yaşar Büyükanıt Paşa aleyhine yıpratma kampanyası başlatan
ılımlı İslamcıları ve AKP iktidarını kullanan odaklarla, şimdi “niye Kuzey Irak’taki sivilleri ve Kürt
104
yörelerini bombalamıyorsun?” diye Genelkurmay Başkanımıza sataşan Ulusalcı Fikret Otyam
takımını kışkırtan masonik ve Siyonist odaklar aynı olmasın!
 ORDUYA FESAT SOKMA ÇABALARI
Fehmi Koru E. Org. Hilmi Özkök'ten Medet Bekliyor ve Hüseyin Kıvrıkoğlu’na Yükleniyor!
“Hilmi Özkök bugün pekâlâ Abdullah Gül'ün yerinde oturuyor olabilirdi. Çankaya Köşkü'nde...
Cumhurbaşkanı olarak...
O aday olsaydı 367 çoğunluğu aranmayacağı için cumhurbaşkanlığı seçimi de tereyağından kıl çeker
gibi gerçekleşirdi. Ak Parti kendisini aday gösterir, CHP uzak dursa bile DYP ve ANAP'tan destek alınabilirdi.
Kaldı ki, 2005 yılında, Deniz Baykal'ın etrafına, "Hilmi Özkök'ün ahlâkı, zihniyeti Cumhurbaşkanlığına yakışır
ama AKP aday göstermez; keşke Özkök gibi biri cumhurbaşkanı olsa" dediğini biliyoruz.
Ne oldu da yarış başlamadan ortalıktan çekildi Hilmi Özkök, hatırlayanınız var mı?
Şimdilerde eski Genelkurmay Başkanına övgüler düzen Ertuğrul Özkök'ün yönettiği gazetede "Hilmi
Özkök cumhurbaşkanı adayı olacağı için AKP'nin dümen suyundan gidiyor" ve "Kendisini Çankaya'ya
hazırlamak için görev süresini uzatacaklar" yollu yorumlar çıktı. Hilmi Özkök şerefli bir asker, sırtındaki
üniforma yara almasın diye, "Ben aday olmayacağım, görev sürem bittiğinde Genelkurmay Başkanlığında da
bir gün fazla kalmam" açıklamasını yapıp kendisini bağladı. Kendisini bu kadar keskin bir sözle bağlamamış
olsaydı, şartlar, onu Çankaya'ya çıkarabilirdi.
Bu konuyu şimdi ele alışım, kronolojik olarak öyle geldiği için '12 Mart' üzerine başlayacak bir tartışma
yerine 28 Şubat dönemiyle ilgili bazı bilinmeyenlerin ortalığa dökülmesi yüzünden... Selefi Org. Hüseyin
Kıvrıkoğlu'nun önce görevde bir yıl daha kalmak için lobi yaptığını, sonra da zamanında ayrılma şartı olarak
"Yerime Hilmi Özkök gelmesin" emrivakisinde bulunduğunu Hilmi Özkök'ün kendisi bile yeni öğrenmiş...
Kıvrıkoğlu "İrticayla ben daha iyi savaşırım" deyip süresinin uzatılmasını Ecevit'ten istemiş; tanıklar öyle
diyor…
Bir başka olayı daha bu vesileyle öğrendik: Meğer Mesut Yılmaz 2000 yılında Demirel'den boşalan
Çankaya Köşkü'ne çıkmak niyetindeymiş; Kıvrıkoğlu dönemin başbakanı Ecevit'e gidip "Ya siz olun" demiş,
"Ya da hükümetten kimse olmasın!" Cumhurbaşkanlığı yolu böyle tıkanan Mesut Yılmaz da, sıra
Kıvrıkoğlu'nun görev süresinin uzatılması için yasa çıkarmaya geldiğinde, "Olmaz!" demiş...
"Yerime Hilmi Özkök gelmesin" şartını geçersiz kılan da yine Mesut Yılmaz'ın anti-Kıvrıkoğlu tavrı
olmuş... Org. Hilmi Özkök Kara Kuvvetleri Komutanlığı'ndan o anda emekli edilseymiş Org. Kıvrıkoğlu'nun
arzu ettiği gibi, Jandarma Genel Komutanı iken Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na (KKK) getirilen Org. Aytaç
Yalman Genelkurmay Başkanı olacakmış... KKK Komutanlığı'na gelmesine muhakkak gözüyle bakılan Org.
Edip Başer, Org. Yalman'ı yükseltebilmek için, sürpriz biçimde emekli edilmiş...
Ne entrikalar bunlar...
Benim anlamadığım şu: Biz her yıl ağustos ayında gerçekleşen terfi ve atamaları, Türk Silâhlı
Kuvvetleri'nin gelenekleri içerisinde, kıdem ve liyakat esaslarına uygun olup bitiyor sanıyoruz. Oysa şu
sıralarda ortalığa dökülen gerçekler, durumun hiç de bildiğimiz gibi olmadığına işaret ediyor. Ayak oyunları,
klancılık, liyâkata aldırmazlık geçerli oluyormuş meğer...
Bence Çankaya'dan uzak durmamalı Hilmi Paşa; çok özel danışman olarak Cumhurbaşkanı Gül'e
yardımcı olmalı”115 diyerek Hilmi Paşanın himmetine niye sığınıyor?
Mesut Yılmaz denen dış güçlerin adamı Bilderbergci Mason, niçin Hüseyin
Kıvrıkoğlu’na karşı çıkıyor?
“2002 Temmuz’unda Başbakan Ecevit, Genelkurmay Başkanı Org. Kıvrıkoğlu ile Başbakan
Yardımcısı Şükrü Sina Gürel’i Başbakanlık Konutu’na çağırdı.
Dışarıdan bakıldığında gündem olası Irak müdahalesiydi. Ama bu hiç konuşulmadı; Ecevit,
115
14 Mart 2008 / Yeni Şafak / Taha Kıvanç
105
bölgedeki olası gelişmeleri dikkate alarak YAŞ’ta komuta kademesinin değişmesini istemediğini
belirtti, Kıvrıkoğlu’na, "Görev sürenizi uzatalım" önerisi yaptı.
Diyalogu şaşkın izleyen Gürel, oraya çağrılma nedenini ancak Ecevit, "Konuyla ilgili
koordinasyonu siz sağlayın" dediğinde anladı.
Gürel, ilk ziyaretini Cumhurbaşkanı Sezer’e yaptı. Süreci gizli götürmek için de Köşk’e, 5
Numaralı arka kapıdan girdi.
O ilk buluşmada, Sezer, "Sistemle oynamak sakıncalı olmaz mı, hükümetin durumu nedeniyle,
yasa çıkarmada zorluk yok mu?" sorularını yöneltti. Sezer’in çekinceleri üzerine Gürel, bu kez gizlice
Genelkurmay’a gitti.
Başbakanlık Konutu’ndaki buluşmada, Gürel "Uzatma kararının öncesi var sanki" diye
düşünmüştü; Kıvrıkoğlu’nun istekli tutumu karşısında o gün bu düşüncesi daha da güçlendi.
Bu tutum Gürel’i, bir kez daha aynı kapıdan Köşk’e taşıdı. Sonuç yine değişmeyince
Genelkurmay’a ikinci gizli ziyaretini yaptı.
Bu sırada gizli görüşmeler Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan beri Kıvrıkoğlu ile tartışmalı olan
Mesut Yılmaz’ın kulağına gitti.
Yılmaz, hemen Ecevit’e, "Koalisyondan ayrılırız" mesajını iletti.
Özkök’ün gelişi, Başer’in gidişi nasıl oluyor?
Durum zorlaşınca çarenin, Köşk’te dörtlü zirvede aranması benimsendi.
Sezer, bu yüzleşmede de isteksiz davranınca Ecevit ve Gürel sessiz kaldı.
Bu toplantı sonrası Gürel, bir tur daha yapsa da sonuç alamayınca Özkök’ün atanması
kesinleşti.
Özkök’ün yerine de Kara Kuvvetleri’ne Org. Edip Başer gelecekti.
Kıvrıkoğlu’na bildirme görevi de Gürel’e düştü. Sonucu kabul eden Kıvrıkoğlu’nun bir önerisi
vardı:
"Yeni Kara Kuvvetleri Komutanı da Org. Edip Başer olmasın."
Gürel’in ilettiği öneriye, Ecevit ve Sezer, "O atamada Genelkurmay Başkanı’nın tercihi kabul
edilebilir" deyince, sorun halledildi.
Böylece Özkök’ün ataması Başer’in emekliliği ile sağlanabildi” 116 diyen yazar acaba lafı nereye
getirmeye çalışıyordu?
Hüseyin Kıvrıkoğlu’ndan Papora Yiyen M. Ali Birand Kendi Aklınca Tehditler
Savuruyor!
Hüseyin Kıvrıkoğlu Mehmet Ali Birand’a: “İddialarınızı ispatlayın!”
Mehmet Ali Birand denen mason şöyle yazmıştı:
Daha önceki bir yazımda, 24üncü Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün nasıl sert bir kampanya ile
karşı karşıya kaldığına değinmiş ve o dönemde kulislerde, bu kampanya’nın bir önceki Genelkurmay
Başkanı Kıvrıkoğlu tarafından körüklendiği söylentilerinin dolaştığına dikkat çekmiştim.
“Bu dönemde en çok duyduğumuz söylenti, eski Genelkurmay Başkanı Org. Kıvrıkoğlu’nun bu
kampanyayı körüklediğiydi. Doğrusunu söylemem gerekirse, o dönemde Kıvrıkoğlu’nun böyle bir şey
yapacağını tahmin etmemiştim. Bir eski Genelkurmay Başkanı’nın, yerine gelen bir silah arkadaşına böyle bir
tepki koyması düşünülemezdi. Şimdi, Hürriyet’te Şükrü Küçükşahin’in son günlerdeki yazılarından anlıyoruz
ki, böyle bir tutumun nedenleri başkaymış. Org. Kıvrıkoğlu da hiç saklamıyor. Özkök’ü irtica ile mücadelede
zayıf buluyormuş. Demek ki, Özkök’ü hırpalayabilirmiş”
Sayın Kıvrıkoğlu bu yazıma bir açıklama yollamış.
“Siz kitapları ve yazıları tarafımdan okunan bir yazar değilsiniz. Sizi, bazı televizyon kanallarında ve
gazetelerde hakkınızda yapılan yayınlardan tanıyorum” diye başlayan açıklamanın tonu her satırında biraz
116
10 Mart 2008 / Hürriyet / Şükrü Küçükşahin
106
daha ağırlaşarak devam ediyor ve sonunda “Bu suçlamanıza dayanak olarak ta bu konudaki söylentileri ve
benim Genelkurmay başkanlığına yeni bir kişi önermemi gösteriyorsunuz. ...Sayın Birand şimdi sizi
yazdıklarınızın arkasında durarak bu kampanyayı körüklediğim şeklindeki iddianızı ispatlamaya davet
ediyorum.” diye bitiyor.
Sayın Kıvrıkoğlu’nun bu açıklamasını sütunlarıma almak, benim yazarlık görevimdir. 117
Aynı kişi AKP ve DTP’yi kapatma davalarıyla ilgili de, üstü kapalı tehditler savurmuştu.
Kürtçülük suçlamasıyla kapatılan ilk parti, 1968’de Kürt sorununa parmak basan İşçi-Çiftçi Partisiydi ve
oyu birkaç yüz binden fazla değildi. Bugün DTP Türkiye genelinde iki milyonu aşan seçmenden oy alıyor.
Bugünkü manzara daha ciddi.
AKP ve DTP, kapanma talebiyle Anayasa mahkemesindeler.
Kendi seçtiğimiz, oylarımızla Meclis’e soktuğumuz bu partileri şimdi mahkemeye şikayet ediyoruz. Bir
başka deyişle, Türkiye’nin kaderini, yönetimini 11 yargıcın yorumuna ve kararına bırakıyoruz.
Peki, bu işin sonu ne olacak?
AKP ve DTP kapatılırsa, bu insanlar “Ne yapalım, hukuk ve yargının karşısında boynumuz kıldan
incedir” dedikten sonra, köşelerine mi çekilecekler sanıyoruz?
Hayır tam aksine, sokağa ineceklerdir.
Haklarını aramaya çıkacaklardır.
İşte Türkiye o zaman gerçek bir kaosu, gerçek bir istikrarsızlığı görecektir.
Kapatılan parti mensupları orada da kalmayacaklar ve başka isimlerle yeni partiler kuracaklar ve
yeniden seçime gideceklerdir. Muhtemelen de, dün yüzde 47 oy alan AKP bu defa daha yüksek bir oranla
seçim kazanacaktır.
DTP, Güneydoğu’da kaybettiği oyları geri kazanacağı gibi, PKK’nın kaybolan prestijini elde etmesine
yardımcı olacaktır. Dünkü teröristler, yarın Demokrasi havarisi giysileriyle karşımıza çıkacaklardır.
Sonra ne yapacağız?
Parti kapatmakla başa çıkamayınca, Askeri darbeye mi kışkırtacağız?
Korkuyorum.
Gidiş bu yöndedir.
Şu anda 28 Şubat müdahalesinin bir başka şeklini yaşıyoruz. Soli Özel buna “Yargının 28 Şubatı”
diyor. Kimin 28 Şubatı olursa olsun. Ülkedeki laik güçler çok kararlı görünüyorlar. Aksi halde böylesine bir
girişim yaşanmazdı. Eğer bu tempoda gidilirse, ilerde askeri kışkırtıp, işi zorla darbe çılgınlığına kadar
götürebilirler.118
TSK’ya Yönelik Operasyonları Planlayan Merkez: Ankara'daki 35 kişilik CIA-Pentagon heyeti ne
yapıyor?
Ses kayıtları, çete operasyonları... Hepsinin hedefi ortak: TSK'nın önümüzdeki yıllardaki
komuta kademesini belirleyecek 30 Ağustos YAŞ toplantısı öncesinde ön alma çabası mı?
Operasyonu yapan merkez, ABD'ye rağmen TSK'nın Irak'ın kuzeyine kara harekâtı yapma kararlılığını
ortaya koyan yapıyı dağıtmak ve tasfiye girişmek amacında mı?
Tayyip Erdoğan'ın Amerikan Başkanı Bush ile 5 Kasım 2007'deki görüşmesinden sonra
Ankara'ya sessiz sedasız bir heyet gizlilik koşulları altında taşındı mı? Heyette üst düzey subaylar ve
subay görünümünde istihbaratçılar var mı? 35 kişiden oluşan CIA-pentagon karma heyeti, Amerikan
Büyükelçiliği yakınındaki bir binaya konuşlandı mı?
Operasyon Merkezi
Ekip, Türkiye'deki en üst düzey Amerikan askeri temsilciliği olan, başında bir Tümgeneralin bulunduğu
ODC bünyesinde çalışıyormuş... ODC (Office of Defense Cooperation)'nin Türkiye'deki resmi görevi TürkAmerikan savunma işbirliği. Ama ODC, başından beri bir operasyon merkezi olarak işlev görüyor. ODC'nin
117
118
23 Mart 2008 / Milliyet
17 Mart 2008 / Milliyet
107
merkezi, Terörle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi'nin de içinde bulunduğu Ankara Kirazlıdere'de. ODC'nin
denetlediği Mükemmeliyet Merkezi'nin esas işlevi, ABD'nin hedef bölge olarak belirlediği Kuzey Afrika'dan
Orta Asya'ya kadar uzanan coğrafyada Türk Ordusu'na taşeronluk politikasını dayatmak. Bu hedef için, hem
ideolojik hem de pratik faaliyetler, Mükemmeliyet Merkezi aracılığıyla yürütülüyor. Ancak daha önemlisi, ODC
üzerinden yapılan provokasyonlar. ODC, Türkiye'deki bağlantıları aracılığıyla yürüttüğü çeşitli faaliyetlerle
Türkiye'yi bölge ülkeleriyle karşı karşıya getirerek, taşeronluk politikasına mahkûm etmek istiyor. İran'da
Azeriler üzerinden ayrılıkçı faaliyet, Rusya'daki Çeçenlere destek faaliyeti gibi provokatif girişimlerin
planlayıcısı ve örgütleyicisi ODC.
Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)'nin kara harekâtı konusundaki kararlığını bertaraf etmek operasyon
merkezinin asli göreviydi. Bu nedenle, psikolojik savaş operasyonlarına, kara harekâtı öncesinde başlandı.
Bütün tertipler bu merkez tarafından planlanıyor, Türkiye'deki uzantılar aracılığıyla işleme geçiliyor.
Yüksek Teknoloji Kullanarak Dinleme
TSK'nın kara harekâtı öncesinde önce Genelkurmay Elektronik Sistemler Komutanı Tuğgeneral Münir
Erten'in, ardından Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Eğitim ve Öğretim Komutanı Tümamiral Kadir Sağdıç'a ait
olduğu iddia edilen ses kayıtları youtube'da yayınlanmıştı. Öte yandan yine, Şamil Tayyar, Bülent Orakoğlu
gibilerinin kitapları aracılığıyla ortaylara dökülen, internet sitelerinde servis edilen telefon kayıtlarıyla bazı
başka muvazzaf subayların da adı ortalığa dökülüyor.
TSK'nın kara harekâtının hemen öncesinde başlayan bu operasyon konusunda uzmanlar şöyle
demişti: Dinlemeler yüksek teknoloji kullanarak uydu aracılığıyla yapılıyor!
ABD'nin Ankara'da yüksek teknoloji kullanan faal durumda iki dinleme üssü bulunuyor. Bu dinlemelerin
bu üsler aracılığıyla yapıldığı belirtiliyor.
Es geçilmemesi gereken bir noktaya da dikkat çekiliyor: Türkiye'deki uzantılar, Emniyet İstihbarat
Dairesi'nde odaklanmış durumda.
YAŞ Öncesi Müdahale
Ama daha önemlisi, dinlemelerin hangi hedef gözetilerek yapıldığı. Hedef açık: TSK içinde tayin ve
terfilerin belirlendiği Ağustos ayındaki Yüksek Askeri Şura'ya müdahale.
Operasyon merkezi, YAŞ öncesinde müdahalenin hedeflerini belirlemek için yoğun bir faaliyet içinde.
ABD'nin hedefi, stratejik konumlara getirilecek üst düzey subayları ya tasfiye ettirmek ya da pasif
görevlere verilmesini sağlamak. Amaç, "ABD ve AB'ye 'hayır' den ilemeyecek" bir ortam yaratmak.
Türkiye'deki Amerikan örtülü operasyonları konusunda uzman olan E. Dz. Binbaşı Erol Bilbilik, "ABD
yeni bir Dickson Raporu hazırlığında" diyor. Dickson raporu, 12 Mart döneminde Kemalist subayların
tasfiyesine neden olan bir CIA raporuydu. Tabii Senatör Haydar Tunçkanat, 7 Temmuz 1966 tarihinde
Cumhuriyet Senatosu'ndaki gündem dışı konuşmasında, CIA Raporu'ndan oluşan üç belgeyi açıklamıştı. EM kod adını kullanan CIA ajanı, Ankara'daki ABD Büyükelçiliği Askeri Ataşesi Albay Dickson'a "Çok Gizli"
damgalı gönderdiği mektupta Türkiye'de Ordu ve bürokrasi içindeki Kemalist ve solcu aydınların tasfiyesinin
zorunlu olduğunu gündeme getirmişti. Dickson raporundaki hedefler doğrultusunda, 12 Mart 1971'den sonra
Kemalistlere yönelik, Ordu ve bürokrasi içinde büyük çaplı tasfiye hareketi başlatılmıştı.
Komuta Kademesiyle İlgili Dedikodular
Tam bu süreçte yeni dedikodular piyasaya sürülmeye başlandı. TSK içinde yeni bir nifak yaratmak
isteniyor. Buna göre, alttan alta Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın görev süresinin
uzatılacağı ileri sürülüyor. Genelkurmay Başkanı'nın şahsında çok güçlü bir yıpratma kampanyası bu
dedikodularla birlikte kulaktan kulağa dolaştırılıyor.
Cheney Ağırlık Koymaya Geliyor
Amerikan derin devletinin beyni ve Bush yönetiminin güçlü adamı Dick Cheney'in Ankara’ya yaptığı
ziyaret bu ortamda anlam kazanıyor. Cheney'in Ankara ziyaretinde ağırlıklı konunun, İran'a yönelik müdahale
olduğu yazılıp çiziliyordu.
Amerikan yönetiminin Irak ve Afganistan'da yaşadığı sıkıntı ve ülke içindeki ekonomik durgunluk
108
nedeniyle nasıl bir politika izleyeceği tartışılıyor? 5 Kasım 2007'deki Bush-Erdoğan görüşmesinden sonra
sıklıkla dile getirilen görüş şu olmuştu:
"Amerikan yönetimi bu ortamda Türkiyesiz yapamaz. Bu nedenle Türkiye'yi yanına alacak eylemler
içine girebilir. En başta da PKK'nın tasfiyesi".
Böyle bir görüntünün çizilmek istendiği açık. Ama gerçek böyle mi?
Amerikan yönetimi bu kararı verdiyse, neden TSK'nın kara harekâtını engellemek, daha sonra da
sınırlamak için bu kadar baskı koyma ihtiyacı duysun?
Kukla Devlete Himaye ve "Siyasi Çözüm" Dayatması
Gerçek şu: Amerikan yönetimi, BOP'tan vazgeçmiş değil. Tam tersine içerideki sıkıntılarını ve Irak ile
Afganistan'da yaşadığı sıkıntıları yeni bir hamleyle aşma peşinde. Gözden kaçırılmaması gereken bir nokta,
bir süre önce kısmi olarak güç kaybeden neo-conlar içindeki şahin ekibin yeniden ipleri eline almaya
başlaması. Bu çerçeve içinde İran'a yönelik saldırıya karşı çıkan Amerikan Merkez Kuvvetler Komutanı
Oramiral William Fallon'un istifası önem taşıyor. Irak'a yönelik saldırıyı planlayan çekirdek ekibin en önemli
teorisyeni Paul Wolfowitz ise Dünya Bankası'ndaki başkanlık görevinden ayrılmasından sonra Ocak ayı
sonunda yeniden Amerikan yönetiminin politika planlama ekibine katıldı. İran'a yönelik saldırı planının en
kararlı savunucularından olan Wolfowitz, Amerikan Dışişleri Bakanlığı silah kontrolü ve silahlanma
konularında Ulusal Güvenlik Danışma Kurulu Başkanlığı'na getirildi. Wolfowitz'in bir başka özelliği, Amerikan
yönetimi içinde TSK'ya cepheden karşı çıkışın savunucusu olması.
ABD'nin yeni hamlesinin şekli şimdilik belli değil. Ancak İran konusu, bu yeni hamlenin tam göbeğinde
bulunuyor. Dolayısıyla Türkiye'nin tutumu belirleyici hale gelmiş durumda. Cheney'nin ziyareti, bu hamleyi
gerçekleştirmek için Türk Ordusu üzerinde bir ağırlık oluşturma amacını taşıyor. Bu ise, hem Kukla Devlet'e
himaye, hem de PKK'yı yasal sistemin içine katma projesi olan "siyasi çözüm" dayatmasını birlikte içeriyor.
İran'a yönelik müdahale de bunun karşılığı olarak masaya getiriliyor. 119
Sabataist Cunta ve Masonlar Ordumuzdan Ne İstiyor?
AKP’nin Günahları Niye Erbakan Hoca’ya Yükleniyor?
“Son günlerde yeniden yükselen askeri darbe söylentilerinin nedenlerini doğru algılayıp amacını doğru
okuyabilmek için geçmişteki darbelerin seyrine sebep ve sonuç ilişkilerine bakmak gerekir.
Önce Cumhuriyet’in ilk askeri darbesi 27 Mayıs’ın asıl nedenine ve sonucuna bir bakış atalım…
Osmanlı’da Meşrutiyet’in ilanıyla hayata geçirilen çok partili demokratik hayat Cumhuriyet’in ilanıyla
sona erdi. İttihat ve Terakki Partisi’nin devamı olarak kurulan CHP tek parti diktasıyla ülkeyi muhalefetsiz
yönetti.
Yıllar öncesinden demokratik ortamı idrak etmiş Osmanlı elitlerinin sesi CHP’nin tek parti yönetiminde
demir yumrukla susturulduysa da bu, muhalefetin sinmesi ve yeraltına inmesi ötesinde bir sonuç doğurmadı.
Kendilerinin tasfiye edilip Mustafa Kemal ekibinin yönetime getirilmesini içine sindiremeyen etkin
İttihatçılar Osmanlıya karşı yürüte geldikleri gizli muhalefeti bu kez Cumhuriyet yönetimine karşı başlatarak
İzmir suikast planını yaptılar. Bunlardan 17’si idam edilip 150’si yurt dışına sürüldü.
Yeniden çok partili hayata geçiş Sabetayist aileler ve kadrolar arasındaki bu iç iktidar kavgaları
nedeniyle sancılı başladı. Tek parti yönetiminde halkı ezen CHP, seçimle iktidara gelen DP’nin 10 yıllık
iktidarı boyunca seçim kazanma umudunu yitirince alternatif çıkaramayan demokrasi yeniden bu kez fiili
olarak tek parti diktatörlüğüne döndü.
Bu tıkanıklığı giderip çok partili hayatı yeniden dizayn etmek için yapılan 27 Mayıs darbesi ile ülke
yeniden CHP’ye teslim edildi. Ancak artık pandoranın kutusu açıldı ne kadar eski ve yeni klik varsa dönemin
iki kutuplu dünyasında ABD ve SSCB manipülasyonlarıyla ortalığı kapladı. Ordu içinde oluşan çeşitli gruplar
bir bir darbe girişimleriyle şanslarını denemeye kalkıştılar.
12 Mart Muhtırasını hazırlayan grup bütün bunlara son vererek ülke siyasetini ABD ve SSCB
119
16 Mart 2008 / Aydınlık / Fikret Akfırat
109
ekseninden çıkartıp milli çizgiye getirmeyi amaçlamıştı. ABD durumu tersine çevirmek için 12 Eylül 1980
darbesini planladı ama yeniden ipleri elinden kaçırdı.
Altı kalın çizilmesi gereken bir temel husus şudur: Bugün laik cumhuriyet kazanımlarının tehlikede
olduğu yaygarasını koparıp orduyu müdahaleye çağıran Sabetayist Toplum unsurları 12 Mart ve 12 Eylül
müdahaleleri için de aynı çağrıları yaptılar. Ama sonra dehşet bir asker karşıtlığı ile orduyu yıprattılar.
12 Eylül yönetimi 1982 anayasasını hazırlayıp referanduma götürürken karşı çıktılar, aleyhte çalıştılar.
Demokrasiye geçiş için 1983 seçimine askeri konseyin destek verdiği Org. Turgut Sunalp liderliğindeki
Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP) ile İsmet Paşa’nın özel kalem müdürlüğünü yapmış olan Necdet Calp
liderliğindeki Halkçı Parti’ye (HP) karşı çıktılar.
Dahası, demokrasiyi işletmesi öngörülen bu iki alternatif partiye karşı iki alternatif parti kurdular.
MDP’ye karşı BTP (Büyük Türkiye Partisi), HP’ye karşı SODEP (Sosyal Demokrat Halkçı Parti)’i kurdular.
Askeri konsey BTP’yi kapatınca yerine ANAP’ı kurdular.
ABD Yahudi Cemaatinden bir heyet, referandum sonucu Devlet Başkanı sıfatını kazanan Kenan
Evren’i ziyaret ederek ANAP’ın da seçime sokulmasını sağladı. Ve Turgut Özal’a açık destek vererek tek
başına iktidar yaptılar.
ANAP’ın kurucu lideri Başbakan Turgut Özal, 12 Eylülcülerden hesap sormak yerine darbe lideri
Kenan Evren ile işbirliğine başlayınca sağcılarıyla, solcularıyla tek yumruk olup kendisine karşı cephe açtılar.
Yani laiklik bahane… Asıl dertleri ülke yönetiminin ve imkânlarının Sabetayist unsurların elinden
gitmesidir, laikliğin elden gitmesi değil!
Sabetayist Toplum unsurları 28 Şubat sürecinde de aynı yaklaşımı sergilediler…
Hatırlayın, 28 Şubatçılarla işbirliği yaparak Başbakan olan Bülent Ecevit’in DSP’sini kim dağıttı? İsmail
Cem ve Kemal Derviş değil mi? Bunların ikisi de Sabetayist toplumun en bildik isimleriydi.
Peki, neden kendisi de Sabetayist olan Başbakan Ecevit’e birden öylesine yüklenip partisini dağıtıp
hükümetini yıktılar?
Ordunun iktidar kanadı 28 Şubatçı generalleri tasfiye edip Ecevit Hükümetini bütünüyle kontrolüne
almıştı da ondan!
Irak işgali ve Kıbrıs konusunda askerin kontrolündeki Ecevit’i kullanamadıkları için koalisyon
hükümetini yıkan ve kurdurdukları AKP’yi destekleyerek 3 Kasım’da iktidar yapanlar onlardı.
Peki, şimdi AKP iktidarı ile ne alıp veremedikleri var; laiklik elden gidiyor yaygaralarıyla neden
hücuma geçtiler?
Türk Silahlı Kuvvetleri bölgede caydırıcı güç olmasın, Türkiye o sayede bağımsız politikalar
izleyip çıkarlarını korumasın diye; dünya siyonizmi ve içerideki uzantısı Sabetayist Toplum unsurları
darbe tezgâhları hazırlayarak iç karışıklıklar çıkartmaya çalışıyorlar” 120 deniyordu, ama satır
aralarında AKP’yi aklama hatta kahramanlaştırma çabaları da gözlerden kaçmıyordu. Erbakan
Hoca’nın “Beni bunların günahına ortak etmeyin” uyarıları dikkate alınmıyordu. Hatta 20 Şubat
2008’de Recep T. Erdoğan Milli kahraman ilan ediliyordu:
“Evet, Başbakan Erdoğan pervasızca ve fakat ancak muhataplarının hak ettikleri kadar sert
konuşmalar, eleştiriler ve suçlamalar yapmaktadır.
Sadece dış güçlere karşı değil, onların içerideki uzantılarına ve temsilcilerine de aynı
pervasızlık ve sertlik içinde hitap edip meydan okumaktadır.
Çete ve mafya gruplarına karşı sistematik ve etkili bir mücadele başlattı, büyük bir kararlılıkla
sürdürüyor. Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesindeki çete uzantılarının temizleneceğini de açıklamış
bulunuyor.
Genel seçim öncesi 27 Nisan gece yarısı Muhtırasına Başbakan Erdoğan ve Hükümet sözcüleri
o güne kadar eşi görülmemiş sertlikte cevaplar verdiler.
120
Başyazı / Elaziz
110
Başbakan Erdoğan TÜSİAD ve Barolar Birliği gibi dış güdümlü oldukça güçlü sivil toplum
kuruluşlarına azarlayıcı ifadelerle cevaplar verdi hep.
Büyük holding sahiplerine, büyük medya patronlarına karşı da asla sözünü esirgemeyip
gerektiğinde haşlamaktan geri durmadı hiç.
Başbakan Tayip Erdoğan’ın üzerine gitmediği kuruluş, sözünü esirgediği kimse ve kesim
yoktur.
Cüneyt Ülsever gibi birçokları Başbakan Erdoğan 22 Temmuz 2007 seçimindeki başarısı
nedeniyle şımardı, zafer sarhoşluğu ile ne dediğini ve ne yaptığını bilmiyor diyorlar. Bu hiçbir
doğruluk payı olmayan büyük bir yanlıştır.
Çünkü Başbakan Tayip Erdoğan bu pervasız çıkışları, sert konuşmaları seçim sonrasında
yapmaya başlamış değildir. Kaldı ki bütün iç ve dış güç odaklarının olağan dışı engellemelerine,
şiddetli karşı çıkışlarına rağmen kazandığı 22 Temmuz seçim başarısı da öylesine ve tesadüfî
değildir.
Başbakan Erdoğan, bu güçlü, etkili, kararlı, sert, pervasız çıkışları ve sonuç alıcı hamleleri
yaparken gücünü ülkenin yönetimini elinde tutan üstün siyasi akıldan almaktadır.
Yoksa elbette ki emperyalist güçler ve içerideki uzantıları Başbakan Tayip Erdoğan’ın ipini
böyle uzun etmezlerdi!” deniyordu ve AKP’nin bütün melanetleri yine Hoca’nın sırtına yükleniyordu.
Türk ordusuna gizli düşmanlığını açığa vuran ve sözde Ortadoğu'ya savaş turuna çıkan Cheney
her zamanki gibi İsrail'e destek veriyor
İsrail'e, vahşi saldırılarını kesmesi konusunda bir baskıları olmadığını vurgulayan ABD Başkan
Yardımcısı Dick Cheney, "ABD'nin İsrail'e verdiği taahhütler sarsılmaz ve daimi anlam taşıyor. ABD Başkan
Yardımcısı Dick Cheney, Washington yönetiminin, Siyonist İsrail'in 'varlığını tehlikeye düşürecek adımlar'
atması için İsrail'e asla baskı yapmayacağını söyledi. İsrail ve Filistinliler ile sözde barış görüşmeleri ve
güvenlik konularında görüşmeler yapmak, aslında İran'a saldırı zemini hazırlamak amacıyla İsrail'e gelen
Dick Cheney, Tel Aviv Ben Gurion Havalimanı'nda, İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni tarafından karşılandı.
Cheney, basın mensuplarına, ''ABD, hiçbir zaman İsrail'in güvenliğini tehlikeye düşürecek adımlar için baskı
yapmayacaktır'' dedi.
Bir süre görüşen İsrail Başbakanı Olmert ve ABD Başkan Yardımcısı Cheney, daha sonra ortak basın
toplantısı düzenledi. Toplantıda konuşan Cheney, Ortadoğu barış sürecinde ABD'nin, İsrail'den güvenliği
konusunda herhangi bir geri adım atmasını beklemediğini söyledi. İsrail'e, güvenlikleri konusunda bir
baskıları olmadığını vurgulayan Cheney, "ABD'nin İsrail'e verdiği taahhütler sarsılmaz ve daimi anlam
taşıyor. İsrail kendini terörizm, roket saldırıları ve bütünlüğünü yıkacak bütün oluşumlara karşı korumalı"
ifadesini kullandı.
Acı çeken İsrail imiş!
Cheney, ABD'nin, Filistin devletinin kurulmasına yönelik taahhütlerine bağlı kalacağını yinelerken,
Filistinli liderlere de ABD'nin İsrail ile Filistinliler arasında bir barış anlaşması sağlanması için iyiniyetli (!)
çabalarını sürdüreceği konusunda güvence verdi. Ve ''Biz, çözüm bulunmasını istiyoruz, İsrail'e bunca acıya
mal olan terörizmin (!) son bulmasını ve Filistin halkı için de yeni bir başlangıç istiyoruz'' diye konuştu. ABD
Başkan Yardımcısı, Gazze, Lübnan, İran ve Suriye'de giderek kötüleşen durumun ve bu bölgelerin İsrail için
oluşturduğu tehdidi de göz ardı edemeyeceklerinin altını çizdi.
Barış hikâye, amaç İran
Cheney, Filistin halkının yeni bir başlangıç yaparak barışa hazırlanması gerektiğini belirtti. Olmert ise,
Cheney'e teşekkür ederek, ABD'nin verdiği destekten dolayı minnet duyduklarını ifade etti. İkilinin
görüşmesinde, İsrail'in abluka altında tuttuğu Gazze'deki insanlık dramı ve Filistin'le İsrail barış
görüşmelerinin ele alındığı da ifade edildi. Görüşmede ayrıca, İran'ın nükleer çalışmalarının durdurulması,
Hizbullah ve Suriye ile birlikte Lübnan sınırındaki son durumun da ele alındığı bildirildi. Cheney'in, İsrail
Cumhurbaşkanı Şimon Peres, Dışişleri Bakanı Tzipi Livni, Savunma Bakanı Ehud Barak ve İsrail ana
111
muhalefet lideri Likud Partisi Genel Başkanı Benjamin Netanyahu ile görüşüp, oradan Batı Şeria'ya geçerek,
Filistin'in kukla Devlet Başkanı Mahmud Abbas’la da biraraya geldiği öğrenildi.10 günlük bölge ülkeleri
gezisinde Cheney, son 2 günde Suudi Arabistan'ın başkenti Riyad'da, Kral Abdullah ile görüşmüştü. Suudi
yetkililer, Kral Abdullah'ın Cheney'e, Başkan George W. Bush'un görev süresinin dolmasından önce İsrail ve
işbirlikçi Abbas yönetimi arasında bir barış anlaşması için İsrail'e baskı yapmasını istediğini kaydetmişlerdi.121
 BÜYÜKANIT PAŞA’DAN VE KURMAY KADROSUNDAN NİYE
GOCUNUYORLAR!
Büyük bir başarıyla, üstelik çok az bir zayiatla ve sivil insanlara hiçbir zarar dokundurmadan
tamamlanan Kuzey Irak operasyonunun hemen ardından, TSK’nın düzenlediği “Küresel Terörizm ve
İşbirliği Sempozyumu”na, başta süpergüç bilinenler, bütün etkin ülkelerin, hem de en üst düzeyde
katılmaları, Türkiye’nin gücünü kabul etme anlamı taşımaktaydı.
Kimilerinin adlandırdığı gibi Süper Terör Çağı’nda Türk Silahlı Kuvvetleri, “küresel terörizmle
mücadelenin uluslararası boyuta taşınmasında” inisiyatifi eline almıştı.
Dünya kamuoyunda terörizmle İslam’ı özdeşleştirme eğiliminin arttığı bir ortamda, halkı
Müslüman, sistemi laik bir ülkenin Başkenti’nde çok üst düzey uluslararası katılımla “Küresel
Terörizm ve Uluslararası İşbirliği Sempozyumu”nun ikincisi yapılmıştı.
Beş yabancı genelkurmay başkanının dışında uluslararası çapta çok sayıda saygın
akademisyen, gazeteci ve askeri yetkilinin katılımı oldukça önemli ve anlamlıydı. Orgeneral Yaşar
Büyükanıt’ın da ifade ettiği gibi “muğlak bir tehlikeden bahsediyoruz. Çünkü henüz dünya çapında
kabul edilmiş ortak bir terör tanımlaması bile yok.” sözleri etkili bir mesajdı.
Sempozyumu düzenleyen “Terörle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi” önemli bir işlevi
yürütüyordu. Konuyu tamamen akademik bağlamda inceleyen, eğitim veren, dünyanın bir çok
ülkesinden gelen uzmanlarla çalışan bir kurum halini almıştı. Organizasyon her zamanki gibi
başarılıydı. Mesajlar da yerine ulaşmıştı. Netice itibariyle TSK komuta kademesi, sorunun yalnızca
askeri boyutuyla değil, diplomatik yönüyle de yakından ilgili olduğunu bir kez daha vurgulaşmıştı.
Kahve molalarında, kara harekâtına yönelik eleştirilere tepkisini yineleyen Yaşar
Paşa’nın, “Başarımızın tadını çıkaramıyoruz” sözleri unutulmamalıydı.
O sırada DTP Başkanı Ahmet Türk, hem de Köşke Kabulü öncesinde: “Türkiye’de üniter devlete son”
küstahlığıyla, Siyonist ve emperyalist güçlerin ağzıyla, Genelkurmayı tehdit etmeye kalkışmıştı.
Aynı gün DTP milletvekili Sabahat Tuncel, Malatya’da: “Bu ülkede Kürtler özgür olmadan, Türkler de
asla özgür olamayacaktır. Bizi zorla isyana mecbur bırakmayın!” şeklinde çıkışmıştı!..
Ve sanki, hepsi aynı merkezlerden talimat almışçasına, Deniz Baykal ve Devlet bahçeli de:
“Kuzey Irak Operasyonunun bunca masraf ve zayiata değmediğini, Türkiye’yi, PKK ve Barzani ile
masaya oturtmaya mecbur etmek için ABD tarafından boşaltılıp bitirildiğini” ima ve iddia ederek, AKP
üzerinden Genelkurmay Başkanımızı suçlamaya başlamıştı.
Hatta ılımlı İslamcı ve kiralık Amerikancı Zaman’da Mümtaz Türköne bile Deniz Baykal’ı haklı
çıkarıp alkışlamıştı:
“Ancak bu başarıyı gölgeleyen şey, Genelkurmay Başkanı'nın iddia ettiği gibi muhalefetin eleştirileri
değil, bu eleştirileri sert bir polemiğe dönüştüren Büyükanıt'ın kendisi oldu. İnsaf ölçüleri içinde
değerlendirelim: Başarıyı gölgeleyen tartışmalar, muhalefetin işin sağını-solunu kurcalayan açıklamaları
değil, Genelkurmay Başkanı'nın gösterdiği aşırı alınganlık ve muhalefeti, "hainlerden daha zararlı" ilan
etmesi, yani siyasetçilere hakaret etmesiyle başladı. Kendinden emin bir kurum, kestirmeden böylesine sert
bir polemiğin tarafı olur ve karşısındaki siyasî kurumun onurunu tartışma konusu yaparsa, haklı olsa bile
haksız duruma düşer. Şimdi, Genelkurmay Başkanı'nın hakaret içeren bildiriyi "bizzat ben kaleme aldım"
121
24 Mart 2008 / Milli Gazete
112
demesi bile, yapılan hatanın devamından başka bir şey değil.
Genelkurmay Başkanı, şahsıyla değil, emrindeki devasa silahlı gücün temsilcisi olarak bir parti ile karşı
karşıya geliyor. Bu karşılaşma CHP'ye değil, temsil ettiği kuruma zarar verir. Bu tarz, bu üslup ve seçilen bu
kelimeler askerin siyasete müdahalesidir. Genelkurmay Başkanı'nın hiçbir şart ve vesile ile muhalefet
partisini muhatap almaması gerekir. Sözü varsa bunu hükümete iletir; hükümet de usulü dairesinde cevabı
verir.”122
Sözleriyle, Ordumuza ve özellikle Büyükanıt Paşa’ya karşı bir şer ittifakı kurulduğunu ispatlamıştı.
Aydınlık’tan Fikret Otyam (11 Mayıs 2008) Ey Asker Milleti! Şu Kuzey Irak işi Bitürlü Olmuyor!”
başlıklı yazısında açıkça ve alçakça hem Genelkurmay Başkanımıza, hem Ordumuza ve özellikle kahraman
pilotlarımıza sataşırken,
Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aydoğan Babaoğlu, 16 Aralık’taki ilk
saldırıdan Güneş Harekatı sonuna kadar yapılan 268 sortide kandil, Zap ve Hakurk’taki hedeflerin yüzde yüz
isabetle vurulduğunu açıklamıştı.
Kıbrıs kahramanı
Org. Babaoğlu, Hava Harp Okulu’nu bitirdiği 1964’ten bu yana mesleğin her aşamasından geçmiş bir
komutandı. 44 yıldır uçtuğu savaş uçaklarıyla her görevi yapmıştı.
Aydoğan Paşa, Kıbrıs kahramanlarındandı. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nda üsteğmen rütbesiyle, F104 tipi uçağıyla savaşa katılmıştı.
İşte, bazılarının kuyruğuna batan, Büyükanıt’ın suçları!?
1- Genelkurmay'ın Orta Doğu’da insiyatif alması
Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Stratejik Araştırma ve Etüt Merkezi
(SAREM) tarafından gerçekleştirilen uluslararası sempozyumda, ''Orta Doğu, Belirsizlikler İçindeki Geleceği
ve Güvenlik Sorunları'' konusu tartışıldı.
Harp Akademileri Komutanlığı Atatürk Harp Oyunları ve Kültür Merkezi Salonu'nda 5-6 Haziran
tarihlerinde yapılan sempozyumun açılış konuşmasını, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt
yapmıştı. Büyükanıt’ın ABD, AB ve İsrail’i, doğrudan veya dolaylı uyarıları, bizde hayranlık, bazı kesimlerde
şaşkınlık yaratmıştı.
2- Büyükanıt'ın Haçlı Rehn'e sert yanıtı
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, AB Komisyonu'nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi
Olli Rehn'in ''Biz demokratik laikliği destekliyoruz'' açıklamasına yanıt verdi: ''Türkiye'nin önünde sıfatlara
ihtiyacı yok!''
Bir gazetecinin "Avrupalılar tarafından aşırı laikler-demokratik laikler türünden tanımlamalar yapılıyor.
Siz buna ne diyorsunuz?" şeklindeki sorusu üzerine Büyükanıt, "Türkiye'ye çok sıfat koyuyorlar. Sıfat ismin
önüne gelir biliyorsunuz, bu yanlış. Türk insanı kendi kendini tanımlama gücüne sahiptir. Başkasının
tanımlamasına ihtiyaç yok" diyerek çok net ve mert bir tavır sergilemesi, dış güçleri ve işbirlikçileri
endişelendirmişti.
3- “Büyükanıt’ın kutuplaşma uyarısı
Başka bir soru üzerine Türkiye'de kutuplaşmaların olmaması gerektiğini vurgulayan Büyükanıt,
"Türkiye'de kutuplaşma var mı?" şeklindeki soruya, "Var. Türkiye'nin bu kutuplaşmalardan kaçınması lazım,
sorunlarını kendi içinde çözebilir, kimsenin nasihatlerine falan da ihtiyacı yok" yanıtını vermişti.
Büyükanıt, "Osmanlı İmparatorluğu'ndan bir Cumhuriyet yarattık, bunu yapan bir ülke, bunu yapan
millet, bunda bir etnik ayrımcılık yoktur, bunu yapan millet bütün sorunlarını çözme imkan ve kabiliyetlerine
sahiptir. Kutuplaşma olduğu zaman çatışma ortamı ortaya çıkar, Türkiye bundan kaçınmalıdır" demişti.
Büyükanıt’ın saptaması iki eksenli bir kutuplaşmaya işaret ediyor:
1- Türk-Kürt ayrımı,
2- Laik-antilaik ayrımı.
122
11.03.2008 / Zaman- Baykal Yine de Haklı
113
Bu iki eksen etrafında başlayan kutuplaşmanın yaygınlaşma eğilimi gösterdiğini kabul etmek gerekir.
Etnik kutuplaşma
PKK faaliyetleri ve aynı çizgiyi temsil eden parti ve kuruluşların çabaları Türkiye’de bir etnik ayrımı
gündeme sokmuştur. Özellikle Güneydoğu’da bu çok açık biçimde yaşanıyor.
Laiklik ayrışması
Kutuplaşma anlamında kötü sinyaller veren bir diğer eksen de, “laik-antilaik” eksenidir. Bu
kutuplaşmanın nedeni dinin sürekli olarak siyasete alet edilmesidir. Siyasetin din üzerinden yapılmasıdır.
Bugün yaşadığımız laik-antilaik ayrımının temelinde bu siyasi gayretlerin olduğunu söyleyebiliriz.
Toplumu, “dindar-dinsiz”, “laik-antilaik” diye böldüğünüz zaman yine bir felaketin hazırlığını yapmış
olursunuz.
Oysa, siyaset dinin üzerinden elini çekse, bu alanda toplumsal bir gerginlik yaşanmaz. Yine
yüzyıllardır olduğu gibi, kim, hangi inanca sahip olursa olsun, bu toplum birlikte yaşamayı bilmiş bir
toplumdur.
4- Genelkurmay’a türban suçlaması
“Esas itibariyle MHP'den ziyade Orduyla, Genelkurmay'la hükümet arasında türban konusunda adı
konmamış bir uzlaşma ortaya çıktığı anlaşılıyor ki, bu da sanıyorum bu 27 Nisan Muhtıra'sının arkasından
Dolmabahçe'de yapılan görüşmede gerçekleşmiş olabilir...
Mutabakat şöyle: Genelkurmay siz Avrupa ve Kürt sorunu konusunda fazla istekli olmayın, o tarafı
savsaklayıp-sulandırın ama türban konusunda istediğinizi yapın. Ben bu yönde bir 'mutabakat' sağlanmış
olduğunu tahmin ediyorum.”
Ayrıca; Avrupa Birliği'ne uyum yasalarını filan onları askıya al, fazla asılma. Kürt konusunda da bir
dahlin olmasın ama sen de bunlara karşılık türban meselesinde bir çıkış yapabilirsin.” Böyle bir anlaşma
olmuş gibi görünüyor. Sanıyorum MHP'nin de oy kaygısıyla böyle bir sürece dahil olmasıyla, süreç hızlandı.”
Diyen yazar yine suçu orduya yıkmaya çalışıyordu.
5- “Ülke'nin Geleceği TSK'ya Bağlı” açıklaması
Orgeneral Büyükanıt, ''Anadolu Kartalı Eğitimi 2008/1 Seçkin Gözlemci Günü'' faaliyetlerinin
tamamlanmasının ardından basın mensuplarına açıklamalarda bulunmuştu.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, ''Ne kadar yüksek eğitime sahip olursanız ve ne
kadar teknolojiye sahip olursanız, o kadar caydırıcı bir silahlı kuvvetlere sahip olursunuz. Bu, ülkemizin
geleceği açısından da hayati derecede önemlidir'' buyurmuştu. Ve bu onurlu duruş, birilerine dokunmuştu.
6- “Ter akmazsa, kan akar” saptaması
Büyükanıt, hainleri yerle bir eden harekâtların sırrını şöyle açıklamıştı: Yüksek eğitime ve teknolojiye
sahip olmak!...
Genelkurmay Başkanı, Konya’da gerçekleştirilen Anadolu Kartalı’nın yapılan gece tatbikatının
ardından yaptığı açıklamada, “Eğitimde ter akıtmadığınız zaman, mücadele alanında kan akıtıyorsunuz”
gerçeğini haykırması, ülkemiz üzerinde sinsi hesapları olanların ve onlara figüranlık yapanların yüreğine
oturmuştu.
7- Yaşar Paşa’yı yıpratma tuzakları:
İsmet Paşa’nın CHP iktidarında 1943 yılında bir paşa, Van'ın Özalp ilçesini teftişe gitmiş. Çünkü
kaymakamın emriyle koyunlarına el konulan İranlı bir aşiret reisi, adamlarıyla sınırı geçerek, köylülere ait 500
kadar koyunu yakalatmış ve İran'a götürmüş. Bu gasp fiilinde sayıları otuzu aşan köylü, aşiret reisine
yardımcı oldukları iddiasıyla gözaltına alınmış, ama suçsuz oldukları anlaşılınca serbest bırakılmışlar. Ne var
ki Kaymakam Hilmi Tuncel Ankara'ya, «Ruslar da sınırımıza fazla yaklaştı. O aşiret reisini cesaretlendiren de
onlardı» kabilinden bilgi vermiş.
Soruşturmaya gelen Mustafa Muğlalı Paşa zaten öfkeliymiş. 24 Temmuz 1943'te hemen bir toplantı
yapmış. Ve yakalanıp bırakılan o 33 köylünün, «ibret-i âlem için» (Herkese ders olsun, diye) idam edilmeleri
kararını almış. Hem de sorgusuz sualsiz; muhakeme etmeden, bir hâkimler heyetince idama mahkûm
114
edilmeden. Paşa Hz.leri:
– Memleketin menfaati gerektirirse babamı bile asarım, diye kestirip atmıştı.
Ve 30 temmuz 1943 gecesi bu 33 vatandaşımız, Yukarı Koçkıran Köyü-356 numaralı sınır taşının
olduğu yerde, elleri ve gözleri bağlanarak kurşuna dizilmiş. 32'si ölmüş, yaralanan ve henüz ölmediği fark
edilemeyen 33'üncü köylü ise gece karanlığında İran tarafına geçip canını kurtarmıştı.
1949'da hakkında dava açıldı; Muğlalı idama mahkûm edildi, yaşı sebebiyle ceza 20 yıl hapse çevrildi
ve 1951'de Paşa cezaevinde iken ahirete uğurlandı.
İşte bundan 61 yıl sonra, Özalp'teki kışlaya «Mustafa Muğlalı Kışlası» adı takılmış. (16 Mart 2004'te).
33 köylünün yakınları itiraz etmişler, kulak asan olmamış. Sivil mahkemede açılan dava eskerî mahkemeye
aktarılmış. Savunma Bakanlığı, kışlalara başarılı komutanların adlarını verdiklerini hatırlatmış ve «Merhum
cezasını çekmiştir; ceza veya kısıtlamaların süresiz devam etmesi hukuk ve demokrasi değerleriyle
bağdaştırılamaz» kanaatini açıklamış.
33'lerin ahfadı Danıştay'dan da sonuç alamazlarsa, bu defa AİHM'ye başvuracaklarmış.” Böylesi
gereksiz ayrıntılar nedeniyle:
“Genelkurmay'ın densizliği”123 şeklinde başlık atan Hakkı Devrim gibi
küstahlara fırsat verilmesi üzücü bir durumdu..
8- Devlet Bahçeli’nin, Büyükanıt Takıntısı!
AKP ile MHP’nin birlikte yaptıkları ve “Üniversitelerde başörtüsü serbestisi” diye yutturmaya çalıştıkları,
ama gerçekte, ne anayasada ne de kanunlarda bulunmayan bir yasağı, tüm orta öğretimde, meslek
liselerinde ve kamu hizmetlerinde yasal hale getirildiğini özenle sakladıkları, anayasa düzenlemesini; yüksek
mahkemenin iptal etmesini, Yaşar Büyükanıt Paşa’nın haklı olarak “malumu ilam” yani, “bilineni ve bekleneni
açıklama” şeklinde değerlendirmesine şiddetle karşı çıkan ve “makulu ilam gerekir” sözleriyle yüksek
mahkemenin kendi arzuları hilafına verdiği kararı kınayan Devlet Bahçeli, gerçekten başörtüsünün dinimizin
bir kuralı ve temel insan hakkı olarak, tamamen serbest bırakılmasını niye savunamıyor ve sahip
çıkamıyordu? Kimleri kandıracağını sanıyordu?
Pilotlarımızın ve Komandolarımızın Başarısı
2007 16 Aralık’ta gece koşullarında, havada ikmal yönteminin de kullanıldığı ilk hava harekâtı da
başarıyla tamamlanmıştı. Paşa tatbikatlarda kazandıkları deneyim ve yeteneği, gerçek bir operasyonda
kullandıklarını şöyle aktarmıştı:
“Biz çok eski yıllardan beri görüş olanaklarıyla gece operasyonlarını tatbik deneyim ve yeteneğine
sahiptik. Yeni teknolojik olanaklarla bu yetenek ve gücümüz daha da gelişti. 16 Aralık’ta başlattığımız hava
operasyonlarını belli aralıklarla sürdürdük. Bu operasyonda Kandil’i, Zap ve Hakurk bölgelerini vurduk.
Kandil, Genelkurmay Başkanımızın da belirttiği gibi daha çok eğitim ve lojistik amaçla kullanılan bir yer. Bu
tesisleri yüzde 100 isabetle ilk hava operasyonunda tahrip ettik. Bu operasyona Diyarbakır, Malatya,
Balıkesir ve Eskişehir’deki filolarımız iştirak etti.”
268 sorti, 272 hedef
Aydoğan Paşa, 21 Şubat’ta başlayıp 29 Şubat’ta sona eren sınır ötesi Güneş harekâtı boyunca da
hava taarruzlarını sürdürdüklerini kaydettikten sonra, şunları anlatmıştı:
“İlk hava harekâtı ve kara harekâtı boyunca uçaklarımız 268 sorti yaptılar. İlk hava harekâtından sonra
teröristler yerlerini değiştirdiler. Kara harekâtı için yerlerini yeniden saptadık ve teyit ettik. Bu süreçte 60
hedef grubu içinde 272 hedef yüzde 100 isabetle vuruldu. Bu hedefler içinde mağaralar, uçaksavar mevzileri,
mühimmat ve silah depoları, köprüler, kaçış yolları ve geçitleri, haberleşme tesisleri ve barınaklar vardı. F-16
ve modernize edilmiş F-4 filolarımızdan oluşan 50 uçak operasyonlara katıldı. Hava taarruzlarında lazer
güdümlü bombalar kullandık. Teröristlerin kullandığı mağaraları ağızlarından tam isabetle vurduk. Keza 1
metre eninde dar yaya köprüleri ile 4x4 metre ebadındaki küçük hedefler dahi tam isabetle vurulmuştur.
Teröristlerin arkadan kaçmalarını önlemek için bu köprüler ve geçiş yolları pilotlarımız tarafından vuruldu ve
123
06.05.2008 / Radikal
115
kaçışları diğer önlemlerle birlikte büyük ölçüde engellendi.”
Pilotların yeteneği
Org. Babaoğlu, yüzde 100 isabet sağlanmasında, kullanılan teknoloji kadar pilotların yeteneklerinin de
belirleyici olduğunu şöyle ifade etti:
“Lazerle hedefler işaretlendikten sonra lazer güdümlü bombalar hedefi bulur. Ancak burada pilotun
yeteneği de önemlidir. Tam isabet için pilotun en uygun yerde ve zamanda bombayı bırakması gerekir.
Pilotlarımız her defasında en uygun zaman ve yerde bombaları bırakma başarısını gösterdiler ve böylece
bütün hedefler vurulmuş oldu.”124
Evet, Ordumuzun Kuzey Irak Operasyonları oldukça başarılıydı, milli amaçlıydı, insani
duyarlılıkla yapılmaktaydı ve daha önemlisi, PKK piyonundan daha ziyade Amerika ve İsrail
patronlarının karizmaları çiziliyor, “asla karşı gelinmez, baş edilmez ve yenilmez” imajı yıkılıyordu. Ve
zaten dünya basını açıkça:
“ABD Türkiye karşı karşıya” diyordu
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Irak'ın kuzeyine düzenlediği kara harekâtının 7'inci gününde dünya basını,
Ankara ile Washington arasındaki "kara harekâtı" gerginliğini konuşuyor. ABD'nin harekâtın sınırlandırması
konusunda Türkiye'yi uyardığı belirtilen haberlerde, Türkiye'nin harekâtı sonlandırma baskısına direneceği
kaydedildi.
Independent: Türkiye harekâtı sonlandırma baskısına direniyor
İngiliz Independent gazetesi, "Türkiye, Kuzey Irak harekâtını sonlandırma baskısına direniyor"
yorumunu yaptı. Gazete, Türkiye'nin "PKK'la savaşan askerlerinin Irak'tan çekilmesi için bir zaman takviminin
olmadığını yazdı.
BBC: Türkiye'nin operasyonunun zaman çizelgesi bulunmuyor
İngiliz yayın kuruluşu BBC ise, ABD'nin Türkiye'ye Kuzey Irak'taki harekâtını sonlandırma baskısı
yaptığını savunurken, "Türkiye'nin de Kürt ayrılıkçıları hedefleyen operasyonunun zaman çizelgesi
olmadığını" kaydettiğini belirtti.
DW: Türkiye Irak takvimi vermeyi reddediyor
Alman yayın kuruluşu Deutsche Welle de, Türkiye'nin Irak takvimi vermeyi reddettiğini belirtirken Türk hükümetinin temsilcisi olarak Bağdat'ta temaslarda bulunan Ahmet
Davutoğlu'nun, kara harekâtının hedefinin belli olduğunu, PKK kampları ortadan kaldırılana kadar
operasyonun süreceğini söylediğine dikkat çekti.
Le Monde: Türkiye geri çekilmek için takvim vermiyor
Fransa'nın büyük gazetelerinden Le Monde da, Türkiye'nin askerlerini geri çekme konusunda bir
"takvim" vermediğini kaydederken, Türkiye'nin "Kuzey Irak'ta tampon bölgesini oluşturabileceği" görüşüne
yer verdi.
Le Figaro: Washington kaygılanıyor
Fransız Le Figaro da, "Washington kaygılanıyor" başlıklı haberinde Ga-tes'in Ankara ziyareti öncesi iki
ülkeden operasyonun süresine ilişkin "çelişkili" açıklamaların geldiğine dikkat çekti. "Farklı görüşler"e karşın
operasyonun, Irak dosyasına ilişkin Türk-Amerikan ilişkilerinde olumlu bir etki yaptığı görüşünü dile getiren
gazete, ABD'nin Türkiye ile "geleneksel ittifakı"na yeni bir ivme kazandırdığını yazdı.
El Pais: Türkiye operasyonu sürdüreceğini söylüyor
İspanyol El Pais da, Türkiye'nin ABD'den gelen çağrılarına karşın operasyonu sürdüreceğini bildirerek,
askerlerini geri çekme konusunda süre vermeyi reddettiğini de yazdı. Gazete, ABD'nin bölgedeki en büyük iki
müttefikin karşı karşıya gelmesinden korktuğunu öne sürdü.
Guardian: uyarılar artıyor, Türkiye bildiğini okuyor
İngiliz Guardian gazetesi başyazısında "Operasyon, yoğunluğu ve boyutu yönünde büyüyor. Dünyanın
124
08.03.20008 / Fikret Bila / Milliyet
116
geri kalan kısmından gelen uyarılar keza" ifadesini kullanan The Guardian da, operasyon konusunda Türkiye
ile Irak arasında sürdürülen diyalogu "şaşırtıcı" olarak nitelendirdi. Gazete, "Herkes sözünü tutarsa
Türkiye'nin Kuzey Irak'taki Kürtlerle ilişkisinin, ilk korkulduğu kadar kötü olmayabileceği" yorumunu yaptı.
El Cezire: Irak'tan çekilme için tarih yok
Katar'dan yayın yapan El Cezire ise, "Türkiye, Kürt teröristlerle savaşan ordusunun Irak'tan çekilmesi
konusunda bir tarih vermeyi reddetti" dedi. Çatışma haberlerinin iki tarafta da kayıp sayılarının arttığına işaret
ettiğini öne süren El Cezire, Irak hükümetinin ise harekâtı kınadığını da söyledi.
Solcusundan sağcısına, İslamcısından ulusalcısına GKB. Org. Yaşar Paşa’yı, kurmay
kadrosunu ve kahraman Ordumuzu hedef alanlar, halen Amerika’yla başa çıkılmayacağına ve gelip
kendilerini kurtaracağına inanıyorlardı. Oysa Amerika’lı subaylar bile: “Irak’tan sonra yeni bir savaş
imkansız” diyorlardı.
Umur Talu, 25 Şubat'ta Sabah Gazetesi'ndeki köşesinde, Amerikalı subaylar üzerinde yapılan
bir araştırmanın ilginç sonuçlarına yer verdi, Talu'nun yazısının başlığı da dikkat çekici: "Askersiz
Ordu". Talu bu yakıştırmayı Amerikan ordusu için yapıyor. Zira söz konusu araştırmada subaylara;
ABD'nin, askeri kabiliyet, ordu gücü açısından ikinci bir savaşı kaldırıp kaldıramayacağı sorulmuş ve
l'den 10'a kadar not vermeleri istenmiş. Talu, ABD ordu mensuplarının, içinde bulundukları ordunun
Irak dışında ikinci bir savaşı yürütme imkan ve ihtimaline, bir tek Suriye için 5.1 verdiğini, İran'da ise
10 üstünden 4.5 verdiklerine dikkat çekiyor. Ama Talu'nun dikkat çekmek istediği asıl nokta
subayların yüzde 80'inin ikinci bir savaşa "imkansız" yorumunu yapması. ABD'nin aslında 'kof bir
imparatorluk' olduğunu, kara gücü (asker sayısı) çok sınırlı olduğundan tek başına birkaç savaş,
işgal, istila götüremeyeceğini ve o noktaya gelindiğini yazan Talu yazısını şöyle bitiriyor:
"Bir kısım" ‘akıllı’, özellikle İran, Suriye, belki Pakistan konusunda çok hevesli. İsrail
ittirmesiyle de bunlar Bush yönetimi bitmeden bir 'saldırı' istiyorlar. Sorun, saldırı sonrasında. Yeterli
asker yok. Civarda yeterli, fazlasıyla askeri olan kim varsa, oranın halkı, medyası, muhalefeti işte bu
açıdan da hükümeti, Genelkurmay'ı sorgulamalı: Bilmediğimiz bir şey var mı!".
E. Tümg. Alaettin Parmaksız Paşa:
"Bölgede ABD'ye değil, Türkiye'ye rağmen bir şey yapılamaz” diye haykırmaktaydı.
"Türk-Amerikan Savaşı-Kanlı Deprem" adlı kurgu romanında Türkiye ile ABD arasında çıkacak bir
çatışmayı ele almıştı. Romanda ABD, Ankara'yı işgal etmek için hazırlık yapıyor ancak ABD için sonu
hüsranla biten bu savaşta Türk Ordusu ve milleti büyük bir galibiyet kazanıyordu. Parmaksız Paşa kitabında
tüm önyargıları yıkarak bölgede ABD’ye rağmen değil, Türkiye'ye rağmen bir şey yapılamayacağını ortaya
koyuyordu.
Kitabın yazılma amacını şu sözlerle özetliyordu. Türk halkının beyninde 'ABD'ye rağmen dünyada
hiçbir şey yapılamaz, ABD Türkiye'de istediğini yapar' imajı var. Bunu kabul etmeyen bir Türk vatandaşı
olarak ABD'ye rağmen değil, Türkiye'ye rağmen, Türk halkına rağmen, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne rağmen bir
şey yapılamayacağını ortaya koyan bir eser yazmak istedim."
"TSK'nın uçakları ABD'ye karşı ya da ABD'nin istemediği bir yerde kullanılamaz", "ABD bir düğmeye
bastığında her şeyi iptal edebilir" önyargılarını da yerle bir edecek açıklamalarda bulundu. E. Tümg.
Parmaksız şöyle konuştu, "Bu durum, TSK'nın gücü hakkında insanların beyinlerinde soru işareti yaratmak
maksadıyla Batı kamuoyu ile birlikte ABD'nin yürüttüğü bir psikolojik harekatın Türk insanının zihninde yer
etmesidir. Biz NATO'ya girdikten sonra kendi savunma sanayimizi kapatmışız. ABD de diyor ki, 'Ben izin
vermeden kullanamazsın'. ABD'ye bağımlılığımız Hava Kuvvetleri'nde biraz daha ağırdır ama bu demek
değildir ki TSK, ABD'ye rağmen bir şey yapamaz! TSK, ABD'ye rağmen her şeyi yapabilir. Öyle 'ABD bir
düğmeye basar, her şeyi kontrol eder' diye bir şey yok. Yapacaksa Irak'ta kontrol etsin, Afganistan'da,
Venezuela'da, Somali'de kontrol etsin."
Kitaptaki kurguya göre ABD'nin planı güneydoğu bölgemizden bazı işbirlikçiler eşliğinde belli noktaları
kontrol altına almak ve orada büyük kitle gösterileri düzenleyerek milli hükümetin ve silahlı kuvvetlerin elini
117
kolunu bağlamak. Fakat bu plan gerçekleşmiyor. E. Tümg. Parmaksız güneydoğulu insanımızın devletine
bağlı olduğunu söyleyerek, televizyonlarda gösterildiği gibi ayrı bir devletin halk tarafından değil, yüzde biri
bile bulmayacak belli kesimler tarafından istendiğini vurguluyor, E. Tümg. Parmaksız ABD senaryosunun
işlemeyeceğini şu sözlerle açıklıyor, "Üç ay evvel 'Türkiye operasyon yaparsa şöyle yaparız böyle yaparız'
deyip de dil uzatan, boyundan büyük laf eden içerden ve dışardan bir sürü adamlar vardı. Türkiye operasyon
yaptı, ne yapabildiler? Hiçbir şey."
Siyonist sermaye destekli TESEV’in TSK düşmanlığı
Büyükanıt, TSK'yı yıpratmayı hedef alan TESEV için:
"Raporlar kimlerin desteğiyle hazırlanıyor, tahmin ediyorum" demişti.
Genelkurmay Başkanı'nı doğrulayan itiraf bir yıl sonra TESEV Başkanı Can Paker'den geldi.
"Türkiye'ye her yıl 2 milyon dolar gönderiyor" diyen Paker, Soros'un bu parayı iyilik olsun diye
dağıttığını iddia ederken şunları söyledi:
" Adamın 12 milyar dolar serveti var, 600 milyon dolarını dağıtıyor…"
Para, Yahudi'den hakaret TESEV'den
Genelkurmay Başkanı, TESEV'in yayınladığı TSK ile ilgili Almanağı eleştirirken, "Bu tür raporlar
kimlerin desteğiyle hazırlanıyor bilmiyorum. Bir kısmını sadece tahmin ediyorum" ifadesini kullanmıştı.
Türk Silahlı Kuvvetleri'ni hedef alan TESEV'in arkasındaki gücün, yapılan itirafla Soros olduğu gerçeği
gün yüzüne çıktı.
TESEV Başkanı Paker, Soros'un, Türkiye'ye her yıl 2 milyon dolar gönderdiğini açıkladı.
Hazırladığı Almanak'la Türk Silahlı Kuvvetleri'ni hedef alan TESEV'i, ünlü Yahudi finans spekülatörü
George Soros'un fonladığı anlaşıldı.
TESEV Başkanı Can Paker, Soros'un Türkiye'ye her yıl 2 milyon dolar gönderdiğini de doğruladı.
Aynı zamanda Soros'un kurduğu Açık Toplum Enstitüsü'nün de Danışma Kurulu Başkanı olan Can
Paker, Sabah gazetesine yaptığı açıklamada ilginç itiraflarda bulundu.
Açıklamasında, dünyaca ünlü Yahudi spekülatör Soros'a övgüler yağdıran Can Paker, şunları
söylüyordu:
"Soros'un iki yanı var; biri işadamı ve spekülatör olması. İkincisi ise 'Açık Toplum' dünya görüşüne çok
inanmış biri ve bu iddialarını gerçekleştirmek için para harcıyor.. Soros, Bush'un iktidardan inmesi için 15
milyon dolar harcadı. Soros, 'Açık Toplum' fikri için dünyada yılda 600-700 milyon dolar harcıyor. Yarısından
çoğunu açık toplum olmadığını düşündüğü Amerika'da harcıyor."
Tabi bu fosuruk cinsinden bu sözlere kargalar bile gülüyordu!..
Hobileri uğruna…
Açık Toplum Enstitüsü'nün Türkiye'de harcadığı paranın yılda 2 milyon dolar civarında olduğunu
belirten Paker, Soros'un bu parayı 'hobileri' uğruna Türkiye'ye gönderdiğini söyleyerek, çocuk kandırıyordu:
"Tabii insanları, bu adamın bu parayı hobi ve ideal olarak harcadığına ikna etmek zor. Adamın 12
milyar dolar serveti var. Bunun 600 milyon dolarını her yıl bu işe harcıyor. 'Niye harcıyor, mutlaka menfaati
vardır' deniliyor. Ama Soros 75 yaşına gelmiş; yatı, uçağı sevmiyor. Bu onu mutlu ediyor" diye konuştu.
Yahudi asıllı dünyaca ünlü finans spekülatörü Soros, ABD'nin sözde demokrasi operasyonlarında
başrolü oynamıştı
ABD'nin, demokrasi adı altında, yabancı ülkelerde sivil kuruluşlar aracılığıyla gerçekleştirdiği sivil
operasyonlar, ünlü spekülatör George Soros'un adıyla özdeşleşti.
ABD derin devleti, dış operasyonlar için önce CFR'i kurmuştu.
Örgüt, CIA'nın oluşturduğu yayın ve konferans örtüsünü kullanarak dış ülkelerdeki bağlantılarını
sağlamıştı. Politik operasyonlarda CIA bağlantısı sorun yaratmaya başladığında, özel kuruluşlar devreye
sokuldu.
Artık 'demokrasi projesi'nin vitrininde bu kuruluşlar sahneye çıktı.
1979'da Açık Toplum Enstitüsü'nü kuran, Amerika'nın dış politikasını yöneten CFR örgütünün en aktif
118
üyesi olan Soros, ABD derin devletinin dış ülkelerde; özellikle de Türk cumhuriyetlerindeki "örtülü" ve "gizli"
operasyonlarının simge ismi.
TSK'ya dil uzatmıştı
Trilyonlarını ABD için harcayan Yahudi spekülatör George Soros, Sabancı Üniversitesi'nde verdiği
konferansta,
"Türkiye'nin ihraç etmesi gereken şey ordusudur" diyerek Türk Silahlı Kuvvetleri'ne dil uzatmıştı.
Soros, Eylül 2001'de İstanbul'da açtığı ofisiyle Türkiye'de "Avrupa Birliği, eğitim, siyasi reform, medya,
kadın hakları, sivil toplum örgütleri ve bölgesel farklılıklar" başlıkları altında projelere destek vermişti.
Bu tür projelere her yıl 400 milyon dolar tutarında kaynak ayırdıklarını belirten Soros, "Bu para ciddi
etki yaratıyor" ifadesini kullanmıştı.
Türkiye'ye 8 milyon dolar
Vakıflarla demokrasiyi teşvik etmeyi amaçladıklarını kaydeden ünlü spekülatör Soros, "Dünyanın her
yanında böyle süreçleri destekliyorum. Şu anda Liberya'da yapıyoruz, Nepal'de de yapabiliriz. Türkiye'de de
son 5 yılda 8 milyon dolar harcadık" itirafını yapmıştı.125
Siyonist Güdümlü TESEV Başkanı Can Peker’in Evinde Recep T. Erdoğan’ı Kurtarma Kulisleri
yapılmaktaydı
Önce davetlilerin kim olduğuna bakalım:
Sabah Gazetesi’nden 3 kişi varmış…
Bunlar; Ergun Babahan, Mehmet Barlas ve Nazlı Ilıcak’mış…
Doğan Grubu’ndan da 3 kişi katılmış:
Taha Akyol, Hasan Cemal ve Cengiz Çandar’mış...
İkisi Milliyet, biri Referans Gazetesi’nden.
Star Gazetesi’nden Mustafa Karaalioğlu da davetliler arasındaymış.
Her nedense, Hürriyet’ten kimse bulunmamış!?
Yer; Otağtepedeki Can Peker’in evi. Tarih: 05.05.2008
Otağtepe toplantıları...
Davetin sahibi Sayın Peker, bildiğiniz gibi sivil toplum kuruluşu TESEV’in Başkanı’dır. Uzun yıllar
Alman Kimya Devi Henkel’in Türkiye tepe görevlisi olarak görev yapan Can Paker, Gazeteci-yazar Sayın
Canan Barlas’ın da abisi ve Mehmet Barlas’ın kayınbiraderidir.
Ayrıca Musa Anter’le de aile bağları
bilinmektedir. Şöyle ki; Can beyin yeğeni, Barlas çiftinin kızı Ela Hanım Musa Anter’in gelinidir. Bu arada
Musa Anter bir tarihte de Cüneyd Zapsu’nun halasıyla evliydi. (Tipik bir Yahudi-Sabataist aile ilişkileri! A.A.)
Başbakan’ı evinde ağırlayan Sayın Paker’in başkanlığını yaptığı TESEV, milli politikalarımızı
zedeleyici raporlara ve çıkışlara destek vermesi nedeniyle, kamuoyunda şimşekleri üzerine çekmiş, hatta
Genelkurmay Başkanımız Sayın Yaşar Büyükanıt’ın ‘isim zikredilmeden’ eleştirilerine de hedef olmuş
birisiydi. 2006 Ekim ayı gazetelerinde yer alan ilgili bir köşe yazısını (Sayın Fikret Bila’nın kaleminden)
okuyoruz;
‘Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’ı Harp Akademileri’nin açılış töreninde dinledik.
Orgeneral Büyükanıt, hem içeride hem dışarıda çok sayıda adrese önemli mesajlar verdi. TESEV’in
düzenlediği “Güvenlik Sektörü ve Demokratik Gözetim” isimli yayının tanıtım toplantısında konuşan AB
Türkiye Delegasyonu Başkanı Kretschmer’i eleştiren Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, “Bay” diye hitap ettiği
Kretschmer’i isim vererek ağır bir dille eleştirerek TSK’ya ve Türk ulusuna saygısızlık yapmakla suçladı. Bu
arada Kretschmer’in TSK’yı eleştirdiği toplantıyı düzenleyen TESEV de Org. Büyükanıt’ın ağır eleştiri
gönderdiği adresler arasındaydı.
Genelkurmay Başkanı, TESEV’in hazırladığı raporda, zorunlu askerliğin laikliğin toplumsallaştırılması
için kullanıldığı gibi bir ifadenin yer aldığını anımsatarak raporu hazırlayanların “niyet”lerini sorguladı.
125
17.04.2008 / Yeniçağ
119
TESEV’in ilişkilerini kastederek, bu tür raporlar gelmeye devam edecekse daha açık ve net belgeleri
kamuoyuna açıklarız’’ diye ekledi.’” 126
TESEV’i Büyükanıt Paşa deşifre etmişti
Büyükanıt, TSK’nın, AB paravanı arkasına saklanılarak yapılan saldırılara karşı kendini koruyacağını
söylemişti.
TESEV’i yerden yere vurmuştu
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, TESEV’in Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratma
kampanyasına ağır cevap vermişti. Büyükanıt, Harp Akademileri Komutanlığında eğitim yılı açılış töreni
esnasında yaptığı konuşmada bu konuda şunları söylemişti:
“Bazı kesimlerce TSK’yı yıpratmak için
sürdürülen kampanyaya değinmek istiyorum. TSK’nın konumu konusunda içeriği pek çok maddi hata ile dolu
yeni bir belge yayınlanmıştır. Bu belgenin tanıtımı (TESEV hazırladı) 22 Eylül’de yapılmıştır. Bu toplantıda
yerli-yabancı konuşmacıların (AB Türkiye temsilcisi Bay Krestchmer kastediliyor) sözleri her türlü tahammül
sınırını aşmıştır. Bu konuşmacılar TSK’nın kanunlardan aldığı yetkileri ’ülkenin hukuki ve kurumsal yapısına
saygısızlık’ olarak tanımlamışlardır. Bütün bu mesnetsiz açıklamalara devletin hiçbir kademesinden açıklama
gelmedi. Sözü geçen AB temsilcisi neden rahatsız oluyor. Yoksa TSK’nın söylemleri bu sözleri söylenenlerin
gizli ajandalarını mı zorluyor? Bütün bu mesnetsiz açıklamalara devletin hiçbir kademesinden açıklama
gelmedi. Siyasi her türlü polemiğin dışında kalmak için azami çaba gösteren TSK’nın AB paravanı arkasına
saklanılarak yapılan saldırılara karşı kendini korumak da en tabi hakkıdır. Bizi savunan olmuyor, kendimizi
savunmaktan çekinmeyeceğiz. TSK bazı çevrelerin hedef tahtası olamaz. Asker olarak bizim siyasetle ilgimiz
yoktur.”
Paker: Soros’tan 2 milyon dolar aldık
TESEV Başkanı Can Paker, ünlü darbe sponsoru George Soros’dan para aldığını itiraf emişti. Paker,
Soros’dan aldıkları paranın yılda 2 milyon dolar civarında olduğunu söylemişti. Can Paker, “Ne var para
almışsak. Soros’dan yılda 2 milyon dolar alıyoruz” demişti. Türkiye’nin çıkarlarının AB ve ABD ilişkilerine
bağlı olduğunu iddia eden Paker, kendisini de “AB-ABD taraftarı” diye tanımlamıştı.
Ergenekon ve İslamcılarla-liberallerin TSK'ya karşı strateji belirleme toplantısı!
Ne yalan söyleyeyim bütün bunları gördükten sonra ben de Ergenekon operasyonunun TSK’ya karşı
düzenlenmiş bir psikolojik harekat olduğuna inananlar tarafındayım..
AKP’nin kendine tek rakip olarak gördüğü TSK’yı etkisizleştirmek istediği sır değildir.
Bu parti mensuplarının AB baronlarına, bize kapınızı kapatırsanız askerler ihtilal yapar dediğini
hepimiz biliyoruz.
Dahası, AKP ile beraber ona yandaş kalemşorların 2003’den itibaren TSK’nın imajını kırma
bağlamında ardı ardına toplanıp stratejiler belirledikleri de vakıadır.
İşte geçmişte yapılan bu toplantıların bir tanesinden bir enstantane:
Yer: Bahçeşehir Üniversitesi sahibi Enver Yücel’in Beşiktaş’daki ofisi.
İslamcı ve liberal imajlı 50’ye yakın isim bir araya geliyor.
Aralarında Eser Karakaş, Fehmi Koru, Ali Bulaç, Mehmet Metiner, Gülay Göktürk, Can Paker, Ali
Bayramoğlu, Etyen Mahçupyan, Asaf Savaş Akad, İbrahim Betil, Şahin Alpay, Kürşat Bumin, Nesrin Nas ve
Celal Doğan gibi isimlerin de bulunduğu aydınlar AKP’nin konumu ve AB olayındaki samimiyetini uzun
uzadıya tartışıyor.
Katılımcılardan bazıları AKP’nin takiye yaptığını söylemesiyle Gülay Göktürk ayağa kalkıp şöyle bir
değerlendirme yapıyor:
“-Ben AKP’nin takiye yaptığına inanmıyorum. Velev ki takiye
yapsa bile AKP’yi desteklemeye
mecburuz, çünkü AB’ye ancak AKP ile girebiliriz.. En önemlisi bakın arkadaşlar çok önemli bir şey
söyleyeceğim...: “-En önemlisi AKP iktidarına destek askeri etkisizleştirmeye destektir. Gerçek demokrasiye
126
08.05.2008 / Güler Kömürcü / Akşam
120
destektir. AKP’ye sadece askeri etkisizleştirme gayretleri sebebi ile bile destek verilebilir. AKP ile TSK’nın
etkisizleştirilmesinde hepimiz aynı noktada isek oyun bozanlık yapmamalı, yola devam etmeliyiz. Türban ve
benzeri şeyler ayrıntıdır. Esas konu Askeri, Batıdaki türden bir kimliğe çekmektir. AB de bunu istemektedir.
Bizim yapacağım şey TSK’nın imajını kırmak için strateji belirlemek ve AKP ile bu konuda kol kola girmek
olmalıdır..”
Gülay Hanımın bu sözlerine İslamcılar hararetle destek olurken, bazı isimler itiraz etti. Ancak sonuçta
mutabakat sağlanıyor.”127
Mustafa Kemal'i de susturmak istediler
Sakın susma Komutan...” Diyen Behiç Kılıç haklıydı!..
Sizden önceki dört yıllık 'sükut' yüzünden 'memleketin bütün tersanelerine girilmesi'nin yanı
sıra eşkıya sürüsüne kurban verdiğimiz evlatlarımızın mezar toprakları hala ıslak...
Bu yüzden susmamalısınız!..
Cumhuriyet'in bekçileri konuşmayınca, sömürge müfettişleri ile uşaklarının sesleri inanılmaz
şekilde gür çıkıyor...
Mesele şudur...
Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt komutanların konuşmalarının eleştirildiği, askerlerin
demokrasilerde konuşmaması gerektiği görüşünün dile getirildiğini belirterek bu eleştirilere cevap
olarak, 'Ben terörle mücadele eden Türk Silahlı Kuvvetleri'nin komutanıyım. Müsaade etsinler de
görüşlerimi söyleyeyim. Sonra dağda bayırda terörle mücadele eden mensuplarımız bana sormazlar
mı, 'Komutanım siz ne diyorsunuz' diye.'
Komutanın susmasını kim ister?..
Mesela, Ankara'da görevlendirilen sömürge müfettişi Hans Jörg Kretschmer...
AB, Türkiye’yi Ankara'da bu adamla gözetim altında tutuyordu...
Bundan öncekini de unutmadık, Karen Fogg... Hani şu birtakım satılmışları maaşa bağladığı
afişe olan Türk düşmanı kadın... Hani, iç hainlerden kurduğu çetesi ile Türkiye'yi tasviye hareketini
hızlandıran, satın aldıklarına 'Abuzittincim şimdi şunları yaz...' diye verdiği ihanet siparişleri, ses
kayıtları ortaya dökülen hanımefendi!..
Bayrağı teslim ettiği Kretschmer, Ankara'da kaldığı sürece devamlı Türk Silahlı Kuvvetleri'ne
saldırdı... İşbirliği yaptığı Soros beslemeleri ile konferanslar düzenleyip askere hakaretler yağdırdı...
Ülkeyi yönetenler seyredip keyif aldılar!..
Giderken söylediklerine bakınız... 'Hükümet reformlara devam etmek istediyor ama asker buna
direniyor...'
Reform dediği AB'nin teslim alma şartlarıdır... Bir cümlesi de şu...
'Askerlerle ilişkimi tarif etmek gerekirse, dört yıldır defalarca randevu talep ettiysem de cevap
bile verilmedi.'
Askeri 'bağlayamamış' sıkıntılı!..
Senin askerle ne işin var, muhatabın sivil yönetim... PKK çetesinin uzantıları ile masadan
kalkmayan bir adam olarak asker seninle ne konuşacak denilmiyor tabii kendisine!..
Tam tersine, askere saldırılar içeren 'Veda nutukları' işbirlikçisi matbuatın ekranları ve
sayfalarında yer alıyor...
Matbuat, Kretschmer üzerinden komutanları 'AB önündeki engel' diye sunuyor, 'AB'ye bu
askerler yüzünden giremeyeceğiz' mesajları veriliyor, satılmış tayfa efendilerinin emirlerini yerini
getiriyor...
İşte Komutan mesaj veriyor:
'Görüşlerimi söylüyorum. Konuşmaktan korkmamak lazım ...'
127
Sabahattin Önkibar .Açıkistihbarat.com 28.02.2008
121
Ve aslında tarih tekerrür ediyor...
Cumhuriyet'in ilanı yıllarında, 83 yıl öncesinde yaşananlar adeta tekrarlanıyor... Art niyetliler,
işbirlikçiler, mütarekeciler o zaman da Mustafa Kemal Paşa'nın sesini kısmak için seferber olmuşlar
ve gerekli cevabı almışlardı...
Cumhuriyet'in Büyük Komutanı Atatürk kurduğu devletin hedeflerinden birini de 'Avrupa
medeniyetine evet, Avrupa emperyalizmine hayır' diye tanımlıyor ve teslimiyete kapıların kapalı
olacağını duyuruyordu...
Asla susmayacak bir komutan olduğunu da defalarca gösteriyordu…”
128
 ORGENERAL İLKER BAŞBUĞ’A YÖNELİK BOŞBOĞAZLIKLAR
VE “REJİM KRİZİ” UYARILARI
Yüksek Askeri Şura yaklaştıkça ortaya yine çok tartışmalı bilgi ve belgeler çıkıyordu.
Vakit Gazetesi sürmanşetinden "Ağlama Duvarı'nda bir bürokrat" başlıklı bir haber
yayınladı. Haberde üç ayrı fotoğraf yer alıyordu.
Haberin fotoğraflarında sivil giyimli, şapkalı ve gözlüklü orta yaşlı biri, Musevilerin kutsal
Ağlama Duvarı'nda dua ederken görüntüleniyordu.
Gazete haberinde fotoğraftaki kişinin ismini açıklamıyordu. Ancak fotoğraflar dikkatli
incelendiğinde Ağlama Duvarı'ndaki kişinin Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ olduğu
anlaşılıyordu.
Peki bu Vakit ve Taraf gazeteleri, AKP içindeki sabataistlerden, Yahudi Lobileriyle
ilişkilerinden ve kendilerinin hangi Siyonist vakıflardan beslendiğinden niye hiç
bahsetmiyordu?
"Tanklar ve Sözcükler" kitabının yazarı Nuran Yıldız haberturk.com'daki yazısında
YAŞ öncesi başlatılan TSK'yı yıpratma kampanyasını şöyle yorumluyordu:
“Son günlerde ortaya atılan orduyu ve yargıyı hedef alan yıpratma çalışmalarının zamanlaması
bugünlere ayarlıydı. TSK komuta kademesi yıpratma senaryolarının sahneye konacağı konusunda dikkatli ve
hazırlıklıydı. Tam aksine Org. Büyükanıt’ın iki yıl önce maruz kaldığı yıpratıcı saldırıların Şubat 2006’da
başladığı bilindiğinden, bu kez biraz geç devreye sokulduğunun da farkındaydılar. Komuta kademesinde
önemli değişikliklerin olacağı her Yüksek Askeri Şura öncesi böyle çirkin saldırılar sürekli tekrarlandı..
Dört yıldan fazla bir zamandır servis edilmeyi bekliyor!
Üstelik bugün medyaya yapılan yıpratma amaçlı haberlerin bir kısmının servise hazır bir şekilde
dört yıldan fazla bir zamandır bekletildiği de biliniyor. Dolayısıyla amacı belli bu saldırılar karşısında TSK
şaşkın ya da hazırlıksız değil.
Bir merkezden medyaya servis edilen bu yıpratma kampanyasının netice vermesi ve ordudaki
atama ve yükselmeleri değiştirmesi mümkün değil. Bu tür saldırılar karşısında hem TSK hem de yıpratmaya
konu diğer kurumlar her zaman daha kararlı bir tutum sergiliyorlar.
Bu saldırıların merkezinde şimdi de Genelkurmay Başkanı olması beklenen Org. İlker Başbuğ
bulunuyor.
Bulanık suda balık avlarken, alıklıkları ortaya çıkıyor!
Amaç birilerini yıpratmak ve o birilerini yıpratarak kurumları (nihayetinde devleti) yıpratmak olunca,
olmayan şeyleri varmış gibi kurgulamak, ya da gerçekleri, kasıtlı yorumlarla çarpıtmak yoluna başvuruluyor.
Üstelik Org. Başbuğ gittiği ülkelerde ya da şehirlerde oraların insanlarını ve kültürlerini yakından
tanımak için özel çaba sarf eden biri olduğu biliniyor. Osman Paksüt’le görüşme haberlerine yanıt verip bu
konuya yanıt vermemesi de konunun kendisi açısından önemsizliğini gösteriyor.
Bir de fotoğrafların Vakit gibi, TSK’ya tavrı bilinen ve ABD’deki Yahudi Vakıflarıyla ilişkileri
128
06.11.2006 / www.internethaber.com
122
gizlenen bir gazetede yayınlanması fazlasıyla düşündürüyor!”
Asıl şunu sormak gerekiyordu:
Eski radikal şeriatçı, şimdi AB hayranı ve demokrasi şakşakçısı ve AKP borazancısı Vakit
bu yayınlarıyla Sn. Başbuğ’a, iyilik mi, yoksa kötülük mü düşünüyordu?
Böyle bir yıpratma sürecinin sorumlusu olarak ilk akla geldiği gibi AKP Hükümetini sanmak ta
yanlıştır. Belki, kapatma davası nedeniyle oklar AKP’yi gösterse de Başbakan Erdoğan’ın gücünün yetmediği
bambaşka bir teşkilatlanmanın orduyu, yargıyı ve Hükümeti, hepsini birlikte yıpratmayı hedeflediği açıktır.
Bu haberleri servis eden teşkilatlanma ne kadar kendisini gizlediğini düşünürse düşünsün
yıpratmaya konu kurumlar durumun farkındadır.
Ülkemizi yıpratmak ve parçalamak için çalışan Siyonist odaklara figüranlık yapmak, tek kelime ile
alçaklıktır.
“Star gazetesinde Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Ergin Saygun’un tedavisi ile ilgili haber
de ilginçti. Ülkeler ve örgütler bu düzeydeki insanların sağlık durumlarını öğrenmek için casusluk ağları
kuruyor. O nedenle de bu düzeydeki insanlar bu tür tıbbi işlemleri kendi isimleriyle yaptırmaz. Örneğin,
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Ömer Çelik’in zamanında müdahalesiyle çok daha kötü bir akıbetten
kurtulduğu rahatsızlığında Güven Hastanesi’ndeki dosyası kendi adına mı açılmıştı?
Sığlık, intikam duygusuyla, insanların zekâsına hakaret edecek düzeyde temelsizlikten
kaynaklanıyor.
Bir başka örnek, 12 Haziran’da Vakit gazetesinde yayımlanan ve aslında günler önce bazı haber
merkezlerine adressiz zarfta gönderilen fotoğraflar, Başbuğ’un ismini vermeden ‘bir bürokrat’ diye bir gizem
ifadesiyle yayımlandı. Oysa Başbuğ, Kudüs’teki Ağlama Duvarı önünde 2004 Ocak sonunda Genelkurmay
İkinci Başkanı olarak 45 kişilik bir savunma sanayii heyeti ile birlikte gittiği gezideki standart ‘kültürel program’
çerçevesinde bulunuyordu. Aynı program çerçevesinde Mescid-i Aksa’ya da gitmiş ve dua etmişlerdi.
Belki de Başbuğ’un Musevilik’le ne kadar iç içe olduğu izlenimi verilmek ve böylece ağustos
başındaki Yüksek Askeri Şûra’da muhtemelen getirileceği Genelkurmay Başkanlığı konusunda soru
işaretlerine yol açmaktı.
Bu kampanya, sadece asker ve yargıyla sınırlı kalmamıştı. CHP lideri Deniz Baykal, Danıştay
Başkanı Mustafa Birden’i ziyareti sırasında, orada bulunan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman
Yalçınkaya ile görüştüğü haberlerini külliyen yalanladı. Baykal “Gizli görüşme yapmak istesem, herhalde
başka bir yer bulurum” diyerek alay konusu yapmıştı.”
Bir de Faruk Loğoğlu’nun evindeki yemek komplosu var. Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Ahmet
Necdet Sezer ve eski Başsavcı Sabih Kanadoğlu’nun da katıldığı yemeğin ‘türban iptali’ kararını ‘kutlamak’
amacıyla düzenlendiğini yazanlar, katılanlara sorsalardı davetin bir ay önceden yapıldığını öğrenirlerdi. Yine
bu yemekte AK Parti’nin işinin bittiği ama Baykal’ın CHP’si ile alternatif oluşturulamayacağı için SHP lideri
Murat Karayalçın’ın davet edildiğini yazanlar, Karayalçın’a sorsalar yemekte olmadığı onlara da söylenirdi.”
Bu acemi kampanyanın Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bilgisi altında yürütüldüğünü sanmak ta
bizce yanlıştı. Çünkü, örneğin Erdoğan’ın Başbuğ’un PKK ile mücadeledeki rolünü, Güneydoğu’ya yönelik
sosyal ve ekonomik projeler konusundaki görüşlerini ne kadar takdir ettiğini konuştuğu biliniyor. Üstelik bu
yapılanlar Erdoğan’a, belki şu anda kendisinin de tahmin etmeyeceği kadar zarar veriyor.” 129
Erbakan-Erdoğan farkı
AKP’ye açılan dava nedeniyle Başbakan Erdoğan’ın, kısa süre öncesine kadar partisinin
kapatılmasına ihtimal bile vermeyen üslubunu yavaş yavaş terk ettiği ve paniklediği görülüyor.
Erdoğan’ın, “kapatılma durumunda farklı oyun planları olduğunu” açıkça söylemesi bunu
gösteriyor. Çünkü alternatif bir planı olup olmadığını bilmeyen AK Parti milletvekillerinin yaşadıkları özgüven
bunalımını gidermek üzere bir oyun planı bulunduğundan bahsedilmezse doğacak olan muhtemel maliyet,
129
Murat yetkin / Radikal
123
farklı oyun planından söz ederek kapatılma ihtimalini kabul etmenin maliyeti karşısında daha yüksek
çıkmaya başlıyor!.
Şu halde, belki de mevcut spekülasyon sahasında asıl yanıtlanması gereken kritik soru
şudur: Başbakan Erdoğan, kapatma davası karşısında acaba partisini verip iktidarını (şahsi saltanat
ve çıkarlarını) mı kurtarmaya çalışıyor?
Erdoğan’ın durumunu açıklamaya çalışanlar, yakın dönemdeki Erbakan örneğine sıklıkla
başvuruyor. Refah ve Fazilet partilerinin kapatılma süreci, bu süreçte Erbakan’ın tutumu, yaşanan
siyasi gelişmeler ve politik tavırlar, bugünkü krizi anlamada yardımcı olur umuduyla didik didik
ediliyor.
Bizim sorduğumuz soruyu cevaplamak üzere Erbakan’ın yaşadığı tecrübeye bakar ve
Erdoğan’ın durumunu açıklamaya çalışırsak Erbakan ile Erdoğan’ın vaziyeti arasındaki temel bir
ayrım hemen ortaya çıkıyor:
“Erbakan, partisine açılan kapatma davası sürecinde siyasi kimliğini (dava haysiyetini,
dünya projelerini ve Türkiye’nin menfaatlerini A.A.) kurtarmak için iktidarı ve partisini vermeye rıza
gösterdi. Söylendiği gibi, direnmedi ama, boyun da eğmedi. Direnmemesi, partisini vermeye razı
olmasındandır. Boyun eğmemesi ise, kimliğini (inançlı istikamet ve insaniyetini A.A.) asla teslim
etmemesi ve ona adeta bir sancak gibi sımsıkı sarılarak gâsıplara vermemesindendir.
Erbakan’ın iktidarı verip kimliğini kurtardığından söz ederken, anlaşıldığı gibi, onun
döneminde ‘kimlik’ ile ‘iktidar’ın iki farklı şey olduğundan da bahsetmiş oluyoruz. Yani Erbakan’ın
döneminde bu ikisi arasında belli bir fark, ayrım ve mesafe vardı.
Erbakan ve çevresindekiler iktidarı kaybettiklerinde kimliklerini de kaybetmediler. Kimlikleri
ve ellerindeki iktidar özdeş unsurlar olmadığı için iktidarı kaybetmiş olmayı dünyanın sonu,
neredeyse bir kıyamet ve her şeyin sonu olarak görmediler.
Erdoğan’ın ve onun etrafında halkalanmış kesimlerin ise iktidarı verip de kurtaracakları bir
kimlikleri yoktur. Çünkü bu dönemde bu ikisi arasında fark, ayrım ve mesafe kalmamıştır. Erdoğan’ın
ve etrafının kimliği iktidardır. İktidarı kaybettikleri an her şeylerini kaybedeceklerini düşünmeleri
bundandır. AK Parti’nin resmi yazarlarından birinin, bugüne kadar yaşananlara “undo (hiç olmamış
gibi)” muamelesi yapılmasından bu kadar korkmasının nedeni de anlaşılır olmaktadır.
Erdoğan’ın ve onun iktidarına tutunmuş çevrelerin, kapatma davası karşısında; “iktidarı verip
kurtaracakları” hiçbir şeyleri kalmamıştır.
Erdoğan’ı vuruşmaya teşvik edenler de, uzlaşmaya yönlendirenler de hep aynı amaca, yani iktidarı
elde tutma hedefine odaklanmışlardır. Aralarındaki yöntem farkı, siyasi rejimin niyeti ve refleksi konusundaki
öngörülerinden kaynaklanmaktadır.
Fakat her halükarda iktidarın AK Parti döneminde böylesine vazgeçilmez hale gelmesi, Erbakan
döneminden farklı olarak, kimliğin yitirilmesiyle alakalıdır.”
Erbakan’ın gösterdiği (onurlu) mukavemetin (ve dava izzetinin) bedelini gözlemleyerek, kimliğini
gönüllü terk etmeye (ve dış güçlerin güdümüne girmeye A.A.) razı olan Erdoğan, ne pahasına olursa olsun
iktidarı elinde tutmak istemektedir. Zira iktidarı kaybetse dahi elinde kalacak her şeyden kıymetli bir kimliği
yoktur ve iktidardan düşmekle kendi kıyametini yaşayacağını gayet iyi bilmektedir.” 130
Hasan Ünal Bey’in önemli tespitiyle: “Meşruiyet krizine” doğru gidiliyordu!
“Anayasa Mahkemesi’nin kararından sonra AKP cephesinde öneriler havada uçuşuyor. Bir
kısmı Anayasa Mahkemesi’ne karşı bütün güçleriyle hareket edilmesi görüşünü savunurken, bazıları
da Meclis’ten Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının askıya alınmasını teklif edebiliyor.
Bazılarına göre Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerini budayan anayasa değişiklikleri hızla
Meclis’ten geçirilmesi ve Yüksek Mahkeme etkisiz hale getirilmesi gerekiyor!
130
14.06.2008 / Kenan Çamurcu’dan kısaltılarak / www.haber5.com
124
Meclis Başkanı Köksal Toptan yeni bir anayasa hazırlayarak iki kamaralı meclis oluşturmayı
öneriyor.
AKP’nin Anayasa Mahkemesi kararlarına karşı alacağı tavır ülkeyi rejim krizinden meşruiyet
bunalımına sürükleyebileceği unutuluyor!. Çünkü şu anda rejim krizi derinleşiyor.” 131
Ordu'ya karşı yıpratıcı propagandaya malzeme sağlanıyordu!
Başbakanlık koltuğunu işgal eden Tayyip Erdoğan ile Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ
arasında, 24 Haziran 2008 akşamı yapılan görüşmeden sonra, Başbakanlık'tan yapılan açıklama, Türk
Devleti'nin ve Türk Ordusu'nun anayasal kurumlaşmasına ve geleneklerine karşı yürütülen sinsi faaliyetin
boyutlarını mı sergiliyordu?
Başbakan, "Teröre karşı mücadeleyi ve son günlerde gündeme gelen olayları" Genelkurmay Başkanı
varken, neden Kara Kuvvetleri Komutanı ile görüşüyordu?
Genelkurmay Başkanı'nın atlanarak, bu konuların başka bir komutan ile görüşülmesi, Türk Ordusu'na
karşı psikolojik savaşın yürütüldüğünü mü gösteriyordu?
Böyle hiyerarşi dışı görüşmelerin, kamuoyuna "pazarlık" ve "şantaj" gibi kavramlarla yansıtılması, fitne
ve fesat kampanyalarına malzeme sağlıyordu.
Hele bu görüşmenin 30 Ağustos terfilerinden önce yapılması, bozguncu dedikoduları için elverişli bir
zemin oluşturuyordu.
Şemdinli tertibinden sonra o zaman Kara Kuvvetleri Komutanı olan Org. Yaşar Büyükanıt'la yapılan
görüşme ve 2007 yılı baharında gerçekleşen "Dolmabahçe Buluşması"ndan beri, Türk Devlet ve Ordu
geleneğinde eşine pek rastlanmayan uygulamalar görülüyordu. 132
 ORDU; SOROS’CULARI, SABATAYCILARI VE SİYON DESTEKLİ
STK’LARI FİŞLİYOR!
Mustafa Kemal’in Büyük Nutku’ndaki şu sözleri, bu şartlar ve dayatmalarla AB’ye girmemizin tam bir
esaret ve zillet olduğunun açık bir belgesidir:
“Temel ilke, Türk Milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ilke, ancak tam
istiklale sahip olmakla gerçekleştirilebilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun istiklalden
yoksun millet, medeni insanlık dünyası karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye
layık görülemez.
Yabancı bir devletin koruyup kollayacağını kabul etmek insanlık vasıflarından yoksunluğu,
güçsüzlük ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten de bu seviyesizliğe düşmemiş
olanların, isteyerek başına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.
Halbuki Türk’ün haysiyeti, gururu ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür
Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir!”
İşte ordumuzun; egemenliğimizi AB’ye devretmeye ve Haçlıya teslimiyete zemin hazırlayan gaflet,
delalet ve hatta hıyanet sahiplerini ayrıntılarıyla belirlemesi ve tedbirler geliştirmesi, hem anayasal görevidir,
hem de Milli ve tarihi sorumluluk bilinci gereğidir.
“Taraf Gazetesi'nin yayımladığı ve Genelkurmay tarafından yalanlanmayan Mart 2006 tarihli 73
sayfalık yeni andıç, Dz. P. Kur. Albay Dursun Çiçek tarafından hazırlanarak 'tasvip' için dönemin
Genelkurmay İkinci Başkanı Işık Koşaner'e gönderilmiş. Hazırlanış amacı, 'Konu' başlıklı bölümde yazılı: "Bu
andıç; ABD ve AB'nin kendi amaçlarına uygun olarak yönlendirdiği sivil toplum örgütlerinin (STÖ) faaliyetleri
hakkında bilgi vermek ve bu kapsamda alınabilecek karşı tedbirler hakkında onay almak maksadıyla
hazırlanmıştır."
'Gizli' ibaresiyle gönderilen ve çeşitli şemalarla da desteklenen andıçta, kamuoyunun yakından tanıdığı
kişi ve kuruluşlar, haklarında gazete ve internet sitelerinden edinilmiş bilgilere dayanılarak sınıflandırılıyor.
131
132
10.06.2008 / Milli Gazete
www.doguperincek.gen.tr
125
Andıçta, bazı gazeteciler, öğretim üyeleri, işadamları ve çeşitli sivil toplum örgütleri 'AB'den destek alanlar' ya
da 'ABD'den destek alanlar' diye değerlendiriliyor.
Andıç 'para sihirbazı' olarak da bilinen uluslararası spekülatör George Soros'a oldukça geniş bir yer
ayırmış. Andıçtan bazı Soros tespitleri:
"Dışarıya karşı Soros, Joan Baez ile birlikte barış konserleri düzenleyen, Oxford'daki genç Doğu
Avrupalı gençler için burslar veren, her türlü sosyal faaliyeti destekleyen biri olarak gözükmektedir. Ancak
gerçekler, onun farklı bir görünümünü ortaya koymaktadır. Soros şahsen 1989'dan sonra Doğu Avrupa'daki
kaos ve şok terapi ortamından sorumludur. O, kendisine Doğu Avrupa'nın birçok yerinde son derece düşük
fiyatlardan kaynakları satın almasını sağlayan zayıf hükümetlere karşı son derece ağır, anlamsız tedbirler
tertip etmiştir."
Tamamı 73 sayfa olan andıcın Soros'a neredeyse 25 sayfa ayırmasının nedeni ise Türkiye ve
KKTC'deki uzantıları. Bu amaçla, dönemin Dışişleri Bakanı olan Abdullah Gül'ün Soros'la yapmış olduğu
görüşmelere de dikkat çekiliyor.
Andıçta, sivil toplum örgütleri üzerinde etkili olan bir diğer kesim olarak Alman vakıfları gösteriliyor. Bu
vakıfların Türkiye'yi alttan oymaya çalıştığı da andıçta yazılı. Alman vakıflarının Türkiye'deki faaliyetleri için
Necip Hablemitoğlu'nun 'Satın Alınmanın Adı 'Proje Bedeli' Olmuştur' başlıklı yazısından alıntı yapılmış.
ABD ve AB'den para alanlar
Andıcın en ilginç bölümleri ise AB, ABD ve George Soros'tan hazırladıkları çeşitli projeler sayesinde
mali destek alan kişi ve kuruluşların listeleri ile bu listelerde adı geçenlerin birbirleriyle olan bağlantılarını
anlatan şemalar. Buna göre, ABD, NED (National Edowment For Democracy) adlı kuruluş, aralarında
Helsinki Yurttaşlar Derneği, Liberal Düşünce Derneği, Anadolu Kültür Vakfı, TESEV gibi kuruluşlara 31 proje
için toplam 1 milyon 975 bin dolar aktarmış.
Andıçta yapılan hesaplamalara göre, AB'den mali destek alan sivil örgütlerin sayısı da hayli kabarık.
AB'den Türkiye'deki çeşitli kurum ve kuruluşlara 335 proje için toplam 88 milyon 466 bin 397 avro aktarıldığı
vurgulanıyor.
Kim bu Sabetaylar?
Çizilen şemalara göre, TESEV'in kurucusu Can Paker, İngiliz Konsolosluğu ile, İngiliz Konsolosluğu
Helsinki Yurttaşlar Derneği ve Umut Vakfı ile, tüm bunlar da Boğaziçi Üniversitesi ve Fethullah Gülen ile
ilişkili. Bir başka şemada ise devreye Museviler ve 'Sabetaylar' giriyor. Kim olduğu açıklanmayan Sabetaylar,
doğrudan Osman Kavala ile bağlantı halinde. Bu sayede Robert Koleji, TEMA gibi kuruluşlarla ilişki kuran
Sabetaylar, Şahin Alpay'a, Milliyet ve Zaman gazetelerine kadar uzanmış. Şemalarda anılan isimler arasında
Nebahat Akkoç, Özlem Dalkıran, Murat Belge, Eser Karakaş, Neşe Düzel, Ahmet İnsel, Ömer Madra, Salim
Uslu, Rahmi Koç, Bülent Eczacıbaşı, Mehmet Barlas, Mehmet Altan, Cengiz Aktar gibi kamuoyunun
yakından tanıdığı çok sayıda gazeteci, yazar ve işadamı da var.” 133
ABD’den Para Alan STK'lar
Andıç da Rahmi Koç, Bülent Eczacıbaşı ve Kemal Derviş gibi isimler de yer alıyor.
Andıçta hangi STK'nın hangi yabancı vakıf ya da kurum tarafından desteklendiği belgeleniyor.
Bunların başında ise TESEV ve kurucusu Bülent Eczacıbaşı da bulunuyor.
Türkiye'deki STK'ların Bağlantıları
Genelkurmay tarafından 2006 yılında hazırlanan andıçta, ABD, AB ve Musevilerin Soros Vakfı
üzerinden sivil toplum örgütlerine rejimi değiştirmek ve ülkeyi bölmek için yardım ettiği iddia ediliyor.
73 sayfadan oluşan raporda ünlü spekülatör Soros'un Açık Toplum Fonu aracılığı ile desteklediği
dünyadaki örgütler, Gürcistan darbesine verdiği destek, Kıbrıs’taki faaliyetleri yer alıyor.
Musevi Soros ile Para Aktarımı
Türkiye'de Soros'dan para alan kişi ve kurumlarda tablolarla gösteriliyor. Türkiye'deki STK'lara maddi
133
Radikal / 08.04.2007
126
desteği gösteren tablonun en üstünde ABD'de başkana bağlı dış politika konularını koordine eden
Ulusal Güvenlik Konseyi yer alıyor.
Rapora göre mali destek buradan Soros Vakfı ve National Endowment For Democracy gibi
vakıflara aktarılıyor. Bu vakıflarda Türkiye'deki STK'lara parayı dağıtıyor.
Raporda diğer bir tabloya göre ise Soros Vakfı'nın üzerinde hiyerarşik olarak Museviler var.
Soros'un da bir Macar Musevisi olduğu hatırlatılıyor.
Türkiye'de Kimlere Para Veriliyor
Tabloda bu kurumlarla ilişki içinde olan ve mali destek alan Türkiye'deki kurumlar da sıralanıyor. En
başta ise TOBB, TÜSİAD; Adalet, Dışişleri ve Eğitim bakanlıkları, TESEV, Arı hareketi, Sabancı
Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi, Liberal Düşünce Topluluğu, KADER, KAMER, SODEV, ENKA okulları,
Umut Vakfı, Robet Koleji, İstanbul Kültür ve Sanat vakfı yer alıyor.
Kim Ne Kadar Para Alıyor?
Askerin raporunda Amerika ve Soros'dan para alan kurumlar ile ne kadar para aldıkları da not edilmiş.
CIA bağlantı merkezlerinden proje bedeli adı altında para alan kurumlar şöyle sıralanıyor;
*TOSAV (Doğu Ergil) : 92 bin dolar/ 6 bin 250 paund (Türk-Kürt sorununun çözümü için verilmiş)
*ANSAV (Gökhan Çapoğlu) : 189 bin 604 dolar (Parti örgütlenmesi için)
*Stratejik Araştırmalar Vakfı: 190 bin 193 dolar
*Türk Demokrasi Vakfı (Bülent Akarcalı) : 106 bin 100 dolar...
*Liberal Düşünce Topluluğu: 11 bin 500 dolar
*Türk Ekonomi ve Sosyal Etüdler Vakfına: 1 milyon 111 bin dolar.
*Arı grubu: (IRI -Uluslararası Cumhuriyetçiler Enstitüsünden para alan kurum olarak geçiyor): 278 bin
500 dolar...
*Ulusal Demokrasi Enstitüsü'nün ise Yeni Forum Dergisi'ne 150 bin dolar artı 11 bin 766 dolar
aktardığı yazılıyor. Bu enstitünün Türkiye'deki diğer STK'lara ise 824 bin 900 dolar verdiği not ediliyor.
Andıca Göre STK’ların Faaliyetleri
Genelkurmay Başkanlığı’nın andıç belgesine aldığı STK’lar çok sayıda faaliyet yürütüyor. İşte
AB’den hibe alan Genelkurmay’ın andıç belgesinde STK’lara yönelik ithamlarından bazıları:
• Dinsel özgürlükler kapsamında dinler arası diyalog ve hoşgörü sürecinin başlatılması
• “Eğitim ve öğretim birliğine” son veren girişimlere destek çıkılması
• Hükümet politikalarını ve kamuoyunu önemli ölçüde yönlendirme gücüne sahip siyasal
partilerin, meslek odalarının, medya kuruluşlarının, sendikaların, birliklerin, vakıfların, derneklerin,
tarikat ve cemaatlerin ve de illegal örgütlerin, rejim ve devlet aleyhine (farklı siyasal kamplarda yer
alsalar da) asgari müştereklerde buluşturulması ve kullanılması
• Demokratik kitle örgütlerinin süratle NGO’laştırılma ve “sivil itiaatsizlik” çağrıları ile kitlelerde
kamu düzeni-devlet otoritesi aleyhine başkaldırı refleksinin oluşturulması,
“Sivil denetim” stratejisi ile devlet kurum ve kuruluşlarının denetlenmesi ve hedeflenen gizli
bilgilere doğrudan ulaşılması
• Bağlı NGO’ların baskı grubu olarak kullanılmasıyla hükümetlerin siyasal, toplumsal, kültürel,
hukuksal ve de ekonomik politikalarının doğrudan ve dolaylı etkilenmeye çalışılması,
Resmi ideoloji-sivil ideoloji ayrımı ile mevcut sistemden hoşnut olmayan, ezildiğine,
sömürüldüğüne inanan kitlelerin toplumsal dayanışma bağlamında yönlendirilmesi ve resmi
ideolojiyi
temsil
eden
tüm
kurum
ve
kuruluşlara,
değerlere
ve
de
resmi
politikalara
düşmanlaştırılması,
• Yerel yönetimlerin ön plana çıkarılarak merkezi yönetimin giderek zayıflatılması, “Global
vatandaşlık” kavramı ile “etki ajanlığının” özdeşeştirilmesi, hedef ülkedeki etki ajanlığı potansiyelinin
geliştirilip güçlendirilmesi ve yaygınlaştırılması.
Kaşağıyı Görünce Kaşınanların ve Fişlenip Deşifre Edilmeye Karşı Çıkanların Tepkisi:
127
“Andıçta ismi yer alan TESEV Başkanı Can Paker, raporu ve hazırlanan şemaları ciddiyetten uzak
bulduğunu söyledi. Paker, “Bu raporları ciddi bir istihbarat kurumunun hazırlamış olması mümkün değil.
Herhalde sansasyon yaratmak isteyen birilerinin işi. O yüzden de bu rapordaki bilgiler üzerinden cevap
vermek bana dedikodu yapmak gibi geliyor” dedi. Can Paker’e göre bu “ciddiyetsiz istihbarat raporlarıyla”
şemaları hazırlayanlar son dönemde sosyal bilimlerdeki tartışmalardan da habersiz.
“Alt alta ilişkileri yazmak istihbarat yapmak demek değil. Kaos ve Ağ Teorileri bilseler dünyadaki her
şeyin bir şekilde birbiriyle ilişkide olduğunu da bilebilirlerdi” diyen Peker şöyle devam etti: “Mesela kutupta
yaşayan bir ayıyla çölde yaşayan bir maymun arasında da ilişki var. Ağ teorisine göre en fazla 6 tanışıklık
kategorisiyle Çin’li bir köylü, ABD Başkanı ile ilişki içinde gösterilebilir. Ama bu ilişkileri ortaya dökmek Çin’li
bir köylünün ABD Başkanı üzerinde etkili olduğu anlamına gelmez.”
TSK da Fişlenmeli
Gazeteci Nadire Mater ise “TSK’nın andıç hazırlayıcıları nedense TSK’yı andıçlamayı unutmuş”
ifadeleriyle sözlerine başladı. Sivil Toplum Kuruluşları’nın devletin denetiminde ve bilgisinde gerçekleşen
faaliyetlerinin gizliymiş de keşfetmiş gibi bir çalışma ortaya konulduğuna dikkat çeken Mater, şöyle devam
etti: “Ama çok önemli bir eksiği de var. Türk Silahlı Kuvvetleri, Amerika ve Birleşik Devletleri (ABD) ve Avrupa
Birliği’nden (AB) karşılıksız hibe desteği alan kuruluşların başında geliyor. Nedense, biz bu ülkede
yaşayanlar olarak, mesela, 1948’lerden 2000’lere kadar Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ABD’den aldığı milyarlarca
dolarlık karşılıksız hibelerin ne kadar olduğunu, nerelere, ne amaçla kullanıldığını bilmiyoruz.
Öncelikle TSK’nın bu bilgileri açıklamasını bekliyoruz.”134
Bugüne kadar marazlı medyanın ve mason localarının işaretiyle, sürekli: “Hanımı başını örten,
Cuma namazına giden, evine ayakkabıyla girmeyen, Kurban kesen, kitaplığında dini eserler görünen,
İmam Hatipten yetişen, haşema ile denizde yüzen” kimseleri yani milletin kendisini fişletmeyi meslek
edinenler, şimdi;

Demokratik kılıflarla Sevr’i uygulamaya ve ülkemizi parçalamaya çalışan AB’den yardım
alan yamukların

ABD’deki Siyonist sermayenin kiraladığı karanlık kuklaların

Devletimizi ve cumhuriyetimizi dejenere edip sömürgeleştirmeyi amaçlayan sabataycı ve
İslamcı münafıkların fişlenmesinden dolayı oldukça içermiş ve işkillenmişler, ve tabi şaşkınlık ve
perişanlık içine düşmüşler… Ve hatta bazıları bu şaşkınlık ve taşkınlıkla cami ve kışla duvarına
işemeye yeltenmişler…
Ey masonik illet!
Ey sabataist mel’anet!
Ey, yıllardır bu ülkenin kaynaklarını tüketen ve kaymağını yiyen ama milletimize hıyanet ve
hakaretten de çekinmeyen şebeke-i şirret!..
Şimdi millet ve onun asil evladı olan Mehmet, asli görevini yapıyor, tehdit ve tehlike
mihraklarını takip ve tespit ediyor.
Yaranız yoksa, niye gocunuyorsunuz?. Hain değilseniz niye korkuyorsunuz?
Bu günleri de gösterdin ya, şükürler olsun Allah’ım!..
 ERGENEKON BULAMACININ ORDUYA BULAŞTIRILMASI
Siyonist ABD’li Graham Fuller:
“Sizden bana bir iyilik yapmanızı istiyorum.” “Bir süre için CIA görevlisi olarak Türkiye’de
çalıştığımı ve 14 yıl örgütün Türkiye ve Ortadoğu sorumlusu olduğumu unutun ve yazdıklarımı öyle
okuyun...” diyordu.
Aktüel Dergisi’ne, çıkacak kitabı “Yeni Türkiye Cumhuriyeti”ni anlatırken söylüyor bu sözleri...
134
Taraf / 07.04.2008
128
Fuller, CIA’in 14 yıl Türkiye ve Ortadoğu masası şefliğini yaptı ...
60’lı yıllarda Türkiye’de bizzat CIA görevlisi olarak bulundu...
Kızının adını Ankara koyacak kadar, Türkiye’ye yakın ve ilgilidir...
Şimdi “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kitabında şöyle diyor; “Türkiye’nin laik bir devlet olarak kalacağı
neredeyse kesin olsa bile, Türkiye içinde laikliğin anlamı evriliyor... AKP, İslam ile arasında herhangi bir
formel bağ kurmaktan uzak durmasına ve Laisizmi demokrasinin bir önşartı olarak kabul etmesine rağmen,
ılımlı İslamcı bir partidir...
Daha da önemlisi, dini değerlerin siyasal yaşamla bütünleştirilmesinin ne anlama geldiğini keşfetmeye
çalışan İslamcı bir parti olarak görüyorum AKP’yi...”
AKP’yi destekliyor çünkü “Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin İslam ülkeleri için yeni bir örnek olacağı
inancında...”
Fuller’i herhangi bir CIA’ci olarak görürseniz çok hata edersiniz...
O, “Soğuk Savaş döneminde Sovyet komünizmine karşı radikal ve siyasal İslam’ı harekete geçiren
Yeşil Hat projesinin mimarlarından ve hararetli savunucularındandı..”
Dört yıl önce Vatan Gazetesi için röportaj yapan Devrim Sevimay’la aralarında şu konuşma geçmişti:
Yeşil Kuşak ilk kimin fikriydi ABD’nin değil mi?..
 Radikal İslam’ı, siyasal İslam’ı ilk olarak biz icat etmedik... Bütün dünya radikal İslam’ı Sovyetlere
karşı kullanmak istedi... Sovyetlerin güneye doğru yayılmasını önlemek içindi... Fikir herhalde bizimdi...
Türkiye’de bu fikrin en ateşli savunucusu olarak siz biliniyorsunuz?..
 Benim için şeref sayılabilir... Ama kabul etmiyorum... Suudi Arabistan’ın da büyük katkısı vardı...
Herhalde babası ben değilim... Ama kim bilir babası kimdir?..
Peki Türkiye’yi niye kattınız bu kuşağın içine?.. Tam da Türkiye’de laik bir reform oturtulmaya
çalışırken?..
 Çünkü Türkiye’de çok kuvvetli bir sol vardı... Aynı zamanda İran’da da... Komünizm hareketi iki
ülkede de çok kuvvetliydi, 50’lerde, 60’larda, 70’lerde... İslam zayıf, sol güçlüydü...” cevabını veriyordu.
Zamanında Türkiye’de solu yıkmak için, bölgedeki radikal ve siyasal İslam’ın egemen olduğu devletlerle
Türkiye ve İran’ı alarak “Yeşil Kuşak”ı oluşturan isimlerden biri olan Graham Fuller...” 135
İşte bu Siyonist Graham Fuller’in teşkilatının yetiştirmesi Tucay Güney, Devletten ve MİT’ten
güçlü müydü?
Kendi itiraf ve ifadesiyle:
 Göçmen bir aileden, sabataist (Yahudi asıllı) oluyormuş…
 Jitem’den PKK’ya, Ergenekondan Pentagon’a her şeyi biliyormuş…
 ABD vizesiyle, CIA adına çalışıyormuş...
 İsmailağa Tarikatına sızıyormuş...
 Sonra Fetullahçılara katılıp yükseliyormuş...
 Samanyolu TV’de programlar yapıyor, Çiller ve Ecevit’i bile konuk ediyormuş...
 Emekli General Veli Küçük’le 100 sefer (V.K. 15 sefer) görüştüğünü söylüyormuş...
 Sık sık Kuzey Irak’a gidip Talabani ve Barzani’yle buluşuyormuş…
 Bekaa’ya gidip A. Öcalan’la görüşüyor. Doğu Perinçek fotoğraflarını getirip MİT’e veriyormuş...
 Büyük Birlik Partisinin kurulması için Fetullah Gülen’den aldığı parayı getirip, bizzat Muhsin
Yazıcıoğlu’na verdiğini söylüyormuş...
 Sahte kimlik ve diploma düzenlemekten, rüşvet aracılığı yürütmeye, köy meralarını zaptedip resmi
kurumlara satılmış göstermeye, İslam öncesi Türklerin Şamanlık dinini benimsetmekten erkeklerle birlikteliğe
ve burada ağza alınmayacak her türlü mel’anetlere bulaşıyor ve bunları bir bir sorgusunda anlatıyormuş...
 Ve şuanda Kanada Toronto’da bir Sinagok’ta Haham yardımcılığı yapıyormuş!?
135
08.04.2008 / Vatan
129
Şimdi soralım:
Ülkemiz, bölgemiz ve dünya çapında bu denli etkili ve tehlikeli görevleri: 1972 Çorum-Kargı
ilçesi doğumlu bir çocuk kotarırken;
Bizim MİT’imiz, Emniyetimiz, Askeri İstihbarat yetkililerimizi ne yapıyordu?
Veya şöyle mi soralım: Türkiye’yi kimler yönetip yönlendiriyordu? Ve işte buna demokrasi
deniliyordu!..
Gladyo’nun gayesi Genelkurmay’ı karıştırmak mı?
Ergenekon Belgelerinde, örgütün "ağzından" şöyle deniyor: "Kontrol Dairesinde görevlendirilecek
ajanlar, mutlaka Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinden ve özel operasyon ünitelerinden, çok dürüst, güvenilir
kişilerden seçilmelidir. Bu ajanlar, merhametsiz olmalı ve bağımsız görev yapabilmelidirler. Emirleri doğrudan
Ergenekon komutanından almalıdırlar... Gereğinde 'naylon terör grupları' oluşturularak, terör dünyasına yön
verilmelidir."
2006 yılından bu yana, Fethullahçı medya ve AKP yanlısı basın organları "Ergenekon" kelimesini,
sürekli olarak haber ve yorumlarında kullanıyorlar. Bu haber ve yorumların içerisinde de sık sık “Ergenekon
Belgeleri”nden söz ediyorlar. Savcı Zekeriya Öz, soruşturmanın başlangıcında, soruşturma dosyasındaki
bütün belgeleri, "gizli" hale getiren bir karar aldırdığı için, bu belgelerin içeriğinde neler bulunduğu tam olarak
ortaya çıkmadı. Fethullahçı ve AKP'ci medya, bundan yararlanarak, bu belgelerin içeriğini, istediği gibi
çarpıtarak, yayınlarına devam edebiliyorlar. Fethullahçı medya ve AKP yanlısı basın organlarında yinelenen
"Ergenekon" ve "Ergenekon belgeleri" hakkında verilen bilgiler, şaşılacak derecede aynı. Çünkü,
operasyonun medya ayağı, "Ergenekon Belgeleri"ni sürekli "kesip-biçerek" Fetullahçı Gladyo'nun hazırladığı
senaryonun aşamalarına uygun olarak kullanıyor.
Oysa "Ergenekon" denilen, örgüte ait olduğunu iddia edilen belgelerde öyle bölümler var ki,
tertibi ve tertibin hedefini açıkça ortaya koyuyor. Ancak, Fethullahçı ve AKP'ci medya bu bölümleri
şimdilik "sır gibi" saklıyor. İddianın en önemli belgesi denilen belgelerde, Fethullahçı-AKP
medyasının, "şimdilik" gizli tuttuğu bölümler, kurum olarak TSK'yı zan altında bırakacak iddiaları
içeriyor. Fethullahçıların, CIA denetiminde, 2000 yılında ürettiği Ergenekon Belgelerine, örgütün
"ağzından" yapılıyor görüntüsü ile yerleştirilen iddialar özetle şöyle:
“Ergenekon örgütü, Silahlı Kuvvetler bünyesinde gizli faaliyet yürütüyor.
Kendi kontrolümüzde mafya grubu kuracağız.
Örgütümüzü sistemle kavgalı kişilerden oluşturacağız.
Örgüt yapımızda, Masonik Bilderberg organizasyonundan, Nazilerden, İngiliz istihbaratından
ilham aldık”!?...
Gizlenen Bölümler Tertipçileri Ele Veriyor
Siz, Türkiye'de "Kemalist darbe" ile iktidarı ele almayı amaçlayan bir gizli örgüt kuracaksınız ve
belgelerinize şöyle yazacaksınız:
"21.yüzyıl Türkiye'sinde, Ergenekon'un kontrolündeki Lobi, Kemalizm'i savunmazsa, 'Kemalizm'in;
yalnızca silahlı kuvvetler mensuplarının savunması ve dayatmaları ile ayakta tutmaya çalıştığı bir rejim ve
"izm" olarak gösterilmesinin önüne geçilemeyecektir.
"Türk toplumu, gerçekte siyasi liderlerin çıkarları adına hareketlerinden kaynaklanan hatalardan ötürü,
Kemalizm’i sorumlu tutarak yargılamaya yönelmiştir. Türk halkı, toplumsal geri kalmışlık, mutsuzluk ve
umutsuzluğun kaynağı olarak Kemalizm’i sorumlu tutar hale gelmiştir.
"Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bünyesinde faaliyet gösteren Ergenekon'un kontrolünde Lobi'nin yapacağı
çok yönlü faaliyetlere gereksinim kesindir.”
"Lobinin tüm çalışma ve faaliyetlerinde gizlilik prensiplerine riayet edilecektir.”
"Ergenekon'un
denetiminde
faaliyet
gösterecek
olan
Lobi
adı
verilen
gizli-örgütsel
fundamentalist, bölücü, yıkıcı unsurların tasfiye edilmesi işlevini görecektir.
"Lobi, sendikaların tepkisel ve kitlesel eylemlerini endirekt metotlarla yönlendirecektir.
yapı,
130
"Lobi, mafya gruplarını tümüyle gözden geçirmeli, mevcut grupların karşısında yeni ve güçlü bir grup
meydana getirmelidir.”
"Lobi'nin merkezinde göreve atanan beş sivil yönetici, gizlilik prensiplerine sadık kalarak,
organizasyonu yönetecektir.
"Lobi örgütlenmesinde her tür eleman profilinden yararlanılmasından kaçınılmamalıdır. Özellikle,
sistemle barışık olmayan, aradığını bulamamış yapıdaki kişilikler seçilmelidir."
Gizlenen bölümlerde tekrarlanan ifadeler:
Ergenekon gizli bir örgüttür ve Silahlı Kuvvetler bünyesinde faaliyet göstermektedir.
Halk, bu güne kadar çektiği sıkıntılar nedeniyle Kemalizm’i suçlu görmektedir. Ergenekon Örgütü de
Kemalizm’i savunduğu için gizli örgüt kurmak mecburiyetindedir.
Ergenekon gizli örgütü, kitlesel ve tepkisel eylemleri yönlendirecektir.
Ergenekon gizli örgütü, yeni ve güçlü bir mafya grubu kurarak, mafyanın bütününü kontrol edecektir.
Ergenekon gizli örgütü, sistemle kavgalı, aradığını bulamamış kişiler de dahil, her tür elemandan
yararlanma yoluna gidecektir.
Ergenekon gizli örgütü, Masonik Bilderberg organizasyonundan, Alman Nazi Örgütlenmesinden, İngiliz
istihbaratının örtülü örgütlenme modellerinden, Doğu kaynaklı bazı istihbarat ve siyasal örgütlenmelerden
ilham alınarak oluşturulmuş bir harekettir….
CIA Türkçe’si ile Fethullahçılık Cehaleti Karışınca
"Lobi, kısa süre içerisinde belirleyeceği alanlarda arka-arkaya şirketler kurup yönetecek; giderek artan
finanse ("Finanse" kelimesi, Fethullahçı yazarın kavramı yanlış kullanma örneği olsa gerek) kaynakları'na
sahip olarak; bu yatırımlar sonucunda holdingler oluşturularak, uluslar arası ticari faaliyet girişimlerine
geçilebilecektir. (Cümlenin yazılışı, Türkçe bakımından o kadar "bozuk" ki, düzeltmek mümkün değil. Tam da
CIA Türkçesi. EO)
"Fundamentalist faaliyetler doğrultusunda kurulan çeşitli vakıfların yurt içi ve yurt dışında halktan para
toplayarak güçlenmesinin önüne geçilebilmesi için de aynı kulvarda kurulacak naylon bir vakıfla
önlenebilmesi mümkün kılınacaktır.
"Emir ve tensiplerinize sunulan bu çalışmamıza masonik Bilderberg örgütü, Alman Nazi örgütlenişi,
İngiliz İstihbaratının örtülü örgütlenme modelleri ve bazı Avrupa ülkelerinin sivil toplum örgütlenişleri ile Doğu
kaynaklı bazı istihbarat ve siyasal örgütlenmeleri kaynaklık etmiş ise de yapılandırılmasının planlaması ile
hiçbir benzerliği olmamasına özen gösterilmiştir.
"Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde faaliyet gösteren Ergenekon'un Lobi adını verdiğimiz örgütsel
organizasyonun faaliyetlerine önümüzdeki zaman dilimi içinde çok daha fazla gereksinimi olacağı görüşünde
haddimizin
sınırlarını
zorlayan
ısrarcılıktaki ifade
ve
işaretlerimizin
amacı, konunun
öneminden
kaynaklanmaktadır."
Bu alıntıların "Türkçe"sine bakıldığında bile, "CIA Türkçe’si" sırıtıyor.
Ergenekon Belgesi, Tuncay Güney'den önce Fehmi Koru'nun elindeydi!
"Ergenekon Belgeleri"nin ilk defa Tuncay Güney'in yakalanması ile ortaya çıktığı, her yerde yazılıpçiziliyor. Ancak, Taha Kıvanç, "nam-ı diğer" Fehmi Koru, "Ergenekon: Analiz-Yeniden yapılanma, yönetim ve
geliştirme projesi" denilen belgeye, Tuncay Güney'den önce sahip olmuş. Bu Fethullahçı ve AKP işbirlikçisi
basın organlarına soruyoruz:
Bu durum, kendi haber-yazısı ile de belgeli. Nasıl mı? Taha Kıvanç "takma adıyla" 30 Nisan 2001
tarihli haber-yazısından okuyalım: "Sadece bir öneri" sanıp fazla önemsemediğim bir proje, galiba, hayata
geçirilmiş... Çünkü elimden geçen o belgede, yeniden kurulması talep edilen 'gizli birim' için düşünülen
görevlerin başında, 'Bilgisayar korsanları kullanılarak hassas bilgi toplanması' geliyor... Raporun ilgili
satırlarını okuyalım: "21. yüzyılda, güçlü bir istihbarat örgütünün anahtarı, uluslararası finansal
organizasyonları engellemek olacaktır. (..) Ergenekon, kaçınılmaz bir biçimde çağın ve koşulların gereği
olarak ekonomi alanında çok etkin faaliyetler uygulamaya koymak ve para akışını kontrol altına almak
131
zorunluluğu ile karşı karşıyadır."
Bu satırları aldığım rapor 24 sayfa. "Ergenekon: Analiz-Yeniden yapılanma, yönetim ve geliştirme
projesi" başlığını taşıyor. Üzerine, "İstanbul / 29 Ekim 1999" tarihi düşülmüş. Raporu yazanın adı sonunda
yer
alıyor.
Raporun
müellifi,
"Bu
çalışmanın
amacı,
Ergenekon'un
reorganizasyonuna
katkıda
bulunabilmektedir' cümlesiyle açıklamakta..."
Şimdi hafızalarımızı tazeleyelim:
Tuncay Güney, 2 Mart 2001 günü gözaltına alındı. Fehmi Koru ise, haber-yazısını, Yeni Şafak'ta
yayımlanmasından bir gün önce, 29 Nisan günü yazmış olmalı. Ne var ki, yine bu yazıda belirtildiği gibi; 29
Nisan 2001'den önce, bu belge Fehmi Koru'nun elindeymiş. Dahası, Fehmi Koru, bu belgeyi okumuş ama
"unutmak üzere" iken, Cüneyt Ülsever'in 25 Nisan 2001 günlü Hürriyet'teki yazısı ile anımsamış. Eğer Fehmi
Koru, "ebleh" değilse, bu gün "fırtınalar yaratan" böyle bir belgeyi okuyup, bir kenara atmış olamaz. Fehmi
Koru'nun, "aklına takılan" satırları, belge-raporun 22. sayfasında bulduk. Oysa, 22. sayfaya gelene kadar, bu
belgede neler var neler...
Fehmi Koru'nun elindeki belge, yıllardır Fethullah-AKP medyasının elinde. Mesela, Sabah Gazetesi
Temsilciliğinden, 13 Ocak 2007 tarihinde, 03122...... nolu faks'a gönderilen "Ergenekon: Analiz-Yeniden
yapılanma, yönetim ve geliştirme projesi"nin bir nüshası Aydınlık'ın eline geçti.
"Naylon terör örgütü kurup, teröre yön vereceğiz"
Belgenin ikinci sayfasındaki şu cümle, nedense Fehmi Koru tarafından, "atlanmış" oluyor.
Okuyalım: TSK bünyesinde faaliyet göstermekte olan Ergenekon'un yeni bir yapılanmaya yönelme
zorunluluğu vardır. Bu çalışmada, TSK bünyesi içinde faaliyet gösteren Ergenekon'un sorunlarının
belirlenmesi ile yetinilmeyip, yepyeni bir yapılanma örneği önerilmektedir".
Aynı sayfada şu cümle de bulunuyor: "21. yüzyılda yepyeni bir yapılanma ile değerli TSK
mensuplarının yanı sıra sivillerden de sonuna değin yararlanılması gereği ve zorunluluğuna yer
verilmiştir. Ergenekon içinde yer alan değerli TSK mensupları ile Kemalizm'e ve ülkesine bağlı her
meslekten sivillerin organizasyonu ile ortaya çıkacak olan yeni yapılanma gerçekte geç kalınmış bir
girişim olarak görülmelidir. Belge-rapor'un dördüncü sayfasında şu cümle göze çarpıyor:
"Ergenekon, faaliyetlerini yeni ve gelişmiş yöntemlerle sürdürmek zorunda olduğu gibi, kaçınılmaz
olarak faaliyet alanlarını da geliştirmek zorunluluğu ile karşı-karşıyadır."
Yedinci sayfada, yine dikkat çekici bir cümle: "Ergenekon, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin değerli
personeli dışında entelektüel ve her meslekten seçkinlerin de içinde yer alacağı 'sivil' personelden
yararlanmakla; karşılaştığı en önemli sorunların üstesinden gelmekte güçlük çekmeyecektir."
Dokuzuncu sayfadaki cümle, tam anlamı ile müthiş: "21. yüzyılda en önemli sorunlardan birisi
de 'terör' olacaktır... Bu nedenle terör grupları mutlaka kontrol altında tutulmalı, gereğinde 'naylon
terör grupları' oluşturularak, terör dünyasına yön verilmelidir."
"Yakalananları öldüreceğiz"!
Belge-rapor'da, "Kontrol Dairesi" başlığı altında şunlar yazıyor:
"Operasyonlarda yer alması zorunlu olan bu dairede yer alan ajanların ilk görevi; operasyon
alanı içinde bulunmak, operasyon esnasında temizleme ve ortadan kaldırma gibi işlemlerde
doğabilecek sorunları çözümlemektir. İkinci bir görevleri, karşı istihbarat örgütlerine geçen,
yakalanan veya operasyon amacına aykırı hareket eden herhangi bir ajanı öldürmektir. Kontrol
Dairesinde görevlendirilecek ajanlar, mutlaka Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinden ve özel operasyon
ünitelerinden, çok dürüst, güvenilir kişilerden seçilmelidir. Bu ajanlar,
merhametsiz olmalı ve
bağımsız görev yapabilmelidirler. Emirleri doğrudan Ergenekon komutanından almalıdırlar."
Ciddiye almak zor...
Hukukçu olmak şart değil!
BOP Eşbaşkanı veya danışmanları yapılmamışsanız,
Ya da Buş'tan özel bir emir almamışsanız,
132
Fethullahçılar kadar "gözünüz kararmamışsa",
Yahut AKP İktidarı gibi, ABD ve AB ile gizli hizmet sözleşmeleri imzalamamışsanız; kısacası, "aklı
başında" bir kişi iseniz; Ergenekon belgelerini ciddiye almanız zor. Çünkü "Ergenekon Belgeleri" 1999 yılında
4422 sayılı "Çıkar Amaçlı Suç Örgütleri" yasanın yürürlüğe girmesinden sonra, CIA tarafından
görevlendirilen, "sersem-sepelek" adamların, Fethullahçıları kurtarmak için hazırladığı belgelerden ibaret. Bu
belgelere dayanarak ortaya atılan iddiaları davaya dönüştürmek zor. Nitekim Savcılık bir yıla yaklaşan
sürede, halen iddianamesini yazamadı.136
PKK'lı itirafçı:
Şemdinli PKK'nın Komplosuydu!
PKK'nın Kandil Dağı'ndaki kamplarından kaçarak güvenlik güçlerine teslim olan U.T, Şemdinli'de eski
PKK hükümlüsü Seferi Yılmaz'a ait Umut Kitabevi'nin bombalanması olayının PKK'nın bir komplosu
olduğunu itiraf etti. Saldırının PKK tarafından yapıldığını söyleyen "Pir Kemal İlgaz" kod adlı PKK itirafçısı,
şunları anlattı:
"Gare Kampı sorumlusu 'Sadun' Mersin'deki yangının talimatını verdi. Ayrıca iki kamp sorumlusu kendi
aralarında konuşurken, Şemdinli olaylarını örgütün özel kuvvetler biriminin yaptığını anlatıyordu ve 'Bak
Mersin olayı çok iyi oldu. Ama Şemdinli'yi yapanlar az kalsın yüzlerine bulaştıracaktı. Neredeyse komplo
deşifre olacaktı' diyorlardı. Bahsettikleri olay uzun süre basının gündeminde kalan istihbaratçıların
tutuklandığı olaydı. Ayrıca Şırnak Beşağaç köyünde 12 köylünün öldürülmesi olayında grup sorumlumuz
Perver gülerek 'bizimkilerin işidir' diyordu".
1 kişinin öldüğü, 5 kişinin de yaralandığı tertip sonucu, astsubaylar Ali Kaya ve Özcan İldeniz ile PKK
itirafçısı Veysel Ateş uzun süre tutuklu kalmıştı.
Şemdinli davası Türkiye'yi sarsan bir hukuk skandalına dönüşmüş, konuyla ilgili soruşturmayı yürüten
Savcı Ferhat Sarıkaya, hazırladığı iddianamede söz konusu olayın devlet içindeki bazı güçlerle bağlantılı
olarak yapıldığını ileri sürmüş ve dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ı da bu
çeteyle ilişkili olarak göstermişti. Ferhat Sarıkaya, daha sonra soruşturmadaki yanlı tutumu nedeniyle
Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu'nca meslekten men edilmişti.
136
Emcet Olcaytu / 13 Nisan 2008 Aydınlık
133
AKP’Yİ KAPATMA DAVASI
VE
MASONİK CEPHENİN TELAŞI
Aynı anayasayla, aynı kanunlarla, aynı hukuk nizamıyla ve aynı iddialarla Refah ve Fazilet
Partileri kapatılınca, Recep T. Erdoğan’ın ifadesiyle “zil takıp oynayanlar”; yine aynı mantık ve
metotlarla AKP kapatılmaya kalkışılınca niye hırçınlaşıyorlar? Bu nasıl demokrasi taraftarlığı, bu nasıl
ahlak ve hukuk anlayışı, bu ne biçim insaf ve vicdan ayarı?!..
Demek ki; Milli Görüş’le AKP farklıydı.
Erbakan milletin Erdoğan dış güçlerin hizmetkârıydı.
Erbakan ülkesinin, devletinin, İslam ve insanlık aleminin huzur ve refahı için, masonik
merkezler ve Siyonist güçlerle savaşmayı göze almıştı. AKP’liler ise, şahsi ikbal ve ihtirasları için
bütün kutsallarını rüşvet verip kendilerini şeytani odaklara kiralamıştı. Üstelik Tayip Bay
Başbakanlığını; bugün karşı çıktığı ve değiştirmeye çalıştığı kanun ve kurumlara borçlu
bulunmaktaydı. Çünkü bunlar eliyle refah ve Fazilet kapanmasaydı kendilerine iktidar yolu açılır
mıydı?
İşte layt İslamcı Fetullahçılardan katı şeriatçı fetvacılara; TÜSİAD’cı baronlardan, kiralık köşe
yazarlarına kadar, Refah Partisinin kapatılmasını alkışlayıp, AKP davasına karşı çıkanların bu tavrı,
aslında bir bozuk karakter yansımasıydı.
Ve tabi, AKP ile ilgili bir hukuki sorgulama için geç bile kalınmıştı. Ancak bunun gerekçeleri
başörtüsü meselesinden ve laiklik endişesinden daha tutarlı ve inandırıcı şeyler olmalıydı.
Egemenliğimizin AB’ye devir hazırlığı, BOP eşbaşkanlığıyla ülke bütünlüğümüzün parçalanma
tuzağı, İstanbul’un Vatikanlaştırılması gibi ciddi nedenlerle bu dava açılmalıydı.
Yani, AKP’ye mağdurları oynama fırsatı tanınmamalıydı.
Hasan Ünal’ın dikkat çektiği: Nasıl bir işbirliği?
AKP’nin temelli kapatılması istemiyle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından açılan davaya
içerden ve dışardan tepkiler devam ediyor. Bu dava ve sonuçlarının Türkiye ve bölgedeki siyasi gelişmeleri
yakından etkileyeceğine hiç şüphe olmadığı açıktır.
Parti kapatmanın demokrasi etiği ve uygulamaları açısından eleştirilmesi gayet tabiî ki mümkündür ve
yapılmalıdır. Ama burada kasdedilen eleştirinin ne gerek Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısına yönelik ve yer
yer hakaret içeren açıklamalarla uzaktan yakından bir ilgisi vardır, ne de gazete ve televizyonlarda ‘liboşların’
söylediklerinin demokrasi ile bir alakası olabilir.
Öte yandan Amerika ve Avrupa ülkelerinden gelen eleştiriler ise; hem çifte standart içermektedir, hem
de AKP ile aralarında var olduğu açıkça gözlenen kirli bir işbirliğini ifşa edici niteliktedir. Örneğin Amerika’dan
gelen açıklamalara bakalım: 22 Temmuz’da sandıktan çıkan iradeye saygı göstermek gerektiğine dair
yapılan açıklamaya ne demeli?
Amerika’da şimdiki başkan Bush 2000 yılında Yüksek Mahkeme kararıyla seçilmemiş gibi… Kafa
kafaya giden seçimleri Al Gore kıl payı kazanacakken Yüksek Mahkeme’nin devreye girerek başkanlığı
Bush’a verdiğini bilmiyor muyuz? O zaman Yüksek Mahkeme ülkenin âli menfaatlerinden bahsetmemiş
miydi? Ayrıca Refah Partisi iktidardayken temelli kapatılması istemiyle dava açıldığı zaman Amerika
memnun olmanın ötesinde ne yapmıştı?
Amerikan yönetimi ve bilhassa Amerika’daki Yahudi kuruluşları Refah Partisi’nin iktidardan alaşağı
edilmesi üzerine adeta zil takıp oynamışlardı. Gelelim AB’ye. AB’nin genişlemeden sorumlu Komiseri Olli
Rehn böyle bir uygulamanın AB açısından pek geçerli olmadığını ve tuhaf karşılandığını belirtirken, eski
Almanya Başbakanı Schröder, davayı ‘onursuzluk’ olarak nitelemeye kadar vardırdı işi.
134
O zaman sormak lazım:
Avusturya’da koalisyon büyük ortağı olacak şekilde seçimleri kazanan Heider’in başına gelenleri AB
yapmamış mıydı? Bu nasıl bir çifte standarttır? Ayrıca bu nasıl bir işbirliğidir ki, Amerika ve AB bu derece bir
çifte standartla AKP’yi korumak için seferber olmaktadırlar?
Bütün bunlar aslında AKP’nin 28 Şubat’ın alternatifi değil bizatihi kendisi olduğu tezini yeniden
kuvvetlendiriyor. 28 Şubat’ı Amerika’daki Yahudi kuruluşları kotarmış; İstanbul sermayesi ve iç borç lobisi
uygulamaya koymuş ve Ordu içerisindeki küçük bir grubu da harekete geçirmişlerdi. Amaç İsrail ve
Amerika’nın Ortadoğu’daki kirli projelerine Türkiye’yi taşeron etmekti.
O zaman Refah Partisi kapatılsın diye uğraşan Yahudi lobileri şimdi AKP’nin can dostu. O zaman
Refah’a hayatı dar eden İstanbul sermayesi AKP’nin kankası. Ve aynı AKP 28 Şubat’ın alternatifiymiş!…” 137
Hayır AKP 28 Şubat’ın zehirli meyvesidir ve Milli Görüş’ün alternatifidir.
İşte AKP’yi kapatma davasına tepkiler ve tilkilikler
AKP ile ilgili kapatma davası Türkiye'de olduğu gibi bütün dünyada da şaşkınlıkla karşılandı.
En sert tepki AB ülkelerinden gelirken, Avrupa Parlamentosu'ndaki grupların başkanları, davaya
inanmakta zorlandı.
İddianamede savunulan gerekçeleri 'bahane' sayan Avrupalı siyasetçiler, "Dava, Türkiye'de
yargının tarafsız olmadığının en açık göstergesi." görüşünü dile getirdi. Amerika da AKP’nin
seçimlerde milletten büyük destek aldığını hatırlatıp, seçmenlerin tercihine saygı istedi. Davayı
manşetlerine taşıyan dünya basını ise yüzde 47 oy alan bir partinin kapatılmasının beklenmediğini;
ancak
yargının
siyasete karşı
bir
silah
olarak kullanıldığını
yazdı.
Dava, Türkiye'de
de
hukukçusundan işadamına, siyasetçisinden sade vatandaşına kadar her kesimin büyük tepkisini
çekti. Özellikle iş dünyası, küresel dalgalanmayı fırsata dönüştürmeye çalışan Türk ekonomisinin
davadan büyük zarar göreceği endişelerini aktardı. Hukukçular, iddianamedeki gerekçelere itiraz
ederken, partiler davanın Türk demokrasisine ve ülkenin dünyadaki imajına büyük darbe vuracağının
altını çizdi: "AB ile müzakere sürecinde siyasal düşünceler antidemokratik yollarla engellenemez.
Bugüne kadar parti kapatmalar çözüm olmadığı dillendirildi. Ama oldukça sırıtan ve mide bulandıran
bir çelişki dikkat çekmişti. Daha önce aynı gerekçelerle Refah ve Fazilet Partisinin kapatılmasına
çanak tutup alkışlayan AB ve ABD’sinden gazetecilerimize, hepsinin şimdi AKP’ye sahip çıkması tam
bir sahtekarlık ve çifte standart değil miydi?
Cumhurbaşkanı Gül: Türkiye'nin itibarını sarsar
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, AK Parti hakkındaki kapatma davasının Türkiye'nin itibarını sarsacağını
söyledi. İKÖ zirvesi dönüşünde uçakta gazetecilerin sorularını cevaplayan Gül, 2007'nin gereksiz
tartışmalarla kaybedildiğini hatırlattı. Davayı şu sözlerle değerlendirdi: "Türkiye'nin imajı ve demokratik çizgi
açısından itibar sarsıcı. Üzücü bir tabloyla karşı karşıyayız. İstikrarsızlığın bedelini nasıl ödediğimizi herkes
hatırlamalı."
Başbakan: Dava AK Parti’ye karşı değil milli iradeye
Tayyip Erdoğan, kapatma davasıyla ilgili ilk açıklamayı dün Siirt'te yaptı. Partisinin kadın kotları
kongresinde konuşan Erdoğan, "Dünkü olay AKP'ye değil, millî iradeye yönelik atılmış bir adımdır" dedi.
Sözleri, "AK Partiye uzanan eller kırılsın" sloganlarıyla kesilen Erdoğan, konuşmasını şöyle sürdürdü: "Biz,
demokrasi mücadelesi veriyoruz. Kol, el, ayak kırmakla işimiz yok. En büyük ders sandıkta alınır. Kimse 16
milyon 500 bin seçmenin oy verdiği AK Partiyi laikliğe karşı olmanın odağı haline getiremez. Dava hukukî
zeminden yoksun olduğu gibi, bu talihsiz girişimin millet vicdanında meşruiyeti de yoktur. Milletimizi böyle bir
garabetle karşı karşıya bırakanlar bunun utancını yaşamaktan kurtulamayacaklardır.
Devlet Bahçeli: Anayasa'yı değiştirelim
MHP lideri Devlet Bahçeli, 65 aydır iktidarda olan bir parti hakkında kapatma davası açmanın çok
137
20.03.2008 / Milli Gazete
135
vahim siyasî sonuçlar doğuracağını söyledi. Cumhuriyet ilkelerinin parti kapatmayla korunamayacağını
vurgulayan Bahçeli, yeni bir öneride bulundu. Anayasa'yı değiştirmeyi teklif eden Bahçeli, kapatma yerine
laikliğe aykırı fiilleri işleyenler hakkında bireysel soruşturma açılmasını istedi.
Siyaset mahkemede görülmez
Olli Rehn (AB): Demokrasilerde siyasî meseleler meclislerde ve seçim sandığında ele alınır,
mahkemelerde değil. Adlî sürecin Türkiye'nin enerjisini tüketmesinden endişeliyiz.
Matt Bryza (ABD Dışişleri): Demokrasilerde siyasî geleceği seçmen belirler. 2007 seçimlerine saygı
duyulmalı. Türk demokrasisi test edilmiş ve çok güçlü çıkmıştır.
Madeleine Albright (ABD'li eski bakan): Dehşete düştüm, sürpriz oldu. Kapatma teşebbüsü, halkın
iradesinin tersine gitmektir.
New York Times: Seçimde AK Parti'yi alt edemeyen laik çevreler, hâlâ kontrol ettikleri tek ayak olan
yargıya yöneldi.
Financial Times: Kapatma talebini muhalefet de beklenmedik bir çıkış olarak karşıladı. Bu çıkışın
aşırı milliyetçilerden değil, devlet yetkilisinden gelmesi anlamlı.
International Herald Tribune: Yüzde 47 oy alan bir partinin kapatılması beklenmiyor. Laiklerin
Erdoğan'ın partisine karşı ellerinde yalnızca yargı silahı kaldı.
AB-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu Başkanı Lagendijk, AK Parti’nin kapatılması için sunulan
iddianamenin yargı darbesi olduğunu söyledi. Lagendijk, ‘Dava açılırsa, Türkiye - AB ilişkileri yavaşlar’ dedi
Avrupa’ya çok ters geldi
İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband, AK Parti için açtığı kapatma davasının, ‘Avrupa
demokrasisine’ aykırı olduğunu savundu. Miliband, davanın kendileri için büyük bir kaygı yarattığını söyledi.
Söz konusu durumun Avrupa demokratik standartlarına ve yargıyla siyasetin ayrı olması gerektiği ilkesine
uymadığını belirten İngiliz Bakan, davanın en yüksek demokratik normlara uygun şekilde sona ermesini
umduğunu bildirdi.
Deniz Baykal meydan kendilerine kalacak zannıyla bayram ediyor ve laiklik havariliği ile bar bar
bağırıyor
Ufuk Uras (ÖDP lideri): Davanın Ergenekon operasyonundan hemen sonraya denk gelmesi manidar.
Demokrasi dışı güçler Başsavcı'ya bel bağlamış, balans ayarı yapmaya çalışıyor.
Süleyman Soylu (DP lideri): Yeter artık. Ellerinizi millî iradeden çekin. Dava, demokrasiye darbedir.
Mahkeme reddetmeli.
Erkan Mumcu (Anavatan lideri): Bu, demokrasiye müdahaledir. Kapatmalardan medet umanlar, 50
senedir yanlış yapıyor.
Recai Kutan (SP lideri): Son derece kaygı verici bir gelişme. Ülkemizin imajı zedelenecek ve
ekonomik yapı zayıflayacak.
Hakkı Süha Okay (CHP Grup Başkan Vekili): Parti kapatmayı istemeyiz. Ama kimi partiler
aydınlanma devriminden rövanş alıyor.
Ekonomiyi baltalamayın
Rifat Hisarcıklıoğlu (TOBB Başkanı): Her gün bir yerlerden dayak yiyoruz. Uluslararası piyasalarda
nereye gideceği belli olmayan bir çalkantının ortasındayız. Herkes, bunu bilerek hareket etmeli.
Ömer Bolat (MÜSİAD Başkanı): Türkiye'nin siyasî ve ekonomik istikrar aradığı bir dönemde iktidar
partisine kapatma davası açmak inanılmayacak kadar yanlış karar.
İbrahim Kefeli (TÜSİAD üyesi): Demokrasiye zarar veren bu girişime şiddetle karşı çıkıyorum. İş
dünyası, bu süreçten olumsuz etkilenecek. Koalisyonlar fayda sağlamaz.
Süleyman Çelebi (DİSK Başkanı): Siyasal düşünceler antidemokratik manevralarla eritilemez.
Kapatmalarla çözüm aramak, muhalefetin güçlenmesini de engelliyor.
Marazlı medyadan ortak tavır: Dava, millete açıldı
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın AK Parti hakkında kapatma davası
136
açması, gazetelerin büyük bölümünde tepkiyle karşılandı.
Cumhuriyet ve Yeniçağ gibi marjinal yayınların dışındaki gazeteler kararı eleştirdi. Radikal, 'Yok artık,
daha neler' manşetini atarken Sabah, 'Meclis'i de kapatın' şeklinde ironik bir başlık kullandı. Taraf ve Star,
'Velev ki kapattın' başlıkları ile kapatmanın çözüm olmadığını ima etti. Anayasa hukukçusu Prof. Ergun
Özbudun'un "En iyi ve sağlam yol halkı kapatmaktır. Uzaydan halk getirmektir." sözü birçok gazete
tarafından öne çıkarılırken Yeni Şafak, bu açıklamaya dayanarak, 'Kapatabilirsen milleti kapat' sürmanşetiyle
çıktı. Yazılı basında en ilginç tepkiyi Yeniçağ verdi. Gazete, 'AKP'ye kapatma' manşetini kullanırken, hemen
altında yer alan işçi ve memur eylemlerinin verildiği haberde 'Oh be!' başlığını tercih etti. Gazetelerdeki köşe
yazılarında da davaya sert tepkiler vardı. Yazarların görüşleri özetle şöyle:
İsmet Berkan (Radikal): Sanıyorduk ki Türkiye buraları aştı, artık bu ülkede demokrasi var ve en
önemlisi artık bu ülkede parti kapatmak çok zorlaştı. Ne kadar yanılıyormuşuz... Yakında MHP için de dava
gelirse şaşırmayacağım, öyle ya onlar da türbanı serbest bırakacağı düşünülen anayasa değişikliğine imza
ve oy verdiler. Anayasa Mahkemesi'nin de savcının istemi doğrultusunda karar vermesi durumunda herhalde
'karşı devrim' süreci tersine çevrilecek, yeniden tek parti dönemine geri döneceğiz!.. 21. yüzyılın içindeyiz, yıl
2008. Gelsin artık şu demokrasi.
Mehmet Barlas (Sabah): Türkiye'yi istikrarsızlaştırmak istesem herhalde benim de aklıma iktidardaki
partiyi kapatmak gelirdi... Şaka gibi. Açıkçası galiba TBMM içinde sadece CHP kalsa ve ülkenin demokrasisi
'Tek Parti' modeli içinde sürse 'rejim' bütün tehlikelerden arınmış olacak sanki.
Ahmet Altan (Taraf): 28 Şubat'ı andıran yeni bir dönemin başlaması için atılan ilk adıma benzeyen bir
girişim. Halkın oyuyla gelmiş siyasi iktidarı, bir hukuk darbesiyle kenara itme hazırlığı belli ki... Sonuç alır mı?
Eğer AKP'yi kapatırlarsa... Yerine kurulacak parti yüzde elliyi aşan oyla iktidara gelir...
Şamil Tayyar (Star): Bu girişim, sandıkta mahkum olan ve darbe senaryolarından umudunu kesen
çevrelerin hukuk yoluyla siyaset alanını daraltma çabalarına cesaret verici nitelikte. Sarıkız ve Ayışığı darbe
senaryolarıyla eşzamanlı olarak hazırlıkları başlatılan iddianame, AB üyeliği için müzakere masasına oturan
Türkiye'ye karşı büyük haksızlıktır. Maalesef, Sarıkız yeniden hortlatıldı. Ama nafile...
Okay Gönensin (Vatan): Kapatmaların hiçbir işe yaramadığını biliyoruz. DP kapatıldı, AP geldi. AP
kapatıldı, DYP geldi. CHP kapatıldı, SHP geldi. DEP kapatıldı, DEHAP kapatıldı, DTP geldi. Kapatılan
partinin bir toplumsal temeli varsa başka bir isimle tekrar gelir, gelecektir... Ama AKP kapatılmasın, DTP de
kapatılmasın.
Fehmi Koru (Yeni Şafak): Şimdi emekli bir üst düzey devlet görevlisinin henüz koltuğunda otururken,
Meclis'in seçtiği cumhurbaşkanına suikast yapılabileceğini sanki doğal bir şeymiş gibi anlattığı biliniyor. Bir
üst düzey yargı mensubu da, 27 Mayıs darbesi için övgüler düzdü ve siyasi idamları savundu. Bunların her
biri Türk Ceza Yasası'na göre 'suç'; oysa bu suçların üzerine giden tek bir savcı çıkmadı. Buna karşılık ülkeyi
yöneten AK Parti'nin kapatılması için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı harekete geçti. Bu da oldu ya! Ne
diyebilirim?
Hasan Cemal (Milliyet): Yüzde 47 oyla seçim sandığından çıkarak iktidara halkın oyuyla gelen bir
partiyi kapatma girişiminin son derece yanlış olduğunu düşünüyorum. Böyle bir girişim demokrasiye de ters
düşer. Türkiye'de siyasi istikrarı da son derece olumsuz etkiler. Geçmişte parti kapatmalarının Türkiye'ye
demokrasi, barış, istikrar açılarından hiçbir yarar sağlamadığını biliyoruz. Gerek askerî rejim dönemlerinde,
gerekse Anayasa Mahkemesi eliyle Türkiye'nin siyasi partiler mezarlığı haline getirilmiş olması Türkiye'de
demokrasi ve hukuk devletinin önünü açmamış, tersine tıkamıştır.
Sabataist ve mason kafalı Ahmet Altan’a göre: 'Darbeci Kemalizm devletten kazınacak'mış
Bir iki hafta içinde “korkunç” bir olayla karşılaşılacakmış..
Taraf gazetesi genel yayın yönetmeni Ahmet Altan, AKP'ye kapatma davası açan Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı Abdurahman Yalçınkaya üzerinden AKP karşıtlarına yüklenip şunları söylüyordu:
“Bütün dünyanın (Yani Siyonist odakların ve emperyalist Batının A.A.) “gülünç” diye nitelediği bu son
iddianame hukukla alakalı değilse, neyle alakalıdır?
137
Bu başsavcı, ülkeyi altüst eden hukuk dışı bir saçmalığa tek başına mı girişti?
Ben doğrusu tek başına olmadığından kuşkulanıyorum.
Devletin içinden birilerine danışarak bu işe giriştiğini düşünüyorum.
Ama, bu insanlar tümden kör olamazlar.
AKP’nin kapatılması halinde, yapılacak ilk seçimde bu partinin yerine kurulacak partinin yüzde ellilerin
çok üstünde bir oyla iktidara geleceğini onlar da görüyor olmalıdır.
Onlar da bu gerçeğin farkındadır.
O zaman, tek amaçları AKP’yi kapatmak olamaz.
AKP kapandıktan sonra en aşağı beş yıllığına seçimleri erteletecek bir başka plan daha olması
gerekiyor akıllarında.
Böyle bir planları olmadan AKP’yi kapatmaya kalkışmak gibi bir çılgınlığa kalkışmazlardı.
İşte asıl endişe verici soru da bu:
Seçimleri erteletmek için ne yapmayı planlıyorlar?
Ve, bu planın ordu içinde bir uzantısı var mı?
Eğer, böyle bir planları varsa, bunun anlamı açık.
Önümüzdeki bir iki hafta içinde “korkunç” bir olayla karşılaşacağız demektir.
Bu seçimleri erteletecek kadar “korkunç” bir şeydir.
Bu, çok tedirgin edici bir ihtimaldir.
Ama böylesi planın uygulanması için bu da yetmez.
Türkiye, tek başına ayakta durma gücüne sahip değildir.
Mutlaka ekonomik ve siyasal bir dış desteğe ihtiyaç duyuyor.
Avrupa ve Amerika çok net bir biçimde böyle bir plana destek vermeyeceklerini açıkladılar.
Bu hazırlıkları yapanlar bunu da daha önceden kestirmiş olmalılar.
O zaman ikinci soruyla karşılaşıyoruz.
Böyle bir girişimi başarıya ulaştırabilmek için kimin kendilerine yandaşlık yapacağını düşünüyorlar?
Bu soru da, bir zamanlar emekli generallerin televizyon televizyon dolaşıp anlattıkları o eski planı ve
onların önerdiği yandaşı akla getiriyor:
Rusya…
Asker ve hukuk bürokrasisinin içinde, kendi gizli egemenliklerini sürdürebilmek için Türkiye’nin kampını
değiştirmeyi göze alacak kadar kendini kaybetmiş birileri var mı?
“Asla yoktur” diyemiyorum doğrusu.
Eğer varsa…
O zaman da önümüzdeki günlerde çok ciddi bir güç çekişmesine şahit olacağız demektir.
Türkiye devletinin kadroları, Batı tarafından desteklenen demokrasi yandaşları ve Rusya’ya göz kırpan
darbeciler olarak ikiye ayrıldıysa…
O zaman, karşılıklı hamleler yapılacaktır.
Darbeciler, Türkiye’yi yörüngesinden saptıracak kadar “korkunç” bir olay planlarken…
Demokrasi yanlıları da derhal Ergenekon çetesinin dışarıda kalanlarını tutuklayacaktır.
Belki ikisi birden olacak.
Önümüzdeki günlerde bir şeyler yaşanacaktır.
Ama ne olursa olsun, Türkiye bir daha geri dönülmez biçimde değişime uğrayacaktır!
Bence, Başsavcının iddianamesi, “Kemalist devletin bitimini ilan ediyor” şeklinde okunmalıdır.
Bu “darbeci” güçlerin bir türlü “uslu” durmaması, sürekli sorun yaratmaya uğraşması, darbe planları
hazırlaması; Türkiye’yi Batı müttefiki olarak tutmak isteyen devlet kadrolarını da, istikrarlı bir Türkiye isteyen
gelişmiş dünyayı da bence bu sefer alarma geçirmiş durumdadır.
Devletin içindeki bu darbeci Kemalist güçlerle birlikte yaşanamayacağını, buna mutlaka hukuki bir
çözüm bulunması gerektiğini sanırım herkes anlamıştır.
138
O hukuki çözüm de kısa vadede yürürlüğe girecektir, girmesi lazımdır.
Darbeciler planlarına uygun olarak “o korkunç şeyi” yapsalar da, onu yapamadan yakalansalar da,
Türkiye mutlaka demokrasi hamlelerine hız verip darbeci Kemalizmi devletten kazıyacaktır.
Bence, Başsavcı, AKP’yi kapatayım derken Kemalizm’i kapatmıştır!
Dünyayı ve Türkiye’yi (Yani Yahudi lobilerini ve masonik merkezleri A.A.) yok saymanın bedelini,
devletin içindeki bütün güçlerini kaybederek ödemek zorunda kalacaklardır.
Bunu göreceksiniz.
Şimdi yapılacak tek şey…
Onların aklındaki “ikinci” adımı atmalarını önlemek için derhal tedbir almaktır.” 138 Sözleriyle Ahmet
Altan, telaş ve şaşkınlığını açığa vuruyor. AKP’ye ve yandaşlarına akıl veriyor ve “hainler korkak olur”
hadisinin psikolojisini sergiliyordu.
Gergin dönemde kritik ziyaret
Abdullah Gül, Fethullah Gülen'e yakın isimleri köşkte ağırladı.
AKP’nin kapatılmasıyla ilgili iddianamede, "Fethullah Gülen isimli tarikat lideri"nin okullarını
desteklemekle suçlanan Cumhurbaşkanı Gül, Fethullah Gülen’e yakınlığıyla bilinen Abant Platformu
Yönetim Kurulu üyelerini Çankaya Köşkü’nde kabul etti. Kabule aralarında Prof. Mete Tunçay ve Prof.
Eser Karakaş’ın da aralarında bulunduğu isimler katıldı.
"Fethullah Gülen isimli tarikat liderinin yurt dışında kurduğu okullar ticari şirket olarak
değerlendirilip, temas ve işbirliği yapılması Gül’ün Dışişleri Bakanlığı döneminde, bir genelgeyle
büyükelçilerden istenmiştir."
Hürriyet Gazetesi'nde Sefa Kaplan'ın haberine göre, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı
Abdurrahmah Yalçınkaya tarafından hazırlanan iddianamede bu sözlerle suçlanan Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül, yaklaşık bir hafta önce randevu verdiği Abant Platformu Yönetim Kurulu üyelerini
bugün Çankaya Köşkü’nde kabul etti.
Gündemleri Kürt sorunu
Çeşitli konularda ve Yahudi lobilerinin proje ve destekleri doğrultusunda yaptığı geniş katılımlı
toplantılarla adını duyuran Abant Platformu, Kürt sorununda da inisiyatif yüklenmişe benziyor. 28-29
Mart’ta Diyarbakır’da, "Kürt Sorunu: Barışı ve Geleceği Aramak" başlığı ile düzenlenecek toplantıda
Kürt sorunu "sansürsüz bir biçimde" tartışılacak deniyor. Bu amaçla, Abant Platformu Yönetim
Kurulu Eşbaşkanı Prof. Mete Tunçay tarafından 200 kişiye davetiye gönderildi. Davetiye gönderilenler
arasında AKP, MHP ve DTP’den önemli isimlerin yanı sıra, İslamcı ve liberal kesimin temsilcileri de
yer alıyor.
Prof. Tunçay imzalı davetiyede, "Bilindiği gibi Kürt sorunu, maalesef bir gerilim kaynağı olarak
sıcaklığını halen korumaktadır. Kanaatimizce tarihi yanlışlıklar, karşılıklı önyargılar, diyalog ve empati
noksanlığı Kürt sorununun çözümündeki en büyük engelleri oluşturmaktadır" deniliyor. Toplantıya
katılacaklar arasında DTP milletvekili Aysel Tuğluk, Hak ve Özgürlükler Partisi Genel Başkanı Sertaç
Bucak, Prof. Binnaz Toprak, Prof. Eser Karakaş, Prof. Mümtaz’er Türköne, Prof. Mehmet Altan, Şahin
Alpay, Ali Bayramoğlu, Cüneyt Ülsever, Ümit Fırat, Eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş gibi
isimler öne çıkıyor.
Sn. Abdullah Gül’den Abantçılara manevi destek sağlandı
Abant Platformu Yönetim Kurulu Eşbaşkanı Prof. Mete Tunçay görüşme öncesi yaptığı açıklamada,
randevunun böyle bir günde verilmesinin kişisel olarak kendisini çok memnun ettiğini belirterek, "Bu ziyareti
bir manevi destek olarak da yorumlayabilirsiniz" diyor.
Sn. Gül’ün görüşme sonrası soru kabul etmemesi de dikkat çekiyor. Fetullahçıların güdümündeki
Abant platformunun “Federatif Kürdistan” konusunu ele almasının ve AB’nin PKK’yı terör listesine
138
Taraf
139
sokmayacağını açıklamasının ardından bu kabul daha bir anlam taşıyor.
İşte Ahmet Altan’ın “Dünya ve Türkiye” dediği, dış ve iç dengeler diye güvendiği Yahudi
lobileriyle Fetullah Gülencilerin işbirliği:
Fethullah Hoca'nın cemaati Irak savaşının mimarı Cheney'den "Müslümanlığı birleştirmek" için yardım
istedi mi?
Odatv'nin haberine göre, ABD Başkan Yardımcısı ve Irak savaşının mimarı olan Dick Cheney’in Mart
sonu Türkiye’ye ziyareti gerçekleşti.
Cheney’in en son savaş öncesi Türkiye’ye geldiğini hatırlatan kaynaklar, özellikle İran’a yapılabilecek
bir hava saldırısı konusunun gündemde olabileceğine dikkat çekmişti.
Gülen Cemaatin önemli temsilcilerinden birinin Cheney’in ofisine giderek, Başkan Yardımcısının
ekibine “Müslümanlığı birleştirmemizde bize yardım edin” dediği öğrenildi.
Cemaatin binlerce Müslüman’ın ölümüne neden olan savaşın beyni sayılan Cheney’le temasa geçip
yardım istemesi neyin nesiydi?
Bu ziyaretin Cheney’nin Türkiye gezisi öncesine gelmesi de dikkat çekiciydi.
İngiliz araştırma şirketi Opinion Research Business'ın verilerine göre, Irak Savaşı’nın başladığı 2003
yılının mart ayından beri ölenlerin sayısı yaklaşık 1 milyon 530 bin kişi olarak hesap edilmişti. Milyonlarca
sakat ve hasta ise bundan hariçti.
Şimdi söyleyin, Ey Fetullahçılar!
“Dick Cheney’e mesaj verdiniz mi vermediniz mi?”
Görüşmeyi cemaat adına yapan kişi: Turkish Cultural Center Başkanı Recep Özkan.
Görüşülen kişi: Dick Cheney’nin “özel” danışmanı Christopher Haave...
Yer: New York...
Tarih: Birkaç hafta önce...139
Serdar Akinan’ın dediği gibi:
“Parti kapatmaya bu kadar karşıydınız da Fazilet Partisi kapatıldığı gün tek biriniz o gün çıkıp,
“Demokrasi” dediniz mi?
Fazilet Partisi 22 Haziran 2001’de kapatıldığında neredeydiniz?.
Açıp o günkü tarihli gazetelere baktım. Hepiniz, zevkten dört köşe, sırıtıp gülmektesiniz!
Sözlerinize baktım... Tek bir eleştiriniz yok kapatanlara... (hatta alkışlıyorsunuz.. A.A.)
Bazılarınızın o gün söylediklerini yazsam kişiliğinize en ağır hakareti etmiş olacağım, ben
yazmaya utanıyorum...
Şimdi altınızda kırmızı plaka olunca: “Demokrasi elden gidiyor!” Öyle mi?
Bu kadar ikiyüzlü bir anlayış olabilir mi?
Fazilet Partisi’ni de bu adamlar (yani Milli Görüşten dönüp AKP’yi kuranlar) kapattırdı... Ve
yanlışları ortada!
Fazilet Partisi’ne oy verenler Surinam vatandaşı mıydı?
İşine geldi mi parti kapatanları alkışla, işine gelmedi mi, “Millet iradesine saldırı” demeye
başla…
Bu adamların yüzüne tokat gibi vuracak çok gerçek var ya!?..
İddia ediyorum, bu kriz bu kez o kadar rahat atlatılamayacak..
Ne Menderes, ne 12 Eylül...
Korkarım kılıç bu kez yukarıdan aşağı değil, aşağıdan yukarı sallanacak!” 140
139
140
29.02.2008 / Akşam
17.03.2008 / Akşam
140
 AMAÇ DEMOKRASİ DALAVERESİ
BAĞIMSIZLIK VE BİRLİĞİ Mİ?
Mİ,
YOKSA
ÜLKENİN
Demokrasi amaç değil, araçtır
AKP hakkında kapatma davası açılması üzerine bir demokrasi davuludur çalınıp duruyor.
Demokrasi yara almamalıymış…
Herkes demokratik sonuçlara saygı duymalıymış…
Demokrasiye yargı darbesi yapılmaktaymış…
Demokrasi hepimize her zaman lazımmış…
Yahu iyi de, şu demokrasi dediğiniz amaç mıydı, yoksa bir araç mıydı?..
Ülkemizin bütünlük ve bağımsızlığı, milletlimizin dirlik ve bekası şu demokratik dalaverelerle tehlikeye
sokulsa bile, hala asıl derdimiz devletimizi değil de, demokrasiyi mi kurtarmaktı? PKK’yı terörist listesine
sokmayan ve DTP’ye “Federatif Kürdistan” için arka çıkan Haçlı AB’den talimat almak, Türkiye’yi nereye
taşıyacaktı?
Türkiye’de perde gerisinde aynı Yahudi lobilerin güdümündeki sözde iki karşıt cepheden:
CHP ve yandaşları laikliği; bağımsızlığımızın, milli kalkınmamızın, temel insan haklarımızın ve
halkımızın inanç ve arzularının üstünde görüp, sürekli istismarını yapmakta..
AKP ve yandaşları ise demokrasiyi; milli birlik ve dirliğimizin, güvenlik ve geleceğimizin
üstünde görüp, aslında hiçte inanmadıkları bu kavramın arkasına sığınmaktadır.
Bu kapatma davasının:
“Yeni anayasa ile, egemenliğimizin resmen AB’ye devredilmesi”
“Vakıflar Yasasıyla İstanbul’un Vatikan’a çevrilmesi ve Rum Patrikhanesinin Ekümenleştirilmesi”
“BOP eşbaşkanlığı ile Türkiye’miz dahil 22 İslam ülkesinin parçalanıp bölünmesi”
“Tüm ekonomik ve stratejik kurumlarımızın pervasızca yabancılara peşkeş çekilip, ülkemizin fiilen
sömürgeleştirilmesi”
“Ilımlı İslam safsatası ile Dinimizin yozlaştırılması, böylece manevi direnç kaynaklarımızın
törpülenmesi ve laikliğin emperyalizmin hakimiyet aracı haline getirilmesi” gibi ciddi ve geçerli gerekçeler
yerine, AKP’ye mağduriyet bahanesiyle halkın merhamet duygularını sömürmesine ve sahte kahramanlık
rolüyle siyasi rant devşirmesine yarayacak “Başörtüsü meselesi, laiklik teranesi” gibi nedenlerle açılması da,
maalesef kötü niyetlilerin işini kolaylaştırmakta ve kafaları karıştırmaktadır.
Dikkat! Amerika’nın Yahudi Demokrasi Havarileri Ankara’daydı!
Hem de tam 23 Nisan’da… Ulusal Egemenlik bayramında. 23-24-25 Nisan’da, üç gün boyunca
İstanbul-Bahçeşehir’deki Global Liderlik Forumu’na katılıyor.
Son 5 yılda ABD ile Türkiye arasında “ağır abi” ziyaretleri pek bi yoğun. Önceden 10 senede bir
geçerken uğrayanlar, şimdilerde, Türkiye’yi mesken tutmuş görünüyor. Amerikalı Ağır Abi’lerin biri gidiyor biri
geliyor..
Bu sefer gelenler kimlermiş bakalım:
Stephen Larrabee: RAND Corporation’un Avrupa Güvenlik Masası Başkanı.
RAND Corporation 1948 yılında kuruldu. Sovyet Bloğuna karşı CIA ile birlikte çalıştı. Sovyet
bloğunun çözülmesinde en etkili kuruluşlardan biri oldu. Şimdi “Ilımlı İslam Projesi” üzerinde çalışıyor. Ilımlı
İslam Projesini bunlar yazdı.
Sonra Barry Jakobs: Amerikan-Yahudi Komitesi Stratejik Araştırmalar Müdürü. AJC Amerika’daki
Yahudi lobisinin en etkin kuruluşlarından. Başbakan Erdoğan’a “cesaret madalyası” veren Siyonist oluşum.
Türk asıllı Amerikalı Soner Çağaptay’da: Washington Enstitüsü Türkiye Masası Şefi. Soner’den
önce aynı görevde Alan Makovsky vardı. Şu meşhur Amerikalı Yahudi. 28 Şubat’ta ne dediyse o oldu. Daha
doğrusu yazdığı bir rapor daha sonra karşımıza 28 Şubat süreci olarak çıktı. Ordan anlayın.
Başka, Middle East (Ortadoğu) Enstitüsü Başkanı Wendy J. Chamberlin’de var, Bipartisan Policy
Center Direktörü Michale Makovsky var..
141
Baker, Donelson, Bearman, Caldwell ve Berkowitz Uluslar arası Ticaret Grubu Başkanı Charles
Johnston var.
İsrail İstanbul Başkonsolosu Mordei Amihai var.
İngiltere Başkonsolosu Dame Barbara var.
Sanki Siyonist Kongresi…
Bizimkilerle birlikte “Küreselleşen Dünya’da Liderlik” konusunu konuşmuşlar. Irak’a demokrasi
getirdikleri gibi, AKP eliyle de Türk demokrasisini kurtaracaklar.141
Bu Arada Avrupa Parlamentosu AKP’ye Destek Çıkmakta ve Talimatlar Yağdırmaktaydı
İşte AP’nin küstah raporu:
“Türkiye'de siyasi sürece yargı darbesi yapılıyor. Bunu önleyin!”
Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü Hollandalı Hıristiyan Demokrat Ria Oomen-Ruijten,
'Türkiye'de herkesin güvenebileceği bir yargı maalesef yok' diyor.
Türkiye'deki son gelişmelere değinen Hollandalı AP Üyesi Oomen-Ruijten, ''Ordu ve yargıdan
oluşan elit tabakası var. TBMM 3'te 2 çoğunlukla (üniversitelerde başörtüsünün serbest
bırakılmasına) karar veriyor fakat uygulanmıyor. Ben dünyada böyle başka bir ülke bilmiyorum.
Bunun örneği yok. Yargı bağımsızlığından yanayım. Ama Türkiye'de herkesin güvenebileceği bir
yargı maalesef yok. Bu Türkiye'nin eksiği. Bu konuda çalışma yapılması gerekiyor.''
AK Parti ve DTP'ye kapatma davaları açılmasının bütünüyle karşısında olduğunu vurgulayan
Oomen-Ruijten,
''sadece
yargıyla
ilgili
hızlı
reformlar
yapılarak
bu
sorunun
üstesinden
gelinebileceğini'' vurguladı.
''Orduya da Güçlü Mesaj Vermek Gerekiyor. İyi İşleyen Modern Demokrasi İstiyorlarsa
Kendilerini Sınırlamalılar.''
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın KKTC'yi ziyaret ederek ''çözümde ilk söz
hakkı bizim'' mesajı verdiğini savunan Oomen-Ruijten, Kıbrıs sorununun çözümünde ordunun yapıcı
davranmasını istiyor.
Kıbrıs sorununa, BM gözetiminde kapsamlı çözüm bulunması gereğine vurgu yapılan taslak
belgede,
Ada'dan
''Türk
askerlerinin
çekilmesinin
çözüm
müzakerelerini
kolaylaştıracağı''
savunuluyor.
Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk ise ''doğru bir üslupla''
raporu hazırlayan Oomen-Ruijten'e teşekkür ederek, Türkiye'deki son gelişmelerle ilgili şunları
kaydediyor:
''AK Parti ve DTP'ye açılan davalar hala beklemede. Bu konuda çok açık olmalıyız. Türkiye'de
siyasi sürece yargı darbesi yapılıyor. Yargı, halkın çoğunluğunun seçimine 'yanlış' diyor. Bu hiçbir
şekilde kabul edilemez. Yargının verdiği imaj çok kötü. Türkiye'de yargı reformu talebi konusunda
tutumumuz sert olmalı.''
Ergenekon’u devam ettirin ve derinleştirin!
Taslak
raporda,
Ergenekon
soruşturmasının
kararlılıkla
sürdürülerek
örgütün
''devlet
organlarındaki tüm bağlantılarının ortaya çıkarılarak örgütle ilişkisi olanların yargıya teslim edilmesi''
isteniyor.
Yeni sivil Anayasa hazırlığının ''insan hakları ve özgürlüklerin korunmasını anayasanın
merkezine yerleştirme'' açısından çok önemli bir fırsat sunduğu anlatılan raporda, yeni anayasa
çalışmasında sivil toplumun geniş katılımının sağlanması tavsiye ediliyor.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın ''2008'in refom yılı olacağı'' taahhüdünün memnuniyetle
karşılandığı belirtilen raporda, hükümetin parlamentodaki çoğunluğuna dayanarak reformlarda kararlı
davranmasının Türkiye'nin modern demokratik refah toplumuna dönüşümünde hayati önem taşıdığı
141
Kulis Ankara / Milli Gazete / 19.04.2008
142
vurgulanıyor.
TCK 301'e öncelik verin!
Türk Ceza Kanunu'nun 301'inci maddesinin ''tekrar tekrar verilen taahhütlere'' bağlı kalınarak
öncelikle değiştirilmesi istenen belgede, ifade özgürlüğü kapsamında yeni reformların yapılmamış
olması eleştiriliyor.
Taslak
raporda,
''Vakıflar
Kanunu'nun
onaylanmasını
memnuniyetle
karşılıyoruz.
AB
Komisyonunun metni tetkik ederek gayrimüslim azınlıklarca mülklerin idaresi, satın alınması ve 3.
kişilere satılmış olanlar dahil geri alınmasının mümkün olup olmayacağını araştırması gerekir''
deniliyor.
Vakıflar Kanunu'nun kabulünün ardından Türk hükümetinin bu olumlu adımı değerlendirerek
dini özgürlüklerle ilgili tüm taahhütlerini yerine getirmesi istenen taslak belgede bu kapsamda tüm
dini toplumluluklara faaliyetleri için gerekli yasal statü, ruhani görevlilerin eğitimi, hiyerarşik seçim
ve ibadet yerlerinin inşası konusunda yasal çerçeve sunulması, Heybeliada ruhban okulunun yeniden
açılması ve ''ekümenik partik'' unvanının kullanımına izin verilmesi taleplerine yer veriliyor.
Belgede, ''Türk hükümetine, Kürt meselesinin kalıcı çözümü amaçlayan siyasi inisiyatifin
öncelikli olarak başlatılması çağrısı yapılır'' ifadesine yer verilerek, DTP'li milletvekilleri ve belediye
başkanlarından ''demokratik Türk devleti içinde Kürt meselesine siyasi çözüm arayışına yapıcı
şekilde dahil olmaları'' isteniyor.
Görülmekte olan davayla ilgili düzenleme yanlıştır!
Bazı Hukuk Profları, Anayasa’nın 138. maddesinin 3. fıkrası karşısında, görülmekte olan davayla ilgili
Anayasa ve yasalarda yeni düzenleme yapılamayacağını söylüyor.
Söz konusu hüküm şöyle:
“Görülmekte olan bir dava hakkında Yasama Meclisi’nde yargı yetkisinin kullanılmasıyla ilgili soru
sorulamaz. Görüşme yapılamaz veya herhangi bir beyanda bulunulamaz.”
Prof. Teziç, bu fıkradaki, “görüşme yapılamaz” hükmünü, “görülmekte olan bir davayla ilgili yasal
düzenleme yapılamaz” biçiminde yorumluyor.
- “Soru sorulamaz, görüşme yapılamaz” hükmünün amacı, “Sözlü soru sorulamaz, soru önergesi
verilemez, genel görüşme yapılamaz” anlamında değil midir? Görüşme yapılamaz demek yasa da yapılamaz
anlamına nasıl gelir? İtirazlarına
Hocalar şöyle yanıtlıyor:
- “Görüşme yapılamaz” yeni yasal düzenleme için yapılacak görüşmeleri de kapsar. TBMM, yasa
yaparken görüşme yapmak zorundadır. Yeni yasayla ilgili görüşmeler yapılırken ister istemez görülmekte
olan dava da görüşülmüş olacaktır. Yasada değişiklik söz konusu olacaksa bu kamu yararı amacıyla değil,
sırf siyasi amaçla bir partiyi yargılama sürecinin dışına almak amacıyla yapılacaktır.
Bu, Anayasa’ya aykırı olacağı gibi, Anayasa’da bir değişiklik söz konusu olacaksa ve parti kapatma
imkânsız hale gelecekse, o zaman da hürriyetçi demokratik düzenin kendini koruma aracından yoksun
bırakılması hedeflenmiş olacaktır.
- Bir dava görülürken yasal düzenleme yapılamaz, diyorsunuz ama birçok dava görülürken Ceza
Yasası değiştiriliyor ve lehe olanlar uygulanıyor. Bazı davalar düşürülüyor. Bunu nasıl izah ediyorsunuz?
Sorusuna
- “O düzenlemeler genel düzenlemelerdir. Bir tek davayla ilgili değildir” yanıtı veriliyor.
- Anayasa’da yapılacak değişiklikle parti kapatma koşullarının değiştirilmesi de genel düzenleme
niteliğinde değil midir? Sorusu ise
- “Şimdi AKP, böyle bir değişikliği niye yapacak? Anayasa Mahkemesi’ne açılmış olan davayı
etkilemek için yapacak. Görülmekte olan somut bir davayla ilgili olarak yapacak. Bu genel değil, özel amaçlı
bir düzenleme niteliği taşır.” Şeklinde cevaplanıyor.
Cumhurbaşkanı Gül’ün durumu da tartışmalıdır
143
- Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün iddianamede yer alması ve hakkında 5 yıl siyaset yasağı
talep edilmesi de çok eleştirildi. Bazı anayasa profesörleri de dahil birçok hukukçu, sadece vatana
ihanetten yargılanabilen Cumhurbaşkanı’nın adının iddianamede geçmesinin Başsavcı’nın bir hatası
olduğunu ve yalnız bu nedenle bile iddianamenin Anayasa Mahkemesi tarafından geri çevrilmesi
gerektiğini savundu. Sizin görüşünüz nedir? Sorusuna ise şu karşılık veriliyor:
- Parti kapatmada, bir ceza kuralının ihlal edilip edilmediği değil, fakat bir partinin tüzel
kişiliğinin sona erdirilip erdirilmeyeceği söz konusudur. Bu da ceza hükümleriyle bağlantılı değildir.
Bir tüzel kişiliği kapatma davasıdır.
Burada Sayın Gül’le ilgili iddia, Cumhurbaşkanı’nın, milletvekili veya bakan olarak görev yaptığı
dönemdeki beyanları ve faaliyetlerinin bir partinin kapatılmasına neden olan odak oluşumunun
faktörlerinden ve kanıtlarından biri olarak sunulmasıdır.
İstenen 5 yıllık ceza da Ceza Yasası tarafından düzenlenmiş bir ceza değil, Anayasa’da ve
Siyasi Partiler Yasası’nda öngörülen tedbir niteliğindedir. Bu, Sayın Başbakan için de geçerlidir. Eğer
Cumhurbaşkanı, Başbakan veya bakanlar için bir ceza yargılaması söz konusu olsaydı, Anayasa
Mahkemesi “Yüce Divan” sıfatıyla yargılama yapardı. Ve zaten Anayasa Mahkemesi’nin kapatma
davasını oy birliği ile, Abdullah Gül’le ilgili kısmı ise oy çokluğu ile kabul etmesi AKP’ye yakın
çevrelerde şok etkisi yaratmıştı.
Taha Akyol ise AKP’nin davulunu çalmaktadır
Bir dava görülürken, o davayla ilgili yasalarda değişiklik yapılabilir mi?
Yapılabilir!.. Öcalan yargılanırken, Ecevit hükümeti döneminde, usul ve ceza kanunları değiştirilmedi
mi?! Şimdi, 301. maddeden çeşitli davalar görüldüğü halde bu maddenin değiştirilmesi istenmiyor mu?!
Her anayasa değişikliğinde, yargıda davalar, verilmiş kararlar yok muydu?!
Hatta Anayasa Mahkemesi’nin kendisi görmekte olduğu davanın dayanağı olan yasayı iptal ederek,
üstelik geriye yürüterek ‘oyun kuralları’nı değiştirmenin örneklerini vermiştir!
Görülmekte olan birkaç davayla ilgili yasal değişiklikler hukuken yapılabilir ama AKP’nin siyaseten asla
dokunmaması gereken bazı kurallar vardır” diye uyarıyor.
Asla dokunulmamalıdır
AKP’nin anayasa değişikliği konusundaki görüşleri henüz kesinleşmemiştir. Ama üç şıktan
bahsediliyor:
- Başsavcının yetkisini kısıtlamak: Mesela Alman Anayasası’ndan esinlenerek, parti kapatma
talebini Meclis’in onayına bağlamak gibi formüller. Hemen belirteyim, başsavcının yetkilerini bu
aşamada değiştirmeye kalkmak fevkalade yanlış olur, hatta rejimi dinamitleyecek gelişmelere yol
açabilir.
- Anayasa Mahkemesi’nin yapısını değiştirmek: Mesela bütün demokratik ülkelerde olduğu gibi
parlamentonun da Anayasa Mahkemesi’ne üye seçmesini sağlamak... Mahkeme’nin kendisinin de bu
yönde reform talebi vardır. Ben de yıllardan beri bu fikri savunuyorum. Ama AKP hakkında kapatma
davası açılmışken Mahkeme’nin yapısını değiştirmeye kalkmak affedilmez bir hata olur. Rejimi
dinamitleyecek gelişmelere yol açabilir.
AKP ve MHP başsavcının yetkilerine ve Mahkeme’ye bu dava süresince asla dokunmamalıdır.
- Venedik Komisyonu kriterlerine bakmak: Bu mümkündür çünkü genel bir demokratikleşme
adımı olarak görülebilir. ‘Odak’ tanımına ‘şiddet’ unsurunu eklemek gibi, kapatma yaptırımından önce
başka ara yaptırımlar getirmek gibi... Bunda da ölçülü davranılmalıdır.
Provokasyon etkisi yapacaktır!
Başsavcının yetkilerini kısmak, Mahkeme’nin yapısını değiştirmek gibi girişimler ‘teknik hukuk’
açısından mümkündür, ama siyaseten ve hukukun felsefesi açısından kesinlikle yanlış olur. Tam bir
“provokasyon” etkisi yapar.
Savcının yetkilerini ya da mahkemenin yapısını değiştirmek için referanduma gitmek, yanlışı tam bir
144
siyasi “provokasyon”a dönüştürür!”142 diyerek AKP’yi uyarıyordu.
Oysa asıl şu sorulmalıdır:
" Hakkında dava açılan yönetimler, dava sonuçlanıncaya kadar pasif göreve alınırlar. Şimdi, hükümet
ile ilgili olarak dava sırasında, yönetmeyi durdurma kararı alınacak mı?
Bir yandan Anayasa'yı ihlal iddiası ile yargılanırken öte yanda Anayasal çerçevede hükümet nasıl ülke
yönetecek?
Aynı şekilde, Cumhurbaşkanı Anayasa'yı ihlal iddiası ile yargılanırken nasıl Anayasa'nın hamisi
olacak?
Dava sürerken AKP 340 milletvekili ile parti kapatmayı imkânsız hale getiren hukuksal değişimler
yapar, Anayasa Mahkemesi'nin yapısı ile oynarsa ne olur?"
Nitekim gazeteler, AKP'nin Başsavcı'nın kapatma yetkisini kısıtlama, Anayasa Mahkemesi'nin oylama
aritmetiğini değiştirme, hatta üye yapısını kendi lehine yontacak şekilde artırma çalışmalarından
bahsediyorlar.
Kapatma davası nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın ülke bundan büyük boyutta etkilenecek ama eğer
iktidar böyle bir girişimde bulunursa Türkiye demokrasi tarihi en büyük yaralarından birisini daha alacaktır.
Yapılacak bir referandum neticesi hükümet lehine olsa da alacaktır.
Sormazlar mı, anayasa'da ve Partiler Kanunu'nda partilerin nasıl kapatılacağı açıkça yazıyordu, sen
2002'den beri bu maddelere hiç itiraz etme, bu maddeleri AB standartlarına getirmek için 5.5 yıldır kılını
kıpırdatma, DTP için dava açıldığında "mesele yargıdadır!" diyerek topu taca at, Başbakan önden hükmünü
verdiği için DTP yöneticilerinin randevu teklifini reddetsin, sonra iş başa düşünce savunmanı hazırlamak
yerine işine geldiği şekilde Anayasa değişikliği için "2. mini paket"i hazırla! 143
Wall Street'teki dört Türkiye senaryosu mide bulandırmaktadır!
Birinci senaryo: Sıcak para kaçışı hızlanabilir
Mali disiplinden uzaklaştığı ve enflasyon arttığı için Türkiye'deki sıcak para çekilmeye başladığı
sinyalleri geliyordu. Kapatma davasıyla bu trend hız kazanabilir.
İkinci senaryo: Özelleştirmeler tehlikeye girebilir
Siyasi istikrarsızlık küresel gelişmelerle birleşince iş ortamı durgunlaşabilir, özelleştirmelerle reform
sürecinin yavaşlayabilir. Özellikle Halk Bankası'nın iyi bir alıcı bulama ihtimali çok düşecektir.
Üçüncü senaryo: Doğrudan yatırımlar düşer, cari açık riski yükselir
Küresel gelişmelerden dolayı azalması öngörülen doğrudan yabancı yatırım siyasi istikrarsızlıkla
beraber daha da düşebilir. En önemli problem cari açık daha da ciddi bir soruna dönüşebilir.
Dördüncü senaryo: Laik muhafazakar çatışması yaşanabilir 144
Bu son uyarı, aslında böylesi riskli ve sinsi bir senaryonun Wall Street denen Siyonist sermayenin
başkentinde hazırlanıp bekletildiğini de hatıra getirmektedir.
Sonuç:
Atatürk’ün şüpheli ölümünden sonra, devrimleri rayından çıkarıp yozlaştıran ve tüm devlet
kurumlarını bir kanser uru gibi sarıp kuşatan Mason Localarının ve sabataist (Yahudi dönmezi)
cuntanın laçkalaştırdığı bu sistem, ekonomik, sosyal ve siyasal bütün sorun ve sarsıntıların temel
kaynağıdır. Artık yama tutmayacak ve tamir olunmayacak kadar çürümüş bulunmaktadır. Bu nedenle:
Her bakımdan milli ve yerli temellere dayanacak
Atatürk’ün hedeflediği; “Muasır medeniyetleri yakalayıp aşacak”
Gerçek bir demokrasiye, örnek bir laikliğe ve yüksek bir adalete kapı açacak köklü bir değişime
ihtiyaç vardır ve bu kaçınılmazdır.
Farklı köken ve kültürden bütün halkımızın huzur, hürriyet ve bereket içinde yaşayacağı, temel
142
22.03.2008 / Milliyet
20.03.2008 / Cüneyt Ülsever / Hürriyet
144 17.03.2008 / Elif Özmanak / Referans
143
145
insan haklarına ve evrensel hukuk kurallarına dayalı, İslam’la barışık ve inancımıza saygılı yeni bir
düzene geçme zamanıdır.
Refah-Yolu düşürme ve demokrasiye balans ayarı verme sürecinde Erbakan Hoca’nın, o günkü
siyasi liderlere ve sivil örgütlere “ortak bir demokrasi bir platformu oluşturma ve hukuksuz
müdahaleleri birlikte aşma” çağrısına, Bilderbergçi Mesut Yılmaz’dan Onu pijama ile karşılamak
üzere kapılarında hazır olda duran TÜSİAD’çılara, kiralık köşe yazarlarından karanlık kafalı
aydınlıkçılara, hepsi güçten ve menfaatten yana olmuş, demokrasiye ve milli iradeye kimse sahip
çıkmamıştı.
Ama bugün TÜSİAD’çıdan sendikalarına, televizyon yorumcularından medya patronlarına, nasıl
da tansiyonu düşürme ve demokrasiyi devam ettirme telaşına düştüklerini görünce, Türkiye’nin
hayırlı bir dönemece yaklaştığına dair inancımız ve heyecanımız artmaktadır. Yani hukukun ve
demokrasinin bir gün kendilerine de lazım olacağını, çok geçte olsa anlamaları, acaba bir işe
yarayacak mıdır?
Bakalım Mason Süleyman Demirel’in: “Bunların Mecliste sayısal çoğunluğu olsa da, siyasal
ağırlıkları kalmamıştır” şeklindeki kuralı bu sefer kim uygulayacaktır!?
Ve kimsenin sızlanmaya hakkı yoktur. Çünkü oyun, kendi koydukları kurallara göre
oynanmaktadır.
Ve işte duyarlı ve tutarlı bir aydının ve bir bilim adamının feryadı!
Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan’ın uyarıları:

Genel görünüme baktığımızda Türkiye’de bir devleti oluşturan bütün bacakların kırıldığı
anlaşılmaktadır.

Yargı sistemi iflas etmiştir. Yargı erklerin en kuvvetlisi olarak tanımlanmaktadır. Yargı şu an şaibe
altındadır. Yargı şu an siyasallaşmıştır.

Ülkenin en önemli yapıştırıcılarından biri olan din, tamamen irtica ve tarihte kalmış şeriatla
örtüştürülmüş durumdadır.

Türkiye’de şu an, devleti ve toplumu bir arada tutan bütün ayaklara yönelik direkt bir saldırı vardır.

Devlet çökmek üzeredir, çözülme noktasındadır.

Yasama, yani Meclis iradesinin üzerinde kapatma gölgesi vardır. İktidar muktedir olamamaktadır.

Orduyu kıpırdayamaz hale getirmiş durumdalar şu anda.

Eğer devlet kendi içinde çatışmaya giderse Türkiye’nin bölünmesi ve Kürt devletinin, ortaya
çıkması 2 yıl sürmez, kaçınılmazdır.

Şu gidiş, ne devletin içinde temizlik, ne AK Parti’nin kapatılması, ne de laik anti-laik çatışmasıdır;
bu, Kürt devletinin kuruluş aşamalarıdır. Türkiye’de çok ciddî bir uluslararası operasyon yapılmaktadır. 145
 KRALİÇE AKP’YE DESTEK İÇİN Mİ GELMİŞTİ?
Filistin topraklarında ve İslam coğrafyasının ortasında bir çıban başı olarak İsrail’in banisi ve hamisi
olan İngiltere’nin ihtiyar Kraliçesi şimdi “Yeni Osmanlı Projesini” desteklemek üzere Türkiye’ye gelip gitti…
Hayret!
Oysa, İslam coğrafyasını parçalamak ve Siyonist İsrail terörizmini pohpohlamak için, Osmanlı Devletini
yıkmak üzere 1. Dünya Savaşını kızıştıranlar; parasını peşin ödediğimiz savaş gemilerimize el koyup bizi
bağrımızdan bıçaklayanlar ve sonunda Yunan palyaçolarına arkalayıp Anadolu’ya çıkaranlar ve bu fırsatla
Adana, Antep, Maraş ve Musul bölgemizi işgal edip vatandaşlarımız olan Ermenileri ve Kürtleri bize karşı
kışkırtanlar bu sinsi ve hain İngiltere değil miydi?
Evet emperyalist emellerini tahrik ettikleri İngiliz yöneticileri de; İngilizlerin Alman, İtalyan ve İspanyol
analarından doğma üvey çocukları sayılabilecek ABD hükümetlerini de; İsrail’i kurup koruyarak ve
145
Kaynak: www.ensonhaber.com / 26.03.2008
146
Ortadoğu’yu kana bulayarak: Sadece Müslümanlara değil, insaniyetli ve iyi niyetli Yahudi ve Hıristiyanlara da
hayatı cehenneme çeviren aynı Siyonist Lobilerdi.
Bugün maalesef, ne Türkiye ne de İngiltere ve ne de ABD, hatta İsrail yönetimleri kendi halklarının
huzur, güvenlik ve geleceğinin derdinde değil, Rockhefeller ve Rotshcild gibi küresel sömürü sermayesinin
ve Siyonist lobilerin emrinde ve hizmetindeydi.
Kraliçe Elizabeth'in heyetindeki esrarengiz adam kimdi?
Türkiye günlerdir İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’in Türkiye ziyaretini konuşuyor. Ancak bu ziyaretin
içeriği konusunda kafa karışıklığı hala sürüyor.
İşte Aytunç Altındal’ın Odatv.com’a yaptığı ilginç açıklamalar:
"Şimdi şu; Kraliçe Elizabeth’in Türkiye’yi ziyaretinde dikkat edilmesi gereken hususlardan birincisi,
Anıtkabir’de deftere yazılan cümle, orada çok açık ve çok net bir mesaj var. Nedir o mesaj? “Atatürk bizim
dostumuzdur” diyor.
İngiltere Kraliçesi her yerde her şekilde söyleyen, yazan bir insan değil. Şimdi bu ‘dostumuzdur’
kelimesi bir defa çok önemli. Yani Atatürk’ün İngiltere’nin, Kraliyetin dostu olduğu vurgulanıyor. Yani Atatürk
Masonların ve Siyonist odakların adamı gibi gösterilmeye çalışılıyor.
İkinci bir husus İngiltere Kraliçesi turistik gezi yapmaz, İngiltere Kraliçesi hiçbir zaman turistik gezilere
çıkmaz, çıkamaz. Fakat İngiliz Hükümetinin isteği üzerine bazı girişimlerde bulunur.
O zaman kalkar bir ülkeyi ziyaret eder, bazen iki kere de gider, üç kere de gider... Türkiye’de yerleşik
yanlış bir kanaat var, efendim İngiltere’de krallık sadece göstermeliktir, semboliktir, falan… Bu yalandır,
palavradır. Neden?
Çünkü İngiltere Kraliçesi: 1-Anglikan Kilisesi’nin başıdır. 2-Parlamentoyu açma ve kapama yetkisi
ondadır. Açma ve kapama diyorum, dikkat! Üçüncüsü İngiltere Kraliçesi aynı zamanda İngiliz Silahlı
Kuvvetleri’nin de başıdır.
Dördüncüsü bakın adı üstünde: “Majestelerinin İstihbarat Servisi” değil mi? MI 1, 5 ve 6. bunların da
bağlı oldukları en üst yer İngiltere Kraliçesi olmaktadır. Şimdi İngiltere Kraliçesi efendim hiçbir yetkisi yok,
fazla bir etkisi bulunmuyor, o turist gibi gelir gider lafları doğru değildir. (Üstelik Kraliyet Kurumu tamamen
masonların ve Siyonist odakların güdümündedir. A.A.)
Bakın şuanda Türkiye’de Cumhurbaşkanı, açılan bir davadan dolayı siyasi yasaklı olma döneminde.
Şimdilik siyasi yasaklı değil ama ihtimal dahilindedir.
Dolayısıyla böyle bir kişiye bir nişan verilmesi oldukça anlamlı ve önemlidir. Çünkü öyle durumda olan
bir kişiyi siz mahkemede ne şekilde ele alabilirsiniz. Düşünülmesi gerekir. Son bir noktaya daha değineyim,
bu Türkiye’de bilinmeyen enteresan bir husus. Benim dikkatimi çekmiştir:
Genel heyetin içinde yer alan kişilerden biri Grenville Byford diye birisiydi. Şimdi bu zat, Amerikalı,
bunun hanımı İsrailli ve çok önemli bir istihbaratçının kızı. Bu şahıs aynı zamanda çok çok güzel Türkçe
bilmektedir.
Ve bunun da ötesinde Abdullah Gül’e çok yakın bir isimdir ve Majesteleri’nin Güvenlik Teşkilatlarının
da en sevdiği kişidir. Şimdi benim şaşırdığım husus: bu adamın da gelen heyetin içinde yer almasıdır.
Abdullah Gül’ü İngiltere’de kendi evinde ağırlamıştır. Yani Abdullah Gül, bu Granvil’in evinde misafir kalmıştır
zamanında.
Eskiden Davos’taydı bu Grenville. Dolayısıyla bu nokta da oldukça önemlidir. Aynı zamanda
Amerika’da Başkanlık adayı olan Normon bir zat vardı, onun en yakın arkadaşı. Amerika’da Başkanlık
adayıydı biliyorsunuz. neydi, Norti diye bir adam.
Bu Normon papazı ile bu Grenville Byford’un birlikte şirketleri de var. Her şeyleri vardır. Bunlar
Ortadoğu’daki projenin de mimarlarındandır. Kaldı ki siyonizme ve emperyalizme karşı olan Erbakan’ın
tasfiye edilmesi Londra’da başlamıştır..
Yani Abdullah Gül ve Tayip Erdoğan birlikte Londra’ya giderek orada hazırlanmışlardır. Ve gene size
ilginç bir bilgi vereyim, bu Grenville denen şahıs da o gizli toplantıdaydı.
147
Yani Tayyip Erdoğan, Morton Abramoviç, Richard Paul ve Granvil, bunların hepsi bir arada
bulunmuşlardı. Ve tabi şu İngiltere Kraliçesi Majestelerinin yakın istihbaratçıları ve Siyonist patronları
tarafından Erbakan devre dışı bırakılıp yerine Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül ikilisi iktidara taşınmıştı.
Kraliçe Gül’e ve AKP’ye destek için mi geldi?
Cumhurbaşkanı Gül’ün, Kraliçe’nin onuruna verdiği davette, yakasına yerleştirdiği Büyük İngiliz
Nişan’lı (Gül’e İngiltere’nin en önemli nişanlarından biri olan “Knight Grand Cross of the Order of the Bath”
(GCB) nişanı takdim edildi) fotoğraflara yansıyan o derin mutluluk iafedelerine bakınca insan ister istemez
aklından şu soruyu geçiriyor; yoksa Sayın Cumhurbaşkanı Kraliçe’den müjdeli bir haber mi aldı?!
Kraliçe ve eşi Prens Philip, resmi karşılama töreninden sonra Cumhurbaşkanı Gül ve eşi Hayrünnisa
Hanım ile Çankaya Köşkü’nde yaklaşık 20 dakika, baş başa ne, neler görüştüler acaba?
Kraliçe’nin seyahat programını hazırlayan İngiliz siyasetinin (ve de dünyanın gerçek efendilerinin!) A
takımı ‘Sör’ler zaten uzun yıllardır yakından tanıyıp sevdikleri Sayın GÜL’ün içinde bulunduğumuz şu sıkıntılı
süreçte desteğe ihtiyacı olduğunu hissedip ‘yanındayız’ mesajını bizzat Kraliçeleri’nin tacına ışıltı yaparak
tüm dünyaya da duyurmak mı istediler?
AKP’nin kapatılma davası, Gül’e de olura siyasi yasak gelmesi ve bu durumun da otomatik olarak
Cumhurbaşkanlığı düşürmesi, ya da konumunu tartışmalı hale getirmesi ‘ihtimallerinin’ tartışıldığı bu süreçte,
Kraliçe’nin parıldayan ‘taç’ı üzerinden.... İngiliz dostlar...... Peki... Moral motivasyonu sadece Sayın Gül’e mi?
Kraliçe, bir eliyle Sayın Gül’ü diğer eliyle de Babacan’ı tutarak aslında usta İngiliz diplomasisinin
inceliklerini kullanıp, Londra’nın tercihini pardon dileğini, son senaryolara dair bakış açısını, anlayana,
anlamayana ‘genel görüntüde’ sunuvermiş olmadı mı sizce? Zamanlamanın hassas dili başka neler
söylüyor? Dinamiklerin detaylı röntgenini de siz çekiniz artık...
Washington, AKP’nin kapatılması veya Sayın Erdoğan’ın yasaklı listesine alınması ihtimalleri
karşısında ‘suskun-tarafsız’ kalmayı tercih eder iken, Londra’dan ‘Kraliçe-TAÇ ve de NİŞAN’ fonuyla verilen
mesajları daha net olarak analiz etmek için biraz daha beklemekte fayda var sanırım.
Gelelim 2. Elizabeth’in Bursa gezisine... Medya ilgili bölümü; ‘kraliçe Bursa’da Osmanlı esintisini
doyasıya yaşadı’ başlığıyla sundu.
Evet, döndük dolaştık... BOP’un anahtarı ‘Hilafet ve Büyük Osmanlı Projesi’ne geldik yine. Daha önce
defalarca bu sütunlarda yazdığım gibi, malum efendilerin bölgesel dönüştürme (neye?!) projelerine göre;
‘Yeni Osmanlı modeli Türkiye için ideal bir model, bu çerçevede, Türkiye, İslam dünyasına ‘Hilafet’
kurumunun tekrar canlandırılmasıyla önderlik edebilir. İslam dünyasında şu anda yaşanan çokseslilik her
kafadan çıkan farklı görüşü toparlayıcı olacak tek kurum ‘Yüksek İslam Konseyi’nin oluşturulması’ ya da
hilafettir. O halde... Şimdi sıra da ne olabilir? Yüksek İslam Konseyi projesinin önemli mimarlarından birisi
kim?”146 Fetullah Gülen Hazretleri!.?
Gülen'i bu sefer REUTERS’in parlatması herhalde tesadüf değildi
Ne tesadüf… Tam bu sırada New York Time Gazetesine manşet olan Fetullah Gülen yine
sahneye sürülüyor!
Dünyanın öne gelen gazetelerinden New York Times’ın Fethullah Gülen ilgisi artarak sürüyor.
Geçtiğimiz günlerde Gülen’i manşetinden haberleştiren gazete, şimdi de Reuters muhabirinin
haberini yayınlıyor.
"Bir Türk din adamı... Tehdit mi yoksa bir hayırsever mi?" başlığıyla verilen haberde şu ifadeler
yer alıyor:
"Gülen, kökleri modern hayatta olan ılımlı bir İslam’ı savunuyor. Öğretileri, yayınlar, yardım ve
eğitim kuruluşları aracılığıyla milyonlarca kişiden oluşan sosyal-dini topluluğu etkiliyor. Diğer
inançlara hoşgörüsüyle tanınan Gülen Türkiye'deki laik kurumlar tarafından dini bir devlet kurmayı
amaçlamak ve bunun için insanları örgütlemekle suçlanıyor. Gülen'in amacı Müslüman dünyasına
146
16.05.2008 / Güler Kömürcü / Akşam
148
Türkiye'nin önderliğinde bir rönesans yaşatmak. Bunun temelini ise Osmanlı düşüncesinden alıyor."
Aleksandra Hudson imzalı haberde Avcılar'daki Fatih Koleji'nden öğrencilerle röportajlar da yer
alıyor. Dünyanın çeşitli yerlerindeki yaklaşık 800 Gülen okulunun bilime ve teknolojiye uygun bir
eğitim verdiği belirtilen haberde, bu okullarda Gülen'in düşüncelerinin müfredata alınmadığını, zaten
böyle bir şey yapılırsa okulların kapatılacağı ifade edildi. Türk toplumunda dindar sınıfların yükselişte
olduğu bir değişim yaşandığını belirten haberde, Gülen'in en büyük desteğinin bu sınıflardan geldiği
kaydedildi. Haberde AKP'nin iktidara gelişinde de bu değişimin büyük rol oynadığına dikkat çekiyor.
Türkiye'de 5 milyona yakın Gülen yandaşının bulunduğunu yazan Reuters, bu harekete bağlı
kişileri "gizli ajanda" iddialarını da kesin bir dille yalanladığını belirtiyor!.. 147
Siyonist Ehud Olmert Recep T. Erdoğan için “‘İyi arkadaşım’ bana yardımcı oluyor!” demişti
Olmert, gazetede yayımlanan demecinde, Erdoğan için samimi itiraflarda bulunuyor.
Ehud Olmert, İspanya'nın ABC gazetesinde yayımlanan demecinde, "İyi arkadaşım olan Erdoğan,
Suriye ile müzakereleri istikrarlı bir şekilde yoluna koymak için bana yardımcı oluyor" diyor.
Olmert, Suriye ile İsrail arasındaki ilişkilerde bir müzakere sürecinin oturtulması için Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın girişimde bulunduğunu kaydederek, "Umarım ki, bu süreç bir gerçek ve bir başarı haline
dönüşür. En fazla bunu söyleyebilirim ama, Türk başbakanına çabalarından dolayı teşekkür ediyorum"
şeklinde konuşuyor.
İsrail Başbakanı Ehud Olmert ayrıca, bölgede kendilerine en yakın demokrasi olarak Türkiye'ye
gördüklerini belirterek, "Türkiye, zaten büyük ölçüde AB ülkesi. AB'ye girmek istiyorlar ve biz buna saygı
duyup, destekliyoruz" itirafında bulunuyor.
Oh ne ala!. Cumhurbaşkanını İngiliz Kraliçesi, Başbakanı Siyonist İsrail’in Çete reisi destekleyip
“Bunlar bizim yardımcımız oluyor” mesajını veriyor.
Ve bu durum bize şu ayetleri hatırlatıyor:
“Allah’ın kendilerine karşı gazablandığı (Siyonist Yahudi) kavmini veli (dost ve müttefik)
edinenleri görmez misin?
Bunlar ne sizdendir, ne de onlardan..! Kendileri de (yaptıklarının hıyanet ve rezalet olduğunu)
bildikleri halde, (iyi niyetliyiz ve hizmet gayesindeyiz diye) yalan yere yemin ediyorlar.” 148
“Şeytan onları sarıp kuşatmış (ve siz akıllı davranıyorsunuz, sonra tevbe eder kurtulursunuz
diye aldatmış)tır; böylece onlara Allah’ın zikrini (ve Kur’an’ın emir ve haberlerini) unutturmuştur. İşte
onlar, şeytanın partisidir. Dikkat edin ve bilin ki: Gerçekten Şeytanın Partisi hüsrana uğrayanların ta
kendileridir.”
“Allah yazmış (ve kesinlikle kararlaştırmıştır) ki; Andolsun ben galip geleceğim ve elçilerim de
(galip gelecek ve zafere erişecektir.) Gerçekten Allah Kaviy’dir (asla zarar verilemeyen Kuvvet ve
Metanet sahibidir) ve “Aziyz”dir. (Hiç yenilmeyen üstün bir güç ve iz-zete maliktir)”149
Güler Hanım’ın başlığı dikkat çekiciydi ve her şeyi özetlemekteydi:
Kadersel karar tarihleri öne mi çekildi?
Dolmabahçe toplantısını bahane edip ‘hayasız iftira’ üreten birileri, yine Genelkurmay Başkanımızın
üzerinden vatandaşın güven duyusuna, sinir uçlarına oynak pusular kurarak saldırıya geçti…
Bu iftiranın üretildiği süreci dikkatle inceleyelim; çoook kıymetli Kraliçe Türkiye’ye gelmiş, Kraliçe,
Sayın GÜL’e derin sevgilerini sunmuş ardından da efendilerin ‘yeni Osmanlı projesine’ destek mesajları
kayda geçilmiş... Onlarca dert ile uğraşan vatandaş, AKP’yi kapatma-açma kulisleri ile meşgul edilir iken bu
arada ‘asıl korkunç planın’ milli beyinlerin sol lobunu formatlama operasyonuna da hız verilmiş;
Önceki gün... DTP İstanbul Milletvekili S.T bir toplantıda şunları söylüyor; ‘Bizim projemiz, sadece
Kürtlerin yaşadığı bölgeleri değil, diyoruz ki Türkiye’yi 20-25 bölgeye ayıralım... 20-25 bölgede her halkın
147
14.05.2008 / Haber5.com
Mücadele: 14
149 Mücadele: 19-21
148
149
kendini özgürce ifade edebildiği ve denetimin altında yerel meclislerin de olduğu bir yönetim tarzı. Bunun
tartışılması gerekiyor...’
Bu önerilen tuhaf-korkunç yönetim tarzı sizce hangi projeye ‘rampalık’ yapıyor? Son üç-beş ay içinde
ucu ‘Federasyon’a giden söylemlerde neden bu denli artış oldu? Eşanlı birden ‘Kuzey Irak, KTTC gibi olacak,
yavrunuzu seviniz’ şekerleri de avucumuza dökülmeye başladı... Neler oluyor? Bölgesel ANA planlarda bir
başka aşamaya geçişle ilgili ‘start’ tarihi de erkene mi alındı?
Büyük fotoğrafa daha hassas merceklerle bakalım; usta İngiliz diplomatlar, kuzenleri SAM’in
Ortadoğu’da vura-kıra yürüttükleri operasyonlarda taktik hatası nedeniyle teklemelerin başladığını farkedip,
yönetim odasına bizzat geçtiklerini hepimize hissettirdiler. Daima sahne arkasında durup, kendini
yıpratmadan, oyunu sahnenin önündekilerle idare eden İngiliz ustalar artık sahnenin önünde de görüntü
vermeye başladılar. Bu pozisyon değişikliği sinyallerinin verildiği Kraliçe’nin Türkiye seyahatine bir de bu
çerçeveden bakınız ey analizci okur.
Diplomasinin dilinin zorunlu olarak hepimizin de yeni dili olacağını, hırçın, kavgacı şahinlerin tasfiye
edileceğini sizlere Kasım 2007’de duyurmuştum ve şimdi acaba bir başka önemli değişim daha mı söz
konusu? Bu yeni uslubun kontrolünde majör operasyonların tarihlerinde de değişim, zamanın öne çekilmesi
artık kaçınılmaz mı?
Dış dinamiklerin ister istemez içeride siyasette de tetikleyici etkileri olacak mı?
CHP lideri önemli bir açıklama yaptı; Sayın Baykal ‘Anayasa Mahkemesi kapatma kararını Ağustos’ta
verirse, Ekim’de erken seçim olur’ dedi. Siyonist Gizli Dünya devleti siyasette kartların yeniden dağıtılmasına
da mı hız verdi dersiniz? Ki belirsizliğin yarattığı bu ucube gerginliğin daha uzun süre taşınması da imkânsız
gibidir. (Görelim, kader bu sefer rolleri nasıl değiştirecektir ve zalimleri nasıl bir son beklemektedir. A.A.)
Bu arada yine Reuters’ın ‘özel haber’ koduyla geçtiği bir bomba vardı; ismi açıklanmayan AKP’li bir
bakan, Reuters’a, Anayasa Mahkemesi’nin kendilerini birkaç ay içinde kapatacağı ve Erdoğan’a siyasi yasak
getireceği beklentisi içine girdiklerini ve siyasi gücü elde tutmanın yolunu aradıklarını açıkladı. Söz konusu
haberde AKP’nin yine ismini vermek istemeyen bir üst düzey ismi de hatta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün
de 5 yıl süreyle bir siyasi partiye üye olma yasağıyla karşı karşıya kalmasının yüksek olasılık olduğunu
belirtiyor.
Reuters’in bu bomba haberindeki ifadeler, AKP’yi ve de tüm siyaseti dönüştürücü gelişmelerle ilgili son
aşamaya geçildiğini bu paralel de ‘kadersel karar tarihlerinin’ erkene çekildiğine de mi işaret ediyor dersiniz?
Evet, şayet saatleri ayarlama enstitüsünde kadersel kararların alınacağı tarihler öne çekildi ise...
Önümüzdeki 4-5 ay içinde çoook yüksek tempolu günler yaşayacağız demektir. Siyaset sahnesinde yeni
partilerimiz, yeni sürpriz gelişmeler, yeni yüzler, eski masaların üzerinden havaya uçuşturulan yeni-eski
dosyalar ve...”150
İşte böyle; bir yanda ABD ve İngiltere gibi malum ve mel’un ülkelerin, dış güçlerin ve Yahudi
Lobilerin desteği ile, şahsi ikbal ve ihtirasları uğruna Milli çıkarlarımızı peşkeş çeken, Atatürk’ün
veciz ifadesiyle; “gaflet, delalet, hatta hıyanet” içindeki bir iktidar…. Öte tarafta marazlı bir muhalefet
partisi gibi hareket ederek, hükümetin bu masonik ilişkilerini ve egemenliğimizin AB’ye devrini
mahkeme edeceğine, laiklik bahanesiyle ülkemizin inanç değerlerine sataşarak, dindar halkımız
nazarında AKP’ye mazeret ve meşrutiyet kazandıran yargı..
Unutulmasın ki bu iki tarafın hiçbirisi; ne hakkı ne de halkımızı temsil etmiyor. Tek
umutlandırıcı olan; tokuşturulan iki cılk yumurtanın kırılacağı ve sonunda meydanın millete ve milli
egemenliğe kalacağıdır.
150
20.05.2008 / Akşam
150
 YARGI; SAYGI YERİNE KAYGI UYANDIRIYORSA!?
Mimar Sinan Üniversitesi Öğretim Üyesi Hukuk Profesörü Ünal Emiroğlu: “Yargıya Güven Kalmadı.”
İnsanlar yargıyı istismar ediyorlar. Eğer yargı devrede olmazsa mafyacılık ortaya çıkar. Tıpkı bugün olduğu
gibi. Eskiden bizim ‘şeriatın kestiği parmak acımaz’ diye çok güzel bir sözümüz vardı. Bu sözü bugüne uyarlarsak,
‘yargının kestiği parmak acımaz’ diyebiliriz. Bu adalete ve yargıya güvenin ifadesidir. Bu bizim halkımızın özlü bir
sözüdür. Ne güzel bir teslimiyet ve ne güzel bir söz bu. Ama bugün, yargıya elini veren kolunu kurtaramıyor.
Herkesin aklına başına alması lazım.
* Yargı içinde ideolojik bir kadrolaşmadan da söz ediliyor.
Evet bu var. İşte eğilim ne olursa olsun, A Kulübü ya da B Kulübü taraftarları yargıcın karşısına çıktığı
zaman, Yargıç orada taraftarlık şapkasını çıkarmak durumundadır. Orada politik eğilimler ve duygusal
yaklaşımlar bir kenara bırakılacak. Yargının buna kapalı olması lazım.
Adını koyamadığımız bir takım güçleri kastediyorsunuz. Gelinen noktada acı bir tablo var. Türkiye bugüne
kadar 24 parti kapatmış ve bu konuda dünya rekortmeni durumunda. Bu konuda son merci Anayasa
Mahkemesi’dir. Anayasa Mahkemesi kapatma kararı verdikten sonra süreç Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne
götürülecektir.
* Ama oraya götürülmüş olması kapatmayı engellemiyor
Evet doğru. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi sadece tespit yapar. Kararın yanlış olduğunu açıklar ve
Türkiye’yi tazminata mahkûm eder.
Bu mahkeme özellikle parti kapatmaları konusunda çok titizdir. Ama bir şartla, oraya giden parti
Müslümanların partisi olmayacak. Biz Türkiye olarak AİHM’in yargılama yetkisini kabul ettiğimizden bu yana parti
kapatma davaları ile ilgili 7 başvuru yapılmış ve bu 7 başvuru da kabul edilmiş.
Türkiye Birleşik Komünist Parti, Sosyalist Parti, Özgürlük ve Demokrasi Partisi, Halkın Emek Partisi,
Demokrasi Partisi, Sosyalist Türkiye Partisi ve Emek Partisi’nin kapatılması AİHM tarafından insan hakları
sözleşmesini ihlal ettiği gerekçesiyle haksız bulunmuş.
Batı AKP’nin kapatılmasını onaylamaz çünkü:
AKP ile Refah arasında fark var. AKP’nin yüzü Batı’ya daha dönük durumdadır. Bu nedenle de eğer AKP
kapatılırsa ve AİHM’e giderse AKP’nin lehine karar çıkacaktır. Refah ise, Batı Kulübü’ne karşı idi. Bu nedenle de 28
Şubat’a muhatap oldu ve kapatıldı. AKP kendisine oy veren tabanın inançlarını sarsan ‘zina yasası’nı geçirmiş ve
zinayı suç olmaktan çıkararak Batı’ya yaklaşmıştır. Batı, kendisi ile böyle ilişkiler içinde olan bir hükümet başkanını
silmek istemez.
Refah’a büyük haksızlık yapıldı
Refah Partisi de aynı gerekçelerle başvuruyor. Ama Refah Partisi’ni ayrı tutuyorlar. Önceki kararlarının
gerekçelerinden yürüseler Refah Partisi’nin kapatılması da haksız bulunacaktı.
* Fazilet Parti’nin davası neden geri çekildi?
Çünkü, Sayın Necmettin Erbakan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Müslümanlar’a karşı önyargılı
olduğuna ve çifte standart uyguladığına inanıyor. Yıllar önce ‘Avrupa Hıristiyan Kulübüdür’ diyerek bu tespiti
yapmıştı zaten. Bunda da haksız değil. Çünkü gerek Refah Partisi davası’nda gerekse Leyla Şahin
davası’nda AİHM çok kötü bir karar aldı. Erbakan bu davayı geri çekmekle de tüm dünyaya hem anlamlı hem
de önemli bir ders verdi.
* AİHM parti kapatmayı hangi nedenlerle haklı bulabilir?
AİHM; “Eğer bir parti şiddeti özendirirse ve o partinin kendisinin bile kapatılmasına yol açacak
demokrasiyi ortadan kaldıracak eylemlerin içinde olursa kapatılır” diyor.
* Bu söyledikleriniz, yukarıda ismi geçen 7 partide yok. Ama Refah Partisi’nde var. Öyle mi?
AİHM Refah Partisi için ‘sınıra çok yaklaşmıştır. Bunun için kapatmayı doğru buluyorum’ diyor. Bu
kadar gülünç, bu kadar açık ve bu kadar çelişki içinde bir yaklaşım olamaz. Demek ki, AİHM’de önyargılı
karalar veriyor. Soldan gelen her türlü talebe olumlu cevap veriyor. Ama Müslümanlar gittiği zaman
‘haksızsınız’ diyor. Bütün bu kararlarda hilal-haç çekişmesini çok açık görebilirsiniz.
151
Eğitim hakkı engellenmemeli
* Hocam Anayasa değiştirildi, fakat rektörler buna rağmen öğrencileri derse almadılar? Bu
süreci nasıl yorumluyorsunuz?
Anayasa değişti ama, hala Anayasa Mahkemesi’nde bekliyor. Eğer YÖK Başkanı Rektörler’e bir konuda
emir veriyorsa, Rektörler ‘uygulayamam diyemez’ Eğer derse bunun çok ağır yaptırımları var. Düşünün orduda
Genelkurmay Başkanı Albay’a emir verecek ve o da hayır olmaz diyecek: böyle bir şey mümkün mü?
* Ama hocam burası üniversite…
Burası üniversite de oranın da kendi kuralları var. Kurallar ne diyorsa onu uygulamak gerekir. YÖK
Başkanı’nın yetkileri bellidir. Rektörlerin amiri konumundadır. Rektörler, değişiklik süreci tam olarak,
sonuçlanmadığı için eski duruma göre ‘suçlu konuma düşebiliriz diye uymadık’ diyorlar. Zaten tek dayanak
noktaları da budur.
* Siz ne düşünüyorsunuz başörtüsü yasağı konusunda…
Eğitim hakkı en temel haktır. Çocuklar inançları gereği başlarını örttükleri için eğitim hakları ellerinden
alınmamalı. Yazıktır. Günahtır.151
ÖNEMLİ BİR GERÇEK: YARGITAY DA HATA YAPABİLİR
Yargıtay'ın da hata yapabileceğinin önemli bir gerçek olduğunu, Yargıtay eski Başkanı Osman Arslan
açıklamıştır. Osman Arslan, Yargıtay'ın iş yükünün ağırlığını hatırlatmış ve 2005 yılında Yargıtay’ın 518 bin
881 karar verdiğini belirtmiştir. Günde 2500 davayı karara bağlayan bir kurumun hata yapmamasının
mümkün olmadığını dile getirmiştir:
Osman Arslan: YARGITAY DA HATA YAPABİLİR. Bir yılda mesai yapılan gün 200 kabul edilirse,
demek ki GÜNDE YARGITAY'DAN 2 BİN 500'DEN FAZLA KARAR ÇIKIYOR. BU ŞARTLARDA HİÇ
HATA YAPILMAMASI MÜMKÜN MÜ?152
Günde 2500 karar alan Yargıtay üyeleri, vakit darlığından ve iş yoğunluğu sebebiyle önlerine gelen
onlarca klasörden oluşan dava dosyalarına en fazla 5-10 dakikalık bir vakit ayırabilmektedirler. Bu durumda
da onlarca klasörden oluşan delil ve belgeleri inceleme fırsatı bulamadan davayı hükme bağlamak
durumunda kalmaktadırlar. Yargıtay Başkanı Erarslan Özkaya hiçbir hukuk devletinde Yargıtay’ın bu kadar
ağır iş yükü altında olmadığına dikkat çekmiştir.
Eraslan Özkaya, “Aşırı iş yükünün davaların sağlıklı İncelenmesini tehlikeye düşürdüğünü”
açıkça dile getirmiştir.153
Nitekim yapılan istatistikler son derece önemli bazı gerçekleri ortaya koymaktadır:
... Yerel mahkemelerin kararlarının temyiz incelemesini yapan YARGITAY CEZA DAİRELERİ DE
YANLIŞ KARARLARIN ALTINA İMZA ATIYOR.
YARGITAY CEZA GENEL KURULU, 2003'TE KENDİ DAİRELERİNDEN GELEN DAVALARIN
YÜZDE 57'SİNİ BOZMUŞTUR.154
T.C. Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü’nün 2004 yılı verilerine göre ise,
YARGITAY
CEZA
BOZMUŞTUR.
GENEL
KURULU,
YARGITAY’IN
VERDİĞİ
KARARLARIN
%
61,7’SİNİ
155
Böyle bir durumda Yargıtay üyelerinin kararlarının kusursuz olacağını iddia etmek mümkün değildir.
Yargıtay Ceza Genel Kurulu, kendi dairelerinin aldığı kararları, hatalı olduğu için bizzat kendisi bozmuştur.
Ve bu hata oranının, % 61’lere varan çok yüksek bir rakam olduğu görülmektedir. Demek ki, “Yargıtay
kayıtsız şartsız doğru söyler” diye bir kural yoktur. Aksine Yargıtay, gelen davaların yarısından fazlasında
yanlış karar verebilmektedir. Yargıtay eski Başkanı Osman Arslan, “Ülkemizde de adli yargıda hatalar
vardır. Nicelik ve nitelik ters orantılıdır. Nicelik artıkça nitelik artmaz, düşer.” demiştir. Arslan, “Bir
151
Mustafa Canbey / 09.04.2008 / Milli Gazete
(http://www.yargitay.gov.tr/content/view/134/64/)
153 (www.memurlar.net/ haber/6058/)
154 (“Yargı İki Davada Bir 'Pardon' Diyor”, Zaman Gazetesi, 19 Mayıs 2005)
155 (www.adli-sicil.gov.tr/istatistik_2006/yargıtay/yargt4.htm)
152
152
hakimin günde 10 dosyaya baktığı zaman başarı sağlayacağını” söylemiş, “aksinde ise performansın
düşeceğini ve hatalı kararlar alınabileceğini” belirtmiştir.156
Yargıtay Onursal Başkanı Doç. Dr. Sami Selçuk ise, “Afrika dahil, dünyanın hiçbir yerinde
Türkiye’deki kadar işi olan bir Yargıtay yok” sözleriyle bu gerçeği dile getirmiştir.
Sayın Sami Selçuk’un bu konudaki çok önemli bir başka tespiti ise şöyledir:
Ama Türkiye'de ilk mahkeme yargıçlarına, Yargıtay yargıçları not veriyorlar. YARGIÇLAR,
SAVCILAR, İYİ NOT ALMAK İÇİN FAKÜLTEDE OKUDUKLARINI BİR YANA İTİYOR. YARGITAY NE
DEMİŞSE ONA GÖRE KARAR VERİYOR. KİŞİLİĞİNİ, BEYİNSEL BAĞIMSIZLIĞINI YİTİRİYORLAR.
Gelişme de duruyor. Bu çok üzücü. BAŞKA TÜRLÜ YÜKSELEMİYOR ÇÜNKÜ. Not sisteminin hemen
bırakılması gerek.157
Yerel mahkemelerin Yargıtay’dan bozularak dönen davalarda tüm bu gerçekleri göz önünde
bulundurarak hareket etmeleri gerekmektedir. “Yargıtay bir kararı bozduysa kesin doğrudur” diye
düşünmeleri son derece hatalı bir yaklaşımdır.
Özetle Yargıtay’ın 80-90 klasörlük davaları 10-15 dakikada neticeye bağlaması o kadar sıhhatli
olmayabilir. Yargıtay’ın, bu kadar az bir zamanda davaları incelemesi hata payını çok yükseltmektedir.
Örneğin bu kısıtlı zamanda “emniyet ifadelerinin avukat nezareti olmaksızın alındığı, sanıklara işkence ve
şiddet uygulandığı dolayısıyla bu ifadelerin hukuki geçerliliği olamayacağı” gibi son derece önemli ayrıntılar
gözden kaçmaktadır.
Adeta hipnotize olmuşçasına, deliller ve araştırmalar ışığında daha önce edindikleri tüm kanaatleri bir
kenara bırakarak Yargıtay’ın 5-10 dakikada verdiğini bildikleri bir kararı hiç sorgulamadan kabullenmek,
hukuka ve adalet anlayışına da uygun değildir. Nitekim böyle bir yaklaşımın ne kadar yanlış olacağını,
Yargıtay Başkanları bizzat kendileri hatırlatarak, yargı görevlilerinin dikkatini bu konuya çekmektedirler. Ve
bu hatalı kararlara karşı uyanık olmaları konusunda onları uyarmaktadır.
Yargıtay’ın hatasını ortaya çıkarttıkları takdirde, Doç. Dr. Sami Selçuk’un belirttiği gibi, Yargıtay’ın
gözünde olumsuz puan alacaklarını ve bu durumun terfi etmelerine olumsuz etki edeceğini düşünen
hakimler, göz göre göre hukuktan ve adaletten taviz vermiş olacaklarını unutmamalıdırlar. Yargıtay’ın
gözünde itibar elde etmek adına, onlarca masum insanın hayatını tehlikeye atmayı göze almamalıdırlar.
Böyle yanlış temellere oturan bir yargı sisteminin bir gün kişilerin kendi karşılarına da çıkabileceği açık bir
gerçektir. Yanlış inançlarla, yanlış telkinlerle süregelen bu hipnozun bozulması, hakimler, savcılar dahil tüm
insanların faydasına olacaktır.158
Hakimler, Hiçbir Etki Altında Kalmadan, Cesaret ve Kararlılıkla Hüküm Vermek
Mecburiyetindedir.
Halka adalet hizmetini götürmek ve hukuku üstün kılmak yargıçların ana görevidir. Devletin adli
mercilerinden çıkan kararların kuşku ve tereddüde mahal bırakmayacak biçimde, rıza gösterilebilir ve kanaat
getirilebilir netlikte olması lazımdır.
Hakim sadece adaletin ve hukukun tarafı olmalıdır. Hakimin kendi hayat görüşünü, ideolojisini,
kişisel kaygı ve endişelerini bir kenara bırakması mesleğinin en önemli şartlarındandır.
Türkiye’de Yargı üzerinde egemenlik kurma gayretinde bazı kesimlerin olduğu kamuoyunun malumudur. Savcılarımızı, hakimlerimizi hatta yargının en üst kademelerini kontrollerine almaya veya etki altında bırakmaya çalışan güç odakları bulunmaktadır. Bu tür bir gayret içinde olanların hukuk devletinin temeline dinamit koymakla eşdeğer olan bu tür eylemlerini geçersiz kılmak bir zorunluluktur. Hakimlerimizin bu tür hayaller peşinde olanları ve buna tevessül edenleri deşifre etmeleri, kanunsuzluktan medet umanların heveslerini kursaklarında bırakacaktır.
Elbette ki hakim de insandır. Onun da bir yaşam görüşü, ilkeleri, düşünceleri vardır. Bu toplumda
156
(www.yargitay.gov.tr/content/ view/139/64/)
(http://yenisafak.com.tr/roportaj/roportaj29.html)
158 Milli Gazete / 09.04.2008
157
153
yaşamaktadır. Ancak baktığı davalarda bunlardan sıyrılması, bu etkilerin tamamını gözardı etmesi son derece önemlidir. Yargıç kürsüye çıktığında kişisel değerlerini, korkularını, kaygılarını kapı dışında bırakmalıdır.
Çünkü etki altında kaldığında verilecek kararlar sağlıklı olamayacaktır.
Yargıcın tek hesap merci kendi vicdanı olmalıdır. Yargıç, “kim ne der”, “basın ne yazar”,
“vereceğim karardan sonra başıma ne gelir” gibi düşüncelerden kendini arındırmak zorundadır.
Kararlar, telkinler ve etkilerin gölgesinde alınmamalıdır. Aynı şekilde duygusallıktan, korku ve
endişelerden arınma zorunluluğu da bulunmaktadır.
Hakimin “görevden alınırım”, “kıdemim artmaz” gibi düşüncelerle hareket etmesi ise kimsenin ihtimal
vermek istemeyeceği çok vahim bir durum olacaktır. Hakimin bir menfaat beklentisi veya şahsi bir endişe
sebebiyle alacağı yanlış bir kararla ise nice insanı, yuvayı, akrabayı, anne babayı mağdur edebileceği,
çoluğu çocuğu perişan bırakabileceği unutulmamalıdır.
Hakimlerimizin üzerindeki her türlü baskı kaldırılmalı, iktidarlar bu konuda titizlikle yeni atılım ve tedbirler üzerinde çalışmalıdır. Hakimin mesleğine tam konsantre olması için; iş yoğunluğunun, maaşının, sağlık
ve barınmasının, emekliliğinin, ulaşım sorunlarının ve her türlü ihtiyacının karşılanmasına öncelik
tanınmalıdır.
Hakimlerimiz, adalet dağıtmanın öneminin gerektirdiği çalışma ortamına kavuşturulmalıdır. Hem
devletimizin hem de halkımızın hakim ve savcılarımıza arka çıkması, yargının işlevini daha iyi yerine getirmesine neden olacaktır.
Hakimlerimizin yargı sürecini sağlıklı biçimde tamamlayabilmeleri, hukukun ve vicdanlarının gereği
olan kararları verebilmeleri adalet sistemimizin işlemesi için mutlak bir zorunluluktur. Bir hukuk devletinden
söz edebilmek için hukuka azami saygı gösterilmesi, adalet temellerine dayalı bir yapının vücuda getirilmesi
gerekmektedir. Hukukun evrensel kuralları, insanın temel hak ve özgürlükleri göz ardı edildiğinde,
yasalar bir grup veya zümrenin menfaatlerine uydurulmaya çalışıldığında veya uygulama amaç dışına
taştığında kaçınılmaz sonuç huzursuzluk ve kargaşadır.
Hakimlerimizin adalet aşkı, toplumda baştacı edilmelerinin temel şartıdır. Halkımız Türk Yargı sistemine ve adaletine tam güven duymak istemektedir. Yurdumuzun en ücra köşelerinde adalet dağıtmak üzere
büyük bir özveriyle çalışan hâkimlerimiz, halkımızın bu güvenine layık olduklarını verdikleri isabetli kararlarla
ortaya koymalıdır.
Hakimlerimizin önemli bir endişesi, aldıkları kararların temyiz aşamasında bozulmasıdır. Hakimlerimiz
vicdani sorumluluklarının gereğini yerine getirmeli mesleki kariyerlerine zarar gelebileceği gibi
endişelerden soyutlanmalıdır.
Sanıkları, tanıkları, avukatları dinleyen hakimdir. Üst mahkemenin elinde bu imkân bulunmamaktadır.
Elindeki dava dosyasını inceler ve yazılı metinlerden hareket eder. Oysa hakim, yargılamanın başındadır.
Olan biteni, iyi hali, kötü hali, yalanı, laf çevirmeyi, yüz ifadesini, ses titremesi, panik, çelişkili beyan, samimi
itiraf gibi kâğıtlara yansımayan şeyleri o bilip durmaktadır.
Üst mahkemelerin elinde sadece bir dosya vardır. Yargılama sürecinde canlı tanıklar, sanıklar ve mahkeme salonunda olup bitenlerin muhatabı olan hakimdir. Vicdani kanaat yönünden Yargıtay’a göre çok fazla
veriye sahiptir. Nitekim binlerce davada yerel mahkemelerin aldığı karar, temyiz makamında bozulmuş
ancak kararı alan hakim verdiği kararda direnmiş ve sonuçta onun dediğinin doğru olduğu ortaya çıkmıştır. Yargıtay bir karar vermişse ama bu yanlış bir kararsa, bu durumda hakimler bu kararı düzeltecek kararları vermekten çekinmemelidirler.
Yargı üzerindeki korku ve baskı bütünüyle kalkmalıdır. Hakimlerimiz devletin güç ve desteğini tam
olarak arkalarında hissetmeli gözlerini kırpmadan hukukun ve vicdani kanaatlerinin doğrultusunda
karar vermeye bakmalıdır.
Kanunların ve vicdanlarının gereğini yerine getirmede en ufak tereddüt göstermeyen hakimlerimiz,
Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olarak ebediyen payidar kalmasının birer garantisi olarak her zaman hürmet ve saygı ile anılacaklardır.
154
Yerel mahkemeler verdikleri kararların arkasında durmaktan çekinmemelidir. “Üst mahkemeler daha
akıllıdır, daha bilgilidir, hukuka ve temel mantıklara daha hakimdir” benzeri mantıklar hatalı olacaktır. Zira
yüzlerce, binlerce davada Yargıtay'ın verdiği hükmün değil yerel mahkemeninkinin doğru olduğu ortaya çıkmıştır. Bu davalarda Yargıtay hatasını kabul etmiş, yerel mahkemenin kararında ısrarı, adaletin tecelli etmesine yol açmıştır.
Nitekim Yargıtay eski Başkanı Osman Arslan 21 Aralık 2006 tarihli Radikal Gazetesi’nde “Ama Yargıtay da hata yapabilir. Bir yılda mesai yapılan gün 200 kabul edilirse, demek ki günde Yargıtay'dan 2
bin 500'den fazla karar çıkıyor. Bu şartlarda hiç hata yapılmaması mümkün mü?” diyerek bu gerçeği
açıkça belirtmiştir. Dolayısıyla yerel mahkemelerin Yargıtay’ın hatasız olduğunu düşünmeleri yersiz olacaktır.
Yargıçların, kendilerini Yargıtay'dan talimat almış gibi hissetmeleri, oradan işaret gelmiş kabul etmeleri
ve bu düşünceyle kararlarını değiştirmeye kalkmaları son derece yanlış olacaktır. Devletin bu tarz sinsi ve
gizli kanunları yoktur. Devletin kanunları açıktır, söylenmeyen, gizli kanun dayatmadır. Açık olan bu
kanunlara göre yargılama yapılır ve karar alınır.
Yerel mahkeme yargıçlarının verdikleri kararın arkasında durmaları ve bunların, Yargıtay kararından
daha doğru olduğunun ortaya çıkması bu yargıçlar için bir onur kaynağıdır.
Hiçbir Türk yargıcı, dürüst davranmayıp korkarak, çoluk çocuğuna zarar gelmesi kaygısıyla, Masonik
şebekelerden ve gizli çetelerden çekinerek, terfisinin engelleneceği endişesiyle ya da maddi kayıplara uğrayacağı şeklindeki düşüncelerle hareket etmez. Gelecek nesillerde dahi nefretle anılacak böyle küçük düşürücü davranışlardan sakınır.159
Masonlar Yargıdan Elini Çekmelidir!
Masonluk, dünyanın bir çok ülkesinde olduğu gibi ülkemizde de faaliyet gösteren son derece karanlık,
gizli ve etkili bir güç odağıdır. Hangi ülkede yaşarsa yaşasın, hangi ırktan ya da dinden olursa olsun, her mason aynı fikir ve inançları paylaşır. Çünkü masonluk ulusal değil küresel bir teşkilattır. Türkiye’de sadece masonlar için yayınlanmakta olan Mason Dergisi’nin 81/4 sayısında yeralan “masonluk nizamları her mason için
tek rehberdir" ilkesi, masonluğun bu özelliğini vurgulamaktadır. Gerçekten de örneğin bir Amerikan mason locası Alman ya da Yunan bir mason locasının birebir aynısıdır. Dünyadaki locaların tamamı, masonluğun tek
merkezden alınan kararlarını uygulamaya koyan şubeleri mahiyetindedir. Hiçbir loca merkezin onay ve
talimatına uygun olmayan kararlar alamaz, ilke ve prensipler ortaya koyamaz. Kısaca dünya üzerinde tek bir
mason teşkilatı vardır. Ülkelerdeki mason locaları da bu teşkilatın birer üyesidir. Merkezde alınacak bir karar
dünyadaki tüm masonları bağlayıcıdır.
Bir mason, masonluk dışında hiçbir ahlaki veya hukuki prensibi dikkate almaz. Aksini yaptığı
takdirde masonluğa ihanet etmiş sayılır. Dolayısıyla bir yerde mason varsa orada masonik felsefenin
izleri görülecektir. Bir insan hem masonlukta derece alıp hem de başka bir hayat felsefesini uygulayamaz. İş çevresinde veya yetkili bulunduğu kurumda mutlaka masonluğun lehine faaliyet yapmak
zorundadır.
Masonların devletin bazı kilit noktalarının ellerinde kalmasına büyük önem verdikleri bilinmektedir. Bu
noktalara yapılacak atamalarda mason olmak ilk şart koşulmakta, bir masonun görevi sona erince onun
yerine, “halef-birader sistemi” tabir edilen uygulama ile diğer bir mason atanmaktadır.
Masonlar en kilit noktalardan olan yargıya da sızmışlardır. Masonluğun yargı kademelerinde
kendini göstermesi son derece endişe vericidir. Bu sızma, doğal olarak bazı kararların, anayasamıza,
kanunlarımıza ve vicdani ilkelere göre verilmediğini göstermektedir. Çünkü yukarıda da izah ettiğimiz
gibi bir masonun tek hareket noktası masonik prensiplerdir. Mason bir savcı veya mason bir yargıç,
ne kanun dinler ne vicdan. Masonluk ne emrediyorsa onu yapar. Adaletsizlik, haksızlık veya
ahlaksızlık bir masonu zerre kadar ilgilendirmeyen konulardır.
Atatürk’ün kapattırdığı ancak vefatından sonra türlü oyunlarla tekrar faaliyete başlayan mason locaları,
159
Sedat Altan BAV Başkanı / Milli Gazete / 01.04.2008
155
Türk adalet mekanizmalarını çalışamaz duruma getirmektedir. Localarda kılıçların önünde diz çökerek yemin
eden bir savcı veya yargıçtan adalet beklemek abesle iştigal olur. Özellikle masonluğun menfaat ve ideallerini ilgilendiren hayati konularda kararlar bizzat localarda alınmaktadır.
Yargının üzerinde mason etkisi olduğu sürece yargıdan halkımızı tatmin edici kararların çıkması olasılığı yoktur. Türk vatanını ve Türk Milletini seven bir kimsenin kökü dışarda olan bir örgüte destek vermesi mümkün değildir. Yanılgı ve yanlış bilgilenme sonucu masonluğa girmiş ve kendini karanlık bir girdabın içinde bulmuş yargı mensuplarına çağrımız vakit geçirmeden istifa etmeleri ve masonluğun kendilerini kullanmalarına izin vermemeleridir. Kendi iradesiyle yargıdaki makamını terk etmeyenler ise devletimiz tarafından azledilmelidir. Devlet ve yargı mekanizmalarına sızmış masonlar
bir bir tesbit edilmeli, ayırım yapmaksızın ayıklanmalıdır.
Masonluğun bu ülkenin menfaatine bir örgüt olmadığını herkes bilmektedir. Bunu bile bile bu örgüte
üye olmak ciddi bir hatadır. Bu kimseler saptıkları yolun hile, yalan ve karanlıklarla dolu olduğunu anlamalı
ve vakit kaybetmeden hatalarından dönmelidirler. Küçük menfaatler uğruna Türkiye üzerinde oyunlar oynayan bir örgüte üye olanlar bilerek veya bilmeyerek bu ülkeye çok ciddi zararlar açmaktadır.
Büyük Önder Atatürk masonluğu çok sert ifadelerle eleştirmiş ve kapatılma emrini vermiştir.
Masonluğa geçit vermemek bize Atatürk’ün bir mirasıdır. Pek çok konuda Atatürk’ün izinde gittiğini
iddia edenlerin, onun kapattığı bir örgütün varlığından rahatsız olmaması çelişkili bir durumdur.
Masonluğun tasfiyesi, Türkiye Cumhuriyeti’ni dünya milletlerinin gıpta ile izleyeceği örnek ülke haline
getirecek hayati bir atak olacaktır. Bundan sonra mason localarına üye olanlar devlet memurluğuna
alınmamalıdır. Halen bu localara kayıtlı olanlar ise devlet memurluğundan çıkarılmalı, böylelikle masonlar
tasfiye edilmelidir. Polis kayıtlarında bulunan mason memurlar listesi ve gizli mason üyeler de açıklanmalıdır.
Ayrıca Türk localarının İngiliz ve Fransız mason localarıyla yaptıkları kriptolu gizli görüşmelere ait dosyalara
el konulmalıdır. Bunlar yapılmadığı takdirde masonluğun devletimizin bütününe sızması en kilit yerleri tutması işten bile değildir. İş işten geçmeden konunun üzerine gidilmeli, göz göre göre devletimiz beynelmilel masonluğun elinden kurtarılmalıdır.
Sonuç:
Eğer bir ülkede hem iktidara, hem yasamaya ve hem de yargıya karşı ciddi bir güven sorunu
oluşmuşsa, milletin birlik ve dirliği, devletin egemenlik ve güvenliği hakkında kuşku ve kaygılar
bulunuyor ve bir bunalıma doğru hızla kayıyorsa; her şeye rağmen hala itibar ve itimat duyulan başka
bir kurumun hakemliğine, o toplum hazır ve razıdır demektir. Bu kurum ordumuzdan başkası değildir.
Çürüyen ve çözülen sistem artık yamalanacak ve dikiş tutacak konumu çoktan kaybetmiştir. Düzenin
bütün kurum ve kurallarıyla, yeniden dizayn edilmesi ve düzeltilmesi kaçınılmaz hale gelmiştir.
Geçen her saniye, aleyhimize işlemektedir.
 BU YIRTIK, DİKİŞ TUTMAYACAK!.. ÖNCE BULANACAK, SONRA
DURULACAK MI?
Recep T. Erdoğan: “Sn. Baykal, “türban düzenlemesi siyasi gerginliklere yol açabilir” demişti. Yoksa
AKP hakkında açılan kapatma davasını daha önceden bilmekte miydi?..” diye sorup, merhamet istismarı
yaparak oy devşirmek üzere mağduriyet edebiyatıyla kahramanlık taslıyordu. Ama, kendi Adalet Bakanı
Mehmet Ali Şahin: “Bu dava Türkiye’de yeni bir dönem başlatacak. Türkiye’de parti kapatmalar
zorlaştırılacak” şeklinde ve sanki bu kapatma davasını bekliyor, hatta tetikliyor olduklarını açığa vuracak
biçimde sözler ediyordu.
“Yeni bir dönem başlayacak” diyordu
Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, AKP hakkında kapatma davası ile ilgili olarak, ''AKP; 6 yıllık icraat
dönemi içinde görülmüştür ki, sadece hizmetlerin odağıdır. Vatanseverlik, millet severlik, demokrasi severlik
ve cumhuriyet severliğin odağıdır'' diyordu. Kendisinin koordinasyonunda düzenlenen, AKP Antalya İlçe
Başkanları Aylık Olağan Danışma Kurulu toplantısına katılmadan önce, AKP hakkında açılan kapatma
156
davasına ilişkin gazetecilere açıklamalarda bulunup, davanın ne anlama geldiğine yönelik yorumlar yapan
Şahin: ''Bu dava ne anlama geliyor diye sorarsanız, bu dava, Türkiye'de bana göre yeni bir dönemi
başlatacaktır. Bu dönem, özellikle siyasi partiler açısından Türkiye'yi anti demokratik uygulamaların odağı
olmaktan kurtaracak bir dönem olacaktır. Bu dönem, Türkiye'yi partiler mezarlığı olmaktan kurtaracak bir
dönem olacaktır. Önümüzdeki günlerde bunu hep beraber göreceğiz'' sözleriyle, kafalarda soru işaretleri
oluşturuyordu.
Bir kavram kargaşası, kurumlar kapışmasına mı dönüşüyordu!
Ergenekon soruşturmasını yürütenler, bu girişim ve gelişmelerle ilgili Başbakana brifing
verdiği yazılıp söylenmişti. Şayet bu doğruysa,
Peki soruşturma safhasındaki hukuki bir sürecin gizli tutulması gerekirken bir siyasetçiye bilgi
verilmesi neyin nesiydi?
Ertuğrul Günay; Yargıtay Baş Savcısının kapatma davasıyla ilgili:
“Bu Ergenekon soruşturmasının rövanşıdır” demişti.
Bu açıkça bir kamplaşma ve hesaplaşma daveti miydi?
Ahmet Altan üzerinden masonik merkezlerin AKP’lilere: “elinizi çabuk tutun. Ergenekon
kapsamında gerekli tutuklamaları geciktirmeyin” tavsiye (veya talimatı) yerine mi getirilmekteydi?
Avrupa Parlamentosunun talimat gibi raporları, bağımsız yargımıza müdahale değil miydi?
Erdoğan ve ekibi:
“Ergenekon soruşturmasını yürüten savcıya müdahale edilmemesini, onların hukuki görevlerini
yerine getirdiğini” söylüyor, ama Yargıtay Baş Savcısına yönelik hakaret içeren ve hedef gösteren
çıkışları da yine kendileri yapıyordu.
Ve hele, Sırrı Enver Batur gibi mason ve sabataist başkanlar döneminde; solcularca faşist sayılan
sağcı yazarlarla birlikte, TOBB’dan “komünizmle mücadeleye destek fonundan” düzenli yardım alan (nasıl
oluyorsa?) kıdemli sosyalist İlhan Selçuk gibi, AKP’yi ve Fetullah Gülen’i şiddetle ve ciddi gerekçelerle
eleştiren kimselerin Ergenekon bahanesiyle tutuklanmaları, “bu soruşturmanın AKP muhaliflerini susturma
operasyonuna dönüştüğü” iddialarını yaygınlaştırıyordu. Ama nedense, Cumhurbaşkanınca serbest bırakılan
İlhan Selçuk, bu sefer “gerilimi düşürme ve itidalli hareket etme” çağrıları yapıyordu!?
“BOP eşsavcılığı mı kuruldu?
AP raporunda: Ergenekon'un üzerine sonuna kadar gidilsin" emri yer alıyordu. Haberi ilk önce Zaman
gazetesi veriyordu.
Raporun En Önemli Cümlesi Aynen Şöyle:
"Türk yetkililer Ergenekon hadisesinin üzerine kararlı bir şekilde gitmeli. Bu şebekenin devlet içindeki
bağlantıları tam anlamıyla gün yüzüne çıkarılmalı ve sorumluları adalete teslim edilmeli."
Merkez Bankası İstanbul'a taşınacaktı, yoksa bu arada polis müdürlüğü de Lüksemburg'a mı taşındı?
BOP Eşbaşkanlığı yetmedi, şimdi bir de BOP Eşsavcılığı mı ihdas olundu?
Peki benim Türkiye’me n'oldu?160 soruları yanıt bekliyordu.
Refah ve Fazilet kapatılırken zil takıp oynayanlar, sıra AKP’ye gelince demokrat kesiliyordu:
Bu süreç iyi yönetilmezse bedeli çok ağır olur!” diye ağıtlar yakılıyordu.
İşte onlardan biri:
“İyi olmadı.. Hoş olmadı.. Çoğu kişi bu kadarı da fazla dedi.. AKP bunu hak etmedi dedi..
Haklılar..
Ben de aynı görüşteyim..
Türkiye, parti kapatarak demokrasi koşusunu sürdüremez.. Parti kapatarak bir yere varılmaz..
Bu yöntem çok denendi.. Sonuç ortada..
Hiç kimse çıkıp; çok iyi oldu, bugünü bekliyorduk, AKP’den başka türlü kurtulamazdık diyerek ilkel,
160
16 Mart 2008 / Aydınlık
157
çağdışı, anti demokratik bir tavrın içinde olmamalı..
Olanlar var…
Ama yine de politikasına karşı olsanız bile bir partinin kapatılmasını içinize sindirmemeniz gerekir..
Demokrasi, demokratlık bunu gerektirir.. Ama bunu yaparken Anayasa’ya siyasi partiler yasasına
dayanarak dava açtı diye Başsavcı’yı da ağır bir dille suçlayamazsınız?
Ağzınıza geleni söyleyemezsiniz… Bunları neden söylüyorum.. Türkiye tehlikeli bir sürecin içine girdi..
Hem kapatma davası nedeniyle hem de kapatma davasına konu olanların tutumu nedeniyle.. Bu süreç iyi
yönetilmezse bedeli çok ağır olur.. Herkesin sakin olması gerekir… AKP, bana kimse dava açamaz.. Benim
arkamda halk gücü var, onlar da kim oluyor tavrına girmemeli..
AKP karşıtları da bu iktidarın sonu geldi, gidişleri yakındır sarhoşluğuna kapılmamalı.. Bu kazananın
veya kaybedenin olduğu bir maç değil.. Durum çok ciddi! 161
Siyasi bir kriz yaşanıyor ama kerizler hala şov yapıyordu!..
Siyaset Bilimci ve Yazar Doç. Dr. Nuray Mert, Vatan’dan Mine Şenocaklı’ya yaptığı röportajda: (17-1819 Mart 2008)
“Tarihin en major siyasi krizini yaşıyoruz!.”
“Son derece vahim bir süreç, bu işin sonunun nereye varacağını kestiremiyoruz.”
“Artık bu ülkede darbe olmaz diyemiyoruz..”
“Vazo Cumhurbaşkanlığı seçiminde kırıldı. AKP uyarıları dikkate almadı. Abdullah Gül’ün Köşke
çıkması, bazı kesimlerde aşırı paranoyaya yol açtı.”
“Cünet Zapsu’nun (başörtüsü-don benzetmesi) densizliğin daniskasıydı. Ama AKP’liler kınamalıydı..
(olmadı)” şeklindeki tespit ve endişeleriyle, Türkiye’nin siyasi ve hukuki bir kaos ortamına sürüklendiğini
söylüyordu.
Velhasıl, tortuların ve zararlı kurtçukların önce açığa çıkması, sonra dibe çöküp rahat toplanması için,
siyaset suyunun, herhalde iyice bulanması, ardından da durulması gerekiyordu!
Bugünkü özgürlükçü tavrı nedeniyle alkışlanmayı hak eden Prof. Özbudun, Refah ve Fazilet
davalarında neden yasakçı bir tutum sergiliyordu?
İki Farklı Özbudun
AKP’nin kapatılmasıyla ilgili açılan dava için ‘O zaman halkı da kapatalım! Uzaydan halk mı
getirelim’ diyerek yasakçı zihniyete karşı çıkan ve AKP’nin anayasa taslağını hazırlayan bilim
kurulunun da başkanlığını yapan Prof. Dr. Ergun Özbudun’un 10 yıl önceki tavrı ile şimdi tavrı kafaları
karıştırıyordu. Refah Partisi’nin (RP) kapatılması için, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde açılan
davada, Türkiye’nin avukatlığını yapan ve ‘Refah’ın aldığı yüzde 20 oy, laik sistem için bir tehdittir’
diyerek kapatılmasını isteyen Prof. Ergun Özbudun, AKP’nin kapatılması davasında ise özgürlükçü
bir tavır takınıyordu. Kamuoyu Özbudun’un, anti demokratik ve akıl almaz iddialarla kapatılmak
istenen AKP’den yana tavır almasını alkışlarken yaklaşık 10 yıl önce halkın yüzde 20’sinden fazlasının
oyunu alan Refah’ın kapatılmasını desteklemesini anlamakta zorlanıyordu!?
Gazete haberlerine dayanarak Refah Partisi’ne kapatma isteyen Özbudun’un yine medya
tarafından bu sefer AKP hakkında aleyhine yayınlanan haberlere aldırmadan AKP’yi desteklemesi ise
manidar bulunuyordu.
“RP’yi düzen bakımından tehdit görüyordu”
Özbudun, AKP’ye yöneltilen suçlamaları, ‘demokratik bir ülkede, fikir özgürlüğünün tezahürü
olarak değerlendirilmeli’ diye yorumluyor. Ancak aynı Özbudun, hiçbir çatışma ortamına girmeyen ve
yıllardır aklıselim ile bilinen Milli Görüş’ün Refah Partisi’ni gazete kupürlerine dayanarak
kapatılmasını savunabiliyordu. NTV’ye konuşan Özbudun, “RP hakkında da söylediklerim doğrudur.
Bunun arkasındayım. O günkü savunmamın noktasıyla, virgülüyle arkasındayım. Fakat mühim olan
161
Mehmet Tezkan / Vatan
158
RP’nin laik düzen, demokratik düzen bakımından oluşturduğu tehdit, bugün AKP bakımından var mı?
Tartışmamız gereken nokta budur. Yoksa Başsavcı ikisini birbirine benzetti diye hepimiz onun
iddiasını kabul etmeye mecbur değiliz. Bu anlamda RP ve AKP arasında hiçbir benzerlik
görmüyorum” ifadelerini kullanıyordu! Yani dolaylı biçimde AKP’nin küresel sermayenin emrinde
olduğunu vurguluyordu.
Radikal’den Murat Belge bile koyu bir AKP’li kesiliyordu!
Sükûnet tavsiyesi
“Medyada birileri var: şu son kapatma girişimi karşısında, hepimize sakin olmamızı tavsiye ediyorlar.
Dediklerine göre, bir 'hukuk süreci' başlamış; mahkemelik bir olaya zaten müdahale edilmez. Sonucu
beklemeliymişiz.
Bir 'sürec'in başladığı besbelli de, bunun adının 'hukuk' olduğu hiç belli değil. Herhalde verilecek son
ad olabilir bu. Atılan adımı geri almak mümkün değil. Onun için, evet, galiba ne türlü sonuçlara varacağını
bekleyip görmekten başka çare yok. Ama müsaade buyursunlar da, 'Bir hukuk süreci başlamıştır. Sonunu
bekleyelim' afyonunu yutmadan yapalım, ne yapacaksak… Örneğin, bu kapatma davasıyla 'Ergenekon'
arasında, sakın ola ki, acaba bir paralellik olabilir mi diye düşünmeyeceksiniz.
Baykal'ın 'kaos'uyla savcının girişimi arasında bir 'zamanlama' çabası olabileceğini aklınızdan
geçirmeyeceksiniz. Bu olaylarla Şemdinli davasında olanlar arasında benzerlik aramaya kesinlikle
kalkışmayacaksınız. Size 'bunları sakın yapma' uyarısında bulunanın bunlarla ne gibi bir ilişkisi olabileceğini
merak etmeye kalkarsanız!?”162 diyerek, demode olmuş demokratlığını sergiliyordu. . Ama aynı uzaktan
kumandalı kafalar, işlerine geldiği zaman da “AKP Milli Görüş’ün devamıdır” demekten sıkılmıyordu ve
utanmıyordu..
Türk’ün tarihi, kültürel ve ahlâki soykırımla imtihanı
Türk toplumunun ruhunu değiştirmek isteyenler, öncelikle, mevcut hassasiyet ve haysiyet damarlarını
körletmekle başladılar. Bunun için Türklerde mevcut olan her haslet ve birikimi, her türlü vasıta ile
kötüleyerek, tahkir ederek, Türk’ü kültürel ve ahlaki soykırıma maruz bıraktılar.
Milletler tarihte yalnızca maddi soykırıma uğramazlar, kültürel ve manevi soykırıma da uğrarlar.
Tanzimat münevverleri ve Cumhuriyet aydınları maalesef Türk milletini kültürel ve manevi soykırıma
uğratmıştır.
Tanzimat erkânının, sabataistlerin Türkleri uğrattığı kültürel ve manevi soykırımının boyutlarını
görmemizi sağlayan en güzel örneklerden birisi, Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa ile Fransız Kralı
arasındaki diyalogda görülmektedir. Hüsrev Paşa tarafından tahsil için Paris’e gönderilen ve Fransız
Harp Okulu’ndan mezun olduktan sonra bir dönem Fransız ordusunda görev yapan Kıbrıslı Mehmed
Emin Paşa, Tanzimat dönemi devlet adamlarındandır. Bir gün Fransız kralı, Paris’teki Osmanlı elçisi
Fethi Paşa ile birlikte Mehmed Emin Paşa’nın yanına gelir. Fransız Kralı, geleceğini parlak gördüğü
bu genç subaya: “Osmanlı Devleti’ne, başta subay olmak üzere, teknik alanda uzman ve eğitmen
göndererek, Türklerin medenileşmesine katkıda bulunmak istediğini” söyler. Mehmed Emin Paşa
Fransız kralının sözlerine şu şekilde karşılık verir: "Yapmayı arzu ettiğiniz şey hiçbir sonuç vermez.
Hem bu göndereceğiniz kişiler, aşırı istekleriyle halkın canını sıkacaklar, hem de Fransa ve Avrupa
medeniyetinden bizi soğutacaklar. Gelin bunun yerine, birkaç bin akıllı ve güzel yosma gönderin. Bu
yosmalar bizi daha çabuk medenileştirirler."
Mehmet Emin Paşa bu şeytani talebini önce kendisi uygulamış, eşi Melike Hanımı böyle birisi
haline getirerek, kısa yoldan medenileşmiştir. Bununla birlikte oluşturulan dadılık kurumu vasıtasıyla
Türkiye’ye gelen Fransız kadınlar, Türk çocuklarının medenileşmesine öncülük etmiştir.
Ne yazık ki Türk’ün kültürel ve manevi soykırımla imtihanı, Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa ile sınırlı
değildir. İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin kurucu üyesi olan Bahaî Abdullah Cevdet, Türk toplumunun ıslahı için
162
Murat Belge / Radikal
159
Avrupa’dan damızlık getirmek fikrini öne sürerek Mehmed Emin Paşa’dan aldığı soysuzluk bayrağını bir
adım daha ileri götürmüştür. Abdullah Cevdet’e göre, özellikle Avrupa’nın Anglosakson temsilcilerinden
seçilerek, getirilecek damızlık medeni erkekler, Türk ırkını ıslah edecek ve Türkler hızla medenileştirilecektir.
Allah’tan bu millet hala İstiklal Harbi verecek, içinden şehit ve gaziler çıkarabilecek dirence sahipti de,
ülkemiz yedi düvelden getirilen yosmalardan ve damızlıklardan türeyenlere terk edildi. Ancak bu ağır
deneyimler bile Türk’ün kültürel ve manevi soykırımla imtihanının bitmesine yetmedi. İstiklal Harbi’nin
yorgunluğunu üzerinden atmaya fırsat bulamayan Türklerin, bu sefer de, Cumhuriyet aydını ile imtihanı
başlayıvermişti. Cumhuriyet aydınının nazarında Türkler hiçbir zaman önemli ve değerli değildi. Onların
gözünde Türkler; tarihi, dili, siyaseti, dini, giyim ve kuşamı, oturuşu ve kalkışı, tüm gelenek ve görenekleri ile
kültürel ve manevi medenileşmeye muhtaç kimselerdi.
Anglo-Amerikan Cumhuriyet aydını, anaokulundan ilköğretime, liseden üniversiteye uzanan eğitim
sürecinde, şanlı tarihimizi kötüleyerek: "senin bir geçmişin yok" ve "medeni devletler ve milletler olmadan
adam olmazsın!" halet-i ruhiyesini bir davranış biçimi haline dönüştürmekle işe başladı. Asıl maksat; kültürel
ve manevi soykırım tamamlandığında, Türk okullarında Amerikan ve Avrupa hayranlığıyla dolup taşan,
şükran gününü, cadılar bayramını ve yılbaşını büyük bir coşku ile kutlayan ve ikinci bir İstiklal Harbi
veremeyecek kadar yozlaşan medeni bir neslin yetişmesini sağlamaktı.
Görülüyor ki, ister Tanzimatçılar ve İttihatçılar olsun, isterse Cumhuriyet aydınları, her ikisinin de ortak
hedefi Müslüman Türk’ün tarihi, kültürel ve manevi birikimidir. Ancak her ikisinin de göremediği, belki de
görmezden geldiği bir husus var ki; tarihi, kültürel ve manevi varlığı ortadan kaldırılan toplumlar ortak beynini
ve gayesini yitirir, vicdansızlaşır. En sonunda da birbiriyle savaşmaya başlayarak tarih sahnesinden çekilir.
Türkler birbiriyle savaşıp tarih sahnesinden çekilmek istemiyorlarsa, sahte aydınlığın göz kamaştıran
serabından kurtulup, bilgeliğinin önderliğinde yeniden tarih zırhını ve milli siyaset kılıcını kuşanmalıdır.
Müslüman Türk’ü kültürel ve manevi soykırımdan kurtaracak yegâne yol budur.” 163
“Sabataist ve Hain Derin Devlet Çetesi” Türkiye’yi Bölmeye çalışıyordu
Ülkemizdeki bir numaralı bölücü odak "Sabataist Derin Devlet Çetesi"dir.
- Sabataist ve Masonik Derin Devlet Çetesi yurt dışı kaynaklı bir oluşumdur. Kendilerine Türk Milleti'nin
asla destek bulamayacağını ve asla iktidara sahip olamayacaklarını anlayan bu karanlık güç, çareyi ülkeyi
dış güçlere teslim etmekte bulmuş ve onların her isteklerin kayıtsız şartsız yerine getirir hale gelmişlerdir.
- Darwinist-Komünist ideolojiyi savunan bölücü örgüt PKK da, bu karanlık çetenin bir şubesidir.
Örgütün dine ve Müslüman-milliyetçi inanca düşman olması, Sabataist Derin Devlet Çetesi'nin gerçek bakış
açısını göstermektedir. Ana hedef PKK'nın sadece bölgesel hakimiyeti değil, PKK desteğiyle Türkiye'nin
tamamında bir sömürge rejimi oluşturmak ve Türkiye’yi bölmektir. Ülkemizi bölmek için çabalayan bu çete,
bu uğurda devletimize tuzak kurmaya, devletin kurumak birbirine düşürmeye çalışmak ve ülkemizi
karıştırmak istemektedir.
- Sabatast ve Mason Derin Devlet Çetesi’nin, Türkiye’nin aydınlık ve müreffeh bir ülke olması gibi bir
hedefi ve projesi mevcut değildir. Bunların amacı: İslamiyet’in yok olması ve komünist ideallere ulaşılmasıdır.
Ülkenin mahvolması bunları ilgilendirmemektedir.
- Siyonist Derin Devlet Çetesi’nin ana ideolojisi Darwinizm’dir. Türk Devletini, Darwinist-ateist yapmak
isteyen, ülkemizde ayrımcılığı körükleyen, ülkemizin bölünüp parçalanması için var gücüyle tahribe yönelen
ve 100 yılı aşkın bir süredir devam eden bu hain Derin Devlet Çetesi, Darwinizm safsatası yıkılınca, ilk defa
Türkiye’de her yönüyle bozguna uğramış, hem gücünü, hem itibarını hem de devlet kurumlarındaki
hakimiyetini kaybetmiştir.
- Bu çete, Türk Milleti’nin Allah’a inanmasından ve İslam’a sarılmasından şiddetle rahatsız olmuş ve
ideallerinin hüsrana uğramasıyla paniklemiştir.
- Milletimizden tamamen ayrı bir fikir ve ahlak yapısına sahip olan bu çetenin mensupları son derece
163
22.03.2008 / Ayhan Demir / Milli Gazete
160
acımasız ve insafsız bir yapı sergilemekte ve her türlü kanunsuzluğa yönelmektedir. Fakat ideolojilerini ve
etkilerini ülkemiz üzerinde yitirdiklerinden, kendi emellerine ulaşmak için kullanmış oldukları saldırgan
eylemler ve psikolojik savaş teknikleri de, ülkemiz halkı üzerinde nefret edici sonuçlar vermektedir..
- Karanlık çetenin emrindeki en önemli güç marazlı ve masonik basındır. Şu anda tüm gücünü yitirmiş
olan bu çete, bir kısım basın sayesinde gündem değiştirip gündem oluşturmaya, sahte deliller, sahte
senaryolar üreterek kamuoyunu kandırmaya ve kışkırtmaya yönelmiştir.
- Kirli ve Hain Derin Devlet Çetesi üyeleri son zamanlarda taktik olarak kendilerini dindar göstermeye
yeltenmektedir. Tıpkı komünist lider Lenin’in “iki ileri bir geri” taktiğinde olduğu gibi, halkımızı aldatmak için
yine bir oyun peşindedir. Kendilerini dindarmış gibi veya dine taraftarmış gibi, ya da dinin bazı hükümlerine
sahip çıkarmış gibi gösterme gayretindedir. Oysa gerçekte bu çete mensuplarının ortak özelliği din karşıtı
olmalarıdır. Kullandıkları bu yöntem de çaresizliklerini göstermekte ve Sabataist Derin Devlet Çetesi’nin
çöküşünü açıkça gözler önüne sermektedir.
- Darwinizm, hayatın kökeni konusunda açıklamasız kalmış aciz bir teoridir. Tek bir proteinin tesadüfen
ortaya çıkmasının imkânsız olduğunun anlaşılması ile kesin olarak geçersizdir. Yapılan olasılık hesapları
insan vücudunda işlev gören ortalama bir proteinin tesadüfen ortaya çıkma ihtimalinin 10950'de bir, yani
imkânsız olduğunu göstermiştir. (Matematikte 1050'de 1'den küçük ihtimaller "sıfır ihtimal" kabul edilir)
- Darwinizm’in çöküşünü gösteren ikinci en büyük delil ise milyonlarca yaşayan fosilin Türkiye ve
dünya çapında sergilenmesidir. Tek bir ara fosil olmayışının ve canlıların milyonlarca yıl boyunca hiçbir
değişime uğramadıklarının sergilerle açıkça ispat edilmesi, Kirli ve Hain Derin Devlet Çetesi’ni psikolojik
yönden yıkıma sürüklemiştir.
- Türkiye artık Darwinizm savunucularıyla ve dolayısıyla din karşıtı düşünce yapısıyla alay etmektedir.
Bu karanlık çetenin ve Darwinizm düzmecesinin 1980’lere kadar gerçekleri bilmeyenler üzerinde kendilerince
bir etkisi olmuştur. Fakat bu tarihten sonra, özellikle son yıllarda artan bir hızla bu şeytan şebekesi tam
anlamıyla perişan duruma düşmüşlerdir.
Sonuç: Türkiye’nin Büyük İsrail İmparatorluğunun eyaleti haline getirilmesi ve Müslüman Türk
Milletinin emperyalizmin ve siyonizmin kölesi haline getirilmesine kesinlikle ve hiçbir şekilde izin
verilmeyecektir.
AKP’yi kapatma davasıyla ilgili iddianameden bazı bölümler ve doğru tespitler:
Tayyip Erdoğan yasadışı biçimde genel başkan yapılmıştır
“- AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan halkı din ayrımı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça
tahrik etmek suçundan on ay hapis cezasına mahkûm edilmiştir. Bu mahkûmiyeti nedeniyle yasal engeli
bulunmasına rağmen, AKP'de kurucu üye olmuş ve bilahare partinin genel başkanı seçilmiştir.
- Yasalar ve Anayasa'da yapılan değişikliklerle Recep Tayyip Erdoğan hakkında söz konusu olan
mevzuat engelleri ortadan kaldırılmıştır.”
“İcraatlarını "BOP eşbaşkanı" sıfatıyla sürdürmesi oldukça sakıncalıdır
- Şeriat hedefine ulaşmada, demokrasiyi bir araç gören bu zihniyet, küreselleşmenin merkez güçlerinin
ülkemiz ve bölge ülkeleri için ürettiği 'ılımlı İslam' ideolojisi ve onun siyasi hedefi 'Büyük Ortadoğu Projesi'nin
(BOP) eşbaşkanları sıfatıyla söylemlerini asıl referansları olan şeriatla hiç bağdaşmayan "insan hakları,
demokrasi, din ve vicdan özgürlüğü, öğrenim hakkı" gibi kavramların arkasına gizlenerek" göstermişlerdir.
Hazırladıkları yeni anayasa taslağı projelerinin bir parçasıdır
- Davalı parti özellikle 22 Temmuz 2007 seçimlerinden sonra, alınan oy oranının etkisi ve cüretiyle
toplumu İslam devletine dönüştürecek projelerini önce yeni bir Anayasa taslağı hazırlamak sonra da türbanı
gündeme getirmek suretiyle laiklik ilkesini hedef alarak adım adım gerçekleştirmeye başlamıştır.
Davalı partinin Genel Başkanı ve bazı parti yetkilileri sert açıklamalarla laiklik karşıtı eylem ve
söylemlerini sürdüreceklerine dair kararlılıklarını sergilemişlerdir.
Fethullah Gülen'le işbirliği içinde bulunmaktadır
- "Demokratik yollardan devlet kademelerinde kadrolaşarak, Şeriat esaslarına dayalı bir devlet kurmayı
161
ve bunu takiben Dünya İslam birliğini gerçekleştirmeyi hedeflediği" iddiasıyla hakkında dava açılıp yurt dışına
kaçan Fethullah Gülen isimli tarikat liderinin yurt dışında kurduğu ve faaliyetleri nedeni ile bulundukları ülke
devletleri tarafından Türkiye'nin uyarılmasına neden olan okullar bir ticari şirket olarak değerlendirilip temas
ve işbirliği yapılması, Dışişleri Bakanlığının bir genelgesi ile Büyükelçiliklerimizden istenebilmiştir,
- Dışişleri Bakanlığı tarafından Büyükelçiliklere gönderilen bir genelge ile, Almanya ile imzalanan
"Güvenlik İşbirliği Anlaşması'nda" köktendinci terör örgütü olarak söz edilen, şer'i esaslara dayalı devlet
düzeni kurmayı amaçladığı belirtilen Avrupa Milli Görüş Teşkilatı ile temas ve işbirliği kurulması istenmiştir.”
ABD'nin "Ilımlı İslam" dayatması "BOP Eşbaşkanı" Erdoğan'dan güç almaktadır
Davalı partinin iktidarda olduğu yaklaşık beş buçuk yıllık süreçte Türkiye'nin uluslararası camiadaki
laik ülke imajı da erozyona uğramış, Dünya ülkeleri, özellikle AB ülkeleri nezdinde Türkiye bir "ılımlı İslam
Cumhuriyeti" modelinde algılanmıştır. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri ile olan ilişkilerde ise bu bakış
açısı resmi söylemlere de yansımıştır.
Başta eski ABD Dışişleri Bakanı olmak üzere birçok ABD yetkilisi Türkiye'nin laik, demokratik ve
sosyal bir hukuk devleti olduğu gerçeğini görmezden gelerek ülkemizi bir 'Ilımlı İslam Cumhuriyeti' olarak
tanımlamışlar, bu söylemlerindeki cüretkârlığı "bir ABD projesi olan ve kapsamındaki ülkeleri ılımlı İslami
rejimlerle yönetmeyi amaç edinen "Büyük Ortadoğu Projesi'nin eşbaşkanı" olduğunu her fırsatta tekrarlayan
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayip Erdoğan'ın söyleminden ve davalı parti iktidarlarının dini
istismara dayalı icraatlarından, kutsal din duygularının devlet işlerine ve politikaya karıştırmalarından, devleti
dini esaslara göre şekillendirme amaç ve faaliyetlerinden" aldıkları gözlenmiştir.
Ve İddianamedeki Bazı Çelişkiler
Laiklik din ve dünya işlerinin ayrılmasıdır
“Lâiklik, ortaçağ dogmatizmini yıkarak aklın öncülüğü, bilimin aydınlığı ile gelişen özgürlük ve
demokrasi anlayışının, uluslaşmanın, bağımsızlığın, ulusal egemenliğin ve insanlık idealinin temeli
olan bir uygar yaşam biçimidir” deniyor. Ama yeni anayasa taslağıyla egemenliğimizin resmen AB’ye
devrine imkan sağlayacak girişimlere hiç değinilmiyor.. Ve zaten AB’ye girmemiz halinde, Avrupa’nın
bir eyaleti olacağımız belliyken, hala AB süreci bir batılaşma hevesi olarak görünüyor. Ve bu tutum
açık bir çelişki oluşturuyor.
“Lâiklik, toplumların düşünsel ve örgütsel evrimlerinin son aşaması; ulusal egemenliğe,
demokrasiye,
özgürlüğe
ve
bilime
dayanan
siyasal,
sosyal
ve
kültürel
yaşamın
çağdaş
düzenleyicisidir. İnsanı kul olmaktan çıkarıp birey yapan, bireye kişiliğini geliştirmesi için özgür
düşünce olanaklarını veren, bu yolla siyaset-din ve inanç ayrımını gerekli kılarak din ve vicdan
özgürlüğünü sağlayan ilkedir” deniyor. Ama din ve vicdan özgürlüğünün icabı olarak başörtüsü
takılması hem yasaklanıyor, hem de bu haksızlığı düzeltme gayretleri suç sayılıyor.
“Lâik düzende din, siyasallaşmadan kurtarılır, yönetim aracı olmaktan çıkarılır, gerçek ve
saygın yerinde tutularak kişilerin vicdanlarına bırakılır. Dünya işlerinin lâik hukukla, din işlerinin de
kendi kurallarıyla yürütülmesi, çağdaş demokrasilerin dayandığı temellerden biridir” deniyor. Ama
dini hayatın kendi kurallarıyla yaşanmasına kısıtlanmalar getiriliyor. Devlet, sıkça ve açıkça dine
müdahale ediyor ve din istismarını bir nevi kurumlaştırıyor. Üstelik laikliğin bu şekilde tanımı, hem
anayasanın ruhuna, hem de doğal ve sosyal olgulara aykırı bulunuyor. Ve sanki laikliğin dinsizliğe
alet dilmesi için zoraki yorumlar yapılıyor. İslam dininin sadece devlet işlerinden değil, toplum
hayatının bütününden uzaklaştırmayı amaçlayan bir yaklaşım sergileniyor. Bu ise hiçbir zaman
tutmayacak dayatmacı bir zihniyeti hatırlatıyor.
 DARBE DAVULCULARI VE MİLLİ DEĞİŞİM KUŞKULARI
Amerikancılar Boşuna Umutlanıyordu:
Amerika da, Avrupa Birliği gibi; AKP hakkında açılan ve tamamen hukuki bir süreç olan kapatma
davasıyla ilgili olarak “Türkiye yeni bir askeri darbeyi kaldıramaz. Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan gibi,
162
demokratik usullerle ve büyük bir halk desteği ile seçilmiş ve Türkiye’nin dünyadaki imajını ve itibarını
yükseltmiş sivil iktidarlara karşı yapılacak darbelere Amerika asla razı olmaz!” cinsinden hem Başkan adayı
Obama’nın danışmanı, hem Beyaz Saray sözcü yardımcısı, aynı masonik lobilerden servis edildiği belli olan
açıklamalar yapmaya başladı.
Genellikle AB ile ilişkilerimizin sivil ve hukuki kurumlar eliyle, ama ABD ile ilişkilerimizin askeri zeminde
yürütüldüğünü bilen çevreler:
“Oh be, Amerika da, kapatma davasını darbe olarak niteleyerek, TSK’ya mesaj verip uyarıyor! Eh,
herhalde ordu da bundan dersini alıp yelkenleri indirecek” diye seviniyor.
Yani Amerikan taparlar Siyonist Lobilerin, askerle hiçbir alakası olmayan hukuki bir sürece müdahale
etmelerini, utanmadan sahiplenip savunuyor!
Bu uşak ruhlu sefiller, şu barbar Amerika’nın demokrasi yalanıyla Irak’a nasıl bir despotizm getirdiğini
bile unutuyor…
Üstelik bu haysiyet mahrumlarının, daha önceki Amerikan destekli darbeleri ve Erbakan’a yönelik 28Şubat müdahalesini, nasıl alkışladıklarını da herkes biliyor!..
Orakoğlu Çelişkiye Düşüyordu!..
28 Şubat sürecinin Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu: "Ergenekon'da gözaltına
alınan isimlerin, 27 Mayıs’ın en aktifleri olması tesadüf sayılmamalıdır. Antalya’daki talebe olayları,
adım adım ilerleyen bir master planın son halkasıdır. Hükümet Kürt ve türban sorununa el attı çözüm
girişimleri başlattı ve olanlar oldu! Bu işin yurtdışı ayağı BOP!" şeklinde konuşuyordu.
“Ankara, Bolu, Bursa, İstanbul ve Antalya’daki olayların hepsi ortak bir master planın parçasıdır.
İstikrarsızlık ve kaosun ardından 27 Mayıs türü bir darbenin ön hazırlıkları yapılıyor.
Hadiseye bu açıdan baktığınızda resim ortaya çıkıyor. 27 Mayıs darbesinin öncesinde de böyle
öğrenci olaylarına tanık olduk. Bu master planını en son hedefi; aydınların ve gençlerin destek verdiği bir
darbe olacaktır.
Öğrenci olayları bu master planın küçük bir parçasıdır. Resme geniş bakalım. Hilmi Özkök paşa
zamanında genç subaylar ortaya atılmıştı. Bunları ortaya çıkaranlar belliydi.
Akdeniz üniversitesinde silah sıkan şahsın tetikçi profili oldukça ilginç. Alnında Zülfikar, yüzünde sakal
var. MHP’nin çeşitli toplantılarına katılmış. Acaba hem dindarlar, hem Aleviler, hem milliyetçiler bir
provokasyona mı maruz kaldı?
O şahıs kendini çok belli ediyor. Eskiden provokatörler bu kadar ön plana çıkıp poz vermezlerdi.
Alındaki dövmeler falan yeni yapılmış. Mesaj veriliyor.
Bu söylediğime MHP’liler kızacak ama, AKP ile birlikte MHP’nin de hedef alındığı görünüyor.
Şahıs çıktı ateş etti. Kimseyi vurmadı, öldürmedi. Oldukça profesyonel” diyen Bülent Orakoğlu
MHP’yi de AB ve ABD safında tutmak istiyordu ve şöyle devam ediyordu:
“Ama kesinlikle bir dış ayağı var! Bu iş, Büyük Ortadoğu Projesi ile irtibatlı.
Mahir Kaynak da söylemişti. Türkiye’de Kürt sorununu ve türban meselesini çözmek isterseniz
başınıza gelmeyen iş kalmaz. Türkiye’de iki konu ciddi şekilde maniple edilmiştir. İktidar partisi bu iki
konuya birden el attı ve olanlar oldu” sözleriyle çelişkilerini ve çirkin ilişkilerini açığa vuruyordu.
Öyle ya, mademki darbe hazırlıklarını ve iç karışıklıkları BOP’çular kışkırtıyordu, o halde
BOP’un Eş Başkanı ve taşeron iktidarı AKP ve Tayip Erdoğan niye hedef alınıyordu?
İstanbul Barosu Başkan Yardımcısı Mehmet Durakoğlu da skandal bir konuşma yaparak
AKP’nin uzlaşması gerektiğini söylüyordu ve aksi durumda darbe olacağı imasında bulunuyordu.
Bayar'ın ve Menderes'in unutulmaması gereken sözlerini yazıyordu:
Doğrusu, ABD-AKP şakşakçısı aydın(!)larımıza İsmet Bozdağ'ın geçtiğimiz Temmuz ayında çıkmış
"Bitmeyen Devlet Kavgası" adlı kitabını hemen okumalarını yürekten salık veririm. Çünkü Atatürk'ün
hastalığının hızla ilerlemesi üzerine, tıpkı bugünkü gibi iç ve dıştaki kimi çevrelerin Türkiye Cumhuriyeti'nin
geleceği konusunda birtakım hazırlıklara giriştiği günlerde, Damat Ferit'in Harbiye Nazırı karşıdevrimci
163
Süleyman Şefik Paşa'nın "mani zail olur, memnu avdet eder" diyerek Mısır'daki Osmanlı şehzadesi Ömer
Faruk Efendi ile ilişki kurup Hilafeti ve Saltanatı getirme hazırlıklarına giriştiğini öğrenince, bu konuları
kendisiyle görüşmeğe gelen Emin Sazak'a "Emin Bey, bu hareketin içinden hemen çekilin. Bu bir rejim
davasıdır. Benim için o kadar ehemmiyetlidir ki, tehlike gördüğüm an evvela asar, sonra muhakeme ederim,
haberiniz olsun. Arkadaşlarına aynen böyle ilet!" diyen Başbakan Celal Bayar'ın bu sözleri hepimizin
kulağına küpe olmalı...
Adnan Menderes de milletvekillerine, bu kavramlar üzerinde hiç düşünmediği için olsa gerek, "Siz
isterseniz Hilafeti bile getirebilirsiniz" demiş ve yargılanıp cezasını kellesiyle ödemişti...
N'olur unutulmamalı...”diyen Demirhan Ceyhun ise, Menderes gibi Recep Beyin de, aynı akıbete
uğrayacağını uyarıyordu.
İran Gazetesinden Korku Senaryosu:
“AKP Kapatılırsa, İslam Devrimi Başlar!” diyordu
İran’da yayınlanan Cumhuri-i İslami Gazetesi, AKP’yi kapatma davasının konu edildiği başyazıda
“Türkiye’nin İslam devrimine” doğru gittiğini ileri sürüp bir nevi uyarı yapmaktaydı.
Gazetede, "Anayasa Mahkemesi, laikliği korumak adına halkın karşısına geçecek olursa, mevcut kriz
laikliğin sonunu getirecek bir devrime dönüşebilecek" diye yazdı.
Gazete başyazısında, AKP’nin laikliği ortadan kaldırmaya çalışmakla suçlandığı, partinin kapatılması
ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile birlikte 75 AKP’liye siyasi yasak istendiği hatırlatıldı. Yazıda, Türkiye’de
laik kesimin türban yasağının kalkmasını laikliğe karşı açık mücadele olarak nitelediği, bu girişimin
Anayasa’nın ilkelerine aykırı olduğu için AKP’nin kapatılarak yöneticilerinin yargılanmasını istediği
vurgulandı. Gazete, İran Radyosu’nda da yayınlanan yorumunda şu iddialarda bulundu:
ABD planıdır
"Gelişmelerin perde arkasında İslamcıların Türkiye yönetiminden uzaklaştırılması ve bu ülkenin
laiklerin etkisi altında kalmasının planlandığı açıktır. Bu gerçekten yola çıkarak, Türkiye ve AKP’yi aşan bir
takım gizli ellerin perde arkasından faal olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bu son yıllarda İslam ülkelerinde
ABD tarafından uygulanan kapsamlı bir plandır. Bu alanda ilk örneğe Cezayir’de yaşandığı hatırlanacaktı.
İkinci örnek ise Filistin’de yasal hükümet olan HAMAS’a baskı yaparak Siyonistlere alet olacak başka bir
hükümetin başa getirilmesi olayıdır. ABD’li yöneticilerin asıl hedefi; Müslüman ülkelerde İslam devriminin
yayılmasına engel olup bu ülkeleri sulta altında tutmaktır."
Laikliğin Sonu Olacaktır!
Gazete, hiçbir gücün İslam topraklarında kök salan İslam devriminin filizlenmesine engel
olamayacağını savunarak, şu sözlere yer veriyor: "Birçok İslam ülkesinde İslam devriminin
yayılmasına tanık oluyoruz. Bu ise geleceğin İslam’a ait olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Türkiye
hususunda AKP’ye karşı dava açılmasını tasarlayanların tarihi bir hataya düştükleri düşünülüyor.
Zira Türkiye halkı Müslüman olduğu için hiçbir güç halkın inançlarına engel olamayacaktır. Ve
ABD’nin tasarladığı planların İran, Lübnan, Filistin, Irak ve diğer ülkelerde başarısız kalması bu ülke
ile diğer sultacılara ders olmalıdır. Özellikle de Türk halkı geçen seçimlerde oy çoğunluyla
muhaliflere karşı başarı sağladıklarını göstermiş bulunuyor. Türkiye’nin bulunduğu şimdiki durumda
İslami kesimin kenara itilip laiklerin yönetime getirilmesi, laiklik ve laiklik taraftarlarını silip süpürecek
fırtınaların kopmasına neden olabilir. Hiç şüphesiz Anayasa Mahkemesi laikliği korumak adına halkın
karşısına geçecek olursa mevcut kriz laikliğin sonunu getirecek bir devrime dönüşebilecek ."164 Bu
tespit ve tahrikler, yoksa Siyonist merkezlere: “Elinizi çabuk tutun” mesajı mı içeriyordu!?...
İsmet Berkan ise, bütün bunların aksine Genelkurmay'ın 27 Nisan bildirisi ile bilerek ya da
bilmeyerek, Ergenekon'un hesaplarını bozduğunu ve askeri darbenin meşruiyetini yok ettiğini
savunuyordu.
164
Hürriyet 29.04.2008 / Türktime.com
164
"Ergenekon'un yakın tarihi" başlıklı son 6 yazısı boyunca Türkiye'nin zirvesindeki gizli hesapları analiz
eden Radikal Genel Yayın Yönetmeni İsmet Berkan, "Genelkurmay'ın 'Eğer Anayasa Mahkemesi bu seçimi
iptal etmezse darbe yaparım' diye de okunabilecek olan bildirisi, Türkiye'de bütün hesapları bozacak olaylar
zincirini başlattığını söylüyordu.
“Bir kere hükümet kuyruğu dik tuttu, ertesi gün sert sayılabilecek bir açıklama yaptı. Ama bununla da
yetinmedi ve hem erken genel seçimin hem de Cumhurbaşkanını halkın doğrudan seçmesinin önünü açan
düzenlemelere girişti.
Bir anda seçim ortamına girilince Ergenekon'un hesapları yattı; çünkü onlar seçimin Kasım 2007'de,
normal zamanında olacağını düşünüyor, eylem planlarını buna göre oluşturuyorlardı.
Genelkurmay bildirisi darbe tehlikesinin 'açık ve yakın' olduğunu gösterince, Cumhuriyet Mitinglerine
katılanların önemli bir bölümü dahil pek çok kişi fikir değiştirdi: Evet laiklik önemliydi, bu hükümetten de
hoşlanmıyorlardı ama darbe de istemiyorlardı.
Yani, 27 Nisan bildirisi bilerek ya da bilmeyerek, Ergenekon'un hesaplarını da bozdu, askeri darbenin
meşruiyetini kaybetmesine neden oldu. Üstüne üstlük 22 Temmuz seçiminden AKP yüzde 47 oy alıp miting
tertipçilerinin desteklediği CHP ve MHP umulduğu kadar başarılı olmayınca Ergenekon'un planları baştan
aşağı sarsıldı” şeklinde yorumluyordu.
Şamil Tayyar ise masonik merkezleri kışkırtmak ve orduya fesat sokmak için şunları yazıyordu:
“Koşaner’e Komplo mu?
Bir önemli gelişme daha yaşanıyor. Taraf Gazetesi’nin gazetecilik başarısı olarak hanesine
yazdığı son andıç skandalı. Neresinden bakarsanız bakın bu andıcın elle tutulur bir tarafı yok.
İşadamlarını, akademisyenleri, gazetecileri neredeyse herkesi fişlemişler.
Taraf’ın gazeteciliğine lafım yok ama şuraya yakın dönemde bu andıçın ortalığa dökülmesinde
yarar umanlar olabilir. Dikkat edin, andıçın dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Işık
Koşaner’e sunulduğu ifade ediliyor. Şu anda Koşaner, skandalın tam göbeğindeki adam!
Oysa o, yüksek ihtimalle ağustosta Kara Kuvvetleri Komutanı olacak. Eğer Yaşar Büyükanıt,
tıpkı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun Hilmi Özkök’ü tasfiye planı gibi benzer bir proje hazırlar ve hükümet de
evet derse, Koşaner ağustosta iki kademe birden atlayıp Genelkurmay Başkanı bile olabilir.
Tabi, bu son söylediğim ‘fantezi’ olarak görülebilir. Biraz da öyle. Ama Koşaner’in Kara
Kuvvetleri Komutanlığı artık kesin gibi. Aksi, şuranın en büyük sürprizi olur.
Bu durumda sormak lazım: Acaba, bu eski andıç servisi Koşaner’e yönelik bir komplo olabilir
mi? Şurayla bir ilgisi var mı?” diye soruyor ve kafaları karıştırıyordu.
165
AB hayranı ve AKP borazanı Ali Bayramoğlu ise şöyle diyordu:
“Demokrat seferberlik, bizce, AB desteğini de, AB çerçevesini aşar…
Zira gereken, “Türkiye'nin şu anda yaşadığı sıcak sorunlara, tıkanıklıklara bulunacak siyasi çözümler,
bu çözümler etrafında üretilecek olabildiğince geniş toplumsal koalisyonlardır”. Gereken “iç dinamikler”i AB
haritası ve mantığını da aşan bir şekilde “demokratik bir cephe” etrafında harekete geçirebilmektir.
Unutmamak gerekir ki Barroso'nun söylediklerinin arasında “son gelişmeler Türkiye'nin AB üyeliğinin
zor bir konu olduğunu gösterdi” cümlesi de var.
Daha dün yeni bir andıç ortaya çıktı, AB'nin kamuoyunu yönlendirmesine karşı tedbirleri Genelkurmay
2. Başkanı'na sunan bir andıç…
Kimi güçlerin almaya başladıkları sonuç işte budur, bu “andıç”taki zımni öngörülerdir…
Ağustos ayında Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ ordunun başına geçecek…
Başbuğ Karar Kuvvetleri Komutanı olduğu yıl 25 Eylül 2006'da Kara Harp Okulu'nda yaptığı, bugünün
anlam ve önemine uygun konuşmayı hatırlar mısınız?
Konuşmada iki hususun altını çizmişti Başbuğ.
165
09.04.2008 / Star
165
Bunlardan ilki “Türkiye'de karşı devrim hareketlerinin 1950'de başladığını ifade etmesi”ydi.
İlhan Selçuk, Mümtaz Soysal, Çetin Yetkin gibi isimlerin temel tezi olan, devrim, Kemalizm, rejim ile
çok partili hayatı karşı karşıya getiren, otoriter anlayışın en kaba biçimini ifade eden bu tavrın Kara Kuvvetleri
Komutanı tarafından “dolaylı bir yolla” olsa da dile getirilmesi son derece dikkat çekiciydi...
İkinci önemli nokta Başbuğ'un; askerin ve devletin temel politik hedefini, karşı devrimle topyekûn
mücadele olarak tanımlamasıydı.
Sorun budur…”166 diye yakınıyordu.
“Buna Darbe Denir!” Diyen Newsweek’in Siyonist Yazarı Niye Gocunuyordu?
Newsweek dergisinde AK Parti hakkında açılan kapatma davasıyla ilgili Grenville Byford imzasıyla
yayımlanan yorumda, Başsavcı'nın iddianamesinin Anayasa Mahkemesi tarafından kabul edilmesiyle
başlayan süreç 'darbe girişimi' olarak nitelendiriyordu.
Byford, makalesinde özet olarak şu ifadelere yer veriyordu:
“Darbe denince genel olarak akla askerlerle tanklar gelir. Hal böyleyken, 14 Mart'ta Türkiye'nin
Başsavcısı, cüretkârlığı ve bir iddianameyle silahlanmış olarak Anayasa Mahkemesi'ne bir darbe önerisinde
bulundu. Anayasa Mahkemesi de iddianameyi görüşmeyi kabul etti.
Mahkeme yargıçlarının bir darbe üzerinde düşündüğünü söylemek fazla sert bir ifade değil.
Demokraside seçmenler sadece hükümeti seçme imtiyazına değil, 'işe yaramayanları devirme' hakkına da
sahiptir. Başsavcı Abdurrahman Yalçınkaya'nın önerdiği, Anayasa Mahkemesi'nin iktidardaki AK Parti'yi
kapatması ve hakkıyla seçilmiş hükümeti ortadan kaldırmasıdır. Aynı zamanda mahkemenin, Başbakan
Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdulah Gül'e, AK Parti'nin önde gelen 69 üyesiyle birlikte 5 yıl siyaset
yasağı getirmesini istemektedir. Başsavcı, başörtüsü yasağını kaldırmak isteyen AK Parti'yi laiklik karşıtı
eylemlerin odağı olmakla suçlamaktadır.
Türk Anayasa Mahkemesi'nin uzun ve tartışmalı bir parti kapatma tarihi var ancak mahkeme daha
önce iktidarda olduğu sırada bir partiyi hiç kapatmadı. Özellikle de, generallerin darbe tehdidine rağmen 8 ay
önce yüzde 47 oy almış bir partiyi.
Hâlihazırda AK Parti'nin akla yatacak sivil bir alternatifi bulunmamaktadır. Talep ettiği şeyin ciddiyetini
göstermek amacıyla Yalçınkaya AK Parti'nin laik cumhuriyeti yıkmayı planladığını gösteren 'dumanı tüten
silah' hükmündeki kanıtlara ihtiyaç duyacaktı. Ama hazırladığı iddianame, bunu bulamadığını gösteriyor.
MHP'nin ikili oyunundan şikâyetçi oluyordu
AK Parti, anayasa değişikliklerini referanduma götürecek yüzde 60 çoğunluğa sahip ancak zaman
harcayacak bu adımdan kurtulmak için gereken yüzde 65'e sahip değil. MHP'nin desteği bunu sağlayabilir
ancak MHP, AK Parti'nin kapatılmasını önlemeye yardım etmeyi isterken, diğer yandan da partinin önde
gelen isimlerinin (özellikle karizmatik Erdoğan'ı) siyasi hayattan uzaklaştırılmasına engel olmak için yardım
etmekte istekli olmadığı görülüyor. Partinin kapatılması konusunda referandum muhtemel görünüyor.” 167
Ve CHP Lideri Deniz Baykal, İsmet İnönü’nün Adnan Menderes’e Söylediklerini, Şimdi
Tayyib’e Hatırlatıyordu:
“Biz genel seçimlerin hemen ertesinde AKP Genel Merkezi’ne gidip cumhuriyetin bazı
kazanımlarına müdahale etmeyin demiştik. Bu içten bir uyarıydı. Kristal vazoyu kırmayın dedik. Aynı
uyarıyı Erbakan’a da yapmıştık...” Yoksa Baykal Mesut Yılmaz’ın 28 Şubat sonrası bankodan
başbakan çıkması gibi, hiçbir seçim kazanmadan koltuğa oturmak mı istiyordu?
"Baykal eskidi, yerine ben geçeyim. Çünkü ben gencim" demek hiçbir şey ifade etmiyor.
Tamam, geçeceksin de ne yapacaksın. İddian nedir?” Oysa önce kendi saplantılarını aşmaları ve
milletle barışmaları gerekiyordu.
CHP ya da Türk solu, AKP’nin varoşlarda ve Anadolu’da tuttuğu zemine karşı yalnızca "laiklik"
içine sıkışıp kalmıştı.
166
167
10.04.2008 / Yeni Şafak
Grenville Byford
166
Bir sol parti olarak, ezilenler, halk, işçi, köylü, gibi kavramlar buharlaştı. Yalnızca laiklik ön
plana çıktı. Halkın inancı ile o inancın siyasete alet edilmesini birbirine karıştırdı.
Parti yönetimine bürokratlar ve hukukçular hakim oldu. Bir Ankara partisi oldu. Partinin
adındaki cumhuriyet öylesine öne çıkartıldı ki halk geride kaldı.
Parti genel sekreteri bir siyasetçi gibi değil, bir "kayyum" gibi davranır oldu. Neredeyse halka
(bize neden oy vermediniz, suçlusunuz) diyecek şımarıklığa başladı.
CHP Türkiye’nin inanç yelpazesini yeterince göremedi. Yalnızca Alevilik üzerinden yürüdü.
Başörtüsü konusunda açılım sağlayamadı. Keskin bir karar alamadı. Laik olmayı "dinden uzak
durmak", "camiye yaklaşmamak" gibi algıladı.
Irak’ta 1 milyonu aşkın insan öldürüldü. Bunların çok büyük bir çoğunluğu Müslüman’dı.
CHP’den bir tek protesto yapılmadı. Geleneksel olarak Ortadoğu’daki mazlum halkları destekleyen
sol parti olarak hiç sesi çıkmadı. Filistin zulmüne karşı da hep duyarsız davrandı.
Bağımsızlığı, adil olmayı, AB’nin tuzaklarını anlatamadı.
Yerel yönetimlerde silindi. Ege’de, İzmir’de, Trakya’da ve en önemlisi Ankara Çankaya’da yok
oldu...
CHP hala tek parti gibi davranmaktan kurtulamadı. Sanki başka bir zaman diliminde mutat
işlevini sürdürür bir hal aldı. Yalnızca "cumhuriyetin kağıt üstündeki değerlerini savunan bir
muhalefet heyeti" gibi genel merkez binasıyla TBMM grubu arasına sıkıştı...
Cumhuriyeti kuran parti bu cumhuriyetin halk için kurulduğunu unutur gibi bir tavır takındı.” 168
168
07.04.2008 / Fatih Çekirge / Hürriyet
167
İSTATİSTİKLERİN İNSAFI
VE
AKP EKONOMİSİ’NİN İFLASI
Borsada yabancıların payı yüzde 70’i geçiyor
İMKB'deki hisse senedi pazarlarında yabancılar; 2008 Nisan ayında 6 milyar 155,2 milyon
dolarlık alış, 6 milyar 73,3 milyon dolarlık satış yapmıştı. 9 Mayıs itibarıyla borsada yabancıların payı
yüzde 70,87 seviyesine ulaşmıştı.
Türkiye’nin yüzde 74,1’i yoksulluk çekiyor
Yapılan Açlık ve Yoksulluk Araştırması'na göre, Türkiye nüfusunun yüzde 74.1'i yoksulluk
sınırının, 15.4'ü ise açlık sınırının altında yaşadığı ortaya çıkmıştı. Türkiye nüfusunun sadece yüzde
25.9'u yoksulluk sınırının üzerinde gelir sağlamaktaydı.
Türkiye 52 milyon 278 bin 252 kişi yoksulluk sınırının altında, 10 milyon 871 bin 672 kişi ise
açlık sınırının altında kıvranmaktaydı.
Ailelerin yüzde 15' i açlık sınırının altında gelire sahip
Buna göre, gelirden en az pay alan birinci yüzde 5'lik dilimdeki ailelerin aylık ortalama geliri 251
YTL'de, ikinci yüzde 5'lik dilimdeki ailelerin geliri 450 YTL'de ve üçüncü dilimdekilerin ortalama geliri ise 571
YTL'de kalmıştı. Söz konusu ilk üç dilimin ortalama aylık geliri 664.6 YTL olan açlık sınırını bulmamıştı.
Toplam 2 milyon 595 bin aile 2007 yılında açlık sınırının altında bir gelirle yaşamını sürdürmek zorunda
bırakılmıştı. Bu ailelerdeki nüfus ise 10 milyon 872 bin kişi civarındaydı. Buna göre, Türkiye'deki ailelerin
yüzde 15'i, toplam nüfusun da yüzde 15.4'ü açlık sınırının altında gelire sahip olduğu anlaşılmıştı.
52 milyon 278 bin kişinin yoksul yaşadığı tahmin ediliyor
Araştırmaya göre, gelir dağılımı sıralamasında dördüncü yüzde 5'lik dilimdeki ailelerin 2007 yılı
ortalama aylık geliri 667 YTL ile açlık sınırının çok az üzerine yer aldı. Nüfusun yüzde 4.9'unun yaşadığı bu
dilimdeki aileler açlık sınırının altına düşme riskini en fazla taşıyan grup olarak öne çıktı. Beşinci dilimdeki
ailelerin ortalama geliri 755 YTL, altıncı dilimdekilerin geliri 840 YTL, yedinci dilimdekilerin geliri 931 YTL,
sekizinci dilimdekilerin geliri bin 23 YTL, dokuzuncu dilimdekilerin geliri bin 116 YTL, onuncu dilimdekilerin
geliri bin 211 YTL kadardı. On birinci dilimdekilerin geliri bin 315 YTL, on ikinci dilimdekilerin geliri bin 430
YTL, on üçüncü dilimdekilerin ortalama geliri bin 555 YTL, on dördüncü dilimdekilerin geliri bin 715 YTL ve
on beşinci dilimdekilerin geliri ise bin 876 YTL düzeyine çıkmıştı.
Buna göre gelir dağılımında 1-15'inci yüzde 5'lik dilimlerde yer alan 12 milyon 973 bin aile 2 bin 91,5
YTL olarak belirlenen 2007 yılı ortalama açlık sınırının altında aylık gelir kazanmıştı. Yoksulluk sınırının
altında gelir elde eden ailelerde ise nüfusun yüzde 74.1'ini meydana getiren 52 milyon 278 bin kişinin
yaşadığı anlaşılmıştı.
Araştırmanın sonuçlarına göre, Türkiye'deki ailelerin sadece yüzde 20'sinin aylık ortalama hane geliri 2
bin 91,5 YTL olan yoksulluk sınırının üzerine çıktı. Gelir dağılımında 16'ncı sıradaki yüzde 5'lik dilimin 2007
yılı aylık ortalama hane geliri 2 bin 94 YTL olarak hesaplanmıştı.
"Türkiye'deki Açlığın Boyutu Gizlenmeyecek Kadar Büyük" bulunuyor.
Türkiye'de hem açlığın hem de yoksulluğun boyutlarının istatistiklerle gizlenemeyecek kadar büyük
olduğu ortaya çıkıyor. 8 milyon aileye kömür dağıtılmasıyla, milyonlarca aileye gıda yardımı yapılmasıyla
övünülen bir ülkede "539 bin kişinin açlık sınırında, 12 milyon kişinin de yoksulluk sınırında yaşadığı"na
yönelik bir istatistiğin hiçbir inandırıcılığı bulunmuyor.
Hesaplama sistemlerinde değişiklik yaparak kişi başına geliri 9 bin doların üzerine çıkarmak, ülkedeki
aç ve yoksul insan sayısının azalmasına neden olmuyor. Son aylarda temel gıda maddelerinin fiyatlarında
168
yaşanan artışlar Türkiye'deki açlık sorununu daha da büyütüyor. 169
Zor bir dönemden geçiliyor
Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve toplumsal olarak zor bir dönemden geçiliyor. Bu yıl 50 milyar doları
bulması beklenen cari işlemler açığı yeni bir depreme yol açarsa, enkazın altında yüksek dış borçlanma
nedeniyle önemli bir kur riski bulunan reel sektör firmaları kalacağa benziyor. Şirketler kesiminin dış borç
ödemelerinde bir sorunla karşılaşmasının hem bankacılık sektörünü hem de kamuyu olumsuz etkilemesinin
kaçınılmaz olduğu söyleniyor. Düşük döviz kuru ithal tüketim mallarına yönelik olarak yapay bir talep
oluştururken, geliri reel olarak artmayan Türk halkı, bu tüketim harcamalarını giderek bankalara daha çok
borçlanarak gerçekleştirmekte. Bankaların da tüketime özendirdiği Türk halkı, bugün gelirinin yüzde 30’una
yaklaşan bir borç yüküyle karşı karşıya bulunuyor.
Kriz uyarısı yapılıyor
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’ne bağlı 10 Oda Başkanı Ankara’da toplanarak ekonomideki tehlikeli
gidişata dikkat çekti.
Cari işlemler açığı ürkütüyor
Cari açığın, kritik sınır olan ‘GSYİH’nin yüzde 4’ünün’ üzerinde seyrettiği, milli gelir büyüme hızının
yavaşlamasına rağmen, cari işlemler açığının büyümeye devam etmesinin sürdürülebilir bir durum olmadığı
ifade ediliyor.
İşsizlik sorunu artıyor
Yüzde 20’yi aşan işsizlik sorunuyla karşı karşıya bulunan Türkiye bir çıkmaza sürükleniyor.
Yüzde11,3 olarak açıklanmasına karşın, ülkenin, “umudu kırıklarla” birlikte yüzde 20’yi aşan işsizlik
sorunuyla karşı karşıya bulunduğu gizleniyor.
Mehmet Şimşek hayal görüyor!
Bütün bunlara rağmen Devlet Bakanı Mehmet Şimşek, kamu borçlanma gereğinin ortadan kalktığını
söyleyerek hükümetlerinin bu konudaki başarısıyla övünüyor. Hem özel sektör borçlanmasının hem de
tüketici kredilerinin artış gösterdiği bir dönemde bir bakanın böyle açıklamalarda bulunması şaşkınlıkla
karşılanıyor.
Devlet Bakanı Mehmet Şimşek'in, "İlk defa son bir kaç yıldır Türkiye'de borçlanma gereği yok. Tam
aksine borçları o anlamda azaltmaya başlıyoruz" sözleri hayretle karşılanıyor. Hem özel sektör borçlarının
hem de tüketici kredilerinin büyük bir artış gösterdiği bir dönemde bakanın "borçlanma gereği"nin ortadan
kalkmasıyla övünmesinin sorumsuzluktan mı cehaletten mi kaynaklandığı tartışılıyor. Bakanın aynı konuşma
içinde hem kamu borçlanma gereğinin ortadan kalkmasıyla hem de banka bilânçolarında kredilerin payının
yüzde 23'ten yüzde 50'ye çıkmasıyla övünmesi Şimşek’in hayal gördüğünü hatırlatıyor.
Borçlar giderek artıyor!
Önce gerçekten borçların inmiş mi ona bir bakalım; AKP iktidarı işbaşına geldiği zaman 2002'ye kadar
1920–2002 arası 219 milyar dolardı Türkiye'nin borcu. 5 yılda borç 408 milyar dolara çıktı. Böylece Türkiye,
2006 yılında 399,7 milyar dolar olarak gerçekleşen GSMH’nın yüzde 102’si oranında bir toplam borç yükü ile
karşı karşıya kaldı. 2002 yılında 2.531 dolar olan her bir vatandaşın sırtındaki kişi başı toplam (iç ve dış)
kamu borç yükü de AKP iktidarında, yüzde 55,2 oranında artarak Mart 2007 sonu itibariyle 3.929 dolara
tırmandı. 2002 yılında 3.164 dolar olan her bir vatandaşın sırtındaki kişi başına (kamu+özel) toplam (iç ve
dış) borç yükü (şahsi borçları hariç), AKP iktidarında, yüzde 76,7 oranında artarak (yani 2.427 dolar), Mart
2007 sonu itibariyle 5. 591 dolara tırmandı. O halde nasıl oluyor da, Türkiye’nin hem net hem de brüt olarak
borcu azalmış. Yoksa borç gerçekten yiğidin kamçısı mı? Bu yiğitlikten neden sadece fakir fukara pay alıyor?
Yoksa kamçı denen bu şey bazılarına yiğitlik verirken, bazılarına sadece acı mı veriyor? Yine, Şimşek’in
dediği gibi gerçekten ödediğimiz faizde düştü mü? 2002 Kasım ayından 2007 yılı Mart ayına kadar geçen 52
aylık süre içinde AKP iktidarı; her gün ortalama 90 milyon dolar, her ay 2 milyar 700 milyon dolar, her yıl
169
ANKA
169
ortalama 32 milyar 400 milyon dolar, toplam olarak ise, 202,2 milyar YTL yani 141,3 milyar dolar, faiz
ödemesini, büyük bölümü vergisiz gelir olarak, rantiye kesimine aktardı.
Kaynaklarımız yabancı ekonomilere akıyor!
Türkiye tarihinin en fazla satışını yapan hükümetin yeni satışlar ve yeni para girişleri olmadan
yine Türkiye tarihinin en büyük borç stokunu nasıl çevireceği de bilinmiyor. Ayrıca, Bakan Şimşek,
yabancı yatırımcıların, AKP’nin iş başında olduğu beş yılı aşkın sürede Türkiye’de doğrudan
yatırımlar ve portföy yatırımlarından yüksek tutarda kar elde ederek, ülkelerine götürdüklerinden
bahsetmiyor. Fakat, Merkez Bankası ödemeler dengesi istatistiklerinden yaptığı hesaplamaya göre
anılan dönemde yabancılar, Türkiye’deki doğrudan yatırımlarından elde ettikleri karların 5 milyar 986
milyon doları ile; Borsa, devlet iç borçlanma senetleri gibi finansal araçlara yaptıkları portföy
yatırımlarından kazandıkları 17 milyar 233 milyon doları yurt dışına taşınıyor. Böylece anılan
dönemde Türkiye’de elde edilen 23 milyar 219 milyon dolarlık bir kaynak ülkeden çıkarak, başka
ekonomilere akmış oluyor.
Özel sektörün dış borcu 160 milyar doları aşıyor!
Nisan sonu itibariyle özel sektör dış borcu 160 milyara yaklaştı. IMF de dâhil olmak üzere içeriden ve
dışarıdan pek kurum ve kişinin sürekli uyarı yaptığı bir başlık haline özel sektör dış borcu, hem Hazine hem
de bankacılık sistemi açısından en büyük risk kalemlerinden biri. Bankacılık sisteminin sadece kendi
kullandırdığı kredilerin riskini taşımadığı, geçmiş krizlerden farklı olarak teminat mektupları üzerinde
yurtdışındaki finans kuruluşlarından kredi kullanan özel sektörün riskini de taşıdığı ve bu riskin ilgili mercilerin
bu konuda bir enstrüman geliştirmemiş olmasından ötürü ölçülemediği de kaydediliyor. Chicago Üniversitesi
Finans Bölümü Başkanı Prof. Dr. Vefa Tarhan da, Türkiye’yi bekleyen tehlikelerden en büyüğünün özel
sektörün dış borcu olduğunu kaydediyor. Tarhan, özel sektörün döviz riskiyle kumar oynadığını ifade ederek,
158 milyar dolar dış borcu bulunan özel sektörün herhangi bir kur değişiminde büyük zararlar alacağını
belirtiyor. Tarhan şunları söylüyor: “Bunu Türk şirketleri dışarıdan para bulabiliyor, ne güzel diye de
değerlendirebilirsiniz. Ama bu bir kumardır. Dış piyasalarda kredi bulmak iyi ama bu sürdürülebilir bir şey
olursa iyidir. Adam ABD şirketine kredi verirken tereddüt ediyorsa, bunu da düşünmek lazım. Ayrıca bu
şirketlerin aldıkları borcun vadesi dolduğunda, tekrar verecek mi, ileride bulabilecek mi bu krediyi?.” 170
Türkiye faiz ahtapotuyla sömürülüyor!
Mehmet Şimşek “faizle ilgili” yaptığı açıklamalar sırasında “doğruyu” söylemedi ve hala söylemiyor...
Hatırlarsanız, Şimşek açıklama yapmış ve “Türkiye faizle soyuluyor” iddialarımıza karşı çıkarak, Türk Hazine
bonolarının % 80’inin yerli yatırımcıların elinde olduğunu söylemişti! İşte bu veri kesinlikle ve kesinlikle doğru
değil!
Bu noktada bazı detayları tespit edelim ve kendisine soralım; Türk Hazine bonoları takası “isme” değil!
Türkiye’de bütün saklamalar isme yapılır, sistemler “elektronik olarak” gerçekten mükemmel çalışır ama
“hazine bonosu” konusunda kimse oralı olmaz! Daha da ilginç olanı; hiçbir hükümet de bu düzenlemeyi
yapmaya yanaşmaz! SPK’nın Doğan Cansızlar döneminde defalarca hükümetlerden istemesine rağmen bir
türlü “isme saklama” ile ilgili düzenleme yapılmadı... “Hazine bonosu” gizlidir ve “isme saklama” yapılmaz. Bu
noktada Mehmet beyefendiye soralım; hazine bonolarının % 80’inin yerlinin elinde olduğunu nereden
biliyorsun canım abim!.. İddia ediyorum: Türk Hazine bonolarının % 91’i bir Alman ve bir İngiliz bankasında!
Yani bu halkın “ödediği faizin % 91’i bu yabancı bankaların” kendilerine ve müşterilerine gidiyor! 72 milyon
İnsanımız çalışıyor, çabalıyor ve “dolar bazında % 42’lere varan bir faizi” 5000 civarında gerçek-tüzel kişiye
aktarıyor ve bunların % 90’ından fazlası yabancı! 171
Enflasyon tsunamisi geliyor
BM Kalkınma Programı Başkanı Kemal Derviş, finans piyasalarında tıkanıklıkları engellemeye çalışan
sanayileşmiş ülkelerin genişletici politikaları nedeniyle Türkiye gibi ülkelerin "gerçek bir enflasyonist tehlike
170
171
12.05.2008 / Necmettin Çakmak / Milli Gazete
Yiğit ulut / Vatan
170
ve tsunami" ile karşı karşıya olduğunu söylüyor.
Yüzde 25 daha yoksullaşma bekleniyor
Kemal Derviş, gelişmekte olan ülkelerde yükselen gıda ve enerji fiyatları nedeniyle kentlerdeki yoksul
insanların "enflasyon tsunamisi" ile karşı karşıya bulunduğunu belirtirken, fiyat artışlarının, bu insanları, bir
yıldan daha kısa bir süre içinde yüzde 25 kadar daha yoksul hale getirdiğini de itiraf ediyor.
Ekonominin çatısı yıkılıyor!
Ekonomide, 2001'i aratacak büyüklükte bir krizin sinyalleri veriliyor.
BM Kalkınma Programı Başkanı eski Devlet Bakanı Kemal Derviş, Türkiye gibi ülkelerin "gerçek bir
enflasyonist tehlike" ile karşı karşıya olduğunu söyledi.
Kemal Derviş, Financial Times gazetesi ile yaptığı söyleşide kendi finans piyasalarında tıkanıklıkları
engellemeye çalışan sanayileşmiş ülkelerin genişletici politikaları nedeniyle gelişmekte olan ülkelerde
enflasyon ve para arzı kontrolünde ciddi sorunların yaşanacağını bildiriyor.
Tarım ve hayvancılık bitiyor!
Önümüzdeki 40 yılda gıdaya olan küresel talep iki ya da üçe katlanacak. Bu da beslenmeyi geleceğin
en önemli sorunu haline getiriyor.
Beslenme sorunu ise bir başka sorunu derinleştiriyor: Beslenme sorunundan beslenenler! En temel
insan hakkını kazanca dönüştürenler.
Belçika şu sıralar KBC bankasının yeni yatırım aracını tartışıyor. Banka 6 tarım ürününün (Buğday,
kakao, kahve, şeker, mısır ve soya) fiyatlarındaki artışa endeksli bir hayat sigortası yarattı. Ve şu sloganla
piyasaya sürdü: "Su sıkıntısı ve ekilebilir toprakların azalması nedeniyle besin maddelerinin fiyatları sürekli
artacak. Bu fırsatı iyi değerlendirin!" Sol partiler ve sivil toplum örgütleri kıyameti koparıyorlar:
"Müthiş" bir fırsat!
"Dünyanın öbür ucunda insanlar açlıktan ve susuzluktan ölürken, felaketleri spekülasyon aracı
yapmak ahlakla bağdaşır mı?"
Bağdaşır, bağdaşır... Finansal kapitalizm öyle azdı ki, doğal afetleri bile "Yatırım aracı" olarak görmeye
başladı. Örneğin Avustralya'da kuraklık yığınla "Hedge fon" yöneticisine göbek attırıyor. Çünkü Chicago
Borsası'nda tahıl fiyatlarını zıplatıyorlar. Myanmar'daki facia da onlara bayram yaptırdı. Çünkü pirinç
üretiminin büyük bölümü mahvoldu. Myanmar yılda 600 bin ton pirinç ihraç ediyor. Bu yıl edemeyecek. Yani
daralan piyasadan 600 bin ton daha eksilecek. Bu da spekülatörler için "Ekstra kazanç" olacak! Saygın İngiliz
dergisi "New Statesman" şöyle yazıyor:
"Tarım ürünlerinin fiyatı arttıkça kazançlar şişiyor. Kazançlar şiştikçe başka yatırım fonları da piyasaya
giriyor. Onlarla birlikte fiyatlar yeniden artıyor. Sorun şu: Günde 2 doların altında gelirle yaşayan ve dünya
nüfusunun yarısını oluşturan 2.8 milyar kişi arasında yer alıyorsanız, bu kazançların bedelini hayatınızla
ödüyorsunuz."
İnsanoğlu hiç bu kadar insanlıktan çıkmamıştı...172
Hububatta tehlike çanları çalıyor
Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB), Nisan ayı yağışlarının normalin altında kaldığı Doğu ve
Güneydoğu'da hububatta yüzde 90'a varan zarar yaşandığını bildirerek, çiftçilerin kayıplarının giderilmesi
için önlem alınması çağrısında bulunuyor.
TZOB, Mayıs ayı Zirai Takvimi'ni yayınlarken Nisan ayı yağışları ve ekili alanlarla ilgili
değerlendirmede bulundu. TZOB açıklamasında, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde Nisan ayı yağışlarının
normalin altında kaldığı ve bu bölgelerdeki buğday ve arpada yüzde 90, kırmızı mercimekte yüzde 60 kayıp
yaşandığı bildiriliyor.
-Bayraktar: çiftçi hayvanını satıyor
Konuyla ilgili değerlendirmede bulanan TZOB Genel Başkanı Şemsi Bayraktar, kuraklığın il bazındaki
172
08.05.2008 / Erdal Şafak / Sabah
171
etkilerini tespit amacıyla Ziraat Odalarıyla gerçekleştirilen bir çalışma sonucunda Mardin, Şanlıurfa,
Diyarbakır, Batman, Hakkari, Muş, Siirt, Şırnak, Gaziantep, Elazığ illerinde buğday ve arpada zarar
oranlarının yüzde 90'ı, kırmızı mercimekte yüzde 60'ı bulduğunu bildirdi. Ayrıca, bağlarda verim azalmaları
beklendiği, özellikle Elazığ'a özgü şaraplık üzüm çeşitlerinden öküzgözü ve boğazkerede yanma olduğu ilk
tespitlere göre yüzde 30'lara varan verim azalmalarının beklendiğini bildiren Bayraktar, bölgede ayrıca
meraların yeşermemesi nedeniyle hayvancılığın da sıkıntıda olduğunu ifade etti. Bayraktar, “Bölgede
kuraklık meralarda otlama imkanını ortadan kaldırdığı için çiftçilerimiz hayvanlarını satmaya başlamışlardır”
diyor.
İşte son bir ayda peş peşe kapanan fabrikalar
Tekstilde son fabrika kapatma haberi Antep'ten ulaştı. 2001 krizinde dahi işçi çıkarmayan 33
yıllık fabrika kapandı.
Maraş, Denizli, Kayseri, Bursa derken Antep"te karıştı. 1975 yılında plastik ayakkabı toptancısı
Nuri Tekerekoğlu ve üç oğlu tarafından kurulan Tekerekoğlu Tekstil şalter indirip, işçilerini ücretsiz
izne ayırdı...
Uzakdoğu'nun ucuz ürünleri yanısıra artan girdi maliyetleri karşısında daha fazla dayanamayan
tekstil devleri birer birer kepenk kapatmıştı. Ki bu şirketlerin çoğu en az çeyrek asrı geride bırakmış
şirketler arasında sayılmaktaydı.
İstihdam deposu olarak anılan tekstilde üretim durma kararı alan şirketlerin ardı arkası
kesilmiyor. Bursa'da Polylen, Maraş"ta Matesa, Denizli"de Denizli Basma, Günak ve Dempa,
Kayseri'de Katartaş ve Mimataş'tan sonra Antep"te de 33 yıllık tekstil firması Tekerekoğlu Tekstil
üretimini bıraktı. Gerekçe ise malum, Çin baskısı ve derinleşen finansal krizi, yani AKP ekonomisi
herkesi vurmaktaydı...
Tekerekoğlu ailesinin ikinci kuşak temsilcileri Mustafa, Cemal ve Arif Tekerekoğlu tarafından
yönetilen Tekstil firması, sektörde önemli bir yere sahipti. 65 milyon doların üzerinde yıllık ihracat
yapan şirkette bin 800 kişi çalışmaktaydı. 45 bin metrekare alanda büküm, brode, gipür ve dokuma
üretimi yapan firma piyasada Elegant markalı tül perdeleriyle tanınmıştı...
Antep'e de sıçrayan fabrika kapatma krizi daha önce tekstil merkezi olarak anılan illerde
yaşandı. Denizli, Kayseri, Maraş, Bursa bunlardan bazılarıydı.
Maraş'ta yüzler gülmüyor
Güneydoğu'nun Akdeniz'e açılan kapısı ve son yıllarda büyük bir atılım içinde olan Maraş'ta kriz daha
büyüktü ve kentte yüzler gülmüyordu.
İplik üretiminde Türkiye'nin en büyük işletmelerinden biri olan ve Ali Galip Çalık'a ait Matesa tekstil
kapılarına kepenk vurdu. 2006'de ek 100 milyon dolarlık yatırımı yapan Matesa bin 700 kişiye yeni iş imkanı
sağlamayı planlıyordu.
Yine Maraş'ta iplik üreticileri, haksız rekabete yol açan ithalatın durdurulması için birkaç ay önce Dış
Ticaret Müsteşarlığı'ndan (DTM) damping soruşturması açılmasını talep ediyor, ama olumlu yanıt
alamıyordu.
Ancak Çin, Tayvan, Malezya, Filipinler gibi ülkelere karşı geliştirilen koruma önlemlerinin henüz işe
yaramadığı görülüyordu. Çünkü ipliğin merkezlerinden Maraş'taki iplik fabrikaları birbiri ardına şalter
indiriyordu. Türkiye toplam iplik üretiminin neredeyse yarısını karşılayan bu ilde, bırakın tam kapasiteyle
çalışmayı, kapasitesinin yarısını kullanan iplik fabrikası bile artık bulunmuyordu.
Sıkıntıda olan firmalar arasında Kurtul ailesine ait İskur'un kardeş kuruluşu Kurteks, Kahramanmaraş
Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Mehmet Balduk'un şirketi Nazar Tekstil, Suteks, Untaş, Midaş ve Kral
Tekstil başı çekiyordu. Bunlardan Suteks, Kurteks ve Untaş halen kapalı tutuluyordu.
1993 yılında kurulan Untaş'ın yıllık kapasitesi 10 milyon 800 bin tondu. Suteks günde 11 ton iplik
üretiyordu. 1984'te faaliyete başlayan Kurteks, yıllık 11 bin ton iplik, 2 bin 900 ton da kumaş üretim
kapasitesine sahip. İplik, dokuma ve boya üniteleri bulunan Midaş ise kapasitesinin çok küçük bir bölümünü
172
kullanıyordu... Yılbaşında üretime bir süre ara veren Zirve Tekstil ve Samir Tekstil ağır aksak da olsa yeniden
üretime zor başlıyordu.
Anadolu Kaplanı'nın nefesi kesiliyor!
Tekstil fabrikalarının krizde olduğu bir diğer kent ise Kayseri’ydi… Zira Kayseri Anadolu sermayesinin
başkenti konumunda sayılıyordu. Kendi başına yarattığı başarı öyküsü diğer Anadolu kentlerini de cezb
ediyordu. Ancak gelin görün ki bu kentte de iki fabrika kapandı. Her iki fabrika da İbrahim Katartaş'a aitti.
Kayseri'de Katartaş'tan sonra kapanan bir diğer tekstil fabrikası da Mimataş oldu. Ki Mimartaş geçen
yıl Özbekistan'da Özbek-İsviçre ortak işletmesine ait Ayım Tekstil'i, 48 milyon dolara satın almıştı. Ve 21
milyon dolar daha yatırım yapma planı vardı. Yine şirketin Kayseri Serbest Bölge'deki iplik üretim tesislerini
entegre tesis haline getirme planı yapılıyordu.
Tekstilin kalbinde üretim duruyor
Tekstil'in can çekiştiği bir diğer ilimiz ise Denizli’ydi. Zira Denizli Türkiye tekstilinde başı çeken
konumdaydı.
Bu ilde kapanan şirketler ise, Denizli Basma, Günak ve Dempa oldu.
Tekstil'de kapanma haberi ile gündem sarsan bir diğer kapanma haberi de Bursa'dan geliyordu.
Bursa'da 1967 yılında küçük birikim sahibi insanların bir araya gelerek kurduğu Polylen adlı sentetik iplik
fabrikası kapılarını kapatıyordu. Fabrika 812 işçisini çıkarmıştı. Sıradan bir fabrika değildi. 1992`de Çağlar `a
geçmişti. Cavit Çağlar, 5 yıl önce bankası batmasına rağmen, diğer fabrikalarıyla birlikte Polylen'in de
üretimini devam ettirmeye çalışıyordu. Yılda 30 milyon dolar ciro yapan fabrikanın 10 milyon dolarlık da
ihracatı vardı. Cavit Çağlar gibi 'feleğin çemberinden geçmiş' bir iş adamı bile bu fabrikayı götüremiyordu.
Havlu attı: 3 yıldır zarar ediyordu. Çağlar "Dayanacak gücüm kalmadı" şeklinde sızlanıyordu.
Krizde dahi işçi çıkarmayan sessiz kaplan feryat ediyor!
Tekstilde son üzücü haber ise Antep'ten geldi. Antep'te de 33 yıllık tekstil firması Tekerekoğlu Tekstil
üretimini durdurma kararı aldı. Tekerekoğlu ailesinin ikinci kuşak temsilcileri Mustafa, Cemal ve Arif
Tekerekoğlu tarafından yönetilen Tekerekoğlu Teksil, sektörde önemli bir yere sahipti. 65 milyon doların
üzerinde yıllık ihracat yapan şirkette bin 800 kişi istihdam ediliyordu. 45 bin metrekare alanda büküm, brode,
gipür ve dokuma üretimi yapan firma piyasada Elegant markalı tül perdeleriyle tanınıyordu...
Oysa Tekerekoğul Tekstil, tesislerin kapandığı her kesin küçüldüğü 2001'de adeta krize meydan
okurcasına 10 milyon dolarlık ek yatırım yapmışlardı. Büyümeye hız veren şirket, işçi sayısını da o dönem
artırmıştı. Türkiye'nin bu üçüncü büyük ev tekstili şirketi Türkiye'nin gizli şampiyonlarındandı..Antep'in
kaplanı, sessiz, ancak derinden büyüyordu.. Grubun yönetim kurulu üyesi Mustafa Tekeroğlu, 2001'de
yaptığı bir açıklamada “Cehennemde cenneti yaşıyor gibiyiz” demişti. Ancak gelinen noktada Antep'in
kaplanı da ayakta kalamıyordu.
Ki Antep, yıllık 3 milyar dolarlık ihracatı ve binin üzerindeki firmasıyla Türkiye"nin son dönemde yıldızı
en iyi parlayan kentlerinden biri konumunda. Bütün bu kapanma haberleri yanı sıra Sanko İplik"in bile
küçülme yoluna gittiği bilgileri geliyordu.”
Bütün Limanlar Satılıyor!
Yılmaz Özdil’in dediği gibi:
Mustafa Kemal'in Bandırma vapuruyla Samsun'a gitmek üzere yola çıktığı gün, yani 16 Mayıs, cuma,
Bandırma limanı ile Samsun limanı satıldı!
Şimdi yeniden dirilip Samsun’a çıkmaya kalkışsa, şaşıracak…
Çünkü liman satılmış.
"Ordu limanına yanaşalım" dese...
Satıldı.
"Çek Trabzon'a" dese...
O da satıldı.
"Rize?"
173
Satıldı.
"Bari Hopa'ya gidelim..."
O da satıldı.
"Dönün kardeşim Sinop'a!"
Satıldı.
"Ereğli limanı?"
Satıldı.
"Yarımca limanına gitsek..."
Satıldı.
"Bana satılmayan liman bulun" dese, dün itibarıyla, memleketi Karadeniz üzerinden kurtarması
mümkün değil.
"Tekirdağ limanına çıkayım, oradan yüze yüze karşıya geçerim" dese... Satıldı.
"Dümeni Ege'ye kır" dese...
Dikili limanı satıldı.
İzmir limanı satıldı.
Kuşadası limanı satıldı.
Marmaris limanı?
Satıldı!..
"Madem öyle Akdeniz'den girelim" dese...
Antalya limanı satıldı.
Alanya limanı satıldı.
Mersin limanı satıldı.
İskenderun limanı satıldı.
"İtalya'ya gidelim, oradan uçakla gelelim" dese... Havalimanları zaten satıldı.
Bakın "İtalya" dedim, aklıma geldi... Mustafa Kemal'in henüz haberi yok ama, İstanbul aşığı İtalyan
ressam Zonaro, şahane bir tablo yapmıştı, "Galata Limanı..."
O da satıldı.”
Evet bıçak kemiğe dayandı!..
Peki Mehmet Şimşek nasıl Bakan oluyor?
Mehmet Şimşek; 1 Ocak 1967’de, Batman iline bağlı Gercüş İlçesi’nin Arıca Köyü’nde dünyaya geldi.
Gercüş Lisesi mezunu. 20 Ocak 1990’da, ABD uyruklu Annalise Granwald ile evlendi. Granwald,
1971’de ABD Wisconsin Eyaleti’nde doğmuş birisi.
Şimşek, lisans eğitimini Ankara Üniversitesi SBF’de yaptı, İktisat Bölümü’nü 1983’te bitirdi.
Etibank bursuyla gittiği İngiltere’deki Exeter Üniversitesi’nde Finans ve Ekonomi dallarında yüksek
lisans (master) yapmaya gitti.
1993’te Türkiye’ye döndü ve Etibank’ta işe girdi. Kısa süre sonra ABD Büyükelçiliği’nde Türkiye
ekonomisi üzerine analizler yapılan bölümde ekonomi danışmanlığına yükseldi. Acaba hangi kökeninden ve
gizli kimliğinden dolayı, özellikle tercih edilip seçilmişti?
Bu göreve binlerce kişi arasından ve kimlerin kayırmasıyla yükselip gelmişti.
Nisan 1997’de ABD’den oturma izni alarak New York’a yerleşti.
UBS Bank’ın Hisse Senetleri Analiz Kısmı’nda iş edindi.
Bu işten ayrılan Şimşek, 1998 başında İstanbul’a döndü ve Bender ve Deutsche Menkul Değerler
Şirketi’nde 2 yıl kadar görevlendi.
2000 yılı başında Merrill Lynch’ten gelen teklifi kabul ederek Londra’ya yerleşti. Sorumluluk alanları
Türkiye, Yunanistan, Mısır ve İsrail’i kapsayan Akdeniz bölgesi, ve 2001 yılı ortasından itibaren eklenen
Rusya, Polonya ve Çek Cumhuriyeti olmak üzere, uluslararası Merrill Lynch yatırım şirketinin makro analizler
yapan bölümüne geçti.
174
2005’te Avrupa, Ortadoğu ve Afrika bölgeleri Ekonomik ve Stratejik Araştırmalar Bölümü Başkanlığı’na
getirildi.
Mehmet Şimşek, AKP’nin kurulduğu günden itibaren kendisi gibi Exeter Üniversitesi’nde master
yapmış olan Abdullah Gül ve onun aracılığıyla da Ali Babacan, Nazım Ekren ve Şaban Dişli ile yakınlık
geliştirdi.
Şimşek, Recep Tayyip Erdoğan ile ilk defa 2005’te Londra’daki bir Avrupa Birliği zirvesinde karşılaştı.
22 Temmuz 2007 seçimlerinden önce Gül, Babacan, Ekren ve Dişli Şimşek’i milletvekili adayı olarak
R.T. Erdoğan’a teklif etti.
Gaziantep listesinden 1. sırada aday gösterilen Şimşek 22 Temmuz 2007 seçimlerinde Milletvekili
seçildi.
29 Ağustos 2007’de Başbakan R.T. Erdoğan tarafından açıklanan 60. Hükümet’te Hazine’den
Sorumlu Devlet Bakanlığı’na getirildi.
Mehmet Şimşek, 9 Ağustos 2006 tarihinde onaylanan Bakanlar Kurulu kararında
“403 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanunu’nun 2383 sayılı kanunla değişik 22. maddesi uyarınca
İçişleri Bakanlığı’nın 26.7.2006 gün ve 2422 sayılı kararıyla Türk Vatandaşlığı’nı korumasına izin
verilmiş olup aynı zamanda Birleşik Krallık vatandaşıdır.” şeklinde ifade edilmiştir.
Şimşek’in eşi Annalise Şimşek (Granwald), 2 Temmuz 2007 tarihinde onaylanan Bakanlar
Kurulu kararında “403 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanunu’nun 2383 sayılı kanunla değişik 22. maddesi
uyarınca İçişleri Bakanlığı’nın 26.6.2007 gün ve 9985 sayılı kararıyla Türk Vatandaşlığı’nı korumasına
izin verilmiş olup aynı zamanda Birleşik Krallık vatandaşıdır.” şeklinde ifade edilmiştir.
Böylece Annalise Şimşek, eşinden 1 yıl sonra ve 22 Temmuz 2007 seçimlerinden 20 gün önce
Türk Vatandaşı yapıldı ve Amerikan, İngiliz ve Türk olmak üzere 3 ülke vatandaşlığına sahip oldu.
Şimşek’in 1993’te master yaptığı Exeter Üniversitesi’nin bilinen 4 temel özelliği vardır:
Birinci özelliği; İngiltere’deki tek Kürdistan Araştırmaları Merkezi’ne sahip olması, ikinci özelliği; İngiliz
İstihbaratı’nın desteğinde olması, üçüncü özelliği; yetkin bir Arap ve İslam Araştırmaları Bölümü’nü
bünyesinde barındırması, ve dördüncü özelliği de; Harvard Üniversitesi J.F. Kennedy School of Government
Bölümü ve Dr. Henry Kissinger’ın 1950’de Harvard’da faaliyete geçirdiği Yaz Seminerleri Programları ile 3.
Dünya ülkeleri ve gelişmekte olan ülkelere “İslamcı-Modernleştirici” liderler yetiştiren bir üniversite olmasıdır.
Aynı zamanda Şimşek’i Başbakan R.T. Erdoğan’a öneren Abdullah Gül de Exeter Üniversitesi’nde
master yapmıştır.
Şimşek, Exeter Üniversitesi’ni bitirip 1993’te Ankara’ya dödükten kısa bir süre sonra ABD Ankara
Büyükelçiliği’nin Türkiye ekonomisi üzerine analizler yapılan Ekonomi Bölümü’nde danışman olarak
çalışmaya başlamıştır.
Şimşek’i bu göreve getiren irade şüphesiz ki o zamanki ABD Ankara Büyükelçisi, Türkiye uzmanı
deneyimli diplomat Marc Grossman’dır.
Şimşek, büyükelçilikte 1993-1997 tarihleri arasında yaklaşık olarak 4 yıl süreyle görev yapmıştır.
Bu süreçte ABD Ankara Büyükelçisi olan Marc Grossman, kendisinden önceki Büyükelçi Morton
Abramovitz’in müsteşarıydı ve Türkiye’yi çok iyi tanımaktadır.
Her iki büyükelçi de bulundukları ülkeleri ABD’nin uydusu yapmak ve ABD’ye bağlı kadrolar
devşirmekle ün yapmıştır.
İkisi de Türkiye’deki görevleri süresince siyasi partilerden, sivil kuruluşlardan, öğrenci guruplarından,
işçi ve işveren sendikalarından, medyadan ve hükümetten kadroları değiştirmiş ve dönüştürmüş
diplomatlardır ve Yahudi asıllıdır.
Marc Grossman’ın Büyükelçilik döneminde, Büyükelçilik, İstanbul Başkonsolosluğu ve Adana
Konsolosluğu’nun Ekonomik, Politik ve Askeri Bölümleri içinde gizlenmiş, CIA ve Savunma Koordinasyon
bölümleri çok deneyimli ajanlara sahipti ve çok yoğun faaliyetler içindeydiler.
Marc Grossman dönemi;
175
1. Körfez Savaşı’yla Saddam Hüseyin’in gücünün yıkıma uğratıldığı,
Kuzey
Irak’ta
Saddam’ın
gücünün
sıfırlandığı,
ABD’nin
Barzani-Talabani
güçleri
ve
CIA
peşmergeleriyle Saddam’ı devirme planlarını devreye soktuğu, İncirlik Üssü’nden Kuzeyden Keşif Gücü
uçaklarının Kuzey Irak’a silah, cephane, ilaç ve gıda maddeleri attığı, Jandarma Genelkomutanı Orgeneral
Eşref Bitlis’in ABD’nce tertiplenen suikastle öldürüldüğü, ekonominin çökmekte olduğu ve 1995 devalüasyon
programlarının gündeme girdiği, Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanı, Necmettin Erbakan’ın Refahyol
İktidarının Başbakanı, Tansu Çiller’in Dışişleri Bakanı, ve Abdullah Gül’ün Devlet Bakanı ve Hükümet
Sözcüsü olduğu çok kritik bir dönemdir.
Böylesine önemli bir döneme rastlayan 1996 yılında, CIA Kuzey Irak İstasyon Şefi Robert (Bob) Baer,
Erbil’e giren Saddam Hüseyin birliklerine saldırmak ve Saddam’a muhalif askeri birliklerle, eşgüdümlü bir
darbe ile Saddam’ı devirmek amacıyla örgütlediği CIA peşmergelerinin eyleme geçişlerini son anda
durdurmak zorunda kalmıştır.
2500’e yakın CIA peşmergesi, Türkiye üzerinden önce Pasifik’teki Guam Adası’na, sonra da ABD’ye
tahliye edilmeye başlanmıştır.
Daha sonra, 1996 sonu ve 1997’de bunların Türkiye üzerinden tekrar Kuzey Irak’a sokulması
gündeme gelmiştir.
İşte böylesine kritik bir süreçte ABD Ankara Büyükelçiliği Ekonomi Bölümü’nde görev yapmakta olan
Mehmet Şimşek’e, Büyükelçilik kadrosundaki gizli görevi CIA İstasyon Şefliği olan John L. Brady, Türkiye
üzerinden Guam Adası’na tahliye edilecek CIA peşmergeleri ile ilgili olarak yapılan çok gizli görüşmelerde
tercümanlık yapma görevi vermiştir.
Daha sonra da, bu CIA peşmergelerinin tekrar Kuzey Irak’a dönmeleri için yapılan görüşmelerde de
Şimşek yine tercüman olarak görev yapmıştır.
ABD’nin Ankara Büyükelçisi Marc Grossman’ın öngördüğü misyonları tamamlayan Şimşek, 1997
Nisan’ında New York’a yerleşerek UBS Bank’ta, ve 1998 başında da İstanbul’a dönerek 2000 yılına kadar
Bender Menkul Değerler Şirketi’nde çalışmıştır.
2000 yılında New York merkezli uluslararası yatırım şirketi Merrill Lynch’in Londra Merkezi’nde
çalışmaya başlamıştır. Merrill Lynch’te, küresel sermaye hareketinin önemli bir bölümü olan sıcak para
hareketlerini, ve Türk piyasasındaki spekülasyon ve manipülasyonları yönlendiren Şimşek, 2 Temmuz 2007
tarihli Radikal gazetesindeki söyleşisinde Merrill Lynch’e ve kendi misyonuna yönelik şu açıklamaları
yapmıştır:
“Benim AKP’den önceki hükümetle de diyaloğum vardı. Yedi yıldır çalıştığım Merrill Lynch, Türkiye’nin
milli gelirinin 4 katı (1,6 trilyon dolar) büyüklüğünde portföyü olan uluslararası bir kuruluş. Ben Avrupa,
Ortadoğu ve Afrika Bölgesi Ekonomik Araştırmalar Bölümü Başkanı’ydım.”
Güngör Uras, 16 Temmuz 2007 tarihli Milliyet gazetesinde Merrill Lynch ve Şimşek’in görevleri
hakkında şunları yazmıştır:
“Bizim piyasaların ipi Londra’daki bankerlerin elinde. Şimdi ipi o kadar sağlam ele geçirmiş durumdalar
ki 2. Kemal Derviş olarak anılan Mehmet Şimşek’i ekonomi yönetiminin başına gönderdiler. O Londra
bankerleri ki, küresel sermaye hareketinin bir bölümüne yön veriyorlar.”
Uras, Londra bankerlerinin Türk piyasasındaki spekülasyonları ve manipülasyonlarını da yürüten
gençlerden birinin Şimşek hakkındaki yorumunu da şöyle aktarıyor:
“O arkadaşımız Londra bankerleriyle, daha doğrusu küresel piyasalarla AKP arasında köprü olacak.
Türk ekonomisinin gelişmesi, iktidarda kim olursa olsun uluslararası piyasalarla iyi ilişkiler içinde olmasına
bağlıdır. İşte bu nedenle, o çevrelerin söylediklerini AKP iktidarına ’iyi tercüme edecek’, o çevrelerden gelen
bir gencin yararı küçümsenemez.”
Uras, Londra bankerlerinin yetiştirdiği Şimşek’in yol arkadaşı olan bu gencin “Piyasaların AKP’yi
desteklediğini, AB ülkelerinin seçimler öncesinde eleştiriyi kestiğini, ABD yönetiminin de AKP iktidarına
açıkça destek verdiğini, Batı dünyasının Türkiye’nin demokratik bir ülke olmasını; Kemalizm’in, ulusalcılığın
176
ve de ordunun önlediğine inanmış durumda.
Alınmayalım, gücenmeyelim, kızmayalım ama gerçeği bilelim.
Yabancılar için ulusalcılık Türklerin kurtulması gereken bir hastalık ve de yabancılar inanıyor ki Türkleri
ulusalcılıktan kurtaracak ilaç AKP’dir.
Eğer AKP gücünü kaybederse, Türkiye’de milliyetçilik, ulusalcılık ve hatta faşizm güçlenecek. Ordu her
konuda öne çıkacak. Türkiye, bölgesinde sorunlu bir ülke olacak. Yabancılar bunu istemiyor. AKP’yi
kurtaracak olan yabancı sermayedir. Dışarıdan döviz gelince dolar ucuzlar, borsa şahlanır, faiz düşer,
piyasaların çalışması AKP’nin oyunu arttırır.”
Nitekim Merrill Lynch’in Avrupa, Ortadoğu ve Afrika Bölgesi Ekonomik ve Stratejik Araştırmalar
Bölümü Başkanı Şimşek, Başbakan Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’ın Genel Müdür olduğu Çalık
Holding’e Euro Bond ihracı ve danışmanlığını yapmak üzere 2007’de, dünyadaki 38’inci ofisini Türkiye’de
açmış ve Çalık Holding’e uzun vadeli krediler vermiştir.
AKP hükümetinin devamı için Türkiye’ye sıcak para sokan Merrill Lynch, parayı Arap sermayesini
yöneten fonlar aracılığıyla Türkiye’ye göndermektedir.
3 Haziran 2007 tarihli Akşam gazetesinde, Serdar Akinan “Savaşta Taraf Olmak” başlıklı yazısının bir
bölümünde sıcak para ve varlık ihaleleri ile ilgili şu açıklamaları yapmıştır:
“Londra borsasında bir manipülasyon yapılıyor ve bir günde 10 milyar dolar bu ülkeden çıkıyorsa, ve
bu operasyonun ardında T.C. kimliği taşıyan biri varsa…
Bu isim yakında bu ülkenin yönetim kadrolarından birine adaysa…
Türkiye’de 1 milyar dolar üzerindeki belli ihaleler, piyasa değerinin yüzde 30 altında birilerine peşkeş
çekiliyorsa ve bu şahıslar T.C. kimliği taşıyorsa…
Bu ülkede bir medya gurubu el değiştiriyor ve karar mekanizmalarında çalışanların şahsında veya
birinci derece akrabalarında tek bir etnik köken şartı aranıyorsa, ve tüm bu operasyonun asıl sahibi T.C.
kimliği taşıyorsa…
Ülkenin en etkili isimlerinden birini gelişmelerden haberdar edip ona pozisyon aldıran ekip de T.C.
kimliği taşıyorsa…
O kollektif; karanlık savaşta taraftır.”
“Siyaset aygıtında kilit dişliyi aldığını sanan o kollektif direniyor.
Ama beyhude… Ordu 12 Nisan’da aslında savaş ilan etti. 27 Nisan’da ve önceki gün yapılan
konuşmanın satır aralarında bu ilanın nedenlerini bulmak pekala mümkün. Bu savaş konvansiyonel bir üslup
içinde olmayacak zira karşı taraf bu metodu terk etti…”
Yatırım uzmanı Murathan Uğur, 2 Eylül 2007 tarihli Aydınlık dergisinde yayınlanan Ruhsar Şenoğlu
röportajında Merrill Lynch’in para akışları hakkında şunları söylüyor:
“Hükümeti destekleyen dış odaklar tarafından destekleniyor borsa. Krizin ertelenmesi ve hükümetin
devamı için sıcak para sokuluyor ülkemize.
Paralar Londra merkezli, Arap sermayesini yöneten fonlar tarafından Türkiye’ye sokuluyor.
Şimdi o para akışını sağlayan kişi, Türkiye’nin bütün ekonomi politikalarının oluşturulduğu merkezi
yönetecek.
2002-2007 döneminde sıcak para akışı bu kişiler tarafından yönlendirildi. Bu yönlendirmenin Londra
menşeili olan bölümü hem siyasi destek oldu, hem de şu anda Türkiye’den çok ciddi şekilde nemalanıyor.
Nemalanmanın ötesinde kendi görüşünü değerlendirecek, kendi parasını yönlendirecek kişiyi de
Ekonomi Bakanı olarak Türkiye’ye empoze edecek noktaya gelmiş bulunuyor.”
Sabahattin Önkibar, 27 Eylül 2007 tarihli Yeniçağ gazetesinde Sabah-ATV ihalesi ile ilgili olarak
şunların altını çiziyor:
“Zapsu ve Bağış gibi Erdoğan’ın en yakını olan iki isimle bu denli içiçe olan Murdock, önceki gün New
York’ta açıkladığına göre Sabah-ATV’ye talipmiş.
İlginçtir yine dün öğrendiğime göre Murdock’a partnerlik edecek yerli konsorsiyum da şekillenmiş.
177
Konsorsiyum; Ramsey, Çalık, Atasay, Taşyapı ve Rixos gibi Tayyip Bey’e çok yakın guruplardan
oluşuyormuş.
Dinlediğime göre ihale sonrasında Sabah Gurubunun reklam, pazarlama ve Dışişleri boyutu
Murdock’a, yayını ise konsorsiyuma ya da onların atayacağı yayın müdürüne bırakılacakmış.”
“Gelelim ihalede şans tanınan ikinci ayağa? Bu konsorsiyumun başında da ünlü İngiliz finans devi
Merrill Lynch var.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün oğlu burada çalışıyor.
Merrill Lynch yetkilileri bu ihale için Cumhurbaşkanı Gül’ün yalanlamadığı iddiaya göre Çankaya
Köşkü’nde ağırlanmıştır ve de destek sözü almışlar.
İngiliz finans devinin de yerli partner olarak yine Cumhurbaşkanı Gül’e yakın olan guruplarla teması
varmış.”
“Görüldüğü gibi Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Erdoğan, Sabah-ATV ihalesi öncesinde endirekt
olarak abartısız çekişiyorlar. Ne dersiniz bu güç savaşında kim galip gelir? Benim favorim Erdoğan’dır. Fox
(TGRT) operasyonu ortadadır. Tayyip Bey bu işlerde daha deneyimli görünüyor.”
İşte böylesine boyutlu bir sıcak para transferi ve ekonomik varlıkların manipülatif ihalelerle elden
çıkarılmasını gerçekleştiren uluslararası dev yatırım tekeli Merrill Lynch’te kilit bir misyon için görevlendirilmiş
olan Mehmet Şimşek şimdi de Türkiye’nin temel ekonomik politikalarını oluşturan Ekonomi’den Sorumlu
Devlet Bakanlığı’na getirilmiştir.
Bugün 100 milyar dolara yakın olan sıcak para ile ekonomiyi devralmış olan Şimşek’in bu politikaya
devam ederek bunu daha da arttıracağı, böylece AKP’yi ayakta tutarak Türkiye’yi uluslararası dev tekellerin
uydusu yapmaya çalışacağı çok açıktır.
Şimşek, Exeter Üniversitesi’nde İngiliz İstihbaratı tarafından eğitilmiştir.
ABD’nin Ankara Büyükelçisi Marc Grossman tarafından Büyükelçilik Ekonomi Bölümü’ne alınmıştır.
Burada CIA İstasyon Şefi ile birlikte CIA peşmergelerinin Türkiye üzerinden tahliyelerine yönelik
görevleri yerine getirmiştir.
İngiliz İstihbaratı ve CIA’nin birlikte aldığı kararla New York merkezli uluslararası dev yatırım şirketi
Merrill Lynch’in Londra Merkezi’nde görevlendirilmiştir.
Burada Avrupa, Ortadoğu ve Afrika Ekonomik ve Stratejik Araştırmalar Bölümü Başkanlığı’na (ki
gerçekte Büyük Ortadoğu Ekonomik ve Strateji Bölüm Başkanlığı paralelinde bir yapılanmadır) terfi
ettirilmiştir.
AKP iktidarı öncesinde Bülent Ecevit hükümetiyle yakın diyalog halinde olduğu için Türkiye’nin 2.
Kemal Derviş’i olarak ve aynı misyonla Türkiye’nin Ekonomi Bakanlığı’na getirilmiştir.
ABD uluslararası sermayesinin iktidarı olan AKP’nin içine yerleştirilmiş ve misyon verilmiş bir “şimşek”
olan
Mehmet
Şimşek’in
bu
görevden
bir
saniye
bile
geçirilmeden
uzaklaştırılması
gerektiğini
düşünmekteyiz.173
Erdoğan Egemen Bağış’tan kurtulacak mı?
Egemen Bağış hakkında ayyuka çıkan bilgiler sonunda Başbakan Erdoğan'ın kulağına da gidiyor. Yani
Türkiye’de en son başbakanlar duyuyor!?
Başsavcı'nın iddianamesini oluşturan belgelerin azımsanmayacak bir bölümü, gazete kupürlerinden
oluşuyordu. Fakat asıl kapatma davasını tetikleyen olaylar, bazı AKP'lilerin açıklamaları ve eylemleriydi. En
önemlisi de Yalçınkaya'nın belirttiği gibi üniversitelerde türban serbestliği getiren anayasa değişikliğiydi.
Peki AKP'yi bu sürece kim itti, söz konusu türban değişikliğinin ivme kazanması için Erdoğan'ı kim
yönlendirdi.
AKP kulisleri son günlerde bu isimle kaynıyor ve kapatma sürecini tetikleyen kişinin Egemen Bağış
olduğu iddia ediliyor.
173
Erol Bilibik - Yeni Hayat Dergisi
178
Egemen Bağış, 3 Kasım 2002'de AKP'den milletvekili seçildi. Aynı dönemde Tayyip Erdoğan'ın Dış
İlişkiler Danışmanı olarak görev yaptı. 22 Temmuz 2007 seçimlerinde tekrar milletvekili seçildi. Bu kez AKP
Genel Başkan Yardımcılığı görevine seçilerek atandı. Halen Erdoğan'ın danışmanlığını yapıyor. Dış
politikada faal bir durumda…
Egemen Bağış, ABD'nin en ünlü Musevi okulu olan, New York'taki, Baruch College'de işletme okudu.
Aynı üniversiteden kamu yönetimi yüksek lisansı var. Bağış, Beyaz Saray'a çevirmenlik de yaptı.
Beyaz Saray'da, ABD'nin güvendiği kişiler çevirmenlik yapabiliyor. Tercümanlık yapacak kişinin ABD
vatandaşı olması gerekiyor ve yemin etmiş olması şartı var.
Egemen Bağış, okuduğu okulun resmi internet sitesinde, Beyaz Saray'a tercümanlık yaptığını
belirtiyor. İşte 93 numaralı Bağış'ın okuduğu okulun resmi internet sitesindeki biyografisi:
93 Egemen Bagis is an advisor to Turkish Prime Minister Recep Tayyip Erdogan. In the past, he
served as Erdogan's interpreter and also worked as an interpreter at the White House. He is on the
board of directors of the Istanbul Modern (museum) and owns a translation office, Turkish Link, in
New York. Jesse London (EMBA) was appointed president of advertising sales at MEDIAplace in New
York City, the newly established place-based media sales operation of The Programming Group Ltd.
London, who lives in Chappaqua, N.Y., with his wife and two children, was previously VP and
national sales manager at the TV Guide Network Group.
Barda güvenlik müdürlüğü yapıyor!
Egemen Bağış, ABD'de bir barda güvenlik görevlilerinin yöneticisi olarak çalışmış. New York kentinin 5
ana bölgesinden birisi olan Manhattan'da, 2,5 milyon dolara ev aldığı iddia ediliyor. -Manhattan,New York'da
ticari, kültürel ve finansal bir merkezdir ve genellikle Yahudilerin yerleşim birimidir.
En ilginci ise, AKP ve özellikle Başbakan Erdoğan'ın adeta yeminli hasmı olan, Neocon kuşağın genç
öncülerinden biri olan Michael Rubin'le olan bağlantısı. Rubin, Bush Hükümeti'nin şahin kanadına yakın
olarak bilinen American Enterprise Enstitüsü'nde (AEI) çalışıyor. Bu enstitü, AKP'nin kara listesinde
bulunuyor. Michael Rubin, AKP ve Erdoğan'a karşı ağır ithamlarıyla tanınıyor.
American Enterprise'de Ortadoğu uzmanı olarak çalışan Rubin, AKP hükümetine sert ve ağır
yazılarıyla biliniyor.
American Enterprise, İsrail'e yakınlığıyla da biliniyor. Rubin, bir dönem Sabah
Gazetesi'nin Ankara Temsilciliğini yapan Aslı Aydıntaşbaş'ın eski sevgilisi oluyor. Aslı Aydıntaşbaş, Egemen
Bağış gibi ABD'de uzun yıllar kalmış ve kendisiyle orada tanışmış. Hatta Sabah'ın Eski Genel Yayın
Yönetmeni Fatih Altaylı ile arası iyi olmayan Aydıntaşbaş'ın, Bağış'ın araya girmesiyle o dönemde görevinde
kaldığı iddia ediliyor. Bağış, AKP ve Erdoğan'ın yeminli hasmı Michael Rubin'i Aslı Aydıntaşbaş'tan dolayı iyi
tanıyor.
Bir iddiaya göre de Egemen Bağış, Turgay Ciner'i Aslı Aydıntaşbaş aracılığıyla bilgilendiriyordu. Yine
Erdoğan'ın da medyada görünce çok kızdığı bazı bilgilerin Bağış tarafından basına sızdırıldığı söyleniyor.
Erdoğan'ın bundan dolayı eskiden çevirmenlik yaptırdığı Bağış'ın yerine, Çağatay Kılıç'ı çevirmen
olarak kullandığı söyleniyor. Yine eskiden yurt dışı gezilerinde, Erdoğan'ın yaptığı görüşmelerde çevirmenlik
yapan Bağış, bu görevini devretmiş gibi. Bağış, heyet üyesi olarak görüşmelere katılıyor…
Türban değişikliğinde Erdoğan'ı etkiliyor!
Başsavcı Abdurrahman Yalçınkaya'nın AKP hakkındaki hazırladığı kapatma iddianamesinde en büyük
gerekçelerden biri de Egemen Bağış'ın açıklamasıydı. Bağış'ın ”Türban, kamusal alan ve üniversitelerin
dışında Meclis'te de geçerli olmalıdır“ sözleri iddianamede en önemli kapatma delilleri arasında sayılmıştı.
AKP'nin kapatmaya karşı atağa geçtiği bugünlerde, çok tartışılan “Başbakanımızı kaybetmeye razıyız”
sözleri de Bağış tarafından sarf edildiği biliniyor.
O kasette neler bulunuyor
Flash TV'de, Egemen Bağış ve Erhan Göksel arsında hakarete varan bir tartışma yaşanmıştı. Bağış,
'şerefsiz'liğe kadar götüren gizli bir kasetten bahsetmişti. Egemen Bağış'la ilgili pek çok bilinmeyen o gizli
kasetle birlikte ortaya çıkacak gibi…
179
Söz konusu kasette; Erdoğan ve bazı yabancı devlet adamlarıyla yaptığı görüşmelerin Egemen Bağış
tarafında Pentagon'a sızdırıldığı şeklinde konuşmaların bulunduğu iddia ediliyor…
Cüneyt Zapsu'dan sonra sıra ona mı geliyor?
Egemen Bağış, Cüneyt Zapsu ve Ömer Çelik bir dönem Erdoğan'ın en yakınındaki üç isimdi.
Bakanlardan bile önemli kişilerdi. Aynı zamanda Ankara gecelerinin de hızlı isimleri olan bu üçlüyle ilgili
duyumlar zaman içinde Başbakan Erdoğan'ın kulağına da gitmişti ve gayrete getirmişti.
Ne var ki, her şeyi en sonunda duyan Başbakan en yakın çevresindeki çetecikleri ve Yahudi
dönmelerini dizginlemek ve saf dışı etmek konusunda çok geç kalmıştı!..
 SİYONİSTLERİN KAYGISI:
ELİMZİDEN GİDİYOR
AKP
İLE
BİRLİKTE,
TÜRKİYE
ABD’ye; “Türkiye’ye Müdahale” Çağrısı Yapılıyor!
Amerikan Dergisi Newsweek, AK Parti'ye açılan kapatma davasını "yargı darbesi' olarak
görüyor ve 'ABD müdahale etmeli' diyor.
AKP hakkındaki kapatma davası, ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi ve şu an The Century
Foundation adlı düşünce kuruluşunda görev yapan Morton Abramowitz ile Türkiye Uzmanı
Akademisyen Dr. Henry Barkey ikilisinin yazdığı, “Türkiye’de yargı darbesi” ve Owen Matthews ile
Sami Kohen’in kaleme aldığı, “Yargıçların saldırısı” başlıklı yorum yazılarıyla değerlendiriliyor.
İşte bu iki yorum yazısından satır başları:
Yargıçlarımız saldırganmış!.
Türkiye’de iddianame için yargı darbesi yorumu yapılıyor. Ancak daha önceki darbelerden farklı olarak
ordu bu kez suskun. Katı laik devleti savunma görevini yargı üstlendi. Temelde sorun Türkiye’yi kimin
yöneteceği. Atatürk’ün prensiplerine fanatiklik derecesinde bağlı olan eski Cumhuriyetçi elit mi, yoksa hem
Türkiye’yi Avrupa’ya götürmek isteyen hem de şüphesiz İslam’ı siyasetin içine yerleştirmek isteyen
demokratik olarak seçilmiş AKP mi?
Eski cumhuriyetçiler istikrarı bile bozmaya hazırmış!..
Eski cumhuriyetçi elitler misyonlarının insanları kendilerinden kurtarmak olduğunu düşünüyor. Ve
kendi üstünlüklerini korumak için her şeyi yapmaya hazırlar. Buna Türkiye’nin ekonomik istikrarını bozmak,
Türkiye’nin batılı müttefiklerini uzaklaştırmak da dahil.
Askerler Yalçınkaya'ya destek çıkmış!
Şimdi Erdoğan, Anayasa Mahkemesi’nin siyasi partileri yasaklama yetkilerini kaldıran önlemler ile
Avrupa Birliği’nce uzun bir süreden beri talep edilen reformları bir araya getiren bir çeşit ’alakart’ reform
paketini hazırlıyor. Paket 301. maddenin kaldırılması, Kürtçe yayın gibi konuları da kapsayacak. Çatışmada
en önemli kart aslında ultra laiklerin en güçlüsü olan ordu... Şimdiye kadar en üst düzey generaller sessiz
kaldı ancak geçmişte gösterdikleri eğilime bir kılavuz olarak alınırsa büyük bir olasılıkla Yalçınkaya’nın
iddianamesini destekliyorlar. Ancak askerler, kendi popülaritesini korumaya özen gösteriyor. 174
İsrail, Tarihinin En Büyük Tatbikatını Gerçekleştiriyor
İran'a yönelik askeri operasyonun konuşulduğu bir dönemde İsrail'in, ülke tarihinin en büyüğü
olarak nitelendiren savunma tatbikatına başlaması, bölge ülkelerinde endişeyle karşılanıyor.
İsrail Başbakanı Ehud Olmert, yapılan sivil savunma tatbikatının Suriye ve Lübnan için tehdit
olmadığını söylüyor.
İsrail’de düzenlenen beş günlük sivil savunma tatbikatının 'kamuoyuna açıklanan' amacı, ülkeyi
terörist saldırılara, savaşa ve doğal afetlere hazırlamak. Okul, hastane ve hükümet binalarını
kapsayan tatbikatta nükleer, biyolojik ve kimyasal silahlarla saldırılara karşı alınacak önlemler halka
öğretiliyor.
174
07.04.2008 / İnternethaber.com
180
Ancak tatbikatı, İsrail'in savaş hazırlığı yaptığı şeklinde yorumlayan komşu ülkeler Suriye ve
Lübnan, ordularını alarma geçirdi. İsrail Başbakanı Ehud Olmert, komşu ülkelerin kaygılarını
yatıştırmaya çalışıyor.
Dünya Üç Devrimi Birden Yaşıyor
Dünya, eşzamanlı yürüyen üç ayrı devrimle yepyeni bir sürece kayıyor.
1-
Avrupa'daki geleneksel devlet sistemi dönüşüyor. 2- Batı Medeniyetinin yani Siyonist ve
masonik egemenliğin tarihsel kavramlarına yönelik İslamcı ve insancıl bir meydan okuma güçleniyor.
3- Uluslararası ilişkilerin odak noktası da Pasifik ve Hint Okyanusu'na kayıyor ve NATO değişiyor.
Bu sözleri, ABD eski Dış Bakanı Henry Kissinger söylüyor ve davam ediyor:
Çin-ABD ilişkisi belirleyici olacak:
Geçmişte güç dengesindeki bu tür değişimler savaşa yol açardı; tıpkı 19. asrın sonunda Almanya'nın
yükselişiyle yaşandığı gibi. Bugün Çin'in yükselişi böyle bir rolü, daha telaşlandırıcı bir yorum eşliğinde
üstleniyor. Çin-Amerika ilişkisinin kaçınılmaz olarak klasik jeopolitik ve rekabetçi unsurları içereceği doğru.
Bunlar görmezden gelinmemeli. Fakat dengeleyici unsurlar da söz konusu.
Ekonomik ve finansal küreselleşme, çevresel ve enerjiyle ilgili mecburiyetler ve modern silahların yıkıcı
güçü... Bütün bunlar bilhassa Amerika'yla Çin arasında küresel işbirliğine yönelik büyük bir çaba
gösterilmesini gerektiriyor. Hasmane bir ilişki her iki ülkeyi de Avrupa'nın iki dünya savaşının ardından
düştüğü konuma getirir. Avrupa ülkeleri, güç uğruna birbiriyle çatışıp kendi kendini yıkarken, vardıkları yerde
diğer toplumların o güce ulaştığına tanık olmuştu.
Daha önceki kuşakların hiçbiri dünyanın ayrı köşelerinde eş zamanlı olarak gerçekleşen farklı
devrimlerle başa çıkmak zorunda kalmamıştı. Her derde deva tek bir ilacın peşine düşmek boşuna. Yegâne
süper gücün geleneksel ulus-devletin kabiliyetlerinden yana olduğu, Avrupa'nın yarı yolda çakılıp kaldığı,
Ortadoğu'nun ulus-devlet modeline uyum gösteremeyip din güdümlü bir devrimle yüz yüze olduğu ve Güney
ve Doğu Asya ülkelerinin hâlâ güç dengesini esas aldığı bir dünyada, bu farklı bakış açılarını
bağdaştırabilecek uluslararası düzenin niteliği nedir? Amerika'nınkiyle kıyaslanabilir bir egemenlik kavramını
ve Asya'nınkine benzer bir stratejik güç dengesi esasını öne süren Rusya'nın rolü ne olmalı? Mevcut
uluslararası örgütler bu meselenin altından kalkabilecek güçte mi? Amerika kendisi ve dünya toplumu için
hangi gerçekçi hedefleri önüne koyabilir? Büyük ülkelerin içsel dönüşümü ulaşılabilir bir hedef midir? Uyum
içinde hangi hedefler için gayret gösterilmelidir ve tek taraflı eyleme geçmeyi meşru kılacak olağanüstü
koşullar nelerdir? Belli grupların manşetleri kapmak için çıkardığı yaygaralara odaklanmak yerine, işte böyle
bir tartışma yürütmemiz gerekiyor” diyerek, Siyonist sömürü saltanatının yıkılışa yaklaştığını görüyor ve Çin’i
yanlarına çekerek ecellerini uzatmayı düşünüyordu.
Brzezinski: ABD Tarihin En Zor Dönemine Yaklaşıyor! Diye Feryat Ediyor!
Eski ABD ulusal güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski, kaleme aldığı makalede 'Irak bumerangı'
ABD'ye döndü dedi. Brzezinski, Amerikan yönetimine ilginç bir teklifte de bulundu: Doğuya yaklaş,
'düşman'ınla görüş...
ABD'deki başkanlık seçiminin ana meselesi, adayların Irak'a bakışı. Savaş ulusal bir trajediye,
ekonomik bir yıkıma, bölgesel bir felakete ve uluslararası imajı onarılmaz bir yara alan ABD için küresel bir
bumeranga dönüştü. Yeni yönetimin Irak'taki savaşçı birlikleri çekmesi şart
İki Demokrat başkan aday adayı da, ABD'nin Irak'taki savaşçı misyonunu kendilerinin muhtemel
başkanlığından 12-16 ay sonra bitirmesi gerektiğinde hemfikir. Cumhuriyetçi adaysa savaşı belki de 100 yıl
boyunca, 'zafer'e dek devam ettirmekten söz etti. Dolayısıyla, bu seçim kampanyasının ana meselesi
savaşın faziletleriyle, onu devam ettirmenin getiri ve götürülerine dair temel bir anlaşmazlık.
ABD'nin savaşçı görevinden sıyrılması gerektiği savı güçlü. Fakat bunun, görev süresi dolmak üzere
olan Bush yönetiminin kasıtlı olarak başlattığı, demagojik bir biçimde meşrulaştırdığı ve kötü yönettiği bir
savaşın bölgedeki istikrarsızlaştırıcı etkilerini hafifletecek türden kapsamlı siyasi ve diplomatik çabalarla
dengelenmesi gerekir.
181
İran'ı da güçlendirdik
Demokratların savaşı bitirmeye, Cumhuriyetçilerinse sürdürmeye yönelik savları arasındaki zıtlık
belirgin ve dramatik. Savaşa son vermeye yönelik sav, fahiş ve somut bedellere dayandırılırken, 'rotada
kalma' savı bilinmeze dair yaratılan belirsiz korkulardan ve en kötü durum senaryolarından besleniyor.
Bush'un ve Senatör John McCain'in bölgesel felaket tahminleri, ABD'nin Vietnam'daki süren varlığını
meşrulaştırmak için kullanılan 'düşen domino taşları' öngörülerini hatırlatıyor. Ne başkan ne de McCain
savaşa son vermenin felaket anlamına geleceğine dair gerçek kanıtlar sunuyor; fakat, felaket tellallığı savaşı
uzatmayı kolaylaştırıyor.
Bununla birlikte, Amerikan halkına beş yıldan uzunca bir süre önce Bush'un Saddam Hüseyin'i
devirme saplantısının 4 bin Amerikalının hayatına, neredeyse 30 bininin yaralanmasına ve birkaç trilyon
dolara -ABD'nin dünya çapındaki inanılırlığı, meşruiyeti ve ahlaki duruşuna verilen ve kolayca ölçülemeyen
hasar bir yana- değip değmeyeceği sorulsa, yanıt neredeyse kesinlikle net bir 'hayır' olurdu.
Fiyaskonun bedeli burada da bitmiyor. Savaş Ortadoğu ve Güney Asya'daki Amerikan karşıtı
duyguları körüklerken, Irak toplumunu parçaladı ve İran'ın nüfuzunu artırdı. İran Cumhurbaşkanı Mahmud
Ahmedinecad'ın Bağdat ziyareti, Irak'ta ABD'nin yerleştirdiği hükümetin bile İran'ın etkisi altına girmeye
başladığına bol bol kanıt sunuyor.
Kısacası, savaş ulusal bir trajediye, ekonomik bir yıkıma, bölgesel bir felakete ve ABD açısından
küresel bir bumeranga dönüştü. Dolayısıyla, buna son vermek en yüksek öncelikli ulusal çıkar. ABD'nin
savaşçı operasyonlarına son vermek askeri bir karardan daha fazlasını gerektirecek. Iraklı liderlerle, bir dış
tehdit söz konusu olduğunda (örneğin İran'dan) acil yardım verilmesi için, bir ABD gücünün bırakılmasına
yönelik düzenleme yapılması gerekecek; bu aynı zamanda, Irak güçlerine kalan Kaide unsurlarıyla
savaşırken Amerikan desteği verilmesinin sürmesi için yollar bulunmasını gerektirecek.
Askeri ilişkileri koparma kararı ayrıca, potansiyel tehlikelere karşı koruma amaçlı tasarlanmış siyasi ve
bölgesel girişimlerle birlikte alınmalı. Kararlarımızı Bağdat'taki Yeşil Bölge'de bulunmayanlar da dahil tüm
Iraklı liderlerle kapsamlı biçimde tartışmalıyız ve Irak'ın İran dahil tüm komşularıyla da bölgesel istikrar
üzerine görüşmeler yapmalıyız.
Çıkışımızın felaket anlamına geleceğine dair Cumhuriyetçi iddiaların tersine, muharebenin mantıklı bir
biçimde kesilmesi aslında Irak'ı uzun dönemde daha istikrarlı hale getirecek. Şii-Sünni ilişkilerindeki çıkmaz,
yıkıcı ABD işgalinin acı bir yan ürünü; işgal, Irak toplumunu parçalarken bile Iraklıları bağımlı hale getiriyor.
Britanya sömürgeciliği dönemini fazlasıyla hatırlatan bu bağlamda, Irak'ta ne kadar uzun süre kalırsak, çeşitli
rakip grupların ödün verme dürtüsü o kadar azalacak ve hiçbir şey yapmamak için daha fazla neden
bulacaklar. Iraklı liderlerle ABD'nin gelecekteki ayrılışıyla ilgili girişilecek ciddi bir diyalog, onları bu uyuşukluk
halinden çıkaracak biçimde sarsar.
ABD'nin savaş çabasına son vermek tabii ki bazı tehlikeler de taşıyor. Fakat bunlar, böylesine geç
kalınmışken kaçınılmaz. Irak'ın bazı bölgeleri zaten kendi kendilerini yönetiyor; buna Kürdistan, Şii güneyin
bir kısmı ve Sünni merkezdeki bazı aşiret bölgeleri dahil. ABD'nin askeri ilişkileri kesmesi, Iraklılar arasındaki
kendi bölgelerini daha etkin biçimde yönetme yarışını kızıştırır; bu da, halk arasındaki ihtilafların bir
süreliğine şiddetlenmesine yol açabilir. Fakat bu tehlike, uzun süredir devam eden Amerikan işgalinin
kaçınılmaz sonucu. İşgal ne kadar sürerse, yaşayabilir bir Irak devletinin ortaya çıkması da o kadar zorlaşır.
Irak'taki Amerikan karşıtı direnişin çoğunlukla Kaide'den esinlenmediğini teslim etmek de önemli. Yerel
cihatçı gruplar, ancak kendilerini nefret edilen yabancı bir işgalciye karşı savaşla birlikte tanımladıklarında
güç kazandı. İşgal biterken ve Iraklılar iç güvenlik konusunda sorumluluk alırken, Irak'taki Kaide tecrit
edilecek ve varlığını sürdürmekte zorluk çekecek. Dolayısıyla işgalin sonlandırılması, Kaide'ye karşı savaş
açısından rahatlama sağlayacak; sadece Kaide'nin Irak'ta belirmesini hızlandırmakla kalmayıp, ABD'nin
dikkatini Kaide tehdidinin başta büyüdüğü ve varlığını sürdürmeye devam ettiği Afganistan'dan başka yere
çeken, yanlış yola sapmış bu maceraya son verecek.
Komşularla görüşmemiz gerekiyor!
182
Siyonisr Brezinski şöyle devam ediyor:
ABD'nin askeri çabalarını sonlandırmak ayrıca, Irak'ın tüm komşularına yönelik geniş kapsamlı bir
Amerikan girişimini de kolaylaştırır. Bazıları, ABD işgali belirsiz bir süre boyunca sürdürmeye kararlı
göründükçe tartışmaya girmeye isteksiz kalacak. Bu nedenle, önümüzdeki yıl bir noktada, askeri ilişkileri
kesme kararı ilan edildikten sonra, bölgesel istikrar, sınır kontrolü ve diğer güvenlik düzenlemelerinin yanı
sıra ekonomik kalkınmayı teşvik etmek için bölgesel bir konferans toplanmalı. Bunların tümü, ABD'nin askeri
ilişkileri kesmesiyle bağlantılı olan kaçınılmaz tehlikeleri hafifletmeye yardımcı olur.
Irak'ın tüm komşuları -farklı nedenlerden dolayı- buradan yayılan yoğun etnik ve dini ihtilaflar
karşısında zayıf olduğu için, böyle bir konferansla muhtemelen ilgilenir. Mısır, Fas veya Cezayir gibi daha
uzaktaki Arap devletleri de katılabilir ve bazıları, yabancı işgalinden özgürleştikten sonra Irak'a barış gücü
yollamaya istek duyabilir. Dahası, Irak'ın kendini toparlaması ve özellikle de 2 milyondan fazla Iraklı
mülteciye ev sahipliği yapan Ürdün ve Suriye'nin yükünü azaltmak için 'bölgesel bir rehabilitasyon
programı'nı ele almalıyız.
Son yılların hatalarını düzeltmeyi amaçlayan kapsamlı bir Amerikan statejisinin nihai hedefi,
Ortadoğu'yu alevlendirmek yerine yatıştırmak olmalı. Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra ortaya çıkan ve
Bush yönetimindeki bağnazların çığırtkanlığını yaptığı 'tek kutuplu an', güç, askeri tehdit ve işgalin demokrasi
maskesi altında tek taraflı kullanıldığı bir siyaset yaratmak için boşa harcandı; bunların hepsi gerilimleri
amaçsızca artırdı, sömürgecilik karşıtı kızgınlığı ateşledi ve dini fanatizmi doğurdu. Ortadoğu'nun uzun
vadedeki istikrarı giderek büyüyen bir tehlike altına atıldı.
Tahran'la uzlaşmamız hayati önem taşıyor!
Ve Brezinski baklayı ağzından çıkarıyor:
Savaşı durdurmak, Ortadoğu'yu sakinleştirmek için atılması gereken ilk adım, fakat başka önlemler de
lazımdır. İran'la hem bölgesel güvenlik hem de ortaya koyduğu nükleer meydan okumaya dair ciddi
müzakereler ABD'nin çıkarınadır. İran üzerinde güç kullanmaya yönelik tehditler de, İran milliyetçiliğini dini
fanatizmle kaynaştırdıkları için yapıcı değil, yıkıcıdır.
Fena halde duraksayan İsrail-Filistin barış sürecinde gerçek ilerleme de, bölgenin dini ve milliyetçi
tutkularını yatıştırmaya yardımcı olacaktır. Fakat böyle bir ilerlemenin gerçekleşmesi, tarihi bir uzlaşma için
gereken karşılıklı ödünleri vermeye başlamaları konusunda ABD'nin iki tarafa da gayretle yardım etmesini
gerektiriyor. İsrail-Filistin barışı, daha fazla bölgesel istikrara doğru atılmış dev bir adım oluşturur ve hem
İsraillilerin hem de Filistinlilerin Ortadoğu'nun büyüyen servetinden nihayet yararlanmasının önünü açacaktır.
Bu savaşa düşünmeden başladık, ama bağlantımızı sorumlu biçimde sonlandırmalıyız. Ve, savaşa
son vermemiz gerektiği kesinlik kazanmıştır. Bunun alternatifi, savaşı ABD'nin tarihi zarar görmesi pahasına
ebediyen sürdüren, korkunun yönlendirdiği bir siyaset felci olacaktır.”
NATO Zirvesinin Gizli Galibi Türkiye’dir
Bükreş’te sona eren NATO zirvesi, aynı zamanda bir “Rusya zirvesi” oldu. Rusya bu zirvede Avrupa
üzerindeki doğalgaz tekelini bir siyasi kaldıraç olarak perde gerisinde başarıyla kullandı ve NATO’nun
Ukrayna ile Gürcistan’a üyelik kapısını açmasını engelledi.
Kızılordu değil, doğalgaz
Rusya doğalgazı, hem fiyatlandırmada hem de çıkarmada bir politik silah olarak kullanıyor. “Eskiden
caydırıcılığını borçlu olduğu Kızılordu’nun yerini şimdi doğalgaz aldı” dersek abartmış olmayız. İşte bu
Rusya’nın doğalgazına muhtaç olan Fransa, Almanya, İtalya, İspanya ve Benelux ülkeleri, Rus gazabından
çekindiler ve bu iki eski Sovyet cumhuriyetine, ABD’nin bu yöndeki bütün gayretlerine rağmen, yeşil ışık
yakmadılar. Rus doğalgazının siyasi basıncı NATO’da küçük de olsa bir çatlak meydana getirdi.
Dolayısıyla zirve, şu çarpıcı gerçeği yalın biçimde ortaya koymuştur: Batı, Rusya’nın Avrupa
üzerindeki doğalgaz tekeli kırılmadığı sürece, Avrasya jeopolitiğinde arzuladığı hedeflere ulaşmakta
zorlanacak, zaman kaybedecek.
Enerji yollarının geçtiği ülkelerin güvence ve istikrar altına alınması, Batı’nın hedefleri arasında yer
183
alıyor. Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya üye olması bu yüzden de önemli.
Nabucco mesajı
Bükreş zirvesinden Batı’ya giden en kritik mesaj, Rusya’nın enerji tekelini zaman yitirmeden sona
erdirmenin bir mecburiyet olduğudur. Mesaj alınır ve iyi okunursa, buna verilecek ilk reaksiyon, önce Orta
Asya, ve belki ileride Ortadoğu doğalgazını Avrupa’ya ulaştırarak Rus tekelini kırması hedeflenen Nabucco
doğalgaz boru hattı projesinin bir an önce hızlandırılmasından başka bir şey olamaz.
Bükreş’ten Nabucco mesajı çıktığı içindir ki bu yazının başlığında “NATO zirvesinin gizli galibi
Türkiye’dir” yazıyor. Çünkü Nabucco Türkiye’den geçecek. Projenin en değerli arsası Türkiye’dir.
Bükreş zirvesi Türkiye’nin potansiyel önemini çok artırmıştır. Türkiye’yi “zirvenin gizli galibi” yapan da
budur.
Pazarlığı abartmamalı
Bugün ise Nabucco projesine ivme kazandırılacağını tahmin etmek için falcı olmak gerekmiyor.
Jeopolitik önemi arttığından Batı’nın bu proje için artık daha fazla siyasi enerji harcaması beklenmelidir.
Türkiye’nin yapacağı en büyük yanlış, herhalde pazarlık gücünün arttığı gerçeğinden hareketle bu
projedeki kilit pozisyonunu Avrupa’daki Türkiye karşıtı bazı çevrelere ders vermek için bir silah olarak
kullanması olur. İş Batı için bu kadar ciddiyete binmişken onların da Türkiye’ye karşı gerektiğinde
kullanabileceği güçlü misilleme imkânlarına sahip olduğu unutulmamalı.
Bükreş zirvesinde Türkiye’nin önünde açılan perspektifler değerlendirilecekse, olumsuz değil, yapıcı
bir yaklaşımla değerlendirilmeli, bu yaklaşım Türkiye’nin AB sürecini desteklemeye hizmet etmelidir.
Tabii, iktidar partisinin kendisini 22 Temmuz seçimlerinden sonra içine düşürdüğü durum Türkiye için
bir şanssızlıktır. Kapatma davası ile sakatlanmış, bekâ derdine düşmüş bir partinin başında olduğu
hükümetin Nabucco fırsatlarını ne kadar göreceği ve bunlarla ne derece ilgileneceği belirsizdir.
Ancak NATO’nun Bükreş zirvesinin asıl galibinin, Milli Türkiye olduğu hep gizli kalacak!
Çok değerli araştırmacı-yazar Mustafa Çankı’nın Jeopolitik Dergisindeki “Yabancı Sermaye ve
Yabancılaşan Doğal Kaynaklarımız” başlıklı yazısının önemle ve ibretle okunması gerekiyor:
Petrol ve "BOR"la başlayalım
Onlara yakıştırılan isim “yedi kız kardeş”ti. Bu isme bakarsanız onları zararsız sanabilirdiniz. Hani itilip
kakılan ve her şeye rağmen sessiz kalan kadınlarımız gibi. Oysa onların Birinci Dünya savaşındaki etkileri ve
oynadıkları rol tartışılmazdı. Osmanlı Devletinin çöküşünde önemli bir işlev üstlendiler. Birinci dünya
savaşıyla demir attıkları körfezden bir yılan gibi kıvrıla, kıvrıla Kuveyt'e, Birleşik Arap Emirliklerine, İran'a,
Irak'a, Bahreyn'e... çöreklendiler bir daha çıkmamacasına kök saldılar. Kökler gövdeye dönüştü, dallanıp
budaklandılar. Güneydoğumuza, Doğumuza, Trakya'mıza yerleştiler. Anadolu'nun ortasına Konya ovasına
sarktılar. Başkentimiz Ankara'yı kuşattılar. En acısı geçtiğimiz yüzyılın başı geçilmez kıldığımız Çanakkale bu
yüzyılda onların yolgeçen hanı olmuştu. 1990'dan günümüze Irak devletini lime lime edenler onlardı.
Saddam'ın asılışını Bağdat saraylarında ellerinde içi kan dolu kadehlerle kutlarken, bombalarla yerle bir
edilen Irak halkının ihanetini alkışlıyorlardı. 20.yüzyıla yedi kız kardeş girmişlerdi girmesine ya, yüzyılın
sonunda yaptıkları evlilikler ve satın almalar sonucu sayıları dörde düşmüştü; Exxon Mobil, Royal Dutch
Sheill, BP ve Chevron Texaco. Onlar dün olduğu gibi bugün de dünyanın en büyük şirketleri arasında.
Üstelik trilyon doları aşan cirolarıyla.
Fortune dergisinin yaptığı bu sıralama üç aşağı beş yukarı kredi kartı hesap özetinizin ipuçlarını
verdiğini söyleyebilirim. En büyük harcama kalemi olarak gıda harcamalarınızı, akaryakıt giderleriniz takip
ediyor öyle değil mi? Üstelik en büyük servetlerinizden biri de kullandığınız otomobil. Emin olun bu bir
kehanet değil. Sadece ve sadece geçen yüzyılın son çeyreğinden günümüze değişmeyen; ancak, içinde
bulunduğumuz yüzyılda petrol kaynaklarının fiziki olarak tükenmesi karşısında yeni ve temiz enerji
kaynaklarına yönelişin değiştirmesinin beklendiği yalın bir gerçek. Peki sözünü ettiğim değişimin sonunda ne
olacak? Gelişmeler petrolün yerini bor mineralinin alacağı yönünde. Her şeyden önce trilyon dolarları aşan
gelirleriyle petrol şirketleri yerlerini trilyon dolarlı gelirleri olan yeni madencilik şirketlerine devredecekler. İşte
184
bu
yüzden
ülkemizde
bor
madenlerinin
özelleştirilip
özelleştirilmemesinin
ya
da
özerkleştirilip
özerkleştirilmemesinin tartışması yaptırılır. Kerameti kendinden menkul bir kısım çevreler özelleştirme
yoluyla böylesi bir potansiyeli Kamu İktisadi Teşebbüslerinin "özerk" kuruluşlar olduğu gerçeğini görmezden
gelip; "ne yapalım küresel eğilimler böyle" diyerek, özerkleştirme ve takiben %73'ü sömürgeci sermaye
tarafından (işgal edilen) İstanbul Kıymetler Borsasında halka açma yoluyla emperyalizmin sömürü trenine
son vagon olarak eklemeye çalışır. Üstelik 'BHP Billiton' isimli dünyanın en büyük ikinci sömürgeci
madencilik şirketinin bor madenleri ile ilgilendiğini yazılı olarak Türkiye Cumhuriyeti hükümetine
bildirmesinden ve bu hususta yapılan anlaşma ve protokollardan iki sene sonra.
BHP Billiton, Türkiye Cumhuriyeti yetkilileriyle Avustralya'da yaptığı görüşmelerden hayli umutlanmış
olmalı ki dünyanın en büyük madencilik şirketi unvanını, bor piyasasında belirleyici rolü olan, yine dünyanın
en büyük ikinci sömürgeci madencilik şirketi Rio Tinto'yu satın alma yoluyla birleşerek aktifine alma girişimine
yöneltmişti Her ne kadar birleşme yönündeki görüşmelerin ilki başarısızlıkla sonuçlanmış görünüyorsa da; bu
iki sömürgen şirketin arka planda iş ve sermaye ortaklıkları ve hepsinden önemlisi küresel doğal kaynak
sömürüsünün, kural koyucuğunun merkezinde yer almaları, yakın gelecekte bu birleşmenin zorunlu olarak
gerçekleşmesini de beraberinde getirecektir. Kaldı ki BHP Billiton ve Rio Tinto emperyal devletlerin özelde
Türküye, genelde içinde bulunduğumuz Avrasya'da, ekonomik ve siyasi genişlemesine zemin hazırlama ve
uygulamada aynı emperyal öğreti içerisinde hizmet sunmaları, zaten bu birleşmenin jeopolitik anlamda
gerçekleştiğini de göstermektedir.
Madenlerimiz ve sömürgeci madencilik şirketleri esas konumuz
Çokuluslu şirketler; serbest piyasa ekonomisi aracılığıyla sızdıkları ülkelerde, kendilerini ulusal
denetimlerden uzak tutacak ve hukuksal alt yapısı engel çıkarmayacak sömürge ekonomisi oluştururlar. Çok
uluslu şirketlerin ortaya çıkan bu ekonomiden en çok faydalananları ise madencilik şirketleridir. İşlem
gördükleri borsalardaki piyasa kapitülasyon değerleri ve yıllık gelirleri çokuluslu petrol ve otomotiv şirketleri
gibi yüksek olmamakla birlikte, sahip oldukları maden haklarının büyüklüğü dikkate alındığında; her birinin bir
devlet kuracak büyüklükte topraklara sahip olduğu görülür. Örneğin; yukarıda sözünü ettiğimiz dünyanın en
büyük ikinci madencilik şirketi (piyasa kapitülasyonu açısından birinci) BHP Billiton isimli şirketin, maden
haklarının tekabül ettiği coğrafya tıpkı bir devlet gibi 1.000.000 km² aşkın bir büyüklüktedir. Bu durum
çokuluslu madencilik şirketlerinin diğer çokuluslu şirketlerden önemli bir farklılığıdır. Bu farklılık onları ve
faaliyetlerini farklı bir değerlendirmeye tabi tutmayı da beraberinde getirir.
Bu şirketler politik risklerden kendilerini olabildiğince korumanın yollarını geliştirmişlerdir. Bu riskleri
Avustralya, Kanada, İngiltere ve ABD borsalarında şirket sermayesinin belli bir kısmını halka açarak yayarlar.
Maden haklarının bir kısmını kurdukları yavru şirketlere plase ederler. Ülkemizde faaliyet gösteren bu yavru
madencilik şirketleri ağırlıklı olarak Kanada/Toronto borsasında işlem görmektedir. Bu şirketlerin hisse
senetleri, Türkiye topraklarının azımsanmayacak bir yüzdesi üzerinde maden hakkı sahibi olması ve bu
hakların Orta Karadeniz'den Doğu Karadeniz'e, Güneydoğu'dan Doğu Anadolu'ya uzanan coğrafyada
yoğunlaşması Ermeni ve Rum diasporasının ilgisini çekmektedir. Nitekim; Türkiye Cumhuriyetinin tanımadığı
Kıbrıs merkezli bazı şirketlerin Doğu Karadeniz'de sahip olduğu maden haklarının yüzölçümünün yüzlerce
km² civarında olması ve maden haklarını aldığı toprakların mülkiyetini üzerinde toplamaya başlaması,
üzerinde önemle düşünülmesi gereken bir konudur. Diğer yandan bu ilgi sadece diaspora ile sınırlı değildir.
Irak'ın kuzeyinde oluşturulan off-Shore bölgede PKK/Kadek, IKYB, KDP kontrolündeki uyuşturucu, insan
ticareti ve sair ticaret ve yolsuzluklarla yaratılan ve önemli bir kısmı Kanada'da toplanan fonlarında bu
şirketlere, Ülkemizin üniter yapısı aleyhine ilgisini ilave etmek yerinde olacaktır.
Devletlerin tarihsel gelişim süreçlerine bakıldığında, bazı devletlerin sömürgeci madencilik şirketleri
aktifine kayıtlı ekonomik ve siyasal hakların satın alınması suretiyle kurulduğu görülmektedir. Bu açıdan
bakıldığında yabancı sermayeli madencilik şirketlerinin ulusal güvenlik açısından potansiyel bir risk unsuru
olduğu açıktır. Endüstri devrimleriyle birlikte 18. Yüzyılın son çeyreğinde özellikle madenci imtiyaz
şirketlerinin emperyal devlet ve onların yöneticileriyle olan sömürü ortaklıkları. Bu şirketlere jeopolitik
185
anlamda farklı fonksiyonlar yüklemiştir. Nitekim herhangi bir toprak parçası üzerinde alınan maden hakları,
aynı zamanda bu topraklar üzerindeki siyasal hakları da kapsamıştır. Özellikle geçtiğimiz yüzyılda Afrika
kıtasında bazı ülkeler bu şirketlerden siyasal hakları satın almak suretiyle biçimsel bağımsızlıklarına
kavuşmuşlardır. Örneğin Zambiya ve Zimbabve; British South Africa isimli sömürgeci imtiyazlı madencilik
şirketi aktiflerine kayıtlı siyasal hakların ve ardından ekonomik hakların satın alınması suretiyle kurularak
biçimsel bağımsızlığa kavuşan iki devlettir. Keza Kanada, Hudson Bay Company isimli şirketten satın alınan
topraklar üzerine kurulmuştur.
Bugün karşımıza çıkan ve dünyanın en büyük madencilik şirketleri içinde yer alan çokuluslu
sömürgeci, şirketlerin tarihsel gelişim ve değişim süreçlerine bakıldığında, hepsinin altında sömürgeci-köleciafyoncu bir orijin şirket olduğunu yada sömürgeci-köleci-afyoncu şirketlerin yeni kurulan sömürgeci
madencilik şirketlerinin satın alma yada birleşme yoluyla aktiflerine dahil olmak suretiyle bir sicil temizliğine
gittiklerini görmek mümkündür. Örneğin; Ülkemizde faaliyet gösteren Rio Tinto isimli şirket böylesi bir
şirkettir.
Charter Consolidated, Kuzey Rodezya tüm madencilik haklarının imtiyazının verilmiş olduğu
sömürgeci BSA'nın (British South Africa Company) halefidir. Charter Consolidated 1965 yılında The British
South Africa Company, The Central Mining & Investment Corporation Limited, The Consolidated Mines
Selection Company Limited olmak üzere üç İngiliz madencilik şirketinin birleşmesi sonucu doğmuştur.
Birleşmeden sonra Charter Consolidated'in sermayesindeki en büyük pay Anglo American Corporation isimli
şirketin olmuştur. Charter Consolidated Rio Tinto Zinc'in (bugünkü adı Rio Tinto) sermayesinin %10'una
sahiptir.
Söz konusu ortaklık The British Sout Africa üzerinde olan Zimbabwe'nin önemli maden kaynaklarının
Anglo American ve Rio Tinto'nun (Rio Tinto,Zimbabwe Ltd) mülkiyeti ve işletimi altına girmesini sağlayarak,
birleşmeyle ortadan kalkan sömürgeci-köleci-soykırımcı şirketlerin bu yolla sağladıkları hakların yeni sahipleri
olmuşlardır. Örneğin; Rio Tinto beş altın madeni (Brompton mine, Cam & Motor, Eiffel flats, Patchway,
Renco), iki elmas madeni (Murowa'da iki işletme), bir nikel madeni ile bir nikel rafinerisine (Empress
Refinery) sahiptir. Rio Tinto ayrıca Zimbabwe'nin kömür kaynakları üzerinde işletmeci olduğu gibi diğer
yandan bu kaynaklar üzerinde kurduğu termik santraller ile bu ülkeye elektrik satmaktadır.
Yine Zambiya'nın maden haklarını tamamen elinde tutan The British Sout Africa ve dolayısıyla
İngiltere Hükümeti 1923'te, Amerikan ve Güney Afrikalı madencilik gruplarına (bu gruplar İngiliz sömürgeciler
tarafından kurulmuştur) Zambiya topraklarında geniş alanlarda maden tekel imtiyazları vermiştir. Bu grupların
ayakta kalan en büyükleri Rhodesian Seiection Tröst ve Rhodesian Anglo-Amerikan Anonim Şirketi
Zambiya'nın madenlerini 40 yıldan fazla bir süre kontrolleri altında tuttular. Sir (Alfred'ı Chester Beatty
tarafından 1913 yılında kurulan Selection Trust Ltd, 1968 yılında BP (British Petroleum) tarafından alındı.
Ardından BP Minerals International Ltd ve BP Minerals Development Ltd şeklinde yapılandırılan şirketler,
1989 yılında Rio Tinto Zinc Corparation Plc tarafından BP'den alınarak, Rio Tinto aktifleri içinde eritildi.
Ulus ötesi sömürgeci madencilik şirketlerinin çapraz katılım ve dünya madencilik üretimindeki
payı
Sömürgeci madencilik şirketleri doğal kaynak piyasalarını, ruhsat hakları ve alanlarını sıkı bir denetime
tabi tutarlar. Küresel endüstrinin tüm doğal kaynak ihtiyacını sayıları sınırlı ancak sermaye ilişkileri
sadeleştirildiğinde toplamda 5 bile etmeyen biraz daha zorlarsanız belki 1 yada 2'ye indirebileceğiniz sayıda
şirketle karşılaşırsınız tıpkı petrol piyasaları, ruhsat hakları ve alanlarını 100 yılı aşkın süredir kontrol eden
"yedi kızkardeş" in bugün "dört kız kardeş" olarak varlıklarını sürdürmesi gibi. Bu gün bu şirketlerden 10
tanesi küresel endüstrinin ihtiyaç duyduğu maden üretiminin %34,5'ini karşılar.
Her ne kadar küresel sistemin ajansları ve aracı kurumları bu oranı %34,5 olarak açıklamakta ise de,
gerçekte bu şirketlerin faaliyetlerinin önemli bir bölümünün Cayman adaları gibi kıyıdan ve her türlü
denetimden uzak (off Shore) rant aklama ve aktarım merkezleri üzerinden yapıldığı dikkate alındığında
gerçekte bu rakam %34,5'in çok üzerindedir.
186
Ulus ötesi sömürgeci madencilik şirketleri sermaye, maden hakları ve ortaklık yolarıyla birbirlerine
çapraz olarak bağlıdırlar. Sermaye piyasalarındaki konumları sanki birbirleriyle rekabet eder bir görünüm
vermekle birlikte; esas itibariyle, aynı amaç üzerinde ekonomik ve politik sıkı bir işbirliği içerisindedirler.
Örneğin 2007 yılı gelirleri (Ciroları) dikkate alındığında Dünyanın en büyük madencilik şirketlerinin
sırasıyla Anglo American, BHP Billiton ve Rio Tinto olduğu görülür. Bu şirketlerin ayrı tüzel varlıklar olması
bir birleri ile rekabet ettikleri hissi verebilir. Ancak gerçekte durum bunun tam tersidir.
Anglo American ve Rio Tinto İngiltere merkezli BHP Billiton ise Avustralya merkezlidir. Billiton'un
anahtar yönetim merkezinin İngiltere’de olduğu düşünüldüğünde bu şirketlerin hepsinin İngiltere merkezli
olduğu söylenebilir.
Amaçları ise; doğal kaynakların bulunduğu coğrafyalarda kurdukları kolonyal yapı çerçevesinde
toplumların gelişme ve devletlerin endüstrileşme süreçlerini keserek Küresel endüstriyel sistemin doğal
kaynak ihtiyaçlarını kesintisiz bir biçimde sağlamaktır.
Ulus ötesi sömürgeci madencilik şirketlerinin birbirlerine çapraz sermaye katılımlarını alt şirketleri
üzerinden görmek mümkündür. Aşağıdaki tabloda BHP Billiton'un çokuluslu yapısı içinde Rio Tinto, CVRD,
Anglo American Rio Tinto, CVRD, Anglo American, BHP Billiton adlı şirketlerin çapraz katılım yoluyla
ortaklıkları gösterilmektedir.
• Rio Tinto ve BHP Billiton; Richards Bay Mineral adlı şirketin sermayesinin %50'şer ortağıdır.
•Anglo American; BHP Billiton'm Grootc Cylant Mining Co, Tasmanian Electrometallurgical isimli
şirketlerinin %40 sermayesine sahiptir.
•BHP Billiton, Companhia Vale Do Rio Doce (CVRD)nin sermayesine %2,1 oranında iştirak etmiştir.
•BHP Billiton ve CVRD Samarco Mineracao (Brezilya) isimli şirketin sermayesinin %50'şer ortağıdır.
Rio Tinto, CVRD Angio American isimli şirketlerin çokuluslu yapısı içinde mevcut daha onlarca çapraz
katılım ortaklıkları çokuluslu sömürgeci madencilik şirketlerini bir arada tutmaktadır. Birbirinden farklıymış gibi
görünen ayrıca, uluslararası finans ve borsa çevrelerince birbirinden farklı şirketler olarak lanse edilen, bu
şirketler, birbirlerinin sermayelerine doğrudan iştirak eden, bünyelerinde bulunan yavru şirketler üzerinde
ortak para ve sermaye ilişkileri olan maden kaynaklarını sömürmede ortak çıkarları olan ve bu ortak
ekonomik çıkarlar üzerinden siyasal haklar elde etme gibi hedefler güden şirketlerdir.
Afyon-Maden-Rio Tinto-Anadolu bağlantısı
Petrolcü kızların elleri ne kadar kirliyse, madencilik şirketlerinin de kirlidir. 19.yüzyılda Anadolu'yu ilk
keşfedenler onlardı. Önce İzmir Aydın arasına yerleştiler ve biz onlara Levanten diyorduk.
İngiliz,
Oysa onlar
Hollanda ve Fransız emperyalizminin Anadolu içlerindeki truva atlarıydı. Bunlardan biri İngiliz
Charlton Whittall’di. l809 yılında Türkiye'ye Breed&Co isimli bir şirketin temsilcisi olarak gelmiş, ardından
İzmir’e yerleşmiş ve İzmir’de kendi şirketini (Charlton Whittall & Co) kurmuştu.
Afyon ticareti ve dolayısıyla East India Company ile yakın ilişkileri vardı. Whittallerin şirketi, afyon
ticaretini East India Company çatısı altında yürütmekteydi. East India Company çatısı altında Çin’e satılan
afyon, sadece Hindistan'da üretilen afyon değildi. Aynı zamanda Ege Bölgesinde üretilen afyon da East India
Company çatısı altında Amerika'dan Çin'e kadar olan geniş coğrafyada bulunan İngiliz sömürgelerine
satılmaktaydı.
Russelller'in 1823'te Amerika'da kurduğu Russeli and Company adlı şirket, Amerikan bölgesinde afyon
ticaret tekeliydi. Russeli and Company aynı zamanda İzmir limanından aldığı afyonu Çin'e İngilizlerden yani
East India Company'den habersiz sokuyordu. Afyon savaşlarında Amerika'nın İngilizlerin yanında yer
almasından Russeli and Company faydalanmış, East India Company korumasına dahil olmuştu. Russeli and
Co'nun gemilerinin ambarlarını İzmir'den afyonla dolduranlar Forbesler ve Perkinslerden başkası değildi.
Whittal'in şirketi Çin, Endonezya kısaca İngiliz emperyalizminin girdiği Asya ülkelerine, Türkiye'ye
gelişinin hemen ertesinde afyon ticaretine başladı. Whittall ailesinin Seylan'da; Whittall Tea Company,
Londra'da; J Whittall & Co, İstanbul'da; J W Whittall & Co isimli üç şirketi daha vardı. Whittall bu şirketleriyle
(özellikle Whittall Tea Company) 1860'lı yıllarda Kore'de afyon ticaretinin ve kaçakçılığının en büyüğü olan
187
İngiliz Jardine, Matheson & Company'e yardım ediyorlardı. Whittaller İstanbul'da J.C. Harterand Co adlı
şirketin temsilciliğini alarak Fransız La Fontaine isimli levantenle birlikte ortak ticaret yaptılar. Whittaller
sadece İzmir'den değil Yunanistan'da kurdukları Whittall Saltiel Co. Ltd şirketiyle Yunanistan üzerinden de
afyon işindeki uzmanlığını uzun yıllar sürdürdü. 1872 yılında Hugh Matheson ve onun amcasının şirketi olan
Jardine, Matheson & Company'nin yaptığı afyon ticareti ve bu ticaret trafiği üzerinden kazandıkları paralarla
kimya ve rafineri sektörüne girmişler ve Rio Tinto isimli şirketi kurmuşlardı. İki afyon tacirinin (Rio Tinto ve
Whittall şirketi) yolları yıllar sonra bir kez daha Balıkesir ilinin Susurluk ilçesinin Sultançayırı mevkiinde
bulunan bor madenlerinde kesişti. Rio Tinto/Borax Conslidated, Susurlukta bulunan bor madenlerinin
Whittallerden sonra 1922 yılında bölgenin Yunan işgalinden kurtarılmasının hemen ardından, Ermeni ve
Rum çete ve komitacılarına yataklıklarının tespit edilmesi sonucu, 4. Kolordu Komutanı Kemaleddin Sami
Paşa tarafından kovulana kadar işleticisi oldu. Wihittal Company ve Rio Tinto/Borax Consalidated
başlangıcından sonuna kadar İngiliz istihbarat servisinin istasyonu görevini gördüler. Whitaller İzmir'e Rio
Tinto/Borax Consalidated Balıkesir'e ayak bastıkları günden Türkiye'den ayrıldıkları güne kadar Anadolu'daki
Türk varlığının karşısında olmuşlardı. Birinci Dünya Savaşında da itilaf devletlerinin Çanakkale'yi zorladıkları
zaman diliminde bir İngiliz zaferini yürekten destekliyorlardı. Çanakkale savaşlarının hemen öncesi İngiliz
savaş gemileri İzmir açıklarına gelerek Yenikale İstihkâmlarını bombalamış ve İngiliz filosunda görevli Albay
Deeds, Whittal ailesinden Eric Whittal aracılığıyla İzmir'i işgal etmek için Vali Rahmi Beyle görüşme isteğinde
bulunmuştu. Whittaller İzmir'in bir prenslik olacağını Vali Rahmi beye söylemişlerdi. Whittall ailesinden Hugh
Whittall İngiliz zırhlılarıyla İstanbul'a girmenin heyecanıyla İngiliz Kraliyet Deniz Kuvvetlerindeki yerini almıştı.
Savaş bittiğinde Hugh Whittall savaş alanında gösterdiği yüksek başarılar nedeniyle savaş sekreteri Winston
Churchill tarafından bir takdir mektubuyla ödüllendirilmişti.
Diğer taraftan, savaş devam ederken Whittal şirketi Mısır'da yerleşik Amerikan Ermenisi Anazian'la
birlikte İstanbul'da kendisi için çalışan işçilerden ve diğer ajanlardan İngiliz Gizli servisi için bilgi topluyordu.
Anazian aynı zamanda Gelibolu'da savaşan Türk askeri birlik ve orduların yiyecek teminini işini yapmaktaydı.
Diğer ajanlarla birlikte Whittall ailesi de savaştan sonra Türkiye'yi tek etti."
Demiryolu konusunda Anadolu'da İngilizlere verilen ilk imtiyaz (İzmir-Aydın demiryolu) Osmanlının
verimli tarım topraklarının ulaşımının ve madenciliğinin de başta İngilizler olmak üzere Fransız, Belçika,
Amerikan ve Yunan gruplarının ellerine geçmesine neden olacaktı. James Wihittal İzmir-Aydın demiryolu
için; "Bu demiryolları İngilizler tarafından yapılacak, İngilizler tarafından işletilecek ve İngilizlerin malı olacak.
Demiryolu şirketleri küçük muhtar cumhuriyetler biçiminde gelişecek" diyordu. Demiryolu imtiyazına bağlı
olan devlet arazileri ormanlar ve madenlerde Levantenler arasında paylaşılmıştı. Nitekim; MacAndrews ve
Forbes 99 yıl süreli iki imtiyazla Söke ve Nazilli yakınlarındaki linyit madenlerini sömürüyor. Ayrıca manganez
madenciliği yapıyordu Alaçeşme de krom madenlerini işletiyordu. Aynı zamanda Türkiye'de meyan kökü
tekeli olmuştu. J.Whittal Ödemiş ve İzmir civarında civa, Denizlinin Güney ilçesinde krom madenciliği
yapıyor, Abbot's Emmery Mines Ltd şirketinin %33 ortağı olarak Aydın vilayetinin zımpara ve çakmaktaşı
kaynaklarının 3/2 sini kontrol ediyordu. İngiliz endüstrisi Batı Anadolu'nun maden kaynaklarına hiçbir bedel
ödemeden sahip olduğu gibi bu maden kaynaklarının İzmir limanına taşınması ve oradan gemilerle
Avrupa'ya aktarılması maliyetini de her yıl imtiyaz sözleşmesi gereği Demiryolu işletme sermayenin % 6sı
gibi bir karın kilometre garantisi adı altında Osmanlı devletine yüklüyordu. Demiryolu güzergâhında bulunan
7.000 km² yakın toprak parçasının mülkiyeti de ağırlıklı olarak madencilikle uğraşan yabancıların eline
geçmişti
Maden Hakları-Gayrimenkul Mülkiyeti-Yabancı Sermaye
Nedendir bilinmez ancak ülkemizde yabancı madencilik şirketleri ve yürüttükleri faaliyetlerle ilgili olarak
yaratılan tartışmalar, özellikle çevre konusunda odaklanmaktadır. Hiç kuşkusuz sağlıklı bir çevre,
yadsınmayacak öneme sahiptir. Ancak daha önemlisi, içinde yaşadığınız çevrenin sizin olup olmaması, keza
o çevrede yapılan madencilik faaliyetlerinin de sizin ve ülkenizin yararına kullanılıp kullanılmadığıdır.
Maden hakları ve gayrimenkul mülkiyeti arasında yakın bir ilişki vardır.
Medeni kanunumuz
188
gayrimenkul mülkiyetini üstün bir hak olarak tanımlamakla birlikte, maden hakları gayrimenkul mülkiyetini de
içeren, üstelik bir başka gayrimenkul üzerinde kamulaştırma yetkisi tanıyan daha üstün ve gayrimenkul
mülkiyet hakkını sınırlayan bir haktır. Bir başka deyişle gayrimenkul mülkiyeti, o mülkiyet üstünde ve altında
bulunan madenleri kapsamaz. Yani yerli ya da yabancı olsun belli bir toprak parçası üzerinde maden hakkı
sahibi, aynı zamanda o topraklar üzerindeki bir başka kişiye ait mülkiyet hakkını devlet zoruyla alabilme hak
ve yetkisine sahiptir. Özetle, maden hakkı sahibi maden çıkarabilmek için, maden hakkına sahip olduğu
arazı parçasını; özel mülkiyet söz konusu ise ya satın alacaktır, ya da devlet kamulaştırarak maden hakkı
sahibine araziyi teslim edecektir. Arazi hazineye ya da ormana ait ise irtifak hakkını alacaktır. Kaldı ki yatırım
ve istihdamın teşviki ile ilgili yasal düzenlemeler, bu arazilerin bedelsiz olarak maden hakkı sahibine devrini
öngörmektedir. Bu çerçevede; Maden hakkı sahibi yerli gerçek ya da bir tüzel kişilikse ortada bir mesele
yoktur. Ancak maden hakkı sahibi bir yabancıysa, maden haklarının alındığı toprak parçasının yabancıya
devri ya da yabancı tarafından alınmasını beraberinde getireceğinden, yabancının toprak alımının ortaya
çıkardığı ve doğrudan egemenlik bağımsızlık hakkımıza yönelmiş bir saldırıdan söz etmek gerekir. Nitekim
Anayasa Mahkememizin bu konuda verdiği kararlarda; "ülkede yabancının arazi ve emlak edinmesi salt bir
mülkiyet sorunu gibi değerlendirilemez. Toprak, devletin vazgeçilmesi olanaksız temel unsuru, egemenlik ve
bağımsızlığın simgesidir." demektedir.
Ne kadar ruhsat o kadar toprak ve istemedikleri kadar köle
Çoğumuzun dikkatinden kaçmıştır. 2003 yılında bazı gazeteler "Çevre İçin Büyük Adım" başlığı altında
şu haberi geçmişlerdi; Dünyanın en büyük 15 maden firması, BM'nin doğal ve kültürel miras ilan ettiği
yerlerde madencilik yapmama kararı aldı. Bunların içinde Türkiye'den de dokuz bölge bulunuyor Bu tür
alanları güvence altına alan anlaşma, Dünya Koruma Birliği (IUCN) ile görüşmelerin ardından imzalandı,
anlaşmaya, Uluslararası Madencilik ve Metalürji Konseyi'ni oluşturan şu firmalar imza attı: Alcoa Inc., Anglo
American PLC, Anglo-Gold, BHP Billiton Ltd. Freeport-McMoRan, Mitsubishi Materials, Newmont, Nippon
Mining&Metals, Noranda, Pasminco, Placer Dome, Rio Tinto, Sumitomo Metal Mining, Umicore ve WMC
Resources. Bu listeye Türkiye'den, İstanbul'un tarihi alanları, Göreme bölgesi, Safranbolu, Nemrut Dağı dahil
toplam dokuz bölge giriyor.
Bazı çevreler bu kararı ayakta alkışlamışlardı. Ülkemizde hem kültürel, hem doğal miras olarak kabul
edilen 9 bölge madencilik faaliyetleri dışında tutulacaktı. Ya diğer bölgeler? Aslında Uluslararası Madencilik
ve Metalürji Konseyi çatısı altında açıklamaya imza koyan sömürgeci madencilik şirketleri tüm dünyaya şu
mesajı gönderiyordu. Önümüzde durmayın, ülkelerinizin kapısını ardına kadar yapacağımız sömürüye ve
talana açın, bizim belirlediğimiz koşullar altında ülkenizin tamamında ne kadar doğal kaynak varsa hepsi
bizimdir. Sizin çevreniz, egemenliğiniz, bağımsızlığınız bizleri zerre kadar ilgilendirmez. Üstelik bizim küresel
egemenliğimizin karsısında sizin yerel egemenliğinizin ve bağımsızlığın lafı bile edilemez. Biz istersek sizin
şehirlerinizin köylerinizin yerini değiştiririz... Belki bu haberin sonunda o yıllarda sorulması gereken önemli
soru şuydu. Bu şirketlerin BM’nin doğal ve kültürel miras ilan ettiği yerlerde madencilik yapmama kararı alır
ve bu yerlerin içinde Türkiye'den de dokuz bölgeyi sayarken bu bölgelerin dışında kalan coğrafyamızdaki
gerçek konumları neydi? Neden bu konumlarını açıklama ihtiyacı hissetmemişlerdi? Önceki başlıklar altında
çokuluslu madencilik şirketlerinin birbirleriyle olan çapraz sermaye ilişkileri ortak amaç ve stratejileri hakkında
kısaca sunduğumuz bilgilere esaslı yeni bilgiler ekleyelim.
Sözünü ettiğimiz sömürgeci şirketlerden Rio Tinto ve BHP Billiton maden hakları ile ilgili olarak
ülkemizde ve Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra ortaya çıkan cumhuriyetlerde ortak operasyon
yürütüyorlar. Bir dönem bu iş için İstanbul'da Swiss Oteli kendilerine üs seçmişlerdi ta ki Swiss Otel basılana
Rio Tinto ve BHP Billiton yetkilileri rehin alınana kadar. Bu şirketlere ilave bir diğer şirkette Tec Cominco
isimli Anglo American PLC ile ortak operasyonlar yürüten şirket.
Tec Cöminco'da aynı zamanda BHP Billiton ve Rio Tinto isimli şirketlerle de ortak operasyonlar
yürütüyor. Ülkemizdeki tüm metalik madenlere ait ruhsatlar bu şirketlerin ya doğrudan kendileri ya dolaylı
olarak yavru şirketleri yahut çapraz ortaklıkları yoluyla dağıtıma tabi tutuluyor. Dağıtım tamamen farklılık
189
yanılsaması'' yaratmaya dönük. Onların unvanına baktığınız zaman Rio Tinto, BHP Billiton'ı okumuyorsunuz,
ancak Rio Tinto'nun, BHP Billion’un, Tec Cominco’nun Türkiye'den aldıkları ruhsat hakları üzerinde
yapılanmışlar. Onlar madenlerimiz, ulusal çıkar ve güvenliğimiz üzerinde habis bir tümör gibi ortaya çıkan
yabancı sömürgeci tekeli görünmez kılma gibi bir işleve sahipler.
Bugün kabaca yukarıda yer alan Türkiye haritası üzerinde işaretlendiği gibi ülkemizin binlerce
kilometrekaresi, bu şirketlerin aktifine maden hakları olarak kayıtlıdır. Biga Yarımadası ve Trakya'nın
neredeyse tamamı, Edremit'ten İzmir'e kadar olan yaklaşık 200 km'lik mesafeli bir bantla başlayarak bütün
bir Batı Anadolu'yu, oradan İç Anadolu'yu kat ederek Suriye Irak sınırına kadar uzanan bant içinde,
Adana'dan başlayıp Niğde'ye Niğde'den İran sınırına Adana'dan tüm Suriye ve Irak sınırını kat ederek İran
sınırına dayanan bölge içerisinde, Orta Karadeniz'den başlayıp Doğu Karadeniz'de en uç nokta olan Artvin'e
kadar olan bölgede; Aydın'dan Antalya'ya, Konya'dan Antalya, Mersine kadar uzanan bölgede, ne kadar
metalik maden yataklarımız varsa ruhsat hakları Tec Cominco, Rio Tinto ve BHP Billiton tarafından alınarak
bunlar tarafından şimdilik kaydıyla 20 şirket arasında paylaştırılmıştır.
Bu şirketler bir taraftan yukarıda yer alan Türkiye haritasında gösterilen alanlar içinde yer alan ruhsat
haklarının ilgili olduğu toprakların mülkiyetini, diğer taraftan hazine ve Orman'a ait arazilerin irtifak haklarını
üzerlerinde toplamaktadırlar. Vatandaşlarımızın toprağını bu şirketlere satmadığı durumlarda, bu çok uluslu
sömürgeci şirketlerin yavruları lehine kamulaştırma yapılmaktadır. Bunun son örneğini Eldorado Gold
(Tüprag) şirketi lehine 30 km² lik ruhsat alanlı İzmir/Efem Çukurunda yapılan köylüye ait 35 parsel tarlanın
Bakanlar Kurulu Kararıyla "yurt savunması" gerekçeli kamulaştırması teşkil etmektedir." Şirketin yaptığı itiraf
niteliğindeki açıklamalardan bu yöntemin bir çok kez uygulandığı anlaşılmaktadır. Bu açıklamalar ve
kamulaştırma uygulaması devletin, emperyal küresel baskılar karşısında nasıl bir değişim geçirdiğini de
hiçbir tereddüte yer vermeyecek şekilde ortaya koymaktadır.
Bir tarafta geçimini toprağından, alın terinden, emeğinden temin eden çiftçiler ve aileleri, diğer tarafta
Yabancı sömürgeci maden şirketi ve önemlisi; toprağın verimli olarak işletilmesini korumak ve geliştirmek,
erozyonla kaybedilmesini önlemek ve topraksız olan veya yeter toprağı bulunmayan çiftçilikle uğraşan
köylüye toprak sağlamakla görevli devletin Bakanlar Kurulunun "Yurt Savunması" gerekçeli acele
kamulaştırma kararı ve uygulamasıyla yabancı madencilik şirketinin çıkarlarının yanında yer alması. Sonuç;
topraksız kalan ve geçimini temin etmek için o maden şirketinde ırgatlığa (köleliğe) zorlanan "milletin efendisi
köylülerimiz"!
Batan Ülkenin Şehirleri Madenleri ve Toprakları "Ruhsat- Madem –Soygun ve Talan"
1985'ten günümüze IMF, Dünya Bankası,
AB, Sömürgeci Madencilik şirketleri ve onların yerli
ortaklarının birlikte yürüttüğü baskılar sonucunda yenilenen ve daha sonra değiştirilen maden yasası ile
Türkiye sömürgeci madencilik şirketleri açısından tam anlamıyla bir "çöpsüz üzüm bağı" haline getirilmiştir.
Bu süreçte ulusal kalkınma planları ve bunlara ilişkin ihtisas komisyonlarında bu şirketlerin yer alması
sağlanmış ayrıca yabancı madencilik şirketleri ile çıkar birliği yapan yerli dernek, vakıf ve şahıslarla (bu
şahısların önemli bir kısmı yabancı madencilik şirketleri çalışanıdır) birlikte kalkınma planları ve hedefler,
sömürgeci madencilik şirketleri çıkarları doğrultusunda yapılarak belirlenmiştir. Dolayısıyla mevzuatta
sömürgeci madencilik şirketlerinin sömürü mekanizmaları üzerinde hiçbir denetim öngörülmemiştir. Oysa
sömürgeci madencilik şirketleri şu önemli sömürü mekanizmalarını girdikleri her ülkede uygularlar.
Bu sömürü mekanizmalardan ilki metalik madenlerde cevherin metal içeriği (tenor) üzerinde yapılara
görünürde küçük ancak parasal olarak inanılmaz boyutlara varabilen oynamalar üzerinden yapılanıdır.
Bu çerçevede madencilik şirketlerinin ihraç ettikleri metalik maden cevherinin metal içeriği (tenor)
saklanmakta ve oldukça düşük gösterilmektedir. Örneğin; %6 tenörlü nikel cevherinin %2 tenörlü olarak ihraç
edilmesi karşısında ülkemizden her yüz ton ihracatta 4 ton metalik nikel çalınması söz konusu olabilmektedir.
Bir ton nikelin parasal karşılığının 28.000.-$ olduğu dikkate alındığında; ülkemizden çalınan değerin 4
tonX28.000.-$=112.000.-$ olduğu görülür. Buradaki durumu bir maden ocağı üzerinde değerlendirirsek,
karşımıza inanılmaz büyüklükte bir soygun çıkar. Yukarıda verdiğimiz örneği 50 milyon ton rezervli bir maden
190
ocağına uyguladığınızda çalınan metalik nikel cevherinin 2.000.000 ton olduğu hesaplanır. Bunun parasal
değeri ise; 2.000.000 ton nikel X 28.000 $ = 56.000.000.000.-$ dır.
Bir diğeri; ihraç edilen maden cevheri içinde binde, on binde oranlarında bulunan diğer kıymetli
metallerin bildirim dışı tutulmak suretiyle çalınmasıdır.
Yukarıda verdiğimiz nikel madenciliği Örneğinden harekette 50.000.000 ton rezervli bir nikel maden
yatağında %005 kobalt %003 tantal bulunsun bunun kobalt olarak metal karşılığı; 50.000.000X
0,0005=25.000 ton kobalt, tantal olarak 50.000,000X0,0003 = 15.000 ton tantal olacaktır. Parasal değer ise
kobaltta; 25.000 ton X 95.000$ = 2.375.000.000.-$ tantalda; 15.000 X 98.000$ = 1.470.000.000 $ olacaktır.
Örneğin ülkemizde 50 000.000 ton rezervli bir nikel maden yatağını işleten yabancı şirket nikel cevheri içinde
bulunan bu metalleri bildirim dışı tuttuğu zaman ülkemizden (2.375.000.000.-$ + 1.470.000.000 $) =
3.845.000.000 $ çalmış olacaktır.
Yukarıda izah ettiğimiz iki mekanizmayı diğer metalik madenler (altın, çinko, kurşun, bakır, krom,...)
için genişlettiğimizde çok uluslu sömürgeci madencilik şirketlerinin ülkemiz içinde ne denli derin ve büyük bir
soygun, ve talana kalkıştıkları açıkça görülür. İşte bu nedenden ötürüdür ki ülkemizde metalik maden
kaynaklarımız üzerine çöreklenen bu şirketler madenlerin yani; bakırın, altının, gümüşün, nikelin, kobaltın,
kromun çinkonun, kurşunun... metal hale gelmesini sağlayan izabe, rafineri işlemlerini ve keza muhtelif
ferroalyajları faaliyetleri kayıt altına alınacağı için özenle ülkemizde yapmaktan kaçarlar.
Maden Ruhsat hakkı-Maden-soygun ve talan bağlamında en esaslı vuruş ise "transfer fiyatlaması"
mekanizmasıyla gerçekleşir.
Transfer fiyatlaması; Bir çok uluslu şirketin ana merkezi ülke ile merkez dışında kalan muhtelif
ülkelerdeki şubeleri arasında, yada iki farklı ülkedeki şubeler yahut alt şirketler arasında yapılan mal alış
verişlerinde uygulanan, piyasadan bağımsız ve tamamen faaliyet yürütülen hedef ülkenin kaynaklarını
buharlaştırarak emperyal merkezde (metropol) yer alan, ana şirkette yoğunlaştıran, şirket merkezinden
verilen talimatla belirlenerek uygulanan fiyattır. Bu fiyatlamada uygulanan yöntem ise; çokuluslu şirketin
merkezi, diğer bir ülkede ki alt (yavru) şirketinden mal alırken düşük alım fiyatı, merkez ülkeden başka
ülkedeki yavru şirkete yahut şubesine mal satarken yüksek fiyat uygulaması şeklinde tezahür etmektedir.
Fiyat; madencilik yapılan ülkede bu faaliyetlerin sonucunda üzerinden vergi tahakkuk ettirilecek herhangi bir
parasal gelir bırakmayacak ve asgari tutarda devlet hakkı ödemek üzere belirlenir.
Yukarıda saydığımız üç soygun ve talan yöntemi çokuluslu yabancı şirketlerin istisnasız bir biçimde
uyguladığı ve bu şirketlerin sınırsız büyümelerinin altında yatan temel nedenlerdir. Bu esaslı üç soygun
yöntemine ilave edilecek daha birçok yol ve yöntem vardır. Örneğin; ihracata konu maden cevherinin
yoğunluk ve nem içeriği yine ihracat faturalamasında bunlara ilişkin penaltı (ceza) uygulamalarını bu
mekanizmalara ilave edebiliriz. Bu yöntemde de en az saydığımız diğer mekanizmaların yol artığı tutarlarda
soyguna imkan sağlar.
Sonuç
Bugün ülkemizin doğal kaynaklarının yukarıda saydığımız üç sömürgeci madencilik şirketi ve onlarla
çapraz bağlantılı şirketlerin kontrolünde olması bir tesadüf değildir. Ülkemizin madencilik mevzuatını
kalkınma planlarıyla, yasa yapma sürecine, müdahalelerle, otellerde yapılan ve ülkemiz başbakanlarının
katıldığı Yatırım Danışma Konseyleri ve Davos toplantılarıyla yapılandıran bu şirketler, ülkemizi bir sömürge,
tüm maden kaynakları ve topraklarını kendi hak ve malları olarak görmektedirler. Bu şirketlerin önemli bir
özelliği; maden ruhsat hakkı gibi kendilerine tanınan ekonomik
imtiyazlar
üzerinden siyasal haklar türev
edebilmeleridir. Nitekim; söz konusu şirketler ağırlıklı olarak Kanada borsasında sermayesinin bu miktarını
halka açtığı küçük yavru şirketleri aracılığıyla. ülkemizin madenlerini, topraklarını, şehir ve köylerini; niyeti ve
kaynağı konusunda şüpheyle yaklaşılması gereken sermayeye pazarlarken diğer taraftan; primli hisse
senedi ihraç fiyatlarıyla topladığı sermaye ile yürüttükleri sömürü faaliyetlerinin işletme sermayesi
finansmanını sağlamaktadırlar.
Ülkemizden özellikle Güney ve Doğu Anadolu'dan, orta ve Doğu Karadeniz'den binlerce km maden
191
ruhsatı, bu ruhsatlı alanlara ait hazine ve orman idaresine ait araziler üzerinde irtifak hakları alan, yine bu
ruhsatlı
alanlarda
özel
mülkiyet
sahiplerinden
arazi
mülkiyetlerini
toplayan
şirketlerin,
mevcut
sermayelerinde, Örneğin; Ermenilerin nisaî hedefinin tanınma, tazminat ve toprak olduğunu ifade ederek,
artık tanınma ötesindeki aşamalara geçmek gerektiğini ilan eden Ermeni diasporasının keza Irak'ın
Kuzeyinde federasyon peşinde koşan emperyalizmin uşağı aşiret reislerinin, yahut Pontus hayaliyle yanıp
kavrulan Rum diasporasının, Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesiminin payı olup olmadığı sorgulanmalıdır.
Ülkemizin içinde bulunduğu ve makalede kısaca yer vermeye çalıştığımız bu hazin ve trajik durum;
küreselleşmenin ve onun sömürge yaratan ana dalgası kontrolsüz pazar ekonomisine teslim oluşun bir
sonucudur. Pazar ekonomisi aynı zamanda Büyük yada Genişletilmiş Orta Doğu Projesinin temel
dayatmalarından biridir. Tarihsel süreçte emperyâl devletlerin kontrolünde pazar ekonomisi boyunduruğuna
alınan devletler açısından Pazar ekonomisinin yıkıcı yok edici bir deprem dalgasına dönüştüğü, Osmanlı
Devletinin tarih sahnesinin silinişiyle sabittir. Bu silinişlerin en güncel örneklerinden biride Sovyetler
Birliğidir...
192
BOP EŞBAŞKANLIĞI İSRAİL UŞAKLIĞIDIR
İsrail Başbakanı Ehud Olmert’ten Başbakan Erdoğan’a mesaj:
“Arkadaşım Erdoğan’a minnettarlık duyuyorum”
İsrail’in kuruluşunun 60. yıldönümü kutlamaları çerçevesinde İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in
dünya medyasından özel davet ettiği 4 gazeteden biri olan Hürriyet adına gazetenin yazarı Enis
Berberoğlu İsrail’e gitmişti. Berberoğlu, İsrail Başbakanı Ehud Olmert ile sohbetlerinde Olmert’in
konuyu Başbakan Erdoğan’a getirerek, "Hakikaten iyi arkadaşım, Başbakan Erdoğan bana, Suriye ile
görüşme süreci yaratma girişimi amacıyla aracı oldu. Türk Başbakanı’na çabaları için minnettarım"
dediğini yazdı.
Erdoğan’ın tekrar geleceğini umuyorum
Enis Berberoğlu Hürriyet’te yer alan yazısında, 60’ıncı yılını kutlayan İsrail’e yaptığı ziyareti ve
Olmert’le görüşmelerini şöyle anlattı: "Olmert’in ofisi bu özel hafta için dünya medyasından dört
gazete seçti. İspanya, Hollanda ve İsveç’ten seçilen gazetelerin yanı sıra Türkiye’den Hürriyet
Gazetesi de davet edildi. Olmert sözü dönüp dolaşıp sürekli Türkiye’ye getirdi. Olmert söze, "Babam
1933 yılında Çin’den İsrail’e göç ettiğinde bir rüyası vardı" diye girdi. Ardından İsrail’in 60 yıllık
tarihindeki başarıları ve çözümsüz sorunlarını da sayarak ekledi: "İsrail bugün babamın hayallerinin
çok ötesine geçti. Dünyanın gündemine oturduk. İngiltere, Fransa bize geliyor. İsrail Cumhurbaşkanı
Türkiye’ye gidiyor. Türk Başbakanı eminim yakında yine gelir... Çin’de Yahudi olmamasına rağmen
aramızda 5 milyar dolarlık ticaret hacmi var. Evangelist kilisenin olmadığı Türkiye ile yılda 3 milyar
dolar ticaret yapıyoruz. Çünkü Türkiye ile İsrail’in çok ortak noktası var. Birlikte iş yapmak istiyoruz.
Bakın ABD ile ülkemin ilişkisinden gurur duyarım. Ama bu ilişkiyi sadece ABD’de yaşayan Yahudi
rakamıyla izah kalkıp küçümsemeyin. ABD’deki Yahudiler nüfusun sadece yüzde 3’ü kadar. ABD bu
yüzden İsrail’i desteklemiyor. George W. Bush, İsrail’i ortak değerlerimiz için destekliyor."
Berberoğlu, Olmert’in sohbetin devamında Başbakan Erdoğan’a minnettar olduğunu şu sözlerle
belirtti: "Tek söylemek istediğim şudur: Hakikaten iyi arkadaşım, Başbakan Erdoğan bana, Suriye ile
görüşme süreci (zemini) yaratma girişimi amacıyla aracı oldu. Umarım bu süreç hayata geçer ve
başarılı olur. Bu kadarını söyleyeyim. Ama Türk Başbakanı’na çabaları için minnettarım."
Acaba Recep T. Erdoğan’ın akıl ve ahlak ayarını, Siyonist Olmert’in bu samimi övgülerinden
daha güzel ne anlatabilir?
Bakınız, insaflı bir Yahudi Haham, David Vais, İsrail Felaketinin 60. Yıldönümünü değerlendirdi:
‘İsrail Batı’ya ve Siyonist safsataya hizmet için kuruldu’ demektedir.
“İsrail Devleti düşüncesi batılı ülkelerin çıkarlarına hizmet etmek için üretilmiştir. Biz böyle bir devletin
Tevrat’ın ruhuna ve Allah’ın rızasına uygun düşmediğine inanıyoruz. Bu nedenle, adına “Siyonizm” denilen,
İsrail’in batı çıkarlarına hizmet için Yahudiliği kullanmasına karşıyız.”
İsrail Devleti’nin kuruluşunun 60. yıldönümünü çeşitli etkinliklerle kutladığı şu günlerde İsrail’in ne
zaman, kimler tarafından ve kimlere hizmet etmek için kurulduğu da konuşulmaya başlandı. Bu
konuşmalardan en önemlilerinden biri de El-Cezire televizyonunda “Bila-hudud (Sınırsız)” adlı programa
katılan haham David Vais ile yapılan söyleşiydi.
İsrail Devleti’nin Filistinlilerin enkazı üzerine kurulduğunu söyleyerek konuşmasına başlayan Vayz,
Tevrat’a ve Allah’ın rızasına uygun olmadığı için İsrail devletini kabul etmeyen kendisi gibi New York’ta
yaşayan birçok Yahudi’nin varlığından bahsetti.
Programın konuğu Vayz, İsrail Devlet düşüncesinin Theodor Hertzel’in öncülüğünde bundan yüz sene
kadar önce geliştirildiğinin, bu tarihten önce Yahudilerin devlet düşüncesini taşımadıklarının altını çizerek şu
açıklamaları yaptı: “İsrail Devleti düşüncesi batılı ülkelerin çıkarlarına hizmet etmek için üretilmiştir. İsrail
devleti, Yahudilik dininden çok batının çıkarlarına hizmet etmek için vardır. Biz böyle bir oluşumun Tevrat’ın
193
ruhuna ve Allah’ın rızasına uygun düşmediğine inanıyoruz. Bu nedenle İsrail’in batı çıkarlarına hizmet için
Yahudilik dinini kullanmasını içimize sindiremiyoruz.”
Batılı ülkelerinin çıkarlarına hizmet için Yahudilik dininin kullanıldığı bu düşünceye Siyonizm dendiğinin
altını çizen Vayz, ”Bugün Gazze’de yaşananlara İsrail devletini kuran ve destekleyen Siyonistler neden
olmuştur. Bu zulümle İsrail daha fazla ayakta kalamaz. Tanrımıza ve Tevrat’a karşı olan İsrail’in uzun
yaşayacağına inanmıyoruz,” şeklinde konuştu.
Siyonist kafalı hahamlar hem Tevrat’a hem insanlığa hıyanet etmektedir!
Kukla İsrail Devleti’nin Yahudi Devleti olmadığını söyleyen Vayz İsrail’in Hahamlar Devleti
olduğunu belirterek, İsrail devletinin yaptıkları ve yapacakları çirkinliklere ve zulümlere meşruiyet
kazandırmaktan başka bir işe yaramayan hahamları da, bin yıllık Yahudi geleneğine ve dini metinlere
ters işler yapmakla suçladı. Vayz Filistinlilerle Yahudilerin yüzlerce yıl aynı bölgede barış içinde
yaşadıklarını, ancak Batı ülkelerinin kendi içindeki Yahudileri defetmek için İsrail Devleti’ni çözüm
olarak ürettiklerini ve o zamandan bu yana İsrail-Filistin sorununun yaşanmaya başladığını belirtti.
İsrailli hahamların çocuk, kadın ayrımı gözetmeden Filistinlilerin öldürülmelerine yönelik
fetvalarını, New Yorklu hahamlar olarak, Tevrat’a uygun bulmadıklarını ve insanlık dışı olarak
gördüklerini belirttikten sonra Vayz, “İsrail’in Filistinlilere insanlık dışı uygulamalarını asla kabul
etmiyor, bunları vahşet olarak niteliyoruz” dedi.
İsrail geçmişteki nankörlük örneğini sergilemektedir!
İslam topraklarında yüz yıllarca barış içinde yaşadıklarını, bu misafirperverliklerinden dolayı
İslam ümmetine müteşekkir olduklarını belirten Vayz, İslam âlemine teşekkür borcu olan İsrailli
Yahudilerin de tarihte birçok Yahudi grubunun yaptığı gibi nankörlüklerini tekrarladıklarını kaydetti.
Hamas başta olmak üzere Filistin ve Lübnan’daki direniş örgütleriyle, hem onların kendi
bölgelerine gerçekleştirdiği ziyaretlerde, hem de New York’a gelenlerle görüşme fırsatı bulduğunu
belirten Vayz, bunların sanıldığının aksine şiddet yanlısı olmadıklarını, işgalcilere karşı hakları olan
direniş göstermek ve eğilen başlarını dik tutmaktan başka bir mücadele içinde olmadıklarının altını
çizdi. Vayz bölgede asıl şiddeti uygulayanın İsrail olmasına rağmen, bunun tersi bir imajın hâkim
olmasında batı medyasının yanlı politikası ve destekçilerinin payı olduğunu da sözlerine ekledi.
Mısırlı Düşünür Abdulvahab el-Messiri’nin benzetmesiyle “Yahudiler bakteriler gibidir!”
Siyonizm, Kabalist Hahamların, Yahudilerden doğma gayri meşru kızıdır. Bu yüzyıl, ırkçı milliyetçilik
düşüncesinin ve Nazizm düşüncesinin doğmasına neden olan emperyalizm çağıdır.
Yahudilerin düşünce dünyasında yeterince aydınlatılmamış bir yan vardır. Batıl inançlarından
kaynaklanan bir saplantıyla Sami düşmanlığının (Yahudilere ve Yahudiliğe düşmanlık) insanoğlunun
doğasının gereği, mekân, zaman ve şartlar değişse de asla değişmeyeceği düşünülmektedir. Siyonizm
düşüncesi de bu saplantının tiksindirici ürünlerinden biridir. Bu nedenle de Siyonistlerin, Batılı birçok Yahudi
karşıtı söylemi, kategorik kavrayışa dayalı düşünüşlerini kabullenmiş olmalarının garipsenecek bir yanı yok.
Siyonist edebiyat, Yahudi kişiliğiyle ilgili anlatımlarla süslenmiştir. Ne var ki bu kişilik, hasta, doğal olmayan
ve çarpık, üretken olmayan ve ticaretten başka bir işte başarı gösteremeyen bir kişiliktir. Max Nordau, daha
sonra Hitler, Yahudilere hücre biyolojisi-öjenik düşünceyi uyguladılar. Bu anlayış, insan tipinin biyolojik
belirlemecilik kuramına tabi olduğunu, bunun doğal, kaçınılmaz bir durum olarak kabul edilmesi ve bu
çerçeve içinde kalınması gerektiğini düşünür. Bu düşünüş aslında insanla hayvan arasında ayrım yapmayan
Darwinist bir kuramdır. Nordau, bu çirkin biyolojik belirlemecilik (Bireysel farklılıkların biyolojik ve bu nedenle
değiştirilemez olduğu düşüncesi) anlayışıyla Yahudileri, açık havada kaldıkları sürece zararlı olmayan,
oksijensiz bırakıldıklarında ise en korkunç hastalıklara neden olan mikroorganizmalara (bakteri ya da virüs)
benzetmiştir. Bu ırkçı bilim adamı daha da ileri giderek hükümetleri ve halkları, Yahudilerin böyle bir
tehlikenin kaynağı olmalarına karşı uyarmıştır.
Siyonistler bu ırkçı görüşten hareketle Yahudi düşmanlığını, bütün insanlara has doğal bir kurum
olarak görmektedir. Zira gerçekte biyolojik bir farklılık söz konusudur (Sami düşmanlığı için hücre biyolojisine
194
gereksinim duyan biyolojik belirlemecilik anlayışın çelişkisine dikkat edelim). Yehuda Jordan, aydın
Yahudilerin başarısının, bu gerçeği tanımalarında, Yahudi düşmanlığı tezlerini kabullenmelerinde yattığını
söyler. Chaim Weizmann ile İngiliz ünlü lider Richard Crossmann arasındaki büyük dostluk, Crossmann’ın
“Doğal olarak Yahudi düşmanı” (bunun anlamı: eşyanın doğası gereği, Yahudilerin doğası gereği ve
başkalarıyla ilişkilerinin doğası gereği) olduğunu açıklamasından sonra gelişti. Weizmann bunu yorumlarken:
“Crossmann bundan başka bir şey söylemiş olsaydı ya kendine ya da başkalarına yalan söylemiş olurdu”,
demiştir. Siyonist düşünür Jakob Klatskin, Yahudi düşmanlığını Yahudilere karşı meşru (doğal ve zorunlu)
savunma olarak tanımlar. İsrail eski başbakanı İzhak Shamir, Polonyalıların Yahudi düşmanlığından söz
ederken “bunu anlarının sütünden” aldıklarına işaret eder. Shamir bu ifadesiyle ahlaki davranış ile biyolojik
belirlemeci davranışı aynı kefeye koymuştur. Weizmann, Yahudi düşmanlığını bazen etkisiz durumda olan,
uygun koşullarda canlanan bakteriye benzeterek açıklar. Böylece Siyonistler Yahudi düşmanlığının değişik
biçimleri arasında ayrım yapmaz, hepsini her yerde ve her zaman tekrarlanan tek vücut olarak
değerlendirirler. Siyonistler bu fenomenle mücadelenin, gereksiz olacağını düşünürler.
Siyonistler, tarihe çarpık bir görüş sunmuşlardır. Bu görüş: Yahudi ırkının parçalanmasından bu yana
fiili zorunlu sürgün hayatı yaşadıkları, psikolojik olarak rahatsız oldukları düşüncesinden kaynaklanır. Buna
göre, “işgal altındaki milli vatanları Filistin dışında yaşadıkları sürece değişik velayetler altında yaşamalarının
neden
olduğu
kişilik
yarılmasıyla
hastalıklı
kalacaklardır.”
Kendi
hallerine
bırakılacak
olurlarsa,
hastalıklarından kurtulmak için tereddütsüz vatanlarına döneceklerdir. Ne var ki Siyonist pek çok tarih yazarı:
“Yahudi tarihi” olarak adlandırılan şeyde tekrarlanma özelliği görürler: Filistin’den sürgün, sonra ona dönüş;
Mısır’a sürgün, sonra Filistin’e dönüş; Babil’e sürgün, sonra Filistin’e dönüş; son olarak da dünyanın hemen
her yerine sürgün, sonra da İsrail’e, yani Filistin’e nihai dönüş. Bunun anlamı, tarihi melodramda mutlu son,
vaat edilmiş topraklara dönüştür.
Burada her dönüş sonrasında sorulan soru tekrar sorulur: dönmek istemeyen ve vatanlarında kalmak
isteyenlerin durumu nedir? Ancak İsrail’in kurulmasından sonra Yahudilerin heyecanlı bir acelecikle vaat
edilmiş topraklara dönmedikleri dikkatleri çekmiştir. Siyonistlerin düşündükleri gibi, bütün sürgün edilmişlerin
toplanması da gerçekleşmemiştir. Bu durum Ben Gurion’u, sürgünde yaşadıkları yerlerde ruhları acı çekse
de rahat bir bedeni yaşamı olan Yahudileri tanımlamak için “ruhları sürgün” kavramını icat etmek
mecburiyetine itmiştir. Ne var ki bu “ruhları sürgün”lerin dünya Yahudileri içinde büyük çoğunluğu
oluşturdukları da bir gerçektir. Bunun anlamı da Yahudiliğin, İsrail devletinin kurulmasından sonra da
“diaspora Yahudiliği” karakterini muhafaza ettiğidir. Bu nedenle de İbranice bir kelime olan ve “zorunlu
sürgün” anlamına gelen “El-Calut” kavramı, yine İbranice bir kelime olan ve “tercih edilmiş sürgün yeri”
anlamına gelen “Tefutsot” kavramıyla ikame edildi, bu da ortaya çıkan derin kavram çelişkisinin bir ifadesidir.
Görülen o ki Amerika Birleşik Devletleri, Yahudilerin sürgün iddialarına ciddi bir meydan okuma
kaynağı teşkil etmiştir. Zira dünya Yahudilerinin ezici çoğunluğu için ABD çekim merkezidir. Yahudi
topluluklar Doğu Avrupa’dan (Juda Yahudiler) ve dünyanın diğer bölgelerinden Amerika’ya göçmüş, yalnız
küçük bir azınlık, Amerika’nın kapılarının kendisine kapalı olması nedeniyle Filistin’e yönelmiştir. Amerika’da
yaşayan Yahudiler, İsrail’i artık milli vatan olarak değil, “asli vatan” ya da “doğum yeri” olarak, İrlanda asıllı
Amerikalıların İrlanda’yı gördükleri gibi görmektedir. Ancak bu düşünüş Amerika’nın bir sürgün yeri olarak
değil, Yahudi toplulukların kararlı iradeleriyle, yeni fırsatlar aramak üzere göçtüğü bir yer olarak görülmesini
gerektirir. Amerika, Yahudiler için, dini hülyalarını –sonuçta domur vurmuş hayaller- gerçekleştirecek vaat
edilmiş topraklar olmasa da, hiç değilse “altın şehir” anlamına gelen Juda deyimiyle “golden medina” idi.
Doğu Avrupa Yahudileri (Jediş Yahudiler) bu deyimi, Amerika için (caddeleri gümüş, kaldırımları altın!)
şeklinde söylemektedir. Amerika bugün de, aralarında İsrailliler de olmak üzere, dünya Yahudilerinin vaat
edilmiş topraklar yerine göç ettikleri “golden medina”sı ya da “altın şehir” gibidir. Bu da bazılarını Amerika’yı
“altın buzağı” anlamına gelen “golden calf” olarak adlandırmaya yöneltmiştir. “Golden medina” da modern
yaşamın topraklarıdır ve manevi kurtuluşu vaat etmese de herkese tüketim ürünleri, bolluk ve rahat yaşamla
cismani kurtuluşu vaat etmektedir. Dünya Yahudileri arasında laiklik taraftarlarının artışı, muhtemelen
195
Yahudilerin bu düşünceyle Amerika’ya yönelmelerinin diğer nedenidir. Sovyet göçmenleri gerçek
bağlılıklarının, bu laik Siyonistliğe yönelik olduğunu, İsrail devleti de; Amerika’dan göçmen vizesinin
gelmesini bekledikleri geçici bir konaklama yerinden başka bir şey değildir.
Dahası, İsrail yerleşimcilerinin de (bunların içinde es-Sabra nesli olarak bilinen Filistin’de
doğup yetişen göçmenler) “laik siyon”, diğer adıyla altın şehir tarafından cezp edilmekte ve “dinci
siyon”dan uzaklaşma sezilmektedir. Bu “laik siyon”da karar kılan göçmenlere “İsrail diasporası” adı
verilmektedir. Bu da saçmalıktan başka bir şey değildir. Zira diaspora kelimesi, Yunanca bir kelimedir
ve tehcir ve zorunlu iskan olan İbranice “calut” kelimesiyle eşdeğerdir. Öyle ise vaat edilmiş
topraklardan zorla tehcir ettirilmemiş, dahası kendi mutlak iradeleriyle ondan kaçan bu topluluklara
kelimenin hangi anlamında diaspora olarak adlandırmamız uygun görülecektir? Siyonist kavramların
özelliklerinden biridir bu; cıvalı, süngerli bir kavram kullanma anlayışı, hem ifade ettiği şeyi hem de
karşıtını ifade etme hilesidir.
Amerika Birleşik Devletleri’nde İsrail diasporası olarak adlandırılanların sayısı resmi rakamlara
göre 500 bin, resmi olmayan bilgilere göre de 750 bindir. Ancak bu rakam göçmenlerin çocukları
hesaba katıldığında bir milyonu geçmektedir. İsrail’de yayımlanan bir gazete: “İsrail devletinin
kurulduğu 1948 yılında nüfusu 700 bini geçmezdi, dolayısıyla da İsrail’in dışarıya verdiği göç
sayısından daha azdı. Bu durum onun meşruiyetinden çok şey eksiltmektedir. Bu “second exodus:
ikinci çıkış” olarak ifade ederdi. Çıkış karşılığı olan Exodus kelimesi de Yunanca bir kelimedir ve
Mısır’dan (esaret toprakları) Filistin’e (vaat edilmiş özgür topraklar) çıkışı anlatmak içindi. İkinci çıkış,
birinci çıkışla karşıtlık içindedir, çünkü kendisinde ve çevresinde çatışmaların yaşandığı, kassam
füzelerinin ulaştığı vaat edilmiş topraklardan, havası iyi, yaşamın güvenli ve istikrar içinde olduğu,
tatlı esaret sürgününedir. Yani Amerika ve Kanada’ya gidiştir.
Ve Allah en doğrusunu bilendir.
İngiliz The Independent gazetesinin 32 yıldır Ortadoğu'da yaşayan ünlü muhabiri Robert
Fisk'ten bölge hakkında çok çarpıcı açıklamalar.
Pakistan asıllı gazeteci Wajahat Ali’nin ünlü Ortadoğu muhabiri Robert Fisk ile özel röportajı:
Geçenlerde bir İngiliz gazetesi Gazze’nin son 30 yıldan beri en kötü durumunda olduğunu söyledi.
Daha geçen hafta bir toplantı hedeflendi ve pek çok sivil öldürüldü. Amerikalılar bunu görüp “İşte Araplarla
Yahudiler, her zamanki gibi birbirlerini öldürüyorlar” diye düşünüyorlar. Bu çabuk alevlenmeyle ilgili temel
gerçeklik nedir? Bu son yangın felaketinde bir taraf diğer taraftan daha fazla mı suçlanacak?
FİSK: Birinci Dünya Harbi’nin bitmesinden sonra sahip olunan Batı Şeria’da, Gazze’de, İsrail ya da
“Filistin’de”, iki grup insan aynı toprak parçasında yaşamak istiyor ve zıtlaşan iddiaları var; biri Osmanlı
dönemine ve İngiliz dönemine giden senelere dayanıyor. Diğeri ise Tanrı’nın vaat ettiği fikrine dayanıyor
görünüyor. Ve bu ikisi bir çözüm yolu bulamıyor. Yahudiler, Filistinlilere: bu toprakla ilgili senetleriniz var
ama, hayır Tanrı aslında burayı bize verdi” diyor.
İkinci Dünya Harbi’nin geçmişte de şimdi de Blair ve Bush tarafından Irak’ın işgaline bahane bulmak
için sürekli dibi deşiliyor. Sürekli İkinci Dünya Savaşı’na geri dönüp Saddam’ı Bağdat’ın Hitlerine benzetip
sonra da diğer taraftan Ortadoğu’nun geri kalan bölümleri için, “tarihi ve tabii gerçeklere geri dönemeyeceğiz”
tavrı takınıyor.
Krallar istenmediğinde generaller getiriyoruz
Ortadoğu büyük adaletsizlik yeri. İsrailliler 1917 Lord Balfour Deklarasyonu’nun Filistin’de İsrail haline
gelen sadece kuzey kısım anlamına gelmeyecek bir Yahudi yurdu için İngiltere desteği vaat ettiğini iddia
edebilir ya da en azından dileyebilir. Pek çok İsrailli ve sözde İsrailli şu anda Filistin’in Ürdün Nehrine kadar
olan her yer anlamına geldiğini iddia edebilir. 1921’de yapılan Kahire konferansından sonra Chaim
Weizmann’ın ümidi Yahudi yerleşimlerinin Ürdün Nehri’nin doğusuna kadar izin verilmesiydi. İngilizler
tarafından kafa karıştırıcı vaatlerin verildiği iki grup insan var. Biri Arapların bağımsızlı için Yahudi göçünün
yerli Arapları hiçbir şekilde yurtlarından çıkarmayacağı ve hiçbir şekilde kötü bir duruma uğratmayacağını
196
vaat ediyor. İngiltere tarafından verilen diğer bir vaat de Filistin’de bir Yahudi yurdu desteği. Bu ikisinin bugün
olduğu gibi o zaman da bütünleşmesi imkânsızdı.
Ortadoğu’da gezinmeye ve çeşitli diktatörlerimizi yerleştirmeye devam ediyoruz, Suudi Arabistan
Kralları olsun veya Mısır’da Kral Faruk olsun ya da Libya’da Kral İdris olsun. Sonra insanlar bu çeşitli kralları
istemediğinde çeşitli generaller getiriyoruz. General Sedat ve Albay Kaddafi. Kral Abdullah askerdi, Kral
Hüseyin askerdi. Sonra insanlar “yeter artık!” dediklerinde şaşırıp kalıyoruz. Çünkü insanları aldatıyoruz.
Yıllardır Ortadoğu’dasınız. Hem Cumhuriyetçi hem de Demokratik yabancı politikayı gördünüz
Farkı nedir? Fark yoktur. Clinton ile Bush arasındaki fark ne? Bu insanların İsrail’de İşçi partisi
hükümeti geleceğini ve Likud partisinden farklı olacağını söylemesi gibi ve sonra pek de fark olmadığını
görüyorsunuz.
Lübnanlı toplum son iki yılda kendine gelebilmiş midir, yoksa sadece Hizbullah’ı mı
güçlendirmiştir?
Elbette Hizbullah’ı güçlendirdi ama o zamandan beri siyasi performansları öyle muğlak ki prestij
bağlamında askeri olarak ne kazandıysa siyasi olarak Lübnan’ın kendi içinde o ölçüde kaybetti. Bak Lübnan
ile ilgili tek iyi haber, sivil savaşın yeniden başlamamasıdır! Pek çok insan başlayacağını düşündü, ben de
öyle sanmıştım, ama olmadı. Bu da iç savaşın saçmalığının farkına vardıkları anlamına gelebilir:
kazanmıyorsunuz. Tamamen ölümle ilgili, zaferle ilgili değil. Sivil savaş sırasında çocukken eğitim görmek
üzere Paris’e, Londra’ya, Cenevre’ye, Boston’a ve benzeri şekilde yurt dışına gönderilen çok sayıda
Lübnanlı Lübnan’a geri döndü ve “Bu hizipçilik saçmalığını istemiyorum ve artık savaş olmayan sıradan bir
ülkede yaşamak istiyorum” dedi. Bu boyutta –Amerikalıların ve İranlıların savaş meydanı olarak kullanmak
istemelerine rağmen – ki 2006’da neredeyse olmak üzereydi- Gazze veya Afganistan ya da Irak gibi
parçalanmadığı gerçeği- Lübnanlıların övüncüdür. İyi talihlerini takdir edip etmemeleri oldukça farklı bir
meseledir.
Kosova ve Sırbistan’da deneyimlisiniz ve biliyorsunuz ki Kosova 17 Şubat’ta bağımsızlığını ve
Sırbistan’dan özerkliğini ilan etti. Uzun süre devam eden cefasında Batılı aracıların yardakçılığı
olduğuna inanıyor musunuz? Bu umut sinyali veren yeni bir sayfa mı? Ve daha erken olabilir miydi?
Kosova, Bosna ve özellikle İslam hakkında oldukça çok şey içerecek, kitabın ismi “Gücün Gecesi”
olacak.. Elbette çok farklı yerler var. Bosna’daki Sırp hareketleri Sırpların Sırbistan’ın parçası olarak
gördükleri Kosova’daki Sırp hareketleriyle aynı siyasi güdüler tarafından teşvik edilip edilmediği tartışılacak.
“Aracıların” ve kışkırtıcıların suç ortaklığı ortaya çıkacak. Bir tarafta tırnak içinde “komployu” tamamen göz
ardı etmiyorum, örneğin CIA ve İngilizler Musaddık’ın (CIA tarafından indirilen İran’ın demokratik olarak
seçilen lideri) indirilmesinde ve 50lerin İran’ına Şah’ın getirilmesine dâhil oldular. Bunların hepsi doğru.
Ancak devletleri bağımsızlık için manipüle edebilme fikri muhtemelen olmayacak şeydir.
Kosovalıların konuyu ele alış biçimi Avrupa’nın bağımsızlık için desteğini bir şekilde sürdürmesi
gerektiği şeklindeydi. Şimdi Balkanlarda biliyoruz ki her zamanki gibi bölgesel Avrupa güçlerinin bunda
parmağı var. Tıpkı Almanların Hırvatların bağımsızlığını desteklediği gibi ve tarihi olarak bunu nedenini
biliyoruz. Tito Dönemi sırasında ve öncesinde pek çok Arnavut’un Kosova’ya girdiğini ve etnik oluşumunu
değiştirdiğini tarihi olarak biliyoruz.
Bunun
gerçekten
bir
Osmanlı
hikâyesi
olduğunu
ve
Birinci
Dünya
Savaşının
Osmanlı
İmparatorluğu’nun parçalanmasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum.
İsrail’in Lübnan oyunu:
Lübnan’daki dengelerin değişmesi; Ortadoğu’da domino etkisi oluşturur!
Lübnan’ın tarihi gelişimi:
Lübnan, 400 yıldan daha fazla bir süre, Osmanlı İmparatorluğu’nun içerisinde,
büyük Suriye
sancağının parçası olarak bulunmuş bir ülkedir. Tarihte Lübnan diye ayrı bir politik varlık yoktu. Bugün
Lübnan olarak adlandırılan topraklar daima Suriye’nin bir parçası olarak kabul edilmiş topraklardı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamaya başladığı en son dönemde, gerek Ruslar ve gerekse
197
Fransızlar, Suriye, Lübnan ve Mısır’da yaşamakta olan Hıristiyanların koruyucusu kesilmiş ve onların
korunması, desteklenmesi konularını üstlerine almışlardır. Zayıflayan imparatorluğa her savaş yenilgisinden
sonra arttırılan talepler içine bu haklar yerleştirilmiştir.
1920’de Fransızlar zor kullanarak Lübnan bölgesini Suriye’den ayırmış ve orayı kendi mandaları altına
almışlardır. Buraya Almanlar da ilgi göstermiş ve (zaten Irak’ı ellerine geçirmiş olan) İngilizler de derhal
olaylara karışmaya başlamıştır.
Avrupalıların Lübnan topraklarına bu büyük ilgisi ta eski Haçlı Seferleri’ne kadar gitmekte olup, burada
yaşayanları adeta kendilerinin orada kalan torunları olarak kabul etmeleri kavramını ortaya çıkarmıştır. Haçlı
Seferleri sırasında, bu limanlardan Orta Doğu topraklarına girip, işgal etmişler, orada kısa süren krallık
kurmuşlar, Hıristiyanlığı tekrar bu topraklara yaymaya çalışmışlardır. Lübnan’da yaşayan Falanjistler de
zaten kendilerini Arap değil, Avrupalıların çocukları olarak görmektedirler.
1926’da Fransızlar, özellikle Hıristiyanlardan oluşan ve kendi modelleri üstünde kurulan bir Büyük
Lübnan devleti diye bir devlet oluşturmuş ve böylece Suriye’den kesin olarak kopmasını sağlamışlardır.
Suriye yapılan bu meta zori ayırmayı çok uzun yıllar tanımamıştır.
Lübnan’ın Bağımsızlığı ve Problemleri:
İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru, 1943 yılında Fransız mandasından kurtulan Lübnan bağımsız
bir devlet olmuştur ama Alman ve İngiliz müdahalelerinden uzun süre kurtulamamıştır.
Bugün, 65 yılını doldurmuş olan Lübnan 3,5 milyondan biraz daha fazla bir nüfusa sahip olup, yaklaşık
10 bin km2 büyüklüğündedir. Yani kabaca bir örnekleme ile Ankara nüfusu kadar bir nüfus ve AnkaraKırşehir-Niğde-Konya kadar bir arazi üstünde tam 18 değişik etnik ve mezhep mensubunun yaşadığı bir
ülkedir. Yıllardır Fransızların giderken bıraktıkları usule göre yönetilmişlerdir. Yani 1943 tarihli, yazılı olmayan
bir “Milli Mutabakat” paktına göre Cumhurbaşkanının Maruni Hıristiyan, başbakanın Sünni Müslüman, Meclis
başkanının Şii Müslüman ve bakanlıkların da Dürzilerden başlayarak çeşitli gruplar arasında bölünmesini
şart koşmaktadır. Bu sebepten, 2007’den bu yana tam 17-18 aydır bir cumhurbaşkanı seçememişlerdir.
Lübnan 1975 yılına kadar bölgenin en zengin ülkelerinden biri haline gelmiştir. Lübnan hem iş ve
ticaret, hem eğlence ve turizm, hem lüks ve kumar ülkesi olarak ün yapmıştır. Bir taraftan da orada bulunan
Bekaa Vadisi başka şöhretlere de yol açmıştır. Orta Doğu üstünden yapılan “uyuşturucu ticareti”nde Bekaa
Vadisi’nin rolü çoktur. Aynı yıllarda ve özellikle 1970’lerden sonra bu vadi “terörist yetiştirme kampları” ile de
dolmuş ve dünya medyasına yansımıştır. Ermeni teröristler yıllarca Lübnan topraklarını ve pasaportunu
kullanarak saldırılarını gerçekleştirmiştir. 1980’ler sonrası ise PKK aynı kaynakları kullanmıştır. Terör eğitimi
ve uyuşturucu trafiği Lübnan dağı ve Bekaa Vadisi üzerinden yurdumuzu vurmuştur.
Lübnan’ın Domino Etkisinin Başlaması:
Domino kelimesinin anlamını hatırlamakta yarar vardır: Hâkim olmak oyunu ve hakikati yarı maske ile
gizleme işlemi.
Zaten Fransa’nın kurmuş olduğu sistem tam bir kurgu olup, adeta bir şeyin çalışmaması veya daima
bir problemin içinde saklı bulunmasını sağlayan bir “Pandora’nın Kutusu” yani kapağı açtın mı, içinden neyin
çıkacağı belli olmayan bir tuzak. Yıllar yılı, Avrupa güçlerine bağlı, Avrupalıların Doğu Akdeniz’deki ve
Ortadoğu’daki menfaatlerini koruyan, yürüten ama dıştan Arap ve Ortadoğu görünen bir devlet yaşamını bu
düzen içinde yürüttü ve sürekli Ortadoğu siyasetinde etkili oldu.
1948’de İsrail’le bir savaş yaşandı. 1958’de bölgedeki rejim değişikliği karşısında olası hadiseler için
Batı’dan yardım istedi. 1958 ABD donanmasının Lübnan sahillerine geldiği ve Lübnan hükümetine yardım
ettikleri yıldır.
1968 İsrail’in Lübnan’a saldırıp, 13 sivil uçağını yok ettiği yılıdır. Bu Atina’da FKÖ’nün saldırısına
misilleme olarak yapılmıştır.
1973’te yine İsrail güçlerinin Beyrut’ta Arafat’a yakın 3 Filistinli komutanı öldürmesi, dünya medyasının
ana manşetlerinde geniş yer almıştır.
1975’ten itibaren bünyesi iyice sarsılmış olan Lübnan’da çok kanlı bir iç savaş başlamış ve tam 15 yıl
198
sürmüştür. 1990’da sona eren bu iç savaşta 150 bin kişi hayatını kaybetmiştir.
1978’de İsrail ordusu Litani nehrine kadar Lübnan topraklarını işgal etmiştir. Buna karşılık Suriye de
ülkenin kuzey kısmını kontrolü altına almıştır.
1982’de tekrar İsrail saldırıları olmuş ve eski Tevrat ve İncil isimlerinin kullanıldığı askeri
operasyonlarla Lübnan işgal altına alınmaya çalışılmıştır. Artık Domino etkisi Lübnan’ın çok ötelerine kadar
yayılmaya başlamıştır. 1982-83 Lübnan’da seri halde suikastların yapıldığı ve önemli kişilerin politikadan
yok edildiği yıllar olmuştur. 1983 Eylül’ünden itibaren de işe Fransa ve onların korumasındaki bölgesel
Hıristiyan gruplar girmeye başlamıştır. Bunlar İsrail tarafından hazırlanıp, yetiştirilmişlerdir.
1985’den itibaren siyasi arenaya Hizbullah grubu çıkmaya başlamıştır. 1988’ de ise iki başlı hükümet
kurulmuş ve ortalık daha da karışmıştır. Artık Fransızların kurduğu sistemin işlemediği ortaya çıkmıştır. Veya
daha doğrusu onlarca istenildiği gibi, sistemin tam bir karmaşa ve istikrarsızlık meydana getirecek şekilde
işlediği, bu olaylarla ispat edilmiştir.
1989 ise Dürzi grupların Suriye’ye karşı cephe alarak, mücadele başlatmasına sahne olmuştur. Kendi
içlerinde çok kapalı bir mezhep olan Dürziler zaman içinde İsrail ile çok daha fazla yakınlaşmışlardır.
1990’da iç savaş sona ermiştir. Seçimler yapılmış ve sadece Hizbullah hariç diğer bütün milis
kuvvetlerinin seçime girmesine izin verilmiştir. Böyle bir kararın nasıl ve kimler tarafından verilip, uygulandığı
olayın en düşündürücü tarafıdır.
Lübnan ile Suriye arasında imzalanan “Kardeşlik” anlaşması ile olaylar normalleşmiş ve bu “iki başlı
hükümet tipi” bir süre ülkeyi yönetmiştir.
1992 Arap asıllı mülti milyoner Refik Hariri başbakan olmuş, bir teknokratlar hükümeti kurmuş ve
Lübnan’ı tekrar refaha ve zenginliğe götürecek bir plan düzenlemiştir.
Huzur uzun sürmemiş ve 1996 da İsrail uçakları Güney Lübnan’da bulunan Hizbullah kamplarını
bombardıman etmişlerdir. Araya girenlerin yardımı ve BM etkisi ile sonunda bir “karşılıklı kabul”
imzalanmıştır. Bu kabul dokümanında, hem Hizbullah’ın ve hem de İsrail’in, “meşru müdafaa” haklarının
olduğu tescil edilmiştir. İşin en enteresan noktası da bu dokümanın karşılıklı savaşan taraflarca değil de,
BM İsrail-Lübnan kontrol grubu adı altında kurulmuş bir komitenin ABD, Fransa, İsrail, Lübnan ve Suriyeli
üyeleri tarafından imzalanmış olmasıdır. Tam anlamı ile bir domino durumu: yani, Kim, kimi maskeliyor? Kim,
kimi temsil ediyor? Kimin eli, nereye kadar uzanıp, hâkimiyet kurmak istiyor? Ve birinin davranışı, nasıl
diğerlerini harekete geçiriyor. Bu 1996 olayının özet tablosu.
Uzun oyunlardan ve gecikmelerden sonra İsrail, 2000 yılında kısmen, 2005 yılında da tümü ile
Lübnan’dan çekiliyor.
Değişen Ortamlar ve Olaylar:
2000 yıllar değişim yıllarıydı. Özellikle 2001’den itibaren Amerikan diplomasisi daha müdahaleci ve
haşin bir havaya bürünmüştür. ABD ve Avrupa’da İslamafobya denen İslam düşmanlığı ve korkusu artmıştır.
Mevsimlerde ve çevrede değişmeler olmuş, küresel ısınma ve kuraklık özellikle Orta Doğu ülkelerinde
daha şiddetli hissedilmeye başlanmıştır.
2001 aynı zamanda Lübnan’da kalkınma çalışmaları ile yeni su yollarının yapılması ve “Ürdün
Nehri”nden köylere su taksimatı yapılması çalışmalarının olduğu yıldır.
Su konusu, İsrail’in daima savaşa hazır olduğu bir konudur. Ürdün nehrinin tümü Ürdün’den çıkması
ve beslenmesine rağmen İsrail tarafından kullanılmakta ve aynı topraklarda yaşayan Filistinlilere pek bir şey
kalmamaktadır. Bazen, İsrailliler yüzme havuzlarında rahat su kullanırken, Filistinliler içme suyu bulamaz
durumlara gelebilmektedirler.
Ürdün’den gelen suyun bir kısmının Filistin köylerine akıtılması, 2002’de çıkacak olan savaşın ana
bahanesi haline gelmiştir. 2003’te Beyrut’ta bir Hizbullah lideri arabasına bomba konarak öldürülmüştür. İsrail
bundan mesul tutulmuş ve olaylar tırmanmaya başlamıştır.
2005’te ise Refik Hariri yine aracına konan bir bomba ile öldürülmüş ve bu sefer de Suriye töhmet
altında bırakılmıştır.
199
İçeride harekete geçen çeşitli gruplar BM’den yardım istemiş ve Suriye güçlerinin Lübnan’dan çıkması
için baskı yapmışlardır. Uluslararası baskı sonucu, Suriye tamamen çekilmiştir.
Seri halinde öldürmeler devam etmiş ve ortalık tamamen gerilmiştir…
Tam bu sırada, (2006) Danimarka’da yayınlanan ve Hz. Muhammed’e (sav) karikatürle hakaret
edilmesi üzerine bütün Orta Doğu’da ve Beyrut’ta mitingler yapılmıştır. Bu dönemde sınırı geçen 2 İsrailli
askerin kaçırılması üzerine İsrail Lübnan’a ve Beyrut’a saldırmıştır. Büyük ölçüde sivillerin öldüğü bu
çatışmada binlerce insan evlerini terk ederek başka yerlere kaçmıştır. 34 gün süren savaşta 1000 kadar
Lübnanlı, 159 İsrailli ölmüştür. Bugün tam 15 bin kişilik bir barış gücü Lübnan’da barışı korumaya
çalışmaktadır. Türkiye bu gruba 500 kişi, özellikle mühendis olan kişileri göndererek, Lübnan’ın yeniden
yapılanmasına yardımcı olmaktadır.
2008 başından itibaren özellikle Arap Birliği, burada bir hükümetin işler hale gelmesi için
çalışmaktadır. Hükümet Mayıs içinde Hizbullah’a ait internet sitelerini kapatıp, onlara karşı daha yumuşak
olan bir komutanı havaalanı komutanlığından alınca, Hizbullah da adamlarını yollayıp, Batı Beyrut’u kontrolü
altına almıştır. Sonunda hükümet, ordunun da tavsiyesi ile kararlarını geri çekmiş ve böylece Beyrut’ta durum
tekrar normale dönmüştür.
Lübnan, Orta Doğu’da da oynanan “güç mücadelesinde” en önemli taşlardan birisidir. Orada çekilecek
yanlış bir taş tam bir domino etkisi ile tüm dengeleri alt-üst edebilir.175
Westminster Üniversitesi Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. David Chandler:
Siyonist Güdümlü Avrupa Birliği, kuruluş felsefesinden kopmuştur!..
Avrupa bir yandan kimlik arayışı içerisindeyken ve de AB’nin lokomotif ülkeleri Almanya ve Fransa’nın
Türkiye’ye yönelik tutumları ortadayken bazı Avrupa Birliği ülkelerinin yetkilileri tarafından Ankara’nın AB’ye
üye olabileceğine ilişkin açıklamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu durumdaki bir Avrupa, Türkiye’yi
arasına alır mı? Bu tavırlarla AB ikiyüzlü davranmış olmuyor mu?
Öncelikle şunu söylemek gerekir; belirttiğiniz gibi Avrupa Birliği kendi içerisinde bir kimlik sorunu
yaşamakta. Evet, genel olarak bir Avrupalı kimliğini henüz oluşturmuş değiller. Anayasalarını da belirlemiş
değiller. Dolayısıyla, ifade ettiğiniz bu sorun aslında sadece Türkiye ile ilgili değil. Diğer aday ülkeler için de
geçerli. AB bu anlamda, aday ülkelere Avrupa Birliği değerlerini vaat ediyor. Oysa bu Siyonizm ve ırkçı
emperyalizmin emelleri ve hedefleridir.
Chirac’ın “Türkiye, kültür devrimini yaşasın öyle gelsin” sözü Türkler Müslümanlığı bıraksın demektir.
AB’nin bir ülkeye, oranın seçilmiş başbakanından daha yetkili komiserler atadıkları ancak buna karşılık
herhangi bir olumsuzlukta sorumluluk almadıkları görülmektedir.
Avrupa Birliği’nin sorumluluk aldığı ancak çözümünde başarılı olamadığı en somut örneklerden birisi
Kıbrıs meselesidir. Aynı şekilde Bosna’ya da bir müdahalesi oldu. Ve yine 12 yıl geçmesine rağmen
Bosna’da işler, önceki döneme göre daha iyi değildir.
2002-2006 yılları arasında, Bosna’da en popüler şahsiyetlerden biri Paddy Ashdown idi.
Kendisi
askeri geçmişe sahip birisidir. Liberal Demokrat Partinin eski lideri Ashdown, İngiltere’de başarısız bir
politikacı olmasına rağmen yüksek temsilcilik süresince en popüler insanlardan birisi haline getirilmiştir.
Uluslararası arenada Türk askerinin Kıbrıs’tan çıkması isteniyor ama adada üsleri, askerleri bulunan
İngiltere’ye hiç tepki gösterilmiyor. Aynı şekilde Afganistan ve Irak’ta da İngiltere’ye tepki yok… İngiltere,
nasıl oluyor da kendisini bu denli ustaca gizleyebiliyor? Öte yandan, son dönemde İngiltere’den ABD’ye karşı
tepkiler yükseliyor. Özellikle, İngiltere, ‘ABD bizim tecrübelerimizden istifade etmedi’ diyerek Amerikan
yönetimi eleştiriyor. Ayrıca, İngiliz diplomatlarının Taliban ile gizli görüşmeleri olduğunun ortaya çıkması
üzerine de iki ülke arasında gerginlikler yaşandı. Sizce ABD-İngiltere ilişkilerinde bir bozulma mı var?
- Evet, İngiltere hem Blair döneminde, hem de şu anki Brown döneminde Irak ve Afganistan
savaşlarında Amerika’nın yanında yer aldı. Ama burada şunu belirtmek gerekir: İngiltere, bu gibi durumlarda
175
16.05.2008 / Oya Akgönenç / Milli Gazete
200
kazanan tarafın yanında yer almak ister. Bu yüzden İngiltere ABD’nin yanında yer almıştır. Öte yandan, Irak
işgalini başlatan ve bölgeye giren, gitmek isteyen Amerika olduğu için hep en çok göz önünde olan oydu ve
tabii ki de en çok eleştiriye maruz kaldı. İngiltere kendisini biraz geri planda tutmayı başardı. Ve istediğini
elde etti.
Afganistan meselesinde ise, ABD havadan bombalamayı seçerken, İngiltere yerde savaşıyordu. Bu
da bir rahatsızlık doğuruyordu İngiltere’de. Sonra İngiltere Taliban ile görüşmeyi seçti. ABD de bunu
kendisine karşı yapılmış bir hareket olarak algıladı. Bunlar da, her iki ülkenin de bazı konularda ne kadar
anlamsız davrandığını göstermiştir. Çünkü henüz net bir stratejileri yok. Dolayısıyla strateji yokluğundan
dolayı böyle bir karışıklık çıktı.
AB hayali çöküyor!
AB politikalarında bir tutarsızlık görülüyor. Avrupa milleti, halen kendi meşruiyetlerini, parlamentolarını
arıyorlar. Kimse kendisini Avrupalı olarak tanımlamıyor. Halen ülke ismi söyleniyor. Avrupalılık kavramı
henüz yerleşmemiş durumda. Önce bu kavramın yerleşmesi lazım ki, Avrupa Birliği’nden gerçek anlamda
bahsedilebilsin. AB, az sayıda elit bir tabaka tarafından yönetilen bir oluşum. Brüksel’de beş bin bürokrat
tarafından yönetilen bir organizasyon. Bütün bir Avrupa’ya mal olabilmiş bir oluşum değil henüz.
İsrail kurulmasaydı, bölgemiz ve dünyamız nasıl olurdu?
 Ortadoğu’da bir tarafta İsrailliler diğer tarafta ise Ürdün, Mısırlı ve Suriye’den oluşan Arap orduları
arasında meydana gelen üç büyük savaş yaşanmaz, binlerce insan ölmezdi.
 6 milyon Filistinli mülteci konumuna düşmezdi.
 İnsan hakları ihlalleri yaşanmaz, İsrail diktatörlere ve işbirlikçi rejimlere ilham kaynağı teşkil
etmezdi.
 İsrail’e komşu ülkeler, Siyonistlerle silahlanma yarışına girip kaynaklarını tüketmezdi.
 CIA bu topraklarda fink atıp fitne fesat üretmezdi.
 Petrol geliri bölge ülkelerinin kalkınması için kullanılır, Siyonist sermayenin kasasına gitmezdi.
 Lübnan’da iş savaş yaşanmaz, Irak’ta ABD işgali gerçekleşmezdi.
 İsrail’in kurulmamış olması durumunda, insanlar enerji ve düşüncelerini daha verimli alanlara
kanalize edecek ve Ortadoğu halkları belki de daha müreffeh bir hayat sürecekti.
 Petrol geliri bölge ülkelerinin kalkınması için kullanılacak ve diktatör ülkeler kendi meşruiyet
zeminlerini yitirirdi.
 Ortadoğu’daki bazı diktatörlükler, halklarını İsrail tehdidini göstererek kendi oligarşik ve otokratik
yönetimlerine meşruiyet sağlamayacaktı. Bir başka deyişle ölümü gösterip sıtmaya razı etmeyeceklerdi.
 Her şeyden önemelisi belki de dünya halkları ABD’ye karşı bu kadar kin ve nefret beslemeyecekti.
 Kısaca İsrail olmazsa biz çok daha iyi bir dünyada daha huzurlu ve onurlu bir hayat sürecektik.
İsrail’in İkinci Hükümeti: Bilderberg'e Bu Yıl 5 Türk Katılıyor!
Dünyanın önde gelen isimlerini biraraya getiren ’Bilderberg'e bu yıl 5 Türk katılıyor.
Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Doğuş Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ferit Şahenk, Koç Holding
Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç, CHP Milletvekili Faik Öztrak ve gazeteci-yazar Zeynep Göğüş’ün
katıldığı bu yılki Bilderberg Toplantıları 5-8 Haziran’da ABD Virginia’da yapılıyor.
Daha önce katılanlar
Siyonist Yahudi sermayesine ve gizli Dünya devletine biat ve itaat tazeleyip talimat almak üzere
tertiplenen Bilderberg toplantılarına daha önce Türkiye’den şu isimler katılmıştı: Süleyman Demirel, Bülent
Ecevit, Mesut Yılmaz, Ali Babacan, Egemen Bağış, Mehmet Ali Birand, Ümit Boyner, Cengiz Çandar, Hasan
Cemal, Nuri Çolakoğlu, Kemal Derviş, Cem Duna, Gazi Erçel, Sedat Ergin, Suna Kıraç, Bülend Özaydınlı,
Arzuhan Doğan Yalçındağ, İmregül Gencer, Muharrem Kayhan, Mustafa Koç, Kemal Köprülü, Soli Özel,
Ayşe Soysal, Erkut Yücaoğlu, Hikmet Çetin, Özdem Sanberk.
1954’ten beri yapılıyor
İlk kez 1954 yılında yapılan ’Bilderberg Toplantıları’, Atlantik Okyanusu’nun iki yakasındaki ülkelerden
201
etkin insanları bir araya getirmek ve bunlar eliyle ülkeleri yönlendirmek üzere tasarlanmıştır. Bilderberg’in
mimarları arasında ünlü Yahudi İşadamı Rockefeller de yer almıştır. 1954’teki ilk Bilderberg Oteli’nde
yapıldığı için bu ad takılmıştır. Toplantıların temel özelliği, basın mensupları da davet edildiği halde basına
kapalı ve gizli olmasıdır. Bilderberg toplantıları 1959, 1975 ve 2007 yıllarında Türkiye’de yapılmıştır.
 İSRAİL’İN CANAVARLIĞI, RECEB’İN KAHRAMANLIĞI
Yahudi lobileri eliyle, ABD’nin emperyalist heveslerini kışkırtarak; şeytanın talim ettiği Kabala
öğretileri doğrultusunda Büyük İsrail hedefi ve BOP projesi kapsamında, son dört beş yılda Irak’ta bir
buçuk milyon, Afganistan’da yarım milyon ve Sudan’ın Darfur bölgesinde 400 bin masum
Müslüman’ın katledilmesine veya ölümüne yol açan Siyonistler ve Amerikalı Avengelistler ne denli
kâfir ve zalim ise, şahsi ikbal ihtiras ve iktidarları için bunlarla işbirliği yapan İslam ülkesi yöneticileri
de o denli gafil ve haindir. Siyonist ve emperyalist canilere ve işbirlikçilerine mazeret uyduran ve
meşruiyet kazandırmaya çalışanlar da, en az onlar kadar, bayağı ve aşağı kimselerdir. Ve hele, İsrail
ve ABD’ye güya tavır alır ve tafra atarken, AKP gibi kukla ve kiralık hükümetlere taraf çıkan ucuz
kahramanlar ve uyuz Müslümanlar, en fazla mide bulandıran tiplerdir.
İsrail’in Canavarlığı ve İnsaniyetin Aymazlığı
Soykırım iddiası bir tezgâh mı?
Hamas, Yahudi soykırımını Yahudi ulusunu zayıf ve sakatların yükünden kurtarmak amacıyla bizzat
Yahudilerin planlayıp gerçekleştirmiş olduğunu ifade etti. İsrail, ülke çapında devam eden törenler, televizyon
programları ve diğer etkinliklerle, İkinci Dünya Savaşı’nda katledilen 6 milyon Yahudi kurbanı anarken,
Hamas’ın El Aksa Televizyonu, Nazi Almanyası’ndaki Yahudi soykırımını, “Yahudi ulusunu zayıf ve
sakatların yükünden kurtarmak amacıyla bizzat Yahudilerin planlayıp gerçekleştirmiş olduğunu” belgeledi.
Sakat Yahudileri öldürmek amacıyla, soykırım tuzağı!
Filistinli Arapların medya ve okul kitaplarını tarayarak, yayınlarını inceleyen İsrailli kuruluş “Filistin
Medya Gözlemcisi”’nin açıklamasına göre, Hamas’ın söz konusu “belgeseli” 18 Nisan’da yayımlandı. Filistin
Medya Gözlemcisi, belgesel TV programının bir bölümünü “Hamas’ın Soykırım Çarpıtması: Yahudiler, Sakat
Yahudileri Öldürmek Amacıyla Soykırımı Tezgâhladılar” başlığıyla Youtube’a da yükledi.
El Aksa televizyonun yayınının edit edilmiş özetini içeren klipte, İkinci Dünya Savaşı sırasında
Naziler’ce yürütülen soykırıma ait sahneler, Yahudiler’in toplanarak bir trene bindirilmeleri, bir deri bir kemik
cesetlerden oluşan yığınlar gibi sahnelerin yanı sıra İsrail liderleri David Ben Gurion ve Golda Meir’in
fotoğraflarına yer verildi. Bu arada spiker, Ben Gurion’un “Fiziksel ve zihinsel özürlülerin devlete ağır bir yük
olduğunu” söylediğini belirtti. Video klibine göre, bu yükten kurtulmak için Ben Gurion ve “İblis Ruhlu
Yahudiler”, zayıf ve sakatları yasa dışı ve sapık yollarla ortadan kaldırmak için bir plan hazırlayıp
uygulamaya geçti.
“İsrail için güçlü ve enerjik bir gençlik” lazımdı!
Videoda ayrıca, Yahudilerin “uluslararası sempati toplamak” amacıyla bir soykırım masalı uydurup,
Naziler’i suçladıkları da söylendi. Video klibinde, Filistin Stratejik Araştırmalar Merkezi adlı kuruluşun
yöneticisi Amin Dabur’un “Bir uydurmadan başka bir şey olmayan soykırım, Ben Gurion’un mükemmelce
sahnelediği oyunun bir parçası idi” şeklindeki sözlerine de yer verildi. Klipte konuşan Dabur, Yahudi planının
“İsrail için güçlü ve enerjik bir gençlik” oluşturmaya odaklandığını ve soykırım kurbanlarının sayısının 6
milyon olarak verilmesinin, propagandadan başka bir şey olmadığını, gerçek sayının bunun kırkta birini bile
bulmadığı da ifade etti. Söz konusu iddia ile kendi sakatına bile acımayan İsrail’in bugünkü cinayetlerini ve
katliamlarını hangi anlayıştan hareketle yaptığı da anlaşılır hale geldi.
Suavi Kemal’in dediği gibi:
“60 yıldır okuyoruz o terör devletinin hikâyesini. Tek bir insani ışıltısı, sıcaklığı olmayan bir vahşet
serüvenini... Kim bilir kaç saat haber seyrettik, kaç fotoğraf karesine sıkılı bir yumruk gibi donakala baktık.
Konuşulamayacak, hakkında ne söylenirse söylensin "sözün" aciz bir laf seviyesinde kalacağı bir zulüm
202
makinesi çalışıyor Filistin’de. Bu makineyi "devlet" olarak tanıyoruz maalesef. Ya o makinenin çarklarına
kapılanlar…
Durun, hatta makinistlerden bazıları da rahatsızmış! Bu vahşet bazı askerlerin bile canına tak
etmiş… Kâbuslar görerek kan ter içinde uyanmışlar ve bir şeylerin yanlış gittiğini dünyaya haykırmak
için "Sessizliği Bozmak" (Shovrim Shtika) isimli bir platform oluşturmuşlar. Haftanın yedi günü ve
günün 24 saati İsrail askerleri tarafından kontrol altında tutulan bir Filistin şehri olan Hebron’da 2005
ile 2007 yılları arasında görev alan 39 İsrail askeri yer almış bu oluşumda. www.timeturk.com adlı
sitede bu askerlerin itirafları ayrıntılarıyla ortada duruyor. Besbelli Irak’ta ABD askerlerinin Ebu Garip
Cezaevi’nde uyguladığı vahşet, İsrail makinesi tarafından 60 yıldır sistematik olarak "üretiliyor."
Bakın neler anlatıyorlar: "10 -15 yaşındaki çocukları yakalayıp dövüyorduk. Biraz fanatik bir
komutanımız vardı. Çocuğu komutana veriyorduk ve o da çocuğa açılan kuyuları gösterip burada mı
ölmek istersin? diye soruyordu. Çocuk "hayır, hayır" diye ağlıyordu. Aileleri olayı gördüğü zaman
komutan yaklaşmayın diyordu ve silahı çocuğun ağzının içine koyuyordu. Yaklaşan herkesi
öldürürüm diyordu!"
Filistin;
"parlamento"
mensupları
İsrail
cezaevlerinde
mahpus
tutulan
bir
"devlet"
konumundadır. Siyonistlerin bu cesareti bölgeyi terörize eden ABD ile omuz omuza yürüyen bir
devlet olmasına bağlıdır. Bugün BM çatısı altında onlarca İsrail aleyhtarı karar veto yemişse bu Sam
Amca’nın İsrail’e verdiği körlemesine destekten kaynaklıdır.
Bir terör devletinden niçin “zulüm makinesi”, vatandaşlarından da "ruhsuz makine parçası" gibi
bahsediyorum. Çünkü zulmü oyuna çevirebilmek için insan olmaktan, hayvan olmaktan hatta herhangi bir
kaya parçası olmaktan uzak kalmak lazım. Şu itirafa bakar mısınız? "Askerler arasında vahşi ve sıra dışı
yarışlar vardı. Filistinlileri duvara dayıyorduk. “Bacaklarını aç, daha da aç!” diyorduk. Bu bir çeşit oyundu, en
iyi kim bacağını açabilecek ona bakıyorduk. Bir başka ilginç oyun da en uzun süreli kim nefes tutacak
oyunuydu. Gırtlaklarını sıkıyorduk, boğuyorduk onları, ta ki en uzun süreli kim nefesini tutabiliyor onu buluna
kadar. En son bayılan oyunu kazanıyordu!"
Herhangi bir devletin küçük bir cüzünü yapması halinde bile dünyayı ona zindan edecek nice dehşet
ve vahşet İsrail tarafından "sıkıntıya düşmeden" uygulanıyorsa ortada büyük bir sorun var demektir. Niye?
"İsrail özel bir devlet; işgalciliği BM kararlarıyla sabit olmasına rağmen Anglo-Sakson menşeli
muktedirlerin açık desteği ile her türlü uluslararası müeyyideden korunuyor ve bu devletin komşularına ve
işgali altındaki insanlara yaptığı kabul edilemez saldırılar, onun bir iç meselesi gibi kabul görüyor. İsrail"in
tarihi, uluslararası çapta terörizm diyebileceğimiz sabıkaların da tarihidir. Geçtiğimiz aylarda İsrail, iki Filistinli
Hamas liderini helikopterden otomobillerine roket atmak suretiyle katletti. Saddam döneminin Irak"ını
uluslararası terör yapmakla itham eden Birleşik Devletler yönetimi ise İsrail"i her iki katliam hadisesinde de
nefs-i müdafaa gerekçesiyle savunarak saldırıları haklı gördüğünü açıkladı."
İsrail’de ifşaata ve itirafa başlayan birilerinin olması, henüz insanlıktan tamamen istifa etmemişlerin
olduğunu gösteriyor. Umulur ki bu seslerin artmasıyla "değişmez" sanılan şeylerin de sonu gelir.” 176
‘Mücahid Carter, Şeriatçı Başpiskopos, Neocon Papa’
“Carter çok önemli tarihî şahsiyetlerdendir. Zamanında İsrail’e de büyük hizmetler ifa etmiş birisidir.
Sıra dışı bir Amerikan başkanı sayılır, ama asıl özelliği Siyonist hizmetçiliğidir. Onun dönemi İran devrimi ve
neoconların yükselişine denk gelir. Neoconlar Reagan’a kaymadan önce onu desteklemişlerdi. Evanjelikler
de öyle. Belki de bunun sebeplerinden birisi Ulusal Güvenlik Danışmanının Yahudi kökenli Brizezinski olması
ve kendisinin de Camp David sürecini başlatmasıdır. Enver Sedat ile Menahem Begin’i 1979 yılında Camp
David’de bir araya getirmiş ve bu yolla sözde barış antlaşmasının önünü açmıştır. Bununla birlikte, daha
sonraki süreçte hem Carter, hem de Brizezinski büyük ölçüde değişmiş rolü oynuyor. Şimdi Brizezinski
adaylardan Obama’yı destekliyor. Brizezinski Demokratların Kissinger’i sayılıyor veya onun muadili kabul
176
21.04.2008 / Milli Gazete
203
ediliyorsa da şimdi farklı kulvarlarda koşuyor. Dolayısıyla Carter’ın Yahudilere hizmet ettiği gerçeği
unutulmadan olaylara bakmak gerekiyor. Carter bugün tam aksi istikamette görünüyor. Hatta bazı Yahudi
bloglarına göre, “o bir Filistin mücahididir” sataşması, münafıklık rolünü daha rahat oynaması için yapılıyor.
Carter bu arada mühim ifşaatta da bulunuyor:
İsrail’i eleştirmenin İsrail’de tabu olmadığını, ama ABD’de tabu olduğunu ve bundan başkanların dahi
muaf olmadıklarını ikrar ediyor. Bu en tepeden bir itiraftır. Dolayısıyla Findley’in ‘Konuşmaya Cesaret Ettiler’
kitabının bir kez daha tasdiki mahiyetindedir.
ABD’de İsrail aleyhinde konuşabilmek cesaret ister. Daha doğrusu mangal gibi bir yürek. Orada
başkanlar bile İsrail lobisinin esiridirler... Carter’ın yaptıklarının ne anlama geldiğine kısaca değinelim. “Camp
David’in mimarı ve eski başkan olarak Hamas üyeleriyle görüşerek ABD’nin kırmızı çizgilerinden birini
yıkmış” gibi görünüp, İsrail’e yönelik kini törpülemeye ve Amerika’ya güveni tazelemeye çalışıyor. “O bir put
kırıcı ve tabu yıkıcıdır. Bundan dolayı Rice bu ziyaretin ve görüşmelerin kendilerini bağlamadığını ve
Amerikan resmî çizgisini temsil etmediğini söylemiştir. Carter Amerikan yönetimini temsil etmese bile
Amerikan maşeri vicdanını temsil etmektedir” diyen Yeni Asya’dan Mustafa Özcan’ı bile inandırdığı
anlaşılıyor.
Esasında hem İsrail, hem de ABD uluslar arası hukuku tanımayan, fiilen ve hukuken korsan
devletlerdir. Carter, Filistin ziyaretiyle bunu bir kez daha ispat etmiştir. Buna mukabil, Papa’nın ABD ziyareti
ve Bush’la buluşması Bush-Neocon ittifakını hatıra getirmiştir. Papa Regensburg’da yapmış olduğu
konuşmasında 11 Eylül çığırından yürüdüğünü göstermiştir. Son ziyareti de bunu taçlandıran bir ziyaret
gibidir.
Laikliğe muhalefet seçmece bir muhalefettir. Papa’ya göre, Batıda daha az, İslâm dünyasında ise
daha çok laikliğe ihtiyaç vardır. Bizim hedonizm ve dünyevileşme içinde boğulmamızı ve ideallerimizi
kaybetmemizi temenni ederken Batılılar için tam tersini vazediyor.
Belki bu noktada Papa’ya en güzel cevabı verenlerden birisi İngiliz Anglikan Kilisesi Başpiskoposu
‘Şeriatçı’ diye suçlanan Dr. Rowan Williams’dır. Williams bir kez daha şarklı Hıristiyanların Batı politikalarının
bir kurbanı olduğunu ve Batı politikalarının Ortadoğu’da zulüm mekanizmalarını tetiklediğini söylemiştir.
Williams, Carter gibi konuşurken Papa, Bush veya Neoconlar gibi konuşmaktadır. Sebebi, Arapların
deyimiyle, ‘hikdun defin’dir. Yani: Derin kin...177
İsrail Çok Tehlikeli Bir Oyun Oynamaktadır ve AKP’yi Piyon Olarak Kullanmaktadır
Başbakan Erdoğan, Gazze’ye yönelik saldırı ve ablukayı eleştirdi diye İsrail Türkiye’ye fena kızmıştı.
Tel Aviv Büyükelçisi Namık Tan Dışişleri Bakanlığı’na çağırılarak bu kızgınlık kendisine iletilmiş ve ‘Biz sizin
teröre karşı savaşınıza destek veriyoruz, ama siz bizim Filistinli teröristlerle mücadelemize karşı
çıkıyorsunuz’ şeklinde çıkışmıştı.
Önce şu kızma numarasına bakalım.
İsrail; 2002 seçimleri sonrasında ‘İslamcı’ AK Parti’nin iktidara gelmesine çok içerlemiş ve
endişelenmiş numarası yapmıştı.
İsrail; dönemin başbakanı Abdullah Gül’ün Ocak 2003’te Ortadoğu turunda ilk durak olarak Suriye’yi
seçmesine çok kızmıştı.
İsrail; dönemin başbakanı Şaron’u 2003 sonunda Ankara’da misafir etmeyen Başbakan Erdoğan’a çok
alınmıştı.
İsrail; Hamas lideri Ahmet Yasin’in Mart 2004’te öldürülmesini “devlet terörü” olarak nitelendiren
Başbakan Erdoğan’a da çok kızmış ve tehditler yağdırmıştı.
İsrail aynı yılsonunda kendisini ziyaret etmeden önce Suriye’ye giden Başbakan Erdoğan’a fena
içerlemiş ve bunu bile gözdağı saymıştı. Aynı içerlemeyi ABD’nin Ankara Büyükelçisi Eric Edelman da
yaşamış ve Nisan 2005’te dönemin Cumhurbaşkanı Sezer’e: "Şam’a gidemezsin" tehdidinden sakınmamıştı.
177
Yeni Asya
204
Şubat 2006’de ise işler daha gerilmişti. Çünkü bu kez Ankara İsraillilerin beklemediği bir şeyi yapmış
ve Hamas lideri Halit Meşal’ı misafir etmişti. Buna da yalnız İsrail değil ABD, ABD’deki Yahudi lobileri ve
onların Türkiye’deki dostları da kızmıştı… Dönelim İsrail’i kızdıran Başbakan’ın söylemlerine.
Başbakan "Filistinlilerin fırlattığı füzelerden İsrail’de hiç ölen yok ama, İsrailliler her gün Filistinlileri
öldürüyor" açıklamasını yapmıştı. Acaba bununla ne demeye çalışmıştı? “Filistin, Hamas ve Hizbullah
cephesindeki İsrail’e yönelik füze saldırıları, Siyonistleri kışkırtmaya ve katliamlarına haklılık kazandırmaya
yönelik, danışıklı dövüşün bir parçasıdır” anlamında mıydı?
İsrailliler buna da çok kızmıştı. Foyalarının piyasaya dökülmesi şeklinde algılamıştı.
İsrail, Kasım sonu Annapolis toplantısından bu yana yüzlerce Filistinliyi öldürdü, binden fazlasını
yaraladı, yüzlercesini de tutukladı. Ama bizdeki Cumhuriyet gibi ulusalcı gazetelerin son sayfalarında ve satır
aralarında bile bu Siyonist vahşet yer ve yankı bulamadı.
Oysa Filistinliler; İsrail’in elli senedir katliamlarına karşı çaresiz ve mecbur kaldıkları için son 6-7 yıldır
intihar eylemlerine başvurmaktaydı. Bu eylemlerin sayısı da 10’u bulmamıştı.
İsrail ve ABD buna rağmen AKP’li işbirlikçilerine:
‘Biz sizin terör mücadelenize destek veriyoruz, ama siz bizim Filistinlilere karşı savunma
girişimlerimize köstek oluyorsunuz’ gibilerinden sitemde bulunuyorlardı.
Yoksa Recep Efendi, “iktidar olmak ve iktidarda kalmak için, Yahudi Lobilerine nasıl yaranılır?”
sorularının ana hatlarını ve hak davaya hıyanetin ana hatlarını içeren, Erol Toy’un “imparator”unu,
Silivri cezaevindeyken kendisine hediye eden ve okuyup gereğini yapması için özellikle tembihleyen
Şevket Kazan ağabeyinin hatırası olan bu kitapta yazdığı gibi:
“İsrail ve ABD emperyalizmine daha rahat hizmet etmek ve hıyanetlerini örtmek için, ara sıra
İsrail’e horozlanmak ve ABD’ye çıkışlar yapmak suretiyle halkını avutmak ve toplumun havasını
almak” şeklinde özetlenecek siyon ruhsatını kullanmakta, ama dengesizlikten ölçüyü kaçırmakta ve
hemen geri adım atıp özür dilemek zorunda mı kalmaktaydı?
İsrail çok tehlikeli ve sinsi bir oyun oynamaktaydı. Ve maalesef AKP İsrail’e figüranlık
yapmaktaydı. Halbuki Siyonistlerin en belirgin özelliği, kullanıp yıprattıkları figüranları kolayca
gözden çıkarmak ve delikten aşağı atmaktı.
Özbekistan Bile “Dünya Yahudi Hareketi”ni Yasaklarken AKP Hala Siyonistlere Selam
Duruyordu
Özbekistan, uzun bir süredir ülkede faaliyet gösteren "Dünya Yahudi Lubaviç Hareketi"nin
çalışmalarına son verdi. Özbekistan Adalet Bakanlığı'ndan yapılan açıklamada, yasalara uymadığı
gerekçesiyle Dünya Lubaviç Hareketi'nin (World Wide Lubavitch Movement) ülkedeki faaliyetine son
verildiği belirtildi.
Hareketin Özbekistan Temsilcisi Abe Dovid Gureveçu'nun uyarılmasına rağmen ihlallere devam
ettiği, bunun üzerine hareketin akreditasyonunun iptaline karar verildiği bildirildi
Hareketin akreditasyon iptalinin gündeme geldiği bir sırada Dünya Buhara Yahudileri Kongresi
Başkanı Levi Levayev başkanlığındaki kalabalık bir Yahudi heyetinin Taşkent'e ziyarette bulunması
dikkat çekti. Ziyaretin Özbekistan'ın bu konuda vereceği kararı etkileme amacıyla düzenlenmiş
olabileceği ifade edildi.
1999'dan beri ülkede faaliyet gösteren hareketin 2004 yılma kadar Dışişleri Bakanlığı ve
2004'ten itibaren ise Adalet Bakanlığı bünyesinde yapılan akrediteyle çalışmalarını yürüttüğü
kaydedildi.
Osmanlı’yı parçalamak üzere Siyonistlerin çıkardığı ve Yahudi Katır Birliğinin Müslüman
Türklere karşı savaştığı 1. Dünya Savaşı’nın kuduz kurtları
İsrail’in Likud Cephesi’nin fikir babalarından olan ve Birinci Dünya Savaşı’nda Türklere karşı Yahudi
Lejyonu’nda görev yapan Vladimir Jabotinsky ‘Turkey And The War/Türkiye ve Savaş’ adlı eserinde Birinci
Dünya Savaşı’nın aslında Osmanlı’yı paylaşma savaşı oluğunu söyler. Önce Ruslar Osmanlı’ya hasta adam
205
tanısını koyarlar. Ardından bu tanıya Batılı devletler de katılır. Sıra gelir bu hasta adamın terekesini
paylaşmaya. İşte Birinci Dünya Savaşı artık bu terekenin paylaşılması savaşıdır. Müslümanlar maalesef
çanak misali bu kurtlar sofrasının tam ortasına düşmüş durumdadır.
Bu kurtlar sofrasının hem arslanları hem de çakalları vardır. Arslanları düvel-i muazzamadır. Çakalları
da tabir caizse Osmanlı ile birlikte yaşadığı hâlde galip devletlerin safına katılarak terekeden kırıntı kapmak
isteyen, arslanların artıklarına talip olan milletlerdir. Bir de içeriden hainler vardır. Şerif Hüseyin vesaire
gibiler. Ahmet Raif gibiler bunların kalkıştıkları ‘Es Sevretü’l Arabiyyetü’l Kübra’ya (Büyük Arap Devrimi), ‘El
Hiyanetü’l Arabiyyetü’l Kübra’ (Büyük Arap İhaneti) adını verir. Birinci Dünya Savaşı’nın çakalları ise
genellikle Osmanlı’nın parçalanmasını dört gözle bekleyen gayri müslim teba veya bazı yerel unsurlardır. Bir
kısım Yahudiler ile bir kısım Ermeniler demek daha doğru olacaktır.
Mısır’da eğitilen Yahudi Katır Birliği, Çanakkale’ye varmak üzere iki gemiyle yola çıkarıldı. Toplam
(subaylar hariç) 562 kişiydiler. 25 Nisan’da Gelibolu’da karaya ayak bastıklarında yakalarındaki sarı renkli
Davut yıldızı motifli birlik armalarından tanınıyorlardı… Ermeniler de Yahudiler gibi Osmanlı’nın
parçalanmasını sabırsızlıkla bekliyorlardı…
Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Harbi yeni dünya düzenini ortaya çıkarmıştır. Birçok millet bu
sayede millet hâline gelebilmiş veya devlet olmuştur. Bunlardan birisi de Anzaklar ve Avustralya ahalisidir.
Çanakkale millî kimliklerini ve benliklerini edinmede onlar için bir dönüm noktası olmuştur. İsrail devletinin
kurulmasına giden süreç 1908’deki İkinci Meşrutiyet ve ardından İkinci Abdulhamid Han’ın halliyle başlamış
ve Çanakkale Savaşı ile önemli bir geçit ve aşama atlamıştır. Anzaklar ve Avustralyalılar millî kimliklerini
Çanakkale’ye borçludurlar. Bunun tanıklarından birisi Avustralya’nın Ankara Büyükelçisi Peter Doyle’dur.
Today’s Zaman’dan Kerim Balcı’ya yaptığı açıklamada ezcümle şunları söylemiştir: "Biz Çanakkale’ye İngiliz
olarak gittik, Avustralyalı olarak döndük. İlk defa Gelibolu’da Avustralya komutası altında harp ettik. Bu,
ilklerimizden biridir. Bu Britanyalılıktan Avustralyalılığa geçişin ilk aşamasıydı ve bu bize millî benlik ve kimlik
kazandırdı, bu hissi verdi"
Çanakkale ve Birinci Dünya Savaşı hem bir mahşerdi ve hem de modern tarihin dönüm noktalarından
birisiydi. Çünkü bunlar yaşanmasaydı bugün İsrail de olmazdı. Bununla birlikte Yahudilerin şansları yaver
gidecek ama Ermenilere talih yar olmayacaktı...” 178 Ama çok yakında Siyonist İsrail kurulduğuna değil, tarihte
var olduğuna bile bin pişman ve perişan olacaktı!..
 BOP VE COP ABD’NİN YENGEÇLİĞİ VE YENİLGİSİ
Siyonist Wolfovitz Irak’ın Bölünmesini İstemişti!
1 Mart tezkeresi ABD’yi acıtmaya devam ediyor. Eski ABD Savunma Bakanlığı Müsteşarı Douglas
Feith kitabında, “1 Mart tezkeresi geçmiş olsaydı Türkiye yüklü bir mali yardım alacak ve Irak’ın geleceğinde
söz sahibi olacaktı” demişti. Milliyet gazetesinden Ahu Özyurt, Washington’dan geçtiği haberde konuyla ilgili
şunları kaydetti: “War and Decision” (Savaş ve Karar) adlı kitabında Irak’ın işgali sürecini anlatan Douglas
Feith şimdi Georgetown Üniversitesi’nde ders veriyor. 2001-2005 arasında ABD Savunma Bakanlığı
Müsteşarlığı yapan ve bu nedenle Irak’ın işgalinde rol oynayan Douglas Feith, “War and Decision” (Savaş
ve Karar) adlı kitabında, Türkiye’nin 1 Mart 2003 tezkeresini geçirmesi halinde yüklü bir mali yardım
alacağını iddia etmekteydi.
Savunma Bakanlığı’ndaki görevinden Rumsfeld’le birlikte ayrılan Feith, ABD Başkanı George W.
Bush’un Irak’a girmeye hazırlandığı dönemde Türkiye’nin ikna edilmesi sürecini değerlendiren kitabında,
“Türkiye’nin 1990-91 Körfez Savaşı’nda gördüğü mali zararı ve Kürt göçünü düşünerek ABD yönetimi büyük
bir yardım paketi hazırladı. Türk yetkililer, Irak parçalanır ve Kürtler bağımsızlık ilan eder diye korkuyordu.”
Saddam sonrası Irak için Türkiye’ye farklı bir rol düşünüldüğünü belirterek, “ABD yönetimi olarak,
onların (Türklerin) stratejik kaygılarını dikkate aldığımızı söyledik ve Saddam sonrası süreçteki yeniden
178
Mustafa Özcan / Yeni Asya
206
yapılanmada önemli rol oynayacakları sözünü verdik.”
“Türkiye’yi ikna sürecinde en önemli rolün eski Ankara Büyükelçisi ve dönemin Dışişleri Bakanlığı
Müsteşarı Marc Grossman’a düştüğünü kaydeden Feith, “Türkiye’de iktidarda ilk kez seçimle gelmiş İslamcı
bir parti olması işimizi kolaylaştırmadı. ABD’ye yakın iktidarların geleneğinden uzaktılar ve kilit görevdeki
isimler Meclis’ten yasa geçirmek konusunda tecrübesizlerdi” sözleriyle AKP’nin iktidardaki ilk 4 ayı içinde
savaş konusunda yaşadığı sıkıntıyı dile getirdi.
Tezkerenin reddedilmesinin Türk
yönetimini de şaşırttığını kaydederek; ABD’nin Türkiye’yi
kaybetmesinin sorumluluğunun da dönemin Dışişleri Bakanı Colin Powell’a ait olduğunu: “Powell’ın neden
Türk yetkilileri ikna etmek için daha fazla çaba göstermediği merak edildi. Powell, birkaç telefon konuşması
yaptı ama hiç Türkiye’ye gitmedi. Prestiji ve etkisiyle Türk milletvekillerini kazanabilirdi” sözleriyle belirtmişti.
Savaşa giden süreçte Saddam’ın muhaliflerini de organize etmek isteyen Paul Wolfovitz’in kuzeyde
Kürt, güneyde ise Şii olmak üzere iki bağımsız bölge oluşturulmasını teklif ettiğini kaydeden Douglas Feith,
“Kuzey ve güneydeki iki ‘özgür Irak’ yönetimi oluşturulacak ve diplomatik tanınma ile Irak’ın önemli maddi
varlıkları muhaliflerin eline geçecekti. Petrol kaynakları ABD korumasına alınacak böylelikle rejimin içeriden
çökertilmesi sağlanacaktı” dedi.
Türkiye’nin bir dönem lobiciliğini de üstlenen Douglas Feith, Saddam sonrasında kurulacak
Irak yönetimi için Japonya ve Almanya örneklerini verdikten sonra Türkiye’yi Arap ülkeleriyle birlikte
değerlendirdi. Arap ve Müslüman dünyasındaki demokratik reformların ABD için de yararlı olacağını
savunarak: “Geçen yüzyılda Müslümanlar ve Arapların, özellikle de Müslüman Türklerin farklı
kültürleri içinde barındıran demokratik bir yapı üretmesi mümkün olmadı. Ama bu yine de imkânsız
değil” saptamasıyla Türkiye’nin federatif yapıya geçmesi gerektiğini söylemişti. Evet Yahudi cıfıtı
Wolfovitz, İslam coğrafyasını bölmeyi hedefleyen BOP’un senaristlerindendi. 1 Mart tezkeresinin
geçmesi halinde Türkiye’ye para verileceği de yalan ve hileydi.
İsrail Dünyanın Başına Bela Kesilmişti
“İsrail dünyanın başına bela, yıkılmaya mahkûmdur” diyen Yahudi Hahamlar Filistin’deki
katliamlarını sert bir dille kınayıp, “Biz Siyonist değiliz” diyerek İsrail’i uyardı.
“Siyonizm Karşıtı Yahudiler” hareketinden hahamlar, Katar’ın başkenti Doha’da İslam dünyasının
tanınmış düşünürlerinden Yusuf el-Karadavi ile bir araya geldi. İsrail’in yok olması gerektiğini söyleyen
Yahudi hahamlar, İsrail’in Filistin’de işlediği katliamları sert bir dille kınadı.
Dünya Müslüman Alimler Birliği Başkanı Dr. Yusuf el-Karadavi semavi din mensupları olarak
Müslümanlarla Yahudiler arasında hiçbir problemin olmadığını, Müslümanların düşmanlığının Yahudi
milletine değil emperyalist mütecaviz Siyonist harekete yönelik olduğunu vurguladı.
Doha’daki evinde Siyonizm karşıtı İngiliz hahamları kabul eden el-Karadavi Siyonizm ve İsrail
Devleti’nin kurulmasına muhalif olan Yahudi hahamların iştirak ettiği tüm görüşme, panel ve konferanslara
katılmaya hazır olduğunu açıkladı.
El Karadavi’yi ziyaret eden haham heyetinde yer alan Aharon Kohen, İsrael Dovid Weis ve Dovid
Sholomo Fidelman Tevrat hocaları olup “Notura Carty” yani “Siyonizm karşıtı Yahudiler” cemaatini temsil
ediyor. “Rabbani Yahudiler” olarak bilinen bu grup kendilerini siyonist yayılmacılığına karşı Eski Kudüs
kentinin koruyucuları olarak kabul ediyor.
Ünlü Arap televizyonu el-Cezire’nin davetlisi olarak Katar’a gelen Yahudi hahamların ceketlerindeki
rozetlerde, “Ben Yahudiyim, Siyonist Değil” yazılıydı.
Haham Aharon Kohen, Şeyh el-Karadavi’nin Yahudilerin tarih boyunca İslam devletlerinde hiçbir
problemle karşılaşmadığı düşüncesine katıldığını söyleyerek Siyonizmi “yaşı yüz yılı geçmeyen zalim ve
mütecaviz siyasi bir hareket” olarak değerlendirdi ve “Tevrat öğretilerine dayanan gerçek Yahudilik
Siyonizmin karşısındadır ve onu tanımamaktadır.” Bize göre İsrail Devleti’nin varlığı dünya için bir baş
belasıdır!” itirafını yaptı.
Haham Weis: İsrail eninde sonunda yok olacak
207
Haham Dovid Weis ise “başta Amerika ve İngiltere üzere büyük güçler İsrail’in yaptıklarının
Siyonist olmayan Yahudi öğretileriyle tamamen çeliştiğini öğrendiği takdirde Arap-İsrail çatışması bir
gecede biteceğini” hatırlattı.
“Tevrat gerçekleri ve iki bin yıllık Yahudi tarihi ömrü ne kadar uzarsa uzasın İsrail Devleti’nin
sonunda yok olacağına işaret ediyor” diyen Weis İsrail’den çok daha güçlü olan Sovyetler Birliği’nin
nasıl parçalandığını anımsattı.
Yahudi Hahamlar Şeyh el-Karadavi’nin semavi din mensupları arasında barış ve dünyada
istikrar çağrısını da övdü. El Karadavi daha önce de 2004 yılında Dünya Müslüman Alimler Birliği’nin
bir merkezinin de bulunduğu İngiltere’de Siyonizm karşıtı Yahudi hahamlarla bir araya gelmişti.
Irak Ulema Heyeti’nden Arap ülkelerinden çağrı:
İsrail’e Götürülen Iraklı Çocukların Akıbeti Belirsizdi!
Irak’ta işgal karşıtı Müslüman Ulema Heyeti, ülkedeki hasta çocukların ‘tedavi bahanesiyle’ İsrail’e
götürüldüğünü belirtti. Heyetten yapılan yazılı açıklamada Bağdat Yeşil Bölge’de yer alan Iraklı ve
Amerikalılardan oluşan bir Irak Sağlık Yardım Merkezi’nde çalışan doktorun skandalla ilgili bilgiler verdiği
bildirildi.
Verilen bilgilere göre bu merkezdeki Iraklı hasta çocuklar Tel Aviv’deki bir hastaneye tedavi amacıyla
transfer ediliyor. Heyet, İsrail’in bu çocukları hangi amaçla kabul ettiğini sorguladı. Irak’ta işgalin başladığı
günden bu yana yaşanan kriz, insanlık dramı, trajedi, soykırım, vahşet ve katliamlardan İsrail’in sorumlu
olduğuna dikkat çeken Ulema Heyeti’nin açıklamasında “Bu sebeple hem işgali başlatan, tetikleyen ve
devam etmesi için elinden geleni yapmaktan çekinmeyen İsrail’in herhangi bir şekilde insani hedeflerle bu
son skandalı gerçekleştirdiği düşünülemez. Bu mümkün değildir.” denildi.
Ulema Heyeti, İsrail’e gönderilen çocuklara sahip çıkmasını istediği Arap ülkelerine çocuk, kadın ve
yaşlı insanların tedavileri için hastanelerini Iraklılara açmaları çağrısı yaptı.
ABD’nin Ortadoğu Politikası ve Araçları Nelerdi?
Önce amaçlara bakalım;
1) Irak, Suriye, İran ve Türkiye'yi bölüp küçülterek kendine bağlı, "yerel yönetimler" oluşturmak.
2) Bölgeyi, Batı kapitalizminin bir arka bahçesi haline getirirken enerji ve su kaynaklarının
(rezervlerini) denetimini kendi elinde tutmak.
3) Bu denetimi sağlayabilmek için Karadeniz, Doğu Akdeniz, Türk Boğazları, Hazar Denizi ve
İran Körfezi'nin kontrolü altında olması gerekiyor. Aksi halde hem Rusya'nın hem de Şanghay
İşbirliği Örgütünün yolunu kapatamaz.
ABD'nin bu genel amaçlara ulaşmak için kullandığı araçlar şunlardır;
1) Kürdistan'ın oluşturulması; Kürdistan projesi ABD'nin Ortadoğu hesaplarında bir koçbaşı, bir
lokomotif konumundadır.
— Irak, İran, Türkiye ve Suriye içinde gerekli altyapı hazırlığı sürmektedir ve Irak'ın kuzeyindeki kukla
devlet tamamlanma aşamasındadır.
— İkinci ayak, Türkiye'nin Güneydoğusunda hazırlanıyor. DTP Meclis'e yerleştirildi. AB süreci içine
kilitlenmiş ve kurumsal tepkileri denetim altına alınmış bir Türkiye'ye ihtiyacı vardır.
AKP'nin ABD (ve AB)ye bağımlı olması dış güçlerin elindeki en büyük koz. Onu, içerdeki bölücü
odaklar ve kimi sermaye çevreleri izliyorlar.
Kürdistan Batı kapitalizmi (ve emperyalizmi) için Arap ülkelerine, İran, Türkiye, Azerbaycan ve
Rusya'ya karşı kullanılabileceği en etkili silahtır. GAP'a karşı PKK'yı kurdurup harekete geçiren Amerika’dır.
2) Fener Patrikhanesi ABD (ve AB) nin ikinci silahları. Patrikhane'nin Vatikan benzeri bir yapıya
dönüştürülüp ABD ve AB'nin himayesi altına sokulması Türkiye'den çok Rusya ve Ukrayna'ya yönelik bir
stratejidir. Bu ülkelerin nüfuslarının Ortodoks olmaları Fener Patrikhanesi tarafından yönlendirilmelerine
olanak sağlayacaktır.
Moskova'nın (Putin'in) Fener'i tanımaması, bu haklı nedene dayanır. Bu konuda Türkiye ile Rusya'nın
208
çıkarları örtüşüp uyuşmaktadır.
3) Sözde Ermeni soykırımı tasarıları sanıldığından çok daha kapsamlıdır. Sınırların değiştirilmek
istenmesi Ermeniler için değildir, Büyük İsrail’e hazırlıktır.
— Doğu Karadeniz'in Ermenistan ve Gürcistan bölgesinde geniş kapsamlı bir "ABD-AB etki alanı"
oluşturulacaktır.
— 8–10 yıl içinde Ermenistan'ın veya Ermenistan-Gürcistan Federasyonu'nun AB'nin ve NATO’nun
üyesi yapılmaları kuvvetle muhtemeldir. Böylelikle Doğu Karadeniz, Güney Kafkasya, kapitalizmin askeri,
iktisadi ve siyasi denetimi altına sokulmuş olacaktır.
— Kürdistan-Ermenistan-Gürcistan hattı bu bölgede bütünleştirilmeye çalışılmaktadır.
Böylelikle, "Kürt-Sünni ve Hıristiyan hattı" Doğu Karadeniz, Güney Kafkasya, Körfez, Doğu Akdeniz ve
İstanbul dörtgeninde tamamlanacaktır.
4) NATO, ABD'nin Ortadoğu politikasındaki askeri ve siyasi araç konumundadır. Afganistan'da, Irak'ta,
Lübnan'da ve Türkiye'de (İncirlik) fiilen çalışır durumdadır. Bulgaristan ve Romanya NATO’ya sokularak Batı
Karadeniz denetim altına alınmıştır.
Türkiye'nin NATO içindeki konumu, "Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal stratejik çıkarları ile keskin bir
biçimde çatışmayı başlatmış bulunuyor. "TSK'den 2002–2008 döneminde yapılan kimi açıklamalar, bu
çelişkiyi net olarak vurgulamaktadır.
5) Türkiye'nin AB ile bağlandığı tek yanlı süreç, ABD'nin Ortadoğu politikasındaki temel taşlardan bir
tanesidir. ABD, "Türkiye'yi AB'nin bekleme odasında bağlı tutarak", Kürdistan, Ermenistan, Patrikhane
projelerini yürütmekte kolaylık sağlamaktadır.
— 1993’ten itibaren Avrupa Parlamentosu başta olmak üzere AB kurumlarının bu üç konuda aldığı
kararlar incelendiğinde, "Hepsinin de ABD'nin Ortadoğu politikalarına katkı sağladıkları" anlaşılacaktır.
— Öte yandan, ABD'ye bağımlı AKP hükümeti de, "AB süreci kullanılarak", Washington'un Ortadoğu
politikaları doğrultusunda yönlendirilip yararlanılmaktadır.
Kıbrıs'ta, sınır ötesi operasyonlarda, Barzani'nin tanınmasında ve Güneydoğu belediyeleri üzerinde AB
süreci ve politikaları başarıyla kullanılmıştır.
— Vakıflarla ilgili yeni düzenlemeler de Lozan'ın zeminini bozarak Türkiye'nin çözüştürülmesini
hızlandıracaktır.
Şefik Soyuyüce’nin GAP anısı
Bir parantez açıp GAP’a gidelim: 26 Ocak 2008’de Ankara’da verdiğim konferans sonrasında Şefik
Soyuyüce ile sohbet ettik. 1954 yılında Harp Akademileri’nde yüzbaşı olarak eğitim görüyormuş ve bir proje
hazırlamış. Bu proje Dicle ve Fırat nehirlerinin ilerideki stratejik önemlerini vurguluyormuş. Suyun bölgede,
petrol kadar önemli olacağı savunulmuş.
Bu proje önce Genelkurmay Başkanlığı'na gitmiş. Genelkurmay raporu Başbakanlığa göndermiş.
Oradan da, "gereği için" Su İşleri Genel Müdürlüğü'ne gitmiş. Burada Şefik Soyuyüce'nin Dicle ve Fırat için
hazırladığı rapor, Güneydoğu Anadolu Projesi yani GAP adını almış.
Bu kurumda da Süleyman Demirel'in bulunduğunu biliyoruz. Meğer Süleyman Bey'in "GAP'ı
gaptırmam" diye dayatmasının arkasında bu varmış. Ama projenin esas sahibi, onu akıl eden insan Şefik
Soyuyüce, bunu da bu arada duyurmuş olalım...
Göz göre göre...
Yukarıda sıraladığım gelişmeler ve gerçekler yalnız bizim kaynaklarımızdan değil ABD ve
Avrupa kaynaklarınca da doğrulanıyor. Buna rağmen Türkiye'de gösterilmesi gereken toplumsal ve
kurumsal tepkiler yeterince oluşamıyor.
Muhalefet partileri yetersiz kalıyor
Bürokrasi tepki veremiyor.
Diğer etkili kurumlar sessiz duruyor.
Türkiye'nin elinde potansiyel olarak olanaklar bulunmasına karşın, "bu olanaklar özellikle
209
kullanılmıyor". Çünkü yönetimler, ABD ve AB'ye endekslenmiş bulunuyor.
BOP'nin engellenmesi için: "Batı'nın dayatmalarını, Avrasya ile dengeleyecek yönetimleri
iktidara getirmek zorundayız.
“Aksi halde Türkiye Cumhuriyeti, BOP içinde eritilmiş olacak. Bu gerçeğin artık herkes
tarafından görülmesi gerekiyor.” 179
Amerika’nın Beyrut utancı ve yenilgisi!
Amerika adına bir utanç daha yaşanıyor. Şii Militanlar; kornalar çalıp, zafer işaretleri yapıp, ciplerinin
camlarından silahlarıyla sarkıp, Lübnan’ın İsrail ve ABD kuklası hükümetini kaybettiği savaşı kutluyor.
Gerçekten de kukla hükümet savaşı kaybetmiş bulunuyor. Ulusal ordu sadece katliamları önlemek için
sokaklarda dolaşıyor. İran yanlısı Hizbullah’ının gizli telefon şebekesini yok etmek ve Hizbullah’ı
silahsızlandırmak şöyle dursun, Fuat Sinyora Kabinesi’nin yapabildiği tek şey, tıpkı yeşil hattaki Irak
hükümeti gibi, eski Türk sarayında oturarak şiddeti kınamak oluyor...
Lübnan ordusu Hizbullah’ın barikatlarını seyrediyor ve hiçbir şey yapamıyor. Tahran’la Washington
savaşında, şimdilik de olsa, İran kazanmış görünüyor. Sinyora hükümetinin Amerika destekçisi Durzi lider,
Velid Canbolat Batı Beyrut’taki evinde esir tutuluyor. Aynı şey öldürülen başbakan Refik Hariri’nin oğlu Saad
Hariri için de geçerli. Koreitem semtindeki sarayında, polis ve askerlerin koruduğu Hariri, Hizbullah’ın onayı
olmadan kıpırdayamıyor.
Hamas, Filistin hükümetinin bir parçası olduğunda Batı reddetmişti. Ama sonunda Hamas Gazze’nin
hakimi oldu. Hizbullah Lübnan hükümetinin bir parçası olunca Amerikalılar reddetti. Şimdi Hizbullah Batı
Beyrut’un hakimi oldu. Hizbullah sözcüsü, Seyyid Hasan Nasrallah, bunun Lübnan için “yeni bir dönem”
olduğunu söylüyor.
Bu bir iç savaş değildi. Darbe (Coup d’etat) de değildi. Bu Ortadoğu’da Amerika’ya karşı yürütülen
savaşın bir parçası idi. Evet Amerika, artık kaybediyor!..
Hizbullah Beyrut'u Aldı, ABD Lübnan'ı Kaybetti
Tam da Türkiye'nin Suriye-İsrail arasında arabuluculuk yaptığı, Golan tepelerinin Suriye'ye
iadesinin tartışıldığı döneme denk gelen kriz için ilginç bir yorum daha var: İran'a yönelen tehdit
Lübnan'a kaydırılıyor. İki yıl önce de aynı iddia gündeme gelmiş, Tahran ve Hizbullah'ın İran'a
yaklaşan tehdidi Lübnan'a kaydırdıkları öne sürülmüştü.
Bugünkü durum, “büyük bir hesaplaşmanın yaşanmasından önceki son yoklama” olarak
tanımlanıyor. İsrail eski istihbarat şefi Aharon Zeevi Farkash; “Batı ve Arap dünyasının Lübnan'daki
üç yıllık çabası boşa gitti” derken, son savaştan sonra uluslararası müdahalenin iflasını ilan ediyor.
Ona göre Lübnan'da Hizbullah'ın bileğini bükecek bir güç yok. Eğer öyleyse ciddi bir tavır değişikliği
olacak, bu da savaş anlamına geliyor.
Lübnan, çokuluslu bir oyunun kurbanı olacak gibi. İran ile ABD arasındaki mücadelenin
kurbanı… ABD orayı bir garnizon ülkeye çevirmek için silah yığınağına artırırken İran ve Suriye ise
savunma hattını Lübnan'dan başlatıyor.
Bu tablo için şu anki tespitler şöyle: ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi bu sefer Lübnan'da
çöktü. ABD karşıtı savaşı yürütenler önemli bir mevzi kazandı. Bu ABD için büyük bir utançtır. Aynı
yöntemi Filistin'de de deniyorlar. Mahmud Abbas üzerinden Hamas'ı ezmeye çalışıyorlar. Benzer bir
hezimeti Gazze'de de yaşayabilirler.
18 din ve mezhebi barındıran bu karmaşık ülke üzerindeki oyun bölgesel aktörlerle uluslararası
gücün çekişmesinden başka bir şey değil. Kriz bu şekilde ilerlerse Lübnan'da beklenen büyük
çatışma başlayacak. Hizbullah gerçekten de iki ateş arasında kalabilir. Batı, bazı Arap ülkeleri ve
İsrail, Lübnan'a karşı büyük bir operasyona başlayabilir. Şüphesiz bu müdahalenin hedefi
Hizbullah'la sınırlı olmayacak. Doğrudan İran ve Suriye'yi vurmaya odaklanacak. Yarın ne olur
179
Prof. Erol Manisalı / Jeopolitik
210
bilemeyiz ama şu an itibariyle ABD ve müttefikleri Lübnan'da büyük bir hezimet yaşıyor.”
Bop Haritası Ellerinde Kaldı!
ABD'nin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson, Büyük Ortadoğu Projesi için “Hiçbir zaman bir Amerikan
Projesi değildi” iddiasında bulunuyor. Ayrıca “Türkiye bu projenin hedefinde yoktur” diyor. (Cumhuriyet, 10
Mayıs'08)
Wilson'ın inkarı, elbette gerçeği değiştirmiyor…
İki yıl önce ABD Silahlı Kuvvetler dergisinde yayınlanan malum BOP haritası çok tartışılmıştı: Haritada,
bütün bir Ortadoğu “kasabın etleri parçalaması” gibi doğranmış…
Türkiye'nin Doğu'su ve Güneydoğu'su da “bölünmüş” olarak gösterilmişti!
BOP, o bildik haritalarla sınırlı değildi; çoğu günışığına çıkmayan başka haritalar da mevcuttu…
Neticede ne oldu?
O kumpas, o haritalar Sam Amca'nın elinde kaldı!
11 Eylül Kurgusu ile gelen Afganistan ve Irak işgallerini müteakip yürürlüğe sokulan BOP, ABD'nin
“İslam dünyasına demokrasi getirme” numarasıyla hayata geçirilmek isteniyordu.
Buna mukabil, ABD Irak'ta ağır bir yenilgiye uğrayarak “kurtulması mümkün olmayan” bir batağa
saplandı…
Afganistan'ta arzu ettiği başarıyı sağlayamadı, hatta son dönemde iyice sıkıntıya girdi…
En önemlisi de…
Tezkerenin reddedilmesiyle perde arkasında büyük ivme kazanan ve iki yıl önce bugünlerde
“Ankara'nın kapalı kapıları ardında” nihayetlenen son derece çarpıcı hadiseler neticesinde Washington “62
yıldır gizli iktidarı sayesinde hükmettiği” Ankara'yı kaybediyordu!
ABD ile hep uyumlu olmuş Körfez ülkeleri liderleri ise 1999-2000'den itibaren yüzleştikleri BOP
haritalarının ne manaya geldiğinin farkına varmaya başladılar; özellikle de ABD'nin Irak'ı işgalini ve 1 milyon
sivilin katledildiğini gördükten sonra!
2003'ün ilk yarısı itibarıyla, Amerikan piyasalarında 257 milyar doları bulan Körfez sermayesi; 2007
sona ererken 90 milyar dolara düşmüştü…
Körfez ülkelerini yönetenler, bölgedeki dengelerin köklü bir değişikliğe uğradığını, bu bağlamda
“ABD'den kopan Türkiye'nin bölgede hızla belirleyici bir konuma yükseldiğini” gözlemlediler…
Bütün bu gelişmeler, ABD patentli “Büyük Ortadoğu Projesi”nin çok ağır bir darbe alarak çöküntüye
uğradığı anlamına geliyor…
ABD'nin BOP'u askıdadır…
Böylelikle, “Kuzey Irak'ta Kürt devleti kurulması” planları da boşa çıkmıştır…
Milli Türkiye'nin “yeni konumu” o karanlık hesaplara karşı en büyük engeli oluşturmaktadır!
Ankara'nın K.Irak'la bambaşka bir sayfa açmış olması, Türkiye'de ve bölgede son beş yıldır yaşanan
gelişmelerle doğrudan bağlantılıdır…” 180
180
Tamer Korkmaz / Yeni Şafak / 13.05.2008
211
İKİ DERİN AMERİKA’NIN ÇATIŞMASI
Ben-Ami Kadish adlı Yahudi Nisan 2008’de Amerikan adaleti tarafından tutuklandı... Sonrasında da
çıkarıldığı mahkemede tam 300 bin Dolar’lık kefaletle serbest bırakıldı...
Connecticut doğumlu bu, 84 yaşındaki emekli teknik adamın suçu: İsrail için casusluk yapmaktı!
Amerikan makamları, Kadish’in, Amerikan Kara Kuvvetleri Silah Araştırma, Geliştirme ve Mühendislik
Birimi’nde (Dover, New Jersey’dedir) çalıştığı dönemde, Amerikan nükleer silahları, F-15 uçakları ve Patriot
karadan havaya füze savunma sistemleri hakkındaki tüm gizli bilgi ve belgeleri İsrail’e geçirdiğini anlamıştı.
Bütün bunların 1979-85 yılları arasında olduğuna ve adamın yaşına-başına bakmaksızın içeri
alıverdiler...
İşin vahimi...
Ben-Ami Kadish’i, İsrail için casusluk yapmaya ikna eden kişi, halen bir Amerikan hapishanesinde
ömür boyu hapis cezasını çekmekte olan ünlü İsrail ajanı Jonathan Pollard’ı devreye sokan kişi çıktı!
Her ne kadar, İsrail, 2004 yılında Amerika’ya verdiği gizli bilgide, iki ülke arasında çok ciddi bir güven
krizi yaratmış olan ‘Pollard vakasının’ tek bir olay olmadığını, 70 ve 80’li yıllarda bir-kaç casusluk
operasyonunun daha gerçekleştiğini kabul etmiş olsa da bu gelişme yeni bir ‘skandal’ olarak
değerlendiriliyor...
İsrail nükleer silah programının gelişmesini, Amerika’dan sağlanan gizli belgelerle sağlayan Jonathan
Pollard’ı devreye sokan MOSSAD yetkilisi Rafi Eitan ve İsrail Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Arye Mekel, derhal
‘Kadish’in tanınmadığını’ açıklamıştı.
Ama bütün göstergeler, İsrail’in, en yakın müttefiki Amerika içinde kurduğu bir casusluk ağı ile nükleer
silah programını mükemmelleştirdiğini işaret ediyordu.
Zaten, Jonathan Pollard’ın ele 1985 yılında ele geçirilmesinden sadece bir yıl sonra, bu kez, ülkenin
gizli nükleer santrali Dimona’da görevli Mordechai Vanunu ortaya çıkmış ve İsrail’in nükleer silah programını
bütün detaylarıyla dünyaya aktarmıştı. Vanunu tam 18 yıl hapis yattı ve dünyadan gelen ağır baskılar
üzerine, bildiklerini anlatmamak, ülkeyi terk etmemek, özellikle de yabancılar ile konuşmamak kaydıyla
serbest bırakılmıştı. Evet, Amerika’da, İsrail’e başkaldıran güçlü bir ekip vardı.
Meşhur eski CIA ve KGB ajanı (çünkü her ikisi de siyonizmin güdümündeydi) Uri Avnery,
şunları anlatmıştı:
Şimdi Amerika’daki Filistin Kurtuluş Örgütünün baş temsilcisi olan arkadaşım Afif Safieh, “iki
Amerika’nın” olduğunu; birincisi yerli Amerikalıları yok eden, siyahları köle yapan Hiroshima ve McCarthy’nin
Amerika’sı, diğer de Bağımsızlık Bildirisinin, Lincoln, Wilson ve Roosevelt’in Amerika’sı olduğunu söylüyor.
Buna göre George Bush ilk gruba ait. Obama ise, her yönden onunla zıt biri olarak ikinci grubu temsil
ediyor.
Bir çıkarma işlemiyle biri Obama’ya ulaşabilir. John McCain, Bush’un bir devamıdır. Daha etkileyici,
belki de daha zeki (çok zeki anlamına gelmez). Ama, sonuçta onun aynısı. Aynı politika - çok tehlikeli bir
basit fikirlilik ve zehirli güç karışımı. Vahşi batı efsanesinin aynı dünyası, İyi adamlar (Amerikalılar ve
yardakçıları) ve Kötü adamlar (diğerleri). Sahte erkekliğin maço dünyası, her şeyin silah namlusunun ucunda
göründüğü bir dünya.
McCain, savaşlara devam edecek ve yenilerini de başlatabilir. Ekonomi gündemi aynı “hayvani
kapitalizm” (Shimon Peres'in sözü), olacak ki bu Amerikan ekonomisini ve hepimizin ekonomisini de felakete
sürükledi.
Amerika’nın tümden değişime ihtiyacı var. Sadece bir yıkama ya da cilalama ya da astar boyasına
değil. Yeni bir motora, tüm liderliğin değişmesine ve dünyadaki övülen yerini tekrardan elde etmeye ve
değerleri değiştirmeye ihtiyacı var.
Şu sorulmalıdır: İsrail’in sonu nereye varacaktı?
212
Üç aday da AIPAC’ın dizlerinin dibine kapanmıştır. İsrail yönetimine bu üçlünün yaltaklık yapması
iğrençtir. Hepsi de bir bütünlükten uzak olmayı gösterir. Ama biliyorum ki başka seçenekleri yok. Amerika’da
işler böyle yürüyor.
Buna rağmen Obama, cesur bir cümle söylemeyi başardı. Cleveland’da bir grup Yahudi dinleyicinin
önünde konuşurken: “ İsrail’i destekleyen toplulukla aranızda, tereddütsüz Likud yanlısı bir tavır
sergilemediğiniz sürece bir gerginlik vardır, İsrail karşıtı olarak yorumlanırsınız ve bu da İsrail’le
dostluğunuzun bir ölçüsü olamaz” dedi.
Ümit ediyorum Amerikan Barack (Arapça kutlu anlamında), seçilirse İsrail’li Barak (İbranicede yıldırım
demek) haline dönmez.
Gerçek dostluk şu anlama gelir: arkadaşının sarhoş olduğunu gördüğün zaman, ona araba sürmesi
için cesaret vermeye kalkmazsın. Onu evine götürmeyi teklif edersin. Ben de bizim liderlere: “Sevgili
arkadaşlar siz güç sarhoşu olmuşsunuz. Anayolda aşırı hız yapıyorsunuz, sonunda da uçurum var!” deme
cesaretine sahip bir Amerikan başkanına özlem duyuyorum.”
Evet Filistinli Afif Safieh bir gerçeği fark ediyor, ama yanlış yorumluyor. Doğru, iki Amerika var:
Biri Siyonist Yahudi Lobilerin, diğeri Amerikan çıkarlarını kollayan ve Siyonizm’den kurtulmaya
çalışan ekiplerin güdümünde bulunuyor. Ve bu iki ekip kıyasıya bir nüfuz mücadelesi veriyor.
Ekimde Neler Olacaktı?
Aydoğan Vatandaş yazıyordu:
Geçenlerde ABD Dış İşleri Bakanlığı’nda görevli bir dostumuzla New York’ta yediğimiz bir akşam
yemeğinde ilginç bazı noktalar yakaladım.
Buna göre, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney ve ekibi, ABD’nin 2008 Ekiminde Suriye ve İran’a
saldırma konusunda çok büyük bir çaba içerisinde. Bu saldırının ise en önemli nedeni İsrail’in güvenliğini
sağlamaya odaklı olacak.
Ancak ABD Ordusunda buna karşı direnen bir odağın bulunduğuna ilişkin bir değerlendiren çıktı
geçenlerde Washington Post Gazetesi’nde.
Kasım ayında ise Başkanlık seçimleri olacak.
ABD Halkı böyle bir durumda Ortadoğu pasif bir siyaset izleyeceği sinyalleri veren Obama’ya değil
asker kökenli- şahin- Cumhuriyetçi McCain’e oy verecektir.
Obama değil de, Hillary Clinton McCain’in karşısında belirirse, bu kez de bir ‘kadın’ bu tür sorunlarla
başa çıkamaz’ diye şartlandırılacaktır Amerikan halkı.
Yani her iki durumda da ABD Başkanlığı için McCain’in şansı daha fazla olabilir.
Ekim ayına dikkat!
Dolayısıyla Türk iç siyaseti de ABD’nin Suriye ve İran’a saldırma hesaplarına göre şekillenebilir.
Zira ABD Türkiye’nin böyle bir durumda yanında olmasını isteyecektir.
Bu arada Türkiye tüm hesaplarını Demokratların kazanacağı ihtimaline göre yaptı.
Ya yine Cumhuriyetçiler yani McCain kazanırsa? Ki bu ihtimal hiç düşük değil.
Bu arada kim gelirse gelsin, ABD Iraktan çekilmenin değil, oradan çekilme-menin yollarını arayacak!181
Bundan beş sene önceden Clinton, Bush’a ateş püskürüyordu!
Eski ABD Başkanı Clinton, bugünkü başkan Bush’a yüklenerek, “Bize karşı çıkan herkesi öldüremeyiz.
Bütün düşman ülkeleri işgal edemeyiz” diyordu.
Eski ABD Başkanı Bill Clinton, bugünkü Başkan George Bush’un dış politikasını yerden yere
vuruyordu. Clinton, Amerika’nın kendisine karşı olan güçlerin tümünü öldüremeyeceğini ya da
hapsedemeyeceğini, tüm düşman ülkeleri de işgal edemeyeceğini söylüyordu.
Clinton, 11 Eylül saldırılarından sonra Bush Yönetimi’nin, “Dünyada herkes bizim yanımızda olmalı.
Aksi takdirde cehenneme gidin” mesajı verdiğini belirterek, ABD’nin er ya da geç dünyanın büyük bölümüyle
181
04.04.2008 / www.gasteci.com
213
işbirliği yapmanın yolunu bulmak zorunda olduğunu vurguluyordu.
ABD’nin, Irak’a askeri harekat düzenlemesine karşı çıkan Almanya ve Fransa’ya karşı aşırı tepki
gösterdiğini söyleyen Clinton, Bush Yönetimi’nin iç sorunlarla dış politikayı bir arada götürme konusunda
güçlükler yaşadığını söylüyordu..
Henry Kissinger Niye Şaşkındı?
Henry Kissinger Washington Post'taki op-ed yazısıyla fikir beyan edince tüm dikkatleri üzerine
topladı. Bunda bir mesaj saklıydı. Kissinger kendisini her zaman ABD emperyal politikasının en
büyük “realist” taraftarı olarak tanımladı. Bununla birlikte muhafazakâr politik kuruluşlardan da çok
fazla uzaklaşmamaya her zaman dikkat etti.
Öncelikle, Pakistan'da Birleşik Devletler'in karşısına çıkabilecek tehlikeleri belirtiyor. Pakistan
ABD için kendi ülkesinde kontrol sağlayamayan ve bu yüzden “uluslararası diplomaside karşısına
sürpriz kart olarak çıkabilecek” bir nükleer güçtür. Bunu herkes bilir, diyor, ama “çaresi yoktur.”
ABD'nin son politikası Müşerref ve sivil nitelikli partilerin koalisyonunu destekler niteliktedir. Bu,
takdire değer bir amaç olsa da işe yarar değildir. Sivil toplumu olmayan bir ülkede seçimler krizi
çözmektense derinleştirir. Seçimler de sıklıkla yanlış kişinin seçilmesiyle sonuçlanır.
Kissinger'a göre Pakistan'da yalnız “feodal” güçler rol oynamaktadır: Sindh eyaletindeki büyük
toprak sahipleri (Butto'nun partisi), Pencap'taki ticaret sınıfı (Şerif'in partisi) ve ordu. Bunlar
arasındaki mücadele Rönesans'ta İtalyan şehir devletleri arasında değişen ittifaklarla süren
mücadeleye benziyor ve “ortak iyi”nin yaratılması amacı güdülmüyor. Ordu sonunda hakemlik
ediyor. Neyin sonucunda? Birleşik Devletler'in siyasal süreci her şekillendirme çabası geri tepmeye
meyilli. “Yaşanan son politik sürecin nereye evrileceği ise görüş alanımızın dışında.”
Evet, Müşerref, Birleşik Devletler için, diğer müttefiklere kötü mesaj verme pahasına
kendisinden ayrı tutamadığı sadık bir müttefik görünümündedir. Fakat aynı zamanda seçimin
sonuçlarıyla başa çıkmak da Müşerref'in görevidir, “bizim” değil. Kısacası, tek başına kalmış birisidir.
Birleşik Devletler yalnızca, “ulusal güvenlik sorunları” denen, nükleer silahların kontrolü ve
teröristlere (İslamî radikallere) direniş sebebiyle Pakistan politikası konusunda endişelenmemelidir.”
Kissinger'ın bu yazısı Amiral Fallon'un Ortadoğu'daki ABD güçlerinin komutanlığından çekilmesiyle
aynı haftaya denk gelmişti. [Fallon], oldukça işitilir bir tonla ve sıklıkla Birleşik Devletler'in İran'a askeri
harekatının “uygulanabilir bir amaç olarak” mümkün olmadığını söylemişti. Başka bir “realist” mi? ABD
Genelkurmay Başkanı amiral Mullen daha ihtiyatlı olmakla beraber aynı şeyi söylüyordu. Selefi General
Pace de aynı şeyi ifade etmişti.
Bush ve Cheney ise gerçekte öyle olmasa da askeri seçeneği masadaymış gibi göstermeye çalışıyor.
Bunun İranlıları korkutacağını İsraillileri yatıştıracağını düşünüyor gibi davranılıyor. Bununla beraber Bush ve
Cheney ne yapabileceklerini ve muhtemelen ne yapmak istediklerini söylediklerinde dahi artık hiç kimsenin
onlara inanmaması gibi bir tehlike seziliyor!
Maço militarizm bugünlerde Birleşik Devletler'in işine yaramıyor. Realizm emperyal bir alternatif olarak
umutsuz bir manevra gibi duruyor. Birleşik Devletler'in Ortadoğu'da yapabileceği başka manevra alanları
tükenmiş görünüyor.
Niye, CIA'de Tarihi Reform Yapılmaktaydı?
CIA, kendisine bağlı tüm birimlerde tarihinin en kapsamlı reformunu yapmaya hazırlandığı söyleniyor.
Örgütün son yayınladığı ve çok eleştirilen İran raporunun da CIA'in eski sisteme bir eleştirisi olarak
değerlendiriliyor. Ama işin aslı şu: CIA Yahudi Lobilerinin hizmetkârı olmaktan çıkarılmaya ve bu yüzden iki
Amerika çatışıyor.
Amerikan Merkezi Haberalma Teşkilatı CIA'in, devrim niteliğinde reform kararları aldığı bildiriliyor.
CIA'ye bağlı 'Standartlar ve Analitik Entegrasyon' eski Müdür Yardımcısı Nancy Bernkopf Tucker, The
Washington Quarterly adlı dergide yayınladığı makalede, örgütün ne tür değişikliklere gittiğini yazıyor.
Yazara göre istihbarat camiasını reforme etme çabaları ABD Kongresi'nde Ulusal İstihbarat Dairesi
214
(ODNI)'nin kurulma kararıyla birlikte başlıyor ve bu yeni yapı sayesinde örgütte yetki ve kaynak dağıtımında
kullanılan geleneksel yollar bırakılıyor.
İlk belirtisi İran raporu
Tucker'in verdiği bilgiye göre, CIA'in en son yayınladığı ve “İran'da nükleer silah bulunmadığını”
belirten rapor, örgüt içindeki değişimin göstergesi ve eski yöntemlerin bir eleştirisi kabul ediliyor. Aynı
zamanda 2005'te yayınlanan İran raporundan da farklı olan 2007 raporu Tucker'e göre “genel istihbarat
camiası kültüründe aksaklıklar olduğunu” gösteriyor. Rapor, eski kavram ve varsayımları yeniden
tanımlarken “varolan bilgi açıklarını ve bilgilerin saydamlık ve kaynaklarını” dikkate alıyor. CIA artık
değerlendirmelerini rast gele hükümlere dayanarak vermek yerine, hükümlere güvenmek için standartlar
koyuyor.
Savaşlar zamansız başlatıldı
Yazar, istihbarat camiasının sesinin istenenden fazla çıkmasını önlemek için, Beyaz Saray'ın giriştiği
zamansız savaşlara dikkat çekiyor. Ve Beyaz Saray'ın 2004 yılında Ulusal İstihbarat Dairesi Başkanlığı için
Bush idaresi dışından birisini atamayı kesinlikle reddettiğini söylüyor. Sovyetler Birliği'nin çöküşünden 2001
saldırılarına kadar Beyaz Saray ve Savunma Bakanlığı, istihbarat camiasının gelişmesine direnme
geleneğini sürdürüyor.
Nitelikli ajan için CIA üniversitesi kurulacak
Yayınladığı makalede Tucker, CIA'de başarılı bir reform için gereken unsurları şöyle sıralıyor: 1- ABD
Kongre üyeleriyle istihbarat birimleri arasındaki ilişki çok daha yazılı (belgeli) hale getirilmeli. Kongre örgüt
harcamaları için muslukları kapatma kozunu kullanırken istihbarat camiası etkili bilgi akışını durdurabilmeli.
2- İstihbarat birimleri üyelerine teorik ve pratik olarak en iyi eğitimi vermek ve herkese eşit imkânlar sağlamak
amacıyla İstihbarat için özel bir üniversite kurulmalı. Özel istihbarat birimleri şemsiyesi altında çalışacak olan
bu üniversite yeni bir kültür ve modern metodolojik yöntemlere göre çalışmalı. Farklı birimler arasında katılım
ve erken analitik ve fikirsel yaklaşımların geliştirilmesini sağlayan programlar uygulanmalı. Çünkü en son
2001 yılında istihbarat birimleri arasında yeterince bilgi alışverişi sağlanamadığı için 11 Eylül saldırıları
gerçekleşmişti.
Tuncay Güney Hem CIA Elemanı, Hem Ergenekoncu, Hem Mossad'cı, Hem İslamcıydı!
Bu kişi acaba ruh sağlığı bozuk bir şarlatan mı, yoksa gerçekten bütün olayların içinde yer almış bir
ajan mı? Kendisini bizzat tanıyanlardan ve Musevi çevrelerden gelen tepkilere göre çok karmaşık bir insandı.
Pek çok İslami cemaat ve tarikatta yer alan, sonra bunlardan ayrılıp gay evliliği yapan ve şu anda Toronto’da
Hahamlıkla meşgul olan Tuncay Güney’le ilgili Faruk Arslan çarpıcı bilgiler içeren yazılar yazdı. Hikayeyi
onun yazısından özetle tekrar okuyalım:
“Mısır hükümeti, Kanada'da çalışan üç Mossad ajanının isimlerini Interpol'e aktarmıştı.
Kahire'de yakalanan Mossad ajanı Mohamed Essam Ghoneim el-Attar'ın verdiği 3 isim Türkiye ve
İsrail vatandaşı olan Daniel Levi, Kemal Kosba ve Tuncay Bubay. El Attar'ın söylediği isimler sanırım
aslında tek şahıstı. Dört veya fazla müstear isim kullanan Tuncay Özbey (Daniel Levi), “derin
devlet”imizin 28 Şubat sürecindeki “muhbirler”inden, Veli Küçük'ün ekibinden bir Türkiye ve İsrail
vatandaşıydı. İşte bu Tuncay Güney olarak bilinen şahıstı.
Üç yılını hapiste geçirmemek için 2001'de Mısır'dan Türkiye'ye kaçtığından beri Mısır
istihbaratının takibinde olan El Attar, Mossad'a çalışmak istediğini bildirince, İstanbul'da Mossad
elemanı Daniel Levi ile tanıştırılmış ve nasıl istihbarat toplayacağı öğretimi almıştı. Mossad onun
hesabına 56 bin üç yüz dolar para çıkarmıştı. Interpol'un kafası karışmasın, üç isimde aynı kişi
olabilir; Kanada'da kullandığı isim Daniel Levi, Türkiye'de ise Tuncay Özbey'di (Güney). Kanada
istihbaratı Daniel Levi'yi yakından tanıyor. Levi, 11 Eylül saldırısından sonra Kanada'ya iltica etmiş
veya özel görevle gönderilmiş bir Mossad elemanı veyahut gerçekten istihbarat örgütleri arasında
kalmış mağdur bir insandı. Türkiye'de kalsa ortadan kaldırılacağına inanmaktaydı. Kanada hükümeti
zaten bu nedenle iltica talebini kabul etmiş. Mahkemede Veli Küçük ekibiyle Mossad ve CIA
215
üçgeninde 28 Şubat sürecinde neler karıştırdıklarını en ince ayrıntısına kadar anlatmıştı. Ermeni
lobisiyle dirsek temasında Türkiye aleyhine çalışmaktaydı.
Faruk Arslan devam ediyor: “İstanbul Üniversitesi'nde öğrenciydi ama asla mezun olamadı. Milliyet,
Sabah gibi gazetelerde servis haberleri çıkmış bir gazeteciydi ama asla sürekli kalamadı. İstanbul
Müftülüğü'ne gidip numaradan kelime-i şahadet getirdi Müslüman olmuş göründü; ama asla İslamlaşmadı.
Pek çok sure ezberinde ve Kur'an'ı tecvidiyle mükemmel okuyabiliyordu; ama asla kalbine inmedi, inanmadı.
Tarikatlara sokularak içyapısı ve çıkartılacak fitneler hakkında istihbarat toplatıldı; ama asla tarikatların
Türkiye'de tehlikeli olduğuna inanmadı.
JİTEM mensubu olarak Veli Küçük'ün ekibinin emrinde örtülü operasyonlara katıldı ama asla
Türkiye'ye hizmet yapmadı.”182
ABD'nin İran Saldırısı İçin Geri Sayım Başladı mı?
Şimdi, ABD Irak'tan sonra İran'a da saldırı hazırlığındaydı. Şok iddiayı Cheney'in Ortadoğu
turunu izleyen “US News” dergisi yazdı. Dergiye göre 'İran için geri sayım başlamıştı.
Amerika'da haftalık olarak yayımlanan “US News and World Report” dergisi ABD'nin İran
saldırısının yaklaştığını pekiştiren altı işaret olduğunu vurguladı:
1- ABD Ortadoğu Kuvvetler Komutanı Amiral William Fallon'un istifası,
2- ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney'in Ortadoğu şeytanlığı,
3- ABD savaş gemilerinin Lübnan sahillerine doğru yol alması,
4- İsrail Cumhurbaşkanı'nın İran'a karşı yapılacak herhangi bir müdahalede ülkesinin yalnız
olmayacağıyla ilgili açıklamaları,
5- İsrail savaş uçaklarının birkaç ay önce Suriye'de Deyr ez-Zor bölgesinde bir askeri tesise
yaptığı hava saldırısı ve
6- 2006 yazında İsrail'in Lübnan'a saldırması.
TimeTurk.com'un haberine göre, “Nükleer programını durdurması amacıyla İran'a karşı
girişilecek askeri bir operasyona karşı çıkan tek muhalif ses” olarak nitelendirilen Fallon'un
istifasının ardından Amerikan medyasında ABD'nin İran'a askeri bir saldırıda bulunacağına dair
haberler yeniden artmaya başlamıştı.
ABD Yönetimi: askeri seçeneğe karşı çıkan Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Savunma Bakanı
Robert Gates, Merkezi Haber alma teşkilatı CIA Başkanı Michael Hayden ve Ulusal İstihbarat Dairesi
Başkanı Mike McConnell çizgisiyle; askeri seçeneğin masada kalması gerektiğini savunan Başkan
Yardımcısı Dick Cheney, Savunma Bakan Yardımcısı Eric Edelman ve Başkanlık Danışmanı Eliot Abrams
çizgisi arasında ikiye bölünmüş durumdaydı.
Fallon'un İstifası
Birinci işaret Fallon'un istifasıdır. Gazeteye göre İran'a karşı nasıl davranılacağıyla ilgili
Fallon'la ABD Yönetimi arasında Fallon'un “Esquire” dergisine verdiği demeçte Başkan Bush'un
İran'a karşı yürüttüğü siyasete karşı olduğunu açıklaması ve ABD'nin Irak'taki kuvvetleri komutanı
Petraus'la anlaşamadığını açıklamasından sonra görüş ayrılığının çıkması ilk işaret sayılıyor.
Dergi Amiral Fallon'u “nükleer programını durdurması için İran'a karşı girişilecek bir askeri
operasyona karşı çıkan tek muhalif ses” olarak nitelendirmişti. Böylece önümüzdeki ocak ayında
görev süresi dolacak olan Bush yönetiminin giderayak İran'a karşı yapılacak askeri bir operasyona
karşı ABD yönetiminin tutumuyla ilgili birçok soru işaretinin oluşmasına neden oldu.
Cheney'in Ortadoğu Seyahati
Derginin iddiasına göre her ne kadar ziyaretin amacı Filistin-İsrail barış görüşmeleriyle ilgili olduğu
açıklansa da Cheney Umman Sultanlığı'yla Suudi Arabistan'ı da ziyaret ediyordu.
Dergiye göre Cheney'in Umman ziyaretinin önemi, Amerikan savaş gemilerinin lojistik üssünün burada
182
04.04.2008 / Yeni Şafak
216
bulunmasından kaynaklanıyor. Ayrıca Umman petrol geçiş güzergâhı olan Hürmüz Boğazının diğer yakasını
temsil etmektedir. ABD'yle savaş esnasında İran'ın bu boğazı kapatarak batıya giden petrolü kesmesi
bekleniyor.
Gezinin Suudi Arabistan durağının önemi ise İran'a karşı girişilecek herhangi bir askeri müdahalenin
Suudi Arabistan'ın desteğinden yoksun olamayacağından kaynaklanıyor. Cheney bu ziyaretinde, İran'ın
savaştan sonra Hürmüz Boğazını kapatarak batıya giden petrol yolunu kesmesi halinde Suudi Arabistan'dan
günlük petrol üretim kapasitesini artırması için bu ülke yetkililerinden onay koparmaya çalışıyordu. Cheney'in
Türkiye ziyareti de İran’a destek arayışı şeklinde yorumlanmıştı.
ABD Savaş Gemilerini İran İçin Akdeniz’e Kaydırması
Dergi İran saldırısına katılacak olan İsrail savaş uçaklarına servis sunmak ve savaş esnasında
İsrail'e yönelecek İran füzelerini savuşturmak için bu gemilere ihtiyaç duyulacaktır, diyor. Ayrıca
Lübnan ve Güney Lübnan üzerindeki İran-Suriye işbirliğini kontrol altında tutmak (örneğin savaş
esnasında Hizbullah'ın olası hareketlenmelerini)
Dergi bu iddiasına kanıt olarak “USS Cole” savaş gemisinin yerini alan “USS Rose” isimli
Amerikan savaş gemisinin hava saldırılarına karşı savunma sistemiyle donatıldığını gösteriyor.
Perez'in Açıklamaları
Perez Fransız Le Figaro gazetesine verdiği demeçte İran'ın nükleer bomba elde etmesini engellemek
için İsrail'in yalnız başına hareket etmeyeceğini söyledi. Perez gazeteye verdiği demeşte şunları söylemişti:
“Bu hiçbir şartta olmayacaktır. İsraili İran tehlikesiyle karşı karşıya bırakacak kadar ahmak değiliz.”
Perez'e göre “Bu tüm dünyanın halletmesi gereken bir problemdir.İran'ın geliştirdiği uzun menzilli
füzeler sayesinde mesele sadece İsrail'in meselesi olmaktan çıkmıştır.”
Ancak Perez “ekonomik yaptırımlar İran'ı nükleer programını durdurmaya ikna etmekte başarısız
olursa askeri olmayan seçeneklerin tükendiğini söyleyebiliriz” diye ekliyor.
İsrail'in Suriye'ye Yaptığı Hava Saldırısı
Beşinci işaret olarak dergi geçtiğimiz Eylül ayında İsrail'in Suriye'nin Deyr ez-Zor bölgesinde
askeri bir tesise hava saldırısında bulunmasını gösteriyor. Amaç Suriye radarlarının elektronik
sisteminin yeterince çalışıp çalışmadığını kontrol etmekti. Zira İran'a saldıracak olan İsrail savaş
uçakları bombalanan mevkinin üstünden geçecek. Çünkü İran'a ulaştıracak en kısa ve en güvenli
hava koridoru bu koridordur. Zira İran'ın kuzeyinde Tahran yakınlarında yer alan nükleer tesislerin
bulunduğu mevkiye ulaştıran bu koridor ABD ve İsrail'e müttefik Irak Kürdistan'ı üzerinde
geçmektedir.
İkinci Lübnan savaşı
Derginin öne sürdüğü altıncı işaret İsrail'in Lübnan'a 2006'da yaptığı saldırıdır. Gazete bu
hususta savaşın asıl gayesinin İranla bir savaş çıkması halinde kullanılmasını Hizbullah'ın elinde
bulundurduğu füzeleri kullanmasını engellemek ve bu füzelerin tahrip gücünü azaltmak amacıyla
Hizbullah'ı Litani nehrinin kuzeyine defetmek olduğunu söylüyor.
Amerika’nın iflası
ABD Cumhuriyetçi Parti adayı Ron Paul: “İmparatorluğu yürütmek için paramız yok”
George W. Bush'un partisi Cumhuriyetçi Parti'nin başkan adaylarından Ron Paul şöyle diyor "Stop
Dreaming-Rüya kurmayı bırakın!" Paul, felakete gidişin önlemi olarak emperyalizmden vazgeçmeyi öneriyor.
ABD'nin çöküşe gittiğini söyleyen Paul, "imparatorluğu yürütmek için paramız yok, artık polis olmak zorunda
değiliz" diyor. İşte ABD'de bir başkan adayı.
ABD'de "Mortgage Krizi"nin tetiklediği ekonomik kriz derinleştikçe çalkantılar artıyor. 1 trilyon dolara
giden Mortgage zarar dalgasının dünyayı ne kadar daha vuracağı kestirilemezken, ABD içinde daha krizin
bile tanımlanamadığı görülüyor. Sorunu kavrayabilenler, bu krizin yalnızca finansman dopingleri ile
düzelemeyeceğine ve yayılarak derinleşeceğine inanıyorlar. Uzmanlara göre, bütün banka sistemi dondu.
Bankalar, kontrolsüz bir şekilde giderek büyüyen bir borca batırıldı. Bankaların da diğerleri gibi ABD'de
217
başlayan kredi çöküşünü kestirememesi nedeniyle ekonomi yavaşladı, kimsenin ödünç verecek parası
kalmadı, borçluların borçları alacaklıların üzerine yıkıldı.
CFR Başkanı: ABD'nin tek kutupluluğu sona erdi
İşte bu gerçeği her yerde söyleyen Cumhuriyetçi aday Ron Paul, felakete gidişin önlemi olarak
emperyalizmden vazgeçmeyi öneriyor. Aslında bunları söyleyen yalnızca Ron Paul değil. Irak'ta yitirdikleri
evlatlarının acısını iktidar kapısını aralamak için kullanan Demokrat Parti başkan adayı Hillary Clinton da
yaptığı bir konuşmada yaşananların küresel ekonomik kriz olduğunu söyledi. Barack Obama, Irak'tan asker
çekmeyi savunuyor. CFR Başkanı Richar Haass, Financial Times'da yayınlanan "Amerikan Egemenliğinin
Yerini Ne Alacak?" başlıklı yazısında yeni güçlerin yükselişini önleyemeyen ve izlediği politikalarla kendi
küresel konumunu zayıflatan ABD'nin tek kutupluluğunun sona erdiğini kabul ediyor.
"Bölüşümü düzenlemeliyiz"
"Söyledikleriniz partinizin söylemleriyle uyuşmuyor. Yanlış bir partide yer aldığınızı düşünmüyor
musunuz?" şeklindeki alaycı sorularla karşılaşan Paul, her yıl kazancının bir kısmını hazineye bağışlayan ve
1960'larda hava kuvvetlerinde görev yapan milliyetçi bir Amerikalı. Paul'a göre yaşanan krize yapılan
müdahaleler yangına körükle gitmekle aynı anlamda. Çünkü bölüşümü düzeltmeden para basmak yoksuldan
daha fazla vergi almakla eş. ABD'de önemli bir kesim gibi o da Afganistan ve Irak savaşı nedeniyle
milyarlarca dolar zarara uğradıklarına inanıyor. Ron Paul'e göre küresel kriz, dünya çapında bir çöküşü
getirecek boyutta. Değerini yitiren dolar karşısında aşırı değerlenen Euro nedeniyle AB de vurulacak.
Federal Reserve Bank'ın dolaşımdaki Amerikan dolarının ne kadar olduğunu bilmediği öne sürülüyor. Bu
yüzden kriz kontrolsüz bir yönetimle geldi. Gerçek şu ki finansal derinlik daha fazla ama dolaşımdaki para az.
ABD'de resesyon en son 16 yıl önce yaşandı. Wall Street'de yaşananlardan sonra, basitçe
durağanlıktan etkilenmeyecek kurumlara para yatırılma önerisi o zaman işe yaramıştı. Ama şimdiki kriz farklı
bir yapıda ve makro ölçekte. Uzmanlar benzer bir durumun 1. Dünya Savaşı öncesi dönemde 1913'de de
yaşandığını söylüyor.
Paul: Jandarmalıktan vazgeçelim
Teksas 14. bölge Victoria Freeport adayı olan Ron Paul şöyle diyor, "İmparatorluğumuz düşüşe geçti.
Artık dünyanın jandarmalığını yapmaktan vazgeçelim. Deniz aşırı ülkelerdeki askeri operasyonların yıllık
bedeli 1 trilyon dolar. Daha fazla para basmak daha çok batağa batmak anlamına geliyor. Para da
basamayız. Yaptığımız operasyonların getirileri tartışılır ve biz bu operasyonları anayasadan uzaklaşarak
yaptık. Anayasamızda Irak'a Özgürlük Getirme Operasyonu'nda olduğu gibi 'önleyici vuruş' diye bir kavram
da yok... Amerikan ordusunun subayları arasında yapılan bir ankette personelin yüzde 82'si Irak'ı işgal
ettiğimiz dönemdeki güçlü ordunun zayıfladığına inanıyor"
Paul'un "İmparatorluğu yürütmek için paramız yok, artık polis olmak zorunda değiliz" sözlerine karşı
çıkan Hillary Clinton, "Usame Bin Ladin" tişörtleri ile Başkanlık seçimleri öncesi propaganda yaparak
toplumun terör korkusunu körüklüyor.
"Terörizmi biz kışkırttık"
"11 Eylül'ü yaratan teröristlere fırsat mı verelim! Bunu mu istiyorsunuz? Yoksa şehitlere hiç mi saygınız
yok?" suçlamasına karşı duran Ron Paul "Biz kışkırttık terörizmi. Bakın CIA ne diyor. 'Dünya ABD'den nefret
ediyor. Tiksiniyor. Bu sizin politikalarınızın eseri" diye yanıt veriyorlar.
Paul'e göre, ABD'nin resesyonunun ve küresel krizin arkasında bir felsefe problemi yatıyor.
Kapitalizmin ve emperyalizmin temelinde var olan bir problem! ABD'nin borcu yakında 3 trilyon dolar olacak.
ABD, açığı kapatmak için her yıl çift haneli rakamlarla büyümek zorunda. Bu ise olanaklı değil. Federal Bank,
mortgage krizinin yarattığı etkiyi tedavi etmek için piyasaya 200 milyon dolar para enjekte etti. Ama bu da işe
yaramadı. Irak'tan çekilmeyi savunan Paul, "Her gün 3 milyar dolar sermaye girişine muhtaç olduğumuz bir
ortamda başka nasıl ayakta kalınabilir ki?" diye soruyor ve Savaş Partisi'nin tüylerini diken diken ediyordu.
Cumhuriyetçi aday Ron Paul şöyle diyor, "Irak'tan derhal çekilelim. Bu kirli savaşı sona erdirelim. Her
gün ortalama yitirdiğimiz 100 canı geri kazanalım. Tüm ülkelerle dost olalım ve barışı destekleyelim.
218
Vietnam'da olduğu gibi 60 bin insanımızı yitirmeyi mi bekleyeceğiz? Hesapsızca savaşa girmemeliydik. Biz
10 yıl Irak'ı bombaladık da ne oldu? Amerikalıların çoğunluğu savaşı istemiyor. Bu kirli savaşlar Hıristiyanca
da değil. Dine aykırı olduğu kadar anayasamıza da aykırı. Bu denli aykırılık ise Tiranlara yakışır. Para
basıyorsunuz, fakirin yaşamını daha da zora sokuyorsunuz. Federal Rezerv Bankasını da kaldırmalı.
Böylece Amerikan dolarını daha iyi koruyabiliriz. Biz gerçek bir serbest piyasa ekonomisi yaratmış olsaydık
böylesi bir dünya olur muydu. Bu kadar göçmen ortaya çıkar mıydı? Bu kadar aç kalır mıydı?" diyor. 183
Petersburg’da Rusya-NATO ilişkileri konferansı
“ABD, uluslar arası hukuku hiçe sayıyor”
Konferansın ikinci oturumunda, İÜ Hukuk Fak. Araştırma Görevlisi Mehmet Perinçek, "BOP ve
NATO'nun Yeni Misyonu" başlıklı bir tebliğ sundu. BOP'un Washington tarafından hazırlanış sürecine ve
belgelerine değinen Perinçek, ABD'nin bütün Avrasya'yı hedef aldığını ve eski müttefikleri olan yeni
rakiplerini kontrol altında tutmayı amaçladığını vurguladı.
Petersburg Devlet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Fakültesi, Petersburg Amerikan ve Hollanda
Başkonsoloslukları ile NATO'nun Moskova temsilciliği tarafından 18 Nisan'da "Bükreş'teki NATO Zirvesi ve
Rusya-NATO İlişkileri" başlıklı bir konferans düzenlendi. Rusya ve NATO ülkelerinin resmi temsilcilerinin,
bilim adamlarının tebliğ sunduğu konferansta İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve inkılap Tarihi Enstitüsü
Araştırma Görevlisi Mehmet Perinçek de bir konuşma yaptı.
Konferans'ın açılış konuşmalarını Petersburg Üniversitesi Rektörü Prof. N. M. Kropaçev, ABD
Başkonsolosu A. Mary Kruger ve Hollanda Başkonsolosu Eduard Hoeks'in gerçekleştirdikleri. "NATO Bükreş
Zirvesi ve Sonuçları" başlıklı birinci oturumun başkanı üniversitenin Rektör Yardımcısı ve Uluslararası İlişkiler
Fakültesi Dekanı Prof. K. K. Xudoley üstlenirken, "Uluslararası Güvenlik Alanında Rusya-NATO İşbirliği'nin
Sorunları" başlıklı ikinci oturumun başkanlığını ise Varşova Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Enstitüsü
Müdürü Prof. Edward Halizak yaptı.
Rusya için de "Irak bahaneleri"
Rusya Federasyonu Savunma Bakanlığı Uluslararası Askeri İşbirliği Genel İdaresi Müdürü V. B.
Federov, yaptığı konuşmada özellikle Rus-Amerikan ilişkilerindeki sorunlara değindi. Emekli General
Federov, NATO'nun genişlemesinden ve özellikle Gürcüstan ve Ukrayna'nın NATO aday üyeliğinden
Rusya'nın duyduğu rahatsızlığı dile getirdi. Bu temelde Gürcüstan ve Ukrayna'nın silahlandırılacak olmasının
Rusya'nın milli çıkarlarıyla doğrudan bağlantılı olduğunu dile getiren Rus yetkili, gelişmelerin bu şekilde
seyretmesi durumunda Rusya-NATO arasında ortak çalışma imkanının kalmayacağının altını çizdi. Federov,
ayrıca Ukrayna vatandaşlarının yüzde 70'inin NATO üyeliğine karşı çıktığına da işaret etti.
Savunma Bakanlığı üst düzey yetkilisi Federov, NATO'nun Doğu Avrupa ülkelerinde kurmak istediği
füze savunma kalkanı projesine de değindi. ABD'nin kitle imha silahları bahanesiyle Irak'a saldırdığını, ancak
savaş sonrasında bahanelerin hiçbirinin gerçek olmadığının ortaya çıktığını, ABD'nin şimdi de Rusya'da
füzeler olduğu bahanesiyle bu projeyi geliştirdiğini belirtti.
Federov, Rusya'nın Batı'da hep masaya oturulmayacak ülke olarak görüldüğünü ifade ettikten sonra
"Evet, milli çıkarlarımıza tehdit söz konusu olduğunda asla masaya oturmayız" dedi. Federov, ayrıca
Medvedev'in devlet başkanı olmasıyla birlikte Rusya'nın dış politikasının değişmeyeceğini ve son dönemde
izlenen kararlı çizginin sürdürüleceğini vurguladı.
"Dünya krizinin eşiğindeyiz"
Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanlığı Avrupa İşbirliği Dairesi Müdürü S. A. Ryabkov da ABD'ye
yönelik sert eleştirilerde bulundu. Ryabkov, ABD'nin uluslararası hukuku yok sayarak askeri güç kullandığını
ve bunun Rusya'yı kaygılandırdığını ifade ederek, Rusya ve NATO arasındaki problemlerin keskinleştiğinin
altını çizdi. Rus dışişleri yetkilisi Ryabkov, Federov'la aynı fikirde olduğunu, Rusya'nın milli güvenliği söz
konusu olduğunda asla taviz vermeyeceğini bir kez daha yineledi.
183
Kemal Evcioğlu / 4 Mayıs 2008 Aydınlık
219
Son dönemde uzun yıllar NATO'nun genel sekreter yardımcılığını yapmış olan A. M. Rizzo, Rus
yetkililerin bu konuşmalarının ardından NATO-Rusya arasındaki çelişmelerin üzerini örtmeye çalıştı.
İtalyan yetkili, artık yeni bir döneme girildiğini, stratejik limanlara, bölgelere ihtiyaç kalmadığını, artık
ortak çalışma ve işbirliği çağında yaşadığımızı söyledi.
Petersburg Devlet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Fakültesi öğretim üyesi Prof. V. P. Ostrovskiy,
konuşmasına Gumilyev'den alıntıyla başladı. Günümüz dünyasına teleskopla bakıldığındı korkunç bir şeyle
karşılaşılmadığını, ancak mikroskopla inceleme yapıldığında büyük sorunların görülebileceğini belirtti. Dünya
krizinin eşiğinde olduğumuza dikkat çeken Ostrovskiy, soğuk savaş nostaljisinin canlandığını ifade etti.
Tartışma bölümünde söz alan Gürcü resmi yetkilisi Rus yetkililere itirazlarda bulunurken, Gürcistan'ın
Avrupa'ya ait olduğunu ve hep Avrupa'ya ait kalacağını ifade etti.
Mehmet Perinçek, BOP'u anlattı
Konferansın ikinci oturumunda "Büyük Ortadoğu Projesi ve NATO'nun Yeni Misyonu" başlıklı bir tebliğ
sunan İstanbul Üniversitesi Araştırma Görevlisi Mehmet Perin-çek, konuşmasına BOP'un, Washington
tarafından hazırlanış sürecine ve belgelerine değinerek başladı. Özellikle BOP'un iki yönü olduğunu
vurguladı. BOP, özellikle Ortadoğu ve Kuzey Afrika olmak üzere bütün Avrasya coğrafyasını hedef almışken,
ABD, bu proje çerçevesinde eski müttefikleri olan yeni rakiplerini de kontrol altında tutuyordu.
BOP'un iki ayağa sahip olduğunu, bunlardan birinin "Büyük İsrail", diğerinin ise "Büyük Kürdistan"
olduğunu hatırlatan Perinçek, bu temelde Türkiye'nin BOP çerçevesinde karşı karşıya olduğu tehditleri
sıraladı ve Kuzey Irak ve Kıbrıs konularını işledi, ayrıca Kuzey Irak-Kuzey Kıbrıs çizgisinin sadece
Türkiye'nin değil bütün Avrasya'nın güvenliği meselesi olduğuna işaret etti. Ardından BOP'un ikinci işlevini ve
NATO'nun yeni misyonunu şöyle tanımladı: "BOP'un ikinci işlevi ise, ABD'nin kendi 'müttefiklerini' denetleme
aracı olmasıdır. NATO, projeye göre, yeni tehdit kavramına göre yeniden yapılandırılacaktır. NATO, İkinci
Dünya Savaşı'ndan sonra sosyalist bloka karşı kurulmuştu. Diğer bir yönüyle de ABD'nin bugün rakipleri
haline gelen 'müttefiklerini' denetleme aracıydı. Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından NATO işlevini
yitirdi. Bu durumda ABD, tek kutuplu dünya iddiasını sürdürmek için kendi belirlediği yeni bir 'ortak tehdidi'
eski 'müttefiklerine' de dayatmaktadır.
"ABD, BOP çerçevesinde geliştirdiği bu yeni 'ortak tehdit' kavramı sayesinde bir yandan Ortadoğu'yu
denetlerken, öte yandan rakiplerini de kendi dünya egemenliği projesine koşmaktadır. Böylece ABD,
'müttefik' diye nitelediği rakiplerinin ayrı baş çekmelerini engellemek ve onları dizginlemek peşindedir.
ABD'nin NATO temsilcisi Nicholas Burns, 19 Ocak 2003 tarihinde Prag'da yaptığı konuşmada bu hedefi
dillendirmektedir. NATO'nun hedefi, artık Büyük Ortadoğu'dur ve askeri gücü Doğu ve Güney'e
konuşlandırılmalıdır. NATO'nun geleceği krizlere el koymak ve yanıt vermektir. Bu, Avrupa ve Amerika için
tehdit oluşturan Orta ve Güney Asya'da, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da yer alan ülkelerde yapılacak
operasyonlar şeklinde olacaktır."184
 AMERİKA CAN ÇEKİŞİRKEN, ASYA’NIN DİRİLİŞİ
İran’a müdahaleye karşı çıkan Oramiral William Fallon, görevinden istifa ediyor!
ABD’nin İran ve Irak’ın da yer aldığı Yakın Doğu bölgesinden sorumlu Merkez Komutanlığı’nın
(Centcom) Komutanı Oramiral William Fallon, görevinden istifa edip ayrıldı. Oramiral Fallon, Kongre’deki bir
konuşmasında terör örgütü PKK ile bir çeşit uzlaşmanın gerektiğini ileri süren sözleri yüzünden Türkiye’de
gündeme gelmiş ve tepki toplamıştı. Oramiral Fallon, Esquire dergisinde yayımlanan, “ABD’nin, İran’a karşı
askeri çözüme başvurma eğilimine karşı çıkan tek ses” olarak tanımlanmıştı.
Bu gelişmeden hareketle Washington’da, Fallon’un İran konusunda Başkan George W. Bush’un
politikasına karşı çıktığı için görevden ayrıldığı yorumları yapıldı. Fallon’un istifasını Savunma Bakanı Robert
Gates açıkladı.
184
4 Mayıs 2008 Aydınlık
220
‘Tilki’nin istifası savaş getirir mi?
Amiral William Fallon... Amerikan ordusunda ‘Tilki’ olarak tanımlanan ülkenin yetiştirdiği en yetkin
kurmaylardan biriydi...
Son görevi, Amerika Birleşik Devletleri’nin en hassas komutanlığı olarak bilinen, Ortadoğu ve Asya’yı
kapsayan Birleşik Devletler Merkez Komutanlığı (CENTCOM)’un en üst kademesiydi...
Bu komutanlığın Amerikan stratejisi açısından önemini örnekleyelim: Irak Savaşı’nı ve Afganistan
müdahalesini bu komutanlık yürüttü. Görev alanı içinde Suudi Arabistan, Azerbaycan veya Kazakistan petrol
alanlarının güvenliğini sağlamak da var, yarın bir gün İran’a savaş açıldığında o savaşı yürütmekti görevi...
Amiral ‘Tilki’ Fallon, geçtiğimiz günlerde, Türkiye’nin PKK ile mücadelesini izleyen bir komutan olarak
(Çünkü Irak’ın kuzeyi de onun yetki alanında, yani günlük istihbaratı onun kurmaylarından alıyoruz) bir gün
bu örgütle siyasi mutabakat sağlaması gerektiğini belirterek bir hayli tepki de almıştı...
İstifa etti...
İstifa nedeni, tabii ki, bizimle ilgili söyledikleri değil...
Amiral ‘Tilki’ William Fallon, Bush yönetiminin İran’a dönük muhtemel askeri müdahalesine net bir
şekilde karşı çıkan, bu tür bir askeri müdahalenin çok ağır sonuçları olacağını savunan bir kurmaydı...
İstifanın aynı zamanda, tam, bütün dünyanın, ‘gizli bir İran-Amerikan anlaşması’ndan söz etmeye
başladığını rastlaması daha da önemli...185
Ahmedinejad, Irak’ta Ne Arıyor?
İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad'ın Irak ziyareti sonunda gerçekleşti. Irak Dışişleri
Bakanlığı Ahmedinejad'ın, Devlet Başkanı Celal Talabani'nin ziyaret davetini kabul ettiğini söylemişti.
Ahmedinejad, İslam devriminden beri Irak'ı ziyaret eden ilk İranlı liderdi. Büyük oranda Şii nüfusa sahip olan
İran ve Irak, 1980'li yıllarda 8 yıl boyunca savaştı. İran-Irak savaşında 1 milyona yakın insan öldü. ABD'nin
2003'te Irak'ı işgal ederek Saddam Hüseyin'i devirmesinden sonra Irak yönetiminde Şiilerin güçlenmesiyle iki
ülke arasındaki ilişkiler hızla gelişti. Irak Devlet Başkanı Celal Talabani ve Başbakan Nuri El Maliki, İran'ı
birkaç kez ziyaret etmişlerdi.
ABD ile görüşme kime yarıyor
Bu arada, İran ve ABD arasında Irak'ın güvenliğine ilişkin dördüncü görüşmenin de yapıldığı
belirtildi. İran Dışişleri Bakanlığından adının açıklanmasını istemeyen bir yetkili, Öğrenci Haber
Ajansı'na (ISNA) yaptığı açıklamada, görüşmelerin şekli konusunda anlaşıldığını, ancak katılım
düzeyi konusundaki görüşmelerin sürdüğünü söyledi. ABD İran'ı, Irak'taki güvenliği bozmak ve Şii
direnişçileri desteklemekle suçluyor. Irak'ta güvenliğin sağlanmasını desteklediğini ifade eden
Tahran yönetimiyse iddiaları kabul etmiyor. Aralarında, 1979 İslam devriminden sonra yaşanan
büyükelçilik baskınından beri diplomatik ilişki bulunmaya iki ülke arasında ilk görüşme, geçen yıl
mayıs ayında yapılmıştı. ABD ve İran yetkilileri 28 yıl aradan sonra bir araya gelmiş ve iki ülkenin
Bağdat büyükelçileri şimdiye kadar üç kez Irak'taki güvenlik konusunu görüşmüştü. Kafalara takılan
soru şuydu: Bush Amerikası İran’a vurmaya hazırlanırken, Ahmedinejad, Irak’ta hangi Amerika’nın
kuklalarıyla kucaklaşıyordu?
Bor rezervimiz iştah kabartıyor!
BOR kaynakları açısından dünyanın en zengin ülkesi olan Türkiye, çok uluslu şirketlerin kıskacında
bulunuyor. Meclis ise enerjiden tarıma, tıptan astronomiye kadar çok farklı alanlarda stratejik önemi bulunan
bu konuyu araştırmaya hazırlanıyor. MHP, konuyla ilgili bir araştırma önergesi verdi. Eğer önerge kabul
edilirse, potansiyel olarak liderliği elinde bulunduran Türkiye'nin, rafine üretim konusunda da birinciliğe
yükselmesi için neler yapılması gerektiği tespit edilecek. Önergenin gerekçesinde, çok uluslu şirketlerin tarih
boyunca bu varlık üzerinde etkili olabilme düşüncesinin bulunduğu vurgulanırken, özelleştirmenin
sakıncalarına işaret ediliyor.
185
Adanan Zentürk / Star / 13.03.2008
221
Araştırma önergesinde, "Borun, ülkemizde estirilen özelleştirme adı altında yabancılaştırma rüzgarına
dahil edilmemesi, ülkemizin bor hammaddesinde liderliğinin rafine bor üretimi alanına da taşınması için neler
gerektiğinin tespiti amaçlanmaktadır" deniliyor.
Türkiye'nin yüzde 72'lik pay ile bor ve bor kaynakları açısından dünyanın en büyük ülkesi konumunda
olduğu vurgulanıyor. Buna karşın dünya bor piyasasından alınan payın düşüklüğüne işaret edilerek, payının
artırılmasının rafine ürünlerin geliştirilmesi ile mümkün olacağının altı çiziliyor.
Borun ikame edilemeyen bir kullanım alanına sahip olduğu da belirtilirken, bu mineralin kullanım
alanlarına işaret ediliyor. Gerekçede, otomobil ve uçak camlarından kayak malzemelerine ve tenis
raketlerine, çeşitli darbelere karşı koruyuculardan, telefon ve bilgisayar ağlarında geniş bir kullanım alanı
bulan fiber optik kablolara, LCD ekranlar ve mikroçip üretiminden otomobil motorlarına, uydulardan farklı
uzay araçlarına, uçak, helikopter ve diğer zırhlı araçlardan silah yapımına kadar Bor kullanıldığına dikkat
çekiliyor.
Borun kullanıldığı sektörlere de vurgu yapılarak, 250 ayrı sektörün bundan yararlandığı hatırlatıldı.
Borun, kanser tedavisinde, psikiyatride ve menopoz tedavilerinde kullanıldığı, parfümeri malzemelerinden
temizlik ürünlerine kadar çeşitli yerlerde değerlendirildiği hatırlatılıyor. Tarım sektöründe gübre üretiminde
kullanılan bu mineralden, nükleer atıkların depolanmasında da yararlanılıyor. Tekstilde, nişastalı
yapıştırıcıların ayarlanmasından ağır metallerin sulardan temizlenmesine kadar önemli işlev gören Bor,
tekne, yat gibi deniz ulaşım araçlarının imali ve inşasında, mücevhercilikte kullanılıyor.
Araştırma önergesinde, bor piyasasının, aralarında Eti Holding'in de bulunduğu birkaç firmanın elinde
olduğu hatırlatılırken, şöyle deniliyor:
"Avrupalı öğütücü ve nihai kullanıcılar ile dünya bor piyasasını belirleyen çokuluslu şirketler tarih
boyunca bu varlık üzerinde etkili olabilme düşüncesinde olmuşlardır.
Yabancıların hâkimiyet planı
Eti Holding'i bünyesine katarak çok uluslu bir şirketin bor piyasasındaki hakimiyetini tam anlamıyla
pekiştirecek
tekelleşme
arzusunun,
son
dönemde
ülkemizde
estirilen
özelleştirme
adı
altında
yabancılaştırma rüzgârına dahil edilmemesi, ülkemizin bor hammaddesinde liderliğinin rafine bor üretimi
alanına da taşınması için neler gerektiğinin tespiti amacıyla Meclis araştırması açılmasını arz ederiz"
deniyor. Ama maalesef AKP zaten dış güçlere hizmet için hükümete getirilmiş bulunuyor, MHP ise ona yedek
lastiklik yapıyor.
İran’ın eski Dışişleri Bakanı Velayeti’nin danışmanı Prof. Asgar Ferdi:
Bizde AKP hükümetine yakın Müslüman gözüyle bakılmıyor!
Aydınlık’tan Ercan dolapçı önemli bir röportaj gerçekleştirmişti.
Prof. Asgar Ferdi. Tahran Üniversitesi uluslararası ilişkiler hocası. Eski Dışişleri Bakanlarından Ali
Ekber Velayeti'nin Türkiye ve Kafkaslar danışmanı. Evinde yaptığımız sıcak sohbete Nazım Hikmet ile
başladık, Mustafa Kemal ve. Humeyni ile devam ettik. Mehmet Akif ve şiirleriyle son buldurduk. Ferdi,
Mehmet Akif hayranı ve şiirlerini su gibi biliyor. Tabii Asgar Ferdi'yle sadece şiir konuşmadık.
 İran’dan, Türkiye, bölge ve politikalar nasıl görülüyor?
Ferdi- Bizim için önemli olan genel politikada ve dış siyasette emperyalizm yanlısı veya
antiemperyalist olmaktır. Herhangi bir rejim herhangi bir iktidar herhangi mikyasta veya çapta
ABD'ye uzak olursa bu tabiatıyla bize yakın olur! Okyanusun öbür tarafından kimseden izin almadan
hatta BM'den bile onay almadan Irak'a saldıran ABD'den biz izin almak zorunda değiliz, kendi
düşmanlarımızı basmak için. ABD'nin hangi hukuku ve meşruiyeti var ki ben o meşruiyete göre izin
alayım; kendi düşmanlarımı vurmak için. Türkiye tamamıyla kolay bir yolla, Çanakkale'deki Türkiye
gibi girip kendi düşmanlarının başını ezer ve çıkardı. Oranın yönetimine saygı duymakla beraber...
Zaten bugün Irak'taki yönetim ABD'yi ve yabancı güçleri kabullenmiş. Türkiye neden izin alacakmış
PKK'yı ezme ve basmak için. Onun için bunu ABD'ye mal etmek; tabi ki İran açısından bugünkü
iktidarı uzaklaştırıyor, İran'a... Bizim sınırlarımıza yakın ABD uçaklarının Türkiye'ye yardım bahaneyle
222
uçuş yapması tabii ki üzücüdür.
AKP iktidarı ile İran'ın ilişkilerini gözden geçirecek olursak: Türkiye'yi biz daha çok ekonomik
bir ülke ve ekonomik esaslı bir rejim tanıyoruz dünyada. Türkiye politikası ekonomisine dayalı bir
politikadır. Ekonomik menfaatler nerden gelirse oraya kayar diye bir bakış açımız var Türkiye'ye...
AKP döneminde de bu tekrarlandı. Türkiye'de endişe edildiği gibi biz AKP hükümetine öyle yakın bir
Müslüman, sadık Müslüman gözüyle bakamıyoruz. Biz Türkiye kamuoyunun yerine olsaydık AKP'den
korkmaz ve endişe etmezdik. Çünkü gerçekten biz, bu kesimin gömlek değiştirmesine inanıyoruz.
Yani müstakim bir yolda antiemperyalist siyaset izlememeleri bazen bundan kaymaları bizi tedirgin
edebilir.
 ABD, Ahmedinecad’ın bu politikaları karşısında geri adım mı attı?
Ferdi- Biz ABD'nin dağılacağını ve dağılma arifesinde olduğunu görüyoruz. Bunu dünya da gözlerinin
camlarını silerse görecektir. Sovyetler Birliği'ndeki patlamadan daha rezil daha büyük patlama olacak. ABD
yenilgiye uğruyor. Türkiye'de, ABD karşıtlığı yüzde 97'leri bulmuş. Geçen yıl yüzde 70'ler civarındaydı. Bu
hızla ve süratle gelişen ABD'nin kendisinin yarattığı örtüsünü düşürmeler, Allah vadesidir, bu tarihin
determinizmidir. ABD geri adımlar atıyor. Parçalanıyor. İçinden çürüyor ve dağılıyor.
Çin'e kadar uzanmışız. Çin'le ananevi birliğimiz var. Hiç kimsenin aklına sığmayacak kadar Çin'le
komşu ve kardeşiz. İran-Irak savaşında kim bizim arkamızdaydı? Kimse değildi. Bugün Şanghay İşbirliği
Örgütü içindeyiz. Öbür taraftan istinat noktalarını azaltmak ve ortak noktaları yoğunlaştırmak zorundayız.
Dışlayan davranışlar bizim hayrımıza değil, düşmanlarımızın yararınadır. Şimdi, Sünnilik-Şiilik meselesi... Bu
konu fıkıh ilminde profesörlük konumlarındadır. Bizi hiç ilgilendirmez. Biz hepimiz kardeşiz. Biz bunları
yakalamalıyız. Bu nerden başlar? Avrasyalıktan... Çemberi daha da genişletmeliyiz.
Sınır ötesi operasyonlar PKK ve Amerika’yı hizaya getiriyor
Hain ve acımasız saldırıları ile halkımızın huzurunu kaçıran PKK’nın bu defa TSK'nın etkili hava
harekâtı ve kara baskınları ile önemli ölçüde moral ve güç kaybettiği anlaşılıyor.
5 Kasım Türk-ABD zirvesinden sonra TSK'nin sınır ötesi operasyonunun her an gerçekleşme olanağı
üzerine Irak'ın kuzeyinde sürekli yer değiştiren PKK; yurt içinde de ağır kış şartları altında TSK'nin etkili
operasyonları karşısında Güneydoğu'da, kırsalda harekât serbestisini tamamen kaybetmiş görünüyor.
Ve şimdi Apo'nun büyük şehirlerde eylem stratejisine can simidi gibi sarıldığı seziliyor.
Ama, birbiri ardına canlı bombalar etkisiz hale getiriliyor, patlayan maddeler ve bomba düzenekleri ele
geçiriliyor.
Şehirlerde her gece sokakları basan, araçları kundaklayıp yakan bu hainler, şimdilik kalabalıkların
arkasına gizlenebiliyor.
TSK'nin, Kurban Bayramı arifesinde başlattığı sınır ötesi operasyonlar bütün halkımıza gurur ve
heyecan veriyor. Operasyonların belirlenen PKK hedeflerine yöneltildiği, sivil halka zarar verilmediği, PKK'nın
lojistik tesisleri ile mevzi ve barınaklarının yok edildiği, bir kaç yüz militanın etkisiz hale getirildiği
Genelkurmay Başkanlığı'nca açıklanıyor. Hepimizin çok iyi bildiği malum çevrelerce operasyonların hemen
durdurulmasından tutun, canlı kalkan teşkiline, PKK'nın bir siyasî örgüt olarak kabul edilmesine ve malum
isteklerinin yerine getirilmesine kadar bir sürü safsata ve sataşma da devam ediyor. Ve hele Baykal ve
Bahçeli’nin Genel Kurmay’a karşı olumsuz ve sorumsuz saldırıları mide bulandırıyor.
Eli kanlı ihanet çetesine yasal bir platformda siyasî zeminde yer vermek kabul edilebilir mi?
Malum çevrelerin bu akıl almaz saplantıları bir tarafa, Türk Ordusu'nun gerek yurt içinde, gerek Irak'ın
kuzeyinde bu operasyonlara devamının, PKK'nın mücadele azminin kırılmasına yönelik olacağı aşikârdır. Ve
bu kararlılığın, tek bir militan kalmayıncaya kadar sürdürülmesi ve bu sonucun TBMM'nin TSK'ne verdiği süre
içinde elde edilmesi kaçınılmazdır. TSK ve emniyet teşkilatımızın bu sonucu sağlayacak kadar güçlü,
becerikli, tecrübeli ve kararlı olduğu ortadadır.
TSK, malumları 16 Aralıktan beri dünyada ancak sayılı ülkelerin yapabildiği fevkalade başarılı hava
harekâtları ve dünyanın ağzını uçuklatan kara operasyonları başarılmaktadır.
223
Kahraman Ordumuz; günün 24 saatini, gündüz şartları içinde büyük bir maharetle kullanmış, temin
edilen anlık istihbaratın derhal kullanılmasında çok başarılı bir performans sergilemiştir. En son teknoloji
ürünü silah, teçhizat ve mühimmatı büyük bir ustalıkla kullanan TSK; harekâtı büyük bir gizlilik içinde, süratle
ve şiddetle icra ederek tam bir baskın tesiri sağlamış ve ayrıca bütün bu faaliyetleri büyük bir disiplin ve
düzen içinde zayiatsız sonuçlandırmıştır.
Bu arada PKK'yı ortadan kaldırmak için başlatılan askeri harekâtla birlikte ekonomik, sosyal ve diğer
sivil tedbirlerin bu defa zamanında alınmasına dair çalışmalar yapıldığı anlaşılmaktadır. Ancak bütün bu iyi
niyetli çalışmalara rağmen bazı belediyelerce, dağa çıkışı teşvik mahiyetinde; çatışmalarda ölen ve dağda
PKK'ya hizmet eden militanların ailelerine iş olanağı sağlandığının, para yardımı yapıldığının, sağlık ve diğer
sorunlarının çözümüne yardımcı olunduğunun ne kadar garip ve hüzün verici olduğunu ortada iken, AKP’nin
hala PKK’ya siyasi kılıf geçirilmesine alet olması akıl dışıdır.
Amerika’daki değişimler ve yaklaşan seçimler düşündürüyor!
Değişimler:
2001 yılından beri ABD değişmeye başlamıştır. 11 Eylül’de New York’taki İkiz Kulelere yapılan
saldırıdan sonra, o hep başarılı, büyük ve güçlü olmanın güveni içinde yaşayan Amerika’da belirgin
yeni eğilimler yoğunlaşmıştır. Bush’un da bu değişikliklerde katkısı vardır. Bush’un ve onun etrafında
idareye yön verenlerin dünya görüşü, daha önceki Amerikan idarelerinin görüşlerinden çok farklı
olup, bunlar daha Evanjelist bir bakışla, dünya siyasetine yaklaşmaktadırlar. Bu da, oldukça kökten
dinci bir yaklaşım olup olayları çok farklı bir şekilde değerlendirme amaçlıdır.
Bu Evanjelist yaklaşımın en belirgin vasıfları:
- İsrail ve Yahudilere karşı çok özel ve tarafgir bir şekilde yaklaşmaları ve kendilerine çok yakın
hissetmeleridir.
- Evanjelistler, kendilerine has ve dünyanın sonunun gelişinde (kıyamet gününde) rolleri
olduğuna dair inançları ile Ortadoğu’daki müdahalelerini haklı ve kaçınılmaz olarak görmeleri ilk göze
çarpan hedefleridir.
- Bush, seçimlerde iki defa başkanlığı almıştır ama son seçimlerde fevkalade az bir sayı ile bu
makama oturabilmiştir. Bir “Süper Devlet” başkanının, makamını kazanmasını sağlayan bu oy sayısı
komik denecek kadar küçük bir orandan ibarettir. Bu durumun, başkanın halkın gözündeki prestiji
konusunda ipuçları vermektedir.
- Bush, ABD’de “başarılı sayılmayan” bir başkandır ve içinde bulunduğu bu son yıl, tam bir
“lame duck (topal ördek)” yılıdır. Yani, etki ve yetkisinin en düşük seviyede olduğu bir dönemdir.
Buna rağmen Bush, Filistin problemi gibi çok önemli bir siyasi konuyu ancak 7 sene sonra, bu yıl ele
alacak zamanı bulmuştur. Tabii ki hiç bir şey çözümlenmemiştir.
Diğer Taraftan Amerikan Toplumunun Geneline Bakıldığında Şu Gözlemler Yapılabilir:
- Amerikan halkı artık “savaş yorgunudur”, Irak’ta ve Afganistan’daki savaşın bir an önce bitmesini
beklemektedir.
- Bütçe açısından sıkıntılar yaşanan bir döneme girilmiştir. Halk, bütçeden sürekli savaşa para
ayrılmasından çok mutsuzdur, çünkü toplum için yapılacak sosyal hizmetlere yeterli bütçe verilmemektedir.
- ABD, artık eskiden olduğu gibi “hürriyetler” ve “bolluk” ülkesi değildir. “Kişisel hürriyetler” büyük
kısıntılara uğramakta ve “Milli Güvenlik” uğruna birçok kısıtlamalar yaşanmaktadır. Telefonlar dinlenmekte,
bilgisayar ve cep telefonlarına kadar her şey, istenildiği takdirde polisin kontrolünden geçmektedir.
- Milli Güvenlik idaresi, eyaletlerin kendi vatandaşları için birer kimlik çıkartmasını ve iç yolculuklarda
bu kimliklerin kullanılmasını istemektedir.
- Polis ve FBI’ın yetkileri arttırılmakta ve kişiler çok daha büyük baskılar altında inlemektedir.
- ABD’de suni bir “İslam korkusu” yayılmakta ve aşırı “typology” yani “tip ve görüntülere göre insanları
sınıflara ayırma” işlemleri artmaktadır. Bu çok tehlikeli bir durum olup “Irkçılığın ta kendisidir” denebilir.
- ABD içinde bir ekonomik krizin öncü sarsıntıları hissedilmekte olup özellikle ev satış sektöründe ciddi
224
bir “mortgage krizi” gelmektedir. Bankalar krize karşı “kırılgan” hale gelmiştir. İşsizlik büyümektedir.
- ABD dünyanın her yerinde “popülaritesini kaybetmektedir”. Daha az sevilen bir ülke haline gelmiştir.
Özellikle Afganistan, Irak ve Sudan müdahalelerinden sonra Amerikan düşmanlığı tırmanışa geçmiştir.
Yani bir tarafta başta bulunan çok değişik ve etkisi de pek müspet olmayan bir başkan ve idaresi; diğer
tarafta da toplumun yaşam ve düşünce tarzını etkileyen değişiklikler Amerika’yı ve Amerikan halkını ciddi bir
şekilde etkilemektedir.”
‘Irak Bumerangı’ ABD’ye dönmektedir.
Eski ABD ulusal güvenlik danışmanı 30 Mart 2008 Zbigniev Brzezinski The Washington Post’ta şunları
yazıyordu:
ABD'deki başkanlık seçiminin ana meselesi, adayların Irak'a bakışıdır. Savaş ulusal bir trajediye,
ekonomik bir yıkıma, bölgesel bir felakete ve uluslararası imajı onarılmaz bir yara alan ABD için küresel bir
bumeranga dönüşmüş bulunmaktadır. Yeni yönetimin Irak'taki savaşçı birlikleri çekmesi şarttır.
İki Demokrat başkan aday adayı da, ABD'nin Irak'taki savaşçı misyonunu kendilerinin muhtemel
başkanlığından 12-16 ay sonra bitirmesi gerektiğinde hemfikir olmuşlardır. Cumhuriyetçi adaysa savaşı belki
de 100 yıl boyunca, 'zafer'e dek devam ettirmekten yanadır. Dolayısıyla, bu seçim kampanyasının ana
meselesi savaşın faziletleriyle, onu devam ettirmenin getiri ve götürülerine dair temel bir anlaşmazlıktır.
Demokratların savaşı bitirmeye, Cumhuriyetçilerinse sürdürmeye yönelik savları arasındaki zıtlık,
belirgin ve dramatiktir. Savaşa son vermeye yönelik sav, fahiş ve somut bedellere dayandırılırken, işgale
devam savı bilinmeze dair yaratılan belirsiz korkulardan ve en kötü durum senaryolarından besleniyor.
Bush'un ve Senatör John McCain'in bölgesel felaket tahminleri, ABD'nin Vietnam'daki süren varlığını
meşrulaştırmak için kullanılan 'düşen domino taşları' öngörülerini hatırlatıyor. Ne başkan ne de McCain
savaşa son vermenin felaket anlamına geleceğine dair gerçek kanıtlar sunuyor; fakat, felaket tellallığı savaşı
uzatmayı kolaylaştırıyor.
Fiyaskonun bedeli burada da bitmiyor. Savaş Ortadoğu ve Güney Asya'daki Amerikan karşıtı
duyguları körüklerken, Irak toplumunu parçaladı ve İran'ın nüfuzunu artırdı. İran Cumhurbaşkanı Mahmud
Ahmedinecad'ın kısa süre önceki Bağdat ziyareti, Irak'ta ABD'nin yerleştirdiği hükümetin bile İran'ın etkisi
altına girmeye başladığına bol bol kanıt sunuyor.
Kısacası, savaş ulusal bir trajediye, ekonomik bir yıkıma, bölgesel bir felakete ve ABD açısından
küresel bir bumeranga dönüşmüş bulunuyor.”
Evet işte Brzezinski gibi Yahudi asıllı bir siyonistin bu feryadı, Amerikan emperyalizmin ve İsrail
siyonizminin çöküşünün habercisidir.
Adaylar ve Seçimler:
Bu seçimde her iki ana partiden de birçok aday adayı mevcuttur. Kalite olarak da diğer yıllara göre
daha iyi bir rekolte görülmektedir. Yapılan bölgesel ve sonunda da ana seçimler yolu ile her iki partinin de tek
adayı belirlenecek ve genel seçimde bu ikisi yarışacaktır. Bir bakıma çok demokratik bir süreç işlemektedir.
Adaylara dikkatle bakmak gerekir. Cumhuriyetçiler daha muhafazakâr ve dış politikada daha atak bir
politika gütme yanlısıdırlar. Demokratlar ise daha çok halka ve iç sorunlara dönük politikalarla ilgilenmekte ve
ağırlığı buna vermektedir. Ama burada gözden kaçmaması icap eden husus devletin dış politikasının
genelde ABD çıkarları doğrultusunda belirlenip seçimlerde kazanan gurubun bu politikaları büyük ölçüde
değiştirmedikleridir. Yani kısacası, şayet Demokratlar kazanırsa, ABD güçleri Irak ve Afganistan’dan hemen
çekilecektir gibi bir durum söz konusu değildir. İşte onun için de propaganda ve yapılan tartışmalara
kanmayıp genel politik eğilimlere bakmak gerekir.
İki dönem Cumhuriyetçiler idaresinden sonra halkın artık Demokratlara yöneleceği düşünülmektedir.
Ama böyle bir şart da yoktur. Genelde, 10 yıldan sonra toplum, aynı yüz ve isimlerden yorulur ve bir
değişiklik ister ama bu ille de olmazsa olmaz gibi bir şart değildir. Kişiler ve yapıları önemlidir.
En güçlü iki Demokrat adayı ele alacak olursak: Barak Obama, şu anda son derece popüler ve
desteklenen bir isimdir. Hillary Clinton ile at başı gitmektedir. Hillary’ye eşi Bill Clinton yardım etmeye
225
başlayınca, meşhur Kennedy ailesinin en tanınmış üyeleri de Obama’nın yanına geçmiştir. Ama bazıları da
Hillary’den yana tavır göstermiştir.
Obama “değişim ve yenilenme”yi düstur edinmiş ve her fırsatta söylemiştir. Hillary ise “tecrübe ve
kazanımı” düstur bilmiş ve bunun önemini dile getirmiştir. Obama, Afrika kökenli ve atalarının biri Müslüman
olan bir liderdir ama kendisi tam bir Hıristiyan olarak yetişmiştir. Hillary fazla dindar olmayıp son derece haris,
hesapçı ve pek de toplum ölçülerine ve ahlaki prensiplere uymayan bir kişi olarak bilinmektedir.
Cumhuriyetçilerin iddialı isimlerinden McCain ise kendi geçmişine ve senatör olarak kazanımlarına çok
güvenmektedir. Daha muhafazakâr bir eyalet olan Arizona eyaletindendir. Kendisi, Vietnam savaşı
gazilerinden olup Vietnam’da savaş esiri alınmış, düşman eziyet ve işkencesi görmüş ama yıkılmamış biri
olarak övmekte ve bu güven içerisinde hareket etmektedir. Senatör olarak sergilediği tavır ve çalışmalar
beğenilir. Cumhuriyetçilerin en önde giden adayı Mitt Romney yarıştan çekilmiştir. Bu da McCain’in liste başı
olması demektir.
Obama ve Hillary, her ikisi de ABD’nin güçlü lobilerinden “Ermeni Lobisi” nin etkisi altında olup başkan
oldukları takdirde onları fazlası ile memnun edeceklerini açıkça ifade etmişlerdir. McCain’in ise henüz böyle
açık bir sözü yoktur ama başkanlık koltuğu insanları epey değiştirebilir.
Yine, Rum ve Yunan Lobilerinin etkisi Demokrat adaylar üstünde çok daha fazla hissedilmektedir.
Yahudi lobisi ise hem Demokratlar, hem de Cumhuriyetçilerle yakından ilgilenmekte ve desteklemektedir.
Sonuç ve Tahminler:
- ABD, bütün liberal tanımına rağmen, henüz “bir kadını” veya “bir siyahiyi” başkan seçmeye hazır
mıdır? Şimdilik belli değildir. WASP olarak tanınan Amerikalıların, Avrupa’dan getirdikleri ve son 250 yıldır
pekiştirdikleri “ön-yargıları” ve bazı guruplara karşı “küçük görme” alışkanlıkları tahminlerin ötesinde
kuvvetlidir.
- ABD, hâlâ Irak’ta ki ve Afganistan’da ki savaşları bitirmeye hazır değildir. O halde Demokrat veya
Cumhuriyetçi olsun, bir “zafer veya başarı” elde etmeden veya “enerji kaynaklarını doyasıya garantiye
almadan” veya daha da önemlisi, “ABD 21 yüzyılda, Asya politikalarında istediği üstün konuma gelmeden”
bu ülkelerden çekilmekte pek acele etmeyecektir. Nereden bakılırsa bakılsın bu da uzun bir süreçtir.
- ABD politikaları üstünde Siyonist lobilerin gücü azalmadıkça veya onları dengeleyebilecek yeni ve
güçlü lobiler oluşmadıkça, gerek Ortadoğu’da ve gerekse Asya’da yeni ve olumlu politikaların oluşması
beklenmemelidir.
- Her ne kadar Demokratlar daha şanslı gibi görünseler de, Cumhuriyetçilerin güçlü ve güvenilir bir
aday liderliğinde “Üçüncü bir dönem” yapmaları da, uzak bir ihtimal görülmemelidir.
ABD’ de yaşayan Türkler, her iki adayı dikkatle takip etmeli, onların programlarını dikkatle okumalı,
hangi lobilerden ne kadar destek aldıklarını ve ne sözler verdiklerini izlemelidir. Karar verirken de sadece
birer vatandaş olarak kendi rahat ve kazançlarını değil, Türkiye’nin de çıkarlarını düşünerek karar vermeleri
gerekmektedir. Türklerde ve Ortadoğulularda Demokratları destekleme eğilimindedir. Dikkatli olmak
gerekmektedir.
Obama, Türkiye ve diğer Müslüman ülkeler ve olaylar üstünde belirttiği fikirlerle, henüz olayları fazla
bilmediği ve doğru kavramadığını ortaya koymuş birisidir. Hillary’e gelince, o da çok fazla Ermeni ve Yunan
lobilerinin etkisi altına girmiş vaziyettedir.
Türkiye açısından bölgesel olarak ve ülke olarak bakıldığında, Seçimlerde kim gelirse gelsin, çok
büyük bir değişim gözlenmeyecektir. Bununla beraber, kendi politikalarımızı daha gerçekçi olarak
tanımlayabilmek için, tüm adayların planlarını ve verdikleri sözleri dikkatle takip etmelidir.
186
Moskova Dinler Fuar’ında
İslam Rüzgârı Esiyor.
Rusya’nın başkenti Moskova’da bu yıl 6.’sı düzenlenen Dinler Fuarı, Rusya Müftüler Konseyi’nin
186
11.02.2008 / Doc. Dr. Oya Akgönenç / Milli Gazete
226
teşebbüsüyle coşkulu İslâmi etkinliklere sahne oluyor.
Moskova Ulusal Fuarcılık Merkezi’nde 11-17 Aralık tarihleri arasında düzenlenen “İnanç, Ümit ve
Sevgiyle Üçüncü Yüzyıla Fuarı”na İslamiyet, Ortodoks, Katolik, Protestan, Yahudilik ve Budizm gibi inançları
temsil eden kurum kuruluşlar katılmıştı.
Fuar çerçevesinde 15 Aralık’ın “İslam Günü” olarak ilan edilmesi dolayısıyla Müslümanlar tarafından
birbirinden ilginç kültürel etkinlikler yapılmıştı. Fuarda Harun Yahya kitaplarını tanıtan Global Yayın Evi’nin
Rusya temsilcisi Fatih Menet, “10 Yıldır Rusya’da Harun Yahya’nın eserlerini dağıtıyoruz. 50’den fazla kitap
ve 100’den fazla DVD’miz var. Moskova’da düzenlenen Dinler Fuarı’na 5 yıldır katılıyoruz. Fuara farklı
dinlerden kişilerin katılmasına dolayısıyla çok önem veriyoruz” diyerek önümüzdeki yılda mutlaka
katılacaklarını vurgulamıştı.
Rusya Müftüler Konseyi Dış İlişkiler Şubesi Başkanı Ruşen Hazret Abbasov ise, “Rusya, farklı inanç
ve etnik kökenleri temsil eden insanların yüzyıllardan beri bir arada yaşadığı bir ülke. Böyle bir fuarın
düzenlenme amacı da farklı inançlardaki insanlar arasında dostluk ve dayanışmayı pekiştirmek ve Rusya’nın
toplumsal bütünlüğüne katkıda bulunmak. 6 yıldan beri fuara katılarak Rusya Müslümanlarının kültür, sanat
ve eğitim düzeyi konusunda diğer inanç temsilcilerini bilgilendirmeye çalışıyoruz. Bu gibi etkinlikler dinimizin
daha iyi tanınması ve bazı insanların yanlış ön yargılardan kurtulması açısından büyük önem taşıyor”
ifadelerini kullanmıştı. İslam Günü etkinlikleri çerçevesinde İslamiyet hakkında belgesel filmler izleyen, helal
yemekler ve İslami yayınları yakından inceleme fırsatı bulan ziyaretçiler, Tataristan Halk Sanatçısı Naile
Fatahova’nın rehberliğinde “Medine” grubunun seslendirdiği ilahileri büyük bir zevkle dinlemiş. Daha sonra
“Nadejda” (Ümit) Kültür Vakfı’nın teşebbüsüyle düzenlenen Müslüman defile gösterisi renkli görüntülere
sahne olurken, Rusya’da faaliyet gösteren bazı tesettür firmalarının sundukları son tasarımlar ziyaretçilerden
büyük beğeni toplamıştı.187
Artık Moskova’da Türkçe çok sayıda kişi tarafından konuşulmaktaydı. Türkçe İngilizceden fazla işe
yarıyordu. Bir akşam taksinin Özbek şoförüyle, öteki akşam Kazak şoförüyle Türkçe anlaşmak ve dolaşmak
imkânı vardı.
Erbakan Hoca ile özel münasebetleri ve önemli projeleri bulunduğu bilinen ve İslam Konferansı
Örgütüne oldukça ilgi gösteren ve geçen sene dünyada Yılın Adamı seçilen Putin, ABD’ye karşı
meşhur Glanoss sistemini yenileyip öne geçmeyi başardı.
Rusya'da kısaca Glonass diye anılan sistem bütün dünyada kısaca GPS diye bilinen Amerikan global
yer belirleme sisteminin Rus modeli. Glonass, esasen menşe itibarıyla bir Soğuk Savaş ürünü. Amerika,
1960’lı yıllardan başlayarak bu sistemi geliştirmeye çalışmış ve sonunda 1983 yılında tam anlamıyla devreye
sokmuş, Sovyetler de Amerika'nın bu hamlesine Glonass ile karşı koymaya çalışmıştı.
1990'ların ortalarına doğru kısa bir süre çalışır hale sokulan Glonass daha sonraki yıllarda çeşitli
sebeplerle çalışamaz hale gelmiş, Sovyetlerin yıkılmasından sonra ise büyük ölçüde atıl ve işe yaramaz olup
çıkmıştı.
Putin devlet başkanı olduktan sonra verdiği emirlerden birisi de Glonass'ın yeniden ele alınması,
geliştirilmesi ve 2008 yılında tam anlamıyla devreye sokulması yönündeydi. Putin, bu emrinin akıbetini
yıllarca bizzat takip etti, Glonass için kaynak ayırdı, teknik ve askerî ekip kurdu. Kısacası Glonass'a çok
önem verdi ve sistemin ticari potansiyelini de çok önceden görerek Glonass'ın askerî boyutunun yanı sıra
mutlaka sivil boyutunun da bulunması gerektiğine inandı ve hep bu doğrultuda bir politika uyguladı.
Glonass konusunda kat edilen mesafe ve kaydedilen başarılara baktığımızda Putin'in bu konuda
geleceği gören bir lider olarak üstüne düşeni fazlasıyla yaptığını delilleriyle görüyoruz. Nitekim Connie'nin
Glonass tasması lafından sadece bir gün sonra Rusya Uzay Kuvvetleri Komutanlığı üç adet Glonass-M tip
uyduyu bir Proton-M roketiyle uzaya göndererek yörüngelerine yerleştirdi.
Glonass, halihazırda askerî boyuta sahip bir sistem. Nitekim Uzay Kuvvetleri Komutanı Popokvin
187
17.12.2007 / Milli Gazete
227
sistemin bugün için askerî amaçla kullanılmaya hazır olduğunu birkaç gün önce zaten açıkladı da...
Sistemin sivil boyutuna gelince; bu da Başbakan Yardımcısı İvanov'a göre bu yılın ortalarından sonra
devreye girecek. Esasen GPS sistemlerinin askerî boyutu önemli olmakla birlikte sivil boyutu da son yıllarda
muazzam önem kazanmış bulunuyor.
Bugün GPS kaynaklı piyasa oldukça büyük bir piyasa. Bir örnek vermek gerekirse geçen yıl GPS
esaslı ticari donanım satışlarının 15 milyar dolar civarında gerçekleştiğini burada hatırlatalım ve bunun çok
daha artacağının tahmin edildiğini söyleyelim.
Yaşama şansı çok azalmış Glonass'ı hayata geçirmede milli liderliğin gereğini yerine getiren, Rusya'yı
GPS sisteminde de global oyuncu yapmakta olan Putin boşuna 'yılın adamı' seçilmemiş anlaşılan.” 188
 ZALİM EMPERYALİZMİN TÜKENİŞİ VE ADİL BİR DÜZENİN GELİŞİ
Faizci bankalar vahşi kapitalizmin soygun aracı oluyordu.
Bankalar 2007 yılında hizmet ücreti ve komisyonlardan 7,9 milyar dolar gelir sağladı. Bankaların
hizmet gelirleri 2006 yılına oranla yüzde 36,34 arttı. ATO'nun bankaların hizmet ücretleri
araştırmasına göre, bankalar 93 ayrı isim altında hizmet ücreti ve komisyon almaktaydı.
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BBDK) ile bankalardan derlediği bilgilere göre,
Türkiye'de faaliyette bulunan 50 banka 93 ayrı isim altında hizmet ücreti ve komisyon toplanmıştı.
Kamu ve özel sektör bankaları, hizmet ve komisyonlardan 2005 yılında 5 milyar dolar, 2006 yılında 5,8
milyar dolar gelir elde etti. 2007 yılında ise 7,9 milyar dolara yükselen hizmet ve komisyon gelirleri
2006 yılına oranla yüzde 36,34, 2005 yılına oranla da yüzde 57,91 oranında artmıştı. Bankacılık hizmet
ve komisyon gelirleri, bankaların faizlerden sonra en büyük gelir kaynağıydı.
Bankalar işletme giderlerinin ise yüzde 63,34'ünü bankacılık hizmet ve komisyon gelirleriyle
karşılamıştı. Yani vatandaş göz göre soyulmaktaydı.
Hesap Açmak da, Ekstre Almak da Parayla Yapılıyordu
Araştırmaya göre bankalar, hizmetleri karşılığında değişen miktarlarda ücret talep ediyor. Pek çok
banka hesap açmak için ücret alırken, hesap açık olduğu süre içinde de hesap işletim ücreti alıyor. Örneğin
vadesiz hesaplar için 6 aylık hesap işletim ücreti olarak 18 YTL ile 21 YTL arası para tahsil ediliyor. Bankalar
hesap işletim ücretlerini hesaplardan otomatik olarak tahsil ediyor, müşteri, bu kesintiyi ancak hesabını
kontrol ederse fark edebiliyor. Vatandaşlar bankalardan hesap ekstresi almak için 0,5 YTL ile 3 YTL arası,
dekont almak için de 1,5 YTL ile 2,5 YTL arası ücret ödemek durumunda kalıyor.
Çek ve senetler, para tuzağıdır
Bir bankadan çek almak isteyen müşterinin, çek yaprağına göre 20-115 YTL arasında değişen
miktarlarda ödeme yapması gerekiyor. Bankadan çekin karşılığı olup olmadığının sorulması da ücrete tabi.
Müşteriden çek provizyonu adı altında 15 YTL ücret isteniyor. Çekin karşılığı yoksa bunun belgeli
bildirimi ve savcılığa bildirimi için 50 YTL ücret ödemek gerekiyor. Bankalar senet işlemlerinde de
vatandaştan ücret talep ediyor. Senet tahsili için 15 YTL, senet protestosu için 30-40 YTL, senet protestosu
kaldırmak için 25-40 YTL ücret isteniyor.
Kredi komisyonları el yakmaktadır
15 Şubat 2008 itibariyle 72,5 milyar YTL'ye ulaşan tüketici kredilerinden alınan komisyonlar da
bankalara önemli miktarda gelir sağlıyor. Bankalar, konut, taşıt ve ihtiyaç kredilerinde müşteriden dosya
ücretinin yanı sıra, kredi çekilen miktara bağlı olarak komisyon tahsil ediyor. İhtiyaç kredilerinde 150-350 YTL
arasında değişen miktarlarda ücret alınırken, konut kredisinde, çekilen miktarın yüzde 2-2,5'u kadar
komisyon belirleniyor. Konut kredilerinde ayrıca 150-600 YTL arasında değişen ekspertiz ücreti de
müşteriden alınıyor.
Bankalar kredi kartı ücret ve komisyonlarından da gelir elde ediyor. Türkiye'de 2007 sonu itibariyle 37
188
Fikret Ertan / Zaman / 30.12.2007
228
milyon 335 bin 179 kredi kartı, 55 milyon 510 bin 92 de banka kartı bulunuyor. Bankaların bazıları banka
kartı ve kredi kartlarını ilk verişte ücret talep etmezken, bazıları 5 YTL para alıyor. Kredi kartı yıllık üyelik
ücretleri ise 30 YTL ile 55 YTL arasında değişiyor. Ek kredi kartı sahiplerinden ise 15 YTL ile 25 YTL
arasında yıllık üyelik ücreti alınıyor. Vatandaş kredi kartından nakit çekmek isterse, çektiği miktarın yüzde 23'ü arasında değişen miktarda komisyonla birlikte 1 YTL de sabit ücret ödüyor.
ATM ve internet işlemi de paralıdır
Şubelerdeki yoğunluğu azaltarak müşterileri ATM ve internet hizmetlerine yönlendirmeye çalışan
bankalar, ATM'den işlem yapanın da, internet üzerinden ''tık''layanın da hesabından para kesiyor. ATM'den
bakiye sormak, havale yapmak ya da ekstre almak için 0,3 YTL ile 1,5 YTL arasında para ödeyen vatandaş,
internetten yaptığı işlemler için de değişen miktarlarda ödeme yapıyor.
Faks ve telefon yoluyla haberleşme masrafı yapmak durumunda kaldığı zaman bunun bedelini de
müşteriden tahsil eden bankalar, ayrıca, konsolosluk vize randevu bedeli tahsilat komisyonu adı altında da
para istiyor.
Havale ücretleri bankaya bedavadan kazandırır
Bankaların gelir elde ettikleri hizmetler arasında yer alan havale ücretleri vatandaşlara adeta havale
geçirtiyor. Havale işlemlerinde ücret, isme veya hesaba, şehir içi ve şehir dışına gönderilmesine ve
gönderilen miktara göre değişiyor. Hesaptan hesaba havale ücreti için bazı bankalar 10 YTL ücret alırken,
bazı bankalar 20 YTL'den başlayıp, 150 YTL'ye kadar varabilen ücret alıyor. Dövizle havale yapılıyorsa
gönderenden 35-250 YTL arası, gönderilenden de 20 dolar ile 250 dolar arası işlem komisyonu alınıyor. EFT
işlemlerinden alınan ücret ise hesaptan ya da nakit olarak, hesaba veya isme gönderilmesine ve gönderilen
tutara göre 20 ile 300 YTL arasında değişiyor.
Sekiz yıldır Amerika’da Borsa Aracılığı (Broker) ve uzmanlığı yapan Mehmet F. İlk: “ABD’nin
Ekonomi Politiği” başlıklı yazısında şunları söylüyordu
Bundan 150 yıl kadar önce tüm dünya ekonomisinde değişim aracı olan paranın gerçekte bir altın
gümüş bakır karışımlı bir sikke olduğunu hatırlamamız gerekiyordu. Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşüyle
beraber, 1850'lerden itibaren kâğıt para önemli bir kullanım aracı haline gelmeye başlıyordu. Bu arada
kurulan ABD imparatorluğu yavaş yavaş altın ve gümüşü keşfetmeye başlıyor, ekonomisini kuruyor, iç
savaşlarıyla kendi dengesini ayarlamaya çalışıyordu. ABD'de ilk kâğıt para 1690'da Massachusetts Bay
Collony tarafından bastırılmasına rağmen, ancak 1900'lü yıllarda tek ve çok yoğun kullanımlı değişim aracı
haline geliyordu.
“Altın kadar para” dönemini kim kapatıyordu?
Dünyada ve özellikle Amerika'da kâğıt paranın yaygınlaşması, depozito edilen altın karşılığında
üretilen kâğıt paranın değişimde kullanılması şeklinde oldu. İlk sonuç 1930'daki büyük çöküştü. Tüm
kâğıt varlıklar, kâğıt para ve tabii ki hisse senetleri tamamen değerlerini kaybetti. Kapitalizm kendi
şişirdiği balonları kendisi yok etti ki, tekrar yapabilme yeteneğine sahip olsun. 1930'daki büyük
çöküşün tek nedeni var olan altın miktarından çok daha fazla miktarda kâğıt para üretilmesiydi.
Yani kâğıt para bir borç varlığıydı ve bu borç varlığını karşılayacak kadar da altın (gerçek para)
olması gerekiyordu. 1930 krizi, ortalıkta dolaşan kâğıt kadar altın olmadığının hesaplanması sonucu
ortaya çıkan panikle başlamıştır. Büyük çöküş tüm kâğıt sistemine büyük bir darbe vurdu. Kimse
kâğıtla alış veriş yapmamaya başlamıştı.
Arkasından krizin durdurulabilmesi için altın taşımak
yasaklanmış ve suç haline gelmişti.
Hiç kimse altın sahibi olamıyordu ve bugün de hala geçerlikte olan yasa gereği (Marshall LawAmerikan olağanüstü hal ilanı) tüm vatandaşların altın külçe varlıklarına el konuldu ve karşılığında
kâğıt banknot verildi. Sadece altın veya gümüş olarak sikke halindeki metal paralara el sürülmedi.
Sonuç: Hitler’i doğuruyordu
Çok doğal olarak bu kadar büyük bir yıkım sonrasında 2. Dünya Savaşı için gerekli zemin
hazırlanmaya başlanıyordu. Hitler böyle bir dönemin ürünü olarak Almanya'da ortaya çıktı. Bu büyük
229
çöküşün insanlarda yarattığı moral bozukluğu ve kendine güven yitiminin karşılığında onlara tekrar
kendilerine güvenebileceklerini aşılayan bir sistem, çok çabuk taban bulup gelişiyordu. Çünkü Avrupa'da çok
büyük bir servet değişimi ve kaybı ortaya çıkmış, sadece ellerinde altın tutan Yahudi bankerler,' bu büyük
çöküşten kazançlı çıkmış, Almanlar büyük bir yoksulluğun içine düşmüşlerdi. Gelişen bu ekonomik ve
toplumsal ortam, İkinci Dünya Savaşı'nın başlamasına yol açacaktı.
ABD'nin yükselişi başlıyordu
İkinci Dünya Savaşı, tüm dünya için biriken kapitalist üretim fazlası balonunun temizlenmesini sağlıyor,
savaş sonrasında da dünyanın en büyük gücü ortaya çıkıyordu. Yeni imparatorluk ABD, 1944 yılında
Temmuz ayının ilk 3 haftasında, New Hampshire Bretton Woods kasabasında, 44 BM üyesi ülkenin 730
delegesinden oluşan BM Parasal ve Mali Konferansı ile tescil edildi. Bu toplantının sonucu Bretton Woods
Sistemi adıyla kendini ekonomide gösterecek; bunları kullanacak araçlar olarak da Dünya Bankası ve IMF
kurulacaktı.
Bu yeni kuruluşlarla, dünya kömür üretiminin yarısına, dünya petrolünün de 2/3'üne sahip olan, elektrik
üretiminin yüzde 50'den fazlasını yapan, dünyanın en gelişmiş kimyasal bileşimlerini üreten, dünya altın
rezervinin yüzde 80'ine sahip ve de atom bombası olan ABD'nin egemenliğini ilan etmesi sağlanıyordu.
Dolar uluslararası değişim aracı oluyordu
Amerika artık açıkça "ben kapitalist dünyanın kontrolünü ele alıyorum" diyordu. Bretton Woods
sistemi aracılığıyla Amerikan ulusal değişim aracı Dolar, altın güvence sistemine tekrar bağlanmış ve
uluslararası değişim aracı haline gelmişti.
Doların güçlü dünya parası olması bu döneme denk gelir. Hükümet paraya yeniden güvenin
sağlanabilmesi için kâğıt parayı, altın ve gümüşe endeksledi. O dönemdeki gerçek altın ve gümüş
sikkeler dışında basılan kâğıt paraların karşılığında federal rezerv banka ofislerine gidilmesi halinde
dolar karşılığında gümüş ve altın alabilmek mümkün oluyordu. Eski beş dolarlık paraların üzerinde
silver certificated yazması buradan kaynaklanır. 10-50 dolarlık banknotlarda ise gold certificated
yazar. Bunlara karşılık da altın alınabilmesi mümkündür.
Tüm dünya ticareti bir anda Dolarize olmaya başladı. Herkesin güvenebileceği tek alternatif
değişim aracı karşımıza çıkmıştı. Tüm dünyada petrol dahil tüm ticaret dolarla olmuştu.
1960'larda Yeniden Daralma Başlıyordu
Bu gelişme dönemi çok uzun sürmedi. 1945 -1970 arasında kapitalizm tekrar sıkışmaya başlamıştı.
1960'da tekrar daralmaya başlayan ekonomi gerekli büyümeyi gösteremiyordu. Federal rezerv sisteminin bu
dönemde kuruluşunu ve yerleşmesini sağlayan ve en uzun süreli başkanlığını yapan William McChesney
Martin, Jr., ( Nisan 1951 - Şubat 1970 ) bu güvenli paranın ve sistemin oluşmasında beyin görevini yapmıştı.
Fakat sistemin yeniden tıkanmasıyla birlikte görevinden ayrılmıştı. Bu arada dolar özellikle de petrol alımı için
çok fazla miktarda Arap ülkelerine transfer edilmeye başlanmıştı. Bu dönemde bir ons altın değeri 35 dolarla
eşitlenmiş ve Amerikan Merkez Bankası gelen her 35 dolar karşılığında 1 ons (28.35 gram) 0.999 saflıkta
altın vermeyi garanti etmekteydi. Ülke para sistemindeki basılı kâğıt para, hiçbir şekilde ülke rezervinde
bulunan altın miktarının üzerine çıkamıyordu.
Bu dönemde görev başında olan ABD Başkanı Richard Nixon (1969-1974) Soğuk Savaş sistemi
içinde yeni bir balon şişirmeye başlamıştı. Kapitalizmin devamını sağlayabilmek için tüm dünya, belli
olmayan bir zamandaki, belli olmayan bir savaşa hazırlanarak, yarattığı artı değerleri yeniden silahlara
gömüyordu. Daha önce tarihten öğrendiklerinin aynı tekrarlayan liderlerle 1. ve 2. dünya savaşlarında,
öncesinde ve sonrasında olduğu gibi.
Yeni sistemin en büyük savunucusu ise daha sonra ülkenin belki en çok konuşulacak Merkez Bankası
Başkanı olan 13. Başkan Alan Arnory Greenspan'dir. 6 Mart 1926 New York doğumlu başkan, Macar asıllı
bir Yahudi ailenin çocuğudur. 11 Ağustos 1987'de başladığı görevini 31 Ocak 2006'da bitirmiştir. Para
politikalarının kontrolünü serbest dalgalanmaya bıraktı. Öyle ki, Greenspan açıkça altın sisteminin
ekonominin gelişmesinin önündeki en büyük engel olduğunu açıkça söylüyordu. Greenspan, paranın sistem
230
içinde kendine gidecek yer bulacağı ve kapitalist gelişmeyi devam ettireceğini savunuyordu.
ABD ekonomisi üretim yeteneğini kaybediyordu
Sonuçta doların gücüne alışan Amerikan ekonomisi ve insanı, bugün tamamen üretim yeteneğini
kaybetmiş, tam tersine son 30-35 yıllık süreçte her şeyini dışardan alır hale gelmiş, sadece kontrol ettiği ülke,
petrol ve para sistemiyle servis sunarak, diğerlerini çalıştırıp, üretim kontrolü üzerinden rant yer duruma
geldi. Dışardan alınan her şey, içerde üretilenden daha ucuzdur, bu nedenle üretmeye de gerek yoktur.
Üretilen tek şey silah, savunma sanayi ürünleri, yeni bomba ve savaş teknolojisi ve temel gıda malları mısır,
arpa, buğday.
Bunun dışında Amerika'nın diğer gelir kaynakları bilişim sektörü, Hollywood, hizmet sektörü ve
turizmdir. Borsalar, aracı kurumlar, bankalar da hizmet sektörüdür. Amerikan bankaları diğer ülkelere gidip
orda para kazanıp geri getirirler, Amerikan film ve müzik endüstrisi de aynı şekilde. Büyük imparatorluk artık
çalışmak yerine sadece hizmet sunar?' doların rantını yiyerek rahatını sürdürmektedir.
Tüm imparatorluklar tarihte şu veya bu şekilde benzer süreçlerle ömürlerini tamamladı. Roma ve
Osmanlı da tek olmanın rantına alışıp rehavete kapılmışlar, sonunda içten çürüyerek yok olmuşlardır.
İmparatorluk bireyleri artık çalışmaz, yönetim onların en büyük gelir kaynağıdır. Bu temel ilke de her zaman
imparatorlukların çöküş nedeni olmuştur, "çalışmaya gerek yok, artık sadece yöneteceğiz" felsefesi.
Tüm bunların karşılığı olarak da yapılacak tek şey, karşılıksız basılan paradan gerekirse daha çok
basarak dünyaya pompalamak. Bas ve dağıt, bedelini ödemek lazım değil.
Gayrimenkul fiyatlarındaki patlamanın sırrı ne oluyordu?
İşte son krizin başlangıç noktası da budur. Ev fiyatlarındaki patlamanın nedeni de budur. Ev fiyatları
gerçek değerinin 10 katına ulaştı, kurulan ev satın alma sistemiyle, eve değerinin 10 katına kadar faiz
ödenmeye başlandı. Ev değerlerinin artışı inanılmaz boyutlara ulaştı, kimse hiçbir şeyin hesabını yapmadan
sadece yükseliyor, diyerek alıp satıp para kazanmaya başladı. Üretimi olmayan ülke, tamamen kendi içinde
spekülasyona yöneldi. Kazançlarını spekülasyondan sağlamaya başladı. Bu da, daha çok para basılarak,
yeni kâğıtlar üreterek veya tüm dünyadan çok ucuza borçlanarak finanse ediliyordu.
Sonuçta ekonomi kontrolden çıktı. ABD'nin toplam borcu 48 trilyon dolar, yani kişi başına borç yaklaşık
162.000 dolar, aile başına borç yaklaşık 645.000 dolar. 1990'dan beri borç oranı yaklaşık yüzde 79, her yıl
ise yaklaşık yüzde 9 oranında artıyor. Ülkenin iç ve dış borcu yıllık net ulusal gelirin dört buçuk katı.
Gelirin borcu karşılama oranı yüzde 20’yi bulmuyordu
Ülke geliri yüksek olmasına rağmen bu gelirin borcu karşılama oranı neredeyse hiç yok. 2006 yılında
yıllık gelirin borcu karşılama oranı yüzde 20'ye kadar düştü. Üstelik tasarruf hesabı olmayan Amerikalılar, bu
parayı tamamen dışardan borçlanmak zorundalar. 2005 yılında ülke genelindeki ortalama tasarruf
hesaplarındaki bakiye ortalaması 0.55 dolar iken, 2006 yılında bu rakam eksi 1.6 dolara geriledi. Kısacası
hiçbir Amerikan vatandaşının tasarruf hesabı yok. Olmadığı gibi bir de hesapları eksi 1.6 dolar bakiye verir
durumda. İnsanlar her şeyi kredi ile alıyorlar. Doğal olarak ödeyebileceklerinden çok daha fazla lüks ve
pahalı mal ve hizmet satın alıyorlar. Bunun bedeli çok ağır.
Sadece bankalara faiz ödemek için çalışır hale geliniyor. Ödemelerin toplamı, gelirin çok üstüne
çıkıyor. Bireysel olarak böyle olan toplum, ülke genelinde de aynı durumda. Kamu harcamaları kâbus haline
geliyor. Sağlık sistemi tamamen paralı ve iflas noktasında. Üstelik buna 2008 Şubat ayında emekli olmaya
başlayacak bir kuşak eklenince (baby boomer) kamu harcamalarının korkunç boyutlara ulaşması bekleniyor.
Ekonominin içinde bulunduğu bu durum, hem insanları tedirgin etmeye başladı, hem de ekonomiye
destek sağlayan aktörleri. Mesela petrol üreticileri sattıkları ürün karşılığında değeri olmayan bir kâğıt
aldıklarını anlamaya başladı. ABD'ye en çok ihracat yapan Çin, aldığı paranın ya da tahvilin hiçbir değeri
olmayan kâğıt olduğunu anlamaya başladı. Araba ve elektronik satan Japonya zaten elindeki çok fazla doları
ne yapacağını bilemezken, bir de bunun değer kaybını görünce kriz büyüdü. Tüm dünyada, bu değersiz,
karşılıksız kâğıtları ne yapacağız paniği başladı.
Buna iç piyasada benzer bakış açısıyla krize giren emlak piyasası da eklenince, panik tam anlamıyla
231
kaosa dönüştü.
İçerde ve dışarıda insanlar artık aynı şeyi seslendiriyor: "Kral çıplak". Seçim yılında çıplak kaldığını
anlayan ülkenin kontrolden çıkmaması zor gözüküyor. Çözüm olarak uygulanan faiz indirimi, doların değerini
daha da yitirmesini sağlayacak ve kesinlikle tüm dengeleri altüst edecektir. En azından borç dengelerini
sağlayabilmesi için dolar/euro paritesinin 3/1 gelmesi gerekiyor ki, şu: anda ancak 1.5/1. Yani 3 doların 1
euro etmesi halinde ABD borç dengeleri ve ticaret üretim dengelerini tekrar kurabilir.
Bu çok büyük değer değişiminin dünya finansal sisteminde yol açacağı depremi tahmin etmek zor
olmayacaktır. Çünkü böyle büyük bir hareketin şiddeti en az 8 büyüklüğünde bir deprem gibidir, bunun bir de
tsunamisi vardır.
Yeni bir ekonomik sisteme doğru gidiliyordu
Dünyanın yeniden altın para sistemine benzer bir yapıya geri dönmesi ve güvenin sağlanması
sorunu ortaya çıkacak. 1970'lerde benzer krizdeki dolar-altın dengesini enflasyonla bugüne
taşıdığınızda, tüm dünyada altın için konuşulan değer 3500-5000 dolar /ons seviyesine gelmektedir.
Para sisteminin yeniden, kâğıt para sisteminden, eski sikke altın para devrine dönmesi bekleniyor.
Önümüzdeki 2-3 yılda ortaya çıkacak bu değişiklikler, yeni bir ekonomik sistemin kurulmasını
sağlayacaktır. Oluşacak büyük krizin ancak 5-10 yıl içinde düzelme belirtileri göstermesi
beklenmektedir.
Bu süreçte dikkat edilmesi gereken unsur ise benzer değişimin Almanya'da 1930-1940
döneminde oluşturduğu benzer stresin meydana çıkarttığı büyük bir savaş olasılığıdır. Çünkü
Amerikan ekonomisinin şu andaki tek üretim gücü, sadece savaş makineleri ve savaş teknolojisidir.
Tüm ulusların bu tehlikeye göre kendi toplumlarını ve çocuklarını korumak yükümlülükleri olduğunu,
ulusal benlikleriyle hatırlama zamanıdır. Dünyanın en zor ve tehdit altındaki bölgesinde yaşayan
Türkiye için de aynı şey çok daha öncelikli ve acil olarak geçerlidir. 189
Mustafa Çınkı’nın “IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla sömürge yaratma stratejisi” yazısındaki
saptamaları ve uyarıları da önemli tespitler içeriyordu:
Sömürge yaratmanın derin olmayan stratejisi
(Emperyal) devlet yurtdışı piyasaların ele geçirilmesinde ve (kendi) yerel pazarların korunmasında
derin ve nüfuz edici bir rol oynar. ABD'de tarım ürünleri ihracatı, su ve elektrik enerjisi indirimlerinin yanı sıra
vergi muafiyetleri biçiminde sübvansiyonlarla da desteklenir. İkinci olarak emperyal devlet, üçüncü dünyada
kredi alan devletlere, ticaretin önündeki engellerin azaltılması ya da kaldırılması, işletmelerin özelleştirilmesi
ve ulusal denetimden çıkarılması yolundaki koşullu anlaşmalarla uluslararası finans kuruluşları (IMF, Dünya
Bankası) kanalıyla baskı yapar. Bu durum ABD'li Avrupalı ve Japon çokuluslu şirketlerin (ulusal) piyasalara
nüfuz etmesine ve (ulusal) yerel işletmeleri satın almasına olanak sağlar. İhracat kalemlerinin büyük kısmı
devlet kurumları tarafından finanse edilir. Devlet müdahalesi olmasaydı ne dedikleri gibi bir küreselleşme
olurdu ne de emperyal devletin askeri ve seçimlerle ilgili müdahalesi…
Uluslararası İstikrar İçin, Ulus Devletin Tehdit Gösterilmesi
Önce Francis Fukuyama'ya söyletmişlerdi, ulus-devletin döneminin ve tarihinin bittiğini, sonra bir
kabile şefinin çocuğu Nelson Mandela'ya 1994 yılında NPQ'da yazdırdılar. Şöyle diyordu Mandela; “On
altıncı yüzyıldan bu yana, ulus devletler bize uluslararası politikada hazır bir rehber sunmuştur. Ama bu son
beş yıl devletlerin küresel geçişte gerekli olan uyum konusunda ne kadar başarısız olduklarını göstermiştir.
Olayların büyüklüğü karşısında devletler çok çaresiz, çok sarsak gözükmektedirler, ticaret savaşlarından
kamu sağlığına kadar türlü konularda başarısızdırlar ve bu durum bugün sıradan insanların hayatlarını
etkilemektedir. Bir zamanlar dünyamızın başta gelen düzenleme ilkelerinden olan egemenlik de derinden
derine sarsılmaktadır... Artık refah içinde yaşamak tek tek ülkelerin yurtiçi performansına bağlı bir şey
değildir; ulusal ekonomilerin kaderi çoğu zaman daha başka yerlerde tayin edilmektedir. Karşılıklı bağımlılığa
189
17 Şubat 2008 / Aydınlık
232
yönelik bu gidiş iletişimin artan etkisiyle hızlanmıştır... Sınai üretim, rekabetçi işçilik ücretlerinden
yararlanarak gezegenin her yanına yayılmıştır. Çok tanınmış markalar küreselleşmiş daha az milli olmuş;
hizmetler ekonomilerin niteliğini yeni rotalara sokmuş onları da "ulusal"dan küresel alana doğru çekmiştir.
Finans piyasaları ulus-devletin ötesinde yepyeni bir canlılık bulurken, günde 24 saat çalışan uluslararası
sermaye piyasaları, İngiltere efsanesinin yerine geçmiştir. Sınırlarını giderek kaybeden bu dünyada DoğuBatı çatışması önemini kaybetmiştir. Her iki tarafta ulusal kontrolün kaybedilmesi, bu nedenle 1989
olaylarının doğması (Tiananmen), Berlin Duvarının yıkılması birbirini izlemiştir. O an küresel durumda bir
dönüm noktasını işaretlemiştir.”
Fukuyama; ulus-devletin döneminin ve tarihinin bittiği düşüncesinden “11 Eylül sonrası dönem için,
küresel politikadaki temel mesele, devletin nasıl küçüleceği değil nasıl yapılanacağıdır. Tek tek toplumlar ve
küresel topluluk için, devletin güçten düşmesi bir ütopyanın değil bir felaketin başlangıcıdır.” diyerek çark
ediyor ve ekliyordu. “Ulus devletler dünyanın sonuna kadar varlığını sürdürecektir” Fukuyama'nın çarkıyla
ideologsuz kalan neoliberal emperyalizm bu sefer Wall Street Journal'de Henry Kissinger'i sahneye
sürüyordu. Kissinger; jeopolitik atmosferin değişmekte olduğunu ve ulus devletlerin 300 yıllık sürecinin
sonuna gelindiğini, ABD ile Avrupa arasında felsefi farklılıklar oluşmaya başladığına dikkat çekerek;
Ortadoğu ve Asya'da Batı karşıtlığının daha geniş bir ortak payda olduğunu söylüyordu. ABD'nin yeni
başkanı kim olursa olsun, yeni yönetim, ilişkilerin düzeleceğine inanırsa büyük hayal kırıklığına uğrayacaktı.
Kissinger'e göre; Avrupa'da ulus devlet zayıflıyor buna karşın Rusya, ABD ve Asya'da klasik formunu
koruyordu. Bu da uluslararası istikrar için Hitler ve Sovyetler Birliği'nden daha büyük tehditti.
IMF ve Dünya Bankası, emperyal devletlerin hizmetçisi
On dokuzuncu yüzyılda Britanya, yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra da Amerika, Britanya ve
ABD kapitalizminin liberal ve demokratik yapılarına uygun uluslararası liberal ekonomi kuralları ve kurumları
(Britanya ölçeğinde, serbest ticaret ve altın standardını, ABD ölçeğinde ise Uluslararası Para Fonu, Dünya
Ticaret Örgütü ve diğer kurumlar) geliştirerek güçlerini arttırdılar. Eğer bir ülke gücünü başka ülkelerin
gözünde meşrulaştırabilirse, arzularına ulaşma konusunda daha az dirençle karşılaşır. Eğer kültürüyle
ideolojisi çekiciyse, diğer ülkeler onun peşinden seve seve giderler. Eğer kendi toplumuyla uyumlu
uluslararası kurallar geliştirebilirse, değişmek zorunda kalma ihtimali azalır. Diğer ülkelerin faaliyetlerinin
kendi
arzusu
doğrultusunda
yönlendirilmesini
veya
sınırlandırılmasını
sağlayacak
kurumların
desteklenmesine yardımcı olabilirse masraflı havuç ve sopalara ihtiyaç duymaz.
IMF 1929 yılında başlayan ve 1930'lu yıllar boyunca Batı emperyalizmin yaşadığı ekonomik
bunalımdan ve ikinci dünya savaşının ortaya çıkardığı yıkımın ardından 1944 yılında Bretton Woods
Konferansında kabul edilen White Planı çerçevesinde 1946 yılında bir dizi görevle kuruldu. IMF uluslararası
ticaretin yayılmasına ve dengeli büyümesine yardımcı olacak, yüksek düzeyde istihdam ile reel gelirin
desteklenmesine ve sürdürülmesine katkıda bulunacak, sabit kur sistemini denetleyerek ülkelerin
devalüasyon yoluyla rekabet üstünlüğü elde etmelerini engelleyecek, konvertibiliteyi geliştirerek uluslararası
ticareti teşvik edecek ve son olarak bir kredi kuruluşu gibi davranarak nakit sıkıntısına düşen ülkelere kredi
sağlayacaktı. Bretton Woods Konferansıyla İkinci Dünya Savaşının yıkımına uğrayan ekonomileri yeniden
inşa etmek üzere kurulan Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankasına (Dünya Bankası) kuruluşunda verilen
görev alt yapı yatırımlarına kredi sağlamaktı. Başlangıçta bu kurumun yeteri kadar hızlı davranamadığını
gören ABD, Marshall yardımını devreye sokmuştu.
Amerikan politikası GATT (daha sonra Dünya Ticaret Örgütü), Dünya Bankası ve IMF gibi
1945'ten sonra açık bir uluslararası ekonomik sistem yaratmış olan normlara ve kurumlara bilinçli bir
biçimde destek olmuştur. Kırk beş yıl boyunca ekonomik küreselleşmenin sahası komünist
hükümetlerin otarşik politikaları nedeniyle sınırlı kalmıştı. Soğuk Savaşın sona ermesi bu engelleri
azaltmış, Amerikanın ekonomik ve yumuşak gücü hem bu gelişmeye bağlı olarak piyasa ideolojisinin
yükselişinden, hem de korumacılığın azalmasından yararlanmıştı. (Bugün) ABD dört küreselleşme
biçiminin dördünde de merkezi bir konuma sahiptir. Ekonomik (dünyanın en büyük sermaye piyasası
233
ABD'dedir), askeri (ABD askeri anlamda dünyanın her tarafına uzanabilen tek ülkedir), toplumsal
(ABD popüler kültürün kalbidir) ve çevresel (ABD dünyanın çevresel kirlenmesine en çok katkıda
bulunan ülkesidir... Bu açıdan bakıldığında, merkezde yer almak beraberinde hegemonyayı getirir.
IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü dışında kalan "küresel kurumların" da merkezinde
ABD ve ABD politikalarına uyumlu ya da yönlendiren şirketler yer almaktadır. Örneğin; Merkezi
Paris'te bulunan 1919 yılında dünyanın en büyük şirketlerinin yöneticileri tarafından kurulan,
Birleşmiş Milletlerde üst düzeyde danışmanlık statüsü olan Uluslararası Ticaret Odası (ICC), yine
Birleşmiş Milletlerde danışmanlık statüsü olan 1972 yılında dünyanın en büyük 1000 şirketin kurduğu
Dünya Ekonomik Forumu.
Uluslararası Finans Kuruluşlarının Dünya Hâkimiyeti Hevesi
Cecil Rhodes 1890'larda sömürgeciliğin savunmasını kısa ve özlü olarak şöyle yapıyordu:
“Kolayca hammadde elde edebileceğimiz, aynı zamanda sömürgelerin yerli halkının sağladığı ucuz
köle emeğini sömürebileceğimiz yeni topraklar bulmaya mecburuz… Ayrıca, sömürgeler kendi
fabrikalarımızda üretilen fazla mallardan kurtulmak için de bir kanal oluşturacaktır.”
Dün Cecil Rhodes gibi maceracı ve sömürgecilerin, imtiyazlı şirketlerin üstlendiği fonksiyonu
bugün; IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans kuruluşları daha etkin bir şekilde yerine getirir
hale gelmişlerdir.
Küreselleşme Hikayesi
Küreselleşmeyi, ABD eski çalışma bakanı Robert Reich, Japon Ohmae gibi yazarlar; her şeyi
değiştiren, ulus devletlerin ve sendikaların ona karşı hiçbir şey yapamayacakları yada çok az şey yapacakları
kesin bir eğilimdir" biçiminde tanımlamaktadır. IMFye göre Küreselleşme; ülkeler arasında mal, hizmet,
uluslararası sermaye akımları ve teknolojik gelişimin hızlı bir şekilde artmasını ve serbestleşmesini ve bunlar
sonucu ortaya çıkan ekonomik gelişmeyi ifade eder. Friedman ise küreselleşmeyi; dünyada birçok ekonomik
finansal, politik, ulusal güvenlik, çevresel sosyal, kültürel ve ulusal eyaletler arası teknolojik bağlantılar,
piyasalar ve bireyler yoluyla kıtalararası mesafeleri birbirine bağlayan bir ağ olarak tanımlanmaktadır.
Gerçekte küreselleşme; tüm dünyada kapitalizmin-piyasa ekonomisinin egemen kılındığı bir dünya
düzeni tanımlamakta ve piyasa ekonomisi uygulamayan tüm rejimlerin değiştirilmesi, buna izin vermeyen
ülke liderlerin, aksi düşüncelere sahip siyasal, toplumsal oluşumların yok edilmesini hedeflemektedir.
Uygulamada küreselleşme; bir taraftan Irak ve Afganistan'da olduğu gibi hak ve özgürlük dağıtma maskesi
altında askeri işgal zoruyla piyasa ekonomisini dayatma, işgal edilen ülke ve ulusunca yaratılan ekonomik
güce, doğal kaynaklara toprağa el koyma, diğer taraftan; daha çok demokrasi, daha çok özgürlük masalıyla
devşirerek sınırsız destekle devlet yönetimine getirdikleri liderler ve onların siyasi partileri vasıtasıyla
ekonomik, mali, askeri kültürel olarak kendilerine bağımlı devletler yaratma sürecidir.
Küreselleşme; dün medeniyet götürdüğü iddiasında olan klasik emperyalizmin özgürlük, demokrasi
gibi umut vadeden kavramlarla makyajlanmış IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlarla ayakta tutmaya çalıştığı
yeni halidir. Ancak; silah teknolojilerindeki gelişmeler, sömürgeci sermayedeki büyümeler doğrultusunda
vahşiliği ve yok etme yeteneği sınırsız hale gelmiş, kara hava ve deniz taşımacılığında gelişen teknolojiler
aracılığıyla maddi sömürü kapasitesi de olabileceği üst seviyeye ulaşmıştır.
Küreselleşme, hedefleri açısından klasik emperyalizmden farklılık göstermez. Sınırların kalktığı,
sermaye, mal, hizmet ve işgücünün uluslararası sistemde serbestçe dolaştığı kaynakların üretiminin,
dağıtımının, tüketiminin, pazarlamasının ülke ölçeğinden çıkarak uluslararası ölçeğe dönüştüğü, tüketim
alışkanlıklarının değiştiği tüketim hızının arttığı, gibi hayal ürünü bir gerçek dışılıkla kendisini dayatır. Oysa
gerçek; emperyal merkezlerdeki üretim fazlalarının az yada hiç gelişmemiş ülkelerin borçlandırılmak yoluyla
eritilmesi ancak bunun karşılığında bu ülkelerin kaynakların üretiminin, dağıtımının, tüketiminin, pazarlaması
ve insanın gücünün ucuz işgücü olarak ele geçirilmesidir. Serbestçe sınırları aşarak dolaşan ise sömürgeci
küresel sermaye ve o sermayenin üretimde kullandığı hammadde, ürettiği mal ve hizmettir.
Küreselleşme daha çok özgürlük ve demokrasi vaadiyle ulusları etnik kökenlerine; etnik kökenleri
234
dinine, mezhebine diline, rengine; bireyi cinsiyeti siyasi düşünce ve felsefi inancına göre ayrıma tabi tutarak,
yerelleştirerek yok eder. Coğrafyalarda yeni sınırlar yaratarak yeni sömürge vahaları oluşturur. Sınırların
kalktığı, sermaye, mal, hizmet ve işgücünün uluslararası sistemde serbestçe dolaştığı, Refahın ve gelirin
arttığı daha çok özgürlük ve demokrasiye ulaşıldığı sahte cennet rüyası gördürülen toplumlar,
uyandıklarında; sahip oldukları toprakların, doğal kaynakların ve ekonomik gücün ellerinden alınarak
sömürgeci sermayenin eline geçtiği ve ülkelerinin bir sömürgeye kendilerinin de bir köleye dönüştüğü, gerçek
bir cehennemle karşı karşıya kalmaktadır.
Küreselleşmenin hayasızlığı William Greiderin yaptığı lirik tanımla daha da bir anlam kazanır.
küreselleşme, olağanüstü bir makineye benzer. yok ettiklerinin karşılığını alır. Modern tarım makineleri gibi
büyük, hareketli, karmaşık ve güçlüdür. Koşarcasına sahalar açar ve sınırları önemsemez. Arkasında geniş
tahribat izleri bırakırken, büyük miktardaki refah ve zenginliği beraberinde götürmekte, Zengini daha zengin,
fakiri daha fakir yapmaktadır. Fakat makinanın direksiyonunda hızını ve yönünü kontrol eden kimse yoktur.
Olabildiğince özgür ve de sınırsız makine, dünyayı yeniden yapılandıran, kendi kendine işleyen, bir
ekonomik sistem draması oluşturan, küresel endüstriyel devrimin zorunlulukları tarafından yönetilen modern
kapitalizmdir.
O halde küreselleşme, kapitalizm, piyasa ekonomisi; ulusun ve ulus-devletin ve bu devletin temel
amaç ve görevlerinin karşısındadır. Çünkü Ulus devlet kendisini kuran halkın egemenliğine dayanır. Bu
egemenlik hakkına dayanarak ulusal menfaatler doğrultusunda kurallar koyar. Ulusu oluşturan bireylerin
sahip olduğu , temel hak ve özgürlükleri, toplumun sağlığını, toplumun temeli olan aileyi korur. Toplumun
sağlıklı bir çevrede yaşamasını sağlar Milli ekonominin yararlarını dikkate alır. ulusal mülkiyet altında
bulunan ve devletin hüküm ve tasarrufuna bırakılan kıyıları, madenleri ormanları milli menfaatler gözetilerek
korur geliştirir işletir. Ulusun ve devletin ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmasını planlar, sosyal güvenliği
sağlar, para, kredi, sermaye, mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli işlemelerini sağlayıcı ve geliştirici
tedbirleri alır; tekelleşme ve kartelleşmeyi Piyasaların yabancı hakimiyetine girmesini önler...
Değişim ardından borç ve yapısal uyum (kolonizasyon süreci)
IMF ve Dünya Bankasında küreselleşmeyi liberalleşme birlikte ele alma yönündeki çarpıcı
değişim,1980'lerde Ronalt Reagan ve Margaret Thatcher, ABD ve İngiltere'de serbest piyasa ideolojisi
vaazları verirken gerçekleşti. IMF ve Dünya Bankası verecekleri borç ve bağışlara fena halde ihtiyacı olan,
serbest piyasa ekonomisine geçmeye gönülsüz fakir ülkelere bu fikirleri dayatmak için yeni misyoner
kuruluşlar haline geldi. Fakir ülkelerde hükümet yetkililerinin çoğunluğu ve daha önemlisi bu ülkelerdeki halk
kuşkulu baksa da maliye bakanlıkları fonları alabilmek için gerekiyorsa gönüllü olarak siyasal görüş
değiştiriyorlardı. 1980'lerin başında Dünya Bankası'nda banka'nın düşünüşünü ve doğrultusunu yönlendiren
araştırma departmanında bir temizlik yapıldı... Eski başkan Chenery ve ekibi gelişmekte olan ülkelerde
piyasaların nasıl başarısızlığa uğradığı ve devletlerin piyasaları iyileştirmek ve yoksulluğu azaltmak için ne
yapabileceği üzerine yoğunlaşırken, yeni başkan sorunun devletler olduğunu düşünüyordu. Bu döneme
kadar IMF ve Dünya Bankasının görevleri ayrıyken bu dönemde faaliyetleri gittikçe birbiri içine girmeye
başladı. 1980'lerde Dünya Bankası sadece projelere (yol, baraj projeleri gibi) kredi vermekten öteye geçti ve
yapısal uyum kredileri adı altında daha geniş kapsamlı destek sağlamaya başladı. Ama bunu yalnızca IMF
onay verince yapıyordu; tabi bu onayla birlikte IMF'nin ülkeye dayattığı şartlar geliyordu. IMF'nin krizler
üzerine yoğunlaşması gerekiyordu ama gelişmekte olan ülkelerin her zaman yardıma ihtiyacı oluyordu;
dolayısıyla IMF gelişmekte olan ülkelerin yaşamlarının kalıcı bir parçası haline gelmişti."
ABD Maliye Bakanı James Baker, Üçüncü Dünya Ülkelerini borç yükümlülüklerini yerine getirmek
üzere ekonomilerini radikal bir biçimde "yeniden yapılandırma"ya zorlayan bu yeni stratejiyi resmileştirdi.
"Baker Planı" IMF ve Dünya Bankasının 1985 toplantısında açıklandığında, her iki kurumun da borçlu
ülkelerin ekonomik politikalarına daha köklü "düzenlemeler" dayatması istendi. IMF ve Dünya Bankası bu
yeni manivelayı sonuna kadar kullandılar. Beraberce ekonomideki para arzını azaltarak ve hükümetin
sadece kamu işletmeciliğinden değil, en savunmasız durumda olanlara ulaştırılan temel sağlık ve refah
235
hizmetlerinden de geri çekilmesini talep ederek, Üçüncü Dünyayı "yapısal olarak uyumlulaştırma" politikasını
uygulamaya koydular. IMF ilk "resmi" Yapısal Uyum Hizmetini 1986'da başlattı Dünya Bankası onu
izledi.1989'a gelindiğinde banka, bu süre içinde IMF'den benzer krediler almış ülkelerin %75'ine uyum
kredileri vermişti. Bankanın koşulları IMF'nin mali "liberalleşme" ve açık piyasalar reçetesini hem genişletti
hem güçlendirdi. Bunların arasında kamuya ait işletmelerin "özelleştirilmesi", kamu sektöründe kitlesel işten
çıkarmalarla devletin küçültülmesi ve giderlerinin azaltılması temel toplumsal hizmetlerde kesinti yapılması
temel gıda maddelerine sübvansiyonun kesilmesi ve ticaretin önündeki engellerin azaltılması yer alıyordu.
Oysa serbest piyasa yada neo-liberal emperyalizm her zaman bir mitti; Emperyal devletler pazarlarını
hiçbir zaman tam olarak açmadılar, tüm sübvansiyonları kaldırmadılar ya da kah siyasal kah toplumsal
nedenlerden ötürü stratejik ekonomik sektörleri desteklemek ya da korumak üzere müdahale etmekten geri
durmadılar. Neo-liberal emperyalizm daima seçmeci ürün sektörlerinde, seçilmiş ülkelere, belirli zaman
dilimlerinde seçmeli açıklık anlamına geldi. Deniz aşırı ülkelerdeki piyasalar, ABD bağlantılı şirketlerin ürettiği
ürünlere, ABD hükümeti eliyle açıldı. Emperyal ülkede "serbest ticaret", ekonomik değil siyasi kriterlere
dayanıyordu. Diğer taraftan Avrupa-ABD'li politika yapıcılar ve onların IMF ve Dünya Bankası'ndaki
memurları Üçüncü Dünya'ya "piyasa fundamentalizmi"ni yani tüm sektörlerdeki tüm ürün ve hizmetler için
ticaret engellerinin, sübvansiyonların ve kuralların hepsinin kaldırılmasını vaaz ediyorlardı. Emperyal
devletlerin seçmeci serbest piyasa uygulamaları, yurtiçinde önemli siyasi seçmen çevrelerini kapsayan
ekonomik sektörler korunurken, çokuluslu şirketlerine de, piyasa fundamentalizmini uygulayan hedef
ülkelerdeki piyasa fırsatlarından yararlanmalarına olanak sağlıyor(du).
Bir Ulus-Devlet olan Türkiye Cumhuriyeti etkisizleştirilirken “Piyasa Fundamentalizmi” ve
“Devlet Düşerken”
1970'lerde yaşanan iki büyük petrol şoku ile birlikte yükselen petrol fiyatları nedeniyle Türkiye derin bir
ödemeler dengesi krizine girmiş O günlerin dillere pelesenk olan deyimiyle 70 cent'e muhtaç hale gelmiştir.
Döviz yokluğu nedeniyle üretimde kullanılan ithal girdileri temin edilememiş ve temel ihtiyaç maddelerinde
baş gösteren kıtlık, karaborsa ve kuyruklar oluşturmuş, bu şartlar Türkiye'yi giderek yükselen enflasyon
olgusuyla karşı karşıya bırakmıştır.
Ekonomideki bu krizin aşılabilmesi için başvurulan IMF ve Dünya Bankası, değişen rolleri gereği
yardımı "yapısal dönüşüm" şartına bağlamışlardı.
İşte Türkiye'de uluslararası kredi kurumları aracılığıyla yapılan küreselleşmeyi liberalleşme birlikte
algıla baskılarına 24 Ocak 1980 kararları ile birlikte boyun eğerek, devletin yapısal olarak değiştirilme ve
dönüştürülmesi işlemlerine emperyal merkezlerin kontrolü ve memurlarının gözetimi altında hızlı bir şekilde
başlanılmıştır. Bu başlangıcın Dünya Bankası ve IMF'nin yeni roller üstlendiği zaman dilimine rastlaması
doğrusu sıradan bir rastlantı sayılmamalıdır. Nitekim; 24 Ocak kararlarının alınmasında karar verici ve daha
sonra bu kararların uygulayıcısı konumunda olan Turgut Özal'ın daha önce Dünya Bankası Sanayi
Dairesi'nde danışman olarak çalışmış olması, keza 24 Ocak kararlarıyla Türkiye Cumhuriyetinin içine girdiği
bu yeni dönemi "transformasyon" (biçim değişimi, dönüşüm) olarak tanımlanması oldukça dikkat çekicidir.
Türkiye Cumhuriyeti'nin, Piyasa Fundamentalizmi üzerinden dönüşümü 24 Ocak kararları üzerine inşaa
edilmiştir. Bu bağlamda her ne kadar IMF resmi olarak ilk yapısal uyum hizmetini 1986 yılında başlatma
birlikte gayri resmi olarak ilk yapısal uyum 24 ocak kararlarıyla Türkiye Cumhuriyeti üzerinde denenmiştir.
24 Ocak kararlarıyla "ithal ikamesi" modeli yerine "ihracata yönelik sanayileşme" modeli benimsenmiş
ihracatı özendirici, yabancı sermayeyi teşvik edici, ithalatı kolaylaştırıcı bir çok yatırım ve gümrük muafiyeti
sağlayıcı bir dizi içerikle uygulamaya konulan kararlar ve izlenecek stratejilerle ilgili olarak ,IMF, OECD
Dünya Bankası gibi kuruluşlarla uyum sağlanmış ve bu kuruluşların desteğiyle önemli borç ertelemeleri
yapılarak, yeni krediler elde edilmiştir. Tüm bunların karşılığında Türkiye Cumhuriyeti ekonomik yapı ve
işleyiş biçiminin tedricen değişeceği, emperyal devletlere ve onların şirketlerine ulusal güvenlik ve ulusal
çıkarlar aleyhine inanılmaz fırsatlar sunan devletin karar alanlarını daraltan, kaldıran kamusal gücün özel
sektöre ve sermayeye hepsinden önemlisi çok uluslu sömürgeci sermayeye devredildiği geri dönülmez bir
236
deregulasyon sürecine hızla girmiştir. Ana rota hiçbir değişime uğramadan 80'li yıllardan günümüze 24 ocak
kararları üzerine yaşanılan her kriz sonrası stanby anlaşmaları ile yapılan eklemelerle gelmiş, Türkiye
küresel emperyalizmin giderek artan bir eğilimle açık bir kolonisi olarak konuşlandırılmaya başlanılmıştır.
IMF'nin talebi doğrultusunda 24 Ocak 1980'de alınan ekonomik kararlarlar içinde yer alan bazı
düzenlemeler; bir yasa yada yasa değişikliğini gerektirmekteydi. Bu yasa yada değişiklik tasarıları hükümetçe
hazırlanıp meclise sevk edilmekle birlikte, meclis aritmetiği bu yasaların çıkmasına olanak vermemiştir. Bu
yasa tasarılarının başlıcaları; vergi yasasında değişiklik öngören yasa tasarısı, eşel mobil yasa tasarısı,
sigarada tekelin kaldırılması ile ilgili yasa tasarısı, Devletleştirilen bazı madenlerin özel sektöre devri ile ilgili
yasal düzenleme, serbest bölgeler ve limanlar kurulması için yasa tasarısı, kıdem tazminatında değişiklik
öngören ve kıdem tazminatı fonu kurulmasını öngören yasa tasarısı, sendikalar, toplu sözleşme grev ve
lokavt yasasında değişiklik, özel güvenlik örgütleri yasa tasarısıdır.
Ancak birbirini izleyen hükümetler o zaman çıkarılamayan (geçmiş hükümet zamanında) bu
düzenlemeleri meclisten geçirmiş bu düzenlemelere yeni krizlerle birlikte Standby anlaşmaları çerçevesinde
IMF ve Dünya Bankası tarafından yapısal uyum adına dayatılan yeni yasal düzenlemeler de eklenmiştir.
Meclis aritmetiği yahut, seçim ve buna bağlı olarak hükümet değişikliği nedeniyle meclisten geçirilemeyen
dayatma yasal düzenlemeleri de kendinden sonraki hükümetlere bir miras olarak bırakmıştır. IMF'ye verilen
Niyet Mektupları; maliye politikasından sanayileşmeye, tarımdan sosyal güvenliğe, enerjiden bankacılığa,
çevreden ticarete, madenden ücretlere, sağlıktan yargıya, bütün alanlarda ülkenin gerçeklerine ve
ihtiyaçlarına değil; IMF'nin, Dünya Bankasının talimatlarıyla ve bunların ardında yerini alan emperyal
merkezlerin, çok uluslu şirketlerinin çıkarları doğrultusunda düzenlemeler devlette yürütme ve yasama erki iç
içe geçerek yargı erkini etkisiz bırakmış, yargı kararları niyet mektupları ve Stanby anlaşmalarının altında
ezilmiştir.
Ekonomik istikrar programları doğrultusunda IMF ve Dünya bankası ile borç ilişkilerine giren ülkemizde
çok uluslu şirketlerin taleplerinin IMF'ye verilen niyet mektuplarına sokulması ve bu talepler doğrultusunda
taahhütlerde bulunulması sıradan işler haline gelmiştir. Keza Dünya Bankası tarafından ekonomik istikrar
programı uygulayan ülkemiz için sözde kalkınmayı sağlayacak yapısal reform önerileri ve bu doğrultuda
hazırlanan raporlar, yayılmacı çokuluslu şirketlerin işlerini kolaylaştıracak yasal düzenleme önerileriyle
doldurulmuştur. Bunun en somut örneğini Kasım-Aralık 2000 ve Şubat Mart 2001 aylarında karşı karşıya
kaldığımız şiddetli bir bankacılık ve döviz kuru krizi sonucu ülkemize dayatılan "on beş günde on beş yasa"
uygulaması teşkil eder. Nitekim krizlerin öncesinde Dünya Bankas'nın "Ağustos 2000 tarihli" Türkiye
Sürdürülebilir Kalkınma İçin Yapısal Reformlar başlıklı raporunda krizler sonrası dayatılan 15 yasa
sayılmaktadır. Bu yasalar; Sözde kamu bankalarının özerkleştirilmesini sağlayacak Bankalar Kanunu, Banka
tasfiyelerini kolaylaştıracak İcra İflas Kanunu, Türk Telekom'un yüzde 51'inin daha sonra tamamının
özelleştirilmesini sağlayacak Telekom Yasası, hava taşımacılığında fiyat belirlemede Ulaştırma Bakanlığı
onayının kaldırılarak serbest tarifelerin geçerli kılınacağı Sivil Havacılık Yasası, Merkez Bankası Kanunu,
tütün ekimini kısıtlayan Tekel'in özelleştirmesini sağlayacak Tekel Kanunu, Şeker pancarı ekimini
kısıtlayacak, şeker piyasasını düzenleyecek Şeker kanunu, Endüstri bölgeleri yasası, Maden yasası, yine
sözde kamu ihalelerini şeffaflaştıracak kamu İhale yasasıdır.
Piyasalaşma sürecinde; Çokuluslu şirketlerin sirayet ettiği ekonomiler sürekli kriz tehdidi altında yine
onların ekonomi içerisinde köklerini derinleştirerek ekonomik yapılar içerisine derinlemesine nüfuz etmelerini
kolaylaştırıcı yasal düzenleme dayatmaları ile karşı karşıya kalmakta çoğu zaman kriz tehditlerine aksi
takdirde demokrasiniz yara alır tehditleri de eklenebilmektedir. Bu çerçevede; Kasım-Aralık 2000 ve Şubat
Mart 2001'de karşı karşıya kaldığımız bankacılık ve döviz kuru krizi akabinde; Türk bankacılık sektöründe ve
sermaye piyasalarında çokuluslu sermayenin önemli bir ağırlığa ulaşması oldukça dikkat çekici bir durumdur.
Krizin hemen sonrası Türkiye'ye ihraç edilen Kemal Derviş'in IMF'nin ardındaki emperyal gücün Hazine
Bakanı Paul O'Neill ile ABD'de yaptığı görüşmenin ardından O'Neill'in; "ABD yönetiminin Türkiye'ye yeni IMF
kredisi verilmesini desteklediğini, Türkiye'nin, destek karşılığında ekonomik reformlar yapmayı kabul ettiği"
237
şeklindeki açıklamalar dikkat çekici durumu açıklamaya yeterli olabilir.
IMF ile olan ilişkiler Devletin; Savunma, Adalet, Eğitim, İç güvenlik, Dışişleri, Sağlık gibi klasik ana
fonksiyonlarını savunma, adalet ve özel sektör tarafından yüklenilmeyecek alt yapı yatırımları olarak
sınırlamıştır. Nitekim; Özelleştirme idaresi Özelleştirmenin felsefesini açıklarken, devletin asli görevlerini;
adalet ve güvenliğin sağlanması ile özel sektör tarafından yüklenilmeyecek alt yapı yatırımları olarak
belirlemekte, kalan kamusal hizmetlerin ise pazar (piyasa) mekanizmaları tarafından yönlendirilmesi olarak
tanımlamaktadır. Özel sektör tarafından yüklenilmeyecek alt yapı yatırımlarının da sonradan özelleştirme
konusu yapıldığı dikkate alındığında; IMF ve Dünya bankası aracılığıyla Türkiye'de devletin ana
fonksiyonlarının sadece savunma ve adaletle sınırlandırdığı çok açık bir şekilde görülmektedir.
Kamusal hizmet sektöründe piyasalaşma, sosyal devlet olgusunu yerle bir eden ve devletin
meşruiyetini ortadan kaldıran bir biçim değişimi, dönüşümdür. Ulus Devlette ulusun, devletin hem
meşruiyetinin hem de tercih ve hedeflerinin kaynağı olması, Ulus devletin sosyal devlet olmasını beraberinde
getirmektedir ki sosyal devlet aynı zamanda bir refah devletidir. Bu açıdan bakıldığında IMF ve Dünya
Bankası ile ilişkilerin dayatmasıyla Türkiye'de gelinen noktada yapısal uyumun çok ötesine geçildiği, esasen
ortada uyum değil, bir anlamda devletin meşruiyetinin temel dayanağı olan ulusun köleleştirilmesi, devletin
kolonizasyonu gibi bir uyumsuzluğun, söz konusu olduğu görülecektir. Refah devleti söz konusu olduğunda
kapitalist piyasa ekonomisi dahi piyasa güçlerinin işleyişini bozma konusunda tereddüt göstermemektedir.
Nitekim Refah Devletini İngiliz İktisatçılardan Briggs; “Refah devleti, kişilere ve ailelere, sahip oldukları
mülklerin piyasa değerine bakmaksızın minimum bir gelir garanti ederek; kişisel ve ailevi krizlere yol
açabilecek hastalık, yaşlılık, işsizlik gibi belirli "sosyal riskleri" karşılayabilecek güce kavuşturmak suretiyle
kişiler ve aileler için güvensizlik alanını daraltarak ve nihayet statü ya da sınıf ayrımı yapmaksızın tüm
vatandaşlara belirli sosyal hizmetleri en iyi standartlarda sunmayı garanti ederek, piyasa güçlerinin işleyişini
değiştirmek amacıyla devlet erkini politikalar ve idare yoluyla bilinçli olarak kullanan devlettir...” şeklinde
tanımlamaktadır. Buna karşın yapısal uyum IMF'nin dayattığı Sosyal Güvenlik Yasası ve onu tamamlayıcı
nitelikteki Genel Sağlık Sigortası yasasıyla Sosyal devletin sağlık konusunda üstlendiği fonksiyonların
tasfiyesinin de yolu açılmış olmaktadır. Bundan böyle sosyal güvenliğe bütçeden ayrılan paylar giderek artan
bir eğilimle azalacak. Ve yakın bir gelecekte sıra hastaneler, eğitim ve öğretim kurumlarının özelleştirilerek
sosyal devletin bu alanda vermiş olduğu hizmetlerin tamamı piyasalaştırılmış olacak.
Belki de Dışişlerinin de piyasalaştırılması bu alanında lobi şirketlerine iş olarak sunulması gündeme
gelebilecektir. Nitekim iç güvenlik hizmetlerinde gerçekleştirilen piyasalaşma sürecinin IMF ve Dünya
Bankasının baskı ve gözetiminde savunma hizmetlerine de nüfuz etmesi kaçınılmaz bir sonuç olmaktadır. Bu
son cümle çoğumuza saçma gelebilir. Ancak ABD, İngiltere ve bir çok Avrupa ülkesinde Savunma
hizmetlerinin, bir çok askeri operasyonun özel askeri şirketler eliyle yürütüldüğü de yadsınamaz bir gerçeklik
olarak karşımızda duruyor. Örneğin Suudi Arabistan'ın 1975 yılından buyana petrol bölgelerini koruyan ve
ulusal muhafızlarını eğiten Vinel Corp. İsimli ABD merkezli Çok uluslu bir özel askeri şirket, yani özel ordu.
Bu özel ordunun Suudi Arabistan'a sağladığı hizmetler sadece bununla da sınırlı değil, karşı-istihbarat,
kimyasal savunma ve diğer operasyonel güvenlik hizmetleri sunuyor. Suudi ordusunun silah envanterini
belirliyor, hava ve kara kuvvetlerine lojistik destek ve diğer servisler sağlıyor.
IMF ve Dünya Bankasının yapısal olarak uyumlulaştırma politikasına teslimiyetin bir sonucu olarak
ortaya çıkan özelleştirme süreci, kamuya ait işletmelerin nasıl özelleştirilmesi gerektiği konusundaki planın
ABD merkezli Morgan Bank'a ihale edilmesiyle başlamış, bu çalışmalarda Dünya Bankası/IFC Uzmanlarının
yanı sıra Lioyds Bank, National Westminister Bank gibi bankalar yer almış, bu süreç çokuluslu şirketlerin
direktifleri doğrultusunda ve Dünya Bankasının yapısal uyum kredileriyle şekillenip sonuçlandırılmaya
başlanılmıştır.
Özelleştirmede ilk adım 1984 yılında kamuya ait yarım kalmış tesislerin tamamlanması ya da yerine
yeni bir tesis kurulması amacı ile özel sektöre devri ile atılmış, 1985 yılından günümüze 246 kuruluştaki
kamu hisseleri, 22 yarım kalmış tesis, 393 taşınmaz, 8 otoyol, 2 boğaz köprüsü, 103 Tesis, 6 Liman, şans
238
oyunları lisans hakkı ve Araç Muayene İstasyonları özelleştirme kapsamına alınmıştır. Bugüne kadar 195
kuruluşta hisse senedi veya varlık satış/devir işlemi yapılmış ve bu kuruluşlardan 186'sında hiç kamu payı
kalmamıştır. 1986 yılından 2004 yılına kadar geçen süreçte özelleştirme sonucu yaratılan 14,3 Milyar
Dolarlık kaynaktan hazineye sadece 3,4 milyar dolar aktarılabilmiş, yaratılan kaynağın 11 milyar dolara yakın
kısmı özelleştirme kapsamındaki kuruluşlara yapılan ödemeler özelleştirme uygulamalarına ilişkin
harcamalarla borç ve faiz gideri olarak kullanılmıştır. Kısaca özelleştirme karşılıksız bir kaynak transferi
niteliğinden öteye gidemediği gibi kendisinden beklenilenin aksi sonuçlar doğurmuştur. Özelleştirme
uygulamalarının asıl çarpıcı sonucu devletin çekildiği petro-kimya, bankacılık, madencilik, akaryakıt dağıtım
vb faaliyet alanlarını ağırlıklı olarak çokuluslu şirketlerin doldurarak piyasaya bu şirketlerin hakim olmasıdır.
Bir taraftan iç pazara çokuluslu şirketler egemen olurken, diğer taraftan yine İMF ve Dünya Bankası ile
yürütülen istikrar programları aracılığıyla uluslararası sermaye hareketlerinin düzenlenmesi işine başlanılmış,
ilk önce Dünya bankası çerçevesinde yürütülen Çok taraflı Garanti yatırım anlaşmasının 1988'de
imzalanmasının akabinde aynı yıl bu anlaşma ülkemizde yasalaştırılmış, ardından yine Dünya Bankası ve
onun alt Kuruluşu IFC'nin bir parçası olan Yabancı Yatırım Danışma Servisi (FIAS) tarafından hazırlanan
içerik itibariyle "Sermayenin Anayasası" olarak bilinen Çok Taraflı Yatırım Anlaşmasının (MAI-Multilateral
Agreement on Investment) hükümlerini içeren "Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunu" 2003 yılında
yasalaştırılmıştır. Bu yasayla uluslararası tekellere her sektörde mülkiyet edinme hakkı verilmiş, yabancı
yatırımlarda; kazanılan gelirin belli bir kısmının yeniden yatırıma yönlendirilmesi, teknoloji, istihdam yaratma
zorunluluğu vb. koşulları ortadan kaldırılarak, yabancı yatırımcılara ülke içerisinde elde edilen karın yanı sıra
sermayenin ülke dışına sınırsız transfer hakkı tanınmış, yabancı yatırımlar karşısında yerli yatırımcının
korunmasına ve teşvikine yönelik tüm uygulamalar ortadan kaldırılarak yerli ve yabancı sermaye eşit sayılır
hale getirilmiştir. Doğal kaynakların tüketiminde ulusal ve toplumsal çıkarın gözetilmesi şartının kaldırılması,
uluslararası tekellere petrol, maden ve orman gibi yenilenemeyen ya da uzun vadede yenilenebilen
kaynaklarımızı sınırsız sömürme yetkisi tanınması, Yabancı yatırımcılarla anlaşmazlıklarda ulusal hukuk
sistemi işlevsiz kılınarak tüm yetkiler uluslararası tahkime devredilmesi, yabancı şirketlere sınırsız
gayrimenkul edinme hakkı sağlanması, suretiyle, insiyatif tamamen yabancı tekellere terkedilmiş, kamu
yararı gerektirmedikçe ve karşılıklar ödenmedikçe devletleştirme yapılamayacağı kabul edilmiştir.
Sonuç
1923'ten günümüze Türkiye Ekonomisine bakıldığında, İzmir İktisat Kongresinin bir kilometre taşı
olduğu görülür. Lozan Barış görüşmelerinin kesilmesinin hemen ardından, Şubat 1923'te toplanan İktisat
Kongresi'nin daha ilk gününde alınan kararlar, Mustafa Kemal'in, “İstiklalimizi emin bulundurabilmek için,
heyet-i umumiyemizce heyet-i milliyemizce bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak
isteyen kapitalizme karşı heyet-i milliyece mücadeleyi caiz gören bir mesleği takip eden insanlarız...”
söylevine uygun olarak yeni kurulan devletin, Ulusal İktisat'a dayanan bir politikası olacağını tüm dünyaya
duyurmuştur.
Türkiye'nin endüstrileşmesinde en büyük engel olan Osmanlı'dan kalma imtiyazlara sahip yabancıların
elindeki madenler, demiryolları, limanlar vb gibi ne kadar işletme varsa bunların devletleştirilerek söz konusu
kaynak ve işletmelerin Türk ulusunun emrine amade kılacak bir süreç başlatılmış, Türkiye Cumhuriyeti,
ulusal kaynaklar üzerinde sanayileşmeyi bir devlet politikası olarak benimsemiştir. Ancak 24 Ocak 1980
kararlarıyla birlikte bu politikalar bir oldubittiyle terk edilerek, Cumhuriyetimiz başkalaşma sürecine sokulmuş,
Cumhuriyet kazanımlarının, ekonomi alanındaki zaferlerin savunulması üzerine titrenilmesi anlayışı ilkellik
olarak görülmeye başlanmıştır. Bu başkalaşım ulus devletimizi, Ulusal bağımsızlığımızı törpüleyerek,
Cumhuriyetimizi hızla başlangıç noktasına doğru itmiştir. Geldiğimiz nokta itibariyle; Mustafa Kemal ve onun
kurduğu Cumhuriyetin Türk ulusuna amade kıldığı değerler, yolsuzluklarla örülmüş mezatlarla, emperyal
devletlerin IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla verdiği talimatlar doğrultusunda Cumhuriyet öncesinde olduğu
gibi sömürgeci sermayenin ellerine bırakılır hale getirilmiş, ulusal ekonomiden bahsetmek "adeta bir
muamma ve kabahat olarak görülmeye" başlanmıştır.
239
Sömürgeci sermayeye her türlü koruma ve kolaylık sağlayan, onlara ulusal sınırlar içinde hukuksuz,
kanunsuz ve kuralsız faaliyet imtiyazları tanıyan, ulusal sermayeyi göz ardı ederek bu güne kadar
görülmemiş haklar tanıyan yasal düzenlemeler; ulusal ekonomiyi yok ederken, ulusal sermaye ve ulusun
köleleştirilmesinin önünü açmakta, ulusal kaynaklarımız ve parasal varlığımızı yok pahasına yurt dışına
aktarılmakta, ulusal hukuk sistemini hepsinden önemlisi Türkiye Cumhuriyeti Devletini işlevsiz bırakmaktadır.
1923 yılında; "Ya İstiklal Ya Ölüm", "Tam Bağımsızlık", "Misak-ı İktisadi" ülküsüyle yola çıkan Türkiye,
Bu düzenlemeler sonucunda; ABD emperyal devleti öncülüğündeki küresel emperyalizmin -IMF ve Dünya
Bankası gibi- uluslararası örgütleri aracılığıyla ticaretin önündeki engelleri kaldırarak iç pazarlarını ardına
kadar açmış, kamuya ait işletmeler küresel emperyalizmin yapı taşı olan çokuluslu şirketlerin eline teslim
edilmiş,Türkiye Cumhuriyeti Devleti kolayca hammadde temin edilen, toprakları, özel şirketleri, borsaları,
üretim araçları ele geçirilmiş, ulusun emeğinin sömürüldüğü, emperyal merkezlerdeki üretim fazlalarının
eritildiği, bir sömürge ülkeye dönüştürerek endüstriyel varlık ve enerjisi yok edilmiştir. Hükümetler artık
Cumhuriyetimizin varlığını ulus devletten, ulustan değil küresel kapitalizmden kuvvet alarak, sürdürme
çabasındadır. O yüzdendir ki devlet, ulusun iktisadi siyasi ve sosyal çıkarlarını koruyamamakta, hükümetler
ABD ve AB" den izin almadan hiçbir şey yapamamaktadır.
IMF ve Dünya Bankasının talimatlarıyla emperyal devletler ve çok uluslu şirketler lehine yapılan
düzenlemeler emperyalizmin doğası gereği kalıcı olmak zorunda, kalıcılılık da yeterli değil yeni ve daha
büyük imtiyazlar için önündeki tüm engelleri kaldırılması bir zorunluluk. Bu çerçevede; çok uluslu sömürgeci
sermayenin iktisadi, siyasi, mali, sosyal, hukuksal, askeri ve çevresel... gibi temel konularda belirleyici olması
için Türkiye'yi milli devlet ulus devlet esasından kopartacak temel bir yasa değişikliği şart. Emperyal devletler
IMF ve Dünya Bankası ve çok uluslu şirketler altın vuruşu yeni anayasa ile yapacaklar. Devlet onların hedef
ve tercihlerinin kaynağı olacak ve siz onu ilk sivil anayasa olarak bileceksiniz. Kıyametimizse ha koptu ha
kopacak.
Bugün dünyada küreselleşmenin boyunduruğundan kurtulmaya çalışan Rusya başta olmak üzere
Latin Amerika ülkeleri, bir taraftan İşbirlikçi iktidarları devletlerinin başından uzaklaştırırken diğer taraftan
Ulus devletlerini yeniden inşaa etme çabalarına hız vermiş; sömürgeci sermayenin özelleştirme yoluyla el
koyduğu ekonomik güç unsurlarını hızla devletleştirmeye başlamıştır.
Sorun ve çözümü bellidir. Oysa bizler hala kuşatıldığımızın prangalara vurulduğumuzun farkında
olmaksızın sözün ve ulus devletimizin bittiği noktalarda dolaşıyoruz.
Piyasa düşerse devlette düşer hala anlamıyor muyuz?
Düşen devlet; milli, demokratik, laik, sosyal ve hukuk devleti olamaz.
Ya milletçe bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı
mücadeleyi caiz gören bir mesleği takip eden atasına layık insanlar olacağız ya da emperyalizm tarafından
efendisine hizmet etmekle görevlendirilmiş bir köle. 190
 AMERİKAN KÂBUSU BİTİYOR!
Artık, ABD’nin çöküş tarihi konuşuluyordu!
Dünya 1991 yılında Soğuk Savaş’ın bitmesi, komünizmin çökmesi ve Sovyetlerin çözülmesiyle
ABD güdümlü tek kutuplu bir döneme geçti. Ama bu hiç uzun sürmedi. Bunun üzerinden 20 yıl
geçmeden tek kutuplu dünya Bush’un maceralarıyla birlikte kutupsuz hale geldi. ABD Clinton ve
Bush dönemlerinde tam 16 yılını heba etti. Clinton, ABD’nin beka ve hayatiyetini temin eden coğrafya
olarak Ortadoğu’da barış temin edemedi. İsrail’in ihtiraslarını dizginleyemedi. Barış dönemi böylece
barışsız bir şekilde bitti ve boşa gitti. Bunun üzerine iktidara oğul Bush geldi o da savaşlarda
kazanamadı ve dost-düşmanın ittifakıyla ABD, treni ebedî olarak kaçırdı. Amerikan imparatorluğu
(PNAC) rüyası yarım kaldı ve sona yaklaştı. Dolayısıyla Reagan’dan hemen sonra baba Bush
190
Ocak 2008 / Jeopolitik
240
döneminde başlayan tek kutupluluk, CFR Başkanı Yahudi Siyonist Richard N. Haass’ın da itirafıyla
bitmiş ve yerini kutupsuzluğa bırakmıştır.
Yine aynı bağlamda, Newsweek editörü Ferid Zekeriya yeni bir kitap yazmış: The Post
American World. ABD Sonrası Dünya veya dönem ve çağ anlamına gelebilecek kitabında aslında çok belli
etmese de ABD’nin bitiş gongunu çalıyor. Her ne kadar kitabın tanıtımında ‘Bu kitap, ABD’nin çöküşünü değil
yükselişini anlatıyor’ dense de kazın ayağı hiç öyle değil. Her ne kadar güven vermeye yeltense de aslında
kitabın başlığı bile şeamet tellâllığından başka bir şey değil. Amerikan Yüzyılı projesini fiilen nakzeden bir
kitap. Hindistan ve Çin’in yükselişi ile ilgili Taha Akyol’un bir programına katılan Cem Kozlu bu meseleyi
analiz etti. Bence pek muvaffak olamadı. Nedeni meseleye kompleksli olarak yaklaşması. Bakışının
kompleksten ve Amerikan şaşaasından kurtulamaması. Taraflı bakmak; ister düşman cephesinden, isterse
dost cephesinden olsun hiç fark etmez insanı yanıltır. ABD’nin dünya üretimi içindeki payının 1960’dan beri
hiç değişmediğini ve eksilmediğini söyledi. Bence bir yanlışı var. Aslında, 1945’ten beri düştüğüne aksi
yönde veriler var. O ise 1960 ile 2006 arasında bu payın yüzde 26 olarak fix kaldığını ileri sürdü. Ve sadece
bununla da kalmadı ABD’nin her yönden eksiye doğru evrildiğine ve seyrettiğine dair birçok veriyi de göz ardı
etti. Ferid Zekeriya’nın The Post American World kitabı güven tazelemeye matuf olsa da netice itibarıyla
gerçekleri gizleyemiyor…
Peki tek kutupluluğun bitmesinden sonra dünya kutupsuz olarak yoluna devam mı edecek
yoksa yeni bir kutup mu zuhur edecek? Buna muhtemel cevaplardan birisini Afganlı matematik
dehası Sıddık Afgan veriyor. 31 Mart 1976 yılında ABD tarafından açıklanan 200 filozof arasında
isminin 4. sırada yer aldığı bilinen ve öngörülerine önem verilen Sıddık Afgan, ABD’nin geleceğini
analiz ediyor. Bize göre bu analizi akil bir Afganlının yapması hem çok manidar, hem de çok isabetli.
Zira ABD Irak’ta hem Vietnam, hem de SSCB’nin Afganistan’da daha önce yaşadığı sendromu
yaşıyor. Irak ve Afganistan imparatorlukların çöktüğü bir alan. İmparatorluklar mezarlığı. Afgan,
"ABD, Ruslar gibi ideoloji sahibi değil. Sadece şahsî çıkar ve kâr gözetiliyor.
ABD için ‘insan hakları ülkesi’ deniliyor ancak ABD, ülkesindeki insanlardan çok, beslediği
köpeklerin haklarını ön plana çıkarıyor. 21. yüzyılda Amerika, artık değer kaybetmeye başladı ve
çöküşe doğru gidiyor. Irak’a şahsî çıkarları için girdiler, imparatorluklarını yaymak istediler, ama
başaramadılar. Afganistan’da da başarısız oldular. Çünkü onlar, "Afgan halkının çıkarlarını değil,
kendi çıkarlarını gözetti. Afgan halkının güven ve kalbini kazansaydı, burada kaybetme şansı yoktu"
diyor. ABD’nin yakın tarihte yıkılacağını öne süren Sıddık Afgan, "Aklını kullanmaktan yoksun
ABD’nin ömrü çok kısaldı. SSCB için kullandığım formülü şimdi de ABD için kullandım. Buna göre
ABD’nin yıkılışı 2013 olarak görünüyor. Bu işlemde hata payı 5 yıldır" ifadelerini kullanıyor. Sıddık
Han’ın yeni kutup ile ilgi favorisi İslâm dünyası. Sıddık Afgan yakın tarihte yıkılacağını iddia ettiği
ABD’nin ardından dünyanın yeni süper gücünün İslâmiyet olacağını da savunuyor.
Afgan, "Geleceğin hakimi inanç sahibi insanlar olacak" müjdesini vermektedir. ABD’nin kaderi
13 sayısıyla örülmüş gibidir. Bu devlet bir nev'î İsrail’in Onüçüncü Kabilesidir. Dolar üzerindeki
piramidin masonik sembollerle bir ilişkisi olduğu gibi Deccal’a bakan bir yüzü olduğu
bilinmektedir.191 Velakibetü lilmuttakin.” Yani “Mutlu son; (İslam ahlakına bağlı ve insan haklarına
saygılı) muttakilerindir. Zafer ve İzzet; kötülüklerden sakınan ve iyilikleri savunup, mazlumlara sahip
çıkan kimselerindir”.
İran, petrolü artık avro ve “yen”le satıyordu!
Dünyanın en büyük dördüncü petrol üreticisi olan İran'ın, petrol satışında artık doların yerine avro ve
Japon Yeni kullandığı belirtildi. İran Milli Petrol Şirketi uluslararası ilişkiler direktörü Hüccetullah Ganimiferd,
yarı resmi Fars ajansına yaptığı açıklamada, geçen yıldan beri İran'ın petrol ticaretini avro ve yenle yaptığını
ifade etti ve "Artık petrol ticaretimizden dolar tamamıyla silindi" dedi. İran'dan petrol alan taraflarla bu konuda
Bak: El Hatm el Azim lilvilayat el müttehide el Amerikiyye: Rumuz ve delelat, Nizar Muhammed Osman, El Liva
dergisi, Ekim 2007, Hartum
191
241
uzlaştıklarını belirten Ganimiferd, petrolü Avrupa ülkelerine avro, Asya ülkelerine Japon Yeni'yle sattıklarını,
dolar dışı bütün paraları da kabul ettiklerini kaydetti. Böylece emperyalist ABD’nin ve Siyonist İsrail’in İran
tedirginliğinin asıl nedeni de anlaşılır hale gelmişti.
İran, ABD'nin, nükleer programı nedeniyle BM Güvenlik Konseyi aracılığıyla yaptırım kararları
aldırmasının ardından, geçen yılın başından itibaren dolarla petrol ticaretini durdurmuş, petrol
satışını geçen yıl sonu itibariyle de yüzde 90 oranında dolar dışı dövizlerle yaptığını haber vermişti.
Ekonomi ve strateji uzmanlarının şimdi: “İran atom bombasıyla yenemeyeceği Amerika’yı,
şimdi petrolü Avro ile satış kararıyla dize getirebilir” yorumları dikkat çekiciydi.
“Bugün milyonlarca Amerikalı, elektronik gözlerin, elektronik kulakların, bilinmeyen
ispiyonların, yalan makinalarının, gizli ses kayıt aygıtlarının, bürokratik soruşturmaların
oluşturduğu kola-hamburger ve fuhuşla yemlenen bir akvaryumda yaşamaktadır.”192
Gorbaçov İstanbul’da Ne Arıyordu?
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)'nin dağılmadan önceki son Devlet Başkanı Mihail
Gorbaçov Mayıs ortasında İstanbul'daydı. Gorbaçov, İstanbul'da düzenlenecek olan Uluslararası Ulaştırma
Kongresi'ne katıldı. Gorbaçov'la birlikte İspanya eski Başbakanı Jose Maria Aznar da İstanbul'a gelenler
arasındaydı. Gorbaçov'u Atatürk Havalimanı'nda Rusya Konsolosluğu yetkilileri karşıladı. Türkiye, artık
evrensel toplantı ve oluşumlara ev sahipliği yapmaktaydı.
Rusya, Çin ve Hindistan bölgesel işbirliği toplantısı gerçekleşiyordu
Rusya, Çin ve Hindistan dışişleri bakanları Rusya’nın Ural bölgesi Yekaterinburg şehrinde
toplanacaktı. Asya’nın dev ülkeleri bölgesel işbirliği, ekonomik gelişim ve ortak güvenliği konuşacaktı. Rusya
Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Çin Dışişleri Bakanı Yang Jiechi ve Hindistan Dışişleri Bakanı Pranab
Mukherjee’nin gündeminde küreselleşme ve uluslararası sorunlar da vardı. İlk defa üçlü olarak bir araya
gelen dışişleri bakanları zirve sonrası ortak bir bildiri de yayınlayacaktı. Rusya Dışişleri Bakanlığı sözcüsü
Boris Malakhov zirve ile ilgili yaptığı açıklamada tarafların iklim değişiklikleri konusunda da müzakerelerde
bulunacağını hatırlattı. Üç gün sürecek zirvenin son gününde Brezilya Dışişleri Bakanı Celso Amorim’in de
zirveye katılması planlanmıştı. Brezilya özellikle enerji alanında işbirliği ve enerji güvenliği konusunda bölge
ülkeleri ile istişarelerde bulunacaktı. Rusya’nın yeni seçilen lideri Dmitri Medvedev de ilk ziyaretini Çin’e
gerçekleştirecek olması anlamlıydı.
5 nci AB-Latin Amerika zirvesi yapılıyordu
Peru’nun başkenti Lima’da Avrupa birliği ile Latin Amerika ülkelerinin buluştuğu zirvenin beşincisi
yapılıyordu. Zirvenin sonunda “Lima Deklarasyonu” yayımlayan elli kadar ülkenin devlet ve hükümet başkanı
veya temsilcileri, küresel ısınmaya karşı önerilerde bulundular ve yoksullukla mücadele ve gıda krizinin
çözüm olanakları ortaya koyuluyordu. Bu arada Avrupa Birliği cinsinden bir Güney Amerika birliği
oluşuyordu.
Güney Amerika’da yeni bölgesel birlik oluşuyordu
Güney Amerikalı 12 ülkenin lideri, kıtada siyasi birliği ve ekonomik entegrasyonu geliştirmeyi
amaçlayan yeni Güney Amerika Birliği Unasur’un doğduğunu ilan ettiler. Brezilya’nın ev sahipliği yaptığı
zirvede, 12 ülkenin devlet başkanları, Güney Amerika Ülkeleri Birliğini (Unasur) kuran anlaşmayı imzaladılar.
Ancak, liderler savunma ve ticaret konularında görüş farklılıklarını aşamadılar. Brezilya Devlet Başkanı Luiz
Inacio Lula da Silva, zirvedeki konuşmasında Avrupa Birliğinin bölgesel versiyonu olarak yorumlanan
Unasur’u selamlayarak, diğer Latin Amerika ve karayip ülkelerini de bu girişime katılmaya davet etti.
Bu arada AB, Rusya ile görüşmeye hazırlanıyordu
Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Koucher, AB'nin Rusya ile kesilen stratejik ortaklık anlaşması
görüşmelerine gelecek günlerde başlamaya hazır olduğunu belirtiyordu. Kouchner, Rusya'nın başkenti
Moskova'da Rus dengi Sergey Lavrov ile görüşmesinden sonra yaptığı açıklamada, başta Litvanya'nınki
192
Vance Packard – Zor Devlet kitabının yazarı
242
olmak üzere müzakerelerin önündeki engellerin kalkacağına inandığını, bu ay ya da gelecek ay Rusya'ya bu
işbirliği anlaşmasıyla ilgili öneride bulunma şansları olacağına inandığını söyledi. Lavrov da Rusya'nın bu
görüşmelere uzun süredir hazır olduğunu kaydetti. Ekonomik ve siyasi konuları içeren yeni bir stratejik
ortaklık anlaşmasına varmaya çalışan Brüksel ve Moskova, müzakerelere Rusya'da yapılacak zirvede
başlamayı ümit ediyor. AB ülkelerinden bir tek Litvanya, Gürcistan ve diğer eski Sovyet ülkeleriyle
"dondurulan sorunlar" ve bir boru hattı anlaşmazlığı yüzünden Moskova ile müzakerelere karşı çıkıyor.
Sarkozy'nin
mektubunu
ileten
Kouchner,
Medvedev'e,
“Sizinle,
bu
sürede
ilişkilerimizi
nasıl
geliştirebileceğimizi müzakere etmek isterim" diyordu.
ABD batıyor, Çin yükseliyordu
Evet, Amerika dünyanın en büyük ekonomik, teknolojik ve askeri gücüdür ama ciddi sorunlarla karşı
karşıya... Ekonomisinde krizler eksik olmuyor, dünya ekonomisindeki payı yavaş da olsa azalıyor. Üstün
askeri gücüyle Afganistan ve Irak’ı kolayca işgal etti ama düzeni sağlayamadı, askeri bakımdan çıkmaza
girdi, terörle de baş edemiyor... Artık Amerikalı gençler matematik ve fen sınavlarında Asyalı çocukların
gerisinde kalıyor... Bunlar uzun vadeli çöküşün işaretleri!
İngiliz imparatorluğunun çöküşünün işareti de, Afrikalı Boerlerin 1899’da başlayan isyanı karşısında
düştüğü aczdi! Amerika’nın Afganistan ve Irak’ta düştüğü acz gibi... Öbür yanda, Asya’da Çin ve Hindistan
yükseliyor. Hem coğrafi genişlikleri, hem iki milyarı aşan nüfuslarıyla şimdiden ekonomik alanda bir dünya
gücü haline geldiler bile. Evet, hâlâ fakirler, hâlâ teknoloji üretemiyorlar, teknolojiyi ya Batı’dan alıyorlar veya
taklit ediyorlar. Ama gidişleri yükselme yönünde.
Demek ki,"Batı’nın çöküşü", buna karşılık Uzakdoğu öncülüğünde "Doğunun yükselişi" başlamıştır!
Polonya geri adım atıyordu
Rusya’nın Çin’le birlikte Bush yönetimine füze uyarısı karşılık buldu; Varşova ABD’nin güvenlik
garantisi vermemesi durumunda füzelerin topraklarına yerleştirilmesine izin vermeyeceklerini açıkladı.
ABD’nin İran ve Kuzey Kore gibi ülkelerden yönelebilecek nükleer füze tehdidine karşı koyma
bahanesiyle Doğu Avrupa’ya kurmaya çalıştığı füze savunma sistemine ilk kez Rusya ve Çin birlikte karşı
koydu. ABD’yi ‘dünyanın stratejik güvenlik dengesini bozmakla’ suçlayan liderlerin açıklaması füzelerin
yerleştirileceği Polonya’nın geri adım atmasına neden oldu. Varşova ABD’nin güvenlik garantisi vermemesi
durumunda füzelerin topraklarına yerleştirilmesine izin vermeyeceklerini açıkladı.
Polonya Başbakanı Donald Tusk yaptığı açıklamada Amerika’nın ulusal güvenliği garanti edici bir
çalışma ortaya koymadan füzelerin ülkesine yerleştirilmesine izin vermeyeceklerini söyledi. Tusk, “Eğer
Varşova füzelerin yerleştirilmesine izin veriyorsa, ABD de Polonya ordusunun modernizasyonunu sağlamalı
ve ulusal güvenliğimizi garanti altına almalı.” dedi. ABD’nin hala stratejik ortakları olduğuna işaret eden Tusk,
“ABD ile ilişkilerimize zarar vermek istemeyiz. Ancak müzakerelerde aceleci olmaya gerek yok.
Güvenliğimizin gözle görülür bir şekilde iyileşmesi gerekiyor.” şartını dile getirdi.
Polonya Dışişleri Bakanı Radoslaw Sikorski de düzenlediği basın toplantısında Varşova’nın füzelerin
yerleşmesi durumunda Rusya’nın denetim yapmasına izin vereceklerini açıkladı. Denetim izni Rusya’nın
sürekli gözlemci bulundurma talebini karşılamıyor.
Füze savunma sisteminin ikinci ayağı olan Çek Cumhuriyeti ise radar siteminin ülkelerine
yerleştirilmesi ile ilgili kararı onayladı. Hükümetin kararının hem Parlamentodan geçmesi, hem de
Cumhurbaşkanı Vaclav Klaus tarafından da onaylanması gerekiyor. Çek Cumhuriyeti radar istasyonunun
yanında Amerikan ordusunun da Çek’te bulunmasını sağlayacak ikinci bir askeri işbirliği anlaşması da
imzalıyor. Prag SOFA anlaşması olarak bilinen Amerikan ordusunun Çek Cumhuriyeti’ne yerleşmesi kararını
füze radar sistemi ile birlikte ele alıyor.
Diğer taraftan ABD Senatosu savunma bütçesi görüşmelerinde Doğu Avrupa’ya yerleştirilecek füze
savunma sistemi harcamaları ile ilgili 2009 için yarı yarıya kesintiye gitti. Bush yönetiminin talep ettiği 712
milyon doları fazla bulan senato yüzde 52 kesintiye giderek 370 milyon dolara onay verdi. Senato’nun
Haziran ayında füze savunma sistemi ile ilgili yasa tasarısını ele alması bekleniyor.
243
Siyonistlerden Moon’a ‘Nakba’ tepkisi geliyordu:
İsrail ülkenin kuruluş gününde Mahmud Abbas'ı arayarak, bu günü "Nakba" yani "Felaket
Günü" olarak nitelendiren Filistinlilerle dayanışma içinde olduklarını söylediği iddia edilen Birleşmiş
Milletler (BM) Genel Sekreteri Ban Ki Moon'a tepki gösterdi.
İsrail radyosunda yayınlanan habere göre, bir BM sözcüsü, Genel Sekreter Moon'un Filistin
Lideri Abbas'ı telefonla aradı ve Nakba Günü'nde Filistinlilerle dayanışma içinde olduklarını
söylediğini kaydetti. Öte yandan, BM'deki İsrail misyonunun, Moon'un bürosunun konuyla ilgili resmi
bir bildiri yayınlamasının ardından, konunun açıklığa kavuşturulması için uğraş verdiği öğrenildi.
İsrail'in BM Büyükelçisi Yardımcısı Danny Carmon, yaptığı açıklamada, "Nakba, İsrail devletinin
meşruiyetinin (!) altını oymak için Arap propagandasının kullandığı bir araçtır. Bu sözcük, BM'nin
kelime dağarcığında yer almamalıdır" ifadesini kullandı. Filistinlilerle sürdürülen barış müzakerelerini
yürüten İsrail heyetinin başında yer alan İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni de, Filistinlilerin nakba
kelimesini konuştukça bağımsızlığa ulaşamayacaklarını söylemişti. Livni, "Filistinliler nakba'yı
lügatlarından çıkarttığı gün, kendi bağımsızlıklarını kutlayabilecekler" demişti.
İsrail kurulduğundan beri komşularına saldırıyordu!
Siyonist İsrail'in kuruluş aşamasındaki 1947-48 yılları arasında Filistinlilerin üçte ikisi topraklarından
edilmiş ve yerlerine Yahudiler yerleştirilmişti. Yahudi devleti, Nazi Soykırımı sona erdikten 3 yıl sonra
1948'de ilan edilmişti. İsrail, kuruluşunun hemen ardından Filistin'in BM planı doğrultusunda bölünmesine
karşı çıkan Arap komşularıyla savaşa girişmişti. İsrail'in devlet ilan edilmesi Filistinlilerce her yıl El Nakba,
yani 'Felaket Günü' olarak anılıyor. Bu süreçte 700 bin Filistinlinin kaçmak ya da evlerini terk etmek zorunda
kaldığı belirtiliyor. 1949 yılında imzalanan ateşkesten sonra, 1950 yılında Ürdün resmen 1947 öncesi Filistin
topraklarını yani Batı Şeria ve Doğu Kudüs'ü kontrol altına almış, daha sonra İsrail, düzenlediği saldırılarla bu
bölgeleri de işgal etmişti.
Dünyada hiçbir devletin kafa tutmaya muktedir olamadığı sistem, insan haklarının,
özgürlüklerin, silahın, paranın, gücün simgesi Amerika… Tabi bunlar sadece birilerinin kitlelere karşı
duyurulmasını istedikleri kavramlardan ibaretti. Aslında Amerika denen yapının, ne olduğu
incelendiğinde zahirde Amerika diye bir olgunun olmadığını anlamak zor değildi. İstihbaratından
devlet yönetimine, dini inancından enternasyonal kuruluşlarına kadar aslında sadece kâğıt üzerinde
olan bir Amerika olduğunu akıl sahipleri bilmekteydi. Yani arkasında var olan apaçık bir Siyonizm
gerçeğini. Öncelikle bu tezimizin bir siyasi kurgulama ya da ideolojik hayal ürünü olduğunu
düşünenler olabilir. Ancak perdenin arkasına biraz dikkatlice baktığımızda, aslında Amerika’yı
insanlığın kıyımında kullananların bu gerçeği hiç de gizlemediklerini görmekteyiz. Amerikan
devletinin yapısını ve mahiyetini anlamak için öncelikle bazı gizli gerçekleri gün yüzüne çıkarmamız
gerekir. Mondializm (siyonizmin kökeni) ve Siyonizm gerçeği…
Bugün dünya üzerinde halkların sevmediği, hatta nefret ettiği; soykırımcı, zalim, emperyalist bir
Amerika’yı kimler insanlığın başına bela etti? Bu sorunun cevabını yine Amerikan Başkanı Bush’tan alalım;
henüz 3-4 yıl önce tüm dünyanın, NATO’nun, BM’nin gözü önünde Irak’a giren Amerika binlerce masum
insanı katlederken Amerikan Başkanı Bush operasyondan saatler önce “bu bana tanrının emridir..” demişti.
Ancak kimse bu sözün ne manaya geldiğini merak bile etmedi; herkes “bu bir demokrasi operasyonu”
sözüne kilitlendi. Evet bu sadece gösterilen sebepti. Aslında Amerikan Başkanı Bush’un “tanrının emri”
sözleri tesadüf değildi. Nitekim F. D. Roosevelt “Politikada hiçbir şey tesadüfî değildir. Bir şey vuku buluyorsa
o hadisenin önceden planlandığından emin olabilirsiniz” demesi bunun en güzel örneği idi. Bush bir şeyleri
gerçekleştirmek için tanrıdan emir aldığını dünyaya haykırmaktan çekinmemişti. Peki neydi Bush’un
bahsettiği bu tanrısal görev? İşte bu aşamada cevabı, Amerika’nın kurulduğu dönemlerde aramak gerekirdi.
Amerika’yı kimler kurmuştu?
Yahudilerin Tevrat’ta kendilerine vaat edilen dünya krallığını kurmaları için kullandıkları en etkili silah
para ve siyasettir. Kendilerinden güçlü devletlere savaş açıp onları işgal edeceklerine daha etkili bir sistemle
244
o devletlerin idari ve siyasi mekanizmalarını ele geçirme yoluna başvurmuşlardır. Kilit noktalara Masonları,
Yahudileri ve Yahudi sempatizanlarını yerleştirmişlerdir. Bu doktrini ise kutsal kitapları (muharref) Tevrat’ın
şu ayetlerinden almaktadırlar; “Ve ecnebiler senin duvarlarını yapacaklar ve kralları sana hizmet
edecekler.193 Ve krallar sana uşak olacaklar… Yere kapanıp ayaklarının tozunu yalayacaklar.” 194
Böylesine aşağılayıcı bir tavırla yaklaştıkları diğer milletleri sömürmek onları kullanmak Yahudilerin
kutsal kitap olarak kabul ettikleri muharref Tevratlarının onlara vaat ettiği “Arz-ı Mev’ut” yani vaad edilmiş
toprakları alıp dünya krallığını kurmaları için şarttır.
Amerika tarih sahnesine çıkmadan önce işte bu emellerin merkezi, “üzerine güneş batmayan devlet”
Britanya idi. O dönemde tapınak şövalyeleri olsun burjuvazi sınıfı olsun ve diğer aristokratlar olsun hepsi
siyonizm etkisi altında idi.(19. yy.) Mason ve Yahudi başkanlar İngiltere’yi adeta Siyonizm’in kalesi haline
getirmişti. Hatta başbakan Benjamin Disraeli döneminde İngiltere isminin İsrail olarak değiştirilmesi İngiliz
parlamentosunda oylamaya sunulacak kadar ileri gidilmişti. İngiltere’yi böylesine etki altına alan Yahudi ve
masonlar Amerika’yı da kuranların ta kendisidir. Amerika birleşik devletlerinin Chicago bölgesinde duran
Amerika’nın kurucusu üç kişiyi simgeleyen heykeldeki portrelerden birisi ilk devlet başkanı George
Washington, birisi Yahudi banker Robert Morris diğeri ise Yahudi Haym Salomon’dur. Amerikan ihtilali bu iki
Yahudi’nin yaptığı büyük para yardımları ile gerçekleştirildi. Ve Amerika daha kuruluşundan itibaren ilk
düğmesini yanlış iliklemişti.
Amerikan bağımsızlık beyannamesini imzalayan 56 kişiden 53’ü masondur. İhtilalin fikir babalığını
yapan sevk ve idare eden Benjamin Franklin de Yahudi ve masondur. Bu tezlerin doğruluğunu yine mason
yayını olan Mimar Sinan dergisinde şu ifadelerle görüyoruz; “Kardeşlerim masonluğun etkisi önce 1774’te
Amerika’nın bağımsızlığında ve 1789’da Fransız devriminde görülmüştür. Bu hareketlerin başlarında
bulunanlar da kardeşlerimizdi.” İngiltere o dönemde ilkeleri İncil ve dini sembollere dayanan bu devlete
“muhafazakârların kurduğu devlet” diyordu. Bunun sebebi ise İngiltere’den kaçan Yahudi asıllı sığıntıların bu
adadan göçmelerini Mısır’dan 2. göç gibi görmeleri idi. Yani bu göçten ve kurulan yeni devletten buram
buram Yahudi kokusu gelmekte idi.
Bu tarihten sonra Amerika’yı kuran güçler elbette kendi doğurdukları çocuğu öksüz bırakmayacaklardı
ve bırakmamalı idiler. Nitekim Amerika üzerindeki planları Abraham Lincoln, Andrew Johnson, Rutherford B.
Hayes vb. gibi Yahudi sempatizanı Amerikan başkanları ile bugüne kadar süregelmiştir. Skolâstik dönemin
dini baskılarından kurtulan ve aydınlanma döneminin rahatlığını derinden duyduğunu sanan halklar aslında
bindikleri geminin kimler tarafından yönetildiğini anlayamamışlardı.(Hoş bugün de hala tam anlamış değiller).
İşin garip tarafına gelince aslında bu Amerika kıtasını Müslümanlar biliyorlardı. Yani Yahudi Kolomb burayı
keşfetmeden önce İslam alimleri eserlerinde Amerika’nın varlığından bahsediyorlardı. Ancak ilahi bir cilve
burada bir kukla devlet kurmak yine Siyonistlere kısmet olmuştu.
ABD'de, Üç Yıl İçinde 300 Banka İflası Bekleniyor!
Toplam zararı 400 milyar dolara kadar çıkması beklenen Wall Street bankalarının durumu iyiye
gitmiyor. Subprime tipi mortgage kredilerinde yaşanan geri ödeme sorunları ile başlayarak bankalar arası bir
likidite problemine dönüşen krizden 100'e yakın bankanın daha sorunlu bir şekilde çıkması bekleniyor.
Son olarak ABD'de tasarruf mevduatı sigorta fonu olarak görev yapan FDIC, 90 bankayı daha
inceleme altına aldı. Bu krizin en ağır döneminin yaşandığı 2007'nin dördüncü çeyreğinde incelemeye alınan
banka sayısından yüzde 17 daha fazla.
Üstelik FDIC bu bankaları incelemek için eski emekli çalışanlarını bile tekrardan göreve çağırmaya
başladı. Son olarak ANB Financial'ın iflas etmesi sırada daha fazla banka olduğu endişelerini doğurdu.
Uzmanlar bu endişeleri doğruluyor. Marketwatch'da yer alan bir habere göre ABD'de mortgage krizi
nedeniyle önümüzdeki 3 yılda daha fazla banka iflas edebilir.
ABD'deki ekonomik yavaşlamanın 1980'ler ya da 1990'ların başındakine benzer bir resesyona
193
194
İşaya böl. 60/10
İşaya böl. 49/23
245
dönüşmesi halinde banka iflaslarının bu tahmini de aşacağını yazan Marketwatch bu sayının 300'e kadar bile
çıkabileceğini öngörüyor.
Oysaki 2004'üjn ikinci yarısında 20062nın sonuna kadar ABD'de tek bir banka bile iflas etmemişti.
Krizin şimdilik 1990'lar seviyesinde olmadığı, o dönemde 1500'den fazla bankanın FDIC'nin izleme listesinde
bulunduğu belirtiliyor. 1988 ve 1989'da ise 1000'den fazla banka iflas etmişti.
Batıklara karşı tutulan rezervler yüzde 18 arttı
FDIC, bir süredir bankaları sermaye artırımına gitmeleri yönünde teşvik ediyor, bu sayede mortgage
krizi nedeniyle yazdıkları zararlara karşı kendilerini daha fazla koruma şansı elde edeceklerini savunuyordu.
Bu yılın ilk çeyreğinde ABD'de faaliyet gösteren 3776 bankanın yarısı bir önceki çeyreklik dönemden
daha düşük temettü ödemeleri gerçekleştirdi. Bu yıl içinde finansal şirketler tarafından yapılan sermaye
artırımı ise 156 milyar dolar buldu. Kredi krizinin bu yeni incelemelerle birlikte ikinci dalgasının başladığını
yazan
Forbes'a göre bankaların tam da gelirlerinin düştüğü bir dönemde artan batık kredi sorunları ile karşı
karşıya kalması hiç de hayra alamet değil. Bu yılın ilk çeyreğinde batık banka kredilerine karşı tutulan
rezervler yüzde 18 oranında artarak 120 milyar dolara yükseldi.
Bu son 20 yıldır bir çeyreklik dönemde görülen en büyük batık rezervi oranı olarak gösteriliyor. Buna
karşılık geçmiş dönemlerden kalma kredilerin batık miktarı aynı dönemde 140 milyar doları gördü. Bu da
batıkları finanse etmek için oluşturulan rezervlerin artık kredilerdeki bozulmaya yetişemediği anlamına
geliyor.
Parmaklarınızın ucunda yürüyün
FDIC haftaiçi perşembe günü yaptığı bir açıklamada, bu rezervlerin batık kredilere oranının her 1
dolarlık kredi için 89 sent düştüğünü, bir önceki çeyreklik dönemde ise bu düşüşün 93 sent olduğunu bildirdi.
FDIC Başkanı'nın konuyla ilgili olarak yaptığı açıklama ise kredi krizinin ikinci sahnesi için perdelerin
yavaş
yavaş
açıldığını
ortaya
koyuyor;
"Artan
batık
oranları
piyasa
düzenleyicilerini
rahatsız
ediyor.Ekonomideki zayıflamaya ve sorunlu kredilerdeki artışlara bakılırsa bankacıları ayaklarının ucunda
yürümeleri konusunda uyarıyoruz".
Bu yıl içinde 3 tane ABD'li banka kredi krizinin pençesine düştü ve yenildi. Bunlar arasında ise bu ay
başında zor duruma düşen ANB Financial dikkat çekti. Bankalar tarafından broker şirketlerine dağıtılan
mevduat oranlarındaki artışın da bu iflaslarda önemli bir payı var.
Bankalar tarafından parçalara bölünerek müşterilerine dağıtması amacıyla broker şirketlere satılan ve
böylece borçlanma mekanizmasının hızlanmasını sağlayan bu mevduatlar kimi zaman bankaların toplam
mevduatlarının bile üzerine çıktı.
Örneği ANB'nin brokerlara dağıttığı bu mevduat 1,6 milyar dolarken, toplam mevduatı da 1,8 milyar
dolardı. 1980'lerde yaşanan kredi krizi sırasında da krizin tetikleyicileri arasında gösterilen bu mevduatlar,
Wall Street'de fenomen olmaya devam etti. Aralarında Citigroup ve Merrill Lynch'in de bulunduğu Wall Street
bankalarının brokerlara dağıttığı bu mevduatların boyutu geçen sene 520 milyar doları buldu. Bu rakam bir
önceki sene 482 milyar dolardı.
Siyonizm gölgesindeki ABD başkanları kime hizmet ediyordu?
Amerika’yı kimlerin hangi şartlar altında kurduğuna göz attıktan sonra “kâğıt üzerindeki Amerika” tabiri
ile ne anlatmak istediğimiz hadiseye dönelim. Siyonist emellerin yeni üssü olarak kurgulanan Amerika
üzerinde Yahudi etkisi azalmadan devam etmiştir. Amerikan’ın başına yine onu kuranlar geçerek Siyonist
emellerine hız vermiştir. Bunların başında gelen amerikan başkanlarına kısaca değinme ihtiyacı hasıl oldu.
Woodrow Wilson; Wilson çocukluğundan itibaren babası tarafından Yahudi sempatizanlığı ile
büyütülmüştü. Sempatizanı olduğu Yahudilerin desteği ile başkan seçildi. Yahudi devletinin kurulması için bir
hayli çaba sarf etmiştir. Pek çok Yahudi liderle arkadaşlığı vardı bunların başında ise Theodor Herzl
geliyordu. Wilson’a göre kutsal topraklar tekrar oranın asıl sahipleri ile dolmalı idi. Bunun için dünya
Yahudilerini İsrail’de toplanmaya davet ediyordu.
246
Franklin Roosevelt; Amerika’nın bu başkanı da Amerika halkından ziyade Yahudilerle içli dışlı idi. Dış
siyasetini Yahudilerin istekleri doğrultusunda yöneteceğine dair Yahudilere söz vermişti. Onun döneminde
Amerika’da Siyonistler en rahat dönemlerini yaşamışlardır.
Harry Salomon Truman; kendisi Amerika’nın 33. başkanı olmakla beraber 33. dereceden de masondu.
En yakın arkadaşları ve finans uzmanı siyonistti. Truman’ın Yahudi dostları arasında İsrail devletinin
kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı Weizmann da vardı. İsrail kurulduktan hemen sonra ilk tanıyan Truman
olmuştur.
Jimmy Carter; aslen Yahudi’dir. Carter İsrail’e olan bağlılığını her fırsatta dile getirmiştir. Hatta
Yahudi liderler ile Beyaz Saray’da yaptığı bir toplantıda şöyle demiştir; “İsrail’i üzeceğime politik
hayatıma son vermeyi tercih ederim.” Bir başka önemli toplantıda ise “İsrail’in başarısı politik bir
mesele değil bir inanç meselesidir.” demiştir. Bu gibi tipik örnekler bir hayli fazladır son olarak
Amerika’nın 41. başkanı Bush da Yahudi sempatizanı olmakla birlikte başta da tebeyyün ettiğimiz gibi
Ortadoğu’da yaptığı işgaller için “bu tanrının bana emridir” demektedir. Carter’in “bu bir inançtır”
sözü ile benzeşen bu sözün kaynağı birdir. Bütün bu açıklamalar ve Yahudi bile olmayan
başkanlardaki bu tek sesin sebebi “Siyonistleştirilmiş Hıristiyanlık” olan “ Evanjelizm”dir.
Hıristiyanlıkta siyonist tahribatı: Evanjelizm, ne oluyordu?
Evanjelizm Yahudilerin üstün ırk fikrini ve kurulacak büyük İsrail’in meşruiyetini Hıristiyan
alemine İncil’i kullanarak yutturmaya çalıştığı tahrif edilmiş Hıristiyanlıktır. Yani evanjelikler büyük
İsrail’in kuruluşuna yardım edecek, büyük İsrail kurulunca Mesih Hıristiyan aleminin başına geçecek
ve dünya hakimiyeti kuracaktır. Bunun için önce büyük İsrail’in kurulması şarttır.
Oligarşik yapının hakim olduğu bir sistem de demokrasiden söz etmek elbette hariçten gazel
okumaktan öteye gitmez. Hele belli bir ideolojiye hizmet eden kesim yönetimi bila kaydu şart elde
tutuyorsa. Amerika denilen yapının siyasi alanda uyguladığı politik Siyonizm pusulasını yukarıda
belirttik. Şimdi ise bunun sebepleri üzerinde duralım. Hıristiyan olan bir Amerika düşünün hatta
kuruluş yıllarında İncil yasalarına dayandığı için, İngiltere’nin “muhafazakârlar devleti” diye tabir
ettiği bir devlet nasıl oluyor da Siyonizm’e hizmet ediyor. Bu meseleyi anlamak için öncelikle
Hıristiyanlık kavramı üzerinde durmak elzemdir. Bugün Avrupa’da ve Amerika’da kabul edilen, geçerli
ve baskın din olan Hıristiyanlık anlayışının kökeni nereden gelmektedir? Hazreti İsa’ya Allah’ın oğlu
mevkisi vererek onu rab edinen bir Hıristiyanlık elbette ahkâm-ı ilahiyye ile bağdaşmamaktadır.
Siyonistler, Hıristiyanları köleleştiriyordu!
Konumuz Amerika üzerinde yoğunlaştığından bu konuyu son zamanlarda ses getiren incelemeler
yapan yazarlara bırakıyoruz. Burada anlatmak istediğimiz konu Hıristiyanlığın özünde olmayan birçok
kavramın (aforoz, haç, kilise, İncil, günah çıkarma vb.) Siyonist kökenli ellerle Hıristiyanlık içine sokulması
gerçeğidir. Büyük dünya krallığı kurulduktan sonra Mesih’in tekrar geleceği ve Hıristiyan aleminin başına
geçerek dünyayı feth edeceği inancı Siyonistlerce ortaya atılan evanjalist fikrin temelidir. Siyonistler Kabala
gibi büyü kitapları ve Talmud’dan aldıkları bu sapık fikirlerle Hıristiyan alemini kendilerine köle hale
getirmişlerdir. Kabala ve Talmud, Tevrat inmeden çok daha evvel Yahudi ruhban sınıfının geliştirdiği büyü ve
şeytani güçlere dayanan bir doktrindir. Talmud ise Tevrat’ın bozulmuş halidir. Bugün Amerika Başkanı
Bush’un kast ettiği “tanrının emri” aslı Talmud’a dayanan “Arzı mevud” için atılmış bir adımdır. Bush aslında
tanrı tarafından değil Siyonist lobiler tarafından yönlendirilmektedir. Teoloji alanında evanjelist fikri
benimseyenler Siyonizm’e uşak olmanın ötesine gidememişlerdir. Amerika halkı arasında dinin aslında
önemli bir alanı kapsaması Siyonizm’in idealini uygulama alanını genişletmiştir. (Amerikalıların % 94’ü tanrı
ve evrensel ruhun varlığına inanıyor. % 58’i dinin hayatlarında çok önemli bir yere sahip olduğunu söylüyor.)
Bugün Amerika’da ordunun yanı sıra en güvenilir kurum kilisedir.
Büyük İsrail için her şey mübah!..
Evanjelizm Yahudilerin üstün ırk fikrini ve kurulacak büyük İsrail’in meşruiyetini Hıristiyan alemine
İncil’i kullanarak yutturmaya çalıştığı tahrif edilmiş Hıristiyanlıktır. Yani evanjelikler büyük İsrail’in kuruluşuna
247
yardım edecek, büyük İsrail kurulunca Mesih Hıristiyan aleminin başına geçecek ve dünya hakimiyeti
kuracaktır. Bunun için önce büyük İsrail’in kurulması şarttır. Çünkü Siyonist öğreti bunu telkin etmektedir.
Eski başkan Carter’in 1976 yılında kendisini yeniden doğmuş Hıristiyan olarak nitelemesi modern evanjelikler
için bir dönüm noktası olmuştur. Günümüzde Amerika’daki evanjelist rakamın % 40 olduğu iddia ediliyor. İşin
ilginç tarafı ise bu kesimin Amerika’yı yönetenler sınıfı olmasıdır. Bu evanjelistler birbirleri ile karşılaştıkları
zaman “Kurtuluşa erdin mi?” ya da “Ne zaman kendini mesih’in hayatına vakfettin” sorusunu sorarlar. Eyalet
Hükümetlerinden ulusal kuruluşlara, yerel yönetimlerden dini ve kültürel hayata kadar her alanda bu
evanjelik tesir görülmektedir.
Amerika’yı kimler yönetiyordu?
“Büyük İsrail” devleti için her kesimi her şartta kullanmayı ilke edinen Siyonizm bu uğurda her
yolu denemekten kaçınmamaktadır. Zaten güçlü olmayı hak sebebi sayan Siyonizm her anlamda
gücü elde etmek için kendini buna mecbur hissetmektedir. Amerika üzerinde de bu sistemi
uygulamaktadır.
“Şimdiye kadar hiçbir başkanın İsrail’e karşı koyduğunu görmedim. İsrail her zaman istediğini
elde eder. Amerikan halkı eğer İsrail’in devletimiz üzerindeki etkisini bilseydi hemen ayaklanırdı.
Milletimizin neler döndüğünden haberi yoktur.” 195
Yukarıda tebeyyün ettiğimiz gibi daha kuruluşundan itibaren Amerika, adeta Siyonizmin kalesi
haline gelmişti. Hayalini kurdukları “Büyük İsrail” devleti için her kesimi her şartta kullanmayı ilke
edinen Siyonizm bu uğurda her yolu denemekten kaçınmamaktadır. Zaten güçlü olmayı hak sebebi
sayan Siyonizm her anlamda gücü elde etmek için kendini buna mecbur hissetmektedir. Amerika
üzerinde de bu sistemi uygulamaktadır. Bugün Amerika’da devlet yönetimine yön vermek adına
örgütlenmiş en önemli Yahudi lobisi AIPAC’dır. Yani Amerika-İsrail Halkla İlişkiler Komitesi. Amerikalı
siyasetçiler üzerinde inanılmaz bir etkiye sahip bu komite aynı zamanda Yahudileri bir araya
toplamayı da başarmıştır. Yahudi yanlısı senatör ve kongre üyelerinin konuşma metinlerini
hazırlamak, Ortadoğu stratejisine yön vermek seçimlerde medya, yayın gücünü kullanarak Yahudi
sempatizanlarına kaynak sağlamak ve Amerika’daki Yahudi lobiler arasında koordinasyon sağlamak
bu lobinin işidir. Ayrıca Yahudilerin yerel seçimlere aktif olarak katılımları ve finans kaynaklarını da
bu lobi üstlenir. Amerika’da 6 milyon Yahudi’nin varlığı söz konusudur ve bunları bir bütün olarak
düşünmek gerekir.
ABD eski Başkanı Bill Clinton 27 Ekim 1994’te İsrail parlamentosu (Kneset)’nda yaptığı
konuşmada şöyle demiştir; “kuruluşundan beri İsrail’in var olma mücadelesinde zaferlerinizle
sevindik ve ıstıraplarınızı paylaştık. Savaşta ve barışta. Truman’dan itibaren bütün ABD başkanları
İsrail’in öneminin bilincinde idi. İsrail’in var olması sadece çıkarlarımız açısından değil inandığımız
değerler açısından da önemlidir. İsrail’e olan ekonomik ve askeri yardımın şu anki düzeyde
sürdürülmesi için çalışmaya kendimi adamış durumdayım.” Bill Clinton “inandığımız değerler
açısından” cümlesi ile aslında siyonizmin uydurduğu evanjelist inanca olan bağlılığı en güzel şekilde
alenen ilan ediyordu.
Her yere nüfuz etmiş, Siyonistlerin Derin Dünya Devleti nasıl şekilleniyordu?
Sadece bu örnekler Amerika’yı kimlerin yönettiğini anlatmaya elbette yetmez. Halkı manipüle ederek
siyonizmin bir parçası haline getirmek adına Amerika’da yayınlanan gazetelerin en önemlileri de Yahudi
kontrolündedir. NATO’nun kuruluş kararının CFR toplantısında alındığı söylenmektedir. CFR ise Amerika’da
kurulan dış ilişkiler komisyonunun adıdır. 37 üyesinden 10’u Yahudi diğerleri ise yüksek rütbeli masonlardan
oluşur. İlk başkanı Amerikalı senatör Yahudi Rudy Boshwitz’dir. Bugün Washington’daki dış işleri bakanlığı
sadece göstermelik bir kurumdur. Amerika’nın gerçek dış işleri bakanlığı CFR’dir. Her alanda Amerika
üzerinde derin akisli etkilere sahip Yahudi kuruluşlarından birisi de İsrail haber alma örgütü MOSSAD’dır.
195
Eski ABD Genelkurmay Başkanı Thomas Moorer
248
Yani İsrail sadece eğitim, medya, ekonomi alanında değil siyasi ve askeri anlamda da Amerika’yı
yönlendirmektedir. MOSSAD Amerika’nın geliştirdiği her türlü silahtan ve savunma teknolojisinden
haberdardır. ABD’li üst düzey yetkililerinin bilmediği birçok bilgi MOSSAD tarafından bilinmektedir. Hatta
Amerikan Savunma Bakanı Müsteşarı David Mc Giffer “İsrailliler daha benim masama ulaşmadan
belgelerden haberdar olur” demektedir. Bu gerçeğe göstereceğimiz tipik bir örnek inanılmaz derecede
şaşırtıcıdır.
Eski bir yönetim görevlisi İsrail’in araştırma laboratuarlarına nasıl sızdığını şöyle anlatıyordu. “İsrail ileri
teknoloji ürünü bir malzeme istiyordu. Büyük bir makine idi oldukça ağırdı ve tek parça idi. Başka ülkelerin
İsrail’in bile eline geçmesini istemiyorduk. Makine çok seri bir şekilde kurşun üretmeye yarıyordu. Eğer hayır
desek İsraillilerin başımızın etini yiyeceklerini bildiğimizden isteklerini inceleyeceğimizi söyleyip onları biraz
olsun oyalamak istedik. Sonra şaşkınlık içinde İsrail’in makineyi çoktan satın alıp New York’ta bir depoda
sakladığını öğrendik.” İsrail inşaat firmaları, hava yolları, uluslar arası ticaret örgütleri MOSSAD için birer
yasal kılıftır. MOSSAD’ın haber almak ve ajanlarının güvenliği sağlamak için bu tip kuruluşlara ihtiyacı vardır.
Arap-İsrail savaşlarının yaşandığı dönemde Amerika’nın elinde bulunan son sistem uçak filosu Amerika
Genelkurmay Başkanı Moorer’e rağmen kongre kararı sonucu İsrail’e gitmişti.
Siyonistlerin kirli yuvalarına, Erbakan çomak sokuyordu!
Bütün bunların yanı sıra BM, NATO, AB gibi uluslararası kuruluşlar da Amerika ve siyonizmin
kontrolündedir. Rotary, Lions, Dıner, YMCA teşkilatları da siyonizmin dünya hakimiyeti için çalışmaktadır.
Örneğin Avrupa birliği bünyesinde bakanlar kurulu kâfi iken siyonizmin her şeyi kontrol edebilmesi için
“Komisyonlar Kademesi” konulmuştur. Masaya gelen meseleler direk parlamentoya gidemez öncelikle
komisyondan geçmesi gerekmektedir. NATO’nun kurulmasına ise CFR toplantılarında karar verilmiştir. Zira
insan hak ve hürriyetlerinin sözde savunucusu olan NATO ve BM hiçbir zaman Amerika ve İsrail’in dünya
üzerindeki işgallerini önlememiştir. En son İsrail Lübnan’a girdiği vakit (geçen yıl) NATO ve BM kendi
karargâhlarının vurulmasına rağmen İsrail’e kınama bile verememişlerdir. Henüz dumanı tüten, Bosna
soykırımında BM ve NATO insanlıkla dalga geçercesine soykırım var soykırımcı yok gibi gülünç bir açıklama
yapmıştır.
Türkiye ise tüm bu gerçekleri görmemezlikten gelmemelidir zira büyük İsrail krallığı ideasının içinde
Türkiye toprakları da vardır. Siyonistler, masonlar ve evanjelikler aracılığı ile kendi fikirlerince “tanrıyı
kıyamete zorlamaktadır”lar. Görünen o filmlerden kahramanlık karelerini izlediğimiz dünyada ki barışın
teminatı(!) Amerika’nın kimler tarafından yönetildiği aşikârdır. Bu sistem insanlığa kan ve gözyaşından başka
bir şey sunmamıştır. Tüm bu planları bozacak olan güç “İslam Birliği” ile ulaşacaktır. Türkiye’nin izleyeceği
siyaset Siyonizm kaynaklı olmamalı İslam merkezli olmalıdır. Halen prosedürde var olan D-8 gibi bir eşsiz
proje gerçek anlamda hayata geçirildiğinde Siyonistlerin çanına ot tıkayacaktır ve Türkiye Merkezli yeni bir
dünya kurulacaktır. Böylece yüksek bir medeniyetin, gerçek bir demokrasinin ve örnek bir laikliğin tadına
varılacaktır. Ne mutlu yeni bir dünya için çalışanlara!..
 AMERİKA–RUSYA
DÜŞÜNDÜRÜYOR
ÇEKİŞMESİ
VE
İSRAİL’İN
ENDİŞESİ
Putin Ortadoks Kiliseyle işbirliği içinde
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i listesinin birinci sırasına koyan ve tüm kampanyasını onun
üzerine kuran Birleşik Rusya, pazar günü yapılan parlamento seçimlerinde oyların neredeyse üçte ikisini
aldı.
Putin’in BRP’ye desteği partinin oylarında patlamaya neden oldu. Oy sayımı tamamlanırken, yüzde
7’lik seçim barajını aşarak parlamentoya girmeye hak kazanan diğer partiler de kesinleşti.
Bunlar, ana muhalefetteki Komünist Parti’nin yanı sıra, Birleşik Rusya gibi Kremlin yanlısı olan Adil
Rusya ve aşırı sağcı siyasetçi Vladimir Jirinovski’nin partisi Liberal Demokratlar.
Seçimlere katılım ise yüzde 60 düzeyinde oldu
249
Batı güdümlü Komünist Parti ve barajı aşma şansı görünmeyen diğer bazı partiler, yaygın
usulsüzlükler yapıldığı gerekçesiyle beklenen bir şekilde sonuçlara karşı.
Rusya seçim kurulu başkanı Vladimir Churov seçimlere hile karıştırıldığı yönünde bir bilginin
kendilerine ulaşmadığını açıkladı.
Seçimden zaferle çıkan Birleşik Rusya partisinin lideri Boris Gryzlov da, usulsüzlükler olmuşsa bile
bunun sonucu değiştirmeyeceğini vurguladı.
Amerika Birleşik Devletleri ise, Rus yetkilileri söz konusu iddiaları incelemeye çağırdı.
Siyonist Muhalefet, iktidarın tüm medyayı kontrolü altına alması yüzünden seslerini duyuramadıklarını,
ülke barajının da yüzde 7’ye yükseltilerek, ülkenin tek parti yönetimi altına getirilmesinin amaçlandığını
savunuyor.
Putin tekrar devlet başkanı olacak mı?
Putin’in iktidarı 8’inci yılına girerken, Putin’in Rus halkı arasındaki popülaritesi de özellikle yükselen
petrol fiyatları sayesinde düzelen ekonomiyle paralel şekilde her geçen gün artıyor.
Anketler, Putin’in halk arasındaki popülaritesinin yüzde 70 civarında olduğunu gösteriyor, Putin’in BRP
listesinden aday olmayı kabul etmesinden sonra partinin yüzde 30 oranındaki oyununun yüzde 60’a kadar
yükseldiğine işaret ediyor.
Bu arada petrol fiyatlarının 100 dolara dayanmasıyla iktidarının 8’inci yılında Putin’in Rusya’ya
yaklaşık 1 trilyon dolar para girişi sağladığı bildiriliyor.
Devlet Başkanlığı görevi gelecek yıl mart ayında sona erecek olan Putin, Rus politikasında etkisini
sürdürmek için kendisine ölçüt olarak seçimlerden çıkan sonucu alacağını söylüyor.
BRP ve Putin’in bu seçimde propagandalarının en önemli boyutunu ülkenin ekonomik gelişimi ve bu
gelişimin devam etmesi için kendilerine tekrar oy verilmesi yönündeki tezleri oluşturuyor.
Parlamento seçimlerinin ardından gelecek yıl mart ayında devlet başkanlığı seçiminin yapılacağı
Rusya’da, gündemdeki en büyük soruyu, Putin’in başkanlık için kimi işaret edeceği konusu oluşturuyor.
Putin, masonik medyanın ve Siyonist Batı’nın aleyhindeki gayretlere rağmen Rus halkının büyük bir
desteği ile yeniden kazandı.
Putin’in en büyük destekçilerinden birisi de, Rus Ortadoks Kilisesi… Rusya’da din ile devletin, milli ve
manevi değerlerin barışık yaşanacağını ispatlayan örnek ve yeni bir laiklik uygulaması yaşanıyor. Hatta
Kilise okullarında, din eğitimi alan öğrencilere, aynı zamanda hem de Rus ordusunun özel elemanları
tarafından savunma ve silah eğitimi veriliyor.
Ortadoks Kilisesinin bu yapıcı ve yararlı tavrı, Siyonist ve emperyalist çevreleri ürküttüğünden, Rus
kiliselerine sızmış din adamı görüntülü ajanları eliyle Putin’e karşı bir kışkırtma ve karıştırma operasyonu da
boşa çıkarılınca, bunların çoğu Kiliseden ve bazısı Rusya’dan ayrılmış ve ayıklanmış..
ABD’nin hayali neydi, ne oldu?
Siyonist ABD’nin yani sömürü sermayesinin bir hayali ve hedefi vardır; tüm dünyayı tek sermaye
devleti hâline getirmek ve sömürmektir.
Bunun için önce feodal devletleri birleştirmiş ve millî krallıklar oluşturmuş, bunların dinlerini veya
mezheplerini ayırarak kavmî dinler veya mezhepler üretmiştir.
Sonra demokrasi ve milliyetçilik söylemleri ile krallıkları yıkmış, dikta rejimli cumhuriyetleri meydana
getirmiştir.
Sonra millî devletleri yıkarak dünyayı “kapitalist” ve “sosyalist” bloklar hâlinde yönetmeyi planlamıştır.
Kapitalist ülkelerde sermaye sömürüsü ile halkın elinden varlığını almış, sosyalist ülkelerde de halkın elinden
zorla bütün varlıklarını gasp etmiştir.
Arkasından, sosyalizm ve komünizm adı altında sembolleşen ve halkları sömürülen Sovyetler’i yıkmış,
bu ülkelerin topraklarına kendisinin sahip olacağını ümit etmiştir.
Bu arada Türkiye başta olmak üzere, diğer ülkelerde de “özelleştirme” bahanesi ile tüm ekonomik
kuruluşları eline geçirmek istemektedir...
250
Ancaaak;
ABD’nin evdeki/plandaki hesabı çarşıya/gerçeğe uymuyor, hayaller gerçekleşmiyor.
ABD’nin yani sömürü sermayesinin hayalleri ve hedefleri gerçekleşmedi. Sovyet ülkeleri ve halkları
topraklarını ve fabrikalarını sömürü sermayesine peşkeş çektirmediler, özelleştirmediler, satmadılar...
Eski Sovyet ülkeleri kendileri liberal ekonomi kurdular ve gittikçe gelişmektedirler. Özellikle Rusya
yeniden güçlenmekte ve kutup ülke hâline dönüşmektedir. Bu ülkelerde ve Türkiye’de “halk ekonomisi”
giderek gelişmekte ve güçlenmektedir. Türkiye gibi lider olma potansiyeli olan önemli ülkelerde de özellikle
kamu kuruluşları yani KİT/Kamu İktisadi Teşekkülleri önce çökertiliyor, sonra “özelleştirme” adı altında haraç
mezat sömürü sermayesine peşkeş çekiliyor…
Ancaaak; ABD’nin bütün hayallerine/ hedeflerine/ planlarına/ projelerine rağmen “sömürü sermayesi”
yerine “halk ekonomisi” gelişmekte ve güçlenmektedir.
ABD’nin yani büyük sermayenin dört hayali gerçekleşmemiştir.
1) Dünyadaki sağ-sol çekişmesi/çatışması tutmamış, sonunda solcular da din düşmanlığından
vazgeçerek barış tarafını tutmuşlardır. Dünya özellikle son yıllarda hızla değişiyor…
2) Sovyetler yıkılmış ve kutup olmaktan çıkmıştır. Yeni kutup henüz bulunamamıştır. Rusya yeniden
toparlanmaktadır, İslâm âlemi adım adım gelişiyor…
3) Dünya üzerinde kapitalizm ve sosyalizme rağmen “halk ekonomisi” gelişmiş ve halklar tekrar liberal
ekonomiye doğru istikrarlı ve sabırlı bir şekilde ilerlemeye devam ediyor.
4) Beklenmedik şekilde Avrupa Birliği dünyada etkin olmaya başladı, çünkü gelişti ve liberalleşmeye
doğru gidiyor... Bu arada ABD halkı da artık uyanıyor...
5) Rusya, topraklarındaki Müslüman nüfusu avantaja çevirip, İslam konferansına üyelik talebinde
bulunuyor ve gözlemci statüsü kazanıyor.
Eveeet;
ABD’nin yani sömürü sermayesinin hayali/hedefi/planı/projesi neydiii, ne oldu?
Bugüne kadar olanlar, bundan sonra olacakların habercisidir. 196
İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’ten Filistin barışına yönelik müthiş iddia.
Peres: Filistin’le barışa Bush engel oluyor!
İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres, “Bush’un görev süresi içinde bir anlaşmaya varılması
teorik olarak mümkün fakat pratik olarak imkânsızdır” dedi.
İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres, ABD Devlet Başkanı George W. Bush’un görev süresinin
Ocak 2009’da bitmesinden önce Ortadoğu’da barış anlaşması imzalanmasının mümkün olmadığını
söyledi.
Japonya’daki Tokyo Shimbun gazetesine mülakat veren Peres, “Başkan Bush’un görev süresi
içinde bir anlaşmaya varılması teorik olarak mümkün fakat pratik olarak imkânsızdır” dedi.
İsrail Cumhurbaşkanı, ABD’de Ortadoğu barışı için yapılacak uluslararası konferansa da temas
ederek “Konferansın sonuçları konusunda hiç kimse ümitli değil. Ama bu toplantı yeni barış
görüşmeleri için bir başlangıç olacak” diye konuştu.
Peres, konferans sonrasında Filistinli
mültecilerin geri dönüş hakkı gibi büyük ihtilaflarla ilgili olarak daha önemli görüşmeler yapılması
gerektiğini ifade etti. İsrail Cumhurbaşkanı, Türkiye ziyaretinde parlamentoda yaptığı konuşmada ise
konferansı “tarihi bir fırsat” olarak nitelendirmiş ve bunun “tarihi bir başarısızlığa” dönüşmemesi
temennisinde bulunmuştu.
Rice’ın hassasiyeti (!)
Öte yandan, ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Annapolis’te yapılan zirve arifesinde, ırk
ayrımcılığıyla Alabama’da geçirdiği çocukluğun kendisini İsrail ile Filistin halklarının endişeleri
hakkında hassas kıldığını iddia etti.
196
04.12.2007 / Reşat Nuri Erol / Milli Gazete
251
Rice, bir grup gazeteciyle sohbeti sırasında, İsrail ile Filistin anlaşmazlığı konusunda
hassaslaştığını belirterek, ‘’İnsanların sorunlarını barışçı yollarla çözme umudu olmadığı fikrinin beni
etkilediğine kuşku yok. Bu benim geçmişimden geliyor’’ dedi.
Umudunu yitiren insanların şiddete ve ayrılıkçılığa yöneldiğini de ifade eden Rice, Alabamalı
küçük burjuva bir ailenin kızı olarak 1954’te dünyaya geldi.
Sınıf arkadaşının ırkçı bir saldırıda öldürüldüğüne tanık olan Rice, İsrail’de bir konuşmasında,
‘’kendini güvende hissetmediğin bir mahallede yaşamak ne demek biliyorum’’ diyerek Siyonist
saldırganları haklı gösterdi.
Kasparov’dan çarpıcı bir açıklama: Putin savaştan yana
Ortadoğu’da savaş, Rusya’nın yararına görünüyor
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin muhalifi Garry Kasparov, Putin’in petrol fiyatlarını yüksek tutmak
için elinden gelen her şeyi yapacağını ve Ortadoğu’da çıkacak küçük bir savaşın dahi Putin’in yararına
olacağını savundu.
44 yaşındaki eski dünya satranç şampiyonu Kasparov, İsrail’in en çok satan gazetelerinden Yedioth
Ahronot’a verdiği demeçte, “Rusya içindeki gelişmelere karşı herkesin gözlerinin kapalı olduğunu” belirterek,
İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in bile Putin’in “bal tuzağına” düşmek üzere olduğunu öne sürdü.
Olmert’in, Putin’in kendisini kandırmasına izin vermemesini isteyen Kasparov, “Olmert’in bu hataya
düşmeyeceğine inanıyorum. Putin petrol fiyatlarını yüksek tutmak için her şeyi yapar. Bu Rusya’nın güç
odağıdır ve bunun için de Ortadoğu’da gerginliği sürekli kılmak gerekir” diye konuştu.
“Bölgedeki küçük bir savaşın dahi, petrol fiyatlarının yeni rekorlar kırmasına ve Batı’nın dikkatinin
Rusya ve özellikle Putin’den uzaklaşmasına neden olacağını” ifade eden Kasparov, “bunun da Putin’e bir
zararının olmayacağını” kaydetti.
Hazar Zirvesi kimleri ürkütüyor?
Hazar Denizi’ne kıyısı bulunan 5 ülkenin devlet başkanları İran’da buluştu. Rusya, Azerbaycan, İran,
Kazakistan ve Türkmenistan liderleri Vladimir Putin, İlham Aliyev, Mahmud Ahmedinejad, Nursultan
Nazarbayev ve Kurbanguli Berdimuhammedov’un katıldığı zirvede ABD’ye mesajlar verildi. Sözleri arasına
ustaca “Hazar bizi birbirimizden ayırmıyor, aksine birleştiriyor.” kelime oyununu serpiştiren Putin, “Hazar
ülkelerine saldırıya izin vermeyeceğiz.” dedi. Yoğun suikast söylentilerine rağmen programını iptal
etmeyerek, sıfatları arasına “İslam Devrimi sonrasında İran’a giden ilk Rus Devlet Başkanı” nitelemesini de
ekleyen Putin, NATO’nun genişleme hamlelerini pek hayra yormuyor. Putin’in Washington’a mesajı da açık:
“Eğer ABD tek kutuplu bir dünya projesini uygulamaya geçirmek istiyorsa, bunda başarılı olamayacak.
Çünkü dünyadaki hiçbir güç, dünyanın bugünkü sorunlarını tek başına çözemez. Hem siyasi hem de maddi
açıdan bunu yapamaz.“ Zirve bildirisinde, Hazar Denizi’ndeki hâkimiyetin 5 ülke tarafından paylaşıldığı
vurgulandı. Üye ülkelerden hiçbiri, denizi, karşı tarafa saldırırken kullanamayacak. Denizin nihai statüsü
daha sonraki görüşmelerde netleşecek. Bakü’nün NATO’yla işbirliğine girmek isterken ve ABD’nin
Azerbaycan’da hava üssü kurma çabaları sürerken gerçekleşmesi, zirveye ayrı bir anlam yükledi. Putin,
zirvede Ahmedinejad’a, İran’da inşa ettikleri Buşehr nükleer santralini tamamlama sözü de verdi. 2006’daki
Rusya-İran anlaşmasına göre, santralin 2007 Ekim ayında faaliyete başlaması gerekiyordu.
Rusya’da çok önemli gelişmeler yaşanıyor
Serdar Turgut’un yazdıkları önemliydi:
“Putin, Rusya’yı tekrar dünya gücü haline getirmek ve iki kutuplu dünyaya geri dönmek istiyor. Rusya
bir dünya gücü olarak tekrar ortaya çıkmaya niyetli. Ve tabii ki Rusya’nın elinde petrol ve doğalgaz
potansiyeline bağlı büyük bir güç de var.
ABD, Doğu Avrupa’ya İran’a karşı kullanılacağını söylediği füze sistemlerini konuşlandırmak istiyor.
Rusya ise bu sisteme kendisine karşı kullanılabileceği gerekçesiyle karşı çıkıyor. Rusya’nın caydırıcı gücü de
olduğundan Amerika da bunu ciddiye alıyor. Ancak Rusya işi orada bırakmıyor ve ‘Amerika’ya gel size yeni
erken uyarı sistemimizi açalım ve bunu birlikte kullanalım’ diyor. Amerikalılar bu yeni sistemin ne olduğunu
252
hemen kavrayamadı. İki hafta kadar önce Ruslar bir Amerikan generaline yeni sistemi gezdiriyor. Bu İran’dan
fırlatılabilecek bir füze daha yerden bir metre yükselmeden uyarıyı verebilecek yeni bir bilgisayar
sistemiymiş. Amerikan general sistemi gezmeye gittiğinde görmüş ki bilgisayar yan yana duran 7 katlı
apartman büyüklüğündeymiş. Amerikalı buna şaşırıyor ve raporunu vermek için Washington’a koşuyor.
Rusya ile ilgili bir başka gelişme de şu: Putin, George Koval adlı bir kişiye Rusya’nın en yüksek
düzeydeki şeref madalyasını uygun görmüş. Koval’a öldükten sonra madalyayı kazandıran olay da kendisi
Amerika’da KGB adına derin gizlilik altında casus olarak çalışırken atom bombasının geliştirilmesi ile ilgili
bilgileri Sovyetler Birliği’ne aktarmaktaki başarısı olmuş. Koval o dönemde Amerikan vatandaşı olarak
görünüyormuş ve gerek Amerikan toplumuna uyumu ve gerekse beyzbol tutkusuyla doğma büyüme bir
Amerikan vatandaşından ayırt edilemiyormuş. Gizli Manhattan projesinde atom bombasını geliştirmek için
işe girmiş ve bilgiler de KGB’ye akmış tabii ki.
Bu iki gelişme neden önemli? Çünkü bunlar Putin’in bakış açısını gösteriyor. Putin, Rusya’yı
tekrar dünya gücü haline getirmek ve iki kutuplu dünyaya geri dönmek istiyor. Rusya bir dünya gücü
olarak tekrar ortaya çıkmaya kararlı görünüyor.
Ve tabii ki Rusya’nın elinde, petrol ve doğalgaz potansiyeline bağlı büyük bir güç de bulunuyor.
Türkiye, yanı başındaki Rus gücünü devamlı ihmal ediyor. Amerika’ya önem vermek zorunda
olan dış politikamızla, bölgede hayli büyük çıkarları ve ciddi emelleri olan Türkiye, Rusya yokmuş
gibi davranmaya çalışıyor.
Gerçi stratejik konularda düşünen bazı devlet yetkililerimiz, Rusya’ya yakınlaşan yeni açılımları
dillendiriyor ama bu konuda yeterli bir adım henüz atılmadı. Aksine Türkiye, ABD ile ilişkileri yeniden
düzelterek rayına oturtma peşinde uğraşıyor.
Türkiye’nin doğalgazda Rusya’ya yüzde 60 oranında bağımlılığı var. Başka hiçbir neden olmasa
bile sadece bu bile Rusya ile ilişkilerin düzgün tutulması için yeter de artar.
Ancak bu arada Türkiye, ‘enerji güvenliği’nde bölgede önemli bir güç rolüne soyundu. İran ile
yapılan doğalgaz anlaşması, Azeri ve Türkmen doğalgazını bizim üzerimizden Bulgaristan, Romanya,
Macaristan ve Avusturya’ya ulaştırma projemiz olan Nabucco projesinin gelişimiyle Rusya kendi
çıkarları da söz konusu olduğundan yakından ilgileniyor ve meseleyi takip ediyor. Bu projenin
fizibilitesinin olabilmesi için Azeri doğalgazı tek başına yetmeyebilir. Bu nedenle Türkmen
doğalgazını da devreye sokmak gerekiyor. Türkmen doğalgazını İran üzerinden alıp Batı’ya gönderme
projesine Amerika şiddetle karşı çıkıyor.197
Fransa, Türkiye’den sonra Rusya’ya da soykırım sopası gösteriyor
Fransa, Sovyetler Birliği'nin 1932-1933 tarihleri arasında Ukrayna'da 'suni olarak yarattığı kıtlık
nedeniyle 7 milyon insanın öldüğü' iddiasını bir soykırım olarak tanıma hazırlığında. İktidar partisi Halk
Hareketi Birliği (UMP) Lille milletvekili Christian Vanneste 9 ekim 2007 tarihinde Fransız Ulusal Meclisine tek
cümlelik bir yasa tasarısı sundu 'Fransa, 1932-1933 Ukrayna soykırımını resmen tanır'. Aynı 2001 yılında
kabul edilen sözde Ermeni soykırımı yasası gibi. Christian Vanneste, yasa tasarısının gerekçesinde
'Sovyetler Birliği'nin dağılmasına kadar gizlenen, Ukrayna 1932-1933 kıtlığı, Stalin rejiminin en korkunç kitle
katliamıdır' diyor.
Sarkozy’den önce Yuşçenko
28 ekim 2006 tarihinde, Ukrayna, 'turuncu karşıdevrim'in lideri ve Devlet Başkanı Viktor Yuşçenko'nun
teklifiyle 1932-1933 arasında Sovyetler'in Ukrayna'da 'halkı açlığa terk ederek soykırım uyguladığını' kabul
etmişti.
Ukrayna'da bu yıllarda yaşanan kıtlık, don ve tahıl verimsizliğinin yol açtığı 'açlığın' 5 ile 10 milyon
insanın ölümüne yol açtığı iddia ediliyor.
Soykırım kavramının emperyalizmin elinde bir sopa olarak kullanıldığı çok açık. Gerek Türkiye gerekse
197
21.11.2007 / Akşam
253
Sovyetler Birliği'ne karşı iddia edilen 'soykırım' kaynağı, örgütlenmesi ve amaçları bakımından birbirine
benziyor. ABD'nin Sovyetler Birliği'ne karşı yürüttüğü kampanyalardan biri de Ukrayna'ydı. İddia Hitler'in
dostu, Amerikan basınının büyük patronu William Hearst'ün gazetesinde, 1935 yılında, 'Sovyetler Birliğinde 6
milyon insan açlıktan öldü' manşetiyle başladı. Yine aynı, ABD'nin bizim Kurtuluş Savaşı sırasında 'soykırım'
yapmakla suçlaması gibi.
Tüm dünyada 80'lerde başlatıldı
İşin ilginç yanı, 70'li yıllara kadar ne Ukrayna ne de Türkiye'ye karşı bu iddialardan bir eser yok.
Her şey 80'li yıllarda başlıyor. ABD, hem Ermeni hem de Ukraynalı diasporayı kullanıyor. 'Soykırım'la
ilgili iddiaların borazanlığını yapan dernekler kuruluyor, üniversitelerde kürsüler açılıyor ve tez
çalışmaları destekleniyor. ABD'de olduğu gibi, Fransa'da yaşayan Ukraynalılar ve Ermeniler ortak
eylemler yapıyor, konferanslar düzenliyor.
Dünyada ilk önce ABD, 27 Eylül 1983'de Sovyetlere karşı 'Ukrayna soykırımı'nı tanıyor. Sözde
Ermeni soykırımı sopasını da Türkiye'ye karşı aynı tarihlerden bu yana elinde tutuyor. Aynı tarihlerde
Kanada ve Avustralya da ABD'yi takip ediyor. 198
İran hedef yapılırken İsrail’in gizli nükleer gücü niye tartışılmıyor?
İran, ABD ve Britanya'nın iddia ettiği gibi nükleer yarış başlatmıyor, olsa olsa İsrail'in başlattığı yarışa
katılmaya çalışıyor. İsrail'in nükleer silahlarından 1968'den beri haberdar olan ABD, İran'ı “şeytan”laştırırken,
silahsızlanma anlaşmalarını imzalamamış İsrail'e sesini çıkarmıyor.
ABD Başkanı Bush ve Britanya Başbakanı Brown haklı: Ortadoğu'da nükleer silah bulunmamalı. Bu
bölgedeki nükleer çatışma riski, dünyanın başka yerlerinden daha fazla olabilir. Nükleer silah geliştiren her
ülkenin katı diplomatik tepkiyle karşılanması gerek. Öyleyse bu iki liderin ülkeleri İsrail'e yaptırımlar
uygulayacak mı? iki lider neden İsrail'in (ABD Savunma İstihbarat Dairesi'nin gizli bir brifingine göre) 60 ila
80 nükleer silaha sahip olduğu gerçeği karşısında tek kelime etmiyor?..
Hindistan, Pakistan, Kuzey Kore, İran ve diğer ülkelerin programları tartışılıyor, fakat aralarında İsrail
yok. Ne zaman diğer ülkeler İsrail'e Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması'na katılması için baskı
yapsa, önleri ABD ve Avrupa hükümetlerince kesiliyor. İsrail biyolojik ve kimyasal silahlara dair uluslararası
anlaşmalara da imza atmıyor. İsrail bu anlaşmaları imzalamayarak, denetlenmemeyi garantiliyor.
Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK) denetçileri İran'ın tesislerinde cirit atarken, uranyum tanklarını
mühürlerken ve işbirliği yapmadığında Tahran'a demediğini bırakmazken, İsrail'deki tesisleri denetlemek
hususunda zerre kadar yetkiye sahip değil. Bu yüzden İsrail geçen haftaki gibi, UAEK Başkanı'nın 'İran'ın
nükleer programı konusunda kafasını kuma gömdüğünden' yakındığında, küstahlığın bu kadarına pes
diyebiliyorsunuz sadece. İsrail, İran'a karşı harekete geçilmesi için baskı yapıyor ve hiçbir güçlü ülkenin
kendisine karşı harekete geçilmesi için baskı yapmayacağını biliyor.
199
 NATO PATRON MU DEĞİŞTİRİYOR?
NATO'nun varlık nedenini nasıl anlayacağız?
Siyasetin kurtlarından Harold Macmillan: “başarılı bir zirve düzenlemenin tek yolunun, sonuç
bildirisinin siz daha oraya varmadan yazılması olduğunu” söylüyordu. Demek ki Bükreş'teki NATO
zirvesi ziyadesiyle acınası bir başarısızlığın bütün unsurlarını içeriyordu.
Katılımcılar Doğu'ya doğru genişleme konusunda, Almanya'nın açıkça ifade ettiği kuşkularına
ve Rusya'nın sert karşı çıkışına rağmen Gürcistan'la Ukrayna'nın üyeliğini savunan ve bu konuda
yeni üyelerin desteğini arkasına alan ABD'yle anlaşmıyordu. Merkezdeki üyeler, Afganistan'daki
savaşa kimin ne kadar katkı yaptığı konusunda da takışıyordu.
Nispeten önemsiz sayılması gereken Makedonya'nın üyeliği meselesi bile Yunanistan'ın veto
tehdidine çarpıyordu. Atina, bu yeni üyenin ismi değişmedikçe veto tehdidinde ısrar edeceğini
198
199
28 Ekim 2007 / Aydınlık
21.11.2007 / George Monbiot / The Fuardıan / Radikal
254
söylüyordu.
NATO Yedi Kocalı Hürmüz’ü andırıyordu!
NATO, ABD'yi askeri bakımdan Avrupa'ya kenetlemek ve Sovyetleri dizginlemek bakımından
olağanüstü derecede etkin bir örgüt rolü oynuyordu. Ama asıl hedefinin “İslami dirilişi boğmak”
olduğu özellikle gizleniyordu. Bugün ortaya çıkan bütün bu gerilimlerin arkasında NATO'nun neye
yaradığının tarifinin yapılamaması yatıyordu:
'Terörle Savaş' yanlıları (Başkan Bush ve onun eteğinden hiç ayrılmayan Britanya Başbakanı
Brown) bu etkili yapıyı, “Müslüman aşırılıkçılığın ve nükleer silahlanmanın olduğu bir dünyadaki yeni
düşmanlarla mücadele için hazır bulunan bir araç” gibi görüyordu. Soğuk Savaş'taki operasyonların
sahnesi Avrupa'ydı; 11 Eylül sonrası NATO'nun rolüyle ilgili belirlenen yeni doktrine göreyse
'sahnenin dışına' çıkıp Afganistan, Ortadoğu, Afrika veya tehdit nerededen geliyorsa oraya müdahale
etmek gerekiyordu.
Dünyanın her tarafında 'demokrasi' vizyonunun peşine düşen ve sarpa saran başkanlığı için
yeni bir meşruiyet zemini arayan Bush, NATO üyeliğini Turuncu ve Pembe devrimlerin yeni
demokrasilerini garantiye almak için kullanmak da istiyor aynı zamanda…
Bükreş'teki korku verici ihtimal şuydu: Geleceğine dair zor sorularla yüzleşmeden NATO'nun
yeni yönlere çekilmesine göz yumarak, bütün bir ittifakın üzerine kurulduğu temeli yıkma sürecine
giriliyordu!?
NATO zirvesinden Türkiye yansımaları
NATO son dönemin en kritik zirvelerinden birini yapıyordu. Görünüşe bakılacak olursa “NATO ya yeni
bir aşamaya girecek yahut dağılacak” deniyordu. NATO'nun dağılacağını ileri sürenler, nedense, üye olmak
için sırada bekleyen ülkelerin neden kapıda beklediğine dair bir açıklama yapamıyordu.
Amerika'nın NATO'yu da yedeğine alarak kendi küresel rekabet gücünü sürdürebilir kılmaya çalışması
ile, rakiplerden birinin muhtemelen AB olması arasındaki çelişkinin altını çizmek gerekiyordu. Sorun şuradan
kaynaklanıyor: Amerika potansiyel rakipleri olan Çin, Rusya ve Hindistan'a karşı stratejik hamleler yapmaya
hazırlanıyor. Bu anlamda Afganistan'ın, Irak'ın işgali için uydurulan bahanelerin tutarsızlığı, kimsenin
inanmamış olmasına rağmen savaş açılmasının anlamı ortaya çıkıyordu
NATO zirvesinde nükleer silahların yeniden gündeme gelmesi farklı bir soğuk savaş döneminin
açılmaya başladığının işaretlerini veriyordu.
Soğuk savaşın bitiminde oluşturulan NATO konseptinden en zararlı çıkan üye Türkiye oldu. İttifakın
tek Müslüman üyesi olarak nasıl etkilendiğimizin en somut göstergesi olarak postmodern darbe süreçlerini iyi
okumak gerekiyordu.
Bükreş Zirvesi
Bükreş randevusu, ittifakın kuruluşundan (1949) bu yana en önemli zirvesi diye niteleniyordu. Çünkü
gündemi hem üyelerin istikrarını, hem de Batı-Rusya ilişkilerini havaya uçurabilecek bombadan farksız
görünüyordu.
26 üyenin devlet ve hükümet başkanları bu zirvede öncelikle ABD'nin Taliban milisleriyle kanlı
çatışmaların meydana geldiği Güney Afganistan'a takviye güç talebini karara bağlamaya çalışıyordu.
O bölgede halen ABD, İngiltere, Kanada, Hollanda Danimarka ve Romanya askerleri görev yapıyor ve
son zamanlarda neredeyse her gün söz konusu ülkelerden birine tabutlar gönderiliyor. Bu da hükümetleri
müthiş bir kamuoyu baskısıyla karşı karşıya bırakıyor. Örneğin şimdiye kadar 80 askerini yitiren Kanada,
takviye gelmezse 2009'da Afganistan'dan askerlerini çekmeye karar verdi…
Doğu blokunun çökmesinden sonra NATO sistemli olarak eski Varşova Paktı üyelerini bünyesine aldı:
1990'da Doğu Almanya (İki Almanya'nın birleşmesiyle), 1999'da Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti,
2004'te Estonya, Letonya, Litvanya, Bulgaristan, Romanya, Slovakya. (Not: Bu son dalga genişlemede
Yugoslavya'nın parçası Slovenya da NATO'ye girdi.)
Şimdi sıra 15 yıl önce Sovyetler Birliği'nin parçası olan Ukrayna ile Gürcistan'a geldi. (Bükreş'te karara
255
bağlanacak Arnavutluk, Hırvatistan ve Makedonya'nın adaylığını bir yana bırakıyoruz.)
Sorun şu: Ukrayna ve Gürcistan'ın NATO üyeliğini Rusya neredeyse "Casus belli" yani "Savaş nedeni"
sayıyor. Tabii sıcak değil, soğuk savaş nedeni…
Ya Türkiye? Cevap: İngiltere ile birlikte şimdilik ortada! Yani ne ABD'yi gücendirmek istiyor, ne AB'yi,
ne de Rusya'yı!
Emekli General Nejat Eslen soruyordu: Yeni NATO'ya hazır mıyız?
Yeni NATO'nun stratejik vizyonu ile Türkiye'nin güvenlik vizyonunun, Batı'nın değişen stratejik çıkarları
ile Türkiye'nin stratejik çıkarlarının Soğuk Savaş dönemindeki gibi örtüştürülmesinin mümkün olup
olmadığının sorgulanması gerekiyordu.
Küresel jeopolitiğin ağırlık merkezinin Atlantik'ten Pasifik'e kaydığı; Çin, Hindistan ve Rusya'nın
Avrasya güçleri ve İran'ın Ortadoğu'da bölgesel bir güç olarak yükseldiği; dünyanın tek kutuplu düzenden çok
kutuplu düzene geçişi yaşadığı; jeopolitik dengelerin hızla değiştiği; medeniyetler çatışmasının giderek
şiddetlendiği ve ABD'nin 11 Eylül sonrasında küresel üstünlüğünü sürdürmek amacı ile Afganistan'da ve
Irak'ta başlattığı jeostratejik girişimlerinde amaçlarına hâlâ ulaşamadığı bir süreçte NATO zirvesi önem
kazanıyordu.
Beş eski NATO üyesi ülkenin eski genelkurmay başkanlarının hazırladığı 'Belirsiz Bir Dünya İçin
Büyük Stratejiye Doğru' başlıklı rapor zirve öncesi hazırlanan ve NATO'yu yönlendirmeyi amaçlayan ilginç bir
çalışmayı oluşturuyor. Raporda önerilen strateji, NATO içinde ilk defa 'büyük strateji' ve 'jeostratejik
planlama' anlayışını getiriyor, NATO'nun jeopolitik etki alanını, Dünya Adası'nı (Avrupa, Asya ve Afrika
kıtaları) kapsayacak şekilde genişletiyordu.
NATO, yayılmacı güce dönüşüyor
Amaç, açıkça ifade edilmese de ABD jeostratejik girişimlerine Avrupa'nın katkısını genişletmek,
öncelikle enerji kaynaklarını ve yollarını kontrol etmek, yükselen güçler Rusya ve Çin'i çevrelemek. Önerilen
bu jeostrateji, NATO'yu yayılmacı bir küresel güce dönüştürüyor. Bir başka ifade ile Soğuk Savaş
dönemindeki statik ve savunmayı esas alan NATO'nun yerine yayılmacılığı esas alacak bir NATO inşa
edilmesi isteniyordu.
Yeni strateji ile ABD, NATO ve AB arasındaki işbirliğinin güçlendirilmesi, NATO ile AB arasındaki
rekabetin elimine edilmesi, NATO'nun yeni jeopolitik amaçlara göre yeniden yapılandırılması öngörülüyor.
Strateji ile NATO'nun yönetimi için ABD, AB ve NATO'dan oluşan bir direktörlük mekanizmasının kurulması,
karar vermede oybirliği yerine oyçokluğu sisteminin getirilmesi, devletlerin veto yetkilerinin kaldırılması ve BM
yetkisi olmadan da askeri gücün kullanılması öngörülüyor. En önemlisi, reaktif değil, proaktif olacağı ifade
edilen yeni strateji ile nükleer önleyici darbe (nükleer silahların ilk kullanımı hakkı) konsepti benimseniyordu
Bükreş zirvesinde, Afganistan'daki süreç ve yeni bir stratejik konsepte duyulan ihtiyaç öne çıkacak.
Şartlar değişmezse, Soğuk Savaş'ın galibi NATO, Soğuk Savaş sonrasının ilk kara savaşını Afganistan'da
kaybedebilecek. Bu nedenle de Afganistan, Soğuk Savaş sonrası NATO için deneme alanını oluşturuyor.
Afganistan'daki başarısızlık NATO'nun geleceğinin kırılma noktasını oluşturabilecek. Eğer, Afganistan'da
başarılı olursa NATO farklı jeopolitik amaçlar için küresel bir güce dönüşebilecek. Küresel amaçlar için ise
NATO'nun yeniden yapılandırılması ve stratejik konseptinin ise yeni amaçlara göre değiştirilmesi
gerekiyordu.
Türkiye'nin algısı
Yeni NATO'nun stratejik vizyonu ile Türkiye'nin güvenlik vizyonunun, Batı'nın değişen stratejik çıkarları
ile Türkiye'nin stratejik çıkarlarının Soğuk Savaş dönemindeki gibi örtüştürülmesinin mümkün olup
olmadığının sorgulanması gerekiyor. Batı tarafından NATO içinde Avrupalı, AB için ise Avrupa dışı bir ülke
olarak tanımlanan Türkiye'nin yeni NATO'yu nasıl algıladığının, yeni NATO'nun Türkiye için ne anlam
taşıdığının da sorgulanması gerekiyordu.”200
200
31.03.2008 / Radikal
256
Milliyet’ten Semih İdiz’in: “‘Dinci kesim’ Batı’dan kopmamıza üzülmez” diyerek Nejet Eslen’i
eleştirmesini nasıl okumalıyız?
“Eslen yazısında şunu soruyor:
“Yeni NATO’nun stratejik vizyonu ile Türkiye’nin güvenlik vizyonunun, Batı’nın değişen stratejik
çıkarları ile Türkiye’nin stratejik çıkarlarının Soğuk Savaş dönemindeki gibi örtüştürülmesinin mümkün olup
olmadığının sorgulanması gerekiyor.”
Kısacası bir “Türkiye-Batı” ikilemine işaret eden Sayın Eslen, dolaylı sözlerle bu çıkarların artık
örtüşmediğini belirtmeye çalışıyor. Bu görüşün Türkiye’de yaygın olduğunu söylemek herhalde yanlış olmaz.
Nitekim “Batı” bugün Türkiye’de birçok etkin kesim tarafından “tüm kötülüklerin kaynağı” olarak
gösterilebiliyor.
Bu gelişmeler, Türkiye ile Batı arasında var olan farklı bir “medeniyet çatışmasına” işaret ediyor. Bu
çatışmanın özünde ise sadece din değil, başka faktörler de yatıyor. Zaten Eslen de yazısında, “Batı
tarafından NATO içinde Avrupalı, AB için ise Avrupa dışı bir ülke olarak tanımlanan Türkiye’nin yeni
NATO’yu nasıl algıladığı, yeni NATO’nun Türkiye için ne anlama geldiği de sorgulanmalı” diyor.
Batı gerçekten de güvenlik çıkarları açısından Türkiye’yi kendi cenahında tutmak istiyor. Ancak
Türkiye’ye bakınca, kendi içinde geliştirmeye çalıştığı kolektif dünya görüşüne sahip bir ülke göremiyor.
Aksine, 27 AB üyesinin paylaştığı bir müktesebatı “tehdit unsuru” olarak algılayan bir ülke görüyor.
Nitekim, AKP’nin kapatılması durumunda Türkiye’nin AB ile zaten sorunlu olan ilişkilerinin durma
noktasına geleceği şimdiden görülüyor. Bu durumda Türkiye’nin “kurucu üyesi” olmakla övündüğü Avrupa
Konseyi ile ilişkilerinin etkilenmemesi de düşünülemez.
Peki, NATO, AB ve Avrupa Konseyi’nden kopma rotasına giren bir Türkiye’nin yeni rotası ne olmalı?
Birçok kişi için Türkiye’nin Batı’dan kopması hayırlı bir gelişme olabilir. Ancak biz, Türkiye’nin bu durumda
demokratik laik düzenini güvence altına alarak modernleşmesini sürdürebileceğine inanmıyoruz.
Yanıtlanması gereken soru
“Dinci” diye tanımlanan kesimin Türkiye’nin Batı’dan kopmasına çok üzüleceğini de sanmıyoruz.
Türkiye’nin rotasıyla ilgili yukarıdaki sorumuzun bu kesim için çok büyük bir önem veya anlam taşıdığını
açıkçası düşünmüyoruz.201
“11 Eylül'le korkutan” Bush ve NATO'suna ne gözle bakmalıyız?
Dabılyu Bush, Bükreş'teki NATO Zirvesi'nde “Afganistan'a asker gönderilmezse 11 Eylül
benzeri saldırılar yaşanabilir” diyerek dünyaya gözdağı veriyordu.
Washington'ın başı her derde düştüğünde, Bush “Kurgusal 11 Eylül”ü tepe tepe kullanmasını
iyi biliyordu.
Beyaz Saray, yedi yıldır “Bir tarafta İslamcı teröristler, diğer yanda ABD: Ya bizdensiniz, ya
onlardan!” gözbağcılığına dayandırdığı tehditleri. Şimdi de Afganistan'a yeni asker transferi için
güncelliyordu.
Amerikan Başkanı, son bir yıldır hayatta olduğuna dair hiçbir iz bulunmayan Ladin'den söz
ediyordu.
Şu çarpıcı gerçeği bir kenara not ediniz:
Türkiye'nin Kuzey Irak'a düzenlediği kara harekâtının zamanlaması Beyaz Saray'ı çıldırtıyordu!
Harekâtın başlaması da, bitmesi de ABD için sürpriz oluyordu.
Bütün bunlar, Washington'un “perde arkasında” Ankara'yı kaybetmiş olduğu gerçeğiyle birebir
örtüşüyordu.
Bükreş'teki kritik NATO Zirvesi de ABD için ilaç olmuyordu.
Türkiye'de ise NATO'nun sorgulanmaya başlayacağı bir döneme giriliyordu.
NATO'nun varlığı bize çok ama çok pahalıya mal olmuştu.202
201
202
05.04.2008
04.04.2008 / Tamer Korkmaz / Yeni Şafak
257
Aklımıza takılan sorulara yanıt bulmalıyız!..
“AB prosedür hatası yaptığı için Adalet Divanı, AB’nin PKK’yı "terör örgütleri" listesinden çıkarmasını
istedi. AB yetkilileri ise "değişen bir şey yok!" yanıtı veriyor.
AB, çok önemli ve hassas bir konuda basit bir prosedür hatası yapacak kadar çapsız insanlar
tarafından mı yönetiliyor, yoksa Türkiye’ye dolaylı yoldan "PKK ile masaya otur" mu deniyor?
ABD’den 5 Kasım’da, Türk yetkililerine göre, karşılığında hiçbir şey vermeden PKK ile ilgili anında
istihbarat yardımı aldık. Önce hava, sonra da kara harekátı yaptık. ABD kara harekátına çok kızdı. Biz de
ABD’nin tepkilerinden bağımsız bir şekilde kara harekátına son verdiğimizi dünyaya, "yesen de yemesen de!"
metoduyla ilan ettik. ABD anında istihbarat vermeye devam ediyor mu, etmiyor mu?
ABD şimdi bizden Afganistan’a muharip asker göndermemizi istiyor, biz de "olmaz!" diyoruz. ABD bu
kararımızı egemen bir ülkenin bağımsız kararı olarak mı kabul ediyor, yoksa "istihbarat alırken iyiydi, ben de
bunu bir kenara not ederim" diyerek mi karşılıyor.
Anında istihbaratın ardından bir tek Talabani’yi misafir ettik, Kuzey Irak’la ilgili tek bir adım atmadık.
ABD bu durumu TSK’ya mı, yoksa hükümete mi mal ediyor?..” diye soran Cüneyt Ülsever çok sıkıntılı
görünüyordu.
Kosova, NATO’nun karargâhı mı?
Hürriyet’in internet sitesindeki 'Uzaydan bakılınca iki yer gözüküyor, biri Çin Seddi, peki diğeri?' başlıklı
metin, Kosova'daki ABD üssünü anlatıyor.
Kamer Özbucaklı imzasını taşıyan metne göre 'Bondsteel Camp' isimli Amerikan üssü, 'Yüzyılın silah
deposu' diye de anılıyormuş... ABD Yugoslavya'ya girer girmez ilk iş olarak üs için yüzlerce dönümlük
araziye resmen el koyar.
Çevredeki 320 kilometrelik yollar ve irili ufaklı 17 köprü de denetime alınır... 'Mühendislik Bülteni'
dergisinde yazan bir ABD'li albaya göre üssün planı da, ilk bombanın atılmasından aylar önce hazırmış...
Şimdi bu habere bakıp 'ABD çok önceden belirlediği üs alanı için planını hazırladı, bölgenin karışmasını
sağladı veya iyice karışmasını bekledi, sonra da güya soykırımı durdurmak için gelip yerleşti' desek ne olur?
Maskeli işbirlikçi bağırır: 'Aman, gene mi komplo teorisi?' Bir mandıra dolusu ineğin meselindeki gibi...
Hayvancıklar çayırda otlanırken içlerinden biri mutluca söylenir:
'Kardeşler, biz bu insanoğlunun hakkını nasıl öderiz? Kışın sen tut; kuru ot, yem, dam... Yazın bu
çayırlar, bu bayırlar...' Kulağı delik bir inek lafa limon sıkar: 'Onu külahıma anlat! Besi ineklerinin sahibi de
insanoğlu... Her gün kaç tanesi parçalanıp yeniyor, derileri giysi yapılıyor biliyor musun?..
Esasen devlet, gizli veya açık manevra demektir. Manevra becerebildiğiniz oranda bağımsız
devletsiniz. Manevra yeteneğiniz yoksa bu beceriye sahip güçlerin oyuncağısınız… Çevremizde ve
üzerimizde yaşanan pek çok karanlık işin ardında bu çekişme var. Son NATO zirvesinde bile ana eksen
ABD-AB dalaşmasıdır, ABDRusya çekişmesi değil! Türkiye'deki son gerilimin gizli haritası da ABD-AB
kavgasında, daha çok da İngiltere ile ABD arasındaki rekabet masasında çizilmiştir. İsteyen yine de masum
inekceğizi taklit etsin: 'Bırak bu komplo teorilerini!' Tabii ki ineklere saygım ve sevgim var! Lâkin ülkemize
yönelik gizli manevralardaki yaban payını gizlemeye memur maskeli işbirlikçilerle savaşa devam!203
SSCB’nin son devlet başkanı Mihail Gorbaçov’a göre: ABD tehlikeli bir oyun tezgahlamaktaydı!
Dağılan SSCB’nin son devlet başkanı Mihail Gorbaçov, ABD’yi tehlikeli bir jeopolitik oyun
oynadığı konusunda uyardı. ABD’nin Ukrayna’nın Rusya’dan uzaklaşıp NATO’ya girmesi yönündeki
girişimlerini ‘’tehlikeli bir jeopolitik oyun’’ olarak niteleyen eski devlet başkanı, Polonya kökenli
Amerikalı siyaset bilimci Zbigniew Brzezinski’nin ‘’Ukrayna’nın Rusya’dan olabildiğince koparılması’’
çağrısının ABD’deki siyasetçilerin genel görüşü haline geldiğini savundu.
Amerikalı siyasetçilerin bunu, ‘’demokrasi yararına’’ gördüğünü de belirten Gorbaçov, ‘’İyi de
Ukraynalıların çoğu NATO’ya girmeye karşıyken, Ukrayna’yı NATO’ya sokmanın neresi demokrasi’’
203
Ömer Lütfi Mete / Bugün
258
ifadesini kullandı.
Gorbaçov, ‘’Bu türden jeopolitik oyunlar sorumlu bir siyasetin ya da küreselleşmekte olan bir
dünyadaki gerçek süreçlerin uzağındadır’’ dedi. Rusya, NATO’nun Ukrayna’yı da katarak
genişlemesine şiddetle karşı, çünkü NATO’yu kapılarına dayanan bir tehdit olarak algılıyordu.
Doç Dr. Yaşar Onay; “ şu önermeleri yapmak mümkündür” diyordu:
Büyük Önerme: NATO, Sovyetler Birliği ve onun askeri örgütü Varşova paktının tehditlerine karşı
ABD önderliğinde hür dünyanın kendini korumak amacıyla kurduğu askeri bir örgüttür.
Küçük Önerme: Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı dağılmıştır.
Sonuç:
1.Hür dünya üzerindeki Sovyet tehdidi ortadan kalkmıştır.
2. NATO'nun varlık sebebi ortadan kalmıştır.
Büyük Sonuç: NATO'nun bir güç olarak varlığını sürdürmesinin nedeni yoktur ve varlığına son
verilmelidir.
Oysa NATO'nun varlığı bugünde devam etmektedir. Ortada bir düşman kalmadığına göre NATO'nun
varlığını, üstelik genişleyerek sürdürmesinin nedenlerini başka yerlerde aramak gerekir.”204
Diyordu ama; bir türlü NATO’nun siyonizmin (İsrail’in dünya hakimiyeti projesinin) askeri kanadı olarak
kurulduğunu, İsrail’le yaşıt (60.yıl) olduğunu, Sovyetlerin dağılmasından sonra düşman olarak Varşova Paktı
yerine İslam’ı koyduğunu, yani radikal dincilik bahanesiyle terörist ilan ettiği İslami dirilişi boğmak ve
Müslüman ülkeleri kontrol altında tutmak, gerekirse Irak ve Afganistan örneği, işgal etmek için saldırmak
üzere ayakta tuttuğunu dile getiremiyordu..
NATO'nun soğuk savaş sonrası dönemde Varşova Paktının feshedilmesine ve kuruluş yıllarında
belirlenen rollerinin artık gereğinin kalmamasına rağmen NATO'ya yeni görevler yüklenerek devamının
sağlanması 1990'da G.Bush ile M.Tatcher arasında varılan mutabakatın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Söz konusu mutabakat yeni bir tehdit unsuru yaratılmasını zorunlu hale getiriyordu. Her iki ülkedeki fikir
babalarının önerileri yeni tehdidin Radikal İslam olarak belirlenmesini öngörüyordu.
Bu konudaki değişikliği Doç.Dr.Ömer Turan şu sözlerle ifade ediyor:
"Komünizmin çöküşü çift kutuplu dünya sistemi ve onunla bağlantılı olarak gelişen tehdit
algılamasında değişikliğe neden oldu. ABD tüm güvenlik sisteminin dayandığı kızıl tehdidin ortadan
kalkmasıyla ciddi bir meşruiyet sorunuyla karşı karşıya kaldı. Askeri harcamalar ve hegemonyasını devam
ettirme konusunda kendisine sıkıntılı anlar yaşatan bu boşluğu. Batı hayal dünyasındaki yerini hiçbir zaman
kaybetmemiş olan İslam'la doldurmaya çalıştı. NATO tatbikatlarında kırmızı ile gösterilen düşman güçler,
İslam ile özdeşleşen yeşille temsil edilmeye başlandı.”
Ancak İslami tehdit somut olarak ortaya çıkmadıkça dünya kamu oyunun "Radikal İslam'ın" önemli bir
tehdit olduğuna inandırılması kolay olmayacaktı. ABD bu konudaki fırsatı 11 Eylül 2001'de yakaladı. Esasen
11 Eylül saldırılarının Afganistan ve Irak'a müdahale için gerekçe yaratmak amacıyla ABD derin devleti
tarafından planlandığı ve icra edildiği konusu ABD'de de halen tartışma konusu olmaya devam etmektedir.
Ancak ABD yönetimi, 11 Eylül saldırılarını Afganistan'a NATO kuvvetlerinin konuşlandırılmasını bu
ülkenin işgalini meşru zemine oturtmanın bir yolu olarak kullanmıştır. Başlangıçta NATO anlaşması
kapsamında Afganistan'da ABD ordusunun yanında yer alan ülkeler geçen zaman içinde bu ülkede askeri
kuvvet bulundurulmasında isteksizlik göstermeye başlamışlardır.
Genelkurmay başkanı Org. Yaşar Büyükanıt'ın Afganistan'a Taliban'la savaşmak üzere tek bir Türk
askeri bile göndermeyeceğine ilişkin beyanına rağmen Afganistan'daki Türk askeri birliğinin görev tanımının
ve sorumluluk bölgesinin değiştirilmesi yönündeki ABD baskıları artarak devam etmektedir.
Dışişleri Bakanı Alî Babacan'ın.Türkiye'yi ziyaret eden Afganistan Dışişleri Bakanı Rengin Spanta ile
görüşmesinden sonra: "Biz kendi terörle mücadelemiz ve Afganistan'daki terörle mücadele arasında bir
204
Jeopolitik – Mayıs 2008
259
denge kurup, önümüzdeki günlerde bununla ilgili bazı kararlar vereceğiz. Askeri yardımlarımızı
değerlendireceğiz. Askeri konularda önümüzdeki dönemde spesifik olarak kararımızı vereceğiz" şeklinde bir
açıklama yapması, ABD'nin bu konudaki taleplerinin Türk
hükümeti tarafından kabul edildiğini
göstermektedir.
Ancak bu konuda TSK'nin itirazlarına rağmen ABD istekleri doğrultusunda atılacak bir adımın, Bush
Doktrininde "İslam’ın geleceğini kendi içindeki çatışması belirleyecektir" ifadesiyle açıklanan "Müslüman
ülkelerin birbiriyle çatıştırılması" amacına hizmet edeceği ve ABD çıkarları için Türk ve Afgan kanının
akıtılması sonucunu doğuracağı unutulmamalıdır.
Diğer yandan ABD, Türkiye'nin hiçbir zaman gerçekleşemeyeceğini çok iyi bildiği AB üyeliği arzusunu
bir istismar konusu olarak kullanmak suretiyle Türkiye'nin 2000'li yılların hasta adamı durumuna düşürülmesi
için elinden gelen gayreti göstermektedir.
Brzesinki'nin "Büyük Satranç Tahtası" adlı eserinde Türkiye'ye ilişkin değerlendirmesi ABD'li
yöneticilerin bu konudaki politikalarının nedenlerini de açıklar mahiyettedir:
"Türkiye, Karadeniz bölgesinde istikrarı sağlamakta, Akdeniz'e geçişi kontrol etmekte, Rusya'yı
Kafkaslarda dengelemekte, hala İslâm'ı kökten dinciliğe karşı bir panzehir oluşturmakta ve güneydeki
dayanak noktası olarak NATO'ya hizmet etmektedir, istikrarsız bir Türkiye, olasılıkla Güney balkanlarda daha
fazla şiddetin ortaya çıkmasına sebep olur. Diğer taraftan Kafkasya'da bağımsızlıklarını yeni kazanmış
devletler üzerinde Rus kontrolünün yeniden sağlanmasına yol açar. "ABD, istikrarlı bir Güney Kafkasya ile
Orta Asya'yı teşvik bakımından Türkiye'yi yabancılaştırmamak konusunda dikkatli olmalı ve Amerikan-İran
ilişkilerinde bir düzenlenmenin yapılabilirliğini araştırmalıdır."
"Katılmak istediği Avrupa Birliğinden dışlandığını hisseden bir Türkiye daha İslamcı olacak, daha
büyük bir olasılıkla inadına NATO'nun genişlemesini veto eğilimi gösterecek ve laik bir Orta Asya'yı dünya ile
bütünleştirmekte ve istikrarını sağlamakta Batı ile daha az işbirliği yapacaktır. Bu sebeple ABD, Türkiye'nin
AB'ne kabulünü cesaretlendirmek için Avrupa 'da etkisini kullanmalı ve Türkiye'ye Avrupalı bir devlet gibi
davranmaya özen göstermelidir."
Yukarıdaki bilgiler ışığında AB'nin bir yandan NATO ile ilgili konularda Türkiye'nin vetosunu 2 Aralık
2001'de varılan Ankara Mutabakatı ile aşarak NATO imkânlarını kullanırken, diğer yandan NATO'dan
bağımsız olarak kendi askeri gücünü oluşturma çabaları Türkiye'ye önemli bir fırsat da sağlamaktadır.
Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy "Fransa NATO içinde ne kadar çok yer alırsa, NATO o kadar Avrupalı
olur" şeklindeki açıklamasıyla General de Gaulle'ün 1966'daki NATO'nun askeri kanadından çıkma kararını
tersine çevirerek önümüzdeki yıl NATO'nun askeri kanadına döneceğinin sinyallerini vermiştir.
Bu durum Türkiye'nin eline çok önemli bir koz vermektedir. Türkiye, NATO'nun veto yetkisine sahip bir
üyesi olarak, Fransa'nın bu talebini kendi ulusal çıkarları doğrultusunda etkileme gücüne sahip olan en
önemli ülke konumundadır. Öteden beri Türkiye'nin ulusal çıkarlarına aykırı bir tutum izleyen gerek Fransa
ve diğer ÂB üyesi ülkeler, gerekse ABD, Türkiye'nin veto kozu ile Kıbrıs, Ermeni tasarısı..v.b. konularda
hizaya getirilebilir. Ancak bunun için güçlü bir iradeye, politik tecrübeye ve milli şuura sahip olan ve hiçbir şart
altında Türkiye'nin ulusal ve uluslararası hak ve menfaatlerinden taviz vermeyecek bir yönetim kadrosuna
ihtiyaç duyulmaktadır. Fransa'nın NATO'nun askeri kanadına dönüş müracaatını yaptığı dönemde Türkiye
Cumhuriyeti'nin yönetim kadrosunda bulunacak olanlar, geçmişte Yunanistan'ın NATO'nun askeri kanadına
dönüşüne hiçbir karşılık almadan onay veren Kenan Evren-Hay-rettin Erkmen ikilisinin yaptıkları vahim
hatayı, Fransa'nın NATO'nun askeri kanadına dönüşünde de tekrarladıkları takdirde, bugün Evren-Erkmen
dönemini eleştirdiğimiz gibi, gelecek nesillerin de yeni yönetimi Türkiye'nin ulusal çıkarlarından ödün
vermekle suçlayacakları muhakkaktır.
Bu noktada ileriyi göremeyen bazı aydınların Türkiye'nin NATO'dan ayrılmasına ilişkin öneriler
sunması Türkiye'nin ulusal çıkarlarına aykırıdır. Zira bir kuruluşu kontrol etmenin en iyi yolu söz konusu
kuruluşun içinde bulunarak karar mekanizması üzerinde etkili olmaktan geçmektedir.
Türkiye üzerindeki hedefleri örtüşen ABD ve AB ile Türkiye'nin ulusal çıkarları doğrultusunda ilişkilerin
260
sürdürebilmesi ve alınacak kararlar üzerinde etkili olunabilmesi için gerek BAB, gerekse NATO içindeki
Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığının devam etmesi ve ulusal ve uluslar arası hak ve menfaatlerimizin
korunması yönünde bir irade ortaya konması önem taşımaktadır.!”205
205
E.Kur.Alb. Ömer Lütfi Taşçıoğlu- Jeopolitik Mayıs 2008
261
AB MACERASI VE ACI FATURASI
 AKP ANAYASASI MI, YENİ SEVR ANTLAŞMASI MI?
Eften püften bahanelerle ve çoğu da bugün AKP’leşen tiplerin sorumsuz, belki de kasıtlı eylem
ve söylemleri nedeniyle, Refah Partisi kapatılınca şu gaye ile; PKK’ya sahip çıkan Batının çifte
standardını ve Milli Görüş düşmanlığını resmen ve fiilen ortaya dökmek üzere AİHM’ye gidilmişti. O
sırada mahkemede Türkiye’yi temsil eden Prof. Dr. Ergun Özbudun, bu kapatma kararını hararetle
savunup sahiplenmiş ve % 21 gibi önemli bir oy alabilen Refah Partisinin, Laik ve demokratik
cumhuriyet için ciddi bir tehdit oluşturabileceğini söylemişti.
Şimdi aynı Ergun Özbudun, aynı gerekçelerle AKP aleyhine açılan kapatma davasını şiddetle
yermekte ve AKP’yi kurtaracak anayasal güvenceler üretmektedir. Hazırladıkları yeni anayasa
taslağında, Anayasa Mahkemesinin üye sayısını artırmak, bunların da Meclis tarafından seçilmesini
sağlamak, böylece çoğunluğu ele geçirip, yüksek yargıyı iktidarın güdümüne sokmak gayretleri
yürütülmektedir.
Peki kimdir bu sn. Prof. Ergun Özbudun ve yeni anayasa hazırlayıcısı diğer hukukçular?
"Sivil" anayasacıların resmi sicilleri mide bulandırmaktadır
Ergun Özbudun, CIA'nın yan kuruluşu NED'in yayın organı Journal of Democracy'nin uluslararası
danışma kurulu üyesidir. AB özel fonlarından beslenmektedir. Zühtü Arslan, Polis Akademisi'nde
Fetullahçılara en yakın öğretim görevlisidir. Levent Köker sosyalizmden liberalizme "kayanlardan" birisidir.
Yavuz Atar, Fetullahçılara bağlı Türkiye Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın internet sitesinde sürekli yazıları
sergilenen kişilerdendir. Hüsnü Erdem, “Anayasa'nın Atatürkçülük unsuruyla tekçi bir resmi ideolojiye sahip
olduğunu” savunup küreselleşmek gerektiğini söylemektedir. Kendilerini "liberal demokrat" olarak takdim
etmektedir. Onlara göre, devrime ve Atatürk Cumhuriyetine ait olan her şey kötü. "Devletçi, vesayetçi ve
otoriter ruhu kökünden tasfiye" edeceklermiş. Fakat yabancı kuruluşlarla bağlantılı bulunuyorlar! Batı'lı
devletlerinden besleniyorlar. "Atatürk'e güle güle" demeye hazırlanıyorlar.
"Sivil" Anayasanın mimarlarından söz ediyoruz. Ekip, Prof. Dr. Ergun Ozbudun'un başkanlığında Prof.
Dr. Levent Köker, Prof. Dr. Yavuz Atar, Prof. Dr. Fazıl Hüsnü Erdem, Prof. Dr. Zühtü Arslan ve Doç. Dr.
Serap Yazıcı'dan oluşuyor.
Siyonist güdümlü Türk Demokrasi Vakfı kurucusu bize anayasa hazırlamaktadır!?
Ergun Özbudun, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde öğrenimini tamamladıktan sonra aynı okulda
doktorasını yaptı. 1967'de Anayasa Hukuku Kürsüsü'nde doçent, 1975'te profesör oldu. Avrupa Konseyi
Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu üyesi, Türk Demokrasi Vakfı Başkanvekili. Özbudun; Chicago,
Columbia, Princeton ve Sorbonne üniversitelerinde konuk profesör, Harvard Üniversitesi'nde araştırmacı
olarak çalıştı. ABD gezileri, Özbudun'un hayatını değiştirdi. Ankara Hukuk Fakültesi'nde "Amerikan hayranı"
olarak tanındı. 1994'ten beri de Bilkent Üniversitesi'nde görev yapıyor.
Ergun Özbudun Türk Demokrasi Vakfı (TDV) kurucusu oluyor. TDV, Konrad Adenuaer, International
Republican Institute, National Endowment for Democracy (NED)ve National Democratic Institute ile bağlantılı
olduğu biliniyor. Özbudun aynı zamanda NED'in yayın organı Journal of Democracy'nin uluslararası danışma
kurulu üyeliği yapıyor. Bu derginin yönetiminde Condollezza Rice da ABD Dışişleri Bakanı olana kadar
bulunuyor. Kurulun diğer önemli üyeleri Huntington ve Brzezinski. Özbudun, Centre International Private
Enterprise'ın Türkiye'deki ikinci adamı görünüyor. Sık sık İsrail'e gidiyor. Kudüs İbranî Üniversitesi'nde
araştırmacı olarak çalıştığı söyleniyor.
Özbudun'unun kurucusu ve Başkanvekili olduğu Türk Demokrasi Vakfı, Türkiye'de özelleştirme ile ilgili
18 aylık programının desteklenmesi karşılığında 1991 yılında NED fonundan 80 bin artı 26 bin dolar alıyor.
TDV 1997 yılında "Demokratik ilkelerin yayılması ve temelde insan hakları bilincinin yaratılması" projesi
262
karşılığında AB fonundan 250 bin avro, 2002'de "Türkiye'nin AB üyeliği, etkileri, sorumlulukları ve çıkarları
konusunda toplumsal kurumların ve mesleki örgütlerin öğrenimi" projesi karşılığında 500 bin avro, 2004'de
"Dekorasyon ve turistik hediyelerin tanıtımı ve satışı" projesi karşılığında 153 bin 098 avro gönderiliyor.
Ergun Özbudun, bir anayasanın ideolojiye bağlı olmasının doğru olmadığını savunuyor. Ama
kendilerinin siyonist ideolojiye bağımlılıklarını gizliyor.
STK’ların Yahudilerden Para Aldığı, Genelkurmay Andıcıyla İspatlanmıştı:
Genelkurmay tarafından 2006 yılında hazırlanan andıçta çok ilginç saptamalar vardı. Bazı STK'ların
ülkeyi bölmek için Sarostan para aldığı yazılmıştı.
Genelkurmay tarafından 2006 yılında hazırlanan andıçta, ABD, AB ve Musevilerin Soros Vakfı
üzerinden sivil toplum örgütlerine “rejimi değiştirmek ve ülkeyi bölmek” için yardım ettiği iddiaları yer almıştı.
73 sayfadan oluşan raporda ünlü spekülatör Soros'un Açık Toplum Fonu aracılığı ile desteklediği
dünyadaki örgütler, Gürcistan darbesine verdiği destek, Kıbrıs'taki faaliyetleri ayrıntılarıyla açıklanmıştı.
Musevi Soros ile para aktarımı
Türkiye'de Soros'dan para alan kişi ve kurumlar da tablolarla sıralanmıştı. Türkiye'deki STK'lara maddi
desteği gösteren tablonun en üstünde ABD'de başkana bağlı dış politika konularını koordine eden Ulusal
Güvenlik Konseyi bulunmaktaydı.
Rapora göre mali destek buradan Soros Vakfı ve National Endowment For Democracy gibi vakıflara
aktarılıyor, bu vakıflarda ise Türkiye'deki STK'lara parayı dağıtıyordu.
Raporda diğer bir tabloya göre ise Soros Vakfı'nın üzerinde hiyerarşik olarak Museviler vardı. Soros'un
da bir Macar Musevisi olduğu hatırlatılmıştı.
Türkiye'de kimler para almıştı?
Tabloda bu kurumlarla ilişki içinde olan ve mali destek alan Türkiye'deki kurumlar da sıralanmıştı. En
başta ise TOBB, TÜSİAD; Adalet, Dışişleri ve Eğitim bakanlıkları, TESEV, Arı hareketi, Sabancı Üniversitesi,
Bilgi Üniversitesi, Liberal Düşünce Topluluğu, KADER, KAMER, SODEV, ENKA okulları, Umut Vakfı, Robert
Koleji, İstanbul Kültür ve Sanat vakfı bunlar arasındaydı.
Kim ne kadar para alıyor?
Askerin raporunda Amerika ve Soros'dan para alan kurumlar ile ne kadar para aldıkları da not edilmiş.
CIA bağlantı merkezlerinden proje bedeli adı altında para alan kurumlar şöyle sıralanıyor;
*TOSAV (Doğu Ergil): 92 bin dolar/ 6 bin 250 paund (Türk-Kürt sorununun çözümü için verilmiş)
*ANSAV (Gökhan Çapoğlu): 189 bin 604 dolar (Parti örgütlenmesi için)
*Stratejik Araştırmalar Vakfı: 190 bin 193 dolar
*Türk Demokrasi Vakfı (Bülent Akarcalı): 106 bin 100 dolar...
*Liberal Düşünce Topluluğu: 11 bin 500 dolar
*Türk Ekonomi ve Sosyal Etüdler Vakfına: 1 milyon 111 bin dolar.
*Arı grubu: (IRI -Uluslararası Cumhuriyetçiler Enstitüsünden para alan kurum olarak geçiyor): 278 bin
500 dolar...
*Ulusal Demokrasi Enstitüsü'nün ise Yeni Forum Dergisi'ne 150 bin dolar artı 11 bin 766 dolar
aktarılmıştı.
Yeni Anayasa; daha yapılmadan yamultulmaktadır
Siyaset kulislerine ve medyaya yansıyan haberlere göre AKP, parti kapatmaları zorlaştıracak yeni bir
anayasal düzenleme yapabilmenin yollarını arıyor.
Yeni geliştirilecek formülle, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının iktidar partisi AKP’ye açtığı kapatma
davası, belki daha görüşmeye başlanılmadan düşürülebileceği hesaplanıyor. Ya da dava sürerken, partinin
kapatılmasında aranan 5’de 3 çoğunluk değiştirilerek, kapatma için tüm üyelerin onay vermesi şartı
getirileceği söyleniyor.
Yeni yapılacak düzenleme ile Anayasa Mahkemesi’nin vereceği karar beklenmeden, iktidar partisi
AKP’ye yönelik kapatma davasının sonuçsuz kalmasına çalışılıyor.
263
Peki bu ne ile yapılacak?
Anayasa değişikliği ile…
Yani AKP yönetiminin kimsenin haberi olmadan bir grup akademisyene sipariş ettiği, sonra parti
yöneticileri ile son şeklini verdiği, ama ne hikmetse bir türlü toplumla, kamuoyu ile paylaşmayı gizlediği yeni
anayasa taslağının, bu kez de birkaç maddesi değiştirilecek ve sonra yeni anayasa tekrar uyumaya terk
edilecek gibi gözüküyor.
Biliyorsunuz, bir süre önce de üniversitelerde kılık kıyafet konusunu düzenleyen maddeleri
değiştirmişlerdi.
Ama görüyorsunuz, anayasa değişti, Cumhurbaşkanı onayladı ama üniversitelerdeki başörtüsü sorunu
hala çözülmedi, aksine gergin bir ortam oluştu, üniversite yönetimleri iki arada bir derede kaldı.
Demek ki, anayasanın işinize gelen kısmını değiştirip sadece güncel sorunlara çare aramak olumlu
sonuç vermiyor. Bize öyle geliyor ki, parti kapatma konusunda yapılacak anayasal düzenlemeler de,
üniversitelerdeki gerginliğe benzer başka bir atmosferin oluşmasına yol açabilir.
Bu kaosun gelişmesindeki en önemli etken, iktidarın özgürlükçü ve sivil bir anayasa hazırlama
konusunda yeterli inisiyatifi ve cesareti gösterememesidir.
Aylardır hazırlığı süren yeni anayasa taslağı, ABD’deki toplantılarda tartışılıyor ama nedense
Türkiye’deki sivil toplum örgütleri, medya, üniversiteler ve vatandaşlar kendi geleceklerini
ilgilendiren böyle bir konu hakkında hâlâ yeterli bir bilgiye sahip değiller.
İktidar partisi yeni bir anayasa yapmak için neyi bekliyor? Karşılaştığı her bir sıkıntı için
anayasanın bir-iki maddesini değiştirerek sorunların üstesinden gelebileceğini sanıyorsa, çok açık
söyleyelim, aldanmaktadır.
Bürokratik oligarşi ve milleti dışlayan dayatmacı zihniyetin panzehiri, özgürlükleri önemseyen,
milletin değerleriyle barışık, bireyin mutluluğunu önceleyen yeni bir anayasanın hazırlanmasıdır.
Böyle bir anayasanın toplum tarafından içselleştirilmesi ve zaman içinde tüm kurum ve
kuruluşların bu anayasaya göre kendilerine çeki-düzen vermeleri; bugün içinden çıkılmaz gibi
gözüken pek çok önemli sorunun kendiliğinden çözülmesinin yolunu açacaktır.
Cevabını merak ettiğimiz soru şudur: İktidar partisi AKP, böyle bir anayasa hazırlamaya
muktedir midir?206 Şahsi ikbal ve iktidar peşinde midir, yoksa ülkenin ve milletin geleceğini, huzur ve
güvenliğini mi düşünmektedir?
Evet, yeni bir anayasaya ihtiyaç vardır. Ancak bu anayasa her yönüyle; Milli, ilmi, insani
temellere oturmalıdır. Gerçek bir demokrasiye, örnek bir laikliğe ve yüksek bir adalet düşüncesine
dayanmalıdır.
Akevler ekibinin konuyla ilgili ilmi tespitlerini aktaran R. Nuri Erol’un, yazısı oldukça önemlidir
Yeni Anayasa yapılmalı, ama nasıl ve hangi esaslara uyulmalıdır?
Toprak, su, hava ve canlılar sürekli kirlenmektedir. Canlının genetiği suni olarak üretilen sol
moleküllerle tahrip edilmektedir. Sentetik ve kimyevi yiyecekler, fuhuş serbestliği, tahrip edici ilaç tedavisi,
kitle imha silahları üretimi sebebiyle insanlığın nesli dejenere edilmektedir. Kimyasal, biyolojik ve nükleer
silahlar yeryüzünü barut fıçısına dönüştürmektedir. Bunlar patlarsa yeryüzü yaşanamaz hale gelecektir.
Rüşvet mafyası, iş mafyası, senet mayası ve terör mafyası insanlığı birbirini boğmaya doğru götürmektedir.
Bütün bunlar tüm dünyayı ve insanlığı tehdit eden “sosyal tufanlar” ve yaklaşan felaketlerdir.
Ülkemizdeki: “dış borç sorunu, işsizlik sorunu, yargı bağımlılığı sorunu ve sömürü basını sorunu”
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni adım adım uçurumun kenarına ve yok oluşa doğru sürüklemektedir. Bundan
dolayı, kangrenleşmiş sorunlara çare ve çözüm getirecek bir adil ve kâmil anayasa kesinlikle gereklidir. Ama
bu ihtiyaç AB ve ABD Emperyalizmine kölelik şartnamesine ve Sevr’in tatbikine alet edilmemelidir.
Dört kademeli anayasa değişikliği vardır.
206
20.03.2008 / Dr. Abdullah Özkan / Milli Gazete
264
1- Bakım Anayasası: Nasıl ki oturduğunuz evin, binanın yapısına dokunmazsınız. Sadece kırılan ve
dökülen varsa onları düzeltir, yeni boya ve badana yaparsınız. Bunun gibi Anayasada da, mesela bazı
konularda yaşı 20’ye çekersiniz, gözaltına alma sürelerini bir haftaya indirirsiniz, belediyelerin yetkilerini biraz
genişletirsiniz, seçimi beş yıldan dörde alırsınız, toplantı sayısını azaltırsınız. Bunlar bakım benzeri
değişikliklerdir. Bu değişmeler sorunları çözmez, sadece biraz ferahlatır.
2- Tamir Anayasası: Binanız eskimiştir, bazı değişiklikler yapmanız kaçınılmaz hale gelmiştir. Mesela
yeni bir kapı açmanız, bir duvarı yıkmanız, bir priz takmanız gerekecektir. Bu tüm binayı ilgilendirir. Bunun
gibi gelişen şartlara, göre yeni ihtiyaçları karşılamak için bazı değişiklikleri yapmanız icap eder, ama bunun
tehlikeli bir iş olduğunu bilmemiz gerekir. Yeni bir kapı açma girişimi apartmanı yıkabildiği gibi, bazen
anayasaya eklenecek tek bir madde bile bir devleti yok edebilir. AKP’nin hazırladığı yeni Anayasa taslağında
“egemenliğimizin AB’ye devrine imkân sağlayan” ek madde işte böyle bir hıyanet tuzağı gibidir.
3- Yıkıp Yeniden Yapma Anayasası: Mevcudu yıkıp eski proje ile yenisini yapma; üçüncü bir
kademedir. Örneğin; önceki anayasanın ifade tarzı muğlâktır, dili eskimiştir. Bu anayasa yeniden ve bazı
düzeltmelerle yazılabilir. Bu pansuman bir tedbirdir. Ancak bu da çözüm getirmez, sadece ömrü uzatabilir.
Böylece toplum avutulup oyalanabilir.
4- Yeni Proje Anayasası: Asıl ve köklü değişim ise; yeni varsayımlarla yeni anayasa yazmaktır, yani
yeni proje ile yeni bina yapmaktır. Sorunları ancak böyle bir anayasa çözebilir. Oysa, mevcut anayasaların
varsayımları, sorunları çözen değil, sorunları üreten anayasalardır.
Şimdi, mevcut anayasaların varsayımlarını ele alalım ve neden bizzat kendilerinin sorun
olduklarını anlatmaya çalışalım:
a) Mevcut anayasalar, ekseriyet kararlarına dayanır. Oysa ekseriyet kararları yalnız zulüm değil, aynı
zamanda istikrarsızlık kaynağıdır.
b) Mevcut anayasalar ekseriyet seçimine dayanır. Bu ise sadece, çoğunluğun azınlığa hakimiyeti ile
sonuçlanmamakta, aynı zamanda çelişkiler doğurmakta, lâiklikle demokrasi bir arada yürümez olmaktadır.
c) Mevcut anayasalarda, “hakim devlet” vardır. Ekseriyetin oyu ile gelseler de, iktidarda olanlar halkın
rızasına ve ihtiyacına uygun davranamamaktadır. Gizli hükümranlar ne kadar hak tanırlarsa, insanlar o kadar
hür olmaktadır. Beş senede bir yapılan seçimlerle insanlar sadece efendilerini değiştirebilmekte, ama
demokrat kölelik devamlı kalmaktadır.
d) Mevcut anayasalar, katı ve masonik, “merkezî yönetimi” esas alır. Bu sistem yalnız taşranın
sömürülmesini doğurmaz, aynı zamanda işlerin sürüncemede kalmasını da sağlamaktadır.
e) Mevcut anayasalar, merkezden atanmış hakimler sistemiyle yargıyı dağıtmaktadır. Yargı
bağımsızlığı lafta kalmaktadır. Savcı hakimin yanında oturur, maaşları merkez verir, terfileri onlar yapar, bir
de Yargıtay’da kararları bozulur! Böylece “yargı devleti” oluşmaktadır.
f) Mevcut Anayasa, bürokratik anayasadır, dokunulmazlıklar anayasasıdır, sınıflı anayasadır. Bürokrat
halkın üstündedir ve hata etmez sayılır. Yetkileri polisten alıp hakime vermekle, sanki bir şey yapılmış oluyor.
Bu sistem sakattır.
g) Mevcut Anayasa “hakları sağlayan” değil, sadece kağıt üzerinde “hakları sayan” bir anayasadır.
Sanki, insanlar köledir, hakları yoktur, sadece devlet onlara, bazı hakları lütufta bulunmaktadır. Hakların
nerelerden tahsil edileceği de belli değildir. Devlet şunu yapar, bunu yapar der de; kimin yapacağını
söylemez, nasıl yapılacağını söylemez. Her hüküm kapalıdır, sadece devletlilere ve seçkinlere açıktır.
h) Mevcut Anayasa, “faizli sistemi” esas almıştır. Oysa faiz enflasyonu, enflasyon işsizliği, işsizlik
açlığı, açlık borcu, borç yolsuzluğu, yolsuzluk rüşveti, rüşvet baskıyı, baskı anarşiyi doğurmakta ve insanlar
birbirini boğmaktadır.
ı) Mevcut Anayasa, “gelir vergisine” dayanan anayasadır. Bu da sömürü sermayesini güçlendiren ve
tekele götüren, ekonomik ve siyasi krizler üreten bir yapıdır.
i) Mevcut Anayasa, “fuhuş serbestliğine” dayanmaktadır. Cinsi ilişki, karşılıklı rıza şartıyla serbest
bırakılmıştır. Bu da aile müessesesini yıkmakta ve ahlaki çöküntüye yol açmaktadır.
265
Bu varsayımların bizzat kendileri çözülmesi gereken sorunlardır
İlmi ve insani anayasamızın varsayımları
İnsanlık uygarlaşma sürecindedir. Dünyamız toplayıcılık, avcılık, çobanlık, tarımcılık, kentçilik, ticaret
ve işçilik dönemlerini geçirip “sanayi dönemi”ne erişti; şimdi “ortaklık dönemi”ne doğru gitmektedir. Doğu
uygarlıkları; hukukta ve yönetimde evrimleri gerçekleştirdiler. Hazreti Nuh, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa,
Hazreti İsa ve Hazreti Muhammed aleyhisselâm ile bu adımlar atıldı. Batı bunlara dayanarak Mısır, Yunan,
Bizans ve bugünkü Avrupa uygarlıklarını ortaya koydu. Doğu’nun hukuk ve yönetim uygarlıklarına karşılık,
Batı teknikte ve ekonomide uygarlıklar oluşturur. Doğu uygarlıkları gelişimini tamamlayıp duraklamaya
geçtikten sonra Batı uygarlıları yeniden doğarlar; Batı uygarlıkları gelişmişken Doğu uygarlıkları yeniden
doğarlar. Ömürleri yaklaşık biner yıldır ve Doğu uygarlıkları Milat’la tarihlenmişlerdir. Şimdi Batı uygarlığı
zirvededir, yeni bir Doğu uygarlığı doğmaktadır. Doğu uygarlıklarını yeni kitap ve yeni peygamberler
başlatmışlardır. Ancak Hazreti Muhammed aleyhisselâm son peygamberdir ve Kur’an da son kitaptır. Yeni
uygarlık Kur’an’ın müsbet ilimle, bugün yeniden yorumlanmasıyla doğacaktır. Bunu da peygamberler/nebiler
değil, onların vârisleri olan âlimler başaracaktır. Millî Görüş ve Adil Düzen Çalışanları bunu yapmaktadırlar.
Bu çalışmalarla III. bin yılın hukukunu ve yönetimini deneyerek bugün uygulanabilecek seviyeye ulaştırdılar.
Uygarlıklar iki uygarlığın sentezi ile doğar. III. bin yıl uygarlığı Batı uygarlığı ile İslâm uygarlığının
sentezinden doğacaktır. Uygarlık beşerîdir, ancak onu daima bir ulus başlatır. Yeni bir bin yıl medeniyeti
öncesinde, iki-üç asır önce gelen peygamber bir kavmi -mesela İsrail oğullarını veya Arpaları- hazırlamıştır.
Onlar inkılâplar yapmıştır.
Günümüzde bu görev Türk milletine ve Türkiye Cumhuriyeti’ne verilmiş gibidir. İki üç asırdır Türkiye bu
sentezi yapmağa hazırlanmıştır. O halde bizim ortaya koyacağımız anayasa, yalnız Türkiye’nin değil,
dünyanın sorunlarını da çözecektir; öyle olmalıdır. Bu takdiri İlâhi’dir, bunun önüne geçilmesi imkansızdır.
Bu girizgâhtan sonra, şimdi “Adil Düzen Anayasası”nın temel varsayımlarını ele alalım.
1. Ekseriyet kararı değil, ortak vekil kararı esas alınmalıdır. Adil Düzene göre; bir topluluktaki
insanlar önce anlaşarak ittifakla karar alırlar. Anlaşmaları gerektiğinde ittifak ederlerse, o zaman ortak bir
vekil seçerler ve ‘senin kararın bizim kararımızdır’ derler. Ortak vekil istişare eder ve kararları verir. Vekilin
kararı asilin kararı gibi olduğundan, ittifakla karar alınmış olur. Ancak, kişi hakemlere gidip kararı iptal
ettirebilir, yahut alınan kararları tasvip etmiyorsa topluluktan her zaman ayrılabilir.
2. Ekseriyet seçimi değil, temsili sistem uygulanmalıdır. Adil Düzene göre; ortak işleri yürütmek
için beşten az yirmiden çok olmamak üzere temsilciler seçilir. Kişi temsilcisini her zaman değiştirebilir.
Temsilci olabilmek için yeter oy almak gerekir. Temsilciler açık ve şeffaf çalışırlar. Kişi temsilcisini her zaman
değiştirebilir. Bunlar ortak vekille karar alırlar.
3. Hakim devlet değil, hadim devlet olmalıdır. Hukuk düzeni bucaklarda doğrudan demokrasi usulü
ile kurulur. Tamamen bağımsız ve hürdürler. Merkez bucaklar vardır. İl ve ilçe merkez bucakları, devlet ve
bölge merkez bucakları vardır. Ama bunlar taşra bucaklarının temsilcileri tarafından yönetilirler. Vergileri
alırlar, onlara hizmet ederler; hükmedemezler. Hakemler önünde eşittirler.
4. Merkezî yönetim yanında, yerinden yönetime fırsat tanınmalıdır. Hizmette merkezîlik,
yönetimde yerindenlik esas alınmalı, ulus ve ülke bütünlüğü sağlanmalı ama insanlar da topluluklarda hür
kılınmalıdır. Bizim bu projemizle, Batılı güçlerce bize dayatılan ve ülkemizi parçalamayı amaçlayan, eyalet
sistemi, tamamen farklıdır. Bir hastayı iyileştirmek için yapılan ameliyatla onu öldürmek niyetiyle bıçaklamak
aynı mıdır?
5. Hakimler sistemi değil, hakemler sistemi oluşturulmalıdır. Adil Düzene göre; davalı ve davacı
isterse birer hakem seçer, hakemler de bir başhakem seçerler. Böylece oluşan mahkeme tarafsızdır,
bağımsızdır, etkindir ve saygındır. Karardan mağdur olan varsa hakemler aleyhine dava açma yolu açıktır.
6. Bürokrasi değil, serbest meslek sahipleri iş yapmaktadır. Adil Düzene göre; kamu görevi ile
genel hizmet birleşmiştir. Avukatlar hakemlik yapmaktadır. Maliyeciler serbest muhasiplik yapmaktadır.
Haksızlığa uğrayan hemen hakemlere gitmektedir. Sadece başkanlar tektir. Silahlı güçlerde sistem farklıdır.
266
Tapu memuru yoktur. Noter vardır. Belediyelerde imar müdürlüğü yoktur, imar büroları vardır, birbirlerini
denetlerler ve hakemler sorunları çözer.
7. Hakları sayma değil, vazifeleri sayma vardır. Adil Düzene göre; hürriyetler sonsuzdur, saymakla
bitmez. Yasalar hakları saymaz, yasalar vazifeleri sayar, kimin ne yapacağını söyler, hak sahipleri vazifelileri
öğrenir. Çocuğun süt emme hakkı vardır değil de; annenin süt emzirme görevi vardır. Görev, yetki,
sorumluluk ve bunlardan doğan haklar. Ana süt emzirir, görevlidir. Baba nafaka temin eder, görevlidir.
8. Faiz yerine karzı hasen sistemi kurulmalıdır. Adil Düzene göre; yaşayan herkesin faizsiz ve
icrasız sipariş kredisi alma hakkı vardır. Her çalışanın çalışma kredisini alma hakkı vardır. İşveren nezdinde
çalışır, ücretini alır, işveren borçlanır. İşsiz ve aşsız insan yoktur. Çalışmayana yeryüzünün kira payından
yaşayacak kadar hakkı verilir.
9. Gelir vergisi yerine sermaye ve hâsıla vergisi konulmalıdır. Adil Düzene göre; orta sermayenin
üstünde olanlardan yüzde 2.5’luk sermaye vergisi alınır. Böylece sermayenin büyüyüp tekelleşmesi önlenir.
Düşük sermayelilere dağıtılır. Böylece fakir-zengin sınıfı kalkar ama serbest rekabet için fakirlik ve zenginlik
devam eder. Sanayide hasılanın beşte biri, tarımın onda biri yeryüzünün kira payı olmak üzere kamu payı
olarak alınır. Bu pay aynî olarak alınır. Para üretmeyen halktan para talep edilmez.
10. Fuhuş değil iffet esastır. Adil Düzene göre; aile müessesesi evliliğe dayanır, evlilik de serbest
cinsi ilişkinin yasaklığına dayanır. Kadın emanet olan rahmini ancak mahremi olmayan bir erkekle, sadece bir
erkekle paylaşabilir. İddeti içinde birden fazla erkekle ilişki kuran fahişedir. Fuhuş şiddetle yasaklanmıştır.
Gelin şimdi bu varsayımlarla insanlığın ve Türkiye’nin sorunlarının nasıl çözüleceğini tartışalım...
Sizinkini tartışmamıza bile gerek yoktur, çünkü görünen köye kılavuz istemez, sorunlarımızı çözemediği
bütün açıklığı ile ortadadır.
Türkiye’nin Temel Sorunları Nelerdir?
Kısaca hatırlayalım:
1. İstihdam eksikliği ve işsizlik, 2. Ülkeyi yıkılışa doğru götüren dış borçlar, 3. Çökmüş bulunan
yargı sistemi ve onlarca yıl süren davalar, 4. Dışa bağımlı ve de millî olmayan; dolayısıyla ülke
meselelerinin çözümleri bir yana, kendilerini bile dile getirmeyen bir medya. Ayrıca; 5. PKK yani terör
sorunu, 6. Köylerin boşalıp halkın kentlere göç etmesi ve tarımın çökmesi, 7. Artık adeta
kangrenleşmeye dönüşen ve özellikle bazı kesimlerin en büyük istismar aracı lâiklik sorunu ve; 8. Bir
taraftan en büyük övünç vesilemiz olan genç nüfusumuz ama diğer taraftan bu gençlerin eğitim ve
istihdam sorunu…
AKP ne yapıyor veya ne yapmak istiyor?
Anayasa kaçıncı derecede değişecek; AKP önce onu beyan etsin, işe ona göre koyulsun. Biz
yeni bir anayasanın hazırlanması gerektiğini 1950’lerden beri savunuyor ve her vesileyle bunu
hatırlatıyoruz. Alternatif olabilecek bir anayasa üzerinde kırk yıllık bir birikime dayanan geniş
çalışmalarımız vardır. Elbette başkalarının da bu tür çalışmaları vardır. Bütün bu çalışmalar sakin bir
ilmî ortamda ele alınıp değerlendirilmelidir. AKP’nin böyle acil anayasa hazırlığına girmesinin meşru
izahı bir yoktur.
Neler olabilir veya neler oluyor?
– AKP başörtüsü sorununu başka türlü çözemiyor; diğerlerinin arasına sıkıştırıp başörtüsü
sorununu ve YÖK sorununu çözmüş görünmeye çalışıyor.
– Batılılar diğer onlarca kanunları alelacele çıkarttıkları gibi; şimdi de anayasa dayatması
yapıyorlar ve bu arada yapılanlar başta ordu gibi bazı kurumları hırpalama aracı oluyor.
– Önümüzdeki günlerde Anayasa referandumu var; onu geri alabilmek için bu anayasa
değişikliğini araç olarak kullanıyor.
– Milli ve ilmi ciddî “Anayasa Çalışmaları” bazı AKP’lileri etkileyebiliyor; bunların gündeme
gelmesini önlemek ve arka plana itmek için bu tür oyalama hareketleri ve operasyonları yürütülüyor.
Bizim önerimiz şudur:
267
AKP’nin dışındaki partiler birleşip İLİM ADAMLARINDAN müteşekkil bir ANAYASA HEYETİ
oluşturmalı ve çok ciddi bir Anayasa teklifi hazırlamalıdır. AKP’nin “Oyalama Anayasası”na karşılık,
muhalefetin, hiç kimsenin kolay kolay itiraz edemeyeceği ve ülkemizin temel sorunlarını kökünden halleden
“Çözüm Anayasası”nı ortaya koyması kaçınılmazdır. Referanduma böyle bir hazırlıkla karşı çıkılmalı ve
alternatif sunulmalıdır.
ANAYASA İLİM HEYETİ yirmi kişiden oluşmalı; bu heyete solcu sosyalist partiler, sağcı liberalist
partiler ve Milli Görüşçüler ortak üye sayısıyla katılmalıdır. Bu kurul üyeleri heyet hâlinde kendileri anayasa
hazırlamayacak, tüm vatandaşların katkısı ile bir anayasanın hazırlanması imkânını ortaya koyacaklardır. Biz
de önerimizi dinleyecek bir merci aramaktayız; çünkü biz bu sorunları çözen bir “ANAYASA”yı hazırlığımız
vardır.
Yargıtay Onursal Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk, mahkemelerin kararlarında “Türk Milleti adına”
ifadesinin kullanılmasının yanlış olduğu söylüyor!
Bu, “büyük bir yalan”dır diyor
Yargıtay Onursal Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk, yargıçları halkın seçmediğini, yargıda halkın katılımı
olmadığını belirterek, mahkemenin kararlarında 'Türk Milleti adına' ifadesini kullanımının yanlış olduğunu
söyledi. Selçuk, "Yargı yetkisi bağımsız mahkemelerce kullanılır' dense doğru. 'Türk milleti adına' deyince
işler karışır. Bu bir yalan, büyük bir yalan." dedi. Adapazarı Belediyesi'nin Sakarya Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Konferans Salonu'nda düzenlediği "Türkiye'de Demokrasi" konulu konferansta konuşan Yargıtay
Onursal Başkanı Sami Selçuk, dinleyicilerden gelen soruları da cevaplandırdı. Bir soru üzerine,
mahkemelerde, yargıçların karar verirken kullandıkları 'Türk milleti adına' sözünü sert bir şekilde eleştiren
Selçuk, mahkemelerin millet adına karar vermediğini ifade etti. Avrupa ülkelerindeki yargı sisteminde olduğu
gibi Türkiye'de jüri olmadığını dile getiren Selçuk şöyle konuştu: "Sokaktaki insana devlet yalan söylüyor.
Mahkemelerin kararında 'Türk milleti adına' diyorsanız yargıya halkın katılma hakkını tanımak zorundasınız.
Şimdi 'Türk milleti adına' sözü mecburi ediliyor. Bütün arkadaşlarımız bunu yazıyor. Çünkü çok çalımlı bir laf.
Yargıçları Adalet Bakanlığı'nın belli aşamalardan geçirerek tayin ediyor. Halk seçmemiştir ki, yargıçlar Türk
milleti adına karar versin. Ben 40 yıl bu mesleği böyle kullandım. Çıkan yasaya baktım, doğru uygulamaya
çalıştım. Türk milleti ne der diye düşünmedik. Doğrusu benim böyle bir temsil yetkim de yok. Sokaktaki
vatandaşa devletin doğru söylemesi gerekir. Alıyorlar kanunları Fransa'dan, İtalya'dan, Almanya'dan o
maddeyi kopya ediyorlar. 'Türk milleti adına' deyip millete dayatıyorlar. Ama bu nedir diyen yok. Bu bir yalan,
büyük bir yalan"
Odak olmanın ne olduğunu hukukçular bile bilmiyor
'Odak olmanın' saçma bir kavram olduğunun altını çizen Selçuk, bu kavramın yasak getirdiğini, ama
köşeli olmadığını ifade etti. 'Odak olmanın' kararlılık veya yoğunluk olarak tanımlandığını hatırlatan Selçuk,
konuşmasını şöyle sürdürdü: " 'Yoğunluğun' ne olduğu belli mi, belli değil. Nerede başlar, nerede biter
bilinmiyor. Fakat bu kavramlar aslında bir hilei-şerriyedir. Kendisinin tarife ihtiyacı vardır. Kararlılığın
yoğunluğu ile siz odağı tanımlayacaksınız, 'odak ne' belli değil. Bende bilmiyorum, uygulayanlar da bilmiyor.
46. Kuruluş Yıldönümü törenlerinde konuşan Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç:
Hepimiz aynı gemideyiz
“Kaptanından yolcularına kadar hepimiz aynı gemideyiz. Bu geminin sağlam, güvenilir ve huzurlu bir
şekilde yol alması, hepimizin en büyük amacı olmalıdır. Gün, ayrılıkları öne çıkarma toplumsal ve siyasal
kutuplaşmaları körükleme günü değildir” dedi.
Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, yargının belirli bir dereceye kadar değil mutlak anlamda
objektif olması gerektiğini vurgulayarak, “Tarafsızlığın olmadığı yerde adalet de olmayacaktır” dedi. Kılıç,
demokrasi ve laiklik arasındaki tercihi bilimsel olarak yanlış, siyasi olarak tehlikeli bulduğunu belirterek,
hukuk dışı yollardan vatanı kurtarma çabalarının ülkenin batışını hızlandırmaktan başka bir şeye
yaramayacağını ifade etti.
Tek bir Türkiye var
268
“Anayasal sorunlarımızı çatışmayla değil, hukuk kuralları çerçevesinde karşılıklı diyalog ve uzlaşma
yoluyla çözmek zorundayız. Siyasi kutuplaşmaların bu ülkeye ağır bedeller ödettiği hepimizin malumudur.
Demokrasi ve hukukun üstünlüğü temelinde çözülemeyecek sorun yoktur. Demokrasi kurumlar ve kurallar
rejimidir. Kurumlar kurallara uyarak görevlerini yaptığında kriz olarak görünen sıkıntılardan da demokratik
hukuk devleti güçlenerek çıkar. Unutmayalım ki tek bir Türkiye var. Kaptanından güvertedeki yolcularına
kadar hepimiz aynı geminin içerisindeyiz. Geminin sağlam, güvenilir, huzurlu bir şekilde yol alması hepimizin
en büyük amacı olmalıdır. Gün, ayrılıkları öne çıkarma toplumsal ve siyasal kutuplaşmaları körükleme günü
değildir. Gün, farklılıklarımızı zenginlik olarak kabul ederek bir arada refah ve özgürlük içerisinde yaşama
günüdür.”207
Yargı, mutlak anlamda tarafsız olmak durumundadır
Hukukun üstünlüğünün yargıcın üstünlüğü anlamına gelmeyeceğine dikkat çeken Kılıç, yargının belli
bir dereceye kadar değil mutlak anlamda tarafsız olması gerektiğini vurguladı. Başkan Kılıç, tarafsızlığın
olmadığı yerde adaletinde bulunmayacağının altını çizerek yargıçların kendisine anayasa ve yasalarla
verilmiş görevler dışında misyon üstlenemeyeceğini söyledi. Sözü düşünce ve ifade özgürlüğüne getiren
Haşim Kılıç, “Bireyin yerine geçerek onun ne düşünmesi ya da nasıl düşünmesi ya da nasıl hissetmesi
gerektiğine karar vermek ancak dayatma kavramıyla tanımlanabilir. Oysa demokrasiler tartışma ve
aykırılıkların olmayışı üzerine değil tersine onların varlığı ve etkinliği üzerine kuruludur” şeklinde konuştu.
AKP’li Erdem: Beceremedik
AKP Kırıkkale Milletvekili Vahit Erdem, gazetelerde yer alan açıklamalarının bir özeleştiri olduğunu
belirterek, “Bunlar iyi niyetle yapılmış bir sohbettir. Bunun abartılmaması gerektiğini düşünüyorum” dedi.
Erdem, seçimlerden yüzde 47 oy almalarına rağmen yüzde 53’lük kesimin endişelerini gideremediklerini
belirtti. AKP’nin güçlü olmasını istediğini ifade eden Erdem, açıklamalarında herkesi akl-ı selime davet
ettiğini söyledi. Üniversite öğrencilerine başörtüsü yasağını kaldıran Anayasa değişikliğini eleştiren Erdem,
“Türban konusu Türkiye’nin bir sorunu ama öncelikli olmadığını ifade ettim. Sözümün arkasındayım. Bunun
çözümünün hep beraber mutabakatla, kendiliğinden olması gerektiğini düşünüyorum. Ünivresitelere herkes
kıyafeti ne olursa olsun girebilmeli. Benim görüşüm bu” dedi. 208
AKP anayasası, yeni bir Sevr Antlaşmasıdır
“AB standartları” diye yıllardır yırtınmadınız mı, işte AKP hepsini getiriyor. Bu durumda ya Atatürk’ün
milli mevzisine girecek ve Onun gibi yapacağız veya emperyalizmin tayin ettiği ılımlı İslam halifesi olarak
Fetullah Hoca’yı Atatürk Havalimanı’nda karşılamaya hazır olacağız.
Türkiye,1930, 1945, 1950, 1971, 1980, 1990, 2003 konaklarından geçerek, şimdi 2008’lere geldi.
Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül, 1939’un varacağı son noktadır. Çünkü İsmet İnönü’yle rota Atatürk
Devrimi’nden Atlantik yönüne kırıldı. Atlantik süreci de, ancak ABD güdümlü mafya mason ve tarikat rejimini
getirirdi ve getirdi.
Bu yakın tarih özetini papağan gibi tekrar edenler, o sürece yine sürecin içinden cevap oluşturmak
peşinde milleti oyalamaktadır.
Hayatın anlatmaya çalıştığı şudur: Gelinen tehlikeli bir sonuca, o sürecin herhangi bir mevzisinden
karşı koyamazsınız. Bir tek Atatürk gibi milli, ilmi ve insani bir cepheden karşı koyabilirsiniz. Başka deyişle,
2008 Turuncu Karşıdevrimi’ne, 12 Eylül, 12 Mart, 1950 ve 1945 ve 1939 mevzilerinde üretilebilecek bir
çözüm kalmamıştır.
1938’de Türkiye’nin ufku açıktı; 2008’de karanlıktır.
Birçok Atatürkçümüz, Türk Ordusu’nun bazı komutanları bile maalesef; 1920 veya 1923 veya 1935
mevzisinde konuşlanmıyorlar. “Avrupa Birliği’ne girmekten yana” olduklarını sık sık ilan ediyorlar. Bu tutumla
Türk Devleti’nin yıkımına ve Türk milletinin bölünmesine karşı başarılı bir direnme gerçekleştirilemez ve
çözüm bulunamaz. Çünkü AB projesi, Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkma projesidir ve bu misyonu en iyi
207
208
Cihan
Cihan
269
uygulayan da, bugün Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül ikilisidir.
Kurulan ABD güdümlü mafya mason ve tarikat rejimine, hâlâ o rejimi yaratan sürecin içinden cevap
verme çabası içinde olanlar, yeniden ve tekraren o rejimi üreteceklerdir. Tayyip Erdoğan’ın yerine yeni bir
Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül’ün yerine de yeni bir Abdullah Gül gelecektir. Zihinsel kopyalamayla yeni
İnönü’ler, Demireller meydana getirilecektir.
Beraber yürüdüğünüz yolun sonu hüsrandır
Şu Turuncu Anayasa olayı çok öğreticidir. Bu anayasa, 1930, 1945, 1950, 1971, 1980, 1990, 2003 ve
2007 konaklarından geçerek, Atatürk Devrimi’ni ve milli iradeyi yıka yıka inşa edilmiştir. Arada TÜSİAD
Anayasası var, Tarhan Erdem’lerin yaptığı anayasa var, Barolar Birliği Anayasası var, CHP’nin bulaştığı
anayasa girişimleri var, hepsi birbirinin kopyası gibidir.
Alın işte, yaptığınız liberal anayasaları AKP özetleyip önünüze koyacak. Daha ne istiyorsunuz, Haçlı
tarikatlara özgürlük, ılımlı cemaatlere özgürlük, din istismarcılarına özgürlük, etnik bölücülüğe özgürlük,
hortumculuğa özgürlük, kamu mallarının yağmalanmasına özgürlük, yıkıcılığa özgürlük, milletlerüstü
kuruluşlara özgürlük, hepsine alabildiğine özgürlük var. AB standartları diye yıllardır yırtınmadınız mı, işte
AKP hepsini getiriyor.
Hepiniz Papa’nın elini öpen Fethullah Hoca’dan ödüller almak için sıraya girmediniz mi, Hocaefendi ile
beraber yürümediniz mi bu yollarda, işte yürüdüğünüz yolun sonu burasıdır.
Milli bir ideoloji, yani iddiası ve davası bulunmayanlar, başkalarının kölesi ve kuklası olmaktan
kurtulamayacaktır
Atatürk Cumhuriyeti, kendi çözümünü üretmiş Anayasa’na yazmıştır.
Bu çözümden ideolojiktir diye vazgeçtiniz mi, kendinizi Neoliberalizmin batağında bulursunuz, hem de
devletsiz, milletsiz, vatansız kalarak. Atatürk’ten sonraki dönem devrimlerin yozlaştırılması, kamu düşmanlığı
ve bağımsızlığın rafta kalması ile sonuçlandı. Böylece devleti emperyalist devletlere, milleti etnik bölünme ve
cemaatlere, kamuyu özel menfaatlere feda etmenin felaketleri yaşandı.
Artık, “Yapamazsınız!” diye haykırmak zamanıdır!
Bugün Türkiye’de yaşanan anayasa savaşı, aslında milli güçlerle kirli çetelerin arasındaki
hesaplaşmadır. Bu savaşın tarafları, kendi mevzilerini iyi tanımlamak durumundadır.
AKP’nin getirdiği anayasaya karşı birinci mücadele mevzisi taktik ve domokratik düzlemde
olmalıdır.
Milli devletimizi yıkıp egemenliğimizi AB’ye devredemezsiniz!
Ülkeyi ve Milleti bölemezsiniz!
Kamu çıkarını özel çıkarınıza feda edemezsiniz! diye uyarmalı ve duyarlı davranmalıdır.
Ancak hiçbir dava, sadece “sızlanma”larla başarıya ulaşmamıştır. Çünkü batıl ve bozuk bir
sistemi, sadece o sistemin izin verdiği yöntemlerle değiştirip düzeltmek, imkânsızdır. Ama meşru
ölçüler içinde kalarak milli çıkarları savunmak ta şarttır ve kaçınılmazdır. Korkaklar, nemelazımcılar
ve ucuz kahramanlar, özgür ve şerefli bir hayatı hak etmekten uzaktır.
O nedenle yapıcı olmak, Türkiye’nin önüne kendi çözümümüzü koymak lazımdır.
O çözüm, Türkiye’yi devleti ve milletiyle, ilmi ve insani değerler temelinde yeniden
yapılandırmaktır.
Eski Devlet Bakanı Sadi Somuncuoğlu’nun şu yazısı dikkatle okunmalı:
“Vakıflar, “Bir Kurşun Atmadan” İşgal…”!?
Ekümen/egemen Patrikhane'siyle, okullarıyla, şirketleriyle, arazileriyle, vakıflarıyla, kiliseleriyle,
şirketleriyle, sermayeleriyle, yurt dışı bağlantılarıyla, örümcek ağı gibi ülkeyi kuşatan örgütleriyle hoş geldiniz
kurumsal misyonerler, hoş geldiniz Soroslar...!
Soru: Bu kanun ile bugünkü vakıf sistemimize neler getiriliyor? Bu kanunun amacı nedir?
Cevap: Bu kanunla:
1-Lozan'da statüleri senetleriyle sınırlı olarak dondurulan azınlık cemaat vakıflarının önü açılıyor.
270
Sadece açılmakla da, kalınmıyor, Medeni Kanuna göre kurulan vakıfların sahip olmadığı imtiyazlarla
donatılıyor. Lozan ihlal ediliyor.
2-Cemaat vakıfları, TC dönemindeki yeni vakıflarla eşitleniyor. Hatta Medeni Kanun'daki sınırlamalara
tabi tutulmadığından imtiyazlı hale getiriliyor. Ayrıca, eşit vatandaş esasına göre kurulan Türkiye Cumhuriyeti
Devlet yapısı ile çatışan cemaat (dini küme) vakıflarının sürekliliği ve yaygınlaşması sağlanıyor.
3-Vakıflar; sınırsız şekilde mal edinebilirler, malları üzerinde her türlü tasarrufta bulunabiliyor. Mazbut
vakıflar akar mallar ile haklarını daha yararlı olanları ile değiştirilebiliyor, paraya çevirebiliyor veya
değerlendirebiliyor. Mülhak, cemaat ve yeni vakıflara kuruluşta verilen mal ve haklar ile sonradan iktisap
ettikleri mal ve hakları daha yararlı olanları ile değiştirilebiliyor veya paraya çevirebiliyor.
4-Vakıflar; amaç veya faaliyetleri doğrultusunda, uluslararası faaliyet ve işbirliğinde bulunabiliyor, yurt
dışında şube ve temsilcilik açabiliyor, üst kuruluşlar kurabiliyor ve yurt dışında kurulmuş kuruluşlara üye
olabiliyor. Vakıflar; yurt içi ve yurt dışındaki kişi, kurum ve kuruluşlardan ayni ve nakdi bağış ve yardım
alabildiği gibi, yurt içi ve yurt dışındaki benzer amaçlı vakıf ve derneklere ayni ve nakdi bağış ve yardımda
bulunabiliyor. Sınırsız şekilde işletme ve şirket kurabiliyor.
Bu madde ve 2. maddede belirtilen imtiyazlı ve çelişkili düzenleme, Medeni Kanunun 101/son fıkra:
"Cumhuriyetin Anayasa ile belirlenen niteliklerine ve Anayasanın temel ilkelerine, hukuka, ahlâka, millî birliğe
ve millî menfaatlere aykırı veya belli bir ırk ya da cemaat mensuplarını desteklemek amacıyla vakıf
kurulamaz." hükmüne tamamen aykırılık teşkil ediyor.
5- Cemaat vakıflarına, asırlar öncesine kadar giderek, Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü veya kişilere
intikal etmiş ne kadar kilise ve taşınmaz varsa iade edilecektir. Gerçi, geçen sene TBMM'de muhalefetin
ısrarı üzerine bîr tarih sınırlaması yapılmak istenmiş ve l936 Beyannamesinde talep edilip de reddedilen
taşınmazlar ile sonradan edinilenler hükmü konulmuştu. Ancak bu sınırlama, 1936 öncesi ve sonrası ayrımı
yaptığından eşitlik ilkesine aykırılık gerekçesiyle, AİHM tarafından kolayca iptal edilecektir. Zaten 1936
Beyannamesi ve 1974 Yargıtay kararıyla, cemaat vakıflarına verilemez denilen taşınmazlar iade edilmekle,
1936 ve 1974'ü kendimiz yok ediyoruz. Böylece AİHM'e sağlam bir delil vermiş oluyoruz. Ayrıca hükümetten
gelen tasarıda malların iadesi için bir tarih sınırı da yoktu. Bunun için mesela Ayasofya da iade kapsamında
görülmelidir. Ayasofya, Fatih Sultan Mehmet Han'ın mülküdür, vasiyetidir şeklindeki itirazlara güvenilemez.
Çünkü, elde sağlam bir bilgi olmamakla beraber, Ayasofya'nın Patrikhane'ye ait olması veya buna benzer bir
bağlantı, iadesi için yeterli oluyor.
Öte yandan AİHM'in bizimle ilgili kararlarının haçlı ruhuyla verildiği, buna dair kesin örneklerin olduğu,
bu tür davalara siyasi açıdan bakıldığı hiç unutulmamalıdır.
6-Cemaat vakıflarının, belli şartlarda birbirine mal tahsis ve devir edebilmeleri ve mazbut vakıf
statüsüne getirilip Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne devri de önlenerek, zaman içinde tekelleşip güçlenmek
suretiyle ilelebet yaşamalarının yolu açılıyor. Özellikle vakfedenin soyundan gelenlerce yönetilmesi şart olan
mülhak vakıfların, hayrat mallarını, benzeri cemaat vakıflarına tahsis etmelerine de imkan veriliyor.
7-Daha önce mazbut vakıflar arasına alınan vakıfların, Cemaat vakıflarına iadesinin, dolaylı da olsa
yolu açılıyor. Vakıfların hayrat taşınmazları haczedilemez, rehin edilemez, kâmulaştırılamaz, bu
taşınmazlarda mülkiyet ve irtifak hakkı için kazandırıcı zamanaşımı işlemez (md.15) denilerek yeni bir imtiyaz
daha getiriliyor.
8-Ayrıca vakıfların denetimi, iç denetim ve bağımsız kurumlarca denetim yoluyla yapılacak deniliyor.
Vakıflar Genel Müdürlüğü ise sadece amaç yönünden denetleyebilecek. Aslında göstermelik olan bu
denetim de yapılamaz. Çünkü şu anda yasalar imkan verdiği halde, Patrikhane'nin denetimi yapılamıyor.
Açıkçası, dış baskılar sebebiyle iktidarın gücü yetmiyor.
9-Yabancıların aynı niteliklere haiz vakıf kurmalarına ve tüzel kişilikler halinde içeride-dışarıda,
diledikleri gibi örgütlenip, sınırsız toprak almalarına, işletme ve şirket kurmalarına izin veriliyor. Şu anda da
Medeni Kanun'a göre, yabancılar vakıf kurabiliyor. Ancak ciddi sınırlamalar var. Halbuki, yeni yasa ile sınırsız
haklar veriliyor. Mesela; üye kaydetme, temsilcilik ve şubeler açma, yurt içinde ve dışında teşkilatlanma,
271
içerden-dışarıdan sınırsız para alma ve dağıtma, sınırsız toprak alma, denetlenememe gibi.
10-Bu arada hemen belirtelim, cemaat ve yabancı vakıflar denilince, akla daha ziyade kiliseler gelmeli.
Osmanlı'yı yıkan unsurların başında kurumsal misyonerliğin olduğu hatırlanmalıdır. Vatandaş olmayan
papazların ve Hıristiyan cemaatin, Anadolu'nun her yerindeki kiliselerde ayin yapmalarıyla, zaman içinde
şehirlerimizde pıtrak dikeni gibi sitelerin bitmesine imkan tanınıyor.
11-Yabancıların vakıf kurması ve vakıf yönetiminde görev alması, Patrikhane ve Heybeliada Ruhban
Okulu yöneticilerinin de yabancı olmasına imkan veriyor. Bilindiği gibi Lozan'a, göre Patrikhane bir Türk
kurumudur, yabancılar yönetici olamaz. Patrikhane'nin Türkiye'de kalması ise, sadece İstanbul'daki Ortodoks
Hıristiyanların vaftiz, cenaze töreni gibi dini hizmetlerini yapmak, diğer yerlerdeki patrikhane ve kiliselerle
yönetim ilişkisi kurmamak şartına bağlanmıştı. Buna rağmen şu anda Patrikhane, fiilen ekümendir. Ayrıca 12
üyeli "Kutsal Meclis"in 6'sı yabancı papazdır. Yurt içinde ve dışındaki Patrikhanelerle yönetim ilişkisi
içindedir. Yönetim ise devlet demektir. Zaten Patrik yabancı devletlerle resmi yazışmalarında, "Yeni Roma,
Kostantinopolis ve Ekümenik Patrikhanenin Baş Patriği" unvanını kullanıyor.
Hükümet bütün bunları biliyor, ama görmek istemiyor. Bu zihniyetin, imtiyazlı-egemen vakıflar ülkeyi
bir kaosa sürüklediğinde, hiçbir şey yapamayacağı şimdiden görülüyor.
12-Cemaat vakıflarının sınırsız mal edinme, eski taşınmazları sahiplenme ve zaman içinde varlıklarını
Patrikhane vakfına devretmeleriyle, ortaya çıkacak tablonun tasavvuru bile mümkün değildir. Şu anda
Vatikan toprağından daha büyük arazide oturan Patrikhane, bundan sonraki uygulamalarla neredeyse
İstanbul'un imparatoru konumuna gelebiliyor.
13-Vakıflar; üye kaydetmesi, içerde dışarıda, ayni ve nakdi yardım alıp vermesi, şube ve temsilcilik
açarak yaygın şekilde örgütlenmesi ile, hayır kurumu olmaktan çıkarılıyor, çok güçlü imtiyazlı ticari işletme ve
siyasi dernek durumuna getiriliyor. Bu hali ile aynı zamanda, hayır ve hizmet amaçlı Selçuklu ve Osmanlıdan
gelen köklü vakıf anlayışı ve kültürü yok ediliyor.
Soru: Eski vakıflar ya da eski dini müesseseler vakıf gibi telakki ediliyor. Hangi tarihten itibaren
kurulmuş vakıflar için geçerli olacak bu kanun?
Cevap: Belli bir tarih sınırlaması yok. Lozan'daki cemaat vakıfları, hatta Osmanlı dönemindekiler ve
yeni kurulanlar bu statüde işlem görebilecektir.
Soru: Şube açmak için herhangi bir izne tabi olmayacaklar. Acaba Yahudilerin Filistin'de arsa
almaları gibi bir durum söz konusu olabilir mi? İleride aldıkları bu arazilerde devlet kurma hakkına
sahip olurlar mı?
Cevap: Evet şube veya temsilcilik açmaları için bildirim yeterli oluyor. Ancak, bu konuda Yahudilere
gitmeye gerek yok. Patrikhanenin gasp yoluyla elde ettiği fiili ekümenliğin yanında bir de tüzel kişiliği, ABABD ikilisinin dayattığı gibi, resmen kabul edilirse, İstanbul'da Vatikan'a benzer bir egemen güç/devlet
kurulmuş olacaktır. Yıllardır İstanbul Balat'ta AB fonlarıyla sessizce restore edilen binaların yoğun şekilde el
değiştirdiği, sosyal mekanlarıyla birlikte eski Bizans'ın ihyasına çalışıldığı, bunların neyin hazırlığı olduğu iyi
düşünülmelidir.
Ayrıca, emsali görülmeyen toprak satışları, mahalli idarelerin özerkleşmesi yolunda çıkarılan kanunlar,
İstinaf Mahkemeleri, Bölgesel Meclisleri, misyoner okullarının açılmasına imkan veren Özel Öğretim
Kurumları Kanunu, Kalkınma Ajansları, Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu, yabancılara blok halinde geçen
turizm alanları,
madencilik yasası, Türkiye’nin tek millet değil, 30-40 parça etnik guruptan meydana
geldiğine dair inatçı siyaset ve sözde "Sivil" anayasa gibi hususlar, bu kanunla birlikte ele alınarak
değerlendirilmelidir. Böylece ortaya çıkacak manzaranın boyutları daha gerçekçi bir şekilde görülebilecektir.
Soru: Aralarında mezarlık, işyeri, apartman ve askerlik şubesinin de bulunduğu 1500’den fazla
arazi ve mülk üzerinde hak iddia ediliyor. Bu konudaki görüşleriniz nelerdir?
Cevap: Bu konuda araştırma yapan uzmanların ifadesine göre azınlıklara ait 11.500 adet taşınmaz
tespit edilmiştir. Bunların bir kısmı Hazine, bir kısmı Vakıflar Genel Müdürlüğü, bir kısmı da kişiler adına
kayıtlıdır. Bahsettiğiniz gibi üzerinde tesisler, yapılar ve çeşitli kullanımlar olabilir. Bunlardan cemaat
272
vakıflarına veya dini müesseselere ait olduğu belirlenenlerin iadesi zorunludur. Şahıslara intikal edenler,
mülk olarak verilemezse, bedelleri ödenecektir. Kanun yürürlüğe girdikten sonra, AİHM'de yağmur gibi dava
açılacağı, Türkiye'nin ağır tazminatlara mahkum olacağı şimdiden bellidir.
Soru: Peki ne yapılmalı? Bu kanun çıkmadan da AİHM azınlık vakıflarının davalarına bakıyor ve
Türkiye'yi mahkum ediyordu. Bunun önüne geçilemez mi?
Cevap: Türkiye bireysel başvuru hakkını 28 Ocak 1987'den itibaren kabul ettiğinden, AİHM'nin bu
tarihten önceki olaylar ve bunlara dayalı kararları inceleme yetkisi bulunmamaktadır. Bunun için daha önce
yapılan müracaatları AİHM, 1936 ve 1974 yıllarında meydana gelen kararlar yetki dönemimin dışında deyip
reddetmişti. Buna rağmen bu hükümet döneminde, herhalde batı ile kuzu sarması gibi olunduğundan, önce
reddettiği bu davalar tekrar önüne getirildi, "etkisi devam eden meseleler" gerekçesiyle bir içtihat oluşturup
bunlara baktı ve bu defa aynı konuda Türkiye'yi mahkum etti. Demek ki AİHM, hükümetlerin durumuna göre
karar veriyor. Kıbrıs'ta Loizidou ve Arestis davalarında da olduğu gibi.
Bu gerçeği görmeden, efendim AİHM nasıl olsa bu davalara bakıyor ve aleyhimize karar veriyor, biz
bu konuda bir vakıflar kanunu çıkaralım fetvası maksatlı değilse, tamamen gerçek dışıdır. Zira, AB-ABDYunanistan üçlüsü istediği için çıkarıyoruz deseler, daha dürüstçe olurdu. İktidarın teslimiyet politikası fırsat
bilinerek, iki davada aleyhimize karar verilmiş olması, emsal yapılamaz. Çünkü ülkeyi mahvedecek böyle bir
düzenlemeyi kendi elimizle yapmanın, ahlaki, insani ve milli gerekçesi gösterilemez.
Bu haçlı oyununa karşı koymanın yolu, hükümetlerin kararlı davranması, milli hak ve çıkarlarımızı
koruyacak hassasiyetle hareket etmesi gerekmektedir. Açılan davalarda, göstermelik değil, gerçek savunma
yapılarak, böylesi kepazeliklere fırsat verilmemelidir. Esasen, 80 yıl boyunca aleyhimize dava açılamamışsa,
açıldığında da haklılığımıza karar verilmişse, bu durum her şeyi anlatmaya yetmez mi?
Evet, böyle bir kanunu çıkarmakla, AİHM eliyle yapılacak tahribatın 100 mislini kendi elimizle yapmış
olacağız. Öncelikle bu iyice bilinmeli.
Acilen yapılması gereken ise, ikinci bir karara kadar, AİHM'in ferdi müracaatlara bakma yetkisinin geri
alınmasıdır. Aksi takdirde, bu kanunla Türkiye'nin topsuz-tüfeksiz işgal edileceğinden kimsenin şüphesi
olmasın.
Soru: Bu tür haklar verildikten sonra devlet gerekil gördüğünde bu hakları geri alabilir mi?
Cevap: İsteyen her hükümet bu kanunu değiştirip, ülke gerçeklerine ve haklarına uygun hale
getirebilir. Tabii iç ve dış baskılara göğüs germek şartıyla. Verilen mallar, kanunlar geçmişe şamil olmadığı
için, ancak istimlâk gibi yollarla bedeli ödenerek alınabilir. Yani kendimize ait malların bedellerini cemaatlere
ödeyerek.
Bu kanun yürürlükten kaldırılıncaya veya değiştirilinceye kadar köprünün altından çok suyun akacağı
muhakkaktır. Pek çok gayrimenkul cemaat vakıflarına verilmiş olacaktır. Bunların sayısı veya mali değeri
hakkında şimdiden bir tahminde bulunmak mümkün değildir. Bu arada da çeşitli ihtilaflar doğacağından,
AİHM'de yağmur gibi dava açılacağı ve böylece bir keşmekeşe sürükleneceğimiz, bu işin içinden nasıl
çıkılacağının ise, başlı başına bir mesele olacağı düşünülmelidir.
Yine, AİHM kararlarının Mayıs 2004'ten itibaren Anayasamızın üstünde geçerli sayıldığını hatırlamalı
ve bu tuzaktan kurtulmanın kolay olmayacağı dikkate alınmalıdır.
Soru: Bu yasa nerede ve kimler tarafından hazırlanmıştır?
Cevap: Yasa taslağı üzerindeki çalışmalar bir hayli eski.
Eldeki bilgilere göre ilk çalışma Sayın
Abdullah Gül'ün Dışişleri Bakanı olduğu 2003 yılında, Prof. Dr. Hüseyin HATEMİ' ye hazırlattırılmıştır. Daha
sonra Brüksel'de uzmanlar tarafından son şekli verilmiş, TESEV'de rötuşları yapılmıştır. Bilindiği gibi
Hatemi'ler ailece Patrikhane'nin avukatı olduğundan, televizyonlarda hep Patrikhaneyi ve ekümenliğini
alenen savunuyorlar. Onun için bu kanun, AB-ABD-Yunanistan-Patrikhane ve azınlık cemaat vakıflarının
ihtiyacına göre hazırlanmıştır demek yanlış sayılmamalıdır.
Soru: Başbakan Erdoğan bu kanunun Türkiye için çok yararlı olacağını belirtiyor. Bu yararlar
neler olabilir? AB böyle bir kanunun çıkarılması için çok ısrarlı oldu. Peki AB müktesebatında ortak
273
vakıf hukuku var mı?
Cevap: Bu kanun, AB 4-5 yıldır dayattığı, ABD ve Yunanistan ısrarla istediği, iktidar da söz verdiği için
çıkarılıyor. Bu isteği 5 Kasım görüşmesinde Bush, Türkiye ziyaretinde Karamanlis Erdoğan'a tekrar hatırlattı.
Bu kesin bir gerçek. Zaten öyle olmasa tamamen aleyhimize olan, Lozan'ı tanımayan böyle bir düzenlemeyi
kendimiz niçin yapalım?
AB'de ortak vakıf hukuku yok. Her üye ülkeninki farklı. Onun için AB bu kanunun, en gelişmiş üye ülke
vakıf hukukuna göre yapılmasını istiyor. Şu kritere bakınız, ne kadar gülünç, aşağılayıcı ve keyfi.
AB'de, gelişmiş ve bizim vakıf hukukumuza benzer olanı Yunanistan'da var. Oradaki uygulama şöyle.
Başlangıçta toprak mülkiyetinin %83' Müslüman Türk vakıflarına ait iken, şimdi bu oran %20'ye inmiş.
Vakıfların yönetimi ise, Yunanistan'ın tayin ettiği mütevellilerce yapılıyor. Lozan'da tanınan hakların büyük
kısmı gasp edilmiş vaziyette. Müslüman Türklerin, vakıflarını yönetmesi, Müftüsünü seçmesi, kendine Türk
demesi suç sayılıyor. Geçenlerde çıkarılan bir kanunla, azınlığın kalan hakları da yok edilmekle karşı karşıya
bulunuyor.
Biz de ise Hıristiyan azınlık vakıfları, Lozan'da verilen hakların tamamını kullanıyor. Hatta zaman
içinde bunun da ötesine geçilerek ilave haklar tanınmış. Bu da yetmemiş ki, şimdi bu kanunla,
egemenliğimizi ve bütünlüğümüzü tehdit edecek boyutlarda imtiyazlı hale getiriliyor.
Gerçekler maalesef böyle. Biz şimdi bu kanun hangi ihtiyaç ve zihniyetle hazırlanmış, bunu açıkça
görmek için iktidar ne diyor ona bakalım. Başbakan Erdoğan, parti grubunda vakıflar kanununun, "AB uyum
sürecinin gereği" olarak çıkarıldığını, ama "Türkiye'ye Çok yönlü kazançlar sağlayacağını" iddia ediyor.
Ancak bu "kazançlar" neler bunlara hiç temas etmiyor. Erdoğan geçen sene, TBMM’de AKP’nin oylarıyla
kabul edilen "mütekabiliyet" maddesine de karşı çıkarak, "Karşımdaki ne yaptı, ben de ona göre ne yapayım'
denilebilir. Ama herhangi bir vakfa ait olan bir olay nedeniyle, bizim bir mahsuplaşma veya mütekabiliyet
arama anlayışımızı doğru bulmuyorum" diyor.
Evet, bu açıklamayı gören Yunanistan veya herhangi bir ülke, nasıl düşünür? Demez mi; "Ben, çıkarım
neyi gerektirirse onu yaparım. Yanıma kar kalır. Fırsak bu fırsat Nasıl olsa Türkiye hiçbir karşılık vermez."
Yabancılar yağmaya başlayacak da, biz seyirci mi kalacağız? Ülkemizin, vakıflarımızın ve insanımızın
haklarını nasıl kuruyacağız?
En cahiller bile hatırlar ki, devletlerarası dengenin kurulmasında en hızlı işleyen, en kolay uygulanan,
en eski ve en geçerli temel ilke, "mütekabiliyet" değil mi? "Mahsuplaşma" da bunun sonucu ortaya çıkmaz
mı?
Başbakan'ın kafa yapısı bu olunca, vakıflar kanunu hakkında daha fazla ne söylenebilir? Ancak şunu
sormalıyız: ortada derinliğine bir bilgisizlik mi var, yoksa konumun karıştırılması mı?
SONUÇ: Acı ve tehlikeli gerçek, "Bir kurşun atmadan" işgal ve dönüştürme. 209
 GAVUR, 301’DEN NİYE RAHATSIZDI?
301 Değişikliği Yine Yeterli Görülmedi
Avrupa’dan küstah rapor
AP raporunda, Leyla Zana ile birlikte DTP üyesi 53 belediye başkanı hakkında dava açılması
eleştirilirken, Türk Ceza Kanunu’nun 301’inci maddesinin değiştirilmesi de yeterli görülmedi. Küstah raporda,
Ermenistan’a ambargonun kaldırılması ve bu ülkeyle sınır kapısının yeniden açılması istendi.
AP Dışişleri Komisyonu, dün iç işlerimize tam müdahaleyi içeren Türkiye raporunu kabul etti. Raporda,
AKP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasının sonuçlarından endişe duyulacağı” ifade edildi.
Avrupa’dan Türkiye’ye yönelik dayatmaların ardı arkası kesilmiyor. Avrupa Parlamentosu (AP) Dışişleri
Komisyonu, Hollandalı Hıristiyan Demokrat parlamenter Ria Oomen-Ruijten tarafından hazırlanan küstah
Türkiye raporunu kabul etti. Dün akşamki oylamadan, 53 “evet” 2 “hayır” ve 4 “çekimser” oy çıktı. Kabul
209
Jeopolitik- Mart 2008
274
edilen bir değişiklik önergesinde, “AKP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasının sonuçlarından
endişe duyulacağı” belirtildi. Ayrıca “Kürt sorununa siyasi çözüm üretilmesi”, Ruhban Okuluna resmen izin
verilmesi ve Ermenistan’la diyaloga geçilmesi önerildi.
Hatırlanırsa: 2004 yılının haziran ayında Yeni Ceza Kanunu tasarısı, TBMM
Adalet
Komisyonu’nda görüşülürken, tasarının 301. maddesi, eski kanundaki “Türklüğü” aşağılama suçunu
somutlaştırmak için “Türk milletini” aşağılama olarak yeniden tanımlamıştı. Komisyonda: acaba eski
kanundaki gibi “Türklüğü” mü demeli, yoksa tasarıdaki gibi “Türk milletini” mi demeli?
Aynı şekilde, sadece “cumhuriyet” mi, yoksa “Türkiye Cumhuriyeti devleti” mi demeli?
Tartışılırken Yargıtay adına komisyona katılan üye:
- Atatürk, kanunda ‘Türklüğü’ denilmesini istemişti; yine öyle kalsın” demişti ve benimsenmişti.
Ama şimdi Milliyetçilik mürtedi Taha Akyol:
“Bu da dogmatizmdir!” diye hoplanıyor. AB’nin ve AKP’nin davulunu çalıyor:
“Elbet 301. maddede “Türklüğü” denilmesini savunmak da mümkün. Bunun hukuki gerekçeleri,
Yargıtay içtihatlarındaki anlamı, dünyadaki örnekleri falan araştırılıp tartışılır, Türkiye’de hangisinin
daha ‘yararlı’ olacağı tartışılır falan... Ama: “Atatürk böyle demişti” deyince akan sular niye duruyor?
Peki ama Atatürkçülük, “aklın, bilimin ışığında düşünmek” değil miydi?! Ama aklımızı
kullanarak, ‘bilimsel’ verilere bakarak çağımızda hangi terimin uygun olduğunu araştırmak yerine,
eski fıkıh kitaplarındaki “kaale” yani “dedi ki” klişesini Atatürk adına devam ettiriyoruz?! Bu da
dogmatizmdir!” Diyor ve bilgiçliğe devam ediyor:
“Çünkü demokrasilerde siyaseti yargı yapmaz; siyasetçiler yapar!
Şimdi 301. madde hem suç tanımındaki terimleri somutlaştırarak, hem Adalet Bakanlığı’nın ön
izni şartını getirerek doğru yola girmiştir.
Zaten doğruyu bulmanın yolu dogmatizm değil, pratik akıldır.” 210
İyi de, ya bu pratik ve pragmatik akıl sahipleri, AB ve ABD’ye kiralanmışsa!?
Türk'e Küfrün Hukuki Yöntemleri
Tarihin en karanlık günlerini bin bir çile ve zorlukla aşan ve bugünlere ulaşan Müslüman Türk Milleti
yeni bir karanlığın eşiğine doğru sürükleniyor.
Türklüğe ve Türk Milleti’ ne karşı kin ve nefret duygularını bir türlü yenemeyen dahili ve harici “bedhah”lar (kötü niyetli ve kinli fırsatçılar) tayfasının maalesef son yıllarda AB süreciyle birlikte yeniden saldırıya
geçtiğini görüyoruz.
Alenen Türklüğe saldırabilmek için yeni bir oyunu sahneye koyan Haçlı Siyonistlerin ve işbirlikçi
hinlerin yeni gündemi 301. maddedir.
Peki nedir bu 301. madde ve neden bu kadar çok tartışma konusu haline gelmiştir?
301. Madde’nin mevcut içeriği şu şekildedir;
1-) Türklüğü, Cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisini alenen aşağılayan kişi, altı aydan
üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
2-) Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini, Devletin yargı organlarını, askeri veya emniyet teşkilatını
alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
3-) Türklüğü aşağılamanın yabancı bir ülkede bir Türk vatandaşı tarafından işlenmesi hâlinde,
verilecek ceza üçte bir oranında artırılır.
4-) Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz.
Bu maddelere baktığımız zaman düşünce özgürlüğünü ve demokrasiyi sınırlandıran bir madde veya
bir cümle göremiyoruz.
Buradaki maddeler Türklüğü ve Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan temel değerleri korumaya yönelik
maddelerden ibaret. Son derece tehlikeli ve zor bir coğrafyada yaşayan Türk Milleti’nin kendi Milli ve Manevi
210
21.04.2008 / Milliyet
275
Değerlerini koruması kadar doğal bir şey yoktur.
O halde sorun nedir?
Sorun Türklüğe ve Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik kin ve nefreti daha da derinleştirmek ve meyvelerini
daha rahat toplayabilmektir.
Bu amaçla 301. Madde’de yapılmak
Download