ŞARKİYATÇILIK VE İSLAM Avrupalı Düşünürlerin Orta Doğu ve Hindistan’daki Şark Despotizmi Üzerine Görüşleri Michael Curtis Matbu Kitap – 1 Sosyal Teori – 1 Michael Curtis, Şarkiyatçılık ve İslam: Avrupalı Düşünürlerin Orta Doğu ve Hindistan’daki Şark Despotizmi Üzerine Görüşleri Editör: Lütfi Sunar Yayına Hazırlayan: Firdevs Bulut Çeviren: Mehtap Çakır Kapak Tasarımı: Furkan Selçuk Ertargin İç Tasarım: Tarkan Kara Çeviriye Temel Alınan Metin: Curtis, M. (2009), Orientalism and Islam: European Thinkers on Oriental Despotism in the Middle East and India, New York: Cambridge University Press Baskı: Kalkan Matbaası - Sertifika No: 16029 / Büyük Sanayi Sitesi 1. Cad. No:99 D:32 / İskitler - Ankara 1. Baskıdan Çeviri: İstanbul, Kasım 2015 ISBN: 978-605-9253-06-2 © Matbu Kitap, 2015 Bütün yayın hakları saklıdır. Kaynak gösterilerek tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz. Matbu Kitap Rasim Paşa Mah. Söğütlü Çeşme Cad. Söğütlü Çayır Sok. Kat: 5 & No: 16/21 Kadıköy / İstanbul Tel / Faks: +90 (216) 449 20 01 www.matbukitap.com Matbu Kitap Nobel Akademik Yayıncılık markasıdır. Michael Curtis ŞARKİYATÇILIK VE İSLAM Avrupalı Düşünürlerin Orta Doğu ve Hindistan’daki Şark Despotizmi Üzerine Görüşleri Türkçesi: Mehtap Çakır Michael Curtis, Rutgers Üniversitesi Siyasal Bilimler Fahri Ordinaryus Profesörü’dür. Kaleme aldığı otuza yakın eser bulunmaktadır. Eserlerinden en dikkat çekenleri; Verdict on Vichy (2004), Three against the Third Republic (1959), Totalitarianism (1979) ve Antisemitism in the Contemporary World (1973) olmuştur. Uzun yıllar American Professors for Peace in the Middle East (Orta Doğu’da Barış İçin Amerikalı Profesörler) Derneğinin başkanlığını ve Middle East Review’in editörlüğünü yapmıştır. Mehtap Çakır, 1988 yılında İstanbul’da doğdu. Lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde tamamladı. Redaktörlük ve metin yazarlığı yaptı. Çeşitli yayınevlerinden roman ve hikaye türlerinde çevirileri yayınlandı. Halen çeviri çalışmalarını sürdürmektedir. William, Isabel ve Austin’e ithaf edilmiştir. Sosyal Teori Dizisi Bu dizi, sosyal teori alanında Türkçe’deki uzun soluklu yayın projelerinden kaynaklanan eksikliği gidermek icin temel eserleri bir araya getirmektedir. Dizide sosyal teori alanını bütünüyle ihata edilmekle birlikte modernite, modernleşme ve toplum fikri gibi bazı özel alanlara odaklanılmaktadır. Dizideki Diğer Kitaplar Robert J. Young, Postkolonyalizm: Tarihsel Bir Giriş Syed Farid Alatas, Sosyal Bilimlerde Alternatif Söylemler: Avrupamerkezciliğe Cevaplar Stjepan G. Mestroviç, 21. Yüzyılda Durkheim: Durkheim Sosyolojisinin Modernite ve Postmoderniteye Uygulanması Gerard Delanty (Ed.), Doğu ve Batı’nın Ötesinde Asya ve Avrupa İçindekiler Teşekkürix Giriş: Geçmiş Aslında Girizgâhtır 1 1. Avrupa’nın İslam Hakkındaki Görüşleri ve Şark Despotizmiyle İlişkisi 41 2. Seyyahların Gözlemleri 55 3. Siyasal Düşünürler ve Doğu 75 4. Montesquieu’nün Şark Despotizmi Hakkındaki Görüşleri 107 5.Edmund Burke ve Hindistan’da Despotizm 153 6. Alexis de Tocqueville ve Sömürgeleşme 209 7.James Mill ve John Stuart Mill: Hindistan’da Despotizm 263 8.Karl Marx: Asya Tipi Üretim Tarzı ve Şark Despotizmi 323 9.Max Weber: Siyasal Model Olarak Patrimonyalizm 383 Sonuç 443 Seçilmiş Kaynakça 461 Dizin477 Teşekkür Yazım aşamasında çeşitli bölümleri okuyup, kitabın son hâlini almasında yardımlarını esirgemeyen dostlarıma ve meslektaşlarıma tüm görüş ve önerileri için teşekkürü bir borç bilirim. Başta Kenneth Bialkin, Robert Garber, Jonathan Kapstein, Suzanne Keller, Leonard Moss, Renee Winegarten, Cambridge University Press tarafından önerilen iki düzeltmen okuyucu, Cambridge University Press Birliği, editörüm Lewis Bateman ve asistanı Emily Spangler’a yorum ve katkılarından dolayı minnettarım. Bilhassa, bir çiçeğin ihtişamı ve çimenin görkemine sahip eşim Judith K. Brodsky’a en içten teşekkürlerimi sunuyorum. Giriş: Geçmiş Aslında Girizgâhtır Dr. Samuel Johnson, 1743 yılında şöyle söyledi: “Cömert ve gelişmiş bir aklı ayırt etmenin, üstün bir merak dışında daha kesin bir yolu bulunamaz. Öyle ki; yabancı ülkelerin kanun ve geleneklerini incelemek konusunda, bu meraktan daha iyi ve faydalı olacak bir yöntem yoktur.’’ Elli yıl sonra ise şunları ekledi: “Merakın yöneltildiği iki hedef var: Hristiyan dünyası ve Müslüman dünyası. Geri kalanların tümü, uygarlaşmamış toplumlar olarak görülebilir.” Montesquieu ile başlayıp Max Weber’e kadar uzanan altı önemli Batı Avrupalı düşünür ve diğer eleştirmenler, İslam dünyası hakkında farklılık gösteren “merak dereceleri” ile Johnson’un “iyi ve faydalı yöntem” yönündeki aforizmalarını örneklendirerek bu konuyu tartıştılar. Bu eser, adı geçen düşünürlerin Orta Doğu ülkelerinde var olmuş siyaset modelleri hakkındaki algı ve kanaatlerini; İslam’ın yapısını ve söz konusu ülkelerin yanı sıra, Kuzey Afrika ve Babür İmparatorluğu’ndaki ülkelerin siyasal davranışları üzerindeki etkisini ele almaktadır. Bahsi geçen model, Şark despotizmi olarak tanımlanmıştır. Kökeni, Yunancadaki, ailesi ve köleleri üzerinde mutlak güce sahip evin efendisi anlamını taşıyan despotes kelimesinden gelir. Bu kavram kullanılarak, otokratik ve mutlak yönetim modeli, daha ılımlı olan diğer yönetim şekillerinden analitik olarak ayrılabilir. Okumakta olduğunuz kitap, Orta Doğu toplumları ve Müslüman toplumlar hakkında çalışma yürüten Batılı araştırmacılar ve gözlem- 2 Şarkiyatçılık ve İslam cilerin, bu toplumları ön yargı ve ırkçılığa izin vermeden inceleyip yorumda bulunabilecekleri tezine dayalıdır. Kitapta yer bulan tartışmalar, Müslüman Doğu toplumları üzerine yazılan tüm Batılı metinlerin ırkçı, emperyalist ya da tümüyle entrosentrik olduğuna dayanan basit ve indirgemeci savı çürütmektedir. Bahsi geçen araştırmacıların görüşleri tartışmalı bulunuyorsa; bu, tarihsel yandaşlığın bir parçası olmadıkları anlamına gelir. Yazarlarımızın Müslümanlar ve Doğu’daki ülkeler hakkındaki algı ve görüşlerinin, bölgedeki güncel sorunların çözümüyle direkt olarak ilgili olduğunu iddia etmiyor, geçmiş ve günümüz arasında kesin bir karşılaştırma yapmıyoruz. Fakat yine de bu yazarların bakış açıları ve farklılık gösteren fikirleri; özellikle Orta Doğu’dan gelen grup ve örgütlerin Batılı ülkelere tehdit oluşturduğu ve Batılı ülkelerde yaşayan Müslümanların sayısının artmakta olduğu bir zamanda, modern Müslüman toplumlarının yapısını ve Doğu’daki halkların kültürel kimliklerini anlayabilmek için bir zemin hazırlamada oldukça faydalıdır. Eserde kullanılan terimlerin açıklığa kavuşturulması yerinde olacaktır. Genellikle Winston Churchill’e, kimileri tarafındansa Oscar Wilde veya George Bernard Shaw’a atfedilen bir epigram vardır: Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallığın “ortak bir dille bölünen iki ulus” olduğunu ifade eder. Doğu terimi, bu ifadeye örnek oluşturmaktadır. İngilizleri de kapsamak kaydıyla, Amerikalılar ve Avrupalılar için Doğu teriminin kullanımı, Doğu’nun sınırlarının tam olarak tanımlanmasında genellikle farklılık gösterir. Terimin kökeni, Latince güneşin doğduğu yer anlamına gelen oriens kelimesinden gelmektedir. Batı Avrupa dillerinde, günümüzde Orta Doğu veya alternatif olarak Yakın Doğu olarak tabir edilen bölgeye Doğu denilir. Kelimenin sıfat hâli olan Şarklı da benzer şekilde bu bölgedeki ülkelerde yaşayan halklar ve bu halkların kültürleri için kullanılır. Fransız terminolojisi konuya açıklık getirmektedir: Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüyle birlikte gelen diplomatik ve politik sorunlar, yani Doğu Sorunu, la question d’Orient olarak adlandırılır. Doğu terimi, Amerika’da 19. yüzyılın son yıllarından beri, Batı Avrupa’daki kullanımıyla çelişir şekilde, Doğu Asya ülkeleri veyahut günümüzde sıkça Uzak Doğu olarak tabir edilen bölge için kullanılır. Tüm bunlar içerisinde önemli olan nokta ise Batı ve Doğu kelimelerinin, aralarındaki sınırlar kolayca çizileme- Giriş: Geçmiş Aslında Girizgâhtır 3 se ve de terimler mutlak bir kesinlikle tarif edilemese de baştan beri kültürel ve dinî farklılıkları yansıtmanın yanında, coğrafi olarak da bir anlam taşımasıdır. Batı kelimesi; eserdeki tartışmalarda, coğrafi, kültürel, politik, dinî ve ahlaki birtakım nitelikleri kapsayan bir kavram olarak, Avrupa ile eşanlamlı şekilde kullanılmıştır. Günümüzde de bir bölümü devam eden uzlaşmazlık ve ihtilaflar yaşanmış olmasına rağmen, Batı halkları arasındaki kati dayanışma duygusu, kendilerini dünyanın geri kalanının çoğundan farklı olduklarını hissetmelerini sağlayan ortak tarihsel deneyimlerinin sonucudur. Şu an bildiğimiz Avrupa’nın geçmişi üç yüz yıldan uzun bir zamana dayanır. Avrupa, Katolikler ve sonrasında da Protestanların yerleşim yeri olmuş, Batı’nın bir zamanlar Hristiyanlık âlemi (Christendom) olarak bilinen bölümünün fiziki yansıması ve halkların ortak bir dinî miras ve kaderi paylaştığı politik ve sosyal bir varlıktır. Ortodokslar ve Bizans Hristiyanları bunun dışında kalmıştır. Bölgenin beklenmedik değişim, gelişim ve gerilemelerle dolu, karmaşık tarihinin kabullenilmiş olmasına rağmen; Müslümanların 7. ve 9. yüzyıllar arasında bölgeye yaptıkları saldırıların ve bu saldırılara karşı koymak için sergilenen direnişin, teolojik fikir ayrılıkları içinde ama yine de ortak bir Hristiyan toplumunun yaşadığı fiziksel bir idari bölge kavramının gerçeklik bulmasına yardımcı olduğunu öne süren argüman oldukça makuldür. Müslümanların saldırılarına karşı koyan bölgenin bir bölümü Hristiyanlığı muhafaza etmekte başarılı olurken, İran ve Orta Asya toplumları aynı başarıyı gösterememiş, bölge ele geçirilmiş ve Müslüman kuvvetlerce ihtida ettirilmişlerdir. İslam’ın Batı’daki yükseliş ve gerileyişinin önemli sonuçları oldu. Henri Pirenne, bu gelişmeleri etkileyici eseri Muhammed ve Şarlman’da en iyi biçimde aktarmaktadır. Pirenne’in İslam’ın Batı’daki hızlı yükselişinin Akdeniz bazlı ticaret ekonomisinde kırılmaya yol açtığı yönündeki tartışmalı argümanı kabul edilse de edilmese de Avrupa yarımadasını oluşturan ülkeler, mali kazancın sudan ziyade topraktan elde edildiği ve böylece feodal bir rejimin oluşumuna yol açan bir ekonomi geliştirdi.¹ Burada daha çok önem arz eden nokta, Bizans bölgesini dışarıda bırakmak kaydıyla, Romalıları olduğu gibi Romalı olmayan bölgeleri de kapsayan daha ayrıcalıklı bir “Batı tarzı Hristiyanlık âlemi”nin [Christendom] oluşmasıydı. Bu gelişmenin ilk 4 Şarkiyatçılık ve İslam önemli tezahürü, MS 800’de Kutsal Roma İmparatoru tacını, Konstantinopolis’teki Bizans imparatoruna bağlılığını koparan Papa III. Leo’nun elinden alan Frankların Kralı Şarlman zamanında Hristiyanlığın evrensellik ve Ortodoksi kazanmasıdır. Pirenne’in ünlü yorumu hâlâ üzerine kafa yorulması gereken bir anekdottur: “İslam olmasaydı, Frank İmparatorluğu belki de hiç var olmayacaktı; Muhammed olmasaydı, Şarlman bir hayal olurdu.” Politik bir birim olarak Hristiyanlık âlemi [Christendom], yaşanan önemli vaka ve değişikliklerin etkisiyle etkisini giderek kaybetti: Reform, prenslere kendi ülkelerinin dinlerine karar verme hakkı veren 1648 Vestfalya Anlaşması, muteber bir politik birim olan Kutsal Roma İmparatorluğu’nun çöküşü ve egemen ulus-devletlerin yükselişi… Eski Yunan ve Roma yönetim şekilleri ile başlayan çeşitli etkenlerin tarihsel sonucu olarak modern Avrupa, yani Batı ortaya çıktı; gitgide gelişmiş ve demokratik devletler hâline geldi. Okumakta olduğunuz bu kitap, politik Batı’daki bazı önemli düşünürleri ele almaktadır. Marcel Proust’nun bir zamanlar dile getirdiği gibi; gerçek keşif yolculuğu, yeni topraklar aramakla değil, var olanı farklı bir gözle görmekle mümkündür. Birçok insanın İslam ve Batı arasında yaşanabilecek tehlikeli ve düşmanca bir çatışma olasılığının farkında olduğu ve Usame bin Ladin için çizilen figürün, en az Osmanlı İmparatoru Muhteşem Sultan figürü kadar iddialı olduğu günümüzde, geçen zamanla birlikte iki tarafın birbiri hakkında geliştirdiği algıyı araştırmak ve bu çözümlemeden neler öğrenilebileceğini düşünmek yararlı olacaktır. Bu eserin temel dayanağı, Montesquieu ile başlayıp Weber’e kadar uzanan altı önemli Batı Avrupalı düşünüre ait görüşlerin yanı sıra seyyahlara, Doğu bilimlerinde çalışma yürüten Batılı bilim insanlarına, Aristo ve sonrasında gelen siyaset kuramcılarına ait gözlemler baz alınarak yapılan inceleme ve araştırmalardır. Bu eski siyaset kuramcıları, yukarıda bahsi geçen altı önemli düşünürün etkilendiği isimlerdir. Orta Doğu’daki politik ve dinî yaşamın gerçek portresine ve İslam’ın yapısı ve motivasyonuna ilişkin düşüncelere tuttukları ışık, bugün dahi bölgenin anlaşılabilmesinde önemli rol oynar. Metinde incelenen altı önemli Batılı kuramcıların hepsi, düşünce tarihine ve genel anlamda siyaset tartışmalarına önemli ve ciddi kat- Giriş: Geçmiş Aslında Girizgâhtır 5 kılarda bulunmuş parlak ve topluma mal olmuş isimlerdir. Müslüman ülkelerdeki siyaset ve toplum yapısı hakkında bilinenlerin artmasına ve yayılmasına yaptıkları katkılarda, kendi ülkelerindekinden – Fransa ve İngiltere – önemli ölçüde farklı olan belirli bir yönetim şekli, yöneten ve yönetilen arasındaki ilişki dizisi kavramları üzerine eğilirler. Yaptıkları katkıları çok önemlidir çünkü fikirleri, Batı’nın Doğu’ya karşı tutumunun monolitik olmadığını kanıtlar şekilde çeşitli ve makuldür. Doğu’daki despotizm, İslam’ın toplumlar ve kültürler üzerindeki etkileri ve konuyla ilgili Batı’da devam etmekte olan tartışma ve düşünceler üzerindeki nüfuzları derinlik ve çeşitliliğe sahiptir. Batı ve Doğu arasındaki farklılıklar hakkında yaptıkları değerlendirmeler derin bir anlam taşımaktadır. Altı yazarımız, Batı tarzı rejimlerdeki değer ve ilkelerle derin bir çatışma içinde olan Doğu’daki idari yapı ve iktidar yapısının, siyasal doktrinler ve liderlik kavramının özelliklerini tanımlamaktadır. Genel olarak Yunan felsefesi, Roma kanunları, tüzel kişi konsepti [the concept of a legal person], Yahudi-Hristiyanlık [ Judeo-Christianity], seküler Aydınlanma ve bölgesel ulus-devletlerin oluşumunu sağlayan politik gelişmeler gibi etkilerin bir araya geldiği bir bütün olarak görülen Batı dünyası, hem eski hem de modern Doğu’ya göre farklı değerler ve yaşam biçimlerine sahiptir. Diğer tüm rejimler gibi kusurları bulunan Batı rejiminde de birey, demokratik ilkeler, kişisel haklar, güç dengesi, kuvvetler ayrılığı ve yetki sınırları ile karşılaşır. Geçmişin ihtişamının, bir zamanlar sahip olunan önemli rolün ve Doğu toplumları tarafından sanat ve bilime yapılan çok yönlü katkıların farkındadır. 8. ve 10. yüzyıllar arasında, Orta Doğu coğrafyasında bulunan edebî ve tarihî konuların dışındaki seküler Yunanca kitapların neredeyse tümünün Arapçaya çevrilmiş olması bu katkılardan biri olarak gösterilebilir. Çevirisi yapılan kitapların konuları astroloji, simya, geometri, astronomi, müzik, Aristocu felsefe, fizik ve tıptır. Beş yüzyıl sonra, Fatih Sultan Mehmed, Yunanca metinlerin Arapçaya çevrilmesini istemiştir.² Fakat yine de halkın gücü karşısında, neredeyse hiçbir engel bulunmayan yöneticilere tabi olduğu Müslüman Doğu rejimlerinde Batı’nın politik ve kültürel ilkeleri göz ardı edilmiş, yok sayılmıştır. Bu husus Kuran’da (4:59) açıkça ifade edilir: “Allah’a itaat edin; Allah’ın Peygamberi’ne ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin.” 6 Şarkiyatçılık ve İslam Din ve siyaset arasındaki Batı tarzı ilişkinin aksine, Hz. Muhammed hem politik hem de ruhani bir liderdi; kutsal İslam hukukunu duyurdu ve yaydı, ilk İslam devletini kurdu ve yönetti. Birkaç yıl sonra, Arabistan’daki diğer Arap kabileleri ile kendi adı ve kurduğu dinin altında birleşti; Bedeviler, Yahudi kabileleri ve Bizans İmparatorluğu’yla savaştı. Din ve politikayı öyle bir şekilde bir araya getirip kaynaştırmıştı ki; sonraki Müslüman ülkeler için de bu ikisinin birbirinden ayrılması oldukça güç oldu. Doğu ve Batı arasındaki uyuşmazlıklara verilebilecek başka bir örnek de Müslümanların, Hristiyan ve Yahudilerin kutsal mekânlarına girmesi yasak değilken; Muhammed’in ikinci halefi Ömer bin Hattab’ın fermanıyla, Müslüman olmayanların İslam’ın kutsal mekânlarına, Mekke’ye ve Medine’ye girmeleri, buralarda yaşamaları ve hatta ziyarette bulunmaları bile yasaklanmasıydı. Orta Doğu toplumlarının siyasi liderleri, İslam’ın 7. yüzyıldaki yükselişinden itibaren, başta İslam’ın tek gerçek rakibi olarak görülen Hristiyanlık âlemi ve Batı dünyası olmak üzere herkese karşı kendi prensiplerini ispat etmek için din ve politikayı bir araya getirmiştir. Bu durumun hâlâ aynı şekilde devam ediyor olması göstermektedir ki; modern Orta Doğu ve İslam’ın yapısı ve anlamı bugün sadece tarihsel olgular hakkında yapılacak değerlendirmelerin ışığı altında tam anlamıyla anlaşılabilir. Bu kitapta yer alan Şark despotizmi tartışması, sadece düşünce tarihindeki bir olgu olarak ele alınmamıştır; neticeler gibi görüş ve vakaların da bir öncülü olduğunun hatırlatılmasını da amaçlamaktadır. Günümüz ile bağlantılı belli sorular yöneltilebilir. Müslüman toplumlardaki eski despotizm hakkında yapılan analizler ve sonuçlar göz önüne alındığında, modern Arap-İslam toplumlarının demokratik politik sistemlerle ya da insan hakları ilkelerine dayalı yönetim şekilleriyle bağdaştığı söylenebilir mi? Bu toplumlar, modernleşme yolunu izlemek için hevesli ya da bunu başarabilecek durumdalar mı? Eğer ana akım Müslüman toplulukları, Allah’a ve Hz. Muhammed’e sadakatlerini ifade ediyor (570 – 632) ve şeriat (temel olarak; kökeni Kuran’dan gelen ve önce Peygamber’in sözleri ve eylemleri, sonra ise Ulema tarafından genişletilen, Müslümanların toplu ve özel yaşamını her açıdan yeniden düzenleyen İslam yasası) esasına dayanıyorlarsa; Giriş: Geçmiş Aslında Girizgâhtır 7 dinî temeller üzerine kurulmamış bir bölgesel devlete ya da medeni bir ulusal topluma karşı samimi bir bağlılık duyabilirler mi? Kimliklerini temel olarak belirleyen öge din ise Müslümanların, İslami kanunlar çeperinde olmayan bir toplumda nasıl yaşamaları ve davranmaları gerektiği sorusu çetrefilli bir modern meseledir. Altı yazarımız ve onlardan önceki kuramcılar; din ve siyasi güç, dinî fanatizmin parametreleri, kadının yeri ve rolü, sivil hakların durumu ve Doğu’daki siyasal katılımla ilgili meseleleri tartışmışlardır ve bu tartışmalar bugün hâlâ geçerliliğini korumaktadır. Bahsi geçen modern sorunların Batı ve Doğu arasındaki medeniyetler çatışmasının bir örneği olarak görülüp görülemeyeceği kesinlik taşımasa da bu iki dünya arasındaki önemli farklılıkların varlığını sürdürmeye devam ettiği kabul edilmektedir. Başta Osmanlı İmparatorluğu ve İran olmak üzere, seyahat ettikleri ya da yazılarına konu olmuş Doğu ülkeleri hakkında, çoğu ilk elden bilgi ve gözlemlere sahip olan birçok Avrupalı seyyah, misyoner, diplomat, kültür tarihçisi ve siyaset kuramcısı bu sorunları ele aldı. Konu üzerinde yürüttükleri tartışmalar genellikle sistematik tarzın dışındaydı. Bu kitabın ilk bölümlerinde, bahsi geçen gözlemcilerin çalışmaları üzerine odaklanılmıştır. Çünkü konumuza dair doğal merak ve ilgilerinin yanı sıra, görüşlerini inceleyeceğimiz altı önemli düşünür üzerinde dikkate değer etkileri olmuştur. Kimi oldukça bilgili, kimi detaylara karşı yüksek ilgili, kimi alışılmışın dışında olan bu isimler, Doğu toplumlarının yapısı ve Hristiyan Avrupa ile Müslüman Doğu arasında devam eden tartışma ve uyuşmazlıklar hakkında hâkim olan Batı algısının şekillenmesine önemli katkılarda bulunmuşlardır. Burada geçen Müslüman Doğu tabiriyle özellikle İran’dan Fas’a ve Macaristan’dan Yemen’e kadar sınırlarını genişletmiş Osmanlı İmparatorluğu kastedilmektedir. Bu iki tarafın karşı karşıya geldiği ilk tartışmalarda Batı’nın tartıştığı mesele, Müslümanlar üzerinde nasıl hâkimiyet kurabilecekleri değil, onlara nasıl karşı koyacaklarıydı. Batı’nın Doğu hakkındaki gerçek fikirlerine geçmeden önce, Batıların Doğu ülkeleri üzerinde yürüttükleri çalışmaların, Doğu üzerinde güce sahip olma arzusuna sahip hegemonik-emperyalist veya sömürgeci bir yaklaşımla sıkı sıkıya bağlı olmadığını belirtmek yerinde ola- 8 Şarkiyatçılık ve İslam caktır. Üstelik bilgi ve gerçeğin algılanışıyla güce sahip olma arzusu arasında doğal bir bağ olduğu, izaha gerek olmayan bir gerçektir. Bilimciler ve eleştirmenlerin, kendi kültürlerine ait değerleri ve bilişsel yöntemleri yansıttıkları açık olsa da benim de dâhil olduğum birçok kişi, farklı kültürler üzerinde heves ve merakla çalışma yürütmektedir. Fakat günümüzde, Batılı araştırmacıların Doğu’daki rejimler üzerine yaptıkları çalışmaların gerçekten objektif olamayacağı yönünde oldukça rağbet gören ve etkili olan bir görüş var.³ Öyle kabul ediliyor ki böylesi bir çalışma, doğal olarak kültürel ön yargı içerir ve nesnel bir sonuca ulaşmak için gerekli tarafsızlığa sahip değildir. Bir Arap atasözünde, devenin kendi hörgücünde ne gördüğü sorulmaktadır. Gözlemcinin sübjektifliği ve bilişsel ön yargılarının geniş bir çelişki, inanç, gelenek ve koşullar ağından ileri gelen politik, etnik veya estetik kanılar üzerindeki etkisinin kaçınılmaz olduğu kabul edilebilir. Gözlemcinin objektif olma uğraşı ne kadar samimi; politik, sosyal, ekonomik ve dinî konuların analizi ne kadar titiz; ilgili ampirik verinin denetimi ne kadar dikkatli ve düşünsel duruma yöneltilen kapsamlı bakış ne kadar özenli olursa olsun bu doğrudur. Gunnar Myrdal, resmî çalışması olan Bir Amerikan İkilemi eserinde konuya dair erken bir uyarıda bulunmuştu; sosyal bilimlerdeki ön yargının, “sadece gerçeklere bağlı kalarak” silinemeyeceğini söylüyordu.⁴ George Orwell da çarpıcı makalesi “Looking Back on the Spanish War”da, nesnel gerçeklik kavramının dünyadan silinmekte olduğundan korktuğunu belirterek bir uyarı da bulunuyordu. “Neden Yazıyorum?” isimli başka bir makalesinde ise hiçbir kitabın politik ön yargıdan gerçekten uzak olamayacağını dile getiriyordu. Fakat yine de araştırmacının sahip olduğu değerler ve yaptığı tercihlerin, araştırmanın sonucunu şekillendirebileceğini, tartışmaya açık bir yorumla sonlanabileceğini veya uç bir aşamaya gelerek gerçeğin çarpıtıldığı bir sunuma varabileceğini kabul etmek gerekir. Bununla birlikte, nesnelliğin sadece bireylerin muhtemel tasarılarıyla ilgili bir kavram olduğu ya da gerçek dediğimiz kavramın sadece öznelliğin bir sonucu veya yazarın “anlatıları” olduğu da iddia edilebilir.⁵ Eleştirmenlerin Avrupalıların genel olarak dünyadaki kültürel çeşitlilikten bihaber olduğunu ya da bu çeşitliliği yeterince değerlendiremediğini, Giriş: Geçmiş Aslında Girizgâhtır 9 özellikle Doğu’daki koşullar hakkında objektif olamayacaklarını ima etmeleri ön yargılı ve küstahçadır. Bu, Batılıları yeni bilgi için araştırma yapma haklarından mahrum bırakmak, Batılı bilimsel kurumların özünde var olan hatalı bilgiyi düzeltme kaygılarını göz ardı etmek olacaktır. Pascal’ın aforizması bu arayışa uygun bir özet niteliğindedir: “Her şeyin belirsiz oluşu belirsiz bir kavramdır.” Orta Doğu üzerine çalışmaları olan, hayatı boyunca Marksist ve Komünist teoriye bağlı kalmış ve böylece hiçbir zaman Batı emperyalizminin savunucusu rolüne bürünmemiş olan önemli Fransız bilim insanı merhum Maxime Rodinson önemli bir noktaya parmak basar: “Dekolonizasyon ve antikolonyalist ideolojinin etkisi altında, özellikle genç nesil için günümüzün en büyük çağrısı, Avrupa-merkezci ve kolonyalist zihniyetle zehirlenmiş olan geçmişin müktesep bilgi birikiminin reddedilmesidir.” Bu ret, “şimdiye kadar en incelikli bilimsel yöntemleri kullanan Batı olsa da araştırmalara konu olmuş Avrupa dışındaki toplumların bu yöntemleri çok önceden uygulamaya başladığını” unutmak demekti. Bir kişinin üyesi olduğu toplum ve içinde bulunduğu kültür hakkında sahip olduğu derin bilginin bu kişiye ayrıcalıklı bir konum sağladığını söyleyen Rodinson, ayrıca bireylerin üyesi olmadıkları bir toplum üzerine çalışma yürütmekte birtakım avantajlara sahip olduğunun ve kişinin egemen yerel ideolojilere mesafeli oluşunun oldukça önemli bir faktör olduğunun da doğru olduğunu belirtir. Bu mesafenin neticesi Müslüman toplumlar hakkında yapılan temel yorumlara eleştirel bir yaklaşım uygulanmasını, kültürel çoğulculuğun tanınmasını ve bunun sonuçlarını, bilimin dinî ve politik dogmatizmden ayrılması gerektiğini konu edinen araştırmalara Avrupalı yazarların sağladığı katkılar dolayısıyla açığa çıkmaktadır.⁶ Batının Doğu hakkındaki görüşleri üzerine yapılan eleştirilen merkezi, postmodern teoridir. Nietzsche’den itibaren, nesnel gerçeklik kavramı ve bu gerçeğin tanımı üzerine yapılan bilimsel girişimlere şüpheyle bakılmış ve gerçek, sosyal bir yapı olarak ele alınmıştır.⁷ 20. yüzyılın ikinci yarısında bu ekolün temsilcilerinden biri olan önemli Fransız düşünür Jean Baudrillard, “hiper-gerçeklik” kavramını üretti. Bu kavram; bireylerin gerçekliğin ne olduğunu artık ayırt edemeyeceklerini çünkü kitle iletişim araçları, bilişim teknolojileri ve eğlence 10 Şarkiyatçılık ve İslam faaliyetleri tarafından yaratılan ve “gerçekmiş” gibi sunulan imgeler ve simgelerin toplamı olan “simülakr” dünyasında kaybolduklarını söyler.⁸ Görüntü [spectacle], kendi gerçeklik algımızı yaratmamızda kritik bir etmen olarak görülür. Hatta Baudrillard’ın kavramı, gerçekliğin insanlara ait anlatımlardan bağımsız olamayacağını da ortaya koyar. Bu postmodern görüşün tahriğin gücünü vurguladığını düşünürsek; nesnel bir siyasal ve tarihsel analizin gerçekleştirilme ihtimaline ilişkin daha tartışmalı şekilde ifade edilen bilgi ve gerçeğin algılanışı ile gücün tahriği arasında doğal bir bağ olduğu görüşü hakkında da tartışmalar ortaya çıkar. Ünlü Fransız düşünür Michel Foucault’nun terminolojisine göre, bilgi üretimi ve idari gücün uygulanışı birbirine bağlıdır. Foucault’ya göre; bilgi ve “söylemsel pratikler” güç uygulama ve gücün etkilerini yayma usulleri olarak işlev gören sosyal ideolojilerdir.9 Foucault’nun bu görüşleri, sonraki düşünürler tarafından daha sert ve tartışmalı bir şekilde Batı Avrupa (Latince occidens’ten türeyen Occident, yani batı) ve Doğu arasındaki düşünsel ve kültürel etkileşim üzerinde uygulandı. Temel iddia, Batı Avrupa’nın ve Amerika’ya kadar uzanan bir tanıma sahip genel tabiriyle Batı’nın, Doğu üzerinde sadece sömürgeci ve emperyal bir egemenlik kurmadığını; ayrıca kendini maddi olarak gelişmiş ve üstün medeniyet seviyesine sahip olarak gören bir “Batı” ile bayağı, geri kalmış ve çağ dışı gördüğü “Doğu” arasında düşünsel ve estetik yolları kullanarak özcü, ontolojik ve epistemolojik açıdan katı bir ayrım yarattığını öne sürüyordu. İddianın sonucu, Batılıların Doğu toplumları ve politikaları hakkındaki araştırmalarının ve Doğu hakkında bilgi edinmek için yaptıkları incelemelerin her zaman Doğu üzerinde güç sahibi olmak arzusuyla ayrılmaz bir bağ içinde olduğunu gösterir.10 Bu sonuç, aslında kendini mazur görülemez bir şekilde küçük düşürmek demektir. Batılı bilim insanlarının Doğu toplumları ve Doğu politikaları hakkında sahip olduğu çarpık bakış açısının özü itibariyle, Doğu üzerindeki emperyal tahakkümün -dolaylı ya da direkt- bir ispatı olduğunu ima eder. Fakat yine de tartışma üzerinde analize giden objektif araştırmacılar, bu tartışmanın hem Batı’nın Doğu rejimleri hakkında sahip olduğu algının safdil bir karikatürü hem de söz konusu algı hakkında Giriş: Geçmiş Aslında Girizgâhtır 11 Doğu’ya dair sabit ve bayağı bir tasvirle yapılan temelsiz bir yorum olduğu çıkarımını kolayca yapabilir. En absürt örneklerden biri de Jean de Brunhoff tarafından 1931’de yazılmaya başlanan resimli çocuk kitabı Babar serisinin, Fransız kolonyalizminin çekiciliğine vurgu yapan emperyalist bir propaganda olarak görülmesidir. Batılı yazarların Doğu kültürünü, geleneklerini ve politik tavrını araştırmak, anlamak ve yorumlamak için kitaplar, makaleler, raporlar, gazeteler, günlükler ve araştırma mektupları aracılığıyla harcadıkları samimi ve dürüst emeklerin farkında olan herhangi biri için Doğu üzerinde yürütülen Batılı çalışmaların bir tür sömürgeci güç olduğunu tartışmak mantıksızdır. Var olan bilginin artırılması için yapılan katkılara karşı duyulan merak ve arzu, sömürgeci ya da gizli Batı hegemonyasının kültürel ve düşünsel formlarıyla eş tutulamaz. Kitapta görüşlerine yer verilen önemli Batılı yazarlar, ekseriyetle Edward Gibbon’un şu sözüne sadık kalmışlardır: “Bir tarihçinin görevi, bir mesele hakkında kendi kişisel görüşlerini dayatmak değildir.”11 Kimi zaman esrarlı bir bulanıklık içinde kalan Neo-Foucaultcu düşünce, geçmişten günümüze varlığını sürdüren, karmaşık ve zor olan yabancı kültürlerin anlaşılması ve yorumlanması süreci hakkında monolitik ve ikili bir görüş [monolithic and binary view] sunar.12 Bu düşünsel tartışmada verilebilecek en meşru cevap: Eğer kişi özcü, ön yargılı ve değişmez bir “Batı” ile saldırgan bir “Öteki”nin varlığı hakkında varsayımda bulunuyorsa, aynı zamanda eşit ölçüde basit ve özcü şekilde görülebilecek bir “Doğu”yu da dolaylı olarak varsaymış olur.13 Sunulan tekli ve ikili görüşler, Orta Doğu’nun tarihsel siyasi ve askerî realitesinin çeşitliliğini ve hem Avrupa’da hem de İslami coğrafyada farklı uluslar ve kültürlerin bir araya gelişiyle yaşanan değişim dönemlerini göz önüne almamaktadır. Bu görüşler, karmaşık bir dizi tarihi vaka ve çatışmanın sadeleştirilmiş hâlidir. “Batı” ve “Müslüman Doğu” arasında daimi bir çatışma olduğu iddiasında bulunma amacı gütmez. İslam toplumlarının yer aldığı çatışmaların çoğunda karşı tarafın da Müslümanlar olduğu hatırlanacaktır. Müslüman ülkeler ve Avrupalılar arasındaki ilişki sadece etkileşim ağının bir parçasıydı ve rakip Müslümanlar arasındaki karşılıklı ilişkiler genellikle daha önemli tutulmuştu. Örnek olarak; 16. ve 17. yüzyıllar arasında Sünni Os- 12 Şarkiyatçılık ve İslam manlılar ve Şii İran Safevileri arasında süren savaşlar çok daha yoğun ve kesintisizdi, Avrupalılar ile yaşanan çatışmalardan daha büyük bir önem arz ediyordu. Önceleri Haçlı Seferleri, Müslümanlar arası düşmanlıklar ve Bizans İmparatorluğu ve ondan daha tehlikeli olan 1258 Bağdat kuşatması, binlerce insanın öldürülmesi ve Abbasi Halifeliği’nin tarih sahnesinden silinmesiyle sonuçlanan 13. yüzyılın ortalarındaki Moğol saldırıları gibi mübrem dış düşmanlara kıyasla Müslüman yazarların ilgisini daha az çekmişti. Haçlı Seferleri o kadar göz ardı edilmişti ki Yeni Çağ’a kadar Haçlı Seferleri’nin karşılığı Arapça bir terim var olmadı. Tarihsel analizlere bakıldığında, jeopolitik nedenler sebebiyle değişen ittifaklar da görülmektedir. Fransa, Hapsburg Hanedanlığı’na karşı Osmanlı’nın yanında yer almış; Rusya, Müslüman Hanlarla ittifak yapmış; İran Safevi Hanedanlığı Batı’da ittifak arayışına girmiştir. Söz konusu tartışma, taraflı amaçlar doğrultusunda sürdürülmüş olsa da Batı’nın 19. ve 20. yüzyıllarda Orta Doğu üzerinde oldukça kısa süren hâkimiyetini tarihî ilişkilerin bir normu gibi ele almak yanlış bir yönlendirmedir. Neo-Foucaultcu düşüncenin bir başka sonucu da Bizans İmparatorluğu’nun öneminin küçümsenmesi ve hatta tamamen göz ardı edilmesi yönündeki eğilimdir. Roma İmparatorluğu’nun doğu kanadı olan Bizans İmparatorluğu, Byzantion şehrini kuran ve daha sonra 330 yılında kendi ismini vererek bu şehri yeni başkent olarak ilan eden I. Konstantin’in Hristiyanlığı kabul etmesinden itibaren Hristiyanlığı kabul etmişti. İmparatorluk, esasında 1453’e kadar varlığını sürdüren, ortak inanca sahip bir Akdeniz devletiydi. Bu sebeple neo-Foucaultcu düşünce, Bizans’ın birkaç yüzyıl boyunca Doğu Akdeniz’de egemenlik kurduğu ve bazı toprakları Müslümanların fethine bırakmak zorunda kaldığı savaşların yanı sıra, Müslümanlarla karşılıklı kültürel ve ekonomik ilişkiler içinde olduğu gerçeğini arka plana atar. Böylesi indirgemeci bir görüş Bizans’ın varislerinin, yani Yunanistan’ın, Ortodox Hristiyan Medeniyetinin, Rusya ve Slav dünyasının etkilerini de yok sayar. Söz konusu kültürler arasındaki değişken etkileşimin ve çapraz-döllenmenin [cross-fertilization] Avrupa’yla Müslümanlar ve Doğu arasındaki mütemadi rekabetle bir arada var olabileceğini kabul Giriş: Geçmiş Aslında Girizgâhtır 13 etmez veya inkâr eder. Uzun süredir süregelen durum bu şekildedir. İlk İslam hanedanlığı olan Emevi Hanedanlığı (661-750) Şam merkezli kurulmuştu; İran ve Irak’taki Zerdüşti Sasani Hanedanlığı’dan (224-651) olduğu kadar Bizans geleneklerinden de etkilenmişti. Francisco Goya’nın 1815’te gravür tekniği ile yapmaya bağladığı, İspanya’daki boğa güreşlerini betimleyen ve günümüzde Tauromaquia (Boğa Güreşi) olarak bilinen otuz üç baskılık seri üzerinde yapılan analizler, söz konusu kültürel etkileşim hakkında güncel ve kapsamlı bir bakış sunar. Bu gravürler, İspanya tarihi çerçevesinde Mağribîlere dair olumlu bir tasvirde bulunur.14 Goya’nın analizleri Müslümanların İber Yarımadası’ndaki dokuz yüzyıllık varlığının İspanyol yaşamının kimliğinin şekillenmesinde önemli bir role sahip olduğu ve Mağribîlerin İspanya’nın ulusal kimliğine yabancı değil, aksine onun bir parçası olduğu yönündedir. Bahsini ettiğimiz değişken kültürel etkileşim, sadece İber Yarımadası ve Sicilya’daki estetik alışveriş üzerinden değil, aynı zamanda Doğu ve Batı’nın çatışmalı zamanlarda dahi ortak değer olan kutsal ikonlar ve putlar üzerinden de gözlemlenebilir niteliktedir. Hans Holbein ve Van Dyck’in birkaç tablosunda İslami bir nesne olan seccade figürü göze çarpar. Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmed’in İtalyan sanatçılarla ilişkisi, Topkapı Sarayı’nda yer alan Avrupa stili mobilyalar ve İstanbul, Dolmabahçe Sarayı’nda kendini gösteren barok ve rokoko esintileri de diğer ünlü örnekler arasında gösterilebilir. Doğu ve Batı arasındaki sanat ve mimari alanındaki kültürel çapraz-döllenme, kültürel mutabakat ve uyum ilişkisi, iki taraf arasındaki geçirgen sınırlar ve ortak girişimleri resmetmektedir.15 Benzer bir örnek de 10. ve 13. yüzyıllar arasında İspanya’daki Endülüs kültürü ve Müslüman, Yahudi ve Hristiyan düşünürler arasındaki kültürel çapraz-döllenmedir. Başta Toledo olmak üzere İspanya’da ve diğer Avrupa ülkelerindeki Batılı bilimciler, İslam dünyasına ait matematik de dâhil birçok bilimsel konulu metnin Latince çevirilerinden yararlanıyordu. Doğu’ya ait fikirlerin Avrupa’daki Rönesans’a nüfuz etmiş olduğu, tarihçiler tarafından not düşüldü. William McNeill o yıllarda şöyle yazmıştı: “Batılılar, Müslümanların çok yönlü bir akla ve Latincedekinden çok daha üstün bir bilgi birikimine sahip olduklarını öğrendiler.”16 14 Şarkiyatçılık ve İslam Bu iki kültür arasındaki karmaşık etkileşimin önemli bir örneği; Konstantinopolis yani bugünkü ismiyle İstanbul’daki dokuz yüzyıl boyunca kilise, beş yüzyıl ise cami olarak kullanılmış olan, bugün ise müze işlevi gören Ayasofya Kilisesi’dir (Kutsal Bilgeliğin Büyük Kilisesi). Bugünkü ismiyle Ayasofya Müzesi’nin duvarlarında, Bizans döneminden Hristiyanlara ait mozaikler ve Muhammed ile ilk dört halifenin isimlerinin Arapça altın harflerle yazıldığı büyük yeşil panolar asılıdır. Bu etkileşimin özel formlarda yaşandığı da olmuştur: Zengin, frapan ve tuhaf bir kişiliğe sahip İngiliz yazar ve politikacı William Beckford, 18. yüzyılda Madrid’de bulunduğu bir dönemde Muhammed isimli genç bir Müslüman ile aşk ilişkisi yaşamıştı. Müzisyen, maceracı, Napolyon’un arkadaşı ve sonradan daha tanınmış bir besteci olacak Gaetano Donizetti’nin kardeşi Giuseppe Donizetti’nin 1827’de Osmanlı’nın askerî bandosu Musika-i Hümayun’a şeflik yapması da dikkat çeken örneklerden biridir. Doğu ve Batı arasında yüzyıllar boyunca değişken bir politik ve askerî güç dengesi var olmuştur. Savaş ve iki tarafta da görülen dinî ateşliliğin yarattığı düşmanlık ve rekabet dönemlerinden sonra, ufak çaplı çatışmaların devam ettiği ve Batılı hükümdarlar tarafından Osmanlı İmparatorluğu’na aslında tazminat olan vergilerin ödendiği düzenlemeler yapılan barış süreçleri gelmiştir. Barışın hâkim olduğu dönemlerde ticari düzenlemeler, taraflar arasında sıkça gerçekleştirilen anlaşmalar ve diplomatik temaslar yapıldı. Osmanlı tarafından bazı Avrupa ülkelerine ticari, ekonomik ve diplomatik ayrıcalıklar sağlayan “en çok kayırılan ülke” [en ziyade müsaadeye mazhar Millet] düzenlemelerinin ilk hallerini içeren kapitülasyonlar verildi ve antlaşmalar yapıldı.17 Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihi, tüm bunların yanı sıra iç ve dış çatışmalar, yüzyıllar boyunca devam eden ve böylece Batı ile kültürel, politik ve ekonomik temaslar kurulmasına sebebiyet veren sürekli evrimlerle doludur. Batı’nın Doğu’ya dair yorumu hakkında yapılan eleştirilerin büyük bir bölümü, Batı tarafından Doğu’nun sanat, edebiyat, müzik, tiyatro ve sineması hakkında yapılan tasvirler etrafında toplanmıştır. Bu tasvirler Doğu yaşamını egzotik şekilde resmeden, tartışmalı ve küçük düşürücü davranış şekilleri üzerinde gereğinden fazla durmakla, rönt- Giriş: Geçmiş Aslında Girizgâhtır 15 genci olmakla eleştirilmiştir. Bu kanaatteki eleştirmenler Doğu’nun özellikle 19. yüzyılda sanat alanında, erotizm, işkence ve bolluk gibi temalarla resmedilen büyüleyici ve dikkat çekici bir sahne olarak tasvir edildiğini ileri sürmektedirler. O dönemin Batı sanatında Doğu yaşamını erotik uyarılmalar, kadınlar ve özellikler haremdeki şehvet dolu ortama dair fanteziler ve egzotik tasvirlerle betimleyen bir anlatım vardı. Örnek vermek gerekirse; Eugène Delacroix’nin Sardanapal’in Ölümü ya da Jean-Léon Gérôme’nin Yılan Oynatıcısı isimli tablolarını inceleyen kimse bunu inkâr edemez. Yine de bir yanda bu iki tabloda sergilenen yaklaşım ve duyarlılığın doğruluğu kabul edilebilirken, diğer yanda emperyalizm ideolojisinin aktif bir ögesi oldukları da tartışılmaktadır. Bu eserlerin değeri, estetik nitelikleri ve tarihsel önemleri açısından daha hakkaniyetli bir şekilde tayin edilmelidir. Batı’nın sanatsal tasvirleri hakkında yapılan genel eleştirilerde geçerliliğini koruyan bir dizi nokta mevcuttur. Doğu’daki yaşam hakkında sundukları özellikle egzotik ve erotik temalar açısından eleştirilen bu sunumlar, Batı sanatında uzun yıllar boyunca var olmuş ve günümüzde de devam eden, Batı’daki yaşama ait yüzlerce imgeden farklı değildir. Odalık ile Köle adlı tablosundaki harem sahnesi yüzünden eleştirilen ama bunun yanında Doğu ile ilgili olmayan başkaca önemli tablolarında benzer şekilde nü kadın figürlerini resimlemiş olan Ingres örnek olarak gösterilebilir. Buna ek olarak, Doğu yaşamını resmeden imgeler Batı’nın Doğu üzerinde siyasal güç uygulama arzusuyla alakalı değildir. 19. yüzyılın ilk yıllarında David Roberts ve David Wilkie’nin örnek gösterilebileceği birçok kişi arkeolojik ve topografik unsurlara temas etti. Hatta Delacroix, 1840’larda on yıl boyunca Kahire’de yaşayan John Frederick Lewis, Eugène Fromentin ve sonradan Müslümanlığı seçen Etienne Dinet’nin bazı tablolarında açıkça görülebildiği gibi, Müslümanların gerçek hayat tecrübelerine de değinildi. Diğer resimlerdeki tasvirler ise tarihî olaylar ve kişiler, manzaralar, Auguste Renoir’in yaptığı gibi parlak bir güneşle aydınlanan sokaklardan görüntüler ve çorak toprak rengidir. Eğer 19. yüzyıl Fransız sanatında sözde egzotik Doğu imgesine karşı yoğun bir ilgi varsa; artık kaybolmuş gerçek Müslüman kültürüne ait imgeler de bulunmaktaydı.18 Batı sanatındaki bu tasvirler hakkında yapılan eleştiriler, Doğu ve Batı arasındaki büyük öneme sahip kültürler arası sanatsal ilişkiyi yok saymak- 16 Şarkiyatçılık ve İslam tadır. Alman tarihine bakıldığında, 1866’da Berlin’de inşa edilen Neue Sinagogo (Yeni Sinagog) bu kültürler arası ilişki ve Arap etkisinin önemli bir göstergesi olarak karşımıza çıkar. Granada’daki El Hamra Sarayı’nda hâkim olan Fas mimarisini andırmaktadır. Sinangog 1938 yılında Naziler tarafından kutsal karakterinden yoksun bırakıldıktan (desecration) ve 1943’te de Müttefikler tarafından bombalanıp tahrip edildikten sonra 1995’te orijinal hâline uygun şekilde kısmi olarak restore edildi. Başta mimari olmak üzere sanat tarihi göstermektedir ki; söz konusu bölgeler İslami güçler tarafından fethedildikten sonra, İspanya ve Konstantinopolis’deki sömürge güçlerinin kültürünün özümsenmesi Müslüman toplumlara yarar sağlamakla kalmamış, ayrıca Doğu Rönesans’tan itibaren sanatçılar tarafından daha sempatik bir yaklaşımla betimlenmiştir. 1479’dan 1481’e kadar İstanbul’da yaşamış olan Gentile Bellini’nin günümüzde Londra Ulusal Galerisi’nde sergilenen Fatih Sultan Mehmed’i resmettiği muhteşem tablosu, bu sempatik yaklaşımın belki de en bilindik örneğidir. Tablo, sultanın Venedik dükünden bile daha güçlü bir hükümdar olarak resmedildiği Doğu’ya özgü ikonik bir görsel hâline gelmiştir. Doğu yaşamının Bellini üzerindeki etkisi oldukça dikkat çekicidir. Venedik’e geri dönen Bellini Doğu’ya özgü kıyafetler giymeye devam etmiştir. Geleneksel olarak Bellini’ye atfedilmişken artık Louvre müzesinde imzasız bir eser olarak sergilenen The Reception of the Ambassadors adlı tablo, sultanı ziyarete gelen bir grup soyluyu tasvir ediyordu. Aynı yıllarda, başka bir İtalyan sanatçı, Constanzo da Ferrara, Venedikli sanatkârları sarayında çalışmaları için davet eden sultanın bir madalyonunu yaptı.19 Melchior Lorchs ise 1536’da Muhteşem Süleyman’ın gravürünü yaptı. Sonuç başarılı olmasa da Leonardo da Vinci ve Michelangelo’nun Osmanlı sarayına getirilmesi için girişimlerde bulunuldu. Bu girişimler, özellikle 1530’lu yıllara kadar Avrupalı sanatçıların yaptığı gönüllü hamiliğin kaynağı oldu. Söz konusu sanat hamiliği büyük bir ölçüde Konstantinopolis’in 1453’teki fethi ve Müslümanların Roma ve Konstantinopolis’i tekrar bir araya getirmek için duydukları coşkun hevesle birlikte, Osmanlıların dünya tarihindeki rol ve itibarlarının gelişme gösterdiği yönündeki algılarının bir sonucuydu. Giriş: Geçmiş Aslında Girizgâhtır 17 Vittore Carpaccio, Giovanni Mansueti, Lorenzo Lotto, Piero della Francesca ve Bartolomeo Bellano gibi birçok önemli Rönesans dönemi sanatçısının eserlerinde İslami sahnelerin, kostümlerin ve lüks tüketim ürünlerinin ön plana çıktığı Doğu anlatıları ve İslam dünyasına ait yöneticilerin portreleri mevcuttur.20 16. yüzyıl sanat ve edebiyat eserleri üzerine yapılan önemli analizler, Batı’da hâkim olan emperyalist Avrupa-merkezcilik üzerine kurulu Doğu algısının yabancı ve farklı bir “Öteki” kavramını içerdiği yönündeki tartışmalara itiraz niteliğindedir. Aksine Edmund Spenser’in Periler Kraliçesi adlı şiiri, Carpaccio’nun Aziz George’u resmettiği tabloları, Benozzo Gozzoli’nin Floransa’daki Adoration of the Magi freskleri ve Hans Holbein’in Elçiler (1553) isimli tablosu gibi tasvirleri kullanarak, 16. yüzyıla ait kültür eserlerinin “Doğu ve Batı arasında var olan ilişkiyi” ortaya koyduğunu ileri sürmektedir.21 16. yüzyılın ikinci yarısında Türk halılarının Batı imitasyonları ve resmi kraliyet portresi, taç, altın miğfer, kraliyet asası ve gobleni gibi Batı’ya özgü prestij sembollerinin Osmanlılar tarafından kullanılması, bu ilişkinin özü itibariyle karşılıklı olduğunun göstergeleridir. Bu nevi ikonografik ögeler Osmanlı gücünün propagandası olmuştur.22 Alman Gustav Bauernfeind ve Avusturyalı Rudolf Swoboda gibi 19. yüzyıl Avrupa sanatçıları Doğu’daki yaşamı resmederken, Türk sanatçı Osman Hamdi Bey de İstanbul Hanımefendisi isimli tablosunda Batı tarzını benimsemiştir. İslam sanatının boş yüzeyleri çekici desenler ve hat sanatı ile süsleme özelliği Batılı sanatçılarının beğenisini topluyordu. Batı rokoko tarzının bazı köklerinin, Avrupa’da özellikle gravürler, metal objeler, çömlekçilik, dokumacılık ve mücellitlik ile yayılan arabesk tarzından geldiği tartışılan bir konudur. Veronese, 1832’de Fas’a yolculuk yapan Delacroix, Gérôme, Chassériau, Rogier, Ingres ve yakın tarihe gelecek olursak Kandinsky ve Matisse gibi büyük sanatçıların yanı sıra, bilinirliği görece daha az olan birçok başka sanatçı da Doğu ve İslam kültüründen etkilenmiştir. Rembrandt, Hindistan minyatürlerini biriktiriyor ve taklitlerini yapıyordu. Avrupalı sanatkârlar Doğu’ya özgü tarzlara, desenlere ve tekniklere özeniyor; Doğu motiflerini benimsiyor; metal ve cam işçiliği, deri ürünleri, kakmacılık (pirinci altın ve gümüşle kaplama), ebru sanatı (kâğıt süsleme), porselen heykelcikler ve marküteri gibi teknikleri Avrupa’ya taşıyordu. İran’daki sanatkârla- 18 Şarkiyatçılık ve İslam rın dokuma, seramik, tabaklama, taş yontma ve diğer birçok teknikte üstün olduklarını kabul ediyorlardı. Avrupalılar Hint kumaşı, Çin ipeği, Japon verniği ve panolardaki ince zevkin de farkındaydılar. Venedik’teki San Marco Bazilikası ve Düka Sarayı; Brigton, İngiltere’deki Kraliyet Pavyonu; Dubrovnik gibi şehirler ya da Londra’daki Kraliyet Botanik Bahçeleri, Doğu motifi ve tekniklerinin Batı tarafından benimsenmiş olduğunun örnekleridir. Benzer şekilde, müzikal besteler de Doğu’ya karşı duyulan hayranlık ve korkuyu gözler önüne sererken aynı zamanda Doğu ve Batı arasındaki karmaşık ve değişken ilişkiyi, birçok örnekte olduğu gibi Müslüman hükümdarların cömertliğini de yansıtmaktadır. En bilindik operalarla bu konuyu örneklendirebiliriz: Mozart - Die Entführung aus dem Serail (Saraydan Kız Kaçırma) ve Die Zauberflöte (Sihirli Flüt), Delibes – Lakmé, Borodin – Prince Igor, Rossini – Semiramide, Verdi – Aida ve Nabucco, Berlioz – The Throjans at Cathage, Bizet – Djamileh (Cemile Operası) ve The Pearl Fishers (İnci Avcıları), Saint-Saen – Samson and Delilah, Puccini – Turandot ve The Madame Butterfly. Mozart’ın birkaç operasında Doğu’da Aydınlanma’ya karşı gösterilen hassasiyete değinilmektedir: Seraglio uvertüründe, Selim Paşa Batılı tutsaklara özgürlüklerini geri veren, şefkatli ve asil tavırlarıyla tutsakların duygusal ufkunu genişleten erdemli ve yüce gönüllü biri olarak tasvir edilir. Yine Mozart’ın bestelediği Cosi fan tutte’de (Bütün Kadınlar Böyle Yapar), sevgililerinin Müslüman bir Arnavut gibi kılık değiştirmesinden etkilenen iki kadın karakter vardır. 17. yüzyılın sonlarından itibaren Batılı hükümdarların Osmanlı’daki müzikal aletler ve teknikleri, perküsyon vurmalılarının ritimlerini (türk vurmalıları) ve mehter takımını kendi askerî müziklerine dâhil etmeleriyle birlikte Batı ve Doğu arasındaki kültürel etkileşimin müzikal tasviri de gerçekleşmiş oldu.23 Batı balesi ve operalarında Türk tarzı müzikler yer aldı. En bilinen örneği de Rameau’nun 1735 yılına ait eseri Les Indes Galantes (Yürekli Hintliler) oldu. Batı müziğindeki Doğu etkisi 18. yüzyıldan Stravinsky, Holst, Britten ve Messiaen’e kadar son üç yüz yıldır birçok Batılı bestecinin eserlerinde gözlenebilir durumdadır. Bu besteciler yapıtlarını Doğu müziği, farklı serbest akortlar, enstrümantal renklilik ve karışık ritimlerle birleştirmiştir. Giriş: Geçmiş Aslında Girizgâhtır 19 Batı edebiyatı zalim hükümdarların, Tümurlenk’ın ve İslam’ın anlatıldığı, başta Türkiye gelmek üzere birçok Doğu ülkesini konu alan hayal ürünü masallar ve negatif imgelerle doludur. Yine de Aristo, Molière, Racine, Marlowe, Shakespeare, Dryden, Byron, Chateaubriand, Flaubert, Oliver Goldsmith ve Horace Walpole gibi önde gelen yazarların hem negatif hem de pozitif şekilde Doğu’nun etkisine girdiğini hatırlamak faydalı olacaktır. Pozitif etkilerden birine eğlendirici bir örnek olarak Molière’in 1670’de yazdığı komik-opera Kibarlık Budalası gösterilebilir. Türkçe bir kesitin olduğu oyunda, hırslı karakter Mösyö Jourdain kızının, Türk olduğu düşünülen sultanın oğluyla evlenmesine mutlulukla rıza göstermektedir. Voltaire’in Candid (İyimserlik) adlı eserinde başkarakter, ihtiyar bir Müslüman’ın öğüdüyle Konstantinopolis’e gidip huzur bulur. Neredeyse iki yüzyıl sonra ise Sir Walter Scott Tılsım’da Sarazen Emir’in davranışları hakkında Hristiyan şövalyeden daha pozitif şekilde bahseder. Fakat özellikle Daniel Defoe’nun esinlendiği Giovanni Paolo Marana’nın Bir Türk Casusunun Mektupları (1684), Montesquieu’nün İran Mektupları (1721) gibi sözde seyyahların eserleri ve nadiren de olsa Şehvetli Türk (1828) gibi pornografik eserler de Batı edebiyatının bir parçasıdır.24 Bu noktada Defoe’nun eseri Robinson Crusoe’nun, ıssız bir adada tek başına yaşayan bir adamın yaşamını anlatan felsefi bir Arapça romanın İngilizce çevirisinden esinlenmiş olması ilginçtir. Birçok Avrupalı yazar, Doğu’nun Hristiyan değerleri ve Avrupa hayatıyla çeliştiği görüşündeydi. Doğu’ya daha olumlu bir açıdan bakan ılımlı Montaigne bile “dünyanın en güçlüsü” olan Türkiye Devleti’ni, insanlara silaha saygı duyarken edebiyatı küçümsenin öğretildiği ve hükümdarların sözlerini tutmayan zalim fatihler olduğu bir yer olarak görüyordu.25 Bütün bunlara rağmen sanat, müzik ve edebiyattaki egzotik tasvirleri ya da negatif görüşleri Batı dünyasında geçerli olan nihai Doğu imajı olarak ele almak demek, sadece pozitif bir yaklaşımla kaleme alınmış metinleri değil, bilgi, bilim ve söz konusu coğrafyanın anlaşılması için bilgi sahibi Avrupalılar, tarihçiler, filologlar ve titizlikle çalışan araştırmacı seyyahlar tarafından yapılan önemli katkıları da göz ardı etmek ve küçüksemek demektir. Üstelik bu kişiler iktidar ilişkileri ve sömürgeci otoriteyle alakası olmayan, hiçbir ideolojik çerçeveye 20 Şarkiyatçılık ve İslam dâhil olmadan gerçeğin peşinde koşan insanlardı. Birbirinden farklı aşamalarda çeşitli metotlar kullanarak bilgi topladılar. Aşina oldukları Doğu ülkelerinin geçmişleri ve o günkü durumları hakkında güvenilir tarihsel araştırmalar yaptılar, kişisel gezi ve gözlemlerini dürüstçe raporladılar ve gözlemledikleri ülkelerdeki insanların sözlü gelenekleri hakkında bilgi edindiler. Doğu ile kişisel temas ve ilişkileri konusunda ve Doğu hakkında Avrupa’da artmakta olan bilgi birikimi hakkında, Arnaldo Momigliano’nun “Heredotçu yaklaşım” olarak adlandırdığı şekilde güvenilir, dürüst ve nesnel bir yol izlediler.26 Aşağılayarak, negatif bir dil ve kalıplaşmış yargıları kullanarak Batı’daki çalışmaların ve Doğu toplumları ve kültürleri hakkında yapılan tasvirlerin bu toplumlar üzerinde düşünsel ve politik bir hegemonya kurmak amacıyla ilerleyen kişilerin ön yargılı yorumları olduğunu iddia eden eleştirmenler olmuştur. Bu eleştirmenler, Batı’nın Doğu’ya dair geliştirdiği karmaşık yaklaşımları yok saymışlardır. Gerçekçilikten uzak şekilde Batı patolojisi olarak betimlenen lütuflara ve kaçınılmaz Doğu düşmanlığına karşı mücadele içinde olan Batılı yazarların geniş, çeşitli ve eklektik bir yelpazeye sahip görüşlerine aldırmamışlardır. Söylemlerinin niteliği genellikle monolitik olan bu eleştirmenler, 18. yüzyılın ikinci yarısında hem İngiltere hem de Fransa’da Batı’nın Doğu’yu anlamasına yardımcı olmak için Doğu’nun tarihi, arkeolojisi, dili, edebiyatı, kültürü, sosyal ve dinî yaşamı derslerini alan öğrencileri tanımlamak için üretilmiş, önceleri saygın bir anlama sahip şarkiyatçı terimini aşağılayıcı bir terime dönüştürmekte başarılı oldular. Kimi zamanlar da bu kelimeyi polemikçi karartmalar için politik bir araç olarak kullandılar. Bu eleştirmenler hac yolcuları, tüccar ve seyyahlara ait gözlemlerin ve konuya hâkim şarkiyatçılarca yazılan metinlerin Batı’nın Doğu üzerindeki emperyalist ve sömürgeci çıkarından bağımsız olabileceğine, bu kişilerin yabancı bir coğrafya hakkında doğal bir merakla nesnel bir bilginin peşinde empatiyle ve kendi ülkeleri ya da genel olarak Batı’nın tümündeki politik, ekonomik, dinî hususlarda kıyas yapma arzusuyla hareket edebilecekleri gerçeğine ihtimal vermezler.27 Batı sahip olduğu bilim, tıp ve felsefe yöntemleri ile araçlarını Doğu’dan almıştı ve bunu kabul de etti. Avrupalılar İslam dünyasına ait bilimsel Giriş: Geçmiş Aslında Girizgâhtır 21 bilgileri Arapça eserlerin Latince çevirisi yoluyla elde ettiler. İspanya’da, Müslüman Mağribîlerin egemenliği altındaki Toledo ve Cordoba şehirleri kayda değer düşünce merkezleri hâline geldi. Robert Schwoebel dikkat çeken eserini, sadece Türkler hakkında yazılanların kabul edilebilir olduğunun değil, aynı zamanda bir kültürün o topluma ait olmayan bir yabancı tarafından da başarıyla araştırılabileceğinin Rönesans döneminde birçok farklı kişi tarafından ispatlandığını öne sürerek sonlandırır.28 Birçoğu alışılmadık karakterler olan, Doğu ve İslam konulu çalışmalara katkıda bulunmuş önemli Batılı araştırmacılar hakkında yapılacak basit bir liste bile etkileyici olacaktır.29 İlk örneklerden biri, 12. yüzyılın ilk yarısında Muhammed hakkında yapılmış ilk objektif araştırmayı derleyen, Vaftiz edilmiş Pedro de Alfonso’ydu. Orta Çağ İspanyası’ndaki kayda değer bilim dünyasından başlarsak, Paris’teki, tanınmış bir bilim insanı ve ilginç bir mistik olan Guillaume Postel (1539); Oxford’daki Edward Pococke (1638); Cambridge’deki, Arap filozofların ve teologların eserlerini çeviren, Sarazenlerin Tarihi’nin yazarı Simon Ockly (1711); Utrecht’teki, İslami kaynaklardan bilgilerle İslam üzerine yayınlar çıkaran Adrien Reland (1701); Paris’teki, sert bir Jansenist filolog olan Silverstre de Sacy (1795) gibi Arapça konusundaki kürsü sahipleri de listeye eklenecektir.30 Arapça ve Türkçe yazılmış eserler ve el yazmalarının bir araya getirildiği engin bir bibliyografya olan ve Antoine Galland tarafından yazarının ölümünden sonra 1697’de tamamlanan Bibliothèque Orientale’in 1709 Paris’inde Arapça profesörü olan, Binbir Gece Masalları’nın çevirmeni ve Doğu dilleri öğrencisi yazarı Bartélemy d’Herbelot de Molainville ve 1784’te kurulan Bengal Asya Cemiyeti’ne başkanlık yapan Sanskritçe ve Hint-Avrupa dilleri öğrencisi William Jones gibi 1529’da kurulan ve daha sonra ismi Collège de France olarak değiştirilen Collège Royal’da Doğu çalışmaları eğitimi alan bilim insanları da bu listeye eklenebilir. Batı’nın katkılarına örnek vermek gerekirse; William Jones’un Asya toplumları, onların tarihleri ve eski eserlerinin bilimsel analizinde önemli bir rol oynadığını düşündüğü Asya Cemiyeti’ni kurması örnek gösterilebilir. Cemiyet, Asya’nın bilimsel başarıları, edebiyatı ve sanatının yanı sıra bölgedeki idari ve dinî kurumları da araştırmak 22 Şarkiyatçılık ve İslam için kurulmuştu. Bu katkı kabul gördü. Yüz otuz yıl sonra, henüz yapılanmış olan Hindistan Bilim Kongresi’nin başkanı, Jones ve cemiyet için “bu ülkedeki her türlü bilimsel çalışmanın başarısı ve gelişimi için ilham veren en önemli kaynak” tanımını yaptı.31 Uzman bilim insanlarınca son iki yüzyıl boyunca yürütülen çalışmalar ve Orta Doğu hakkında özel araştırmalara yer veren yayınlar ve derneklerin ortaya çıkışı da en az Jones’unki kadar etkileyici olan katkılardır. Bu bilim insanlarının bir kısmı, Araplara ve İslami meselelere oldukça sempatik bir bakış açısıyla yaklaşmaktadır: Mısır Milliyetçiliği ve İran’ın bağımsızlığı için yürütülen kampanyalarla ilişkili olan İngiltere dış politikası eleştirmeni Edward G. Browne; Arap milliyetçiliğini destekleyen W. S. Blunt; Filistin halkını destekleyen Louis Massignon; Batı’nın İslam hakkındaki karalama kampanyalarını ve Mısır üzerindeki Batı denetimini eleştiren Ignaz Goldziher bu isimler arasındadır.32 Bölge üzerine yoğunlaşan ilk temel Batılı yayın, Avusturyalı Josef von Hammer-Purgstall (1774-1856) tarafından kurulan Fundgruben des Orients olmuştur. 1821’de Paris’te Société Asiatique kurulmuş ve iki yıl sonra Journal Asiatique yayın hayatına başlamıştır. Benzer dernek ve yayınlar 1823 ve 1834’te İngiltere’de, 1842’de Amerika’da ve 1847’de de Almanya’da ortaya çıkmıştır. Batı bilim dünyasının tamamı, Araplara ve İslami meselelere sempatiyle yaklaşmasa da bölgenin bilimiyle gerçek anlamda ilgili olmuştur. Teknik olarak Osmanlı eyaleti olsa da Mısır’ın yönetimini elinde tutan Memlük lideri Murad Bey’e karşı elli beş bin kişilik orduyla savaşmaya giden General Napalyon Bonaparte’nın 1789’da Mısır’ı istila edişinin sonucu, bu duruma verilebilecek önemli bir örnektir. Expédition d’Egypte olarak adlandırılan bu istilanın amacı, ülkenin kontrolünü ele geçirmek, İngiltere ile ilişkileri ve ticareti baltalamak ve İngiltere’nin Hindistan’a giden rotasını engellemekti. Daha idealist bir gözle bakacak olursak; Bonaparte 1517’den beri Osmanlı egemenliği altındaki Mısır halkına yaptığı duyuruda İslam’ın savunucusu olduğunu, halkı bu despot yönetimden kurtarmak için geldiğini ve o zamanlar Paris’ten daha büyük bir şehir olan Kahire’yi modernleştirmek için çalışacağını söylemişti. Kutsal Topraklardaki Tabor Dağı’nda Memlukleri mağlup eden General, li- Giriş: Geçmiş Aslında Girizgâhtır 23 man şehri Akra’yı ele geçirmeyi başaramadı. 335 gemilik donanma, 1798 Ağustos’unda Horatio Nelson komutasındaki İngiliz filosu tarafından Nil Nehri boğazında bozguna uğratıldı. Bonaparte politik kurumlar, sağlık hizmetleri, vergiler ve posta sisteminde reformlar yaptı. Fakat yine de bu “sefer” sıklıkla askerî açıdan başarısız ve nitelik olarak düşmanca, emperyalist bir macera ve Fransızların Orta Doğu ya da başka topraklardaki geri kalmış toplulukları medeniyetle tanıştırma konsepti mission civilisatrice, yani Medenileştirme Misyonu’nun habercisi olarak görüldü. Tüm bunlara rağmen, ortaya çıkan sonuçlardan biri Description de l’Egypte (1809-1828) oldu. Mısır toplumu, arkeolojisi ve eski eserleri, demografisi, tıbbı, sosyolojik meseleleri ve coğrafyası hakkında doğru ve detaylı bilgiler içeren on ciltlik açıklayıcı metinler ve on üç ciltlik oyma folyo yapraktan oluşan bu sıra dışı yayın, saygın kimyacı Claude Berthollet ve Bonaparte’ın alayına eşlik eden ünlü matematikçi (ismini hâlâ Kahire sokaklarında görmek mümkündür) Gaspard Monge dâhil olmak üzere dönemin önde gelen 150 bilim insanı, sanatçısı, mühendisi ve mimarı tarafından hazırlandı. Objektif hiçbir eleştirmen, bu çalışmanın emperyalizmin kuklası olduğunu ya da Batı’nın ideolojik bir yaklaşımla Doğu’ya dair ön yargılı bir hayali portre çizmek için bu yayını kullandığını söyleyemez.33 Bu istisna bilimsel çalışma, deneysel gözlemlere ve taksonomiye dayandırılmıştır. Günümüzde çağdaş Eski Mısır Bilimi’nin temeli olarak görülmektedir. Ülkedeki takip eden arkeolojik çalışmalar için zemin sağlamıştır. Müslümanlar tarafından unutulmuş İslam öncesi dönemin yeniden canlandırılması hakkında büsbütün daha geniş sorular yöneltmiştir. Söz konusu yeniden canlanma, büyük ölçüde Batılı şarkiyatçıların ve sonrasında da Batılı seyyahların başarısı olmuştur. 1799’da hiyerogliflerin çözülmesinde kilit nokta olmuş ve iki yıl sonra İngiliz birliklerince ele geçirilecek olan Rosetta Taşı’nı (Reşid Taşı) keşfeden, kazıyla Karnak harabelerini ortaya çıkaran ve Kahire’deki Mısır Enstitüsünü kuran Fransızlar olmuştur. Enstitünün beyan edilen amaçları Mısır’daki aydınlanmayı geliştirmek ve yaymak; Mısır’daki endüstriyel, tarihî ve doğal fenomenler hakkında çalışma yapmak, yayınlar çıkarmak ve istendiği takdirde Fransız hükûmetinin görüşlerine başvurmaktı. 24 Şarkiyatçılık ve İslam Doğu’nun Tarihsel Bağlamı Kitapta yer verilen yazarların Doğu hakkındaki gözlemleri birbirinden farklı tarihsel süreçlere dayanmaktaydı. Kimilerinin tanıklığı Osmanlı İmparatorluğu’nun yükseliş döneminde; kimilerininki ise imparatorluk Doğu Akdeniz Bölgesi’ndeki donanma hegemonyasını kaybettiğinde ve 1683’te Viyana kapısında durdurulduğunda, Akdeniz’in artık yüzyıldan fazla bir zamandır süregeldiği gibi Osmanlı gölü olmadığı gerileme döneminde gerçekleşmişti. Ayrıca Hindistan ve Cezayir’deki Müslüman toplumlarla da ilgileniyorlardı. Yazarlarımızın görüşleri, farklılık gösteren bu tarihsel bağlamda ele alınmalıdır. Batı’nın Doğu İslam dünyası üzerindeki ilgisi kitapta yer alan altı temel yazarın, seyyahların ve gözlemcilerin ait olduğu çağdan çok daha eskiye dayanan bir korkuyla beraber var olmuştu. İslam’ın ortaya çıkışı, Bedevi savaşçıların Arabistan’da bir birlik hâlini alması ve kazandıkları askerî zaferlerin sonucunda Avrupalılar, en azından Osmanlı İmparatorluğu’nun 17. yüzyılın sonlarına denk gelen gerileme dönemine kadar sürecek ahlaki, düşünsel, dinî, siyasi ve askerî birçok çeşitli açıdan Doğu’nun kendileri için bir tehdit oluşturacağını anladılar. Bu korku ve endişenin izlerini, günümüzde Ürdün ve Suriye arasındaki sınırı oluşturan Yermük’te yaşanan Yermük Savaşı’nda (636) İslam halifesinin Bizans Roma İmparatorluğu güçlerini yenilgiye uğrattığı erken dönemlere kadar sürmek mümkündür. Ertesi yıl Kadisiye Savaşı’nda da Persler yenilgiye uğratılmıştır: Bu zafer 1980’deki İran – Irak savaşında Saddam Hüseyin tarafından dikkat çeker şekilde anımsatılmıştı. Arap Yarımadası dışında gerçekleşen İslami zaferlerin ilk dalgası, İslam’ın Filistin, Suriye, Mezopotamya, Mısır, İspanya ve Kuzey Afrika gibi Hristiyan coğrafyalarda hızla yayılmasına yol açmıştır. Müslüman kuvvetler İran, Orta Asya ve Hindistan’a kadar ilerlemiştir. 711’de Cebelitarık Boğazı’nı geçerek İberya’yı istila etmiş, 720’de de büyük bir kısmını Hristiyanlardan almışlardır. İberya’nın tamamının tekrar Hristiyanların hâkimiyetine geçmesi 1492’ye kadar gerçekleşmeyecektir. 9. yüzyılda Sicilya fethedilmiş ve Güney İtalya’nın bazı bölümleri kontrol altına alınmıştır. İslam Peygamberi Muhammed, kısa süren halifeliği süresince İslam’ın askerî yollarla idame ettirilip yayıldığı ve sonraki dönemlerde Giriş: Geçmiş Aslında Girizgâhtır 25 Müslüman hükümdarlar ve düşünürler tarafından model olarak alınan bir devlet kurdu. Erken dönem İslami fetihlerin yarattığı bu tehdit Hristiyan dünyasınca çabuk anlaşıldı. İslam ve sahip olduğu güce karşı dile getirilen ilk kritik söylem Aziz Muhterem Bede olarak bilinen Anglosakson rahip tarafından gerçekleştirildi. Muhtemelen 732’de Poitiers’de Charles Martel tarafından kazanılan zaferden bahseden Bede, “Sarazenlerin (Müslüman kuvvetler) akını Galya’yı dehşet verici bir bozgunla harap etti. Fakat çok geçmeden kötülüklerinin cezasını aynı ülkede ödediler.” demişti.34 Başkan Lincoln yaptığı ilk açılış konuşmasında, “her savaş meydanından ve her yurtsever mezarından, yaşayan her kalbe ve tüten her ocağa uzanan mistik anılar tınısı”ndan bahsedecekti. Muhammed’in, müritlerine inanmayanlara İslam’ı kabul ettirene kadar savaşmalarını emrettiği 7. yüzyıla kadar geçmişe uzanan bu tınılar Usame bin Ladin ve ekibin 1998’de yaptığı Müslümanları Amerika ve müttefiklerine karşı her yerde mücadeleye çağıran ve özellikle 636’daki Yarmuk zaferine göndermede bulunan bildiride açıkça yer alıyordu. Birçok Müslüman, geçmiş zaferlere yapılan bu ima ve göndermenin öneminin farkındaydı. Benzer şekilde, Lübnan’da son yıllarda rakip gruplar arasındaki ölümcül çatışmalarda atılan “Yolundayız, Hüseyin!” sloganları, peygamberin torunu İmam Hüseyin’in 680’deki katlinin referansıdır. 20. yüzyılda Saddam Hüseyin, takdir toplayan Kudüs fatihi Selahaddin Eyyubi’yi bir kahraman olarak idolleştirmiştir. Tarihçiler hâlâ, Doğu’da Çin’deki Tang hanedanlığının sınırlarına kadar yaklaşan ve Batı’da günümüzde Fransa toprakları olan bölgenin Merovenj prensleriyle savaş hâlindeki Müslüman kuvvetlerine ait önemli erken dönem başarılarının açıklamasını yapmaya çalışıyorlar. Bu kuvvetler, hem Bizans’ın hem de Perslerin önceki savaşlardan dolayı zayıf düşmüş olması nedeniyle şanslıydılar. Bu iki imparatorluk sonradan İslam’ı kabul eden Arap kavimleri tarafından daha da zayıflatıldı. İslam’ın gösterdiği bu başarının sıkça başvurulan açıklamalarından biri de bu yeni inancın müritlerinin cesaret ve manevi üstünlük gibi niteliklere sahip olmaları olmuştu. Müslüman Araplar ortak bir politik ve dinî çevrede birleşmişti. Burada manevi bir mücadeleden ziyade inanmayanlara karşı gösterilen silahlı savaş olarak tanımlanan 26 Şarkiyatçılık ve İslam cihat, dünyevi ve cennetlik ödüller vaat ediyor; askerlere dünyada elde edilen ganimetin büyük bir bölümü verilirken, şehitlerin cennette özel bir yeri olduğu söyleniyordu. İslami fetihler sadece büyük bir bölümü günümüze kadar gelmiş olan oldukça önemli bölgeleri ele geçirmekle kalmamış; Doğu Akdeniz’deki Hristiyan çoğunluğu kontrol altında tutarken aynı zamanda yerel dinleri, Hint vadisinde Hinduizmi, Orta Asya’da Budizmi, İran’da Sasani Hanedanlığı’na özgü Zerdüştlüğü de yok etmeye çalışmıştı. Arapça temel dünya dili hâline geldi. 661 yılından, o zamanlar Şam’da merkezlenmiş Abbasiler tarafından yenilgiye uğratıldığı 750 yılına kadar Emevi kavminin yönetimi altındaki hilafet, Batı’da Kordoba’ya kadar genişledi. Müslüman kuvvetlerin Konstantinopolis’i himayesi altına alması 674 – 676 yılları arasında ve sonra 717 – 718 yılları arasında yeniden engellenmişti. Ama 733 -740 yılları boyunca Pirene de durdurulsalar da Arabistan’la sınırlı kalmadılar. Avrupa ile Doğu’daki İslam ülkeleri arasındaki çatışma, savaşsız geçen ya da iki taraf arasındaki karışık ilişkiler arasında kalan zaman dilimiyle birlikte sayılırsa, bin yıldan fazla sürdü. İlk dönemlerde gerçekleşen çatışmalarda savaşta cesur ve çetin olsalar da Müslümanların aslında “kirli, düzenbaz, şehvet düşkünü ve kötü kişisel” alışkanlıklara sahip insanlar oldukları yönündeki basmakalıp düşünceler, Avrupalı Frankların Müslümanlara karşı görüşlerinde hâkimdi. Halife Abdülmelik tarafından 691 – 692 yılları arasında Kudüs’teki Tapınak Tepesi’ne inşa ettirilen, hem Müslüman hem Hristiyan hem de Yahudiler için kutsal olan Kubbet-üs-Sahra’daki yazıtlarda Enkarnasyon ve Teslis gibi Hristiyan doktrinleri açık bir şekilde reddedilmektedir. Kubbet-üs-Sahra ve ondan elli yıl önce yakınına inşa edilen cami, ilk Yahudi tapınağı (MÖ 10. yüzyılda Süleyman tarafından) ile ikincisine (MS 70 yılında Romalılar tarafından yıkıldı) ve Konstantin tarafından kurulmuş Kutsal Kabir Kilisesi’ne ev sahipliği yapmıştır. Bu yapı, Konstantin’in korumak için hevesli olduğu İsa’nın mezarının keşfedildiği iddia edilen bölgede İslam’ın başarısının simgesi olmuştur. Aynı zamanda karşılıklı ticaret ihtiyacı söz konusuydu. Avrupalılar Doğu’ya özgü fildişi ürünleri, parfümleri, takıları, özellikle biber ve zencefil gibi baharatları istiyordu. Müslümanlar da keten, yün, gemi Giriş: Geçmiş Aslında Girizgâhtır 27 ve silah için kereste ve demire ihtiyaç duyuyordu. İngilizcede yer alan Arapça, Farsça ve Türkçe kelimeler söz konusu ticaretin kanıtı olarak ele alınabilir: check, tariff, douane, damask, cashmere ve muslin.35 Osmanlı’nın ticari rekabet gücü, ticari ağlar kurma konusundaki ilgisi, yayılmacı tutkusu ve değişken politik ittifakları Akdeniz’deki deniz hâkimiyeti sayesinde kolaylaştı.36 Müslüman kuvvetler Batı’ya taarruza geçtikten ve özellikle 846’da Roma ve Ostia’yı istila ettikten sonra, yüksek rütbeli ve önde gelen Hristiyanlar karşı saldırı ihtiyacının gerektiğini söyledi. Papa IV. Leo (847 – 55), Müslümanlara karşı savaşan Hristiyanlara cennet vaat ediyordu. Bir jenerasyon sonra ise Papa VIII. John (872 – 82), inançsız kişilere karşı savaşanlar için benzer vaatlerde bulundu. Fakat 11. yüzyıla kadar ciddi bir şekilde harekete geçilmedi. Söylendiğine göre Paskalya için Kudüs’e hac yolculuğuna çıkan Hristiyanlardan rahatsız olan Fatımi halifesi El-Hakim 1009’da bölgedeki diğer kiliselerle birlikte Kutsal Kabir Kilisesi’ni de yıktı. Papa VII. Gregory (1073 – 85), 1074’te Doğu Akdeniz’deki Hristiyanlara yardım etmek için kendisinin başında olacağı kuvvetleri oraya yönlendirme planını duyurdu. Bu başarısız projeden yirmi yol sonra, Papa II. Urbanus (1088 – 99) 1095’te Clermont Konsili’nde verdiği vaazda, Müslümanların Kudüs’ü ele geçirdiğini söyledi; Kutsal Topraklar ve Kutsal Kabir Kilisesi’nin yeniden alınması ve kuşatma altındaki Doğu Kilisesi’ne yardıma gitmek için Batı’daki Hristiyanlara çağrıda bulundu. Müslümanları “Tanrı’dan tamamen uzaklaşmış bir ırk” olmakla suçladı. Tarihçiler, 1096’daki ilk Haçlı Seferleri’nin başlangıcı ve iki yüzyıl önceki çağrılar önemsenmemişken neden bu seferkinin yerine getirildiği hakkında farklılık gösteren görüşlere sahiptir. Elbette Papa II. Urbanus’un güçlü bir hatip ve amaçları doğrultusunda yetenekli bir siyaset adamı oluşunun etkisi yok sayılamaz niteliktedir. Kudüs’ün özgürlüğü için yapılan çağrılar Hristiyan toplumunun geniş bir kısmının; aristokrat ailelerin ve manastırlara, yardımcı mahkemelere bağlı çalışanların; maddi veya başka hırslar peşindeki bazı kişilerin; Kudüs’e giden hacılara yapılan işkenceler hakkındaki raporlardan rahatsızlık duyan, hacılara karşı gösterilen tavrın ve Kutsal Topraklara erişimin 1970’lerden beri Selçuk Türklerinin bölgedeki etkisinden dolayı kö- 28 Şarkiyatçılık ve İslam tüye gittiğine inanan diğer kişiler üzerinde etkili olmuştu. Haçlı Seferleri, inançları için tehlike olarak gördükleri Müslüman düşmana karşı ortak bir Hristiyan vaadi olması temelinde haklı sebeplere dayandırıldı.37 Arapların servetini ya da topraklarını ele geçirmek için açgözlü bir istekle başlamamıştı. Aksine, Haçlı Seferleri katılımcılar için maliyetli bir girişimdi. Suriye ve Filistin 13. yüzyılda Hristiyanlar tarafından kademeli olarak kaybedildikten sonra ve en son Haçlı kalesi olan Akka’nın da kaybıyla sonuçlanan son resmî Haçlı Seferi’nden (1291) önce belirli aralıklarla dokuz adet sefer gerçekleşti. Kudüs’ün dört bin yıl önceki kuruluşundan itibaren inişli çıkışlı bir tarihi oldu. MÖ 1000 dolaylarında Davud şehri İsrail Krallığı’nın başkenti yaptı. Süleyman şehre tapınak yaptırdı. Yahudi tapınağıyla birlikte tüm şehir de Babil Kralı Nebukadnezar tarafından MÖ 586’da yıkıldı; böylece Yahuda Krallığı sona doğru sürüklendi. Elli yıl sonra Babil İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Kudüs sırayla Persler, Yunanlar ve Romalıların denetimine geçti. MS 4. yüzyılda Konstantin tarafından Bizans Hristiyan şehri yapıldı. 7. yüzyıla gelindiğinde, orada Kubbet-üs-Sahra’yı inşa eden Müslümanlar şehrin kontrolünü ele geçirdi. Haçlı orduları tarafından 1099’da ele geçirilen şehirde Kudüs Krallığı kuruldu. Kişisel ve politik rekabetlerden muzdarip olan Krallığın ömrü sadece seksen sekiz yıl sürdü. Suriye ve Mısır’daki İslam hanedanlığı Eyyubilerin kurucusu olan Selahaddin Eyyubi (1138 – 93), 1187’deki Hittin Muharebesi’nden sonra Kudüs’ü ve Kutsal Topraklardaki diğer bölgeleri Haçlı Seferleri’nin elinden aldı. Tıkrit doğumlu bir Kürt olan Selahaddin Eyyubi Suriye, Filistin ve Mısır topraklarında hâkimiyet kurdu. Kudüs şehrini işgalinin sonucunda “Avrupa emperyalizminin” üstesinden gelmek için gösterilen direnişin sembolü ve Arap dünyasında efsanevi bir figür hâline geldi. Avrupalılar bu komplike figüre daha detaylı bir perspektiften bakıyordu. Dante, Selahaddin’i Truva ve Roma’daki gerçek ve efsanevi karakterlerle birlikte arafa koymuştu. Kudüs’ün düşüşünden hemen sonra “Tanrı’dan gelen bir ceza”; sonra ise cömert, cesur, asil bir şövalye olarak görülmeye başlandı. Voltaire bu karmaşa hakkında şöyle bir açıklama yaptı: “Selahaddin hem bir fatih hem de filozoftu.” Harika bir diplomat ve hümanist bir lider olduğu yönündeki ünü, Sir Walter Scott’un Tılsım’ında Giriş: Geçmiş Aslında Girizgâhtır 29 olduğu gibi kahramanlık hikâyelerine de konu oldu. Selahaddin Eyyubi kutsal bir savaşçı ve geleneksel İslam inancının savunucusu olmakla birlikte, iddialara göre büyük Yahudi haham, filozof ve hekim Musa ibn Meymun’un da hastasıydı. Eyyubilerin hükümdarı Kamil bin Adil ile varılan anlaşma sonucunda, Kudüs 1229’da Kutsal Roma İmparatoru II. Ferederic’e devredildi; 1244’te ise Harzemşahların şehri yağmalayıp Hristiyan nüfusu katletmesi sonucu, Haçlı egemenliğinin son bulmasıyla birlikte 1244’te yeniden Müslümanların kontrolüne geçti. Şehirdeki Müslüman egemenliği, İngiliz ordusunun gelişine, Aralık 1917’ye kadar sürdü. Bazı Haçlıların ticaret, nüfuz ve hanedanlık rekabetleriyle ilgilenmesine rağmen Haçlı Seferlerinin belirtilen hedef ve temel amacı Kudüs’ü yeniden almak, Hristiyanlığı savunmak, Kutsal Topraklardaki İslami egemenliğe son vermek ve İslam’ın bölgesel yayılmasını durdurmaktı. Bu yayılma diğer yerlerde devam etse de Şarlman’ın dedesi Charles Martel tarafından 732’de Poitiers Muharebesi’yle Batı’da ve yedi yüzyıl süren mücadele sonucu, İspanya’nın Hristiyanlar tarafından tekrar ele geçirilmesi hareketi olarak adlandırılan Reconquista’nın 1085’te Toledo ve son olarak da 1492’de Granada zaferiyle İber Yarımadası’nda geçici olarak durdurulmuştur. Granada’nın Hristiyanların kontrolüne geçmesinin beklenmedik sonuçlarından biri, İspanya’dan sürülen Sefarad Yahudilerinin Selanik’e yerleşmesi ve bu şehrin Doğu Akdeniz’in en önemli ticaret merkezi olmasına yardımcı olmalarıdır.38 Poitiers Muharabesi’nin Hristiyanlığın İslam tehlikesinden kurtarılmasında sahip olduğu önemli rolü hakkında tartışmalar olsa da; eğer Charles Martel bu savaşı kazanmamış olsaydı, Batı tarihinin büyük bir ölçüde farklı olacağını söyleyebiliriz. Edward Gibbon’un alternatif tarih hakkında yaptığı çarpıcı yoruma bu noktada yer verilebilir: “Oxford’da derslerde Kuran’ın meali öğretiliyor olurdu ve belki de vaazlar, sünnetli kişilere Muhammed’in vahiylerinin kutsallığı ve doğruluğunu gösterirdi.” Genellikle bir İslam âlimi olarak görülmeyen Adolf Hitler de ilginç bir biçimde, 28 Ağustos 1942’deki bir sohbetinde dalgın bir tavırla “Eğer Charles Martel Poitiers’de zafer kazanmasaydı... büyük ihtimalle o zaman hepimiz, yedinci Cennete sadece cesur savaşçıların girebildiği kahramanlık kültünü yücelten İslam’ı kabul etmiş olurduk.” demişti.39 30 Şarkiyatçılık ve İslam Avrupa’nın yıllar boyunca yaptığı gözlem ve analizler, bütün Orta Doğu ve bazı alanlarda Hindistan ve Çin’i kapsıyor olsa da bu kitapta olduğu gibi, büyük bir bölümü Türkiye ve Osmanlı İmparatorluğu üzerine yoğunlaştı. İmparatorluk kurulmadan önce bölgede yaşayan toplumlar Batılılar tarafından farklı şekillerde ele alınmış ve farklı dönemlerde Türkler olduğu gibi Sarazenler ve Mağripliler olarak da Avrupa edebiyatı ve sanatında yer bulmuşlardı. Türk kelimesi, kimi zamanlar basit bir unvan ya da tanım olarak kullanılsa da sıklıkla akla şehvet ve zulmü getiren aşağılayıcı bir şekilde ve ayrıca Müslüman kelimesiyle de eş anlamlı olarak kullanılıyordu.40 11. yüzyılda Selçuklular önemli bir politik ve askerî güç hâline geldiler; 1055’te Bağdat ve Küçük Asya’nın büyük bir bölümünü işgal edip Suriye ve Filistin’i ele geçirdiler. 1071’de Malagirt’te Bizans imparatorunu bozguna uğratıp Anadolu’ya yayıldılar. Selçuklu İmparatorluğu’nun 12. yüzyıldaki çöküşünden sonra hâkimiyet, 19. yüzyılda Anadolu’da kontrolü alan ve kısa süre sonra Osmanlı İmparatorluğu’nu kurup Mekke ve Medine kutsal alanlarının resmî koruyucuları hâline gelen Osmanlı Türklerine geçti. Avrupa’nın Osmanlı İmparatorluğu, politik ve askerî gücü, ekonomik kaynakları ve İslam dinine karşı gösterdiği ilgi, merak ve korkunun sebebi anlaşılabilirdi. Osmanlı, erken dönem modern tarihteki büyük askerî güçtü ve 1300 dolaylarında kurulup 622 yıl boyunca varlığını korumuş ve 20. yüzyıla kadar uzanmıştı. Hristiyan Avrupa ülkeleri, Mağribîler ve Araplar tarafından ele geçirilen topraklarının bir bölümünü geri alabilmişti. 14. yüzyılda ise İslam dünyasından, bir bölümü Tatarlardan olmak üzere çoğunluğu Türklerden gelen yeni bir saldırıyla karşı karşıyaydılar. Osmanlı askerî kuvvetleri 1354’te Çanakkale Boğazı’nı geçip Avrupa topraklarına girdi ve birkaç yıl içinde Gelibolu, Edirne ve Tuna Nehri’ne kadar uzanan Balkanların büyük bir kısmını fethetti. 15. yüzyılda Sultan I. Bayezid (1389 – 1401), tüm Anadolu’yu Osmanlı hâkimiyeti altına aldıktan sonra imparatorluk Yunanlar, Sırplar ve Macarlara karşı zaferler kazandı. 1389 Kosova Savaşı’nda Sırpların mağlubiyeti ve sonuç olarak bölgedeki Osmanlı hâkimiyetinin artması, altı yüz yıl sonra Balkanlardaki son anlaşmazlıklarda yerli nüfusu etkileyen önemli bir role sahipti. Batı için İslam Giriş: Geçmiş Aslında Girizgâhtır 31 tehdidi, Batı’nın emperyalist saldırılarını geçmişe kazıyarak 7. yüzyıldan 17. yüzyılın sonralarına kadar sürdü.41 Aynı zamanda daha önce de bahsedildiği gibi, sadece kendi aralarında sınırlı kalmayıp İtalya deniz trafiğini de güvence altına almakta önemli rol oynayan ticari ve ekonomik anlaşmalar düzenleyen ve hatta diplomatik ilişkiler de kuran Venedik gibi bazı Batı politik rejimlerinin var olduğu dönemlerde Batı ve Osmanlılar arasında barışın sağlandığı periyodlar da gerçekleşti.42 Böylece Osmanlılar da ittifaklar imzalayıp ticari bağların yanı sıra, diplomatik ilişkiler de kurdular. 15. yüzyıldan itibaren Venedik, Osmanlı İmparatorluğu’nda daimi bir diplomatik kimlik kazandı.43 Habsburgların Avrupa’yı egemenliği altına almasını engellemek isteyen Fransa Kralı I. Francis 1536’da, 16. yüzyılın karışık diplomatik ilişkiler sarmalında, Türkiye ile geçici bir ittifak anlaşması yaptı ve 1544’te de Türk donanmasının kışı Toulon limanında geçirmesine izin verdi.44 1536 antlaşmasıyla birlikte, Fransız tebaalara Osmanlı topraklarında Venediklilere verilenlerle aynı ticari ve yasal ayrıcalıklar verildi. Konstantinopolis’e kalıcı bir Fransız elçinin kabul edilişinin temeli böylece atılmış oldu. Bu anlaşmanın neticelerinden biri olarak Fransa, Türk donanmasının 1538’de Preveze Deniz Savaşı’nda Hristiyan birliklere karşı zafer kazanmasına da destek oldu. Osmanlıların temel Protestan güç olan İngiltere’deki İspanyol ve Katolik tehdidine karşı denge kurduğunu düşünen 1580’li yıllarda İngiltere kraliçesi olan I. Elizabeth Osmanlı ile ittifak kurmaya karar verdi.45 Politikası, sarığın Papa tacından daha iyi olduğu yönündeydi. Dikkat çeken ayrıntılardan biri de Osmanlı sultanlarının birçok Avrupa elçisinin topraklarında kalmasını kabul ederken, kendilerinin geçici komiteler dışında hiçbir elçisini Avrupa’ya göndermemiş olmalarıydı.46 Özellikle 17. ve 18. yüzyılda ve sonrasında, bazı Avrupalıların Osmanlılar gibi giyinmelerine; Türk kıyafeti denilen tarzın moda olmasına; Avrupa’da sanatsal tasvirlere ve kılık kıyafete adapte edilen sarığı takmalarına rağmen, Müslüman sultanların kendi tebaalarına Avrupalılar gibi giyinmeyi yasaklaması kıyas götürür ihtilafın açıklayıcı örneklerinden biridir. Avrupalıların sarıkla yaptıkları betimlemelerin en ünlüleri arasında Jan Van Eyck’in oto-portresi (1433), Cima de Conegliano’nun (1459) ve Vittore Carpaccio’nun tabloları, 17. 32 Şarkiyatçılık ve İslam yüzyılın ortalarında Rembrandt’ın eserleri, Vermeer’in İnci Küpeli Kız adlı resmi (1665), 18. yüzyılın sonlarında Elizabeth Vige-Lubrun’un ve William Hogarth’ın eserleri ve Allan Ramsay’in Jean Jacques Rousseau’yu çizdiği tablosu (1766) bulunur. İngiliz edebiyatındaki Türk giyimine yapılan belki de en bilindik gönderme Othello’nun son tiradında geçer: “Uğursuz ve sarıklı bir Türk, bir Venedikliyi dövüp devlete kara çalmıştı da...” Türklerle müzakerelerde bulunan bu ülkeler bile, başı çeken Avrupa ülkeleri arasında 1518’de Londra’da imzalanan saldırmazlık paktında ve 1531’de Fransa ile İngiltere arasında Calais’de imzalanan barış antlaşmasında hâkim olan dilin gösterdiği gibi, Türklerin karşısında ortak bir Hristiyanlık ülküsüyle birleşilmesi gerektiğini dile getirmekteydi. Osmanlı İmparatorluğu ile yapılan geçici ittifaklara ve Avrupa ülkeleri arasında süre gelen savaşlara rağmen, bu ülkeler hâlâ açık bir şekilde Müslüman Türk “kafirlere” karşı Hristiyanlık âlemi içinde dayanışma ortamı oluşturulması konusunda ısrarcıydılar. Birkaç örnekle birlikte bu konuya açıklık getirebiliriz: 1544’te VIII. Henry, ortak düşman konumundaki Türklere karşı muhtemel bir atak gelişmesi ihtimalini gözeterek Hristiyanlık âlemin arasında barışa çağrı yapmıştı. 1590’da İskoçya kralı VI. James, benzer şekilde tüm Hristiyan kuvvetlerini Türklere karşı birlik olmaya çağırdı; 1598’de Türklerle girilen savaşlar ve iç hesaplaşmalar sonucu yıpranmış ve bölünmüş Hristiyanlık âleminin içinde olduğu kötü durum hakkında yazdı. Barış dönemine girilmesi yönündeki girişimlere rağmen, Avrupa için hâlâ farklı tehdit unsurları varlığını sürdürmeye devam ediyordu. II. Mehmed’in 1453’te Bizans İmparatorluğu’nun merkezi Konstantinopolis’i; 1456’da Atina’yı ve Yunanlılara ait Trabzon ve Mora beyliklerini fethetmesi; Macaristan’ın büyük bir bölümünü topraklarına katması ve 16. yüzyılda Doğu Avrupa’daki bölgelerin kontrolünü ele geçirmesiyle birlikte Osmanlı İmparatorluğu zaferden zafere koşarak gücünün doruğuna ulaştı. İtalyan sanatçılarla çalışmasına rağmen, camiler inşa eden ve dinî kurumlar kuran Mehmed, Konstantinopolis’i bir Müslüman şehri hâline getirdi. 1517’deki fethiyle Osmanlı vilayeti olan Mısır ile birlikte Osmanlı’nın askerî gücü etkisini sürdürdü. İmparatorluk Akdeniz’deki hegemonyasını sağlamlaştırdı. Bu hegemon- Giriş: Geçmiş Aslında Girizgâhtır 33 ya, Akdeniz’de gerçekleşen en büyük deniz savaşı ve özellikle Hristiyanlık âlemi ile Osmanlı kuvvetleri arasındaki önemli savaşlardan biri olan 1571 İnebahtı Deniz Savaşı’nda Kutsal İttifak Birlikleri (Papalık, İspanya, Venedik, Malta Şövalyeleri) karşısında alınan mağlubiyete kadar devam etti.47 İnebahtı Deniz Savaşı, özü itibariyle, Osmanlıların 1565 Malta kuşatması ve 1570 Kıbrıs saldırısına bir cevap olarak ele alınabilir. İmparatorluk Kuzey Afrika’nın sahil sahasının büyük bir bölümünü, Cezayir’i, Tunus’u ve Kıbrıs’ı kontrolü altına aldı. 1529 ve 1638 yıllarında Viyana iki kez kuşatılmaya çalışılsa da iki girişim de başarısızlıkla sonuçlandı. Türkiye’den gelen Müslüman kuvvetler 17. yüzyılda da Orta Avrupa’yı istila etmeye devam etti. Fakat 17. yüzyılın son yarısında özellikle 1683’teki başarısız son Viyana kuşatması denemesiyle birlikte devam eden Osmanlı yenilgileri, imparatorluk ve Kutsal İttifak Birlikleri arasında yapılan 1699 Karlofça Antlaşması’yla sonuçlandı. Antlaşma uyarınca Osmanlılar Doğu Avrupa’daki önemli bölgeleri Birliğe teslim etti. Karlofça Antlaşması’nı, İmparatorluk ve Avusturya-Venedik arasında yapılan 1718 Pasarofça Antlaşması takip etti. Osmanlı, Pasarofça’yla birlikte Balkanlar’da büyük bir bölgenin kontrolünü kaybetti. Bunun üzerine karşı hücuma geçen ve çeşitli başarılar kazanan Avrupa kuvvetleri, bir zamanlar Müslümanların elinde olan toprakları istila etmeye ve kontrolleri altına almaya başladılar. Avusturyalı rakiplerinden daha iyi bir hazırlığa sahip ve sayıca fazla olan Osmanlı kuvvetleri zaferle geri döndü ve Temmuz 1739’da yapılan çetin bir savaştan sonra Belgrad şehrini ele geçirdi. Yapılan antlaşmayla Habsburg, Kuzey Sırbistan’ı Türklere bırakmayı kabul etti ve böylece Habsburg Monarşisi ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki sınır çizilmiş oldu. Osmanlıların oluşturduğu direkt ve agresif askerî tehlike engellenmiş olsaydı bile Müslümanların Batı’ya, Batı toplumlarına ve mamullerine uyguladığı tehdit ortadan kalkmazdı. Fernard Braudel, korsanlığın önemli etkisine, aralarındaki pozitif ilişkiye ve 16. yüzyıl Akdeniz ekonomisinin iktisadi durumuna da değinen yazılar yazdı.48 Bu hem Müslümanlar hem de Hristiyanlar için önemli bir adımdı.49 10 ile 12 milyon arası Afrikalının Amerika topraklarına taşındığı Transatlantik köle ticaretinin tarihi, günümüzde Amerikan kültürünün bi- 34 Şarkiyatçılık ve İslam lindik ve önemli bir bölümünü oluşturur. Buna rağmen, bu durumun Cervantes’in (kendisi de 1571-80’de Cezayir’de köleydi) iki tiyatro oyununda ve özellikle Don Kişot’ta; Defoe’nin Robinson Crusoe’da; Voltaire’in Candide’de yaptığı gibi, yazarlar tarafından edebî bir kinaye olarak kullanılmasına rağmen, önemli bir hâle gelmiş ve Atlantik köle ticaretiyle aynı zaman diliminde üç yüz yıl boyunca devam etmiş olan Avrupalı Hristiyanların büyük ölçekli köleliği daha az bilinir şekilde kalmıştır.50 Avrupalıların köle olarak kullanılması, Fas’tan Libya’ya (Trablus) kadar uzanan, Berberi olarak bilinen Kuzey Afrika sahil hattından hareket eden korsan gemileri tarafından gerçekleştirildi. Berberi Devleti’nin Fas dışındaki üç bölgesi Osmanlı sultanının hükümdarlığı altında olsa da belli bir politik ve ticari özerkliğe sahipti. Son araştırmalar, on altıncı ve on yedinci yüzyıllarda aynı dönemde Atlantik’e götürülenden daha fazla sayıda kişinin Berberi kıyılarına taşındığını göstermektedir. Yine de bu iki bölgedeki kölelik arasında önemli farklar bulunmaktadır. Afrika’daki Atlantik köle ticareti uzun vadede daha geniş bir alana yayılmış ve Avrupalıların köleleştirilmesinden daha önemli bir tarihsel olgu hâline gelmiştir. Ayrıca siyahi köleler, sadece ticari kâr amacı güderek Amerika topraklarına taşınırken; Avrupalıların köleleştirilmesi sadece maddi kazanç odaklı değildir, dinî bir İslami kökeni vardır. Daha çok Kuzey Afrika’dan yönetilen Müslüman devletlerin izniyle çalışan korsan baskısı olarak ele alınması gereken Berberi korsan gemileri, 16. yüzyılda başlayıp 19. yüzyıla kadar devam eden üç yüzyıldan fazla bir süre boyunca İngiltere, Fransa ve İspanya gibi Hristiyan ülkelerinin çok sayıda gemisini haraca bağlayıp, ticari gemileri yağmalayıp ele geçirdi ve kıyı şehirlerini harap edip terk edilmelerine yol açtı. Korsan gemilerinin geceleri bazı insanların esir alındığı, özellikle İtalya’da yaptığı kıyı şeridi istilaları hakkında duyulan tedirginliğin günümüzde hâlâ İtalyan argosunda yer etmiş Türkler ele geçirdi (pigliato dai turchi) teriminde yankılandığı görülmektedir. 16. yüzyılda en bilinen korsan olan, Barbaros veya Kızıl Sakal ismiyle bilinen Hayrettin Paşa’ya sultan tarafından İslamın Savunucusu unvanı verilmişti. Bu korsanlar kendilerini Hristiyanlığa karşı verilen kutsal savaşın bir parçası olarak görüyordu. Köle pazarlarında satmak için Giriş: Geçmiş Aslında Girizgâhtır 35 Hristiyan kadınları ve adamları esir aldılar; bunun en önemli örneği Cezayir’de yaşandı. Bu döneme dair yazılanlar köleliğin hikâyesini açıkça anlatmaktadır. Fransız Peder Pierre Dan 1649’da basılan Fransızca kitabında, 1530 – 1640 yılları arasında bir milyona yakın Hristiyan’ın zincire vurulduğunu yazmıştı. 1640’lı yıllarda Cezayir’de esir alınan bir Flaman olan Peder Emanuel d’Aranda ise altı yüz bin Hristiyan’ın aynı kaderi paylaştığını düşünüyordu.51 Modern yazarlar da benzer bir sonuca ulaşmıştır. Gerçek istatistiklerin belirsizlik taşıyabilir nitelikte olmasına karşın, Robert C. Davis Hristiyan Köleler, Müslüman Efendiler isimli son kitabında, 1530-1780 yılları arasında bir milyona yakın ve belki de çeyreği kadar daha fazla Avrupalı Hristiyan’ın Berberi korsan gemilerince esir alınıp Kuzey Afrika’ya götürüldüğü ve köle olarak satıldığı üzerine detaylı hesaplamalar yapmaktadır.52 Ayrıca ölüm, firar, fidyeyle salıverilme ve din değiştirmeyi kabul ederek kurtulanlarla birlikte toplam köle sayısının çeyreği (8,500 civarında) kadar düşüş olduğu için bu sayının her yıl telafi edilmesi konusunda harekete geçildiğini de belirtmektedir. Köle ticaretinin başlıca merkezlerinden biri olan Cezayir şehrinde 1550-1730 arasında yaklaşık olarak yirmi beş bin devamlı Avrupalı köle vardı. 1605’te köle olarak satılan ve iki yıl sonra kaçmayı başaran Aziz Vincent de Paul gibi kaçan ya da fidye karşılığı kurtarılan kişilerin anlatımları ve vaazları Avrupalıların Müslüman toplumlar hakkında sahip oldukları algı üzerinde önemli bir etkiye sahip oldu. 17. yüzyılın ilk yarısında Müslüman korsanlar, Avrupalılardan uzak mesafeli yolculuklara çıkılabilecek yelkenli gemilerin yapımına dair teknikleri öğrendiler. Sonuç olarak korsanlar, İzlanda kadar uzak Avrupa ülkelerine saldırabilir hâle geldi. 1627’de İzlanda’da düzinelerce insan katledildi ve yaklaşık dört yüz insan esir alınıp köleleştirildi. Bu tarihî tecrübeye dair önemli bir hikâye Lüteriyen bakan Reverend Olafur Egilsson tarafından altmış yaşında olduğu 1628 yılında kaleme alındı. Egilsson esir alınmış ve fidye pazarlığında anlaşmaya varmada başarılı olmuştu.53 Kitap kısa bir süre önce İzlandacadan İngilizceye çevrildi. İrlanda’daki Baltimor, Madeira, İtalyan ve İberya Yarımadaları, Sardinya Adası açıklarındaki Carloforte ve Thames Nehri bölgesi gibi birçok yer de benzer bir kaderi paylaştı. Bu yerlerden biri, korsan gemisinin 36 Şarkiyatçılık ve İslam 1760’da deniz kazası yaptığı İngiltere’deki Penzance oldu. Bu vaka, bir yüzyıl sonra, Gilbert ve Sullivan tarafından Penzance Korsanları isimli bir komik-operaya konu edildi. Korsanlar, Kuzey Afrika ve Akdeniz’in büyük bir bölümünün kontrolünde belirleyici bir rol oynadı ve vergi ödemeye veya değerli hediyeler vermeye zorlanan Avrupalı tüccarlardan şantajla para aldılar.54 1198’de Fransa’da kurulan Roman Katolik Mathurins Tarikatı (Teslisçiler), bu probleme karşı bir çözüm üretmek adına korsanlar tarafından kaçırılmış Hristiyan kölelerin özgürlüğünü almak için yüzyıllar boyunca bağış topladı. Korsanlar Yeni İngiltere’ye giden deniz rotasına da saldırarak gemileri kaçırıp bazı Amerikalıları esir aldı. Birleşik Devletler’in bağımsızlığından önce, Amerika gemileri ve denizcileri İngiltere ve Fransa tarafından korunuyordu. 1783 bağımsızlık antlaşmasından sonra ise Birleşik Devletler kendi korumasını sağlamak zorunda kaldı. Sonraki yıllarda Paris’te Amerika bakanlığı yapan Thoman Jefferson 1784’te korsan gemilerinin saldırılarını engellemek için Avrupa ülkeleri ve Birleşik Devletler’in aralarında koalisyon kurulmasını önerdi. Fakat Avrupalıları, Berberi Kıyısı’nda kalıcı barışı sağlamaya mecbur bırakma gayretlerine katılmak için ikna edemedi. Jefferson’a göre vergi ödemek ya da modern deyimiyle ödün vermek, daha fazla talebin oluşmasına davet ediyordu. Fakat Amerika’nın harekete geçmesi hemen gerçekleşmedi. Londra’daki Amerikan bakanı John Adams 21 Temmuz 1786’da Jefferson’a şöyle yazmıştı: “Kongre asla ya da en azından uzun yıllar daha, korsanlarla savaşma kararı almayacak.” Jefferson ve Adams’ın ikisi için de eşit derecede hüsrana yol açan, Trablusgarp paşasının barış yapmaya yanaşmamasıydı. Aksine, “Kuran’da yazmaktadır ki, Hz. Muhammed’in otoritesini tanımayan her ulus günahkârdır; kimle olursa olsun savaşmak ve tutsak olarak ele geçirdiği herkesi kölesi yapmak Müslümanların hakkı ve görevidir. Savaşta ölen her Müslüman Cennete gidecektir.” demişti.55 ABD Kongresi korsanlara vergi tahsis etmekteydi. Bu paranın devletin yıllık gelirinin neredeyse beşte birine ulaştığı oluyordu. Yeni seçilen başkan Jefferson, talep edilen miktarı ödemeyi reddedinceye kadar durum bu şekilde devam etti. Birleşik Devletler 1790’lı yıllarda ABD ticaretini koruma altına almak için fırkateyn yapımına baş- Giriş: Geçmiş Aslında Girizgâhtır 37 lamıştı. 1801’de Jefferson tarafından Trablusgarp’a (günümüzdeki Libya’nın o yıllardaki ismi) fırkateynler ve askerî kuvvetler gönderildi. 1804-1805’te korsanlara karşı başlatılan savaşlar Amerika’nın ilk denizaşırı savaşı olarak görülebilir. Savaşa çağrı sloganı “savunmaya milyonlar, haraca bir sent bile yok”tu. Deniz kuvvetleri, yakılıp mürettebatı korsanlarca esir alınmış olan USS Philadelphia Gambotu’nu kurtarmak amacıyla Şubat 1804’te harekete geçti. ABD Deniz Kuvvetleri’nin bu çatışmalardaki rolü, Deniz Şehitleri Marşı’ndaki “Trablusgarp kıyılarına!” dizesiyle ölümsüzleştirildi. Bu rol 1806’da yapılmış Birleşik Devletler’deki en eski askerî anıt olan ve zafer, şan ve ticaret konularını simgeleyen Trablusgarp anıtıyla da abideleştirildi. Bu anıt, günümüzde ABD Deniz Harp Okulu’nda bulunmaktadır. Fakat Birleşik Devletler için sorun sona ermemişti. 1805 ABDBerberi Devleti antlaşması uyarınca Birleşik Devletler yine de korsanlar tarafından hapsedilmiş üç yüz Amerikalı için 60,000 dolar ödemek zorundaydı. Jefferson diplomatik yollarla vergi ödeme ile fidye verme arasında semantik bir ayrım çizdi. Daha fazla Amerikan gemisi ve denizci esir alınmaya devam edince, Birleşik Devletler 1815’te ikinci bir savaş durumuna geçti. Yeni saldırılar, Cezayir Dayısının verdiği kapitülasyonlar ve Hristiyanları köleleştirme pratiğinin sona erdirilmesiyle sonuçlandı. Yakın bir dönemde, 1816 Ağustos’unda, İngiliz donanmasına ait bir filo Cezayir açıklarına yanaştı. Amaç Berberi hükümdarların Avrupalı tutsakları köle satmasını sonlandırmaktı. Bir gün süren bombardımanın ardından etrafı sarılan Ömer Paşa Cezayir’deki 1,642 Avrupalı Hristiyan kölenin hepsini serbest bırakmayı kabul etti ve Hristiyanları köleleştirmeyi ortadan kaldırma sözü verdi. Fakat yine de Hristiyanların köleleştirilmesi ve korsanlık faaliyetleri, kitabın 6. Bölüm’ünde tartışılan, 1830’da Fransızların Cezayir’i fethetmesine kadar devam etti. Kuzey Afrika’dan Fas’a kadar hâkimiyet kurmuş ve kontrol alanını İran sınırlarına kadar genişletmiş olmasına ve Avrupa’nın da zengin ekonomili bir piyasa olan imparatorluktan yararlanmış olmasına rağmen, Osmanlı İmparatorluğu İslam’ın evrensel misyonunu tanımayan rakip dinî ve politik sisteme sahip Avrupa’yı en büyük düşmanı olarak gördü.56 İmparatorluk ve kontrolündeki kurumlar 18. yüzyıla gelin- 38 Şarkiyatçılık ve İslam diğinde çöküş yaşamaya başladı. Batı ile kıyaslandığında hem askerî hem de ekonomik açıdan zayıflamış hâldeydi ve idari etkinlik alanı da daralmıştı. Sultan ve tebaasının imparatorluğun geniş toprakları üzerindeki kontrolü zayıflamış ve merkezi kontrole mükellef olmayan güçlü baskı grupları vilayetlerde güç kazanmaya başlamıştı.57 İmparatorluk otoritenin çöküşü, insan gücü ve gelir kaynakları üzerindeki kontrolün kaybı, ekonomik gelişim gösterememe, ahşabın azalması, beceriksiz sultanlar ve bakanlar gibi ciddi iç problemlerden muzdaripti. Avrupa’nın bilim ve teknolojisinin yükselişi, ulus-devletlerin ortaya çıkışı ve yetkin devlet teşkilatları, endüstriyel devrim ve kapitalist girişimler yoluyla yaptığı gibi bir modernleşme gerçekleştiremiyordu. 16. yüzyıl ile 18. yüzyıl arasında Batı’ya sunulan kapitülasyonlar Osmanlı’nın ekonomik bağımsızlığını zedelemişti. Akdeniz ticareti İtalyan şehirleri tarafından devralınmış, Avrupalı tüccarlar ekonomik piyasayı ele geçirmiş ve Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’da sahip olduğu birçok bölgeyi kaybetmişti. Çeşitli Protestan ve Katolik kiliseleri arasındaki dinî iç savaşları sonlandıran ve birçok ülkede politikanın sekülerleşmesini başlatan Avrupa, Osmanlı askerî tehdidine karşı koyabilmişti. 1827 Navarin Deniz Muharebesi’nde birleşen Osmanlı ve Mısır donanması, İngiltere, Fransa ve Rusya ittifakındaki deniz kuvvetleri tarafından mağlup edildi. 1828’den 1829’a kadar devam eden kara savaşları, Rusya ve Osmanlı kuvvetlerinin imparatorluk için devam eden yenilgileriyle sonuçlandı. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki reformlar 19. yüzyılda başladı. Böylelikle zayıflayan imparatorluktan eskisi kadar korkmak için sebepler ortadan kalkıyordu. Müslüman Arap dünyasında Batı kontrolü ve egemenliği dönemi başlamıştı. 1853’te Rus Çarı I. Nicolas imparatorluk hakkında, Osmanlı’nın topraklarını kaybetmeye ve Avrupa güçleri tarafından finansal açıdan kontrol edilmeye başlaması üzerine “Avrupa’nın hasta adamı” şeklinde sert bir yorumda bulundu.58 Yorumun yöneltildiği İngiliz elçi Sir George Hamilton Seymour’un parlak cevabı ise Osmanlı İmparatorluğu’na nazik davranılması gerektiği ve askere değil, doktora ihtiyacı olduğu şeklindeydi.59 Hristiyanlık âleminin Müslümanlar karşısındaki kimi zamanlarda kuvvetlenen korkusu, Haçlı Seferleri’nden sonra da yüzyıllar Giriş: Geçmiş Aslında Girizgâhtır 39 boyunca devam etti. 18. yüzyılın sonunda Avrupalı Hristiyan kuvvetlerinin Müslüman dünyasının büyük bir bölümünde hâkimiyet kurması ve 20. yüzyıla kadar da direkt ya da dolaylı yoldan kontrolü devam ettirmesiyle birlikte bu korku azalmaya başladı. Aralıksız bir savaş sürecinde olan Osmanlı İmparatorluğu için Birinci Dünya Savaşı sonun başlangıcı oldu. I. Dünya Savaşı’nın sonunda imparatorluk, kontrolündeki tüm bölgeleri kaybetti. Fakat 15. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, Papa II. Pius (1458-64), 1464’te Hristiyanlık inancına tehdit olarak algıladığı inançsız Müslümanlara karşı yeni bir haçlı seferi yapılması için çağrı yaptı; hatta bu savaşı kendisi yönetmek istiyordu. Floransa ve Venedik bir müddet ilgi gösterse de donanmanın yönetimi için yapılan bu beyhude çağrı uygulamaya koyulmadı. İslam’ın kurtuluş için sahte umutlar doğurduğunu ve Muhammed’in aslında bir kâfir ve sahtekâr olduğunu söyleyen II. Pius, çelişkili ve açıklanamaz bir şekilde, Sultan II. Mehmed’e Hristiyanlığı kabul etmesi yönünde çağrıda bulunan samimi bir mektup yazdı. Beklendiği üzere, II. Mehmed bu ricaya kulak asmadı. Böylesi bir samimiyet tarih boyunca nadiren gösterilecekti. Batı’nın korkuları muhtemel toprak kaybı yüzünden olduğu kadar, dinî farklılıklardan da kaynaklanıyordu. 18. yüzyıla kadar, Müslüman Doğu ile Batı arasındaki ilişkiler iki taraf için de dinî çatışmalar yoluyla gerçekleşmişti. Müslüman Osmanlıların kullandığı sarık, Rönesans İngiltere’sinde çetin bir dinî gücün simgesi; Osmanlı’nın güç ve otoritesinin ve İslam’ın en korkulan sembolü olarak görülüyordu. “Sarık tutmak” Müslüman olmayla eş anlamlıydı. Kimi Avrupalılar, İslam ve Türklere karşı Hristiyan birliği kurulması için çağrılarına devam etti. Batı’nın duyduğu kaygının derecesini göstermeye çalışan Clarence Rouillard 17. yüzyılda Türkiye’deki sayısız kitap ve risalenin başlıklarında Hristiyan ve Hristiyanlık kelimelerinin kullanıldığını gözlemlemişti; sadece bir tanesinde Avrupa kelimesi geçiyordu.60 İlginçtir ki II. Pius, Avrupa kelimesini Hristiyanlık âlemi ile eş anlamlı kullanılır hâle getirdi. Altı yazarımız, seyyahlar ve Doğulu bilim insanları Doğu’yu hem politik hem de dinî açıdan ele almak ve bu iki öge arasındaki etkileşimi incelemek istemişlerdir. 1. Bölüm’ün konuları Avrupa’nın İslam hakkındaki görüşleri ve bu görüşlerin despotik devletle olan ilişkisidir.