KİMLİK VE DÜŞMAN1 Dr. Hasan BACANLI Kimliğin oluşabilmesi için ingrup-outgrup (biz-onlar) yaşantısı gereklidir. Bireyin kişiliği nasıl onun başkalarından farklı olan özelliklerinden oluşuyorsa, grubun kişiliği demek olan kimlik (grup kimliği veya toplumsal kimlik) de o grubun başka gruplardan farklı olan özelliklerinden oluşur. Bu farklılık duygusu, kimliğin oluşabilmesi için gereklidir.2 Biz grubunun Onlar grubundan ayrılabilmesi için iki temel mekanizma bulunmaktadır: içe alma ve dışta bırakma. İçe alma mekanizması, grupların "Biz farklıyız" düşüncesine ulaşmalarını ifade eder; dışta bırakma mekanizması ise "Onlar farklı" düşüncesine ulaşmalarıdır. Bu iki mekanizmadan birinin işlemeye başlaması genellikle öteki mekanizmayı da devreye sokma eğilimindedir. Zencilerle beyazlar arasındaki durumu ele aldığımızda, beyazların "Biz farklıyız" düşünceleri, karşılık olarak zencilerde "Onlar farklı" düşüncesini doğurmuştur. Ardından her iki grup da öteki mekanizmayı harekete geçirmiştir. Türkiye'deki sorun ele alındığında Kürtlerin "Onlar farklı" düşünceleri öyle görünüyor ki, bir süre sonra Türklerde "Biz farklıyız" düşüncesini doğuracaktır. Bunun önüne geçmenin bir yolu "ortak düşman bulmaktır. O zaman bir üst içe alma ve dışta bırakma süreci işleyeceğinden, Kurtuluş Savaşı sırasındaki durum ortaya çıkar. Bu noktada denebilir ki, Biz veya Onlardan güçlü (hakim, çoğunluk) olanın kim olduğu pek önemli değildir. Oysa şöyle bir durum beklenebilirdi: Güçlüler güçlerini koruma veya hissettirme ihtiyacı duysunlar ve öbürlerini dışlasınlar veya Biz grubu oluştursunlar. Ancak, bu beklenti her zaman doğru görünmemektedir. Marx'ın öne sürdüğü sınıf mücadelesinde işçi sınıfının "Onlar farklı" düşüncesinden yola çıkmaları bekleniyor gibi görünmektedir ve güçsüzlerin bu süreci başlatmaları beklenmektedir. Belirtmek gerekir ki, güçlülük, hakimiyet ve çoğunluk faktörleri ayrı ayrı ele alınıp tartışılabilir. Tabii ki, grubun bir arada olması önemlidir. Bu bir aradalık eskiden fiziksel bir bir aradalık olarak anlaşılabilirdi, ancak günümüzde aralarında iletişim kurulabilen ve bulunan herhangi bir grup kendini "bir arada" hissedebilir. Dolayısıyla, kendi aralarında iletişim yoksa grubun varlığı tartışmalı hale gelir. Bu iletişimin daha belirsiz şekilleri de vardır. Örneğin, ben Zimbabweli olabilirim ve Zimbabwe'yle iletişim kurma imkanlarım bulunmayabilir. Ancak, şunu da bilirim ki, bir gün bir Zimbabweli ile karşı karşıya gelirsem, onunla rahatça konuşabilirim. Biliyorum veya bildiğimi zannediyorum ki, Zimbabweli olmak karşılaşacağım Zimbabweli için bir grup duygusu oluşturur. Başka bir takım hususlar da bulunmakla birlikte, Onların "düşman"lığı oldukça önemli görünmektedir, yani "Onlar düşmandır". Peki düşman kimdir? Düşmanla ilgili üç ayrı düşünce geliştirilebilir:3 1 Fecre Doğru, 25, ...., Kasım 1997’de Hasan Deniz imzasıyla yayınlanmıştır. 2 Burada ifade edilen düşünceler H. Tajfel'in sosyal kimlik teorisiyle oldukça yakınlık göstermektedir. Tajfel'in ilgili düşünceleri için özellikle bakınız, Türkçe olarak: Sibel Arkonaç (1993) Grup İlişkileri. İstanbul: Afa, ve Nuri Bilgin (1994) Sosyal Bilimlerin Kavşağında Kimlik Sorunu. İzmir: Ege; İngilizce olarak: H. Tajfel (1974) "Social Identity and Intergroup Behavior," Social Sciences Information, 13(2), 6593 ve (1982) Social Identity and Intergroup Relations. Cambridge: Cambridge University Press. 3 Düşman sosyoloji ve sosyal psikoloji ve/veya kişilik psikolojisi açısından ele alınabilir. Sosyal psikolojik açıklamalar için Arkonaç, a.g.e. ve Bilgin (1994) a.g.e.'e bakılabilir. Burada daha çok kişilik psikolojisi açısından düşman süzkonusudur. 1 a) "Düşman kötüdür. Kahrolsun kötüler!" düşüncesi düşmanlığın temelidir. Dolayısıyla, bazı insanlar iyidir ve kötüleri düşman ilan ederek dünyalarını "iyi" (belki de "temiz") tutmaya çalışmaktadırlar. Bu düşünce eşelendiğinde, şöyle bir noktaya ulaşılır: Temelde dostluk vardır. Biz aslında düşmanlarımızın (veya dünyanın) dostuyuzdur. Onların dostu olduğumuz için, Onların da Bizim gibi "iyi" olmalarını isteriz. Onların önüne iyiyi koyarız ve "Bak! Bu iyi. Ama sen buna uymuyorsun, bu yüzden kötüsün. Aklını başına al da, iyi ol. Yoksa..." deriz. Sonuç olarak bu düşünce, düşmanlarımızın dostu olmamızdan dolayı düşman olduğumuzu ifade eder. Belki burada "iyileşmesi mümkün düşmanlar" ve "iyileşmesinden ümidi kestiğimiz düşmanlar" şeklinde bir ayrım yapılabilir. İyileşmesi mümkün düşmanlarımızın dostuyuzdur, onları "doğru yola" davet ederiz; iyileşmesinden ümidi kestiğimiz düşmanlar durumunda da dünyanın dostuyuzdur, bu kez de dünyayı ("kötülerden") korumaya ve kurtarmaya çalışıyoruzdur. Bu düşünceye göre düşman, "ben iyiyim" duygusuna yol açtığı için benlik-saygısını ve kendine güveni artırıcı bir fonksiyona sahiptir.4 b) Psikanalitik açıdan ele alındığında, düşman bir ihtiyaçtır. Freud'a göre insanda Libido ve Thanatos olmak üzere iki içgüdü vardır. Libido cinselliktir, yaşamdır. İlm-i ahlakçıların düşüncelerinde "şehvet"e benzer. Geniş anlamıyla, "insanın hoşuna giden şeyleri kendine çekme arzusu" olarak tanımlanabilir. Thanatos ise saldırganlıktır, ölümdür. İlm-i ahlakçıların düşüncelerindeki "gazab"a benzer ve geniş anlamıyla "insanın hoşuna gitmeyen şeyleri kendinden uzaklaştırma arzusu" olarak tanımlanabilir.5 Freud'un düşüncesinde bir içgüdünün dört özelliği vardır: kaynak, amaç, nesne ve itici güç.6 Diyelim ki, libido işlemekte ise, belli bir kaynaktan (ilkel benlikten), belli bir amaçla (doyurulma), belli bir nesneye yönelik olarak, belli bir güçle işlemektedir. Aynı özellikler saldırganlık için de geçerlidir. Psikanaliz açısından saldırganlığın nesnesi "düşman"dır. İçgüdülerin doyurulması gerekir, dolayısıyla kişiler saldırganlık içgüdülerini doyurabilmek için düşman bulmak durumundadırlar. Bu düşünceleri biraz daha ilerlettiğimizde savaşların normal olduğu gibi bir sonuca ulaşırız ki, bu da Freud'un Einstein'a yazdığı mektuplarda ifade edilmişti zaten.7 Bu düşünceye göre, düşman içgüdülerimizin boşalmasına yol açar ve bizi rahatlatır; çünkü Freud'a göre içgüdülerin doyurulmaması sağlıksızdır ve hastalığa yol açar. c) Psiko-sosyal gelişimle ve kimlik duygusuyla ilgilenen Erikson'a göre düşman, kişinin kendisinde beğenmediği özellikleri, bir başka ifadeyle kişinin negatif kimliklerini yansıttığı bir nesnedir.8 Dolayısıyla, bir tür temizlenme işlevi görür. Bu yüzden, düşmanın kişiyi sağaltıcı (tedavi edici) bir fonksiyonu vardır. Düşmanımız olmadığı zaman negatif kimliklerimizin yansıtılabileceği bir kimse yok demektir. Bu durumda, negatif kimliklerimizi de yaşamak (belki benimsemek demek daha doğruydu) zorunda kalırız. Her üç düşünceye göre, anlaşılıyor ki, düşman bir ihtiyaçtır ve "çok faydalı"dır. Hangi düşünce ele alınırsa alınsın, benlik saygısını, kendine güveni, olumlu kimlik duygusunu artırır ve psikolojik rahatlık ve sağlık getirir. Buradan düşmana dostluk 4 Bu düşünce temelde bir akıl yürütmedir. Ancak benlikle ilgili çeşitli çalışmalarda benzer düşüncelerle karşılaşılabilir. 5 Burada Freud'un kavramlarıyla Kınalızade Ali Efendi'nin kavramları karşılaştırılmış, hatta birleştirilmiştir. Tanımlar da Kınalızade'dendir: Kınalızade Ali Efendi (Tarihsiz) Ahlak: Ahlak-ı Ala'i. (Haz. Hüseyin Algül), İstanbul: Tercüman. 6 Engin Geçtan (1978) Çağdaş İnsanda Normaldışı Davranışlar. Ankara: A.Ü. Eğitim (Bilimleri) Fakültesi Yay. , s. 26. 7 Eric Fromm (1985) İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri, 2.Kitap. İstanbul: Payel, s. 310 vd. 8 Eric Erikson (1968) Identity: Youth and Crisis. New York: W.W. Norton., s. 41. 1 göstermek gerektiği sonucu çıkarılmamalıdır, yoksa düşman olmaz. Düşmana düşmanlık etmek sağlıklıdır, sonucu çıkarılabilir. Türk kimliği açısından durumu değerlendirecek olursak, Türk kimliği probleminin varlığı, Biz ve Onlar gruplarının olmadığı anlamına gelir. Yani, Türk kimliğine ulaşmaya veya bu kimliği belirlemeye veya netleştirmeye çalışıyorsak, bu, Biz grubu oluşturmaya çalışıyoruz, demektir. Bu da Onlar grubu oluşturmakla sonuçlanacak veya sürecek demektir. Peki, Türk toplumunda Biz nedir, Onlar nedir? Türk toplumunda Biz, kanunların gözünde "Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan" herkestir. Ancak, bu sınırların dışında yaşayan Türkler de vardır. Bu durumda tanım, eski deyimle "efradını cami, ağyarını mani" olmamakta, bu yüzden netleşememektedir. Dolayısıyla, Biz "Onlardan farklıyız" diyememekteyiz. Peki, "Onlar Bizden farklı" diyebiliyor muyuz? Öyle görünüyor ki, bu soruya da "evet" cevabı vermek zordur. Bize dayanarak net bir resim ortaya koyamadığımız gibi, Onlara dayanarak da net bir resim çizememekteyiz. Onlar kim? Onlar, kanunlara bakarsak, "Türkiye Cumhuriyeti içinde yaşamayanlar". Ama Onların içinde Türkler de var: Azeriler, Kazaklar, Türkmenler, Batı Trakya Türkleri, Kerkük Türkleri, Gagavuzlar, Kıbrıs Türkleri, vb. Aynı mantığı etrafımızdaki devletler (milletler demek daha doğru) açısından değerlendirmek konuyu daha da açıklığa kavuşturacaktır. Yunan toplumunu ele alalım. Yunanlıların bir kimlik kazanmaları oldukça kolaydır. Çünkü Biz duygusuna ulaşmaları için gerekli şartlar vardır: Türklere bakarak, "Biz onlardan farklıyız" diyebilirler ("Batı Trakya Türkleri aramızdaki bir azınlıktır ve düşmanın bir parçasıdır; Onları vatanımızdan söküp atarsak, sağlığımıza kavuşuruz"); karşılık olarak "Onlar bizden farklı" diyebilirler: grup bir aradadır (coğrafi birlik), "Türkler düşmandır". ("Bizi 400-500 yıl egemenlikleri altında yaşamaya zorladılar. Atalarımızın topraklarını aldılar. İstanbul'u aldılar, hele bir de Kıbrıs'ı almaları yok mu..."). Düşman teorilerini işletecek olursak; Birinci teoriye göre, Yunanlıların benlik saygıları ve özgüvenlerinin artma ihtimali yüksektir. İkinci düşünceye göre, Saldırganlık içgüdülerinden kurtulmakta ve rahatlamaktadırlar. Üçüncü düşünceye göre, negatif kimliklerinden ve antipatik eğilimlerinden kurtulmaktadırlar. Sonuçta, öyle görünüyor ki, Yunanlılar kendilerini "vaftiz suyuyla yıkanmış gibi" (İslâmiyet'teki Zemzem suyunun karşılığı Onlarda herhalde vaftiz suyu falandır) hissetmektedirler. Türkiye'ye dönersek, şöyle bir durum ortaya çıkar: Türkiye'deki bireylerin bir kimlik kazanmaları oldukça zordur. Çünkü Biz duygusunu oluşturacak şartlar ortada yoktur: etrafımızdaki her hangi bir devlete bakarak "Biz" oluşturamayız, çünkü Onlar Bizim (Osmanlı!) evlatlarımızdır. Altı-yedi yüzyıl birlikte yaşamışızdır, şimdi ise Onlar "Asi / yaramaz çocuk" rolünü oynamaktadırlar. Tabii, Biz de Koruyucu Anababa rolünü oynuyoruz.9 O topraklarda hala Bizim çocuklarımız da var (biraz önce saydığımız gruplar). Koruyucu Anababayız, bunu da "Yurtta sulh, cihanda sulh" diyerek gösteriyoruz. Ancak, bu da Onlar'ın oluşmasına engel oluyor. Çünkü, bu söz aslında sadece 9 Burada Anababa ve Çocuk kavramları rol olarak ele alınmıştır ve gündelik dilde kullanıldıkları anlamdadır. Aynı kavramlar Eric Berne tarafından geliştirilen Transaksiyonel Analiz kuramında da bulunmaktadır. Bu kuram açısından Türk toplumunun analizi Üstün Dökmen tarafından yapılmıştır. Kısaca, ilgili kurama göre de bizim Yetişkin yanımız düşük; daha çok Anababa ve Çocuk taraflarımızı kullanmaktayız. Bakınız, Üstün Dökmen (1994) Sanatta ve Günlük Yaşamda İletişim Çatışmaları ve Empati. İstanbul: Sistem. 1 dışarıdakilere (Onlara) söylenecek bir söz olması gerekirken, biz içeridekilere de aynı sözü söyleyerek, grup kimliğinin oluşmasını engelliyoruz. Dolayısıyla, Biz de oluşmuyor. Kısaca, görülüyor ki, Türkiye toplumunda içe alma ve dışta bırakma mekanizmaları işlemiyor. Bunun iki nedeni var: birincisi coğrafi konum (başka bir ifadeyle, Osmanlı'nın mirası); ikincisi ise Türkiye'nin dış politikası. Her ne kadar, bazen "Türk'e Türk'ten başka dost yoktur" diyorsak (dediysek demek gerekiyor, çünkü son zamanlarda artık çok sık duyulmuyor) da, Türk tanımının yukarıda da belirtilen belirsizliği işimizi zorlaştırıyor. Ayrıca, Düşman gibi, Dost'un da ihtiyaç olması (yukarıdaki Düşman teorilerinin tersi alınarak geliştirilebilir ve aynı sonuçlara yol açar), dolayısıyla herkesin dost olması ile, herkesin düşman olması arasında uygulamada bir fark ortaya çıkmaz (çıkmıyor da zaten). Biz'in oluşmasının ikinci şartı iletişimin bulunması idi. Türk toplumu durumunda ise iletişimin bulunduğu şüpheli görünüyor. Bir Gagavuz ile karşılaştığınızda ona nasıl bir tepkide bulunacağınız ve dahası, onun nasıl bir tepkide bulunacağı, kafanızda net değildir. Gagavuz yerine Yakutları, Tatarları, Azerileri, vb. de düşünebiliriz. Daha da kötüsü, Türkiyeli birilerini de düşünebilirsiniz: özellikle yurt dışında olduğunuzda, karşılaştığınız birine nasıl davranırsınız, o size nasıl davranır? Sıcak bir yaklaşım gösterdiğinizde soğuk bir yaklaşmama davranışı göreceğinizden endişe ediyorsanız, içe alma oluşmamış demektir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, gerek coğrafi konumumuz, gerek dış politikamız, gerekse diğer şartlar* Biz duygusuna ulaşmamızı engeller konumdadır. Dolayısıyla, "Düşmanımız yok". Cenap Şehabettin, "İnsan dostlarıyla olduğu kadar, düşmanlarıyla da övünebilmeli" derdi. Düşmanımız olmamasının sonuçlarını üç düşman teorisine göre değerlendirecek olursak; Birinci görüşe göre, kendimize saygımız ve güvenimiz yok. İkinci görüşe göre, saldırganlık içgüdümüzle problemlerimiz var. Üçüncü düşünceye göre, negatif kimliklerimizden ve antipatik eğilimlerimizden kurtulamıyoruz, dolayısıyla psikolojik sağlığımız pek yerine gelemiyor. Ne gariptir ki, içinde bulunduğumuz durumda üç teori de işliyor gibi görünüyor: Gerçekten kendimize güvenmiyoruz, her ne kadar Mustafa Kemal "Türk! Öğün, çalış, güven!" demişse de, bazılarımızın övündüğü, bazılarımızın çalıştığı doğrudur, ama güvenme konusunda pek başarılı görünmüyoruz. Kendimize saygı da duymuyoruz, yani kendimizi saygı duyulacak birileri olarak da görmüyoruz. İçinde bulunduğumuz bir aşağılık duygusu var. Bunlar her gün her yerde karşımıza çıkan şeyler olduğu için belgelendirme ve açıklama yapmak gereksiz olur, sanıyorum. TV ile ilgili olarak, sık sık ele aldığım bir örneği yazmak istiyorum: Bir zamanlar devlet TRT televizyonunda "Aman, turistlere iyi davranın, onlara kendinizi iyi tanıtın" anlamında bir ara-program vardı. Bu programla devletin vatandaşa ne mesaj verdiğini irdelediğinizde, pek sağlıklı sonuçlar çıkmadığını okuyucular (ve seyirciler) daha iyi değerlendireceklerdir. Ben sadece "aşağılık duygusunu artırmaya yönelik" olduğunu söyleyip geçmek istiyorum. Böyle bir programı sık sık yayınlayarak TRT vatandaşı istediği konuma getirmeye çalışmıştı. Bilindiği gibi, * Diğer şartlara bir örnek olarak "kolonileşme" verilebilir. Kuşkusuz bir kolonileşme döneminin yaşanması, ardından kolonilikten kurtuluş savaşı sağlar ve bu şekildeki bir kurtuluş savaşı düşman verir. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurtuluş savaşı "kolonilikten/sömürüden kurtuluş" değil, "istiladan kurtuluş"tur, bu ve başka nedenler yüzünden düşman vermede pek etkili olamamıştır. 1 birine 40 kere deli derseniz, karşınızdaki aslında deli olmasa bile deli olur. Vatandaşa 40 kere "sen ...sın" derseniz, vatandaş ... olacak demektir. Kendimize güvenimizin ve saygımızın olmayışı en çok, tabii ki insan ilişkilerinde kendini gösterir. Kendisine saygı duymayan, başkasına da duymaz; kendine güvenmeyen, başkasına da güvenmez. Dolayısıyla, Biz de trafikten meclis oturumlarına kadar birbirimize saygı duymayız ve güvenmeyiz. İkinci görüşün sonucu olan saldırganlık dürtülerimizin boşaltılamaması, özellikle bizim için çok kötü durumlara yol açmaktadır. Çünkü Biz saldırganlık içgüdüsü biraz fazla olan bir milletiz. Dolayısıyla, saldırganlık dürtülerimizi boşaltmaya biraz fazla ihtiyacımız var. Boşaltamadığımızda ne olur? Freud diyor ki, doyurulamayan saldırganlık içgüdüsü kişinin kendine yönelir. Yani kişi kendine saldırmaya başlar. Toplum için düşünüldüğünde Türkiye'nin hali ortaya çıkar (en yoğun şekliyle de 80 öncesi); birey için düşünüldüğünde arabesk. Bu durumun en ileri şekli intihardır, ama insanların büyük bir kısmı bedensel intiharı göze alamadıkları için düşünsel intihar ederler; hayata küsme böyle bir şeydir. (Bu "kendi" hem birey olarak biz, hem de toplum olarak Biz'dir). Üçüncü görüş ele alındığında da yukarıdakine benzer bir durum ortaya çıkar. Negatif kimliğimizi dışarıda birilerine yükleyemiyorsak, negatif kimliğimizi yaşayacak, kendimiz yükleneceğiz demektir. Bu da yukarıdaki yorumların Bizim için yeniden geçerli olacağı anlamına gelir. Antipatik eğilimlerimizi dışta bırakamıyorsak, kendimize antipatik bakacağız, demektir. Özetlemek gerekirse, düşmanımızın olmayışı toplum olarak (ve dolayısıyla birey olarak) ruh sağlığımızı bozmaktadır. Her üç düşman teorisi de sonuç olarak benzer bir tablo ortaya koymaktadır. Ne tesadüf ki, bu tablo bize çok benziyor. Eğer bu bir teşhisse, ardından tedavinin gelmesi gerekir ki, o da başka bir yazının konusudur. 1