Uluslararası İnsan Hakları Sempozyumu, Bursa 10-12 Aralık 2004 İnsan Hakları ve Uluslararası Sistem Prof. Dr. İhsan D. Dağı ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü İnsan hakları talepleri bir yandan uluslararası bir nitelik kazanırken öte yandan da toplumsallaşıyor, toplumsal bir talebe dönüşüyor. Artan bu toplumsal ilgi ve talep ile siyaset arasında da ilişkiler oluşuyor kaçınılmaz olarak. Böylece insan hakları talepleri siyasete yansıtılıyor, siyasal mekanizmalara iletiliyor. Son yıllarda, Avrupa Birliği üyeliği hedefi çerçevesinde ivme kazanan demokratikleşme sürecinde bu toplumsal taleplerin olumlu etkilerine de görmek mümkün. Aslında, geleneksel kavranış biçimiyle uluslararası sistem, insan haklarının ‘uluslararası niteliği’ne de uluslararası politikada ‘meşru’ bir yer edinmesine de sıcak bakan ögeler üzerine kurulu değildir. Uluslararası sistem geleneksel anlamda devlet merkezlidir. Devletlerin egemenliği ve eşitliği esastır. Dolayısıyla, egemen devletlerin içişlerine ‘karışmama’ ilkesi uluslararası sistemin geleneksel anlayışında merkezi bir değer taşır. Bu anlamda devletler, kendilerinin veya muhataplarının ‘içişlerini’nin nasıl kurulduğuna, ne tür özellikler taşıdığına, dolayısıyla da insan haklarının durumuna bakmazlar. Anarşinin egemen olduğu, yani devletin üzerinde başka bir egemen otoritenin ve moralitenin bulunmadığı bir uluslararası sistemde çıkarlarını ‘maksimize’ etmeye çalışırlar. Çıkar, güçtür ve gücü elde etmek için ‘ahlaki’ sınırlar olabileceği fikri kabul görmez. Hobbes’cu bir ‘devlet devletin kurdudur’ fikri egemendir. Ahlakın ve eylemin ahlakiliğinin kabul görmediği bir anlayış içinde insan hakları için bir yer bulmak da tabii ki zordur, hatta imkansız. 1 Günümüzde hala uluslararası sistemin bu yönlerine vurgu yapan anlayışlar mevcut olmakla birlikte uluslararası sistemin devlet/güç merkezli, egemenlik odaklı ve karışmazlık ilkesi eksenli kavranışında ve pratiğinde ciddi bir dönüşüm yaşandığına tanık oluyoruz. Başlangıçta, belki şunu da belirtmekte fayda var. İnsan hakları, temelde, hukuksal-siyasal düzlemde ve dolayısıyla ulusal alanda çözülen, çözülebilen, çözülmesi gereken bir sorundur. Ancak, sorunun boyutları, gelişen küresel insan hakları bilinci ve hareketi, ortaya çıkan siyasal ve hukuksal düzen dikkate alındığında insan hakları sorunu ‘ulusal ‘ alanın dışına taşmış durumda. Hem sorunun niteliğinin ve algılanma biçimlerinin daha iyi anlaşılabilmesi için, hem de çözüm yollarının geliştirilmesi ve uygulanması için insan haklarına ‘uluslararası’ ve hatta ‘küresel’ bir perspektifle yaklaşmak gerekiyor. Günümüzde insan haklarını uluslararası bağlamın dışında düşünmek mümkün olmadığı gibi insan hakları taleplerini uluslararası boyutun dışında anlamlandırmamız, anlamamız da mümkün değil. İnsan hakları sorunlarını, yine, uluslararası mekanizmaların, aktörlerin, eylemlerin dışında çözmemiz de mümkün görünmüyor. Bu durum geleneksel biçimiyle uluslararası sistemin temel öncüllerini sarsmıştır ve dönüşüme yol açmıştır. Sonuçta, insan haklarının uluslararası bir nitelik ve içerik kazanması makul ve meşru bir durum olarak ortaya çıkmıştır. Neye rağmen? Biraz önce belirttiğim gibi, uluslararası sistemin doğasının önemli ölçüde devlet merkezli, ulusal çıkar odaklı ve çatışmacı perspektifine rağmen. Hangi dinamiklerle dönüşmüştür uluslararası ilişkilerde insan haklarının yeri? Öncelikle bu süreçte devletlerin oynadıkları rolü göz ardı etmemiz mümkün değil. İnsan hakları ihlallerini, temelde, bireyle devlet arasındaki ilişkilerde, devletin örgütlenme biçiminden ve yönetim anlayışından kaynaklanan sorunlar olarak nitelediğimizde ortada ‘düzeltilmesi’ gereken bir ‘devlet’ vardır. Devlet, temel hak ve özgürlükleri tehdit etme potansiyeli en yüksek olan bir örgütlü güçtür. Bu genel saptamaya rağmen uluslararası düzeyde, devletlerin insan haklarını uluslararası güvencelere bağlayan mekanizmalar yaratmada oynadıkları rolü inkar etmemiz mümkün değildir. Dikkatlerden kaçmaması gereken bir ayrıntı, insan hakları konusunda aktif olan, uluslararası örgütler ve NGOlarla işbirliğine girişen bu devletlerin liberal-demokratik devletler olmasıdır. Kendi yurttaşlarının temel hak ve özgürlüklerini güvence altına almayan devletlerden, ulusal alanı da denetleyebilecek bir uluslararası insan hakları ‘rejim’i oluşturmasını beklemek zaten yersizdir. Ancak uluslararası insan hakları hareketinin moral gücü 1948’den beri öylesine baskındır ki otoriteryen ve totaliteryen devletler bile bir kavram 2 ve talepler dizini olarak insan haklarını yadsıyamamışlar, işbirliğine yönelmek zorunda kalmışlardır. Sonuçta devletlerin bizzat kendilerinin geliştirdiği bir uluslararası normatif yapı, bir uluslararası insan hakları hukuku oluşmuştur. Bu çerçevede, insan haklarının zamanla uluslararası bir sorun ve ilgi alanına dönüştüğü görülmüştür. 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nden günümüze insan hakları ‘rejimi’nin, geliştirilen koruma mekanizmalarıyla nasıl ‘sert’leştiğini, bağlayıcı bir hukuki yapıya dönüşütüğünü gözlemlemek mümkündür. Hukuki bağlayıcılıktan ve mekanizmalardan yoksun ‘yumuşak’ bir insan hakları ‘deklarasyon’undan, taraf ülkelerde soykırım, savaş suçları ve insanlığa karşı suçları yargılamakla yetkili bir Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne doğru evrilen bir uluslararası normatif-hukuksal yapıdan sözediyoruz. 1948’den 1998’e uzanan elli yılda bu iki tarihi ve iki belgeyi yan yana koyduğumuzda, insan hakları alanında uluslararası hukuksal yapının nasıl dönüştüğünü ve nasıl sert bir hukuka doğru evrildiğini de görebiliriz. Dolayısıyla bu süreçte devletlerin kendi iç düzenlemelerini diğer devletlerin ve uluslararası örgütlerin denetimine açma yönündeki eğilim ve tercihlerini dikkate almak lazım. Devletler, kendi iradeleriyle ‘iç alanı’ dışarının denetimine açtılar ve de ulusal düzlemde eylemlerini kısıtlayacak uluslararası yükümülükler altına girdiler. Böylece gelişen bir “luslararası insan hakları rejimi”nden bahsetmek mümkündür. Bu rejimin en gelişmiş olduğu yapılar Kuzey Amerika ve Avrupa’da ortaya çıktı. 1952 yılında yürülüğe giren Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, sözleşmede koruma altına alınan temel hak ve özgürlüklerin ihlalini taraf ülkelerde bağlayıcı nitelikte çözümleyen bir düzenlemeler zinciri oluşturdu. Uluslararası ve bölgesel insan hakları rejimlerinin, insan hakları sorunlarını nasıl uluslararası bir düzleme taşıdığının aslında tipik örneklerini Türkiye’de yaşadık. Özal hükümeti, Avrupa Topluluğu’na tam üyelik düşüncesi paralelinde 1987 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (o zaman Komisyon) bireysel başvuru hakkını tanıdığında çok fazla tartışılmamış, hatta dillendirilmemişti bu yöndeki talepler Türkiye kamuoyunda. Avrupa Topluluğu hedefinin bir gereği olarak düşünülmüştü bu adım. Bireysel başvuru mekanizmasını ve mahkemenin yargı yetkisini kabul edenler bile başlattıkları bu sürecin Türkiye’de hukuku ve toplumu bu denli derinden etkileyeceğini muhtemelen öngörmemişlerdi. Oysa geldiğimiz noktada şunu görüyoruz ki, bu süreç Türkiye’nin hukuk düzenini Avrupa ile uyumlaştırarak önemli ölçüde dönüştürmekle kalmıyor, ‘hak’kın gerektiğinde uluslararası mekanizmaları harekete geçirilerek de alınabileceğine ilişkin toplumsal tutumun gelişmesini sağlıyor. 3 Bunlar son derece derin dönüşümler anlamına geliyor. Türkiye’de vatandaşların Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurma eğiliminin oldukça yüksek olduğunu biliyoruz. Uluslararası mekanizmalara, uluslararası örgütlere yönelik genel ve yaygın bir kuşkunun, tereddütün ve hatta korkunun olmasına rağmen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi bir uluslararası mahkemeye Türkiye toplumunun başvurma eğiliminin yüksek olması son derece ilginç ve dikkate değer. 2002 yılının Ekim ayında yaptığımız bir kamuoyu araştırmasında ‘temel hak ve özgürlükleriniz üzerinde bir kısıtlama olduğunda ve bunu ulusal mahkemelerde sonuçlandıramadığınızda AİHM’ne başvurmayı düşünür müsünüz’ sorununu yöneltmiştik. Halkın yüzde 64’ü, temel hak ve özgürlüklerinin ihlal edildiği ve bu ihlalin Türkiye’de mahkemeler tarafından giderilmediği durumlarda AİHM’ne gidebileceklerini belirtiyordu. Türkiye’yi ‘yabancılara şikayet’ söylemiyle bastırılmaya çalışılsa da AİHM hak arama çabalarının doğal ve nihai adresi olarak belirginleşiyor. Aslında bu noktada iki olgu da karşımıza çıkıyor. Vatandaşlar, temel hak ve özgürlüklerini uluslararası yapılarla/mekanizmalarla garanti altına lamaya çalışırken, aynı zamanda kullandıkları mekanizmalarla birey-devlet ilişkisini, bireyin uluslararası toplumla ilişkisini de yeniden tanımlıyorlar. Devlet, temel hak ve özgürlükleri korumakta zaaf gösterdiğinde veya temel görevlerinden olan ‘adalet dağıtma’ işlevini yerine getiremediğinde, yurttaşlar adaleti insan hakları bakımından AİHM’de temin edeceklerini düşünüyorlar ve nihai olarak oraya yöneliyorlar. Temel bir işlevini yerine getiremeyen ‘ulusal’ kurumun meşruiyet algısı kamuoyu önünde zayıflarken, bu işlevi yerine getirmeyi üstlenen ‘uluslararası’ kurumun meşruiyet algısı artıyor. Sonuçta ‘ulusal’dan ‘uluslararası’na bir tür ‘sadakat kayması’ndan söz ediyoruz. Bu, ulusal devletlerin temel işlevlerini yerine getiremediğinde nasıl bir nasıl bir sadakat kaymasıyla, bir işlevsel boşlukla karşı karşıya kalacaklarını da gösteriyor. Bazı ulusal kurumların nasıl işlevsiz hale geldiğini göstermesi bakımından bir örnek de İnsan Hakalrı Kurulları. Biliyorsunuz her ilde ve ilçede İnsan Hakları Kurulları var. BU kurullar insan hakları ihlallerine ilişkin şikayetleri incelemek ve şikayette bulunan insanlara yardımcı olmak üzere oluşturulmuş. Başvuruları kolaylaştırmak, hızlandırmak ve etkinleştirmek üzere son zamanlarda yeni çalışmalar da yapılıyor. Bunlara yönelik eğitim çalışmaları yapılıyor, insanlara başvuru imkanları anlatılıyor, başvuru formları dağıtılıyor. Ancak hala İnsan Hakları Kurullarına yapılan başvurular son derece düşük seviyede. Tüm il ve ilçelerde her ay alınan şikayet başvuruları birkaç yüzü geçmiyor. Neden? Çünkü bu tür resmi ulusal kurullar işlevlerini yerine getirmiyor. Böyle olunca da halk şikayetlerini bu tür kurullara iletmek yerine İnsan Hakları Derneği (İHD) ve MAZLUMDER gibi insan hakları örgütlerine 4 yöneliyor. İşlevsiz kalan, yani öngörülen performansları gösteremeyen ve sonuç üretemeyen resmi kuruluşların meşruiyeti de zamanla sorgulanır hale gelirken, bu alanda çalışan insan hakları örgütlerinin toplumsal meşruiyetleri güçleniyor, çünkü şikayetleri irdeliyorlar, dayanışma ve mepati gösteriyorlar ve sonuç üretiyorlar. Yerelle ulusalı, ulusalla da küreseli birbirlerine bağlayan bir network içinde çalışan insan hakları örgütleri işlevini yerine getiremeyen bir ulusal kurumun yarattığı boşluğu dolduruyor. Ulusal kurum işlevsizleştikçe, uluslararası networklerin içinde olmakla performanlarını daha da artırabilen NGOlar, toplumsal meşruiyeti de bulunan önemli aktörler olarak öne çıkıyorlar. Bu ise, sonuçta, insan haklarını uluslararası bir zemine daha da çok taşımış oluyor. İşte tam da bu bağlamda uluslararası sistemin dönüşümünü sağlayan bir başka dinamik, sistemde ortaya çıkan yeni aktörlerdir. Artık günümüzde şunu görüyoruz ki uluslararası ilişkileri devletlerle açıklamak mümkün değil. Devlet-merkezli, egemenlik-odaklı anlayışa meydan okuyan yeni aktörler var; bunlar uluslararası örgütler ve hükümet dışı kuruluşlar. Bunlar, bir şekilde uluslararası düzeyde, devletlerin egemenlik alanlarını daraltan, devlete/siyasete Ali Bayramoğlu’nun da belirttiği gibi toplumu katan, toplumsal talepleri taşıyan bir işlev görüyorlar. NGO’lar insan hakları fikrinin toplumsallaşmasında, meşrulaşmasında, yaygınlaşmasında ve insan haklarına ilişkin küresel bir bilincin gelişmesinde son derece merkezi bir rol oynadılar. Öte yandan NGO’lar, yerelden ulusala ve küresele uzanan networkleriyle, ulusal alanı uluslararası aktörlerin denetimine açtılar. Ulusal alanı şeffaflaştırdılar. Ulusal alandaki insan hakları ihlallerini, küresel siyasetin, küresel toplumun önüne taşıdılar, küresel siyasetin konusu haline getirdiler. Yani “iç”i “dışarı”ya açtılar; “dışarı”yı “içeri”ye taşıdılar. Bu niteliğiyle de tek egemenin devlet olduğu ulusal alan, hem ulusal düzeyde yerel aktörler tarafından, hem uluslararası düzeyde küresel aktörler tarafından zorlandı, parçalandı, denetlendi. Böylece egemen devletlerin veya insan hakları ihlalcilerinin alanları önemli ölçüde daraltıldı. Değinilmesi gereken dönüştürücü bir başka faktör, küreselleşme… Küreselleşme, değişik yönleriyle eleştirilen bir olgu. Aynı zamanda siyasal kutuplaşmanın yeni formlar kazandığı bir alan. Ama küreselleşme aynı zamanda, insan hakları özelinde ‘özgürleştirici’ bir işlev de görüyor. Küreselleşme, yarattığı imkanlar, getirdiği dinamikler, yaygınlaştırdığı ve etkinleştirdiği aktörlerle bireyle devlet arasında tampon alanlar yarattı, yeni koruma imkanları getirdi. Birey, küreselleşme sürecinde güçlenen yeni aktörler ve yapılarla devlet karşısında yalnız olmaktan kurtuldu, devleti kısıtlayan, hatta yer yer denetleyen yerel ve küresel 5 aktörlerin networkü içinde yeni korunaklar edindi. Hatta zaman zaman ulusal devletleri bypass edebilecek bir imkana kavuştu. Bu, bireyi, ulus devletle ilişkisinde niteliksel olarak özgürleştiren bir sonuç yarattı. Son olarak, bir başka konuya değineceğim tırnak içerisinde, devlete geleceğim. Devletler (özellikle liberal demokratik devletler) ve devletlerin oluşturduğu uluslararası örgütler de son dönemde artık insan haklarına dayalı rejimlerin, uluslararası güvenlik ve barış için gerekli olduğunu kavramaya başladılar. Eğer uluslararası sistemin temel sorunsalı, barış ve güvenlik ise bunu temin etmenin yollarından birinin de insan haklarına dayalı ulusal yönetimler olduğu büyük ölçüde fark edilmiş durumda. Yani, son dönemde artan biçimde ulusal düzeyde insan haklarının ‘durumu’ ile küresel barış ve güvenlik arasında bir ilişki kuruluyor. Bu ilişki, birçoğunun sandığı gibi, negatif bir ilişki değil, pozitif bir ilişki. İnsan hakları sorunlarının çözümü hem iç barışı getiriyor hem de küresel barış ve güvenliği mümkün kılıyor. İnsan hakları taleplerinin, aynı zamanda bir tür güvenlik talepleri olduğu, insanın fiziksel ve moral bütünlüğüne ilişkin güvenlik talepleri olduğu ileri sürülebilir. Ancak bu taleplerin sağlanmasıyla ulusal düzeyde güvenlikn mümkün olacaktır. Ulusal güvenliğini bireyin güvenliği üzerine bina etmeyen, ulusal güvenliğini yurttaşın güvenliği üzerine kurmayan devletlerin uluslararası sistem açısından ‘güvenliksizlik’ yaratan bir unsur olduğu görülmeye başlanmıştır İç savaşlar, azınlık haklarının ihlallerinden beslenen etnik çatışmalar, otoriteryen rejimlerin dışarıya karşı saldırgan tutumları, bütün bunların yarattığı kitlesel göç dalgaları küresel barışı tehdit eden olgulardır. Dolayısıyla, temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması anlamında ‘bireysel güvenlik’le ‘ulusal güvenlik’ ve ulusal güvenlikle de ‘küresel güvenlik’ arasında pozitif bir ilişki bulunuyor. Gerek ulusal barış ve güvenlik, gerekse de küresel barış ve güvenlik insan haklarına dayalı yönetimleri gerekli kılıyorsa devletlerin, egemenlikleri gereği, ‘içerde’ istediklerini yapabilen ‘egemen’ler olarak tanımlanması ve kabul edilmesi mümkün değil. Sonuçta insan hakları sorunları, bunların kavranış ve çözüm biçimleri devletleri ve devletlerin egemenlik iddialarını aşmayı gerektirdiğinden uluslararası sistemin geleneksel olarak üzerinde kurulduğu devlet-merkezlilik ve egemenlik konsepti de dönüşmüş bulunuyor. Teşekkür ederim. 6 ************ Özellikle Salih Efe’nin bıraktığı yerden devam etmek istiyorum. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi örgütlerde tabii ki üye devletlerin yapısının, toplumsal kültürünün, yargıçlarının niteliğinin etkileri, yansımaları vardır. Türkiye örneğinde baktığınızda, Türkiye’de devlet niteliksel bir dönüşüm geçirirken, bunun Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne Türkiye’den gönderilen yargıcın özelliklerine de yansıyacağını düşünüyorum. Önümüzdeki yıllarda, Türkiye’den, özgürlükçü, insan hakları alanında mücadele yürütmüş akademisyenleri, diplomatları, hukukçuları AİHM’de yargıç olarak görmemiz söz konusu olabilir. Şimdi Salih Efe de ifade etti; yabancılara devleti şikayet etme kaygısı aşıldı, büyük ölçüde aşıldı. Bu süreçte kanımca artık AİHM’ni ya da daha genelde Avrupa’yı da bizim ‘dış’ımızda bir olgu olarak görmek yerine, kendimizden, bizim de bulunduğumuz bir yer olarak görme anlayışı da etkili olacak sanıyorum. Avrupa Birliği ile ilgili tartışmalarda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi için yapılan tartışmalarda biz, Avrupalıları, bizi dışlayıcı davranmakla, çifte standart uygulamakla suçluyoruz zaman zaman, ama biz de Avrupa’ya bakarken, biraz dışarıdan bakıyoruz gibi geliyor bana; kendimizi Avrupa’nın içine yerleştirmeden Avrupa’yı yargılıyoruz. Böyle bir yanlışımız var, ama bu yavaş yavaş aşılıyor. Örneğin, yanılmıyorsam 2000 yılında -futboldan bir örnek vermek istiyorum- Galatasaray UEFA şampiyonu olmuştu ve şampiyon takımın futbolcularına gelecekte ne yapacakları soruluyordu. Yerli futbolcuların hepsi “Avrupa’da futbol oynamak istiyorum” diyorlardı. Kimse dönüp de bunlara “kardeşim, sen zaten Avrupa şampiyonusun. Sen zaten Avrupa’da oynadın ve Avrupa’da şampiyon oldun” demiyordu. Bu yaklaşım, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Avrupa Birliği tartışmalarında da böyle. Hala Avrupa’yı kendi dışımızda, bir şekilde öteki, girilecek bir yer olarak görüyoruz. Bu ayrıştırma bir sorun, ama, sanıyorum önemli ölçüde ortadan kalktı. Zaman zaman Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin altında Türkiye’nin de imzasının olduğunu, sözleşme yaratan kurum olan Avrupa Konseyi’ne Türkiye’nin 50 yılı aşkın bir süredir üye olduğunu ve AİHM’nde Türkiye’den de bir hakişm bulunduğunu hatrılatmakta fayda var. İkincisi, küreselleşme ile ilgili yaptığım saptamalarla ilgili olarak arada birkaç eleştiri geldi. “Ulus devletin hegemonyasından kaçarken küresel aktörlerin hegemonyası karşısında birey, bireysel özgürlükler ne olacak?” gibi haklı bir kaygı. Küreselleşmenin önemli aktörlerinden çok uluslu şirketler yatırım yaptıkları, etkili oldukları ülkelerde, bazı sorunlar yarattılar insan 7 hakları açısından, sendikal haklar açısından. Ben bunları kabul ediyorum, ama, mevcut küresel yapıda, bireylerin ve toplumların teker teker çok uluslu şirketlere ve küresel hegemonlara karşı bile güçlerinin olduğunu düşünüyorum. Çok uluslu şirketlerin Uzak Doğu’da çocuk işçi kullandıklarına yönelik haberlere karşın sanırım Nike ürettiği spor ayakkabılarına “bu üründe çocuk işçi kullanılmamıştır” etiketini eklemek zorunda kalıyor? Neden? Bu, insan hakları söyleminin küresel gücünden kaynaklanıyor. Ne devletler, ne çok uluslu şirketler, ne hükümet dışı kuruluşlar, insan hakları eleştirilerine maruz kalmak istemiyorlar. Çünkü insan hakları ‘dil’i, güçlendi ve evrensel bir geçerlilik kazandı. Küresel bir kimliğe büründü. İşte bunun, küresel hegemonların da gücünü sınırlayacağını düşünüyorum. Amerika Birleşik Devletleri örneği verildi. Irak’ta Ebu Garib Hapishanesinde ve Felluce’de olanlarla Amerikalılar Irak’ta savaş suçu işlediler. Katlanmaları gereken bir maliyet var yalnız... Irak’ta hegemon güç olarak şiddet kullandılar ancak, bugün Amerika Birleşik Devletleri’nin, uluslararası düzeyde büyük bir yara aldığını görüyoruz. Bütün dünyayı saran derin bir Amerikan karşıtlığı oluşuyor. ABD’nin küresel politikaları sorgulanıyor, politikalarının meşruiyeti sorgulanıyor. Arada görüştüğümüzde bir arkadaş örnek verdi. Biliyorsunuz Türkiye’de Coca-Cola halka açılmaya çalıştı ama hisselerini satmada başarı gösteremedi. Neden acaba? Bunda Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’ra yürüttüğü savaş ve işgal, savaşın ve işgalin ABD’ye yönelik yarattığı öfke ve antipati bir rol oynamış olmasın? Bu sonucun, yani ABD kökenli bir küresel şirketin ABD politikaları nedeniyle operasyonlarında karşılaştıkları güçlüklerin geri-bildirimler yoluyla siyasa değişikliği talepleri biçiminde Washington’a ulaştığı muhakkaktır. Sonuç olarak, küresel aktörler, toplumdan, ulusal ve yerel düzeylerden gelen taleplerden ve tepkilerden etkileniyorlar ve bu etkileşim, orta ve uzun dönemde Amerika Birleşik Devletleri gibi devletlerin politikalarını etkileyecek düzeylere bile ulaşabilir. Bir başka konu; David’in konuşması son derece önemliydi, özellikle Türkiye’den dinleyicilerin olduğu bir toplulukta önemliydi. Çünkü biz, uluslararası insan hakları örgütleriyle ilgili bazı eleştiriler alıyoruz. Kamuoyunda bazı kesimler bu tür örgütlerin sadece Türkiye’deki insan hakları ihlalleriyle ilgilendiğini, İngiltere’de veya Amerika’da olup bitenler karşısında bir tepki ve duyarlılık göstermediklerini düşünüyor. Böyle bir algılama var. David’in konuşmasında şunu bir kez daha gördük ki Uluslararası Af Örgütü, Uluslararası İnsan Hakları İzleme Örgütü gibi örgütler, 11 Eylül sonrası, Amerika Birleşik Devletleri’nin, İngiltere’nin yaptıklarını, çıkardıkları kısıtlayıcı yasaları ve bunların uygulamaları son derece sert biçimde eleştirdiler. Yani, uluslararası insan hakları örgütleri, sadece üçüncü dünya 8 ülkelerinin insan hakları açığını deşifre etmek için var olan kuruluşlar değil, küresel bir hareket olarak insan hakları ihlallerinin olduğu her yerde duyarlılık göstermektedirler. Son nokta; Orhan Kemal’in dile getirdiği Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bir güvensizlik olduğu yönündeki tez iki önemli noktaya dayanıyor: bunlar, Refah Partisi ve Leyla Şahin davasına ilişkin mahkemenin kararları. Bu davalarda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kendi Sözleşmesi’ne, önceki kararlarına uymayan bir karar verdiğine ilişkin bir genel kanı var. Bu konuda benim işaret etmek istediğim şu: tabii ki verilen karar, bence de sözleşmenin ruhuna uygun kararlar değil bunlar. Ancak, hukuksal yanı dışında AIHM’de kararın oluşması süreci, aynı zamanda siyasal ve toplumsal iletişimden ve etkileşimden de geçiyor, bunu unutmayalım. AİHM, DEP’le ilgili davada ya da Kürt kökenli siyasi parti kapatma davalarında ve Türkiye Komünist Partisi ile ilgili davalarda oldukça özgürlükçü kararlar verdi ama Refah Partisi davasında vermedi. Bu hukuken eleştirilebilir ama siyaseten şöyle bir durum da söz konusu. Bu iki dava da, yani Leyla Şahin davası da, Refah Partisi davası da İslami hareketle ilgili davalar. İslami hareketin Türkiye’de karşı karşıya kaldığı muameleye yönelik Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde açılan davalar. İslami hareketler, 1997’ye kadar zaten Avrupa Birliği’ne de karşıydılar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne de. Genel olarak Batı’ya karşıydılar. Ne “Batılı” kurumlarla, ne “Batılı” değerlerle, çok ciddi bir entelektüel ve toplumsal iletişim içine girmediler. Kürt hareketine baktığınızda ve Türkiye’de sosyalist harekete baktığınızda, 1980’den beri Avrupa siyasetinde, Avrupa kurumları üzerinde ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde lobi faaliyeti yaptılar. Yani davalarını anlattılar, Türkiye’yi anlattılar ve bir empati yarattılar. Ama İslami hareketin davaları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gittiğine, bu kesimler zaten Avrupa’ya küstüler, Avrupa’dan uzaktaydılar. Yani bu iletişimi, toplumsal ve siyasal iletişimi kurmamışlardı ve hala da kuramıyorlar. Bu yüzden bence eleştirilecek hususlardan birisi, Türkiye’de İslami hareketlerin Batı, Batılı kurumlar ve siyasal değerler ile Avrupa Birliği’ne yönelik geleneksel tutumlarıdır. Ancak, Orhan Kemal’in eleştirisine şu noktada katılıyorum. 1997 sonrası 28 Şubat tecrübesiyle, 1999’la birlikte de AB adaylığı sürecinin yarattığı dinamizimle, Türkiye’de İslami grupların Batı ile ilişkilerinde çok farklı bir noktaya doğru gittiklerini de gördüm. Yani hem bir siyasi hareket olarak Milli Görüş hareketi, hem İslami sosyal hareketler, entelektüel kesimler, Batı’yla bir tür yakınlaşma sürecine girdiler, Batı’yı yeniden düşündüler; Avrupa Birliği hedefi özelinde de Batılılaşmayı yeniden düşündüler ve pozitif bir tutum aldılar. Bu, kanımca Türkiye’nin yakın dönemde 9 geçirdiği en önemli dönüşümlerden birisi; İslami grupların Batı’yla yakınlaşması, Türkiye’nin geleneksel Batılılaşma projesine sahip çıkmaları. Bu, Türk siyasetini dönüştürücü bir etki taşıyan önemli bir dönüşüm. İşte bu noktada, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Refah Partisi ve Leyla Şahin davasında verdiği olumsuz kararlar, orta ve uzun vadede Türkiye’deki İslami grupların Batı’yı yeniden düşünmesinin, Batı ile yakınlaşma sürecinin önünü kapatacak nitelikte kararlardı. Bu açıdan orta ve uzun vadede bu kararların, Türkiye’deki İslami kesimlerin yeniden düşünme imkanlarını kısıtladığını düşünüyorum. Bu tarihsel bir hataydı. Umarım benzer bir hatayı 17 Aralık’ta Avrupa Birliği yapmaz; Batı’ya açılan, Avrupa Birliği’ne yönelen Türkiye’de İslami duyarlılıklar taşıyan bir siyasi hareketi ve toplumsal talebi geri çevirmez. Bu başka bir tarihi hata olur. Teşekkür ederim. 10