Ahilik - Prof. Ahmet Tabakoğlu

advertisement
Ahilik - Prof. Ahmet Tabakoğlu
İslam ekonomisinin hem kurumsal olarak hem teorik olarak zengin bir mirası var.
Pazartesi, 23 Haziran 2008 07:22
<!--[if !vml]--><!--[endif]-->
Röportaj: Aynur Erdoğan / Dünya Bülteni
İSLAM EKONOMİSİ FAİZSİZ VE ZEKATLI KAPİTALİZM HALİNE GELMİŞTİR
Marmara Üniversitesi, İktisat bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu ile İslam
ekonomisinin tarihi gelişimi, kurumları ve teorik imkanları üzerine konuştuk. Tabakoğlu,
İslam ekonomisinin İslamî bir zihniyetin ve yaşam tarzının ürünü olabileceğini
vurgularken hem kurumsal olarak ve hem teorik olarak zengin bir mirasının olduğunu
ifade etti. İslamî ilke ve değerlere dayanmayan bir ekonominin fakiri daha fakir, zengini
daha zengin yapan kapitalist sistemin parçası olacağının altını çizen Tabakoğlu gayri adil
olan kapitalizmin kendini tehlikeye attığını savundu.
İslam ekonomisi dediğimizde ne anlamalıyız? Doğuşundan günümüze süreklilik
arz eden temel ilke ve kurumları var mıdır?
İslam ekonomisi ekonominin doğduğu tarihlere kadar indirgenebilir. XVIII. yüzyılın
sonlarında Batıda kapitalist iktisat bilimi doğdu. Daha sonraki dönemlerde de İslam
iktisadı ortaya çıktı. İslam iktisadının nüvelenme ve ortaya çıkış dönemi de yaklaşık bir
yüzyıl sonrasına, yani 1900'lü yıllara rastlar. 1800'lerde modern kapitalizm doğdu ve
iktisat ilmi modern kapitalizmin ihtiyaçlarına uygun bir şekilde gelişirken bundan aşağı
yukarı bir yüzyıl sonra da İslam dünyasında İslam iktisadı ile ilgili çalışmalar başlamıştır.
Bununla İslam iktisadı teorisini kastediyorsunuz, değil mi?
O, İkinci Meşrutiyet dönemine rastlar. Biliyorsunuz, "Batılıların yaptığı şeyler İslam'da da
vardır" diye genel bir kabul vardır. Buna uygun olarak onlar neyi iyi yapıyorlarsa biz de
yaparız yaklaşımıyla İslam iktisadı ile ilgili çalışmalar başlamıştır. "İslam sosyalizm ve
kapitalizmi hüsn-i telif edebilir" gibi kitaplar, makaleler yazılmıştır. Yani İslam'ın adil bir
ekonomik sistem getirdiğini ortaya koyan çalışmalar yapılmıştır.
Daha Tanzimat döneminden başlayarak kapitalizm karşısında İslam hakkında yorumlar
yapılmaya başlanmıştır. Burada esas düşüncenin İslam'ın terakkiye veya kalkınmaya
engel olmadığı fikri olduğunu söyleyebiliriz.
"İslam imiş devlete pa-bend-i terakki
Evvel yoğ idi iş bu rivayet yeni çıktı"
(Ziya Paşa, Terkib-i Bend)
İslâm'ın geri kalmışlıkta, daha doğrusu az-kapitalistleşmekte bir rolü olmadığı genellikle
kabul görmüş, Batının ahlâkını değil sadece tekniğini, kültürünü değil medeniyetini
almamızın mümkün ve muteber olduğu safdilliği yerleşmiştir.
İLK İKTİSAT KİTAPLARIMIZDA YERLİ VE DOLAYISIYLA İSLAMÎ OLMAK
ENDİŞESİ VARDI
İslâm dünyası da, aslında yeni iktisat bilimini veri olarak almıştı. Oysa ilk iktisat
kitaplarımızda yerli ve dolayısıyla İslamî olmak endişesi vardı. Mesela, Ahmet Mithat
Efendi, eserinde bir iktisat kitabını aynen tercüme etmenin büyük bir hata olacağını ve bu
yüzden "bizim için mutavassıt bir yolda ve hal ve şanımıza münasib bir surette bir
ekonomi-politik yazmak lüzum ve mecburiyeti"ni duyduğunu belirtmişti. Bugün
Türkçe'deki iktisat kitaplarının pek azı bu türden bir "lüzum ve mecburiyet" duymaktadır.
İslam dünyasında ilk başlangıç Türkiye'de, Osmanlı Devletinde olmuştur. Bunu net olarak
biliyoruz. İkinci Meşrutiyet döneminde başlamıştır. Meşrutiyet döneminde çıkartılan
gazete ve mecmualarında konu ile ilgili çok sayıda yazı bulabilirsiniz. Bu dönemle birlikte
Müslüman-Türklerin ticarete atılmaları oluşmaya başlayan millî iktisat düşüncesinin de
etkisiyle teşvik edilmeye başlamıştı.
İkinci Meşrutiyet'in İslamcı dergilerinde artık ticaret ve san'atla ilgili yazılara rastlanıyor,
kâr, faiz gibi kavramlar yeniden yorumlanıyordu. İslam'ın temelde dünya hayatına değer
vermediği görüşünün yanında bunun çalışmayı ve ticarete atılmayı engellemeyeceği
vurgulanıyordu.
Daha sonra Cumhuriyet döneminde "yerli malı kullanmalı" kampanyaları bile İslam
iktisadıyla desteklenmişti. Hep bunlar İslam'a atfedilerek yapılmaya çalışılmıştır. İslam'da
da bunların esası var şeklinde yazılıp çizilmiştir.
Fakat asıl İslam ekonomisi tabirinin ortaya çıkışı 1945'ten sonradır. O tarihte ortaya
çıkışının sebebi de Hindistan alt kıtasındaki bağımsızlık hareketleri, Hindistan'ın
bağımsızlığını kazanması ve o sırada Müslüman Hint aydınlarının yeni bir sistem
oluştururken İslam'dan nasıl faydalanacaklarını düşünmeleridir. Bu çerçevede İslam
ekonomisi ortaya çıkmıştır. Bunların çoğu İngilizce yazmıştır. İngilizce kitaplar, makaleler
neşrediyorlar. Bunların başında Mevdudi gelir. Hindistan halkı dediğimiz zaman Pakistan'ı
da dikkate almak lazım. Fakat Mevdudi başlangıçta Pakistan'ın kurulmasına karşıydı. Yani
Hindistan bölünmeyip, Pakistan ayrı bir devlet olmadan konfederasyon şeklinde olabilirdi.
Sonuçta kendi içlerinde bölünme oldu. Fakat yeni kuracakları devlette, Müslümanların
olduğu devlette İslam'dan faydalanmak gerekti. O yüzden İslam ekonomisi çalışmaları
ortaya konmuştur.
Daha sonra Hint alt kıtasından çok sayıda ilim adamı ortaya çıkmıştır. Ve bunların bir
kısmı Hindistan'ın ve ardından Pakistan'ın bağımsızlığından sonra dünyaya yayılmış, bir
kısmı Türkiye'ye gelmiştir. Mesela bunların başında Muhammed Hamidullah gelir. İslam
ekonomisi tarihinin önemli isimlerinden biridir. Çalışmaları, eserleri oldukça kapsamlı ve
derindir. Bunların arasında ilim adamı özelliğini taşıyan belki en önemli isim Muhammed
Hamidullah'dır. Ama iktisatçı dağil hukukçu ve tarihçidir. Daha sonra Hindistan kökenli
olup hala yaşayan sırf iktisatçı olan ilim adamları var. bunların başında Muhammed
Necatullah Sıddiki gelir. 1950'li yıllardan itibaren hala İslam ekonomisi konusunda yazar.
Yine Abdulmennan var. Ama fıkıh ve tarih endişesi de olan Necatullah Sıddiki hariç bunlar
daha çok modern kapitalist iktisat bilgiyle İslam'a yaklaşan yazarlardır. Demek ki, bugün
İslam ekonomisi olarak bildiğimiz disiplinin kökeninde Hintli Müslüman aydınların eserleri
vardır.
Arap diyarında Hasan el Benna hareketiyle yani Müslüman Kardeşler hareketi
çerçevesinde olmuştur. Mesela Seyyid Kutub bu alanda yazdı. Bunlar, Nasır'ın etkisi ve
Nasır'a tepki mahiyetinde ortaya çıktı. Başlangıçta etkisiyle meydana geliyor ama daha
sonra Nasır'a karşı cephe olmuşlardır. Bu çalışmalarda İslam toplumculuğu ağırlığı vardır.
Pakistan ve Hindistan'dakilerde biraz daha kapitalizm etkisi hakimdir.
Yine günümüzün Müslüman iktisatçılarının veri olarak kabul edip benimsedikleri bazı
iktisadî yaklaşımlar çok kere Batı sisteminden kaynaklanmıştır.
Teorik gelişme bu şekilde olmuş. Peki, uygulama sahasında doğuşundan günümüze İslam
ekonomisinde süreklilik arz eden ilke ve kurumlar var mıdır?
Evet, asıl problem de odur şu noktada. Çünkü İslam iktisadı tabiri yaklaşık bir tabirdir
yani göreceli bir tabirdir. Batılıların iktisat bilimi varsa bizim de İslam iktisadımız var
demektir. Fakat bu kabataslak bir yaklaşım. Gerçekte İslam tarihi içinde birçok ilke ve
kurum oluşmuştur. Bunlar üzerinden tırnak içerisinde bile olsa bir İslam ekonomisinden
bahsedebiliyoruz. Bu alanın bir sürü birikimi var. Mesela Osmanlının başlangıcından
itibaren görülen toprak sistemini nasıl açıklayacağız. Mutlaka İslam iktisadı içerisinde
konu edeceğiz. Bir İslam toprak sistemi oldukça önemlidir. İslam maliye bürokrasisi,
Osmanlılarda, Selçuklularda, Abbasilerde, Emevilerde müthiş bir birikimdir. Yine "divan"
kurumu, ahkam defterleri, şikayet defterleri… bunlara baktığımız zaman İslam
ekonomisiyle ilgili büyük bir birikimin olduğunu görürüz.
İSLAM TARİHİ BOYUNCA SERVET VE MÜLKİYET YAYGINLAŞTIRILMIŞTIR
O halde İslam'ın doğuşundan itibaren Müslümanların kurduğu siyasi oluşumlarda ekonomi
alanında İslami ilkeleri ve kurumları takip edebiliyor muyuz? Veya İslam ekonomisinin bir
ilkesinin tarihi serüvenini takip etsek bir süreklilikle karşılaşır mıyız?
Mesela İslam'ın ekonomik ilkelerinden servet ve mülkiyetin yaygınlaştırılması ilkesini
vurgulayabiliriz. Gerçekten de İslam tarihi boyunca servet ve mülkiyet yaygınlaştırılmıştır.
Orta sınıflaşma, tabakalaşma gerçekleştirilmiştir. Örnekleri Ahiler. Ahilerden sonra bir
yönüyle esnaf teşkilatının oluşması. Diğer yönüyle toprak sistemi, çifthane sistemi…
bunlar orta sınıflaşmayı gösteren, servet ve mülkiyetin yaygınlaştırılmasını gösteren
örnekler.
Yaygınlaştırma, tekelleşmeyi önleme anlamında, değil mi?
Evet, ne yüksek gelirli insanlar vardır, ne düşük gelirli insanlar vardır. Orta sınıflaşma
esastır. İşte İslam tarihinde bunu çifthane sistemiyle, esnaf sistemiyle
gerçekleştirmişlerdir. En önemlisi budur ve bu orta sınıflaşma olayı sosyal yapının da
ekonomik yapının da bel kemiğidir. Bu yüzden Batılı toplumlarda gördüğümüz
burjuvalaşma veya aristokratlaşma gibi bir sınıflaşma da yoktur. Bir proleter sınıf
görülmemiştir. Burjuva-proleter çatışması veya feodal dönemlerin serf-senyör çatışması
yoktur İslam tarihinde. Her karmaşık toplumda olan idare eden ve edilenler vardır. Batı
toplumlarında gördüğümüz tabakalaşmaya rastlanmaz.
İslam tarihinde farklı zamanlarda, farklı coğrafyalarda aynı ilkelerle benzer kurumların
oluşturulmuş olması İslam ekonomisi için bir teori ve sistem üretilmesini sağlamaz mı?
İslam ekonomisinin 1945'lerden sonra meydana geldiğini söylediğiniz için soruyorum
bunu.
Modern anlamda kapitalizme tepki olarak dedim onu. Ama gerçekten İslam tarihinde
büyük bir birikim vardır. Kurumsal anlamda da bir birikim vardır. Ve bu
sistemleştirilebilir. Zaten yapılıyor da. İkincisi düşünce anlamında da bir birikim var.
Mesela 7–8. yüzyıllar biliyorsunuz, Şarlman devrinden sonra Avrupa'nın feodal döneme
girdiği yüzyıllardır. 13. yüzyıla kadar, yaklaşık beş yüzyıl Avrupa entelektüel bir boşluk
içine girmiştir. Buna The Great Gap (büyük boşluk) diyorlar. Oysa bu dönemde İslam
dünyasında büyük bir entelektüel birikim yaşanmıştır. İslam iktisadı diyebileceğimiz saha
dahi vardır. Abbasiler döneminde Yunan'dan çevrilen eserler de var. Onun yanında özgün
eserler de var. Kaldı ki, Yunan'dan çevrilen eserlere de İslami renk verilmiştir. O kadar
büyük bir birikim ki, bunun sınıflandırılmasında bile güçlük çekiyoruz. Fiyat tarihinden
ticaret tarihine, toprak tarihine kadar düşünce alanında bir sürü eser yazılmıştır.
Yine evrensel olabilecek iktisadî tahlillere ve ilkelere ulaşabilmek için İslâm bilginlerinin
bu eserlerine başvurmak gerekecektir. Bu eserler bizim için "İslâm iktisadı", İslâm iktisadî
düşünce tarihi" ve "iktisat teorisi" alanlarında çok verimli kaynaklardır.
KAPİTALİZMİ ORTAYA ÇIKARAN OLAYLAR İSLAM TOPLUMUNDA NİYE ORTAYA
ÇIKMADI DİYE ÜZÜLEMEYİZ
İslam iktisadının olmazsa olmaz diyebileceğiniz temel ilkeleri nelerdir? Mesela asr-ı
saadette bu alanda ilk uygulamalar arasında neler vardır?
Emeğin yüceltilmesi durumu var. En yüce değer emektir. Bu çok açık bir şekilde
görülebilir. Hz. Peygamber emekle geçinmeyi ön planda tutuyor. İnsanın en önemli
kazanç sahası emeğiyle olandır. Yani sermaye diye bir değer yoktur. Yani sermaye de bir
noktada birikmiş emek olarak görülebilir ama asıl önemli olan emektir. Toplumsal alanda
da kul hakkı kavramı çok önemlidir. Yani insanların birbirlerinin haklarını yememesi
önemlidir. Hz. Peygamber'in emek uygulamaları da bunu yani kul hakkı yememeyi esas
almıştır. Mesela fiyat konusunda başkasının hakkını geçirmemek gerekir. Böyle bir
yaklaşım vardır. Kul hakkı yememek İslam ekonomisinde çok önemlidir. Oysa kapitalizm
kul hakkı yiyerek ve ahlaksızlıkla gelişmiştir. Ahlaksızlığın en üstünde insan öldürme
vardır. Kapitalizm insan öldürerek gelişmiştir. İnsanları köleleştirerek gelişmiştir.
Sombar'ın o ünlü sözünü biliyorsunuzdur: "Zengin olduk, çünkü kıtalar ve ülkeler bizim
için ıssızlaştı. İnsanlar bizim için öldüler." Katliamlar, köleleştirme, kıtaların boşaltılması
olmasaydı, Aztek ve İnka medeniyetleri yok edilmeseydi kapitalizm olmazdı. Bu yüzden
kapitalizmi ortaya çıkaran olaylar için, mesela sanayi devrimi İslam toplumunda niye
ortaya çıkmadı diye üzülemeyiz. Çünkü o kendi süreci ve mantığı içinde ve belirtilen
yollarla gerçekleştirilen sermaye birikimi ile ortaya çıkmıştır. Bu Müslümanların kabul
edemeyeceği bir olgular zinciridir.
İSLAM FARKLI KÜLTÜRLERİ YOK ETMEMİŞ SİSTEMLE BÜTÜNLEŞTİRMİŞTİR
İslam'ın uluslararası ilişkilerde hakim olduğu dönemlerde Akdeniz ticareti canlanmış ve
Batının iktisadi gelişmesine zemin hazırlanmışken bugün Batı hakimiyeti altındaki
dünyada ekonomik göstergeler hep Batı lehinde oluyor ve en çok Afrika ülkelerinin
bazılarında ortaya çıktığı gibi ülkelerin kendi gelişimlerini gerçekleştirmelerine izin
verilmiyor. Bu iki durum arasındaki zıtlık nereden kaynaklanıyor?
Merkantilist dönemler tüccarla devletlerin işbirliği yaptığı dönemlerdir. Mesela İngiliz
tüccarları yabancı sahalarda, denizlerde çaba sarf ederken bunun garantisi İngiliz krallığı
idi. Fransızlar ve İspanyollar için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Yani devlet destekli ticaret
söz konusuydu. Ve bu noktada üretim olayının çok fazla olmadığını söyleyebiliriz.
İngiltere yavaş yavaş üretim aşamasına geçiyor ama asıl üretimi gerçekleştiren Osmanlı
sistemidir. Hem sanayi ve hem tarımsal üretim anlamında Osmanlı "üretimi" önemli bir
olgu olarak görür. Sistemli bir ekonomisi vardır. Bütçelere baktığınızda en önemli gelir
kalemlerinin hiçbir zaman ganimet olmadığını görürsünüz. Bu ancak Batı toplumları için
geçerlidir. Batı devletleri savaş yapar, savaşta ya galip gelir ya mağlup olur. Galip olursa
bir ganimet elde eder. Mağlup olursa ekonomi biter. Oysa Osmanlılarda birçok mağlubiyet
olmasına rağmen varlığını sonuna kadar sürdürmüştür. 1918'e kadar sürdürmüştür
diyebiliriz. Hatta 1908'de Meşrutiyet ilan edildiği sıralarda bile Osmanlı bütçesinde açıklar
azalmıştır. Yani II. Meşrutiyet dönemi açıkların azaldığı, ekonominin iyiye gittiği
zamanlardandır. Başından sonuna kadar varlığını üretim yapısıyla, serbest ticaret
yapısıyla ve sağlam bürokratik yapısıyla devam ettirir. Bürokratik yapı kendini kanun-i
kadim anlayışıyla sürdürür. Osmanlı gücünü bu anlayışa borçludur.
Peki, bu iki medeniyeti kültürel olarak ve zihniyet olarak karşılaştırdığımızda İslam'ın
hakim olduğu dönemlerde Batı'da durum neydi ve Batı'nın hakim olduğu dönemlerde
Doğu'da durum nedir? Bu iki medeniyet karşı medeniyetin ekonomik gelişimine nasıl
tepki veriyor?
İslam medeniyeti kendi dışındaki güçlerin hakim olduğu dönemde gelişmiştir. Mesela
İran-Sasani İmparatorluğunu yıkarak gelişti. Bizans İmparatorluğunu gerileterek gelişti.
Fakat şöyle düşünmek lazım. İslamiyet bunların kültürlerini ve geleneklerini yok
etmemiştir. Biraz önce kanun-ı kadim demiştik. Geçmişten gelen gelenek İslam
tarafından devam ettirilmiştir. Yani İslamiyette devrimci bir anlayış yoktur. İyi gelenekleri
devam ettirme anlayışı vardır. Kendi ilkelerine uygun gelenekleri devam ettirir. Kendi
ilkelerine uygun değilse değiştirir. Bunu çok net olarak söyleyebiliriz.
Bu noktada devrimci oluyor…
Orda devrimci diyebiliriz ama devrim makbul bir kelime değildir. Son zamanlarda makbul
karşılanıyor. Devrim dendiğinde karışıklık, kaos anlaşılır. Oysa İslamiyet istikrar ister.
İslamda religion (din) ile tradition (gelenek) arasında doğrusal ilişki vardır. Devrim
anlayışı aydınlanma çağının getirmiş olduğu bir şeydir. Temelde dini devre dışı bırakır.
Mesela ansiklopedide "tanrı" "t" harfindedir. Tanrı o alanla sınırlıdır. Ama İslamiyette
sistemin bütün esasını Allah inancı oluşturur. Siyasi yapıyı da Allah inancı şekillendirir.
Tevhid inancının siyasi yansıması da vardır. Üniter ve merkezi devlet anlayışı bunun,
vahdet (birlik) anlayışının bir yansımasıdır büyük ölçüde. Bunları çok net görebiliyoruz. Bu
olgu Batı için bir örnek teşkil etmiştir. Yani nasıl üniter ve merkezî bir devlet
oluşturabiliriz diye bir örnek aradıklarında karşılarında Osmanlıyı bulmuşlardır. Üniter
devlet anlayışı bakımından Osmanlıyı örnek almışlardır.
İki medeniyetin birbirine bakışı farklı. Bir taraf diğerinin yaşam hakkına saygı duyarken…
Aslında iki medeniyetin de iktidar mücadelesi vardır. Bunu kesin olarak söylememiz
lazım. Müslümanlar 18. yüzyıldan sonra bu iktidar mücadelesini kaybediyorlar. Batılılar
kazanıyor. Ama daha önce Müslümanlar iktidar mücadelesini kazanmışlar ve fakat
karşılarındakilerin haklarını yememişlerdir. Onları da bir şekilde sistemle
bütünleştirmişlerdir.
İSLAM TOPLUMLARINDA SÖMÜRGE-ANAVATAN AYRIMI OLMAMIŞTIR
İslam tarihinde Müslümanlar büyük bir coğrafi alanda hakim oldular, fetihler
gerçekleştirdiler. Batı medeniyeti de 19. yüzyılda bilfiil, daha sonra yerel aygıtları
kullanarak dünyada hakim olmaya çalışıyor. Bu iki medeniyet arasında hakim oldukları
bölgelerin maddi kaynaklarını kullanma açısından ne tür farklar vardır?
Şunu net olarak söylememiz lazım. Mehmet Genç'in vurguladığı bir şey vardır. İslam
toplumlarında sömürge–anavatan ayrımı yoktur. Bu ayrım Batıda vardır. İslam
toplumlarında darulharb ve darulislam vardır. Sömürge–anavatan ayrımı yoktur.
Dolayısıyla Müslümanlardaki fetih harekatı kurtarma harekatıdır. Bunu bu şekilde
vurgulamamız lazım. Yani sömürgeleştirme harekatı, kolonizasyon harekatı değil bir
kurtarma harekatıdır. İlk fetihlerde bunu çok net olarak görüyoruz. Osmanlı fetihlerinde
de, özellikle Balkan fetihlerinde de bunu görüyoruz. Eğer öyle olmasaydı önce ilk
Müslüman devletlere karşı sonra Osmanlı devletine karşı gizli kapaklı harekat başlardı.
Oysa Osmanlı devletine, İstanbul'a karşı harekatın başlatılması sonradan olmuştur.
19. yüzyılda milliyetçilik hareketleriyle…
Evet. Fransız Devriminden ve milliyetçilik hareketlerinden sonradır.
Buradan maddi kaynakların kullanımında adil olduklarını çıkarıyoruz?
Sömürü değil oraya hizmet götürmüşlerdir. Ta Selçuklulardan beri görüyoruz. Selçuklular
halkı muhayyer bırakıyor. İsterseniz Bizans idaresine geçebilirsiniz, isterseniz burada
kalabilirsiniz diyorlar. Gayrimüslim halk Selçuklu idaresini tercih ediyor. Nedeni daha adil
olmalarıdır. Osmanlılar için de aynı durumu söyleyebiliriz. Balkanlarda Osmanlıya karşı bir
kin nefret uyanmıyor. Çünkü daha adil bir düzen getiriyor. adalet kaybolunca da problem
ortaya çıkmıştır.
İNSAN-İ KAMİL KUL HAKKINA ÖNEM VEREN KENDİ EMEĞİYLE GEÇİNENDİR
Osmanlı ekonomik sisteminin merkezinde duran ahiliği zihniyet yapısı açısından
değerlendirdiğinizde Homoekonomikus'dan farkı ve Homoislamikus'a yakınlık derecesi
nedir?
Şöyle diyelim isterseniz. Osmanlı sistemini veya İslam ekonomik sistemini ahilik
yapmıştır. Oysa Batı ekonomik sistemini, kapitalizmi burjuva yapmıştır. Buna
homoekonomikus yapmıştır diyebiliriz.
Yani burjuva zihniyeti eşittir homoekonomikus diyorsunuz.
Evet. Veya şöyle diyebiliriz. Burjuvazi, homoekonomikusun muşahhas, somut halidir.
Peki, ahiliğin homoislamikusla örtüştüğü ve ayrıştığı durumlar nasıl ortaya çıkmıştır?
Homoislamikus lafı bana ağır geliyor. Mümkün olduğu kadar kendi tabirlerimizi tercih
ediyorum. Ahilik, kanun-i kadim veya kanun-i kadimin tercümesi olan klasik dönem bizim
kendi tabirimiz sayılabilir. Ama homoislamikus dediğimizde soyutlama oluyor. Mesela
insan-i kamil diyebilirsiniz. Yani kul hakkına önem veren kendi emeğiyle geçinen bir insan
tipi olarak düşünebilirsiniz. Yani kendi emeğini kazanç vesilesi olarak gören ve
başkalarının hakkına saygı gösteren rekabetten öte dayanışmayı öngören bir insan tipi.
İsterseniz homoislamikus demenizde bir sakınca yok. Ama ben bu lafı kullanma taraftarı
değilim.
Siz "Tanzimat bir noktada ticari kapitalizmi, yani merkantalizmi yaşamadan sanayi
kapitalizmine geçme arzusunu ifade ediyor" diyorsunuz. Bununla ne demek istiyorsunuz?
Tanzimat liberalist bir harekettir. Tanzimat bir devletleştirme ve merkezleştirme
hareketidir. Devletin her şeye karışma, her şeyi tekeline alma hareketidir Tanzimat
aslında. Çünkü modern kapitalist devlet her şeye karışan devlettir. Yani kendi bilgisi
dışında hiçbir şey olmamasını isteyen devlettir. Tanzimat da büyük ölçüde bunu hedef
almıştır. Mesela bugün devlet her şeye karışıyor diyoruz. Her şey devletten bekleniyor
diyoruz. Buna karşın özelleştirme söz konusu olmaya başlıyor. İşte bunun temelinde
aslında Tanzimat vardır. Tanzimat, burjuva oluşturulmasını hedeflemesine rağmen,
bireysel teşebbüs gücünü dışlayan anlayışı getirmiştir. Çelişkili gibi görünür ama klasik
dönemde ekonomik faaliyetlerin çoğunu sivil toplum örgütleri yapıyordu. Vakıflar
yatırımları gerçekleştiren tek kurumdu. Osmanlı döneminde devlet yatırım yapmıyordu.
Kamu yatırımını yapan, sosyal hizmetleri yürüten vakıflardı. Fakat Tanzimat bunları
devlete mal ederek sivil toplum örgütlerini bertaraf etti. Vakıflar 1826'dan itibaren yavaş
yavaş ortadan kalkmıştır ve gücünü yitirmiştir. Sivil toplum örgütleri ekonomiden yavaş
yavaş geri çekilmişlerdir.
Tanzimat sivil toplum örgütlerini devre dışı bırakıp kapitalist ekonomiyi yerleştirmek için
mi devletçi yapıyı kurmaya çalışmıştır?
Devletçi yapı sonradan ortaya çıktı. Tanzimatçılar liberalist yaklaşıma sahipler. Mesela
Osmanlılarda niye sanayi devrimi diye sorulduğunda burjuva sınıfı olmadığı için cevabını
veriyorlar ama burjuva sınıfı nasıl yetiştirilir? Tanzimat devletçi yaklaşımla burjuva sınıfı
yetiştirmeye çalışmıştır. Liberal sınıf yetiştirelemediği için de eski sivil toplum
örgütlerinden istifade etmeniz gerekiyor ki bunların başında da esnaf geliyor. Mesela
İttihat-Terakki şirketleri esnafa kurduruyor. Demirciler esnafı, dericiler esnafı, vs. yani
Osmanlıda tek örgütlü halk teşebbüsü esnaftan ibarettir. Burjuva yoktur. Ama
Tanzimat'ın daha sonra Jöntürklerin sonra da 30'lardan itibaren Cumhuriyetin oluşturmak
istediği şey, devlet eliyle burjuva. Bunun da ne kadar başarılı olduğunu günümüzde
görüyoruz.
Sizce neden başarılı değil?
Çünkü burjuvanın geleneği yok. Mesela Sabancı bile "bu mülk bana emanettir" diyordu.
Burjuvada emanet zihniyeti olmaz. Bu zihniyetle burjuva olunmaz. Ancak biliyorsunuz
burjuva tarihi başka bir olaydır. Kültürel ve geleneksel tarafı vardır. Bir nesilden bir nesile
burjuva olunmaz. Birkaç neslin geçmesi lazım.
O halde bir geleneği olmadığı halde bu süreçler yine kapitalistleşmemizi sağlar diyebiliyor
musunuz?
Olayı globalizasyon süreci içerisinde ele almak lazım. Kapitalizm eski tanımlarını kaybetti.
Yeni tanımlar yapılıyor. Türkiye'de bir zamanlar ağır sanayi tartışması vardı. Şimdi
bakıyorsunuz, öyle bir şey yok. Ağır sanayi hamlesi gibi bir durum yok artık. Dünyada
bize biçilen bir rol var. O rol de nedir? Dünyada ileri kapitalist ülkeler finans sektörüne
hakimdirler. Bize de sanayi düşüyor. Türkiye otomobil, beyaz eşya üretecek bunları
satacak. Biz de sizin zenginliğinizi kontrol edeceğiz. Finans sektörüne hakim olacağız.
Dünyadaki kapitalizmin vardığı nokta şu an finans kapitalizmidir. Yani ileri kapitalist
ülkeler şu anda finans kapitalizmini temsil ediyorlar.
KAPİTALİST SİSTEM ADİL BİR SİSTEM DEĞİLDİR VE KENDİSİNİ TEHLİKEYE
ATMIŞTIR
Bu adil bir işbölümü müdür? Herkes pastadan payını adil bir şekilde alıyor mu?
İstersen olaya yukardan, uzaktan bakalım. Günümüzde açlıktan ölenlerle tokluktan
ölenler bir arada yaşıyor. Tokluktan ölenlerle mide fesadından değil kalp ve damar
hastalıklarından ölenleri kastediyorum. Bir yandan Batı dünyasında kalp ve damar
hastalıkları artıyor bir yandan Afrika'da açlık oranı. Böyle bir çelişki var. Bireysel bazda bir
çelişki var. Bir de toplumsal bazda bir çelişki var. Gelişmiş ülkeler ve gelişmekte olan
ülkeler var. Evvelden medeniler ve barbarlar vardı. Şimdi onun yerini gelişmiş ülkeler ve
gelişmekte olan ülkeler aldı. Ama bir süre sonra aradaki mesafe kapanacak ve gelişmekte
olan ülkeler gelişmiş ülkeler olacak değiller. Çünkü gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan
ülkeler arasındaki mesafe gün be gün büyüyor. Azgelişmişlik bir süreç değil, bir
kategoridir. Dolayısıyla kapitalist sistem adil bir sistem değildir ve kendisini tehlikeye
atmıştır.
Küreselleşme de devamı olarak aynı şekilde…
Aynı şekilde. Terör, vs olaylarının temel sebebi budur. Sistemin kendisini tehlikeye
atmasından kaynaklanıyor.
Sistemin kendisini tehlikeye atmasıyla ne kastediyorsunuz?
Yani adaletsiz bir sistemdir. Gelişmekte olmak bir kategoridir. Ülkelerin bir kısmı bir süre
sonra gelişmişlik düzeyine ulaşacak diye bir olay yoktur.
Çünkü yarışa aynı çizgiden başlamıyorlar…
Hem ondan kaynaklanıyor. Hem de gelişmekte olan ülkeler için bir rol biçilmiştir. O rolü
oynamaktalar. Şimdi burada problem şudur; bu rol yanlış bir roldür. Yani gelişmekte
olmak veya kalkınmak bir aldatmacadır. Kendimize uygun yeni bir sistem oluşturmalıyız.
Yeni bir uygarlık oluşturmalıyız. İşte bunlar gündeme gelmeye başladığı zaman adil bir
sistem gerçekleşebilir. Evvela bu soruları sormak lazım. Bir tuzak içerisindeyiz. Kalkınma
sloganı altında aldatılmışlığı oynuyoruz. Bundan vazgeçip kendimize yeni bir uygarlık
oluşturma niyetlerini teorileştirirsek o zaman ilk adımı atmış oluruz.
BATININ İSTEDİĞİ İSLAMIN EHLİLEŞTİRİLMESİDİR
Avrupa İstikrar Girişimi, geçtiğimiz günlerde hazırladığı raporda Kayseri'yi "İslam
Kalvinizmi"nin merkezi olarak gösterdi. Weberci görüşe istinaden İslam'ın tasarruf ilkesi
ve yine çalışmayı manevi bir değer olarak görmesi İslam'ın kapitalizmle bağdaşmasını
sağlayabilir mi? Yani İslam'ın bazı değerleri araçsallaştırılarak İslam kapitalizmi
oluşturulabilir mi? Bu durumu İslam ekonomisinin ilkeleri açısından değerlendirir misiniz?
Evet, tam olarak bunu yapmak istiyorlar. Yani Batının istediği İslamın ehlileştirilmesi,
İslam kapitalizmi, İslam kalvinizmidir. Batının İslama biçtiği değer budur. Yani Müslüman
kalvinistler…
Bu bağlamda İslam dünyasındaki durumu nasıl görüyorsunuz?
Bu da bir aldanıştır. Teorik olarak İslam kapitalizmi var belki ama fiilen İslam kapitalizme
dönüşmüş durumda. İslam bankacılığı bunun en somut örneğidir.
Bu bankalar faizsiz bir sistem kuruyorlar…
Kredi mekanizması hakimken faizsiz sistem uygulamışsınız uygulamamışsınız hiç önemli
değildir. Orada bir aldatmaca var.
O noktada İslami ilkeler hayata geçmiyor diyorsunuz.
Hayır. Bunun İslam ekonomisiyle hiçbir ilgisi yok. Bu bir aldatmacadır.
Hangi ilke ve değerlerle çelişir?
İslam bankacılığı veya katılım bankacılığı az kapitalistleşmiş bir sistemin ürünüdür. Yani
İslam ekonomisinin bir ürünü değildir. İslam tarihinde mesela Emeviler, Abbasiler…
dönemlerinde cehbezler, sarraflar var. Fakat bunlar marjinal kurumlardır. Ticareti
geliştirmek için sistemin dayandığı kurumlar değildir.
Ama belli dönemlerde devletin bile kredi aldığı kurumlar olmuşlar…
Sâsânîler döneminden beri Ortadoğu'da bilinen Cehbezlerin mevduat topladıklarını ve
bazen devlete kredi verdiklerini biliyoruz. Ancak bunlar nicelikle ticaretin
kolaylaştırılmasını sağlayan bazı kurumlardır. Yani sistemin kalbinde yer almamışlardır.
Osmanlıda bu tür kurumlar da yoktur. Para vakıfları gibi benzer kurumlar var ama sosyal
güvenlik amacıyla çalışıyorlar. Bari bu gelenekten kopamıyoruz toplumsal yarar adına
kullanalım anlayışı var. Oysa günümüzde İslam bankacılığının böyle bir derdi yoktur.
Veya ikinci planda vardır. Birinci planda olan kar maksimasyonudur. Katılım bankacılığı
ticari kurumlardır. Yani hayır kurumları veya vakıf kurumları değiller. Dolayısıyla adil gelir
dağılımını sağlayıcı bir mekanizmaya sahip değillerdir. Fakiri daha fakir, zengini daha
zengin yapan mekanizmanın kurumlarıdır.
İSLAM EKONOMİSİ FAİZSİZ VE ZEKATLI KAPİTALİZM HALİNE GELMİŞTİR
Buradan şu sonuca varabilir miyiz: İslamın bir sistem olarak hayata geçirilmesinin yerine
bir ilkesinin kapitalist sistem içinde uygulanmaya çalışılması kapitalizmi daha işler kılıyor.
Aynen öyle. Başka bir deyişle, günümüzde İslam ekonomisi faizsiz ve zekatlı kapitalizm
haline gelmiştir. Teorik anlamda buna İslam kapitalizmi diyebilirsiniz. Maalesef böyle bir
durum var. Fiili durum budur. Oysa İslam ekonomisinde adil gelir dağılımını öngören,
emeği önemseyen, işsizliği yok etmeye çalışan sosyal bir ekonomi anlayışı vardır. Yoksa
fakiri daha fakir yapan zengini daha zengin yapan bir ekonomi anlayışı kesinlikle yoktur.
İslam tarihinde ve özelde Osmanlıda üretim-tüketim dengesi nasıl sağlanmıştı?
İhtiyaca göre üretim ekonomisi vardır. Kitlevî üretim anlayışı söz konusu değildir.
Asıl olan az tüketmek midir?
Kanaatkarlık da diyebiliriz. Kanaatkar insan tipi ön plandadır. Kitlevi üretim zaten sanayi
devriminin bir sonucudur. Osmanlıda kitlevi üretim yok. Fakat çok net olarak şunu
söyleyebiliriz; yüksek bir üretim potansiyeli vardır Osmanlıda. Esnaf sisteminde de, tarım
sisteminde de. Tarımda ikta ve tımar sistemi vardır. Bu sistemler içerisinde yüksek bir
üretim potansiyeli oluşturulmuştur. Ve şunu da vurgulamamız lazım, 18. yüzyılın ikinci
yarısına kadar, yani 1770'lere kadar Osmanlı ihracatı ithalatından fazladır. Ancak yüksek
üretim potansiyeli bunu gerçekleştirebilir. Dışarıdan mal getiren tüccar para değil mal
götürmek zorundadır. Özellikle dokuma ürünleri ihraç edilirdi.
16. yüzyılda, Kanuni zamanında dört türlü malın ihracatı yasaktı. Ondan evvel şunu
söyleyelim; Osmanlılarda ihracat seferberliği kavramı yoktu zaten. İthalat seferberliği,
piyasanın mala doyması anlayışı vardır. Bu yasak olan maddelerden biri; temel gıda
maddeleridir. Bunların başında buğday, zeytinyağı gelir. Sonra sabun gibi temel temizlik
maddelerinin ihracatı kısıtlanmıştır. Sonra pamuk ipliği gibi sanayi hammaddelerinin
ihracatı yasaktır. Ve savaş araçlarının ihracatı yasaktır. Bir de altın, gümüş gibi kıymetli
maden ihracatı yasaktır. Üretim arttıkça bu yasaklarda daralmalar olduğunu görüyoruz.
Mesela 17. yüzyılda üretimde artış vardır. 18. yüzyılın ikinci yarısına kadar ihracatın fazla
olduğunu söylemiştik. İşte o dönemde üretim artışları var. Maliyede bir gelişme var.
Bütçelerde açıklar azalmış. Hatta bazen fazla veriyor. Osmanlı devletinin ekonomik
anlamda yükselme dönemi 17-18. yüzyıldır. Sanırım Mehmet Genç hoca da aynı fikirde.
Lale devrini içine alan dönem Osmanlı ekonomisinin ve maliyesinin zirve yaptığı dönemdir
diyebiliriz.
OSMANLI İNSANI HİÇBİR İHTİRASI OLMAYAN İNSAN OLARAK TANIMLANIR
Osmanlıda insanın kendisiyle, doğayla, toplumla barışık yaşamasını sağlayan zihni
yapıdan bahseder misiniz?
Osmanlı insanı kanaatkardır. Dünyada görevlerinin olduğunu bilen ve öbür dünyada
hesap vereceği bilincinde olan insan tipi vardır. Dolayısıyla dünyaya bakışında ihtiras,
daha çok kazanmak, kar maksimasyonu veya tüketiciysen fayda maksimasyonu diye bir
şey yok. İncelmiş bir anlayış vardır. Özellikle sanat eserlerinde bunu görebilirsiniz. Ama
bu ihtiras anlamında değildir. Kanaatkarlık ön plandadır. Dingin, durağan bir insan tipi
ortaya çıkmıştır. Dışarıdan gelen gözlemciler öyle söylüyor. Osmanlı insanını hiçbir ihtirası
olmayan insan olarak tanımlıyorlar. Mesela Edmondo De Amicis diye meşhur bir İtalyan
yazar vardır. "Çocuk kalbi" adlı kitabın yazarı. Onun bir gözlemi var; bir Osmanlı
kahvehanesine giriyor. Sanki mumya müzesine girdim diyor. İnsanlarda hareket yok.
Yarım fincan kahveyi bütün gün içiyorlar. Durgun bir insan tipi. Ama bu hayattan bezmiş
bir insan tipi değil. Yani ihtiyaçsız… Buradan hareketle diyorlar ki, bunun sebebi
vakıflardır. Teşebbüs gücünü öldürmüştür diyorlar. Aslında böyle değildir. Vakıflar bir
yandan insanların güvencesiyken bir yandan da sanayi altyapısını oluşturmuşlardır. Yani
esnaf çalıştığı, iş yaptığı dükkanları vakıflardan almıştır. Vakıflar dükkanları hazırlamışlar
ve onlardan elde ettikleri gelirlerle kamu hizmetlerini finanse etmişlerdir. Sistem farklı bir
sistemdir. Bu sistemi anlamak gerekiyor. Anlamak için de önümüzdeki buzlu camların
kaldırılması gerekiyor. Bu yine Mehmet Genç'in bir sözüdür. Tanzimat insanının önünde
klasik Osmanlı zihniyetini anlamalarına engel bir buzlu cam vardı der. O buzlu camın
arkasından bakıyorlardı. Her dönemde bu buzlu camlar artmıştır. Günümüzde beş on tane
buzlu cam var herhalde. Arkasında görülen hayaletlere bakarak durumu tahmin etmeye,
ne olup bittiğini anlamaya çalışıyoruz. Problemimiz budur.
Osmanlıda kendiyle barışık bir insan modeli var. İhtirassız yapısıyla üretim ve tüketimde
dengeyi sağlayarak doğayla ve toplumuyla da barışık yaşamış bu insan. Peki, bu
modelden kalkarak günümüze yönelik bir İslam ekonomisi teorisi üretmek mümkün
müdür?
Tabi, bu bireylere bağlıdır. Mesela insanlar kendileri kul hakkı yemeyecek, kötülük
düşünmeyecek, birbirlerinin ayağını kaydırmaya çalışmayacak, rekabet yerine
dayanışmayı ön planda tutacak, az yiyecek, az konuşacak… bunların hiç birisi bizde yok.
Bu gerçekleştirilirse yeni bir uygarlık oluşuyor demektir.
İYİ BİR MÜSLÜMAN OLUNMADAN İSLAM EKONOMİSİ HAYATA GEÇMEZ
Önce bireyden başlar diyorsunuz.
Tabii. Bireyden başlar. Başkasına bakıp da kendimizi unutmamamız lazım. Kuran da bu
duruma işaret eder biliyorsunuz; başkalarına iyiliği emrediyorsunuz ama kendinizi
unutuyorsunuz diyerek. İnsanların önce kendilerinden başlaması lazım. Bu iş böyledir.
Kendileri ne kadar gerçekleştirebiliyorlar? Yani iyi bir Müslüman olmadan İslam ekonomisi
filan olmaz.
Peki, bunlar yapılırken siyasi örgütlenme de paralel olarak yürütülmeli midir? İslam
ekonomisinin ilkelerinin hayata geçirilebilmesi için mesela D8 uygulaması veya İslam
Ortak Pazarı düşüncesi birer adım olabilirler mi?
Belli bir hedefe doğru arayışlar içinde olmak önemlidir. Hatta faizsiz bankacılığı bile bu
açıdan değerlendirebiliriz. Ancak hedefin çok net olmadığı ve sonuçta az kapitalistleşmiş
bir sistemin öğesi olunduğu görülüyor. Bu yüzden belirttiğiniz uygulamalara pek
inanmıyorum. Yine de önemli olan bu uygulamaların sonuçta modern kapitalizmin dışına
çıkmadığıdır.
Onun dışına nasıl çıkılır?
Bireysel olarak çıkılır. Mesela Gandhi insanlarla savaşmadı ama onları rahatsız etti.
Çıkrıkla, dokuma tezgahıyla bağımsızlık hareketini örgütledi. Bu önemli bir şeydir. Şöyle
diyelim; Müslümanlar örnek alınacak. Bu adamdan bana zarar gelmez deniyorsa bu
önemlidir işte.
Siyasi örgütlenme bazında düşündüğümüzde…
Bunun dışındakiler daha sonra gelir. Yani kafamızı, zihnimizi bu noktaya yoğunlaştırıp da
asıl görevlerimizi unutmamalıyız. Benim görüşüm şudur; hep siyasi örgütlenmeye ağırlık
veren insanlar kendilerini unutuyorlar. Dünyayı kurtarmaya çalışırken kendilerini
unutuyorlar maalesef.
Yani o yönde bir model arayışına gerek yoktur mu diyorsunuz? Bireyler kendilerini
düzelttiklerinde bu da kendiliğinden gerçekleşecek midir?
Tabii. Kendiliğinden olur bunlar. Başkaları örnek alır. Şimdi İslam hızla yayılıyor
diyemezsiniz. Entelektüel bazda bir gelişme vardır ama Müslümanları örnek alarak bir
İslamlaşma yok dünyada. Eğer bu olursa bir takım gelişmeler yaşanır.
MÜSLÜMANLARIN TEMEL ÇEKİNECEKLERİ GÜÇ ALLAH OLMALIDIR
Ama şöyle bir handikap var hocam. Kapitalizm ve onun ürettiği kültürel ortam bütün
aygıtları kullanarak bireyin üzerinde tahakküm kuruyor. Medya aracılığıyla, eğitim
aracılığıyla ve hatta sokağa çıktığınız anda reklam panoları aracılığıyla hakimiyet sağlıyor.
Bu nasıl aşılır? Birey bu ortamda kendini nasıl özgürleştirir?
Bu hepimizin başında. Ben üniversitede öğrenciyken şimdiki gibi değildi. Hocaların
karşısında şimdiki gibi konuşamazdık. Bir ayet vardır: "İnsanlardan korkmayın Ben'den
korkun" der Allah Teala. Günümüzde tam tersidir. Müslümanlar, insanlar ne der diye
yaşıyor, bütün korkuları insanlar. Oysa Müslümanların temel çekinecekleri gücün insanlar
değil Allah olması lazım. Eğer bu yer değiştirirse işte hal böyle olur.
İslam ekonomisi bazında düşündüğümüzde, insanların bu sistemden bağımsız ve bu
sistemin içinde İslam ekonomisinin ilkelerine bağlı kalarak faaliyet göstermeleri mümkün
müdür?
Mümkündür tabii.
Kurtarılmış adacıklar oluşturmak gibi bir şey mi?
Çok basit bir şey. Hz. Peygamber tüccarlık yaptı. Bir sıfatı vardı onun. Hatırlıyor
musunuz?
"Emin"
Evet. Müslümanlar emin insanlar olurlarsa biter bu iş. Bu Müslümandır, bundan yamuk iş
çıkmaz dendiği zaman tamamdır. Mesela elini vicdanına koy söyle, "hacı" tipinin olumlu
bir çağrışımı mı var olumsuz mu?
Medyada olumsuz bir çağrışıma sahip.
Bütün sorun bu işte. Müslümandan zarar gelmemesi lazım, bu imajın oluşturulmaması
lazım. Demek ki, yapılacak çok iş var. Hz. Peygamber "Allah doğru tüccarı
Peygamberlerle birlikte haşreder" diyor. Allah, Peygamberlerin yanına koyduğuna göre
tüccar çok önemli bir şeydir. Öyle bir tüccar varsa ben gidip elini öperim. Çok önemli bir
şeydir. Peygamberin yanında çünkü. Böyle tüccar yok maalesef. Geçen cumartesi
İGİAD'da ekonomi ve iş ahlakı çerçevesinde yaptığım konuşmada bu tür şeyler söyledim.
Rahatsız olanlar oldu. Birisi "hocam zihnimizi allak bullak ettiniz" dedi. Ben kolay
konuşuyorum ama kolay değil tabii. Hatta İlahiyat Fakültesinde iktisat dersi verdim bir
ara. Öğrencilerden biri dedi ki, iktisat okuyoruz, çünkü nasıl zengin olunur öğrenmek
istiyoruz. Siz burada bize fakrı tavsiye ediyorsunuz. Dedim ki, ekonomide zengin olmayı
öğrenerek zengin olunamaz. O başka bir şey. Kul hakkı yiyerek zengin olunabilir belki
ama bunu yapmadan nasıl zengin olunur, önemli olan budur işte.
Download