Aylık Dergi Eylül 2015 Sayı 297 BİLGİ AHLAKI Kur’an ve Sünnet Perspektİfİnden Bİlgİ Ahlakı İlİm, Marİfet ve Hİkmet İlİşkİsİ Bilim kadar bilim ahlakı anlayışını da geliştirmeli. Bununla ilgili temel ilkeler ve değerler Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in sünnetinde mevcuttur. Hikmeti bulan hikmet konuşmaya, hikmetle bakmaya ve hikmetle yaşamaya başlar. Hikmet müminin yitiğidir. Bİlgİ-Âlİm İlİşkİsİ Kul, Allah karşısındaki konumunu ilim sayesinde kavrar. Bunun bir sonucu olarak da “Allah’a karşı ancak; kulları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar.” Prof. Dr. Şaban Alİ Düzgün İle BİLGİ AHLAKI ÜZERİNE Söyleşİ Bilginin ahlakla irtibatını kurduğumuz zaman şu soruyu sorduruyor bize: Bilgilerimle nasıl yaşayabilirim? Yani bilgi bana nasıl bir yaşam alanı inşa eder? Yurt içinde Diyanet Yayınları satış yerlerinden, yurt dışında Müşavirlik ve Ataşeliklerimizden temin edebilirsiniz. Hz.Peygamber ve İnsan Yetiştirme Düzeni EDİTÖRDEN Bilgi, yolumuzu aydınlatan, hayatın ve ebedî yurdun hakikatini gösteren ve bize her alanda rehberlik eden çok değerli bir hazinedir. Bilgi temelli olmayan, kaynağını sahih doğru bilgiden almayan her şey bozulmaya, başarısız olmaya mahkûmdur. Bu yüzden İslam hep bilgi üzerinde hassasiyetle durmuş, bilginin değerine, yol göstericiliğine ve ilim sahiplerinin üstünlüğüne dikkat çekmiştir. Bilgi aynı zamanda bir güçtür. Kullanılış amacına göre iyiye de kötüye de zemin hazırlayabilir. Bu yüzden tarih boyunca bilgi ahlakına dikkat çekilmiş, ilmi amacı dışında kullanmanın yanlışlığından söz edilmiştir. Bugün bilginin endüstriye dönüştüğü, ticari bir meta, bir silah olarak kullanıldığı bir çağda yaşıyoruz. Bilgiyi güce dönüştürenler, onu kendi emelleri uğruna kullananlar ne yazık ki dünyayı yaşanamaz bir hâle getirdiler. Yirminci yüzyılın ikinci büyük savaşında tüm dünya ahlaktan, merhametten yoksun bir bilginin insanlık için nasıl felaketlere sebebiyet verdiğini gördü. İnsanoğlunun bilgisi atomu parçalamayı başardı, ancak bu bilgi iyi, hayır yolunda kullanılmadığında ve ahlakla bütünleşmediğinde nasıl da felaketlerin ve acıların müsebbibi hâline gelebildiğini de gösterdi. İnsana Allah tarafından verilmiş en büyük nimetlerden olan bilgi, bir meta olmaktan çıkarılıp, insanlığın faydasına, hayrına, iyi ve doğru alanlarda kullanıldığında anlamlı hâle gelecektir. Bu da ancak bilgiyi üretenlerin, bilgi ahlakı ile donanmış olmalarıyla mümkündür. Bilgili insan, çok bilen değil, Allah’tan en çok sakınan insandır. Nitekim bu hususa işaret eden bir ayette; Allah’tan gerçek manada korkanların ancak âlimler olduğu belirtilmektedir. (Fatır, 35/28.) Ahlaktan soyutlanmış, merhameti ve insani değerleri dikkate almayan bir bilgi anlayışının dünyayı sıkıntıların ve acıların merkezi hâline getireceğini unutmamak gerekir. Bu yüzden bilim insanı ürettiği bilgi ve değerin yanı sıra, manevi ve ahlaki olarak da kendini geliştirdiği, yani ilmi ile amil olduğu zaman insanlığa gerçek anlamda katkı sunacaktır. Bir bilgi medeniyeti olan İslam’ın bilginin elde edilmesi ve kullanılması esnasında kendine özgü birtakım değer ve ilkeleri vardır. Bilim insanları, Allah’ın en büyük nimeti olan hakiki bilgiye uygun bilinç, bakış açısı ve yaşam tarzı geliştirmek durumundadırlar. Ürettikleri ya da edindikleri bilgiyi yaşayarak örnek olmak durumundadırlar. Bilim insanları, ilimleriyle amil olduklarında ancak peygamberlerin varisleri olacak ve topluma örnek olabileceklerdir. Yunus’un: “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir / Sen kendini bilmezsin, ya nice okumaktır. / Okumaktan mana ne, kişi Hakk’ı bilmektir / Çün okudun bilmezsin, ha bir kuru emektir.” dizeleriyle dile getirdiği gibi ilim, önce kişinin kendisini sonra Rabbini bilmesine vesile olmalıdır. Bunun için: “Kendini bilen, Rabbini bilir.” denilmiştir. Bu ay sizler için hazırladığımız “Bilgi ahlakı” dosyamızla, bilginin endüstriye dönüştüğü modern zamanlarda, doğruya ve gerçeğe ulaşmada en önemli araç olan bilgiyi nasıl kullanmamız gerektiğinin sorgulamasını yaptık. Bu çerçevede oluşturduğumuz dosyamız, Doç. Dr. Ayşe Sıdıka Oktay’ın “Kur’an ve Sünnet Perspektifinden Bilgi Ahlakı” başlıklı, bilim kadar bilim ahlakı anlayışının da geliştirilip bu konuda ilkeler konulmasını vurguladığı makale ile başlıyor. Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz, marifet ve hikmeti kavrayabilmek için tezkiye ve manevi arınmaya ihtiyaç olduğunu belirttiği yazısı, “İlim, Marifet ve Hikmet İlişkisi” başlığını taşıyor. Prof. Dr. Cafer Sadık Yaran ise “Bilgi-Ahlak İlişkisi”nin önemine değindi. Doç. Dr. Halil Altuntaş “Bilgi-Âlim İlişkisi” başlıklı yazısında âlimin, ürettiği bilginin yaşayan modeli olmak durumunda olduğunu dile getirdi. “Bilgi ahlakı, yanlış olanı kaldırıp bir kenara atmayı gerektirir.” ifadesinin yer aldığı bilgi ahlakı söyleşisini, Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün’le Dr. Lamia Levent gerçekleştirdi. Dünyadaki bütün Müslümanların bir araya gelip tanıştıkları evrensel bir kongre olan hac mevsimindeyiz. Bu vesileyle varlığın merkezine yolculuk edenlerin, haclarının mebrur, ibadetlerinin makbul olmasını Rabbimizden niyaz ediyorum. Nihayet hep birlikte idrak edeceğimiz Kurban Bayramı’nın, hem hacılarımız hem de tüm Müslümanlar için bir diriliş mesabesinde olduğunu gözden kaçırmamalıyız. Bu duygu ve düşüncelerle dergimizi ilginize sunarken, başta milletimiz olmak üzere bütün İslam âleminin Kurban Bayramı’nı tebrik ediyor, bayramın birlik, beraberlik ve dayanışma ruhumuzu güçlendirmesini, kalplerimiz arasındaki yakınlaşmayı artırmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz ediyorum. lman a S l e s k ü Y D r. 297 06 Kur’an ve Sünnet Perspektifinden Bilgi Ahlakı 14 İlim, Marifet ve Hikmet İlişkisi 17 Bilgi-Ahlak İlişkisi 21 Bilgi-Âlim İlişkisi 26 Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün ile Söyleşi 21 Doç. Dr. Ayşe Sıdıka Oktay Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ Prof. Dr. Cafer Sadık Yaran Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ Dr. Lamia LEVENT 33 Haccın Evrensel Boyutu 38 Bir Rüyanın Peşinde: Kurban 41 Yakın Dönem Siyer Âlimi ve Muallimi Mehmet Zekâi Konrapa 44 İnsan Merkezli Şehri Düşünmek 48 Zaman, İnsan ve Ziyan Prof. Dr. Ali ERBAŞ Dr. Halide Yenen 44 Kâmil BÜYÜKER Mahmut Bıyıklı Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ Diyanet İşleri Başkanlığı Adına Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Dr. Yüksel SALMAN Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Dr. Faruk GÖRGÜLÜ Mali İşler ve Dağıtım Sorumlusu Mustafa BAYRAKTAR 2 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 Yayın Koordinatörleri Mustafa BEKTAŞOĞLU Dr. Lamia LEVENT Ali AYGÜN Tashih Mesut ÖZÜNLÜ Görsel Sorumlu Burhan ÇİMEN Muhammed Kâmil YAYKAN Arşiv Ali Duran DEMİRCİOĞLU diyanetdergi@diyanet.gov.tr Kapak: Emine Navruz İletişim Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü Üniversiteler Mah. Dumlupınar Blv. No: 147/A 06800 Çankaya/Ankara Tel : 0312 295 86 61 Faks: 0312 295 61 92 diniyayinlar@diyanet.gov.tr facebook.com/diyanetaylikdergi twitter.com/DiyanetDergisi 26 50 Söz mü Sükût mu? 52 Yaşamak Bir Umuttur 54 Annem Size Emanet Hocam! 56 Merhaba ile Elveda Arasında 57 Akıl/lar ve İslam Aklı 61 Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Rukiye Aydoğdu DEMİR 64 66 70 72 Şair Nabi ve Hikmet Şiiri Prof. Dr. Namık Açıkgöz Bu Yağmurlar Bize Ne Söyler? Muhammet Emin GÜrdamur Göklerden Köklere Çağrı Meral Günel Her Müşkülü Giderip Hayır Kapılarını Açan Fettah Fatma BAYRAM 74 Kurban Psikolojisi Üzerine Prof. Dr. Erol Göka ile Söyleşi 77 Hayır Hizmetlerinin Öncüsü Hamid Hamideddin Ateş 79 İslam’da İman Esasları Muhammed Kâmil Yaykan Musa Tektaş Yrd. Doç. Dr. İsa Kayaalp Mustafa UÇURUM Yunus Özdamar Av. Ayşe YILDIRIM 66 Prof. Dr. Mustafa TEKİN Prof. Dr. Osman KÖSE 70 Abone İşleri Tel : 0312 295 71 96-97 Faks : 0312 285 18 54 e-mail: dosim@diyanet.gov.tr Abone kaydı için, ücretin Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü’nün T.C. Ziraat Bankası, Ankara Kamu Girişimci Şubesi IBAN: TR08 000 1 00 25 330 599 4308 5019 nolu hesabına yatırılması ve makbuzun fotokopisi ile abonenin hangi sayıdan başlayacağını bildirir bir dilekçe, mektup, yazı, faks veya e-mailin Diyanet İşleri Başkanlığı Döner Sermaye İşletmesi Müdürlüğü Üniversiteler Mah. Dumlupınar Blv. No: 147/A 06800 Çankaya/Ankara adresine gönderilmesi gerekir. Abone Şartları Yurtiçi yıllık: 60.00 TL Yurtdışı yıllık: ABD: 30 ABD Doları AB Ülkeleri: 30 Euro Avustralya: 50 Avustralya Doları İsveç ve Danimarka: 250 Kron İsviçre: 45 Frank Temsilcilikler; Yurtiçi: İl Müftülükleri, İlçe Müftülükleri - Yurtdışı: Din Hizmetleri Müşavirlikleri, Din Hizmetleri Ataşelikleri / Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve çıkartmalar yapılabilir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir. Tasarım: Aral Grup www.aral.org Fidanlı›k Mahallesi Ataç 1 Sokak No:25 / 11 Yenişflehir / Ankara Tel: +90.312 433 2725 Baskı: A4 Grafik Matbaa Yay. Rekl. Bilg. Hiz. Ltd.Şfi ti. Tel: 0212 452 40 99 Fax: 0212 639 50 49 mail: info@a4grafik.com.tr www.a4grafik.com.tr Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın, Diyanet Aylık Dergi (Türkçe) Basım Tarihi: 31/08/2015 ISSN-1300-8471 B A Ş M A K A L E Prof. Dr. Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkanı İlim, Hikmet ve Marifet Yolculuğumuz İnsan için uğrunda yorulmaya, sıkıntı çekmeye değer en hayırlı gaye marifettir. Marifet yoluna adanmak, bilgelik uğrunda ortaya konulan iradî bir tavra işaret etmekte olup, gönüllü girilen bu yolda gerekirse pek çok dünyevi zevk ve menfaatten mahrum kalmayı, çile ve zorluklara göğüs germeyi gerektirmektedir. Medeniyetimizi kuran bilgi tasavvurumuz ilim, hikmet ve marifet kavramlarıyla özetlenebilir. İlim sahibine âlim, hikmet sahibine hakîm ve irfan sahibine de ârif denilmektedir. Ancak medeniyet tarihimizde “ilim” kavramı iki kez daralma ve iki defa da kırılma yaşamıştır. Birinci daralma tamamen dinî kaygılarla meydana gelmiştir. İslam’ın ilk asırlarında âlime ve ilme yüklenen mana sınırlıdır. Bir kısmına göre ilim; sadece hadislerden ve rivayetlerden, bazılarına göre sadece fıkıhtan ve istinbattan, diğer bir kısmına göre ise sadece Kur’an kıraatinden ibarettir. Bu tariflere göre çok hadis bilen veya çok güzel Kur’an okuyan ya da iyi fakih ancak âlimdir. Müslümanların daha sonraki dönemlerde diğer medeniyetlerle karşılaşması ve onlardaki hikmeti de kendi bünyesine alması neticesinde muhakkik denilen ulema ortaya çıkmış, bu da sadece bilginin malzemesine sahip olan değil aynı zamanda bilgiye ulaşmanın yollarını bileni âlim kabul etmemize sebep olmuştur. Bu aşamada âlimle müçtehit aynı kabul edilmiş ve sadece bilgi toplayan değil aynı zamanda o bilginin arka planına geçebilen hikmetini kavrayan ve o bilgiyle amel etmenin yollarını öğrenen olarak değerlendirilmiştir. Müçtehitle âlim eşitlenince içtihat kapısı kapatılarak, yeniden açılmasının şartları ağırlaştırılmış, ilimle içtihadın ayrışması yaşanmış, herkesin ben “âlimim” diyerek ortaya çıkması engellenmiş ve böylece ilim kavramı ilk daralmayı yaşamıştır. İlim kavramındaki ikinci daralma ise ahlaki endişelerle yaşanmıştır. İlmiyle amel etmeyene âlim denilir mi tartışılmaya başlanmıştır. İlim, amel ve ihlas bütün olarak ele alınmış ve kimlere âlim denilip denilmeyeceği gündeme gelmiştir. Bu aşamada tekke ve medrese tartışmaları gündeme gelmiş ve tekke medreseyi öze vâkıf olmamakla suçlarken, medrese tekkeyi zahiri bilmemekle itham etmiştir. Bilgi yüklenen insan gerçekten bütün ilimlere vâkıf olsa “meleklerin kanatlarını gerdiği ve denizdeki balıkların bile dua ettiği” (Tirmizi, İlim, 19.) kişi olacak mı, olmayacak mı? Âlimin maksadı dünya mıdır? Yoksa ilahî hakikate vasıl olmak, ilahî rızaya nail olmak mıdır? Takva ile ilim-amel ilişkisi nedir? tartışmaları ilmin ve âlimin yaşadığı ikinci daralmadır. İlim kavramında yaşanan iki kırılmanın birincisi ilmi dinî ve gayridine ayrılmasıdır. Bu kırılmalar ilimle hikmeti, hikmetle marifeti birbirinden ayırarak gerçekleştirilmiştir. İlim tasavvurumuza aykırı olarak gerçekleşen bu tasnif, kâinat kitabı ile küçük kâinat demek olan insan kitabını, ezeli kitap Kur’an-ı Kerim’den ayırmıştır. “Âlim kullar ancak Allah’a en büyük saygıyı gösterir.” (Fatır, 35/28.) ayet-i kerimesinin siyak ve sibakına bakmadan saygıyı gösterecek âlimler sadece İslami ilim- Bir bütün olarak medeniyetimize baktığımızda âlim, din ile hayat, akılla vahiy, kâinatla insan, insanla Kur’an arasında ilişkiyi kurabilmektir. Gaye ilimle hikmeti, hikmetle irfanı birleştirebilmektir. Sadece dinî bilgiye götüren değil insanlığa faydalı olan her türlü bilgi ve yönteme götüren bilgi kıymetlidir. lerle tahdit edilmiştir. Hâlbuki fıkıh, hadis, siyer vs. ne kadar İslami ise matematik, coğrafya, biyoloji de o kadar İslami ilimdir. Yaşanılan bu zihni parçalanma birinci kırılmayı işaret eder. İkinci kırılma ise modern zamanlarda pozitivizmin de etkisiyle “bilgiyi bir güç olarak” görmüş ve sadece tecrübi bilgiyi ilim kabul etmiştir. Vahyi, aşkın olanı bilginin içinden çıkararak “Habibim deki; hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9.) ayet-i kerimesi kâinat ve insanı dışarda bırakarak ilim sınırlandırılmıştır. Bu da ilim medeniyetimizde yaşanılan ikinci kırılmadır. Hâlbuki bir bütün olarak medeniyetimize baktığımızda âlim, din ile hayat, akılla vahiy, kâinatla insan, insanla Kur’an arasında ilişkiyi kurabilmektir. Gaye ilimle hikmeti, hikmetle irfanı birleştirebilmektir. Sadece dinî bilgiye götüren değil insanlığa faydalı olan her türlü bilgi ve yönteme götüren bilgi kıymetlidir. Nitekim İmam Şafii “İlim ezberlenen malumat değildir. İlim faydalanılandır.” der. İlim, bizim hakikat ile doğrudan ilişki kurmamızı sağlamalıdır. İslam’da âlimin ve ilmin zıddı cahil olmadığı gibi, ilim ve âlim de sadece bilgiye sahip olmaktan ibaret değildir. Öyleyse âlim kime denilir? İlim nedir? İlmi sadece bir merak olarak kabul edersek âlim kelimesine haksızlık yapmış oluruz. İlim hakikatin peşinde olmak, hakikati bulmaktır. Sadece teorik olarak hakikate ermek de değildir. Aynı zamanda ulaştığımız hakikate ram olmaktır. Âlim, erdem, adalet, fazilet, bütün güzellikler ve iyiliklere erme çabası içinde olan kimsedir. Allah Teala En’am suresinde güneşe, aya ve yıldızlara bakarak Hz. İbrahim’in (a.s.) ilahî bilginin hakikatine ulaşabilmesini temsili olarak anlatmaktadır. Buradan hareketle bizim de hikmet yıldızına, ilim ayına ve marifet güneşine ihtiyacımız vardır. Bilgi usul ve vusul olmadan sadece bir malumat yığını hâline dönüşür. Oysa ki hikmet bize usul, marifet bize vusul vermektedir. Bilginin gayesi hakikat yolunda olmak, hikmetin gayesi hakikate ulaşmanın yolunu bulmak, marifetin gayesi ise hakikate vasıl olmanın yollarını göstermektir. İlim hikmet ve marifet bu yolun birbirinden ayrılmaz parçalarıdır. Üzülerek belirteyim ki; “ilim nedir? âlim kimdir?” tartışması İslam âleminin en önemli tartışmalarından biridir. Bu sorulara çözüm bulunmadığı sürece Türkiye’de sayıları 100’ü aşan ilahiyat fakültesi ve bunlara alternatif olma iddiasındaki kurumsallaşmamış bireysel çabaları dikkate aldığımızda yirmi birinci asra bir medeniyet sunmamız çok da mümkün görülmemektedir. İslam dünyası olarak “dinle hayat ve nasla gerçeklik arasında ilişki kurabilen” âlimler yetiştiremediğimiz takdirde günümüz insanının sorunlarına çözüm bulamaz ve âlimlerin en büyük görevi olan toplumumuza yön vermemiz mümkün görülmemektedir. Bir an önce âlimin efradını cami ağyarını mani bir tarifini yaparak ilim, hikmet ve marifet birlikteliğini sağlamalıyız. EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 5 G Ü N D E M Kur’an ve Sünnet Perspektifinden Bilgi AhlAkı Doç. Dr. Ayşe Sıdıka Oktay Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Bugün hâlâ bilimin ahlakı veya etiği olur mu tarzı sorulara farklı cevaplar verenler olsa da en azından bilimsel bilgiye ulaşma ve onu insanlığın yararına kullanma konusunda değerlere dolayısıyla bir bilim etiğinin varlığına ihtiyaç duyulduğu ortadadır. Bu ihtiyaca binaen bu konuları tartışan bilim ahlakı veya bilim etiği adıyla meslek veya uygulamalı etik alanında bir bilim dalı vardır. 6 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 Bilgiden ahlaka: Bir bilim ahlakı ihtiyacı Klasik felsefe anlayışı içinde bilgi ve bilim değerlerden bağımsız değildi hatta onlarla iç içeydi. Ancak Batı’da Aydınlanma felsefesiyle birlikte bilim anlayışında yaşanan gelişmeler ve meydana gelen değişimler değerlerden arınmış bir bilim anlayışını öne çıkardı. Bu “bilim kendi başına saf kuramsal bilgi etkinliğidir.” (A. Kadir Çüçen, Bilim Felsefesine Giriş, Sentez Yayıncılık, Ankara Bundan dolayı ahlak ve manevi değerler insana ait bir 2012, s. 199.) olgu olup bilim ve teknoloji bunlara sahip değildir, iyi-kötü, fayda-zarar gibi değerler ancak bilim ve onun uygulaması olan teknolojiyi kullanan insanların niyetinde açığa çıkar şeklinde özetlenebilecek bir anlayış benimsenmiştir. (Çüçen, Bilim Felsefesi, s. 199-200.) Ancak EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 7 G Ü N D E M bilime ‘nesnel hakikat’mış gibi bakan bu anlayış, onu kullananların elinde siyasi amaca hizmet eden bir efsaneye dönüşmüş, bilim ve teknoloji bu anlamda tarafsızlığını yitirip iyi veya kötü değerlerle yüklü hâle gelmiştir. (Glyn Ford, “İslam Biliminin Yeniden Doğuşu”, İslam Bilim Tartışmaları, ed. Mustafa Armağan, İnsan yayınları, İstanbul 1990, s. 46.) Bunun sonucunda kişisel, siyasi veya ideolojik sebeplerle bilimin kötüye kullanımı insanlara zarar vermeye başlamıştır. Bu süreç çevre kirliliği, savaş, göç, nükleer ve biyolojik silahlar vb. küresel problemlere dönüşerek devam etmektedir. Bugün hâlâ bilimin ahlakı veya etiği olur mu tarzı sorulara farklı cevaplar verenler olsa da en azından bilimsel bilgiye ulaşma ve onu insanlığın yararına kullanma konusunda değerlere dolayısıyla bir bilim etiğinin varlığına ihtiyaç duyulduğu ortadadır. Bu ihtiyaca binaen bu konuları tartışan bilim ahlakı veya bilim etiği adıyla meslek veya uygulamalı etik alanında bir bilim dalı vardır. Modern Batı düşüncesindeki bilgi, değer ve varlık düşüncesindeki derin ayrışmanın sonucu ortaya çıkan bu yaklaşım tarzı yeni olsa da hem İslam dünyasında hem de Batı dünyasındaki temelleri oldukça eskidir. Bilim ahlakı bilgi, bilim ve bilim adamlarıyla ahlak arasında bir ilişki ve etkileşim olduğu düşüncesine dayanır. Ayrıca bilimin genel ahlakı yanında tıp vb. her bir bilim dalının kendisine ait bir ahlakının olması gereğini savunur. (Mehmet Bayraktar, “İslam’da Bilim Ahlakı”, İslam Ahlakı ve Sevgi 8 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 2006 Yılı Kutlu Doğum Sempozyumu Bildirileri ve Müzakereleri, Türkiye Diyanet Vakfı Ya- Bu yazıda Batı düşüncesindeki tartışmalardan bağımsız olarak doğrudan İslam’da bilgi ahlakına gidiş ve bir bilim ahlakının temelleri üzerinde durulacaktır. yınları, Ankara 2007, s. 141.) İslam’da bilgi ve bilim anlayışı İslami terminolojide bilgi kelimesi ilim ile karşılansa da ilim teori, eylem ve eğitim bakımından bilgiden daha geniş bir anlam bütünlüğüne sahiptir. (Absar Ahmed, “İslam Bilgi Kuramını Keşfetmek”, Dini Bilginin İmkanı, der. Temel Yeşilyurt, İnsan Yayınları, İstanbul 2003, s. 57.) Ayrıca ilim İslami terminolojide sadece bilgiyi değil bilginin sistematik olarak bir araya getirilmiş hâli olan bilim kavramını da içerir. (İlhan Kutluer, İlim ve Hik- metin Aydınlığında, İz yayıncılık, İstanbul 2001, s. 88.) Bu anlamda ilim hem bütün boyutlarıyla bilme tecrübesini hem de bu tecrübenin ürünü olan dini, dünyevi, felsefi, akli bütün ilimleri kuşatmaktadır. Nitekim Müslüman düşünürler Aristotesçi bilim anlayışının ürünü olarak felsefi ilimler sınıflandırmasını altında yer alan ilimlerin hepsini ‘ilim’ kabul etmişlerdir. İslam düşüncesinde bütün bilgilerin kaynağı Allah ve onun gönderdiği vahiydir. Nitekim Hz. Âdem yaratıldıktan hemen sonra Allah ona eşyanın isimlerini öğretmiş ve meleklerden ona secde etmesini istemiştir. (Bakara, 2/30-34.) Kur’an’da anlatılan bu olay insanın meleklerden üstün olduğuna işaret etmektedir. Allah melekleri Hz. Âdem’e secde ettirerek onun eşref-i mahlukat olduğunu, insan türünün yaratılanlar içinde en değerli varlık olduğunu belirlemiş olmaktadır. Diğer yandan bu alegorik hikâye insanın sahip olduğu bilginin kaynağının Allah olduğunu gösterdiği kadar diğer varlıklardan üstünlüğünün gerekçesini de açıklamaktadır. Çünkü hikâyeye göre Hz. Âdem’in üstünlüğü ve secde edilmeye layık olması Allah’ın kendisine öğrettiği isimlerden kaynaklanmaktadır. Melekler takva bakımından ondan daha iyi konumda olmalarına rağmen o kendisine öğretilen bilgi dolayısıyla secde edilmeye layık bir varlık haline gelmektedir. (C. A. Kadir, “İslamî Bilgi Teorisi”, İslam’da Bilgi ve Felsefe, Kindî’den İkbal’e İslam Düşünürleri, Haz. Mustafa Armağan, İz Yayıncılık, İstanbul Ancak insan bu bilgiyi Allah sayesinde elde etmektedir ve bilgisinin sınırı vardır. Çünkü Allah’ın bilgisi her şeyi kuşatmışken insana ilminden dilediği kadarını vermektedir. (“O, kulların ön1997, s. 25.) lerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar onun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. Onun kürsüsü bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır.” Bakara, 2/255.) İnsanın kendi bilgisinin yetersizliğinin, mutlak bilgiye sahip olmadığının ve bir bilenin üstünde başka bir bilen olduğunun bilincinde (“…İşte biz Yûsuf’a böyle bir plan öğrettik. Yoksa kralın kanunlarına göre kardeşini alıkoyamazdı. Ancak Allah’ın dilemesi başka. Biz dilediğimiz kimsenin derecelerini yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır.” Yusuf, 12/76.) olması gerekir. (Mevlüt Uyanık, Bilginin İslamileştirilmesi ve Çağdaş İslam Düşüncesi, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 1999, s. 96, 151.) Bunun için bilim adamı insanın en değerli G Ü N D E M Duvardaki delikten gelen güneş ışığının dışarıdaki görüntüyü karşı duvara ters biçimde yansıttığını keşfeden matematikçi İbni Haytam’ın mucidi olduğu Kamera Obscura (karanlık oda) varlık olduğunu, bu değerin bilgisinden kaynaklandığını, ancak bunun Allah’ın bilgisiyle kıyaslandığında sınırlı olduğunu ve kendisinden daha fazla bilen bir varlık olduğunu idrak etmelidir. Kendisinden üstün bilenin olması onu daha fazla öğrenme ve araştırma yapmaya sevk ederken, insanî bilgi kapasitesinin farkında olması araştırma ve öğrenme konusunda ölçülü olmaya, elde ettiği sonuçların hakikatin sadece bir boyutu olduğunun idrakine ve âlemdeki hikmeti kavramaya yöneltir. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de, “O, ka- lemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.” (Alak, 96/45.) ayeti bilginin kaynağını verirken ilk vahiy “Allah’ın adıyla oku” (Alak, 96/1.) emri okumanın yani bilginin içeriğini ve hedefini de belirlemektedir. Böylece bilgiye sadece kaynağı olma değil aynı zamanda elde edilirken Allah adına veya onun uğruna sahip olma yükümlüğünü de getirmektedir. (Kadir, a.g.m., s. 25.) Dolayısıyla bilgi sadece sahip olma bakımından değil amacı ve hedefi acısından da bir değer içerir. Onu değerli veya değersiz kılan şey Allah adına, rızası gözetilerek, âlemdeki hükmünü anlamaya çalışarak yapılıp yapılmadığına bağlı olarak değişir. Müslüman düşünürler ilim tabirinden sadece vahye dayanan dinî ilimleri anlamamışlardır. Çünkü Hz. Âdem’e secde edilmesini sağlayan, kendisine öğretilen eşyanın isimleri -ki bununla kavramsal bilgi anlaşılır- dinî dünyevi tüm bilgileri içerir. Dolayısıyla İslam’da sanatlar ve gözlem, deney ve araştırmaya dayalı akli ve felsefi ilimler de dâhil bütün ilimler vahyin özü olan tevhit düşüncesine dayanır ve tabiattaki vahdeti ser- EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 9 G Ü N D E M giler. 1895 yılında ‘Dictionary of Words and Things’ adlı yayında tasvir edilen Osmanlı uleması. (Seyyid Hüseyin Nasr, İslam’da Bilim ve Medeniyet, İnsan yayınları, İstanbul 1991, s. 18.) Bunun için Müslüman düşünürler âlemle Kur’an arasında bir uyum olduğunu düşünürler. (Faz- lur Rahman, Ana Konularıyla Kur’an, çev. Alparslan Açıkgenç, Fecr Yayınları, Ankara 1987, s.164; Uyanık, a.g.e., s. 128; Ayşe Sıdıka Oktay, Din Felsefesinde Vahiy ve Mucize Kavramları, Nokta Digital Yayınları, Isparta 2013, s. 3240.) Ancak Allah tabiattaki bilgileri bazı sembollerle anlatmıştır ve bunu ancak âlimler anlayıp değerlendirebilecek durumdadırlar. (Ankebut, 29/43.) Bundan dolayı vahyin dışında kalan akli ilimlerden de âlemdeki gizlenmiş işaretlerden tevhit akidesinin sırrına ulaştırması beklenir. (Buna işaret eden ayete örnek Fussılet, 41/53; Seyyid Hüseyin Nasr, İslam’da Bilim ve Medeniyet, İnsan yayınları, İstanbul 1991, s. 20-21; Osman Bakar, Gelenek ve Bilim, İslam’da Bilim Tarihi ve Felsefesi Üzerine, çev. Ercüment Asil, Gelenek yayıncılık, İstanbul 2003, s. 17-18, 54-58.) Bu anlayış insanın âlemdeki düzeni, çokluktaki birliği görmesi, ilimle bunu anlamasını gerektirir. Dolayısıyla tevhit veya vahdet ilkesi İslam bilim ahlakı açısından en önemli ilkelerden birisi konumundadır. İslam’a göre ilmin amacı hakkı ve hakikati bulmaktır. Kur’an’da Allah ilim sahibi anlamında elAlîm ve el-Hak olarak geçer. Çünkü bütün ilimlerin ve vahiyden kaynaklanan her türlü hakikatin kaynağıdır. Müminden beklenen Allah’ın bu sıfatların kudreti ölçüsünde elde etmektir. Dolayısıyla ilimde hak ve hakikati aramak ve bulmaya çalışmak bilgi ve bilimde bir başka iyi ve olumlu ilke ve değer olarak karşımıza çıkmaktadır. 10 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 İlimde sadece hak ve hakikati aramak ve ona bağlı olmak insanı düşünce özgürlüğüne de götürmektedir. Çünkü Kur’an insanı bilimsel çalışmalar konusunda, kısıtlamamakta hatta göklerin, yerin yapılarına bakarak düşünmesini, araştırmasını emrederek (Bu konudaki ayetler için bkz. Gâşiye, 88/1720; Bakara, 2/164; Zâriyât, 51/20-21; Ra’d, dinî bir boyut kazandırarak teşvik etmektedir. (Mehmet Aydın, “İlim 13/4.) G Ü N D E M Ancak iki kişiye gıpta edilir: Onlardan biri, Allah’ın kendisine mal verdiği ve Hak yolunda harcamasına imkan tanınan kimse, diğeri Allah tarafından kendisine hikmet/ilim verilip de onunla hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimsedir. – İslam Münasebeti”, Bilgi, Bilim ve İslam I-II, Böylelikle bilgi ve bilim herhangi bir insani ideoloji, görüş veya siyasi amaçlara ulaşmak için değil, hakikati ortaya çıkarmak için yapılmaktadır. Bu yaklaşım tarzı insanı çevreleyip saran diğer bağlardan kurtulmasını sağlamakta, insanı evrensel hakikatler, değerler peşinde koşmaya, onları araştırmaya yönlendirmektedir. Dolayısıyla hak ve hakikati arama ve ona bağlılık ilkesi aynı zamanda özgürlük ve evrensellik gibi diğer ilkelerin varlığına da yol açar. Ensar Neşriyat, İstanbul 2005, s. 89.) İslam düşüncesinde bilgi ile ahlak arasındaki ilişkiden bilim ahlakına İslam’da ilim sahibi olmak ve hakkı aramak Allah’a özgü bir sıfat kabul edildiği için bu sıfatları elde etme ve bu uğurda gayret övülen bir davranış olarak görülmüştür. Nitekim Hz. Peygamber’in “İlim talep etmek her Müslümana farzdır.” (İbn Mace, Mukaddime, 17.) hadisiyle ilim öğrenmenin önemi vurgulanmıştır. Kur’an ayetleri ve hadislerde ilim sahibi olmak kadar o ilmin gerektirdiği şekilde davranmanın gereği üzerinde de durulmuştur. Kur’an’da, “De ki hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.” (Zümer, 39/9; benzer anlam için İsra, 17/107.) denilerek bilginin insana imanını kazandırma ile iyi ve doğru davranışlara yönlendirme konusundaki ayırt edici rolüne işaret edilirken başka ayetlerde (Mesela; “İnsanlardan kimi vardır ki, hiçbir bilgisi olmadığı halde Allah hakkında tartışmaya girer ve her azgın şeytanın ardına düşer.” Hac, 22/3; Benzer anlama sahip ayetler için bkz. Hac, 22/8, 71; Nisa, 4/157; Maide, 5/104; En’am, 6/100, 108, 119, 140, 144, 148; Tevbe, 9/93; Rûm, 30/29-30; Lokman, 31/20; Necm, 53/28.) bilgisizliğin doğru imana ve onun gerektirdiği davranışlara mani olup kötülüğe sebep olduğuna işaret edilmektedir. Bunun için Kur’an’da, “Allah’a karşı ancak; kulları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar.” (Fatır, 35/28.) ayetiyle Allah’ı bilme ve O’na gösterilmesi gereken saygının ilim sahipleri tarafından gereğince yapılacağına işaret edilerek nasıl bir iman ve bunun gerektirdiği ahlaki duruşa sahip olması gerektiğinin ancak âlimler tarafından bilinebileceği vurgulanmıştır. Bunun için Hz. Peygamber, “Âlimler peygamberlerin varisleridir.” (Buhari, İlim, 10; Tirmizi, İlim, 19.) hadisiyle böyle bir bilgiye, imana ve bunların getirdiği ahlaki değerlere sahip olan âlimlerin Allah katındaki yeri belirtilmiştir. Nitekim bir başka ayette, “Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, (onu bilemeyen) kör gibi olur mu? (Bunu) ancak akıl sahipleri anlar. Onlar, Allah’a verdikleri sözü yerine getiren ve sözleşmeyi bozmayanlardır.” (Ra’d, 13/19-20.) denilmektedir. Ayet bütün olarak değerlendirildiğinde Allah’tan gönderilenin hakikatini kavrayabilecek ve bunun gereği olan eylemleri yerine getirebilecek ve hayatını buna göre yönlendirme ve yönetme bilincine sahip kimselerin âlimler olduğuna işaret edilmektedir. Yani bilmek onun gereği olan bir hayat tarzını yaşamayı dolayısıyla ahlaki seçimleri de içermektedir. Rasulüllah da bir hadisinde “Ancak iki kişiye gıpta edilir: Onlardan biri, Allah’ın kendisine mal verdiği ve Hak yolunda harcamasına imkan tanınan kimse, diğeri Allah tarafından kendisine hikmet/ilim verilip de onunla hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimsedir.” (Buhari, İlim, 15.) demektedir. Bu hadis ilim öğrenmek ve öğretmek kadar o ilme uygun davranmayı, hayatı o ilmin gerektirdiği gibi yaşamayı tavsiye etmektedir. Hoca ilmiyle hayatını yönlendirdiği gibi bu bilinci öğrencisine de aşılamalıdır. Buna karşılık ilim sahibi olup o ilmin gerektirdiği amelleri, davranışları yapmayan kişiler kitap yükü taşıyan merkeplere benzetilerek (“Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini inkâr eden topluluğun hâli ne kötüdür! Allah, zalim- EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 11 G Ü N D E M ler topluluğunu hidayete erdirmez.” Cuma, eleştirilmiş, bilip yapmayıp başkalarına yapmasını tavsiye etmek kınanmıştır. (“Siz Kitabı (Tevrat’ı) 62/ 5.) okuyup durduğunuz halde, kendinizi unutup başkalarına iyiliği mi emrediyorsunuz? (Yaptığınızın çirkinliğini) anlamıyor musunuz?” Bakara, 2/44.) Bu vb. ayetler âlimler/ bilim adamlarına birtakım sorumluluklar yüklemektedir. Bilen bildiğine göre hareket etmek zorundadır. Dolayısıyla bilim adamları Allah’tan gelen hakiki bilgi ve bu bilgiye uygun eylemleri içeren İslam’ın gerektirdiği bakış açısı ve hayat tarzına uygun bir bilinç geliştirmek, buna uygun yaşamak ve örnek olmak, bu bilincin yaygınlaşması için gayret etmek zorundadırlar. Mesela İslam bir 12 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 barış dinidir. Öyleyse bilim adamı kendi ailesi, kurumundan başlayarak toplumda barışın yaygınlaşması, insanların huzur içinde yaşaması için çalışmak zorundadır. Aynı şey doğruluk için de geçerlidir. Bilim adamı doğru ve dürüst olmalı, yalan söylememeli, iftira atmamalı, hırsızlık yapmamalıdır. Doğruluk ilkesine bağlı bilim adamı en basitinden kendi bilimsel çalışmalarında bilgi aşırma/akademik hırsızlık, bilgileri çarpıtma, verileri değiştirme ve yalan söyleme vb. bilimsel suçlara teşebbüs etmeyeceği gibi başkalarının da buna benzer suçlarına izin vermez, toplumda doğruluk ilkesinin yaygınlaşmasına kendi- si uygulayarak katkıda bulunur. Benzer şekilde bilim adamı emin/ güvenilir olma, adil olma ve toplumda barış ve adaleti sağlama, doğruluk gibi İslam’ın temel ahlaki değerlerine ve ilkelerine bağlılık göstermeli, eylemlerini buna göre düzenlemeli İslam dininin beklediği ahlaklı ve adaletli bir toplum hayatının oluşması için gayret etmelidir. Bilim adamları ancak ilimleriyle amel ettiklerinde yani teorik bilgilerini pratiğe, bilgi ve bilimlerini teknolojiye dönüştürme sırasında aldıkları tutumla gerçek anlamda hâkim/bilge hâline gelirler. Çünkü teoriyi pratiğe aktarma o bilgiyi benimseyip, içselleştirmeyi gerektirir ve ancak G Ü N D E M bu şekilde peygamberlerin varisleri olup topluma model ve örnek olabilirler. Hz. Peygamber, “Allah’ım bana öğrettiklerinle beni faydalandır. Bana fayda verecek ilmi öğret ve ilmimi artır.” (Tirmizi, Deavat, 128.) hadisiyle dua ederek, arzulanan “faydasız ilimden sana sığınırım.” (Nesai, İstiaze, 21.), “Allah’ım fayda vermeyen ilimden kabul olmayan duadan, korkmayan kalpten ve doymayan nefisten sana sığınırım.” (İbn Mace, Sünne, 23.) hadisleriyle kaçınılması gereken bilginin nasıl olması gerektiğini ifade etmiştir. Bu hadisler topluca değerlendirildiğinde ilmin kendisinin doğruluk veya hakikat değeri kadar fayda değerine de sahip olduğu ve ayrıca bunun yanında ilimlerin olumlu yönde kullanılmasıyla insanlara fayda sağlayabileceğine işaret edilmektedir. Çünkü yine sevgili Peygamberimiz “Aziz ve Yüce olan Allah’ın rızası için öğrenilmesi gereken bir ilmi, sırf dünya menfaati elde etmek için öğrenen bir kimse kıyamet günü cennetin kokusunu dahi alamayacaktır.” (Ebu Davud, İlim, 12. Ayrıca bk. İbn Mace, Mukaddime, 23.) demektedir. Dolayısıyla burada kesinlikle bireysel, kişinin kendi dünyevi menfaatine dayalı bir fayda söz konusu değildir. Bilginin ve bilimin sonuçları güzel ve doğru olabilir. Ancak bir şeyin doğru veya güzel olması onun faydalı olması anlamına gelmez. Bunun için “faydalı ilim” ile “Allah’a derin saygı duyan âlimler” ayeti İslam bilim ahlakı açısından bir arada değerlendirilmelidir. Özellikle Allah’a derin saygı duyma- “Faydalı ilim” ile “Allah’a derin saygı duyan alimler” ayeti İslam bilim ahlakı açısından bir arada değerlendirilmelidir. Özellikle Allah’a derin saygı duymayan bilim adamları elinde faydasız ilim kötü sonuçlara sebep olabilir. yan bilim adamları elinde faydasız ilim kötü sonuçlara sebep olabilir. (Bayraktar, a.g.m., s. 143.) Bilim ve teknolojinin günümüz insanlığına verdiği atom bombası, nükleer silahlar, çevre kirliği ve atıklar, vb. zararlar dikkate alındığında ve özellikle İslam’ın emin olma, insanın en değerli varlık olması ve elinden, dilinden insanların zarar görmemesi ilkeleri bir arada düşünüldüğünde bu hadislerin anlamı daha iyi idrak edilir. Bir Müslüman bilim ahlakı açısından en faydalı olanı en az zararlı olanı seçme durumundadır. Mesela âlemin kendisine emanet olarak verildiği bilincinde olan insan diğer varlıklara ve çevresine zarar verecek şekilde bilgisini kullanamaz. Faydalı olma ve zarardan kaçınma ilkeleri de İslam bilim ahlakı içerisinde değerlendirilebilecek en temel ilkeler arasındadır. Ancak hadislerde geçen fayda kavramının bugün faydacılık ve pragmatizm gibi felsefi akımlarda ele alınan fayda ilkesinden çok farklı olduğu unutulmamalıdır. Sonuç olarak İslam ilme dayanan bir dindir ve onun meydana getirdiği medeniyet bir ilim medeniyetidir. Dolayısıyla ilmin elde edilmesi, kullanılması, uygulanması ve başkalarına aktarılması sırasında kendisine özgü birtakım ilke ve değerleri içermesi kaçınılmazdır. Bilimin değerlerden arındırılmış olması gereği tezi günümüz şartlarında geçersiz kalmıştır ve bilimi kötüye kullananlar elinde zararlı sonuçlar doğurmuştur. Bunu önlemek için geliştirilmeye çalışılan bilim etiği kavramı da ‘evrensel ilkeler ve değerlere bağlı olmalı’ tezine sahiptir. Ancak bilim gibi bilim etiğinin de onu yorumlayanların elinde olumsuz sonuçlar doğurduğu gözlemlenmektedir. İslam kendi iç dinamikleri ve değerleriyle kendi bilim ahlakını geliştirmelidir. Bilim ahlakı bağlamında Müslüman bilim adamlarının bağlı olması gereken en önemli ilkeler yukarıda sıralanmaya çalışılmıştır. İslam’a göre insan yeryüzünde Allah’ın halifesidir ve o kimsenin yüklenmek istemediği emaneti yüklenmiştir. Bu bilinçle insan, âlemin kendisine verilen bir emanet olduğunu, bilme, anlama ve koruma gücünün kendisinde olduğunun farkında olarak bilgi eylem dengesini kurmalıdır. Dolayısıyla bilgi ve bilimini ahlaki değerlerden, evrensel ilkelerden arındırmış olarak kullanamaz. Onun için bilim kadar bilim ahlakı anlayışını da geliştirmeli ve bu konuda ilkeler ve değerler oluşturmalıdır. Bununla ilgili temel ilkeler ve değerler İslam’ın iki ana kaynağı Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in sünnetinde mevcuttur. EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 13 G Ü N D E M İlim, Marifet ve Hikmet İlişkisi Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı 14 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 İnsan hikmet ilişkisi, hikmeti aramakla başlar; hikmeti görmek ve bulmak şeklinde devam eder. Hikmeti bulan hikmet konuşmaya, hikmetle bakmaya ve hikmetle yaşamaya başlar. Hikmet müminin yitiğidir. G Ü N D E M Bilgi ve bilim karşılığı olarak kullanılan “ilim”, bir şeyi akıl ve zekâ vasıtasıyla gerçek yönüyle kavramak, gerçekle örtüşen kesin inanç/itikat, bir nesnenin şeklinin zihinde oluşması, nesneyi olduğu gibi bilmek, eşyadaki gizliliğin ortadan kalkması gibi manalara gelir. Bilmek, tanımak, tecrübe ile algılamak ve ikrar etmek anlamına gelen “marifet” ilimle eş anlamlı kullanılmakla birlikte aralarında farklar vardır. İlim, genel bilgileri, marifet ise özel ve ayrıntılı bilgileri ifade eder. İlmin mukabili cehldir; marifetin karşıtı ise inkârdır. Bu sebeple ilim kelimesi marifetin yerini tutmaz. Marifet bilgidir; ancak yaşanılan, his ve duygu ile sezilen irfani bilgi ve tanımayı ifade eder. İlim, daha geniş bir alanı, nazar ve istidlal yoluyla öğrenilerek elde edilen her türlü bilgiyi kapsar. “Hikmet” ise varlık ve olaylarla ilgili olarak insana huzur ve mutluluk veren, deruni bir seziş ve idrakin adıdır. Hikmet, marifet gibi ilimden farklıdır. Hikmet olayların arka planını kavramak için sebepler üzerine kafa yormak, eşya ve olayları gönül gözüyle yorumlamaktır. İnsan hikmet ilişkisi, hikmeti aramakla başlar; hikmeti görmek ve bulmak şeklinde devam eder. Hikmeti bulan hikmet konuşmaya, hikmetle bakmaya ve hikmetle yaşamaya başlar. Hikmet müminin yitiğidir. (Tirmizi, İlim, 19.) Nitekim ilim, marifet ve hikmet- le elde edilecek hususiyetler şöyle anlatılır: Gönül semâsına ilk doğan ışık, hikmet yıldızıdır Daha sonra ilim ayı ve mârifet güneşi doğar Hikmet yıldızının ışığı ile eşyânın hakîkati müşâhede edilir İlim ayının zıyâsı ile mânâ âlemi müşâhede edilir Mârifet güneşinin ışığı ile Hz. Mevlâ müşâhede edilir Hikmeti bulamayan, aczini itiraf eder. Nitekim Türkçede kullandığımız: “Hikmetinden sual olunmaz” sözü, hikmet arayışında acze düştüğümüzde yapacağımız bir itiraftır. Çünkü insan olayların ve varlık âleminin gidişatındaki hikmetler konusunda verilecek cevap bulamazsa: “Hikmetinden sual olunmaz.” diyerek külli iradeye teslim olur ki bu da bir hikmettir. Ârifler ilk dönemlerden itibaren âlimlerin ulaştıkları bilgilerden farklı ve kendilerine has bir bilgiye sahip olduklarına inanmışlar ve bu bilgiyi “hikmet”, “marifet”, “irfan”, “yakin” gibi yine kendilerine has terimlerle ifade etmişlerdir. Hikmet, marifet ve irfanın başlangıcı ilimdir. Nitekim ârifler, “ilimsiz marifet muhal, marifetsiz ilim vebaldir” demişlerdir. Ya da bir başka ifade ile: “İlimsiz marifet güdük, marifetsiz ilim kütüktür.” İrfan ehli, “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet (kulluk) etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56.) mealindeki ayette geçen “ibadet etsinler” ifadesini, “beni tanısınlar” şeklinde yorumlayarak ilim ve kulluğun başlangıcını marifet olarak görür. Kulluğun başlangıcı marifet; yani Hakk’ı tanımak, sonra kendisini sayısız nimetlerle perverde kılan Rabbı müteâli sevmek; nihâyet O’na kullukta fani olmaktır. Çünkü kul, Allah’ı bildiği ve tanıdığı nispette sever, O’ndan korkar, O’na ümitle bağlanır, O’na tevekkül eder, O’na rücu eder, O’nun zikriyle meşgul olur, O’na kavuşmayı özler, O’ndan hayâ eder, O’na olan marifeti kadar O’nu tazim eder. Böylece insanın hilkat gayesini ifade eden ayetin manası, tahakkuk etmiş olur. Çünkü insanın bu dünyaya gelişinin gayesi ikbal ve makam beklentisi değil; Hakk’a kul olmaktır. Marifet ve hikmeti kavramak için tezkiye ve manevi arınmaya ihtiyaç vardır. Allah Teala Kur’an-ı Kerim’de sevgili Peygamberimiz’i takdim ederken şöyle buyurur: “Size kendi içinizden ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran/tezkiye, size kitabı ve hikmeti talim ederek bilmediklerinizi öğreten bir peygamber gönderdik.” (Bakara, 2/151.) Bu ayette ince manalar saklıdır. Ayetteki hikmet sözde ve özde isabetli davranmaktır. Bu vasfı taşıyan kimse hakîm olarak isimlendirilir. İnsanda fıtri olan hikmet arayışı, varlık ve olayları sorgulamayı gerekli kılmaktadır. Nitekim yukarıdaki ayet, hikmet arayışının yolunu şöyle öğretmektedir: EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 15 G Ü N D E M Eşyanın hikmet, sır ve inceliklerini kavramak insana basiret kazandırır ve insanı marifete erdirir. Ya da bir başka ifadeyle basiret nazarı, insan gönlünü hikmetle buluşturur. Bu yüzden ehlidil insanlar sürekli hikmet arayışı içerisinde olmuş ve marifete ermeyi gaye edinmişlerdir. 1- Önce kevnî ayetleri okumak için insanın kendinden başlayarak topyekûn kâinat kitabını ibretle incelemesi; bakmaktan çok görmeye ve anlamaya çalışması, 2- Sonra kendini okuyup zaaf ve kusurlarını gördükçe arınma çabası içinde olması ve başkalarıyla iletişimde farkındalık bilincine ermesi, 3- İbretle okunan kâinat ayetlerinin ardından tezkiye duygusuna ererek ilâhî kitabı okuması, 4- Hem kevnî kitabı, hem ilahî kelamı kitabı okurken hikmeti yakalamaya çalışması. Eşyanın hikmet, sır ve inceliklerini kavramak insana basiret kazandırır ve insanı marifete erdirir. Ya da bir başka ifadeyle basiret nazarı, insan gönlünü hikmetle buluşturur. Bu yüzden ehlidil insanlar sürekli hikmet arayışı içerisinde olmuş ve marifete ermeyi gaye edinmişlerdir. Hikmet ve marifetin başı Allah korkusudur. Nefsani duygulardan sıyrılamayan, kendini aşamayan, öfkesini kontrol edemeyen, duygularını yenemeyen insandan hikmet ummak ve marifete ermesini beklemek tekeden süt çıkmasını beklemek gibidir. 16 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 Hikmete ermek ve marifete ulaşmak nefsin arındırılmasına bağlıdır. Bilmek, bulmak ve olmak anlamına gelen ilme’l-yakîn, ayne’lyakîn ve hakka’l-yakîn irfan geleneğinde önemli menzillerdir. İlme’l-yakîn, ölçüleri içerisinde Hakk’ı, hakikati, varlığı ve varlığın sahibini tanımaktır. Bu menzil sonuçları itibariyle motivasyon tesiri olmayan, bununla birlikte kalbî irfana açılan bir pencere niteliğindedir. Bu ayne’lyakîn penceresinden gelen ışık, insana aradığını bulma imkânı sunar. Ayne’l-yakîn sayesinde açılan basiret gözü ibadet ve taatlardaki manevi haz, ruhanî aşk ve şevk ile hakka’l-yakîn sayesinde olmayı ve kemale ermeyi gerçekleştirir. Böylece Allah yolunun yolcusu, gerçek tevhit ile sonuçlanacak marifet, irfan ve aşk yolculuğunda ilme’l-yakîn/bilmek, ayne’l-yakîn/bulmak ve hakka’lyakîn/olmak menzillerinden geçmiş olur. Hikmet, marifet ve irfan, dille anlatılan ve öğretilen bir şey olmaktan çok, sükût, idrak ve derin bir kavrayış ile anlaşılan ve öğrenilen husustur. Önemli olan sadece dilin değil, nefsin ve zihnin de susmasıdır. Hak’tan başkasıyla meşgul olmamasıdır. Sükût, tefekkürü temin ettiği ölçüde marifet tahsil etmenin aracıdır. Dilin söylediği sözleri kulak anlar, ama gönülden çıkan hikmet ve marifet sözlerini ise ancak aklı aşmış; gönül sermestliğine ulaşmış aşk ve coşkusu yüksek olan ehlihikmet ve ehliirfan anlar. İnsanın manevi hayatı, içine iman, ibadet ve ahlak tohumunun ekildiği bir tarla gibidir. Bu tarlanın mutlaka ilim, hikmet ve marifet çapası ile çapalanması; ibadet ve taat suyu ile sulanması gerekir. İlim, hikmet ve irfan çapası ile çapalanmayan manevi hayatın, kısa zamanda yoz ayrık otlarıyla bozulacağından şüphe yoktur. Yoz otların kendini göstermeye başladığı bir tarlanın nasıl bütün fidanlarıyla sökülmesi gerekmiyor; aksine görülen yabani ve yoz otların temizlenmesi yeterli oluyorsa manevi hayatımız da böyledir. Önce masiva denilen yoz ayrık otlardan temizlenmelidir ki hikmet ve marifet çimeni yeşersin, kalp hikmet pınarı hâline gelsin. G Ü N D E M Bilgi-Ahlak İlişkisi Gerek bilgi gerekse ahlak, bizim kültürümüzde ekseriyetle sadece olumlu yönleriyle çağrışım yapan pozitif kavramlardır. Bilgi dendiğinde aklımıza, doğru bilgi; ahlak dendiğinde de aklımıza, iyi ahlak gelir. Biz de bu kısa yazıda sadece bu ikisi arasındaki ilişki üzerinde duracağız. Prof. Dr. Cafer Sadık Yaran OMÜ İlahiyat Fakültesi EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 17 G Ü N D E M Bilgi, varlık ve oluş süreçlerinin nasıllığı ve niçinliği konusunda akıllı varlıkların sahip olduğu, genellikle gerçeğe uygun ve gerekçelendirilebilir görüşlere denir. Doğru veya yanlış olduğu iddia edilebilecek önermeler hâlinde öne sürülen görüşler, iddia ettikleri olgularla karşılaştırıldıklarında onlarla uyuşuyorlarsa, ortada bilgi ve hatta doğru bilgi var demektir. Öne sürülen görüş ve nesnesi arasında uyuşma olmayıp, karşıtı var ise, bu kez yanlış bilgi veya kasıtlı bir yanıltmaca söz konusudur. Doğru bilgi ile yanlış bilgi arasında ise zanni veya ihtimali bilginin güçlü veya zayıf pek çok derecesi bulunur. Bilgi, ontolojik nesnesine uygun olma veya olmama açısından doğru veya yanlış olarak değerlendirilebildiği gibi, ilgili olduğu dini veya felsefi öğretiler sisteminin bütününe uygun olup olmaması bakımından, tutarlı ve tutarsız olarak; insanlığa bir yarar sağlayıp sağlamaması açısından da, faydalı ve faydasız olarak ayırt edilebilmektedir. Söylemeye gerek yoktur ki, gerek gündelik bilgi, gerek bilimsel bilgi, gerekse dini bilgide, bilgi dendiğinde asıl akla gelen ve murat edilen; yanlış, tutarsız ve faydasız olan değil, doğru, tutarlı ve faydalı olan bilgidir. Ahlak, akıllı ve özgür irade sahibi varlıkların, bütün hayatlarında ve bilhassa birbirleriyle ilişkilerinde, iyi duygu, düşünce ve davranışlar içinde bulunmaları amacıyla ilahî vahiy ve nebevi örneklik- 18 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 Öğreniminin ve üretiminin başından sonuna kadar ahlaki değerleri ve denetlemeleri dikkate alan ‘ahlaklı bilgi’, öğrencinin, doğruluk ve dürüstlüğü esas alan sağlıklı bir şahsiyet oluşturmasını sağlar. lerle geliştirilip, toplumsallaşma sürecinde yeni nesillere aktarılan değerler, erdemler ve kurallar bütünüdür. Ahlakın özü, içimizdeki iyi huy ve temiz vicdan; meyvesi ise, oradan dışımıza yansıyan iyi davranışlar ve güzel amellerdir. Bilginin doğrusundan ve yanlışından bahsedilebildiği gibi, ahlakın da, bazen, iyisinden (ahlak-ı hamide) ve kötüsünden (ahlak-ı seyyie) söz edilebilmektedir. Kötü ahlaktan kasıt, insanın içindeki kötü huy ve düşünceler ile onlardan ve zayıf bir iradeden kaynaklanan kötü ve zararlı davranışlardır. Bununla birlikte, gerek bilgi gerekse ahlak, bizim kültürümüzde ekseriyetle sadece olumlu yönleriyle çağrışım yapan pozitif kavramlardır. Bilgi dendiğinde aklımıza, doğru bilgi; ahlak dendiğinde de aklımıza, iyi ahlak gelir. Biz de bu kısa yazıda sadece bu ikisi arasındaki ilişki üzerinde duracağız. İlişki kelimesi, iki somut varlık veya -burada olduğu gibi- iki soyut kavram arasındaki bağlantının boyutlarını gösterir. Mantıkta, iki kavram arasında kaplamları açısından dört türlü ilişki olabileceği söylenir: Eşitlik, ayrıklık, tam girişimlik, eksik girişimlik. Bunu bilgi ve ahlak kavramlarına kısaca uyguladığımızda görürüz ki; bu iki kavram arasında eşitlik yoktur (‘her bilgi ahlaktır ve her ahlak bilgidir’ diyemeyiz); bunlar arasında ayrıklık da yoktur (‘hiçbir bilgi ahlak değildir ve hiçbir ahlak bilgi değildir’ de diyemeyiz); biraz tartışmaya açık da olsa, bu ikisi arasında tam-girişimlik de yoktur (‘her bilgi ahlaktır veya her ahlak bilgidir’ de diyemeyiz). O hâlde, bu iki kavram arasında, mantık terimleri açıdan bakıldığında, eksik girişimlik ilişkisi vardır. Zira ‘bazı bilgiler ahlakla ilgilidir’ ve ‘ahlakın önemli bir kısmı da bilgiden oluşur’ diyebiliriz. İki kavram arasındaki ilişkinin ele alınışının farklı bir tasnifi, din felsefesinde görülür. Burada genellikle şu üç kavrama dayalı bir analiz yapılır: Çatışma, ayrışma, (tamamlayıcı bir) uyuşma. Bilgi-ahlak ilişkisini bu üçlü tasnif üzerinden irdelemek daha uygun gibi gözükmektedir. Bilgi ve ahlak arasında bir çatışma var mıdır? Bu sorunun kısa cevabı, bilgiden kasıt ‘doğru bilgi’, ahlaktan kasıt da ‘iyi ahlak’ olduğu sürece, bu iki temel değer arasında bir çatışma olmadığı, olamayacağıdır. Yanlış bilgi ile iyi ahlak, ya da doğru bilgi ile kötü ahlak çatışabilir; ama ikisi de en temel değerlerden olan doğru bilgi ile iyi ahlak çatışmazlar. Peki, bunlar a- Enderun G Ü N D E M rasında ayrışma mı esastır; bunlar birbirinden apayrı şeyler midir? Hayır. Bilginin ahlakla, ahlakın da bilgiyle yakından ilişkili olduğu aşikârdır. Bu durumda geriye, en doğru seçenek olarak, sonuncusu kalmaktadır: Bilgi ve ahlak birbiriyle ilişkilidir ve bu ilişkiyi belirleyen temel kavramlar, bir- biriyle uyuşma ve diğerine yararlı olma anlamında birbirini tamamlamadır. Ne var ki, geleneksel İslam düşüncesine uygun düşen bu ilişki biçimi, modern dönemlerde ve bilhassa Batı dünyasında varlığını sürdürmekte zorlanmakta, aşağıda kısaca analiz etmeye çalışacağımız tarzda sorunlar ve zararlar ortaya çıkmaktadır. Bilgi-ahlak ilişkisizliğinin zararları, aslında saymakla bitmeyecek kadar çoktur. Bilgi ve ahlak arasında ilişkisizlik veya çatışma, karşılıklı olarak, her iki tarafa da büyük zarar verir. Önce ahlaki değerlerden bağımsız, ahlaki kuralların çizdiği sınırları tanımayan, ahlakı hiçe sayan, kısaca –deyim yerindeyse- ‘ahlaksız bilgi’yi bir düşünelim! Ahlaktan yoksun bilgi, daha öğrenme ve öğretme aşamasında, öğrenenin de öğretenin de insani yüce değerlerle ilgili halis niyetlerden ve erdem ilkelerinden uzak, öğrenende kopya türü haksızlıkların, öğretende öğrenciye baskıların, araştırmada intihal denilen başkasına ait bilimsel bilgileri aşırmaların, projelendirmede haksız kazançların yapılabildiği bayağı bir alana dönüşebilmektedir. Ahlak sınırlarından yoksun her tür bilgi, her zaman insanlığa zarar verebileceği gibi geçmişte de fazlasıyla vermiştir. Örneğin, son otuz kırk yıldır yoğun bir şekilde yaşanan çevre felaketlerinin çoğunda, ahlak sınırlarını yeterince dikkate almayan bilimsel bilgi ve özellikle teknolojik bilginin küçümsenemeyecek derecede rolü olduğu bilinen bir gerçektir. Keza ahlaki değerlerden yoksun sosyal yahut ideolojik bilgilerin, sözgelimi Marksizmin 20. yüzyılda yüzbinlerce insan için nasıl bir zulüm ve ölüm tuzağına dönüştüğü tarihsel bir realitedir. Sadece bilimsel bilgi değil, dini bilgi dahi ahlaki değerlerden soyutlandığında, sahibine bir fayda sağlamamakta, zarar bile verebilmektedir. (Bu konuda bkz. Cum’a, 62/5; A’raf, /7/175-76.) EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 19 G Ü N D E M Ahlaksız bilginin insanlığa fazla bir fayda sağlamayıp, pek çok zarar dahi verebildiği gibi, tersi düşünüldüğünde –deyim yerindeyse- ‘bilgisiz ahlak’ dikkate alındığında da, durum pek farklı olmamaktadır. Bilgi temeline dayanmayan, sağlam bilgilerden destek almayan, kuru bir taklide dayanan ahlak anlayışları, çoğu yerde insanların ahlak adına birbirlerine aşırı derecede baskı yapmalarına, hürriyetlerini gereksiz yere kısıtlamalarına, asla hoşgörü göstermemelerine, empati ve anlayış bir yana birbirlerine zulüm dahi edebilmelerine yol açabilmektedir. Tarih boyunca görüldüğü üzere, sözde ahlak adına yapılan cahilce dedikodular ve iftiralar, çıkarılan fitne ve fesat- lar, nice canların yanmasına, nice ocakların yıkılmasına sebep olabilmektedir. Dolayısıyla, ahlaksız bilgi kadar, bilgisiz ahlak da tehlikelidir ve zararlı olabilmektedir. Bilgi-ahlak ilişkisinin yararları ise saymakla bitmeyecek kadar çoktur ve bu ikisi arasında uyumlu ve tamamlayıcı bir ilişki türü elzemdir. Bilgi, her zaman ahlaki değerleri dikkate alarak işlemeli ve ilerlemeli; ahlak da bilgi temeline dayalı olarak kurulmalı ve korunmalıdır. İlişkisizliğin zararları karşılıklı olduğu gibi, uyumlu bir ilişkinin faydaları da karşılıklıdır ve bundan kazançlı çıkacak olan her iki etkinlik ve esas itibarıyla da insanlıktır. Örneğin, öğreniminin ve üretiminin başından sonuna kadar ahlaki Bilgi, her zaman ahlaki değerleri dikkate alarak işlemeli ve ilerlemeli; ahlak da bilgi temeline dayalı olarak kurulmalı ve korunmalıdır. İlişkisizliğin zararları karşılıklı olduğu gibi, uyumlu bir ilişkinin faydaları da karşılıklıdır. değerleri ve denetlemeleri dikkate alan ‘ahlaklı bilgi’, öğrencinin, doğruluk ve dürüstlüğü esas alan sağlıklı bir şahsiyet oluşturmasını sağlar; öğreteni, öğrencinin gözünde ideal bir insan modeline dönüştürür; araştırma sürecini, ibadet aşkıyla yapılan kutlu bir hak ve hakikat yolculuğu kılar ve nihayet yeni keşif ve icatları, insanların huzur ve mutluluk arayışlarının yeni bir adımı ve ilerlemesi yapar. Benzer şekilde, taklidi ahlaktan ziyade, sağlam bilgi temelli olan ve bilgi ile irtibatını hiç kesmeyen ‘bilgili ahlak’ da, ahlakı; zorunlu olarak kabullenilen eskilere ait kurallar yığını değil, gönüllü olarak benimsenen çağdaş değerler buketi haline getirir. Böylece ahlaklılık da, bilmeden boyun eğme ve eğdirme değil, kendi vicdanının ve iz’anının sesine kulak vererek özgürleşmeye ve insanlar arasında örnekleşmeye dönüşür. Bilgili ahlak sahipleri, doğal olarak sadece kendileri ahlaklı olmakla kalmaz, ‘emr-i bi’l-maruf’ görevini de en iyi bir biçimde yerine getirirler. Sonuç olarak, bilgi-ahlak ilişkisi yahut ahlaklı bilgi ve bilgili ahlak birlikteliği; ahlaki ve ilmi değerlerine kolay kolay paha biçilemeyen yüksek bilgi ve erdem abidesi insanlardan müteşekkil temiz bir bilgi toplumu ve yetkin bir insanlık ailesi oluşturmak için, çok daha sağlam bir temel, çok daha güçlü bir yapı, çok daha parlak bir umut ışığı ve hepsinden önemlisi çok daha müstakim bir yoldur. 20 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 G Ü N D E M Şemseddin Sami’nin çalışma odası Bilgi-Âlim İlişkisi Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Kul, Allah karşısındaki konumunu ilim sayesinde kavrar. Bunun bir soncu olarak da “Allah’a karşı ancak; kulları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar.” Maddeci bakış açısıyla ilim; eşya ya da olayların iç yüzünün ve mahiyetinin öğrenilmesi yolunda belli usul ve esaslar çerçevesinde sarf edilen çabaların ulaştığı sonuçtur. Burada içyüzü ve mahiyet kavramları tamamıyla maddi olanla ya da onun yansımaları ile sınırlı olup aşkın olanla ilgisi yoktur. Duyu organları yanında vahyi de bilgi kaynağı olarak işaretleyen İslam, ilimi algı ise aşkın alanı kapsamına alır. İşte âlim bu geniş düzlemde eşyanın maddi yüzü kadar onun kökeni ve akıbeti ile de ilgilenir. Nitekim İslam ilim geleneğinde dinî ilimler “nakli ilimler” ya da “şeri ilimler” diye etiketlenirken akli ilimler “tabii ilimler” yahut “maddi ilimler” diye ya da “ulûm”(ilimler) genellemesi ile kategorize edilmişlerdir. Bu ayırım kategoriler arasında bir derecelendirme tesisinden çok dayanaklarının vurgulanması hedefini güder. İslami algıda bilginin en yüce EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 21 G Ü N D E M İbn-i Sina Müzesi, Hamedan katmanını Allah’ı bilmek oluşturur. Güncel hayatımızda sahip olmamız gereken her türlü bilgi sonuçta Allah bilgisine götüren birer kılavuz konumundadır. Bu sebeple dinî geleneğimizde ilim rütbesi, rütbelerin en üstünüdür. Çünkü kul, Allah karşısındaki konumunu ilim sayesinde kavrar. Bunun bir sonucu olarak da “Allah’a karşı ancak; kulları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar.” (Fâtır, 35/28.) Hakikat bizatihi hakikattir; niteliğini kişilerden ve kişisellikten almaz. Bu sebeple âlim, “Bir kimse böyle söyledi, o hâlde hakikat budur.” yerine “Filanca kişinin sözü gerçeğe uygundur/uygun değildir.” tutumunu benimser. 22 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 Hz. Ali’ye isnat edilen söz de tam bunu vurguluyor: “Hakikat insanlara bakarak öğrenilmez. Önce hakikati öğren, hakikat üzere olanları da tanırsın.” İlim adamı durmadan değişen ve dönüşen olgular karşısında gerekli zihniyet yenilenmesini gerçekleştirebilmelidir. Zihniyetin değişmesi bakış açılarının şartlara ve ihtiyaçlara göre yenilenmesi, bir ufuk tazelenmesidir. Bu yenilenmenin sağlanamadığı durumlarda zihinsel durgunluk ilmî sürece hâkim olabilir ve artık yetersiz olan mevcut hâl kabullenilebilir. Daha da kötüsü bu tutum, zamanla topluma da yansıyacak şekilde, var olan eskinin mutlak olarak “iyi” görüldüğü taassup olgusunun fideliğine dönüşebilir. Zihniyetin yenilenmemesi taassup olgusunun sebebi olabileceği gibi sonucu da olabilir. Bir meseleye çözüm aranırken sahip olunan ön yargılar, mensubu bulunulan dünya görüşü, mezhep ya da cemaatin zihin alanına takılıp kalmak gerçeğin o alanın tekelinde olduğunu zımnen kabul ve iddia etmek olur. Bu durum karşısında ilim erbabına düşen, hakikate götüren yolun başka bir yöntemde, başka bir algı biçiminde olabileceğini dikkate almaktır. İlmin faydalı olması, pratiğe aktarılması ile mümkün olduğuna göre Allah’ın Rasulü faydasız ilimden Allah’a sığınırken gerçek- G Ü N D E M te sakındığı şey uygulanmayan, gereği yapılmayan ilimdir. Öte yandan bilgi yerinde ve usulünce kullanılmadığı için de faydasız hale gelebilir. Fayda olgusunda önceliğin belirleyici bir rolü vardır. Faydalı, ama neye göre ve ne zaman ve ne kadar gerekli? “Hangi bilginin gerekli, hangisinin daha az öncelikli ve hangisinin de önemsiz olduğunu bilmek daha önemlidir.” (Tolstoy, Bilgelik Takvimi, [Kaknüs, ikinci basım, İst. 2003] s. 352.) faaliyet alanında yer alır. Âlim mesaisini olabildiğince verimli kılmak, enerjisini ve üretim kabiliyetini insanlığın yararına olacak alanlarda sarf etmek yükümlülüğündedir. O bilir ki Hz. Peygamber (s.a.s.) Allah’tan faydalı ilim istemiş (İbn Mace, İkametü’sSalat, 32.) faydasız ilimden O’na sığınmıştır. (Ebu Davud, Salat, 365.) Üretilen bilgi üretenin ya da belli bir zümrenin tekelinde tutulmamalı, insanlığın ondan yararlanmasına ortam hazırlanmalıdır. Aksine tutum ilmi yok olmaya mahkûm etmek olur. Kur’an’ın, “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun.” (Âli İmran, 3/104.) ayeti bu gerekliliği ortaya koymaktadır. Büyük fakih ve mutasavvıf İbnü’l-Mübarek (ö.181/797) İslam âlimi ile ilim arasındaki ilişkiyi, sonuncusu ilmi yaymak olan altı aşamada çerçeveler: “İlmin başlangıcı niyettir. Sonra dinlemek, sonra anlamak, sonra hıfzetmek, sonra uygulama, sonra da onu yaymak gelir.” Hz. Peygamber (s.a.s.) “Âlimler İlmin faydalı olması, pratiğe aktarılması ile mümkün olduğuna göre Allah’ın Rasulü faydasız ilimden Allah’a sığınırken gerçekte sakındığı şey uygulanmayan, gereği yapılmayan ilimdir. Öte yandan bilgi yerinde ve usulünce kullanılmadığı için de faydasız hâle gelebilir. peygamberlerin varisleridir. O mirası kim alırsa büyük bir pay almış olur.” (Buhari, Fadlu’l-ilm, 9.) şeklindeki tespiti bir yandan ilim sahiplerinin toplum içinde yüksek konumunu belirlerken aynı zamanda onların görev ve sorumluluklarının da büyük olduğunu ortaya koymuş oluyor. Hadiste kastedilen miras Hz. Peygamber’in vahiy yolu ile aldığı bilgiyi yani bir bütün olarak İslam’ı temsil ediyor. Dolayısı ile ilim yoluna koyulan kimse gerçekte peygamberlik makamının uygulama ve tebliğ sorumluluklarını üstlenmiş demektir. Böylesine ağır ve önemli bir sorumluluğu üstlenenin onun hakkını veren kişinin değeri elbette büyük olacaktır. Peygamberler icra ettikleri bu “öğrenme” ve öğretme işi (tebliğ) üzerinden Allah rızası dışında bir karşılık beklemedikleri gibi âlimin ilmî faaliyetlerinin temelinde de Allah’ın rızasının yer alması gerekir. Nitekim İslam ilim geleneğinde yerleşmiş temel ilke bilginin dünyalık menfaatler uğrunda değil, Allah rızası için üretilmesi şeklindedir. Bu temel şarta uyulması ve asıl amacın ahiret yurdu yararı olmak kaydı ile ilimin sağlayacağı dünyevi yararlar meşru sayılır. Âlimin madde ve kâinata dair alanlarda ürettiği bilgi evrensel olup hayatın kolaylaşmasını ve dünyanın imarı görevine katkı sağlayan bir niteliğe sahiptir. O, kevnî kanunlar çerçevesindeki bilgiyi ortaya koyar ve “alın, yararlanın” der. Bir bakıma görevi burada bitmiştir. Din eksenli bilgiler noktasında ise, üretilen bilgi öncelikle üreteni yani âlimi bağlar. O, ürettiği bilginin yaşayan modeli olmak durumundadır. İslami gelenekte “ilmi ile amil olmak” diye ifade edilen nitelik budur. Peygamber aldığı “bilgi”yi öncelikle kendisi yaşamadıkça davasını ispat edemeyeceğine göre bildiğini yaşamayan kimseye “bilgili kimse” denebilirse de “âlim” demek mümkün olamaz. İnsan, ilim ve amel basamaklarından geçerek takva noktasına gelir. İlim, amel ve takva üçlüsünde ilk ikisi eylem kökenli, takva ise bunlara sahip olan kişinin davranış biçimi ve niyeti ile ilgilidir. Buna göre âlimin ilimle ilişkisinde amel ve takvayı anahtar kelimeler olarak işaretlemek gerekiyor. Bildiğini fiilen yaşamayan kimse bilgili kişi, “alanının uzmanı” olabilir ama o “âlim” sıfa- EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 23 G Ü N D E M tını hak etmiştir denilemez. Bilgi üretmek yahut bilgi sahibi olmak, öncelikle bunun gereğini yapmayı gerektirir. Bunu atlayarak uygulamayı başkalarına bırakmak, bunu onlardan beklemek tutarsızlık olur. İlim elbette bir özgül ağırlığa sahiptir, tek başına değer ifade eder. Fakat ilmin amele, pratiğe dönüşmemesi onun var oluş sebebine, hikmete aykırıdır. Âlim ürettiği ya da edindiği bilgiyi uygulayarak örnek olmak durumundadır. Aksine tutum açık bir tutarsızlıktır. Kur’an-ı Kerim böyle bir tutarsızlığa şiddetle kaşı çıkar. Tevrat’ı okuyup durdukları hâlde edindikleri bilgileri uygulamayan fakat halka uygulamalarını emreden Yahudi din âlimlerini azarlar. (Bakara, 2/44.) Daha ağır bir eleştiri yine uygulamakla yükümlü tutuldukları Tevrat’ın hükümlerini bildikleri halde onları uygulamayan, çeşitli tevillere giderek bu yükümlülüğünden kurtulmaya çalışan Yahudi toplumuna yöneltilmiştir. (Cumu’a, 62/5.) Şüphesiz ki, bu tarihi olguya Kur’an’da yer verilmesi aynı mesajın Müslümanlar için de geçerli olduğu vurgusunu içerir. Âlimin çabası inceleme alanı ile ilgili hakikati ortaya koymaya yöneliktir. Hakikati bulmak için düşünmeye, fikir üretmeye, bunun için de bilgiye ihtiyaç vardır. Hakikat yolunda bilgi bir araç konumundadır. Bu noktanın gözden kaçırılması bilginin alt düzey yararlara indirgenmesi ile sonuçlanır. Ulaşılan nimetler sahip olunan bilgi ile temellendirilir ve işin 24 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 ilahi irade ve kudret yönü yok sayılır. Bilgi edinme ile ilahi rızaya ulaşma amacı arasındaki organik bağ kopar. İlimde niyet ve ihlas unsuru devre dışı kalır, bir dünyevileşme hali söz konusu olur. İlim ve âlim yerini “bilgi yüklü adam”a, “entelektüel”e bırakır. Bu durumda kişiyi itibar, şöhret ve maddi imkân sahibi olmak gibi bıçak sırtı durumlar kıskaca alabilir; ben duygusu tutum ve davranışlara hâkim olabilir. İlim kisvesinin yüklediği tevazu ve edep sorumluluğu yitirilir. Oysa “Bir dirhem ilim, bin okka edebe muhtaçtır.” der Ebubekir Razi (öl. 312/925). Yunus’un ilimde edep yolundan çıkmanın önemli bir göstergesi olarak kendini, ilim okyanusu içindeki yerini ve haddini bilmemeyi muhayyel muhatabı üzerinden ne güzel eleştirir: Sizin tanımlamanıza göre “İlim ilim bilmektir.” Bu yüzeysel ve öylesine bir açıklamadır. Zira bütün ilmî çalışmalar sonuçta kâinatın sırlarını keşfetme yolunda verilen çabaların genel adıdır. Kâinatın en mükemmel bir unsuru olarak insan bu keşif faaliyetinin hem öznesi, hem de konusudur. Yani insan gerçekte kendini keşfetmenin çabasını veriyor. Kendini keşfeden insan yaratıcısını da keşfeder. O sebeple “İlim kendin bilmektir.” noktasına gelmek gerekir. Kendini bilen insan haddini ve yerini bilir, aczini bilir, teslimiyeti tam olur. Ömrünü okumakla, “ilim” tahsili ile geçirdiğin halde bu hakikati kav- G Ü N D E M İnsan ne kadar büyük âlim olursa olsun bildikleri bilmediklerinin yanında okyanusta damla bile olamaz. ramamışsın. Her şeyi bildiğini zannedersin ama daha “Sen kendini bilmezsin”. Edindiğin birkaç malumat kırıntısı burnunu kaf dağlarına çıkarmış. Bunca gayretin sonucu, kendi mahiyetini bilmemek ve kendinde bir varlık hissetmek olacaksa ve Hakk’ı bulamayacaksan “Bu nice okumaktır. Okumaktan murat ne? Kişi Hakk’ı bilmektir. Çün okudun bilmezsin, ha bir kuru emektir.” “İlmin sonu yoktur.” sözü, “insan ne kadar büyük âlim olursa olsun bildikleri bilmediklerinin yanında okyanusta damla bile olamaz. O hâlde bildikleri insan için, ne kadar çok şeyi bilmedikleri konusunda ölçü olmalıdır. Bu gerçeğin farkında olarak gerektiğinde bilmiyorum diyebilme cesaretine sahip olmalıdır gibi ince bir mesaj içerir. Kendisine yöneltilen soru karşısında “bilmiyorum” cevabını veren Şabi’ye, “Bu durum seni mahcup etmiyor mu?” diye solunca o, “Niçin mahcup olayım ki. Melekler bile, Rabbimiz, senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur, o sebeple eşyanın isimlerini bilmiyoruz.” (Bakara, 2/32.) diye karşılık vermişlerken ben ne diye mahcup olayım?” cevabını vermiştir. Ebu Hanife’nin şu ifadesine bakınız: “Eğer bilmediklerim ayağımın atında olsaydı, başım göğün en yüksek katına değerdi.” Âlimin sınandığı önemli konulardan biri de itkan yani ürettiği bilginin gerekli özen ve ilmî incelik süzgecinden geçmiş olup olmadığıdır. İlmî nitelik taşıyan, belli bir konuda çözüm yahut yeni bir bakış açısı getiren bir “küçük” çalışma yığma yöntemi ile “kendince” yazılmış yüzlerce sayfa yazıdan elbette değerlidir. “Bilgide önemli olan nicelik değil niteliktir.” (Tolstoy, aynı yer) Gerçekte itkan âlimlik sıfatına layık olabilmenin şartlarından biridir. İtkan ile bağlantılı meselelerden biri de âlimin ilim ahlakı ilkelerine bağlı kalmasıdır. Ne yazık ki bu ilkeler zaman zaman çeşitli şekillerde ihlal edilmekte ve bu da genellikle bir kimsenin başkasına ait bilgi ya da düşünceleri kendi etiketi altında takdim etmesi (intihal) şeklinde ortaya çıkmaktadır. Âlim hakikati araştırma yolunda hata yapma riski ile karşı karşıya bulunduğu için yazıp çizdikleri, söyleyip ettikleri eleştiriye açık durumdadır. Eleştiriye tahammül ilim yolculuğunun temel ilkeleri arasında yer alır. İslam ilim geleneğinde ilmî eleştirinin yeri büyüktür. Ebu Hanife, “Bu bilgi benim görüşümü yansıtmaktadır. Birisi bana bundan daha iyisini getirirse onu kabul ederim.” sözü ile bu ilkeyi tablolaştırmıştır. Buna karşılık eleştiri de yapıcı olmalı, üretilen ilmî ürünün daha iyi ve daha yararlı olmasına hakikatin ortaya çıkmasına yardımcı olma niyetine ve niteliğine sahip olmalıdır. Bu gerekçe ile sırf hasmı susturmak hedefini güden cedel yöntemi iyi karşılanmaz. Kısaca, “beşer sözü ise eleştirilebilir, ama usulünce” anlayışı âlimin tutumunu temsil eder. EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 25 SÖYLEŞİ Fotoğraflar: Muhammed Kâmil YAYKAN Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün: “Bilgi ahlakı, yanlış olanı kaldırıp bir kenara atmayı gerektirir.” Söyleşi: Dr. Lamia LEVENT Sayın Hocam, Dergimizin bu sayısında bilgi ahlakını ele aldık. Ahlak konusuna girmeden önce İslam düşüncesinde bilginin kaynağı nedir? Vahiy akıl ilişkisi bağlamında bize neler söylersiniz? Biz bilgiyi sistematik olarak beşerî bilgi ve ilahî bilgi olmak üzere 26 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 ikiye ayırıyoruz. Bu, bilgiyi sadece insana bağlamayan bilgimizin kaynağını sadece fiziki dünyaya, tabiata ve doğal olana sınırlamayan bir bilgi ahlakı veriyor aslında bize. Yani bilgiyi sadece insanın elde edebildiği biraz kapalı bir sistem bilgisi gibi tanımlamak olur. Bilgi sadece benim elde edebildik- SÖYLEŞİ lerimdir. Oysa insan yapısı gereği bilgiyi kendisine aktarabilen daha başka, üst mercilere sürekli muhtaçtır. Onun için söyle diyebiliriz: Beşerî bilgi beşerin yani insanın yapısından kaynaklanır. Aynen bir kaplumbağanın bazı şeyleri bilmesi gibi. Yani kaplumbağa yavrularının yumurtadan çıkınca suya doğru gitmesi gibi. Bu da bir bilgi fakat bu bilgi kendisinin keşfettiği bilgi değil. Bu fıtri bir bilgidir. Benzer bir fıtri bilgi insanın yapısında biyolojisinde, fizyolojisinde, fıtratında var. Fakat hayatı bu bilgi ile idare etmek mümkün değil. Bilginin ahlakla irtibatını kurduğumuz zaman şu soruyu sorduruyor bize: Bilgilerimle nasıl yaşayabilirim? Yani bilgi bana nasıl bir yaşam alanı inşa eder? Öyle bilgilerimiz olmalı ki size doğru yaşanabilir yaşamaya değer bir yaşam, bir hayat önerir. Sınırlı bir varlık olan insanın bilgisinin de sınırlı olması ile alakalı bir konu değil mi? Bilginin kaynağı konusunun yanı sıra ahlak konusunda konuşmak istiyorum. Biliyorsunuz ahlak felsefesinin konularından biri de etik bilgi anlayışını içermekte ve bu bilgiyi hangi yöntemlerle ulaşılacağı konusunda birtakım tartışmaların da bu çerçevede yapıldığını görmekteyiz. Bu anlamda bilgi ahlak ilişkisi hususunda bize neler söylersiniz? Sınırlılık insanın yapısında var. Fakat insanın zihni sınırsızlık peşindedir. Onun için iki yönümüz var. Biyolojimizle sınırlıyız. Örneğin uçamayız, nefes almadan suyun altında havasız yaşayamayız. Bunlar bizim biyolojik sınırlarımız fakat zihnimiz, emellerimiz, arzularımız, isteklerimiz, işte onlar bizim biyolojik yapımıza bağlı olmayan tarafımız. Onlar bu sınırlı yapıyı aşmak istiyor. Onu aşmak için dışarıdan gelen bilgilere açıklık lazım. Onun için biz beşerî bilgiye ek olarak beşerî bilgiyi destekleyen, onu dışlayan, küçülten, küçümseyen değil, onu destekleyen ve kendisine koyduğu amaçları gerçekleştirmesi için arkadan onu iten, motive eden bir ilahi bilgiyi de kabul ediyoruz. Varlık ve bilgi birbirine yakın şeyler, onu da istiyoruz. Onun için bilgi hem beşerî bilgi hem de ilahî bilgi olarak İslam kültüründe, İslam düşünce geleneğinde bu şekilde karşılık bulur. Bilginin ahlakla irtibatını kurduğumuz zaman şu soruyu sorduruyor bize: Bilgilerimle nasıl yaşayabilirim? Yani bilgi bana nasıl bir yaşam alanı inşa eder? Öyle bilgilerimiz olmalı ki size doğru yaşanabilir yaşamaya değer bir yaşam, bir hayat önerir. Yanlış bilgi ayağınızı tökezletir. Dolayısıyla bilginin ahlakla irtibatının kurulması yani bilginin ahlakı dediğimiz zaman biz yaşamamıza hem de insani yaşamamıza, salt bir yaşam değil insani yaşama kaynaklık eden bir bilgiden bahsediyoruz demektir. Bu bilgi bize eğer sadece şöyle denir mesela: bilgi doğrudur ve yanlıştır. Size birisi bir şey söyler: işte dünya yuvarlaktır denir ve bu bir veridir. Siz buna doğru ya da yanlış dersiniz. Bunlara biz ihbari yani haber veren bilgiler diyoruz. Fakat bazı bilgiler sadece ihbari değildir, inşaidir. Sizden bir şey ister. Mesela hırsızlık yapmayınız bir taleptir. Bu hukuki bir taleptir. Bunu bir yargı diliyle, hukuk diliyle ifade ederseniz bu hukuki bir ifadedir. Fakat biz şunu da biliriz. Bütün hukuki ilkelerin, yargıların arkasında bir ahlak var. İşte bilginin ahlakı dediğimiz olay orda ortaya çıkıyor. O zaman “hırsızlık yapmayınız” aynı zamanda bir ahlakı ve o ahlakın temelindeki bilgiyi içerir. Şunu biliyoruz kimsenin kimseden güvende olmadığı bir toplumda hiç kimse güvende değildir. Hırsız da. Felsefede ethos denilen, (ethos oturulan yer demek) bilgi ethosu denen bir şey var ki şöyle bir şey. Atmosfer hava aldığımız yer demek yani biz istesek de istemesek de şu anda atmosferik bir yaşam sürüyoruz ve farkında olmadan havayı soluyoruz. Buna benzer bir şekilde ethosphere denilen bir şey var. Yani farkında olarak veya olmayarak ahlaki bir yaşam sürdüğümüz yer. Aynı atmosfer gibi. O ethospherein olduğu yerde öyle bir eğitim, o eğitime yön veren öyle ilkeler, o ilkeleri pekiştiren, güçlendiren öyle felsefi, dini veriler vardır ki o sürecin sonunda ortaya çıkan insanlar ister istemez o etospherein ya besleyicileridir ya da o ethospheri soluyan, onu tüketen erdemli kişilerdir. Şunu sormak istiyorum: Ethosu belirleyen kimdir? Şimdi ahlakı da etik olarak aldı- EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 27 SÖYLEŞİ ğımız zaman evrensellik var. Moralite gibi değil, etikle moral arasındaki farka şöyle diyelim: mesela sokağa tükürmek. Ankara’da İstanbul’da yürürken sokağa tükürdüğünüzde insanlar sizi kınarlar fakat ormanda yürürken bunu yaptığınız zaman sizi kimse kınamaz. O zaman mesele tükürmekte değil mekânla ilgilidir. Buna biz moral diyoruz. Etik evrenseldir. Adam öldürmek günahtır ve kötüdür. Ankara’da caddede adam öldürme ile ormanda adam öldürme arasında fark yoktur. Bunu ormanda da yapamazsın. Aynı kökten gelen ethosta ve etikte evrensellik vardır. Onun için insanın doğasına yaslanan bu doğayı da besleyen vahyi bir birikimle pekiştirilen bir ahlaktan bahsediyoruz. Ben ahlakın evrensel olduğuna inanıyorum. Bu anlamda da evrensel ahlakın doğru bilgi ile pekiştirildiğini düşündüğüm için doğru bilgi bizi doğru inanca, doğru inanç doğru eyleme götürecek. Bu doğru eylemin adı ahlak ve doğru eylemin yarattığı ahlaki ortama da ethos diyoruz. Yani şu üçlüyü ben çok önemsiyorum: doğru bilgi olmadan doğru inanç olamaz. Yani bilgi olmadan bir şeye iman ederseniz Kur’an’ın ifadesidir: “İmanınız size ne kötü şey emrediyor. (Bakara, 2/93.)” Noktasına gelebiliriz. Onun için eğer eylemlerimiz salt, sadece imanımızdan kaynaklanıyorsa yani doğru bilgiye dayanmayan imandan kaynaklanıyorsa hayatımız keşkelerin toplamından oluşur. Çünkü bilmeden yaptığımız işin sonuçlarını göremediğimiz için bilgi eksikliği, benim inancımın, bir şeye bağlılığımın eylem- 28 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 lere yansımasına yol açar. Onun için Kur’an-ı Kerim’de İsra suresi 36. ayet, “Hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyin peşinden gitme.” Dolayısıyla ister bireysel eylem ister toplumsal eylem, birilerinin canını yakıyor, ortaya sorun çıkarıyorsa, özellikle bizim gibi çok kültürlü, çok dinli, çok mezhepli yapıları olan ülkelerde bizim yaptığımız benim ya da bir başkasının canını yakıyorsa burada bu eylemlerin sadece temelsiz temellendirilmemiş bir beyyineye, bir hüccete, bir delile dayanmayan salt bağlılıklarımızdan, inancımızdan oluştuğunu söylememiz lazım. İslam ahlakında bilginin gayesi insanı hakikate ve iyiliğe ulaştırmak ve hayatını bu bilgiler ışığında yönlendirmektir şeklinde ifade eder. Dolayısıyla insana yüklenen bu sorumluluk açısından bilgi amel arasındaki irtibat hususunda neler söylersiniz? Bu çok ciddi bir soru. Ciddi bir soru olduğu için de ihmali ciddi sorunlar yaratıyor. Şimdi bilgi, iman ve amel, eylem. Bizim felsefemiz bu üçüne dayanıyor. Kelamın temel felsefesi bu. Biz insan eylemlerinden bahsediyoruz. Ef’alü’l-ibad. Böyle bir bahis var kelamda. Yani insanların fiilleri, eylemleri. İnsanın bir eylemi yapabilmesi için yani sokakta düşmüş bir adamı benim “ya elinden tutup bunu kaldırayım” demek bir eylemdir. Elinden tutup o insanı kaldırayım eylemine girişebilmem için düşen bir insanı kaldırmanın gerektiğine inanmam gerekir. Bakın düşen bir insanın yanından elli kişi geçer bir kişi, iki kişi tutar kaldırır. Oysa herkes bilir ki düşen bir insanı kaldırmak iyidir. Ama bir şeyin iyi olduğunu bilmek tek başına insanı eyleme yönlendirmez. İman eden bir insan bizim gözümüzde mümindir. Bitti. Eylemlerde bulunur ya da bulunmaz. Biz iman ettiğimiz bir konunun amelini de eylemini de yapmakla sorumluyuz. Ama yapmayan bir insan mümindir, hâlâ mümindir. Şimdi amelle iman arasındaki ayrımın felsefesini burada görmek lazım. Malumunuz aydınlanma ile birlikte ahlaktan arındırılmış, sırf enformasyona dayanan bir bilgi, indirgenen bir bilgi söz konusu. Aydınlanma ve onların bilgiye yaklaşımları bağlamında bilgi insan ilişkisi hakkında neler söylersiniz. Şimdi aydınlanma Batı dünyası için gerçekten bir dönüm noktası ve modernizm, kapitalizm, sanayi devrimi vs. bütün bunlar da aydınlanmanın türevleri. Yani salt aydınlanma olarak aldığımızda onun yarattığı artçıları kaybedebiliriz, gözümüzden onlar kaçabilir. Çok olumlu tarafları olduğunu düşünüyorum ben aydınlanmanın. Olumsuz taraflarını da yarattığı onun türevlerinin yarattığı savaşlarda görebiliriz. Ki onu da eleştiren mesela modernite diyelim. Modernizm sorunlar yarattı ama içinden çıkan post-moderizm onun yarattığı sorunları eleştiriyor. Burada aydınlanmanın en büyük katkısı hem avantajı hem de dezavantajı sizin sorunuzda var olan insan algınız, insanın insanla ilişkisi, insanın Allah ile ilişkisi, insanın varlıkla, SÖYLEŞİ Biz iman ettiğimiz bir konunun amelini de eylemini de yapmakla sorumluyuz. Ama yapmayan bir insan mümindir, hâlâ mümindir. Şimdi amelle iman arasındaki ayrımın felsefesini burada görmek lazım. tabiatla, dış dünyayla ilişkisi. Bu konularda hem avantaj hem de dezavantajlar var. Aydınlanmanın bir tepki hareketi olduğunu düşündüğünüzde o zamana kadar insanın insanla ilişkisinde bence sorun vardı. O da şuydu. İnsan başka insanların tahakkümü altındaydı. Şöyle düşünün: mesela bilgi ahlakından bahsediyoruz. Bilgiyi sadece birilerinin tekeline verdiğimiz, siz bunu kilise ve ruhban sınıfı olarak düşünün ya da kaynağı bile çok net olamayan bir kutsal kitap geleneği yani İncil’den, Tevrat’tan bahsediyorum. İncil’den bahsettiğin zaman yazarları belli. Tevrat’tan bahsettin zaman Yahudi Spinoza’nın belirttiği gibi “Bunun çoğu Yahudi hahamların uydurmasıdır.” dediği kitaplardan bahsediyoruz. Şimdi bu geleneklerin dogma olarak öne çıkarıldığı ve insanın her türlü bilgi üretiminin var olan bu geleneksel bilgi bloklarıyla denetlendiği bir dönemde birileri çıkıyor ve diyor ki: “Bu doğru değil. Yani bilginin sadece bir kısım insanların tekelinde olması ve üretilen her bilginin de bu bloklar tarafından denetlenmesi olmaz. Dolayısıyla önce insanın insanla ilişkisinde bütün insanların bilgiye erişimde, bilgiyi üretmede, bilgiyi kullanmada, bilgiyi dönüştürmede, bilgiyi bilgi ahlakı gereği yararsız olduğu düşünülen bilgiyi kenara koyup atmada bilgi ahlakı bunu gerektirir. Bilginin üzerindeki bu tekeli bu monopolü kaldırmak aydınlanmanın başarısıdır. Diyeceksiniz ki bilginin üzerinden kaldırılan bu tekelin yerine aydınlanma kendi tekelini koymuştur. Yani siz kartel dünyasına isyan ediyorsunuz, kendi tekelinizi kuruyorsunuz. Burada eleştirimiz var. Aydınlanmanın kutsal bilgi havuzu olarak öne çıkarılan, diyelim ki Galileo diyor ki dünya yuvarlaktır, İncil’de dünya düzdür dediği için adamın canına okunmuştur. Şimdi bilginin denetlenmesi gereken bilgi ahlakı bilginin yeniden üretilmesini, bilginin gerekirse yanlışlandığı zaman kaldırılıp bir kenara atılmasını da gerektirir. Bilgi ahlakı bu. Çünkü evimizde biz manavdan çürümüş elma, armut almıyoruz. Ama yanlış bilgileri zihnimize bir virüs gibi yerleştirip hayatımızı onunla zehir edebiliyoruz. Onun için bilgi ahlakı da yanlış olanı kaldırıp bir kenara bırakmayı gerektirir. Bilginin kimliği var. Dini bilgi, ilahi bilgi, kutsal bilgi vs diye. Bernard Shaw İrlandalı oyun yazarı ve filozof diyor ki “İncil’i, kutsal kitabı bir adam hıfzetse, ezberlese hayatına uygulamaya kalksa evlenmesine bile izin verilmez. Onunla bir aileyi bile idare edemezsiniz.” Bakın İncil için Shaw’ın Kara Kız kitabında dile getirdiği hakikat bu. Yani tamamen arkaik olmuş, hayatla bağı kopmuş birçok veri var orada. Kur’an-ı Kerim’in de müheymin özelliği var. Yani yanlışlanması ve bir kenara bırakılması gereken bilgiler veriler için Kur’an diyor ki bunlar kutsal kitapların ve eski kültürlerin devrettiği verilerdir. Bunların geçerliliği yoktur. Bu müheymin sıfatıdır. Yani kritik eder, eleştiri ve bir kenara bırakır. Aslında aydınlanma bilginin kutsaldan arındırılıp onun sadece insana endekslemek ya da dış dünyaya pozitif ilimlere indirgenmesi, bir anlamda bu kutsalla olan bağlantıyı kesmedi mi? Bu genel bir yargı. Aydınlanmanın kutsalla bağı kestiği yargısı biraz abartılmış bir yargıdır bence. Çünkü aydınlanma filozoflarının tamamı tanrısız filozoflar değildir. Tanrının mutlak bir varlık olarak insanların hayatın odağında olması gerektiğini söyler aydınlanma. Fakat Batı’nın düşünce geleneğinin itiraz ettiği ilahi geleneğin dinin Hristiyanlık olduğunu, bu Hristiyanlığın odağında tanrıdan ziyade İsa figürünün bulunduğu ve İsa’nın doğuştan günahkâr sayılarak mahkûm edildiğini, her insanın teker teker kendi yaşamını inşa etmesinin imkânsızlığını, her bir insanın ancak İsa tarafından redemption dediğimiz kefaret EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 29 SÖYLEŞİ yani o çarmıha gerilerek insanlığın günahının kefaretini ödemiştir. Allah da kendi oğlunu işte bu şekilde bütün insanlık için kurban ederek sizin İbrahimi geleneğini dışlayan bir gelenektir o. Yani İbrahim peygamber burada Tanrı kendi oğlunu bizatihi kurban ediyor. İbrahim geleneğinde kurban edilme yok. Dolayısıyla siz ilelebet İsa’ya bu şekilde mahkûmsunuz. Şimdi bunu yanlış olan bir akide üzerine ne doğa bilimini kurabilirsiniz ne insan bilimini kurabilirsiniz. Yani bilim geleneğini böyle bir yanlışın üzerine kuramazsınız. Buna itiraz eden aydınlanmayı da biz bir Müslüman perspektifinden baktığımız zaman ayrı bir aydınlanma var, Hristiyanlık açısından bakarsanız ayrı bir aydınlanma var. Hristiyanların mahkûm ettiği aydınlanma Müslümanlar için mahkûm edilecek bir aydınlanma değil bana sorarsanız. Çünkü orada doğal hâli ile insan yani günahkâr olan insan ve o insanın üreteceği bilgi ve o bilginin yaratacağı bir ahlaki yaşam var. Unutmayalım aydınlanma düşüncesi hep doğal olana vurgu yapar. Mesela doğal hukuk, doğal din, insanın doğası. Neden? Çünkü Hristiyanlığın bunları dejenere ettiğine inanırlar. Peki yanlış mı? İsa’nın pozisyonu peygamberliğin doğasının dejenere edilmesi değil mi? Öyledir. Peki İsa’yı doğuran ilahî ana Meryem bir kadının doğasının dejenere edilmiş hâli değil midir? Diyelim ki bunları bir tarafa koyup ayrıştırdı. Onun yerine koyduğu bilginin ahlakiliği veya onun yerine koyduğu bilginin hakikati noktasında ne di- 30 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 Batı tarihin sonu olarak kavramsallaştırdığı şeyde şunu söyler: insanlığın bütün tarih boyunca hedefi yaşayıp liberal, demokratik bir kültür üretmekti o da geldi ve üretildi. Bundan sonra alternatif ya da paralel herhangi bir şey üretmenin imkânı yoktur. Çünkü Batı tarihin sonu olarak kavramsallaştırdığı şeyde şunu söyler: insanlığın bütün tarih boyunca hedefi yaşayıp liberal, demokratik bir kültür üretmekti o da geldi ve üretildi. Bundan sonra alternatif ya da paralel herhangi bir şey üretmenin imkânı yoktur. Şimdi bu insan her insanın her adımı yeni bir başlangıçtır diyen aydınlanmanın ve modernitenin kendi kendini çökertmesidir. yebiliriz? Aydınlanma doğru bir yerde mi? Bu Batı düşüncesi ile Batı yaşamı arasında bir simetri yok. Şöyle diyelim. Mesela Batı’nın insan algısı çok pozitiftir fakat bu Batılı insan için böyledir. Batı’nın dışındaki Doğulu insan için, sömürdükleri insan için bu hak ve hukuk söz konusu olmamıştır. Onun için biz koloni dönemlerinden, sömürge dönemlerinden bahsederiz. Edward Said’in oryantalizmi yazmasının sebebi budur. Hayatının büyük bir kısmını Amerika’da yaşamış birisi olarak Batı’dan bahsederken Batı’nın Orient yani Doğu algısını inanılmaz bir şekilde eleştirir. Şöyle denir “West and the rest (Batı ve geri kalanı).” Bu korkunç bir paradigmadır. Batı’nın kendi dışındaki toplumlarla ilişkisini çarpık bir şekilde kurmasının arkasında bana sorarsanız Yahudilik açısından bakarsanız sürgün hayatının getirdiği bir saldırganlık, Hristiyan açısından bakarsanız Yahudi inancı ile Roma’nın siyaseti arasında sıkışmış olmanın getirdiği, burada Filistin’den bahsediyorum, ilk doğuş ortamında katı Yahudi inancı ve diktatör bir Roma siyaseti arasındaki o sıkış- Güzel bir soru. Orada aydınlanmanın kendisi değil ama aydınlanmanın bir türevi olarak modernizmin yarattığı bir sorun var. O da şu: aydınlanma ve modernizm Batı’da üretilen bir düşünme ve yaşam biçimi ve kendisi dışındaki yani Batı toplumları dışındaki insanlarla ilgili algısı sakat doğdu. Kendisini merkeze koydu yani ben ve öteki yahut merkez ve çevre terimleri üzerinden bir yaşam kurdu. Bu da bir tekel oluşturdu ve tek tip modernlik algısı yarattı. Meşhur Kur’an mütercimi Muhammed Esed’in oğlu Talal Esed antropologdur. O tek bir modernlik mi yoksa çoklu modernlikler mi diye bir tartışma açar ve Batı dışında da Batı’nın getirdiği aydınlanma, Batı’nın getirdiği bilgi anlayışının dışında çok farklı modernlikte, çok farklı gelişmişliklerin mümkün olduğunu ve bunların da meşru olarak görülmesi gerektiğini söyler. Niye böyle bir savunmaya gidiyoruz biz, niye böyle bir talepte bulunuyoruz biz. Aslında bu bir anlamda kendi kendilerini imha etmeyi ve bitişi de gösteriyor değil mi hocam? SÖYLEŞİ mışlık, gerilim onların genetiğine sinmiştir ve tarih boyunca o azınlık psikolojisi ile sürekli kendi dışındaki toplumları ötekileştiren, imkân bulduğunda sömüren, onların yokluğunu kendi varlığının sebebi sayan bir Batı anlayışı maalesef gelişmiştir. Anglosakson kültürü de böyledir, continental dediğimiz kıta Avrupası kültürü de maalesef böyledir. İşin güzel tarafı postmodernite dediğimiz modernite sonrası felsefe Batı’nın bu yıkıcı, tahrip edici tarafını kendi içinden eleştirmiştir. Yani Cezayir’de Fransızların bir milyon insanı öldürmesine ilk karşı çıkan Fransız postmodernistleri ve varoluşçularıdır. Bakın Batı’nın orada avantajı bence kendi içerisinde bilgi ahlakı gereği bu isyanı… ilerleme ile birlikte biliyorsunuz bir bilgi elde edildi ve bu bilgi ile de inanılmaz gelişmeler yaşandı bütün dünyada. Sonuçta bizim geldiğimiz nokta Hobbs’un da ifade ettiği gibi bilgi güçtür. Yani bilginin yüceltilmesi ve gerçekten de bilgili olan da güçlüdür şeklinde bizim geleneğimizde de karşılığı olan bir şeye evrildi diyebiliriz. Peki, Batı dünyasının bilgiyi iktidarın aracı olarak görürken İslam dünyasında bugün bilginin gücünün farkında olamaması mı söz konusu yoksa Müslümanlar olarak biz bu bilgelik ahlakından ödün mü verdik? Nasıl bu duruma geldik? Bunun bir kıyaslamasını yaparsak neler söylersiniz. İlim sahibi olanların ahlakına da geleceğiz ama burada onların aydınlanma ile birlikte oluşan o O da çok yanlış anlaşılan ve yorumlanan bir şey bana sorarsanız. Yani bilgi güçtür şöyle anla- şılmalı bence. Bilge kime gelir, sirayet ederse, kime oturursa, kimi mesken edinirse onu güçlü kılar. Bunda yadırganacak bir şey yok Allah’ın isimlerini koyun yan yana. Allah’ın üç tane hem kelam geleneği hem de yunan geleneği hem de İslam düşüncesi geleneği Allah’ın üç sıfatını özellikle yan yana koyar ve bunlarsız sistem kurulmaz der. Bunlardan bir tanesi Allah’ın ilmi (saintia), ikincisi Allah’ın kudreti (potentia), üçüncüsü Allah’ın iradesi (voluntas)’tır. Önce saintia yani bilgisi, ilmi var. Ondan sonra potentia yani o bilgi kudretle birleşir, o kudret voluntas yani ona bir şey yaptırır, onu irade eder. Şimdi âlemi yaratmayı irade eden bir Allah. Âlem çok büyük bir olay, bunu yapmak için bu iradeyi göstermek için bunu yapacak kudretin olması lazım, o kudret olmadan girişin, yapamazsınız. Çöker. Bütün bu kudretin EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 31 SÖYLEŞİ Türkçe’de çok güzel bir söz var: yapa-bilmek, ede-bilmek, göre-bilmek… Bilmek son eki, yapıp ettiğimiz her şeyin, eylemlerimizin bir bilgi temelinden aslında hareket ettiğini ama herkesin göre-bilmediğini, yapa-bilemediğini de biliyoruz. de sağlanabilmesi için bilgi lazımdır. Bilmediğiniz bir şeyi yapabilir misiniz? O bilgi, o kuşatıcılık. Dersiniz ki bu yapmaya değer, öyle bir dünya tasarımladınız ki gezegenler, yıldızlar muhteşem. Bu yapmaya değer diyorsunuz. O bilgi sizi yapmaya itiyor. Diyorsunuz ki mesela çıksam da ben beş on fakire bugün kumanya götürsem. Sonra kumanyayı verdiğiniz zaman yüzlerindeki o sevinci, hissi, minnettarlığı gözünüzün önüne getiriyorsunuz ve diyorsunuz ki ben bunu yapayım. Bilmek yetmedi. O yüzdeki his, o güzellik sizi bunu yapmaya itti. Kalktınız gittiniz irade ettiniz ve onu yaptınız. Bilgi güçtür bu demektir. Hocam ben de tam oraya geldim. Kur’an-ı Kerim’de biliyorsunuz Bakara suresinde Allah: “Allah bütün isimleri Âdem’e öğretti.” buyuruyor. Ve bunun neticesinde insanların kavramları öğrenen ve yeni kavramlar üreten yönüne de işaret ediyor. Dolayısıyla İslam ahlakına göre insan aynı zamanda bilgiyi elde ettiği kadar bunu üretmekle de yükümlü bir varlıktır. Peki, bu bilgi üretmenin ahlaki yükümlülüğünü biz yerine getiremedik mi, insan bununla ne kadar sorumludur? Biz bunu nasıl kaybettik? İnsanın asgari ihtiyacı nedir? İnsan karnını doyuracak yani bes- 32 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 lenecek. Şöyledir. Alman oyun yazarı Brecht’in sözüdür: “Önce gelir tıkınmak sonra gelir ahlak.” diye. Burada tıkınma kelimesini kasıtlı olarak kullanıyor. Diyor ki karnını doyurmadığınız insanlardan ahlaklı olun diye slogan atmanızı beklemiyor. Ayrıca aç olup ahlaklı olanlar için ise erdemdir diyor. Ama aç olan insanlardan bunu beklemeyin. Bence dünyanın şu anda temel sorunu çevre felaketleri, savaşlar, güvensizlik. Bütün bunların temelinde ekonomi var. İnsanların çok büyük bir kısmı aç ve bu insanların çok büyük bir kısmı dünyada bir adaletin olmadığına inanıyor. Dünya adil bir dünya değil diyorlar. İşte biz burada bunu kaybettik diyebiliriz. Sorunuzun diğer kısmı bilginlere ulemaya düşen nedir? Sorumluluğumuz nedir? Tespiti yaptık, teşhisi bu: Bu Batı geleneğinde iki teolojiden bahsediliyor. Birisi görkem teolojisi, diğeri de haç teorisi yani İsa’nın çarmıha gerilmesi. Ya acılardan bahsedersiniz. Acılar, ıstıraplar, karnımız aç dersiniz. Bunu Latin ülkeler yapar. Aç ülkeler, açlık edebiyatı yapar. Bir de görkem teolojisi. Bu teolojide çok lüks sorunlar tartışılır. Üst düzey felsefi sorunlar tartışılır. Çünkü adamların karnı toktur, sırtı pektir. Aslında bu güzeldir. Keşke herkesin karnı tok olsa ve hiç kimse açlık tartışmasa. Müslüman ulema iki sorunu da tartışıp beraber götürecek bir söylem bir retorik geliştirmesi lazım. Müslüman ülkelerin içinde bulunduğu toplumsal sorunları, çocuk ölümlerini, kadınlarla ilgili algıyı, her şeyi bir kenara bırakıp da salt felsefi tartışmalar yapalım demek olmaz. Maalesef oraya henüz geçemedik. Çünkü bizim ayağımızı bağlayan çok sayıda toplumsal sorunlar var. Ve biz bunlardan kurtulamadık henüz. Dolayısıyla dünyanın daha iyi bir dünya olmasında bizim rolümüz nedir. Bence bilgi ahlakı da çok güzel bir başlık. Bir şey biliyoruz. Herkes bunu biliyor ama bildiğimizin gereğini yapmak için ya yeteri kadar irademiz ya da yeteri kadar gücümüz yok. Az önce andığımız üç sıfatın birlikte düşünülmesi lazım. Allah’ın ilim, irade ve kudreti. Bütün insanlar sahip oldukları ilmin mutlaka onlara bir şey yaptırması gerektiğini düşünmesi lazım. Böyle bir irade geliştirmek lazım. Yapabileceğimiz mutlaka bir şey var. Bir sivil toplum kuruluşunda bir şey yapabiliriz. Siyasal partide bir şey yapabiliriz. Üniversitede bir şey yapabiliriz. Türkçede çok güzel bir söz var: yapa-bilmek, ede-bilmek, göre-bilmek… Bilmek son eki, yapıp ettiğimiz her şeyin, eylemlerimizin bir bilgi temelinden aslında hareket ettiğini ama herkesin göre-bilmediğini, yapabilemediğini de biliyoruz. DİN DÜŞÜNCE YORUM İstanbul’dan Mekke’ye gönderilen imparatorluk hediyeleri (1860) Haccın Evrensel Boyutu Prof. Dr. Ali ERBAŞ DİB Eğitim Hizmetleri Genel Müdürü Kutsal mekân, kutsal zaman ve bu mekânların ibadet maksadıyla ziyaret edilmesi anlayışı tarih boyunca kabile dinlerinden millî ve evrensel dinlere kadar pek çok inançta hep olagelmiştir. Yakın Doğu’da milattan önce ikinci bin yıldan itibaren hac mekânları özellikle şehir kültürünün yaşadığı yerlerde teşekkül etmiştir. Eski Mısır’da büyük tapınakların duvarlarındaki birçok resim ve yazı ve ayrıca bu tapınakların çatılarında bulunan “hacılara ait ayak izleri” gibi bulgulardan hareketle eski Mısırlıların hac uygulamalarının mevcut olduğu kanaati ortaya çıkmaktadır. (Ömer Faruk Harman, “Hac”, DİA, XIV, 383.) Eski Yunan’da Delos, Delphes, Eleusis, Efes, Epidaure, Olimpus gibi yerler bu tür tapınakların bulunduğu en büyük panhellenik merkezlerdir. (A. Motte, “Pelerinages Grecs”, EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 33 DİN DÜŞÜNCE YORUM Hindular, mesleğine ya da iş durumuna göre senede bir sefer iş sıkıntılarından, aile kaygılarından ve kast kurallarından uzak bir hayatı teneffüs etmek için ilahiler eşliğinde kalabalıklar hâlinde birkaç günlüğüne hac merkezi olarak kabul edilen yerlere doğru hac yolculuğuna çıkarlar. (Guy Dictionnaire des Religions, II, 1556.) Deleury, “Pelerinages Hindous”, Dictionnaire Budist hac geleneğinin en karakteristik özelliği, Buda’nın hatıralarının saklandığı stupaların (içinde kutsal emanetlerin saklandığı anıtlar) veya diğer kutsal yerlerin etrafında des Religions, II, 1558.) 34 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 saygıyla dönmektir. Eski Ahit’in bazı metinlerinden, Yahudi erkeklerinin yılda üç defa Kudüs’te Yahve’nin huzurunda bulunmak zorunda olduğu anlaşılmaktadır. (bk. Çıkış, 23:14, 17; 34:23.) Hristiyanlıkta ise pek çok hac mekânı yılın her gününde ziyaret edilerek hac görevi yerine getirilir. Kısaca söylemek gerekirse İslam öncesine ait neredeyse tüm inançlarda şu ya da bu şekilde haccın mevcudiyeti evrensel bir ibadet oluşunun bariz bir kanıtıdır. Ancak İslam’daki gibi zamanı ve mekânı vahiyle belirlenmiş, belli ölçüde zengin olanlar için farz kılınmış, edasının ve kabulünün şartları ortaya konulmuş düzenli bir hac uygulamasına diğer dinlerde rastlanılmamaktadır. Hac mekânları olarak kabul edilen yerler senenin her günü ziyaret edilerek hac yapılabilmektedir. Kur’an’da her ümmete bir peygamberin gönderildiğinden bahsedilmektedir. (Yunus, 10/47.) Dolayısıyla kendilerine gönderildikleri toplumlara tebliğ ettikleri inanç ve ibadet esaslarından bir kısmının bazı değişikliklerle devam ettiği bir vakıadır. Bu konuda elimizdeki en önemli iki kriter DİN DÜŞÜNCE YORUM Milyonlarca Müslüman her yıl “Lebbeyk Allahümme lebbeyk. Lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk. İnne’l-hamde venni’mete leke ve’l-mülk. Lâ şerîke lek.” diyerek bu evrensel ibadet için Kâbe’de, Safa ve Merve’de, Arafat’ta, Müzdelife’de, Mina’da bir araya gelir. Kur’an ve sünnettir. Bu esasların hangilerinin ne kadar değişikliğe uğradığını, Kur’an ve sünnete ne kadar uygun olup olmadığına bakarak anlamaya çalışırız. Tahrife uğrayarak da olsa haccın neredeyse bütün inançlarda mevcut olması; önceki peygamberlerden miras olarak gelen, Kur’an ve sünnet ile tashih edilerek İslam’a intikal eden evrensel bir ibadet olduğunu göstermektedir. O zaman Kur’an ve sünnet bağlamında haccın evrensel özelliklerini tahlil etmeye çalışalım. Bu bağlamda mekân olarak evrensel özelliği olan Kâbe’yi ilk önce ele almamız gerekecektir. Kur’an-ı Kerim bu hususa şöyle işaret etmektedir: “Şüphesiz insanlar için kurulan ilk ibadet evi elbette Mekke’de, âlemlere rahmet ve hidayet kaynağı olarak kurulan beyt (Kâbe)’dir. Onda apaçık deliller, Makam-ı İbrahim, vardır. Oraya kim girerse güven içinde olur. Yolculuğuna gücü yetenlerin haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse (bu hakkı tanımazsa), şüphesiz Allah bütün âlemlerden müstağnidir. (Kimseye muhtaç değildir, herkes ona muhtaçtır.)” (Âl-i İmran, 3/96-97.) Ayet-i kerimede haccın evrenselliğini teyit eden en önemli husus hac mekânı Kâbe’nin, göklerde meleklerin tavaf ettiği “el-Beytü’lMa’mur”un (Tûr, 52/4.) izdüşümü olarak müminlerin ilk ibadet evi olması ve pek çok peygamber ile ilişkisinin bulunmasıdır. İsrailoğulları ve İsmailoğullarının en ulu ataları olan Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail tarafından yapılmış olması ve “Makam-ı İbrahim” diye anılan bir bölümün Kâbe’nin kapısının önünde bulunması da bunu desteklemektedir. Yani tarihsel olarak da hac mekânı belli bir ırka ait değil, asırlar boyunca pek çok ırkın kutsal olarak ibadet yeri olmuştur. Her korkan için Kâbe’nin bir sığınak olması dolayısıyla buraya giren herkesin güven içinde bulunması, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in inşa ettikleri günden beri bunun böyle olduğu, hatta Arap cahiliyesinde de aynı özelliğini korumuş olması hac ibadetinin kalbi olmasının en önemli hikmetlerinden sayılmaktadır. Hz. İbrahim’in dininden ve bu dinin temsil ettiği saf tevhitten uzaklaşılan dönemlerde bile bu yüce evin dokunulmazlığına saygı gösterilmiştir. “Çevrelerinde insanların zorla yakalanıp kapılmasına rağmen orayı emin bir yer yaptığımızı görmediler mi?” (Ankebut, 29/67.) ayeti bu hususu açıkça ortaya koymaktadır. Çevresinde avlanmanın, hayvanları yuvasından kovmanın ve ağaçları kes- menin haram olması da Kâbe’nin üstünlüklerindendir. Bu kadar özelliği kendisinde toplayan ve “Beytullah” (Allah’ın evi) isimlendirmesiyle özel bir taltife layık görülen bu en mukaddes mekân, “Yolculuğuna gücü yeten herkesin Kâbe’yi haccetmesi insanlar üzerinde Allah’ın bir hakkıdır.” (Âl-i İmran 3/97.) ifadesiyle Allah tarafından farz kılınan bir ibadetin merkezi olarak takdir edilmiştir. Haccın, Müslümanların yıllık genel kongresi olarak değerlendirilmesi onun evrensel boyutunu ortaya koyan en önemli taraflarından birisidir. “Hani biz Kâbe’yi insanlara toplantı ve güven yeri kılmıştık…” (Bakara, 2/125.) ayeti ile dünyanın her tarafından Müslümanlar; davalarının doğduğu, babaları İbrahim’in eliyle Hanif dininin başladığı ve yüce Allah’ın, yeryüzünde kendisine ibadet edilen ilk ev kıldığı Kâbe’nin yanında yıllık genel kongrelerini gerçekleştirmeye davet edilmektedir. İnsanları bu yüce mananın etrafında toplayan ve onları Rablerine bağlayan haccın böylesine bir amacı ve hatırası vardır. (bk. Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Bakara 125’in tefsiri.) Bu sebeple milyonlarca Müslüman her yıl “Lebbeyk Allahümme lebbeyk. Lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk. İnne’l-hamde ven- EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 35 DİN DÜŞÜNCE YORUM ni’mete leke ve’l-mülk. Lâ şerîke lek.” (Buyur Allah’ım buyur, işte buradayım, kapına geldim. Senin eşin, benzerin yoktur. Her türlü hamt ve nimet sana aittir. Mülk senindir. Senin eşin, benzerin yoktur.) diyerek bu evrensel ibadet için Kâbe’de, Safa ve Merve’de, Arafat’ta, Müzdelife’de, Mina’da bir araya gelir. Etnik kökeni, dili, rengi, maddi durumu, eğitim seviyesi vs. pek çok özelliği farklı olmasına rağmen dünyanın merkezi Kâbe’nin etrafında omuz omuza tavaf etmeleri, kâinattaki her şeyin âlemlerin Rabbinin takdir etmiş olduğu ecel doğrultusunda O’na doğru sürekli bir hareket hâlinde olduğunun sembolik bir ifadesidir. Allah’ın şeairinden olan Safa ve Merve (bk. Bakara, 2/158.) arası yapılan sa’y Hz. Hacer’in, yavrusu İsmail’e su bulmak için çırpındığı gibi Müslümanların da aç-susuz, fakir-fukara, mazlum ve mağdur insanları içinde bulundukları durumdan kurtarmak için çırpınmaları gerekliliğini sembolize eder. Her ırktan, her renkten, her dilden, her seviyeden insanın bembeyaz ihramlar içerisinde Arafat’ta vakfeye durması bir mahşer provasıdır ve evrensellik adına insanoğlunun ulaşabileceği zirve noktadır. Allah Rasulü’nün Arafat’ta okuduğu Veda Hutbesi’ndeki “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Arap’ın Arap olmayana Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi kırmızı tenlinin siyah tenli üzerine siyah tenlinin de kırmızı tenli 36 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 Dünyevileşme hastalığının çepeçevre kuşattığı günümüz müslümanının yaratılış gayesini yeniden hatırlaması için en uygun yer ve zamandır hac. üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır. Allah yanında en kıymetli olanınız, en muttaki olanınızdır.” sözlerindeki evrensel boyut gerçekten de sınırları zorlamaktadır. Pek çok inançta kötülüğün temsilcisi olarak telakki edilen; Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’da ise “şeytan” olarak isimlendirilen varlığın Allah’ın lanetine uğradığında söylediği “…yemin ederim ki ben de onları saptırmak için senin dosdoğru yolun üzerinde oturacağım, sonra onlara pusu kurup önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükreden (kimse)ler bulmayacaksın” (Araf, 7/16-17.) sözüne karşı gelişlerini göstermek ve canlı tutmak için Müslümanların tıpkı Hz. İbrahim, Hz. Hacer ve Hz. İsmail gibi onu taşlayarak göstermeleri ibadetlerdeki sembolizmin yine zirve noktalarından birisidir. Müslümanlar şeytanın orada olmadığını, “eğer Rahman’ın zikrinden uzak yaşarlarsa her an şeytanın kendi yanı başlarında” (bk. Zuhruf, 43/36.) olacağını bilmektedirler. Tavaf, sa’y, Arafat vakfesi vs. nasıl sembolik özellikler taşıyorsa şeytan taşlamanın da ben- zer sembolik bir anlamı vardır. Böylece Müslümanlar, şeytanı her zaman ve her yerde yanlarından uzaklaştırmayı zihinlerine mıhlarcasına unutmamak için böyle bir uygulama gerçekleştirmektedirler. Allah’ın (dininin) şeairinden (nişanelerinden) olan (bk. Bakara, 2/158.) hac tüm boyutlarıyla yeniden bir akitleşmektir. Dünyevileşme hastalığının çepeçevre kuşattığı günümüz Müslümanının yaratılış gayesini yeniden hatırlaması, yüzlerce farklı ırktan, renkten, seviyeden Müslümanın yüz yüze görüşerek birbirlerinin dertlerini, hüzünlerini, problemlerini, başarılarını, mutluluklarını vs. paylaşmaları, mazlumların, mağdurların, açların, susuzların, fakir fukaranın, garip gurebanın, savaş ve terör mağdurlarının dertlerine çözüm aramanın en uygun yeri ve zamanıdır hac. Şimdi günümüzde yapılan hac ile ilgili bir özeleştiri yapalım. Öncelikle şu hususu ifade etmemiz gerekir ki, yukarıda temas ettiğimiz teorik planda “Müslümanların yıllık genel kongresi” olarak değerlendirdiğimiz haccı pratiğe pek yansıtabildiğimiz söylenemez. Müslümanların yaşadığı topraklar kanla, ölümle, açlıkla, susuzlukla, terör örgütleriyle yangın yerine dönmüşken bu yangını söndürmek için yapılması gerekenlerle ilgili bir program, proje yıllık genel kongrede Müslümanların gündeminde maalesef yer almamaktadır. Dünyada her üç buçuk saniyede bir insan -ki bunların tamamına yakını Müslüman- açlıktan ölü- DİN DÜŞÜNCE YORUM yor. Bu insanları açlıktan kurtarmak için neler yapılmalı diye dert edinip çözüm üretme noktasında imkân ve iktidar sahiplerinin herhangi bir projesi bulunmamaktadır. Tam aksine aşiret reislerinin birisinin bile serveti milyonlarca Müslümanı açlıktan kurtarabilecek durumda iken özel uçaklarıyla aşiret boyu tatil mekânlarında yaptıkları israflar hiç gündeme getirilmiyor. Gelişmişliğin en önemli üç ayağı sağlık, eğitim ve ekonomi alanlarında İslam ülkeleri- nin durumunu iyileştirme ile ilgili herhangi bir projeden bahsedilmiyor. Paylaşım medeniyetini kuran İslam’ın zekât, sadaka, infak, isar, karz-ı hasen, yardımlaşma vs. geliştirdiği sosyal denge kanalları yeterince çalıştırılmıyor. AB’nin zorda olan üye ülkelere yaptığı yardıma benzer yardım kararları zengin Müslüman ülkeler tarafından fakir Müslüman ülkeler için alınmıyor. Batılılar 40 parçayı bir araya getirip AB’yi kurarak büyük bir güç odağı hâline getirmeye çalışırken, 40 parçaya bölünmüş İslam milletinin bu parçalarından her birini de bölmeyi hedefleyen projelere karşı Müslümanların yıllık kongresi diye iftihar ettiğimiz hac günlerinde kimsenin kılı kıpırdamıyor. İç savaşlar ve terör olayları yüzünden evini, yurdunu terk edip başka ülkelere sığınan muhacirlerin problemleri masaya yatırılıp, hem Müslümanların birbirlerini öldürmemeleri hem de muhacirlerin durumları gibi konular müzakere edilmiyor ve böylece hac günleri gereği gibi değerlendirilmiyor. Kimse dönüp de Türkiye’ye “İki milyonu aşkın Suriyeliyi ülkende nasıl barındırabiliyorsun, bu konuda bir ihtiyacın var mı?” diye sormuyor. Birleşmiş Milletler Teşkilatı’ndan sonra ikinci büyük uluslararası teşkilat olduğu iddia edilen İslam İşbirliği Teşkilatı’nın dahi Müslümanların yıllık genel kongresi hac günlerinde bu sorunlarla ilgili herhangi bir etkinliğine şahit olamıyoruz. Peygamberimizin “Bir kimse bir müminin dünya sıkıntılarından birini giderirse, Allah da kıyamet gününde onun sıkıntılarından birini giderir. Bir kimse darda kalana kolaylık gösterirse Allah da ona dünya ve ahirette kolaylık gösterir. Bir kimse bir Müslümanın ayıbını örterse, Allah da onun dünya ve ahiretteki ayıplarını örter. Mümin kul, din kardeşinin yardımında olduğu sürece Allah da o kulun yardımındadır…” (Müslim, Zikir, 38.) sözündeki paylaşım ruhu, evrensel özellikler taşıyan nebevi ilke hac günlerinde gündeme gelmeyecek de ne zaman gelecek! EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 37 DİN DÜŞÜNCE YORUM Bir Rüyanın Peşinde K u rba n Dr. Halide Yenen Uzman Vaiz “Oğulcuğum! Rüyamda seni boğazladığımı görüyorum.” (Saffat, 37/100.) demişti bir gün biricik oğluna Hz. İbrahim, “Bir düşün, sen ne görüyorsun.” Hz. İsmail’in ne gördüğüne ilişkin bilgi verilmez Kur’an-ı Kerim’de. Sadece şu cevabı nakledilir: “Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. Beni inşallah sabredenlerden bulacaksın.” Hz. İbrahim rüyasında görmüştü oğlunu kurban ettiğini. Hangi hâlet-i ruhiye içinde uyanmıştı, anlatılmaz Kitabımızda. Tabir etmemiş, olduğu gibi aktarmıştı 38 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 rüyasını oğluna. Duyduğunda, iç dünyasında neler olup bitmişti Hz. İsmail’in, bunu da bilmiyoruz. O da yorumlamak yerine teslim olmuştu babasının düşüne. İbnü’l-Arabi, rüyanın mekânının hayal âlemi olduğunu, duyu ile mana arasındaki bu âlemin anlamı dilediği surette biçimlendirdiğini söyler. Rüyanın tabir edilmesinin nedeni işte tam da budur; gerçekte falan tarzda olan bir şeyin rüyada başka bir tarzda görünmüş olması. Tabir ise, görünen suretten başka bir şeye, asıl anlama geçmek demektir. Örneğin bilgi, rüyada ‘süt’ şeklinde görünebilir. Doğru bir tabirde, tabir eden kimse, rüyada görünen suretten gerçekteki duruma geçer ve onu ‘bilgi’ diye yorumlar. Tabiri gerektirmeyen rüyalar da vardır elbet. Düşte görünen olduğu gibi çıkarsa, bu tabiri olmayan rüyadır. İbnü’l-Arabi, Hz. İbrahim’in rüyasını tabir etme yerine tasdik ettiğini belirtir. O, rüyasında oğlunu boğazladığını görmüştü. Oğlu bir metafordu; aslında, kurbanlık bir koçtu görünen. Hayal onu, oğlunun suretinde biçimlendirmişti. Hz. İbrahim ise rüyasını tabir etmek yerine tasdik etmişti. Tabir etseydi ne olurdu, bilmiyoruz. Gösterilen oğuldu, gösteren ise Rabbi. Rüyasında, hayal gözüne göstermişti oğlunu boğazladığını Rabbi. Belki de Rabbi tarafından yorumlanmasını istedi rüyasının. Hayal gözüyle gördüğü şeyin aslını beden gözüyle de göstermesi için rüyasını gösterene teslim olmayı tercih etti. DİN DÜŞÜNCE YORUM Yıllar önce Urfa’da, Nemrut’un emriyle ateşe atılırken takındığı tavrın aynısı değil miydi bu tutumu? Devasa bir odun yığını tutuşturulmuş, alevler kısa sürede her taraftan yükselmiş, âdeta bir ateş dağına dönüşmüştü. Yanmakta olan bu kuvvetli ateşe uzaktan, mancınıklarla atılmıştı Hz. İbrahim. Ateşe atılmak üzereyken “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” duasıyla sadece ve sadece Rabbine sığınmıştı. Her şey O’nun emrinde değil miydi! Ne ateşin hükmü olurdu ne de tanrılık iddiasındaki Nemrut’un emirlerinin. “Ol” derdi O, oluverirdi her şey. Ateş yakmaz olurdu, su boğmaz. Allah Teala ateşe, “Ey Ateş! İbrahim’e serinlik ve esenlik ol!” demişti de ateş ona hiçbir zarar vermemişti. Bu sefer de öyle yaptı belki de Hz. İbrahim. Bıçağın hakiki sahibine, oğlunu ve ona karşı kalbinde taşıdığı sevgiyi kendine verene, rüyasını gösterene sığınıp teslim oldu. O dilerse, bıçak kesmez olurdu. Kesmeyi dilemişse Halilullah’a teslim olmak düşerdi. Babasının Babil’de, Ur, Harran ve Urfa’da yaşadıklarından habersiz olamazdı oğlu Hz. İsmail; onun teslimiyetinden de. Annesi Hacer’in o ıssız, kuş uçmaz kervan göçmez çorak, susuz topraklarda bebeğiyle bir başına kaldığında gösterdiği metanetten ve teslimiyetten de. Allah emretmişti orada bırakılmalarını; böyle söylemişti eşi Hz. İbrahim. O hâlde Hacer’e düşen “Allah bize yeter, O bizi korur” teslimiyetiydi. Ve şimdi aynı teslimiyeti Hz. İsmail gösteriyordu: “Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. Beni inşallah sabredenlerden bulacaksın.” diyerek. Baba oğul, her ikisi de Rablerine sığınıp bir rüyaya, rüyayı gös- Tabir etseydi ne olurdu, bilmiyoruz. Gösterilen oğuldu, gösteren ise Rabbi. Rüyasında, hayal gözüne göstermişti oğlunu boğazladığını Rabbi. Belki de Rabbi tarafından yorumlanmasını istedi rüyasının. terene teslim olduklarında, “Ey İbrahim!” diye seslenmişti Allah Teala, “Rüyana gerçekten sadakat gösterdin. Biz ihsan sahiplerini böyle mükâfatlandırırız. Bu kesinlikle apaçık bir imtihandı.” (Saffat, 37/104-106.) Hz. İbrahim bu sefer oğluyla birlikte geçmişti bir sınavın içinden ve yine kazananlardan olmuştu. Oğluna bedel olarak büyük bir kurbanlık verilmişti kendisine ve onu boğazlamıştı Allah’ın adıyla Hz. İbrahim. Kurbanlarımızı izlerken Peygamberimiz, Hz. Fatıma’dan kurbanı kesilirken onu izlemesini istemiş ve “onun akıtılan ilk damlası ile senin geçmiş günahların affedilecek” demiştir. (İbn Mace, Edahi, 3.) Hz. Fatıma ne hissetmişti, ne düşünmüştü kurbanını izlerken bilmiyorum. Kalabalıklaşan, yükselen binalarla yerin üzerinde çok katlı mekânlar oluşturduğumuz şehirlerde topraktan, tabiattan hatta insandan ve gökyüzünden uzak mekanik bir hayatın içindeyiz. Kesilirken görmediğimiz kurbanlarımız paketlenmiş et olarak geliyor kapı- mıza; kasaptan almış gibi. Ya da bize hiç uğramadan ekranlarda gördüğümüz ülkelerde yaşayan insanlara ulaşıyor. Kurbanımızdan akan o ilk damla kanı hiç görmüyoruz. Görebilseydik, kan ve toprak ve Allah arasında bir bağ kurabilseydik bir şeyler değişir miydi yaşantımızda? Çocukluğumda, evimizin avlusunda kesilen kurbanımıza bakıyorum hayal penceremden. Elimizde büyümüştü. Biberonla beslemiştik annesini kaybettiğinde. Daha dün el değmemiş yapraklarla beslemiştim onu. O bayram sabahı, onu, toprak üzerinde, gözleri bağlı kıbleye doğru yatırılmış olarak gördüğümde Hacer annemizin hüznü müydü kalbimdeki bilmiyorum. Ama o an, bıçağın şah damarına dayandığı o anda, “Bismillahi Allahü ekber” nidasının kulaklarda yankılandığı o anda, işte o anda bir İsmail olup hayat bulmuştu sanki kuzumuz. Kan dökülüyordu açılmış küçük çukura, balçığa dönüşüyordu toprak. Kan/su ve toprak, bedenimizin ham maddesi. İlahî bir el dokunuyor ve şekil veriyordu balçığa; rahmani bir nefes can veriyordu ona. Kurbanımızın yüce amacıydık biz, yani insan. Televizyondan gelen sesle irkiliyorum. “18 günde 62 can teröre kurban verildi.” Terör cana kıyma, malı telef etme, yüreklere korku salmanın adıydı; kurban ise, yaklaşmanın. “Cinayete kurban gitti. Trafik canavarına kurban gitti. Cehalete kurban gitti. Canlı bomba olarak kendini kurban etti…” İnsanın kurban edilmesine ilişkin daha nice haberler sökün ediyor belleğimde. Kuzumuz kurban olarak insana yaklaşmıştı. O artık hayvanlar- EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 39 DİN DÜŞÜNCE YORUM Kan o kadar çok akıyor ki kurban kesen toplumlarda! Hayır, kurbanlık hayvanların kanından bahsetmiyorum. Kardeş kanıdır, insan kanıdır akan! Oysa galibi ve mağlubu olmayan bir savaştan arta kalan köleliktir sadece. dan bir hayvan değildi; bizim kurbanımızdı, bizi Allah’a, ilk yaratılışımıza, ilk insana ve insaniyete yaklaştıran bir bağdı. Ahirette karşılaşacaktık onunla; bizi bekleyecekti orada. Peki, insan nasıl olur da Allah’a giden yoldan uzaklaşarak insanı yok eden eylemlere kurban olurdu, kurban edilirdi. Kuzumuzdaki İbrahimî, İsmailî ve Hacerî teslimiyeti idrak yoksunluğundan mı? Biz her Kurban Bayramı hangi rüyanın ardına düştük? İbrahim’in (a.s.) rüyasının izini sürebildik mi? Hangi düşle, hangi düşünceyle aldık bıçağı elimize? İnsan kanı akıtılmasın duasıyla düşebildik mi Hz. İbrahim’in rüyasının ardına? Evrimsel paradigmanın üzerimize bulaşmış tozlarını silkeleyip alt kimliklerin oluşturduğu kalın derilerin ardındaki insana ulaşabildik mi? Bıçağı kurbanlığımızın şah damarına dayadığımızda görebildik mi insanı? Ve elimizi silahlardan, bombalardan çekip insanı yaşatmak için kurban edebildik mi koçlarımızı? Egolarımızı şişiren heva ve heveslerimizi de bırakabildik mi kurbanlarımızdan akan kanlarla toprağa? Ne etiydi ulaşacak olan Allah’a ne de kanıydı kurbanlarımızın; takvamızdı, teslimiyetimizdi. O’nun adını anarak kestiğimiz hayvanların kanından derisine kadar 40 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 bütün bedenini bize rızık olarak veriyor Rabbimiz. “Yiyin!” diyor ondan, “sıkıntı içindeki yoksulları da doyurun.” Şükredelim diye. (Hac, 22/28-36-37.) Altını, gümüşü, şanı, şöhreti, gücü, makamı kazanma hırsıyla kararan gözlerimizi açabilelim diye. Ne ki ‘var’ diyoruz ve elde etmek için yöneliyoruz, O’nun mülkü değil mi? Veriyor mülkünden yeryüzündeki bütün insanlara yetecek kadar yiyecek, içecek; yaşayacak kadar mal mülk. Yeter ki gasp edilmesin zorbalar tarafından. Kimdir galibi yeryüzü zenginliklerini tekelimize almak, hırslarımızı tatmin etmek, müreffeh hayatımızı sürdürebilmek için giriştiğimiz savaşların? Kazanmış mıdır zalim, mazlum kaybetmiş midir, neyi? Kabil’in elde ettiği bir şey var mıydı elini kardeşinin kanına bulayarak? Habil’in kaybettiği bir şey var mıydı kardeşini öldürmekten uzak durarak? Hangisinden bir iz var, hangisi yaşamakta hâlâ! Haksız yere akıtılan her insanın kanından bir hisse düştü Kabil’in nasibine. (Tecrid-i Sarih Tercemesi, IX, 83.) Habil’den Allah’a ulaşan takvası kaldı iyi nam olarak. Kan o kadar çok akıyor ki kurban kesen toplumlarda! Hayır, kurbanlık hayvanların kanından bahsetmiyorum. Kardeş kanıdır, insan kanıdır akan! Oysa galibi ve mağlubu olmayan bir savaş- tan arta kalan köleliktir sadece. Hz. İbrahim, takvasıyla teslimiyetiyle özgürlük alanı açmıştı kendisine. Hz. İsmail de, Habil de. Yeryüzü, uçsuz bucaksız şu evren, gönül evi beytullah kılınmış insan için ne kadar geniş olabilir ki! İnsana, bu kâinatın sınırlarını aşan bir imkân lazım. Aklını, yeteneklerini maddenin esaretinden hür kılan bir imkân. İmandan başka hangi güç gökleri delebilir ki! Göklerin ve yerin yegâne sahibi ve yöneticisi Allah Teala’ya teslimiyetten başka hangi güç ona bu hürriyeti verebilir ki! Onsuz yaşayamayız, nefes bile alamayız çünkü. Ne kadar yaşarsak yaşayalım, öleceğiz ve O’nun huzuruna çıkacağız çünkü. O’nun mülkünden ne çıkış var ne de kaçış! Bu bayram, Allah için keselim kurbanımızı kendi ellerimizle. Yahut Allah için kesilen kurbanımızı izlemek, tefekkür etmek için ortam oluşturalım et kaygısından, ortaklık kaygısından uzak. Rabbimize bağlılığımızı, teslimiyetimizi hissedebilmek için özgür bırakalım ruhlarımızı bakarken toprakla karışan kana. İnsaniyet denilen, yeryüzü makam ve mevkilerinin çok çok üstünde bir makam var ki her şeyin gerçek sahibini idrak edip O’na teslim olanlara özgü. Bu bayram, bırakalım ruhlarımız kanat çırpsın o yüce makama. MÜSLÜMAN BİLGİNLER Yakın Dönem Siyer Âlimi ve Muallimi MEHMET ZEKÂİ KONRAPA Kâmil BÜYÜKER “Okulumuzu oldukça seven, dersinde hiçbir zaman ciddiyetten ayrılmayan, devamlı olarak ders anlatan, konularına oldukça hâkim bir hoca idi. Bazı kişilere özel zaafı vardı. Bunların başında Mehmet Akif’in damadı ve Tanrı Buyruğu adlı mealin müellifi Ömer Rıza Doğrul gelirdi.” Yakın dönem siyer kitaplarına ve literatürüne aşina olanların gözlerinden kaçmayacak bir isimdir Zekâi Konrapa. Tam ismi Mehmet Zekâi Konrapa’dır. Muhtelif mahfillerde yazılar yazmış, İslam medeniyeti üzerine kafa yormuş bu kıymetli isim, hayat çizgisine bakıldığında hem âlim hem de muallim vasfıyla öne çıkmıştır. Zekâi Konrapa ismi bende, “Peygamberimiz-İslam Dini ve Aşerei Mübeşşere” ve “PeygamberimizSiyer-i Nebi” adlı eserleri ile babamın kütüphanesinde rastladığım daha ilk günden bu yana büyük bir alaka ve dikkat uyandırmıştı. Peygamberimizin Hayatı (I-II, İstanbul 1958-1959, 1964, 1968, 1980, 1982, 1983) farklı tarihlerde yapılan baskıları ile öncelikli olarak imam hatip okullarının birinci dönemi için ders kitabı olarak hazırlanmıştı. Daha şümullü olan “Peygamberimiz, İslam Dini ve Aşere-i Mübeşşere” (İstanbul 1968, 1999) eser ise siyer literatürümüze bambaşka bir ufuk getirmişti. Eserde Efendimizin (s.a.s.) hayatı hakkında geniş bilgi verildikten sonra ashabın dereceleri, Rasul-i Ekrem’in hanımları, İslam dininin esasları, Hulefa-i Raşidin, EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 41 MÜSLÜMAN BİLGİNLER Emeviler, Abbasiler ve hilafetin Osmanlılara intikalinden bahsedilmekte idi. Muallimlikle geçen bir ömür Ömrünü ilme ve talebe yetiştirmeye vakfeden Konrapa, 1888 tarihinde Bolu’nun Akmescit (Tabaklar) mahallesinde doğmuş, 1899’da İmaret İptidaisini, 1905’de altı yıllık Bolu İdadisini bitirdikten sonra İstanbul’a gitmiş, burada Mercan İdadisi ve 1911 yılında ise İstanbul Darülfünun’u, Darülmuallimin-i Âliye Edebiyat Şubesi’nden mezun olmuştur. Çankırı İdadisi ile Şam Sultanisi’nde bir müddet öğretmenlik yaptıktan sonra, tekrar Anadolu’ya tayini çıkmış, sırası ile Bolu, Düzce, Yalvaç, Denizli, Uşak, Konya ve İstanbul’da öğretmenlik vazifesinde bulunmuştur. Çeşitli orta öğretim kurumlarında öğretmen ve yönetici olarak görev yapan Konrapa, 1953 yılında emekli olduktan sonra İstanbul İmam-Hatip Okulu ve Yüksek İslam Enstitüsü’nde ahlak ve siyer-i nebi dersleri vererek öğretmenlik hayatını sürdürmüştür. (“Mehmet Zekâi Konrapa”, İ. Bedri Bilgin, DİA, c:26, s. 175.) “Bir namevcut, bir sıfır evladım” Özellikle imam hatip ve Yüksek İslam Enstitüsündeki muallimlik yıllarında yetiştirdiği talebelerinin hatıratlarında Zekâi Konrapa hoca hatırı sayılır bir yere sahiptir. Bunlardan İsmail Karaçam “Hatıralar” isimli kitapta hocasını şöyle anlatır: “Dikkat çeken bir diğer hocamız da Siyer-i Nebi dersine gelen Zekâi Konrapa 42 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 Hazreti Peygamber’in doğduğu gün, ay ve yıl üzerindeki bu ihtilafların hikmetini anlamak için, İslam’ın ruhuna nüfuz etmek lazım. Bütün bu ihtilafları kaldırmak mümkündü. Çünkü Peygamberimiz devrinde, bu değerli hadise tahkik edilir ve kati tarihlere bağlanabilirdi. oldu. Orta boylu, beyaz tenli, yeşil gözlü, tertemiz giyinen, fevkalade disiplinli bir hocaydı. Daha ilk derslerinde eğitimde ciddiyetin ne kadar mühim olduğundan bahsederek, kendisinin taviz vermeyen bir disiplin taraflısı olduğundan söz etti. Uzun seneler tarih öğretmenliği yaptığını ve bu mesleğe o tarihte Osmanlı vilayeti olan Şam’da başladığını, öğrenci için devamsızlığın bir mazeret sayılamayacağını, şayet devamsızlık eden olursa buna kendisinin asla ceza vermekten çekinmeyeceğini ifade ederek, daima tekrar ettiği, “bir namevcut, bir sıfır evladım” sözüyle tanışmasını noktaladı. Hakikaten derse devam ettiği müddetçe dediğini yaptı. Okulumuzu oldukça seven, dersinde hiçbir zaman ciddiyetten ayrılmayan, devamlı olarak ders anlatan, konularına oldukça hâkim bir hoca idi. Bazı kişilere özel zaafı vardı. Bunların başında Mehmet Akif’in damadı ve Tanrı Buyruğu adlı mealin müellifi Ömer Rıza Doğrul gelirdi. Zaman zaman İsmail Hakkı İzmirli’yi de yâd ederdi. Derse başlamadan önce konunun tahtaya şeması yapılır. O şema üzerinden güzel bir plan dairesinde dersini işlerdi. Böylece ders derste öğrenilmiş olurdu. Zekâi Bey orta, lise ve Yüksek İslam Enstitüsü’nde hocalığımıza devam etti.” (Hatıralar, Çamlıca yay. 2. Baskı, 2015, s.148.) Daha bunun gibi dönemi anlatan pek çok hatıratta hocanın ilim konusunda tavizsiz oluşu ve disiplini dile getirilmiştir. Bu vakardan kaynaklanan ciddiyet onun eserlerine de yansımıştır. Akif’in derslerinde tutulmuş notlar Konrapa ile ilgili yakın zamanda çıkan eser ise onun ilim mevzu bahis olduğunda bir başka titizliğini gösterir mahiyettedir. Mehmet Akif’in Darülfünun’da talebesi olan Konrapa, Akif’in 1908 yılından itibaren Darülfünun’da “Osmanlı Edebiyatı” dersi verdi- MÜSLÜMAN BİLGİNLER ği zamanlarda büyük bir ciddiyet ve titizlikle “Osmanlı Edebiyatı” derslerini takip etmiş ve bunları “Osmanlı Edebiyatı Ders Notları” (Bağcılar Belediyesi, 2014.) olarak yazılı hâliyle muhafaza etmiştir. Bu metnin yeniden yayını dolayısıyladır ki hem Mehmet Akif hakkında hiç bilinmeyen bir metinle tanışmış, Akif’in muallimliğini müşahede etmiş hem de Zekâi Konrapa’da talebeliğin ehemmiyetini idrak etmiş olduk. Bolu tarihine kayıt düşmek Darülfünun’un son sınıfında iken M. Kâmil adlı bir arkadaşıyla birlikte hocaları Abdurrahman Şeref Efendi’nin ders notlarını Târîh-i Asr-ı Hâzır adıyla yayıma hazırlayan Konrapa, aynı zamanda Bolu’da çıkan Bolu, Dertli, Kürsii Millet gazeteleriyle Millî Gaye, Altun Yaprak ve Abant, Çele mecmualarında, İzmir’de yayımlanan Fikirler Dergisi’nde, Konya Yeni Anadolu Gazetesi’nde mesleki makaleler yazmış, İstanbul’da çıkan Tarihten Sesler, Bilgi, Öğretmen Dergisi, Her Hafta, Resimli Tarih, Hilal ve Tohum mecmualarında İslam medeniyeti tarihiyle ilgili makaleler neşretmiştir. Tarih ilmine karşı olan merakı sebebi ile bilhassa Bolu tarihi üzerine çalışmalarını yürütürken “ayaklı kütüphane” olarak bilinip, tanınmıştır. Nitekim Bolu Sultanisi hocalığı sırasında Bolu’da salname çıkarılması fikrini ortaya atmış ve hazırlama komitesinde yer almıştır. 1916 ve 1925 yıllarında iki kez yayınlanan Bolu Salnameleri Zekâi Konrapa hocanın gayretleri ile ortaya çıkmış ve Pek çok hatıratta hocanın ilim konusunda tavizsiz oluşu ve disiplini dile getirilmiştir. Bu vakardan kaynaklanan ciddiyet onun eserlerine de yansımıştır. tarih bölümlerini bizzat kendisi kaleme almıştır. Konrapa’nın, Bolu tarihine yaptığı en önemli katkı Bolu Tarihi (Bolu Vilayet Matbaası, 1964.) adlı kalıcı eseridir. Millî mücadele yıllarında Bolu halkının yaşadıklarını yazdığı bir diğer günlük ise İsyan Günlerinde Bolu (Haz. Hamdi Birgören, Bolu Belediyesi yay. 2009.) ismi ile yayınlandı. “Kıymet günde ve saatte değil, şahsiyettedir” Merhum Zekâi Konrapa, talebelerine Peygamberimizi doğru şekilde okuyup, anlamaları için gayret sarf etmiştir. Peygamberimiz isimli eserinde önemli bir uyarı yer alır. Konrapa eserinde Ömer Rıza Doğrul’dan şu pasajı aktarır: “Hazreti Peygamber’in doğduğu gün, ay ve yıl üzerindeki bu ihtilafların hikmetini anlamak için, İslam’ın ruhuna nüfuz etmek lazım. Bütün bu ihtilafları kaldırmak mümkündü. Çünkü Peygamberimiz devrinde, bu değerli hadise tahkik edilir ve kati tarihlere bağlanabilirdi. Peygamberlerin hayatını en ince noktalarına varıncaya kadar inceleyen ashap için, bundan kolay bir şey düşünülemezdi. O hâlde bu kolay iş niçin yapılmadı? (…) Asrısaadet Müslümanları, daha sonraki Müslümanlar, puta tapıcılığın herhangi şekline saptıracak hareketten sakınmışlar, Müslümanların birtakım görenekler vücuda getirmelerine engel olacak her tedbiri önceden almışlardır. İlk Müslümanların çok derin ve yüksek manalar taşıyan bu hareketi, hakikaten tebcile layıktır. Daha sonraki Müslümanlarsa, Peygamber’in doğduğu güne kutsiyet vermek arzusuyla hareket ederek araştırmalarda bulunmuşlar, bu yüzden ihtilaflara düşmüşlerdir. Hazreti Peygamber’i anmak ve onu tebcil etmek isteyen bir Müslüman’ın herhangi bir güne saplanmasına lüzum yoktur. Kıymet günde ve saatte değil, şahsiyettedir ve o şahsın örnek tanınmasındadır. O şahsiyete karşı gösterilecek hürmet, şu veya bu günde merasim yapılmakla ifa edilmiş olmaz. Belki ona, en samimi bağlarla bağlanmak ve onun ruhunu yaşatmakla mümkün olabilir.” (Zekâi Konrapa, Peygamberimiz, s. 42-44.) Efendimizi anlamayı bir zamana tahsis etmenin kendi içinde doğurduğu sıkıntılar aşikârdır. Hâl böyle olunca bizler onun hayatını daha fazla okumaya ve anlamaya mecburuz. İşte merhum Zekâi Konrapa bu yolda bir kilometre taşıdır. 15 Haziran 1969 tarihinde aramızdan ayrılan bu kıymetli âlimimizin ruhu şâd olsun. EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 43 ŞEHİR VE KÜLTÜR İnsan Merkezli Şehri Düşünmek Mahmut Bıyıklı 44 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 ŞEHİR VE KÜLTÜR Biz bugün kadim şehirlerin çarşılarına, mabetlerine, sokaklarına bakarak bu şehirleri kuranların, içinde hayat sürenlerin nasıl bir zevke sahip olduklarını, dünya ve ahiret dengesini nasıl kurduklarını, hangi medeniyetin izini sürdüklerini açıkça görebiliyoruz. Taşa işlenen, ahşaba gizlenen, mabede nakşedilen zarafeti müşahede edip hayranlığımızı gizleyemiyoruz. EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 45 ŞEHİR VE KÜLTÜR Bugünün mimarlarının hangi ruhu yansıttığını biraz düşünelim. Hayatın merkezi olması gereken şehirlerin rantın merkezi konumuna getirilmesinin istikbale vurulmuş büyük bir darbe olduğunu hatırımızdan çıkarmayalım. Latif esmasının sırrına vâkıf olan müminlerin yaptıkları her işte letafet ve güzelliğin yansımaları bulunur. Mümin çevresiyle barışıktır. Yaşadığı coğrafyaya dosttur. Ürettiği her eserde inancının aydınlık izleri vardır. Bu sebeple hayatın hakikatini kavrayan ecdadımızın kurduğu şehirlerde meydana getirdiği bütün eserlerde bir mükemmellik kendini gösterir. Bu mükemmelliğin formülü de ‘’kâmil’’ bir bakış açısı ve yaşayış tarzıdır. Örnek bir incelikli hayat modeli sunan medeniyet kurucu- 46 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 su atalarımızın her eyleminde ve eserinde tam manasıyla huzur ve sükûn hâli mevcuttur. İslam mimarisi diye büyük bir gerçeklik ortaya koyan insanlar bunu İslam insanı olmanın güzelliklerini yaşayarak kendi hâllerinde tatbik ederek başarmışlardır. Biz bugün kadim şehirlerin çarşılarına, mabetlerine, sokaklarına bakarak bu şehirleri kuranların, içinde hayat sürenlerin nasıl bir zevke sahip olduklarını, dünya ve ahiret dengesini nasıl kurduk- larını, hangi medeniyetin izini sürdüklerini açıkça görebiliyoruz. Taşa işlenen, ahşaba gizlenen, mabede nakşedilen zarafeti müşahede edip hayranlığımızı gizleyemiyoruz. Şehirler daima sakinlerinin aynası olmuştur. Sakinlerinin sükûn bulduğu eski şehirlerimizde cennet huzuru yaşayan ecdadın ahfadının modern şehirlerde nasıl bir cinnet geçirdiğini üzülerek izlemekteyiz. Üstad Sezai Karakoç ne güzel ŞEHİR VE KÜLTÜR ifade ediyor ‘’Şehir, medine, site veya kent, hangi kelimeyle ifade edersek edelim, bir medeniyetin canlı ve toplu sergisi demek olan bu eserler, her şeyden önce bir ruhun ifadesidirler. Her bir medeniyet, kurmuş olduğu şehirlerde ve bunların mimarilerinde kendisini gösterir.’’ Bugünün mimarlarının hangi ruhu yansıttığını biraz düşünelim. Hayatın merkezi olması gereken şehirlerin rantın merkezi konumuna getirilmesinin istikbale vurulmuş büyük bir darbe olduğunu hatırımızdan çıkarmayalım. Yaratılış gayesinin uzağında, benmerkezci, nefsinin kölesi konumunda sadece maddeye ve kazanmaya odaklı bir anlayışla inşa edilen şehirlerde ne huzur ne huşu ne tabiat ne de insan kalır. İslam mimarisi, insani olan bir anlayışı benimsemiştir. İnsanın ruhuna uygundur. Gayriinsani bir unsura rastlanmaz. Hep ümitvar, daima taze bir hayat sunan huzurlu aydınlık bir mimaridir. Batı’nın iç karartıcı güç sarhoşluğu içindeki insanı ümitsizliğe sevk eden mimarisinden uzaktır. Pekiyi, bu muhteşem mimari mirastan faydalanarak çağa uygun yeni üsluplar da katarak bu örnekliği bugüne taşımak konusunda neden bir başarı sağlayamadık. Bu soruya Mustafa Armağan’ın şu müthiş örneği en güzel cevabı veriyor: ‘’Bir Karaçelebizade Abdülaziz Efendi’nin, Bursa’da ‘’eşki çeşmiyle’’ gözyaşları döke döke Uludağ’ın gümrah ormanlarından bulup şehre getirttiği sulardan içenlerden sadece dua istemesini düşünün, bir de bugünün tamamen piyasa mantığına teslim olmuş üreticilerini. Bu iki insan tipinin ortaya koyacağı şehirlerin ‘’aynı’’ ya da benzer olabileceği tasavvur edilebilir mi? Kendisini gizlemeye, mahfiyetkârlığa, tevazua, mahremiyete vb. dayanan bir toplumsal düzenle kendisini ispatlamaya, gurura, rekabete dayanan bir toplumsal düzen, aynı şehri kurabilirler mi?’’ Şehir ve mimari üzerine yeteri kadar kafa yorulmadığını ve bu hayati meseleye ciddi bir şekilde eğilinmediğini görüyoruz. Bunun acı sonuçlarını da ne yazık ki her alanda hissediyor, yaşıyoruz. Modern insan, günümüzde en çok ihtiyacını duyduğu huzur ortamını maalesef modern şehirlerde bulamıyor. Bu açlığın giderilmemesi de sosyal hayatın her alanında bir bunalıma sebep oluyor. İrfan öncülerinin alınan her nefeste huzuru muhafaza etme formülü yani ‘’huş derdem’’ bir türlü mümkün olmuyor. Kültürümüze sevdalı kalemlerden Yazar Semiha Ayverdi’nin şu sözleri ne kadar da manidar. ‘’Yeryüzünde dehânın ve zevkin infilakı denecek şahsi bir mimarimiz vardı; bugün ise şehirlerimizin çehresi soysuz ve utanılacak taş ve tuğla yığınları ile gülünç bir maske takmış bulunuyor.” Estetik zevklerimizi, değerlerimizi, hayallerimizi, medeniyet birikimimizi yansıtamadığımız şehirlerde Sinan gibi düşünen Yunus gibi yaşayan aklıselim, kalbiselim, zevkiselim sahibi nesiller yetiştirebilme gayreti her zaman eksik kalacaktır. Az da olsa şehir üzerine söz söyleyen düşünce üreten düşünür, yazar ve sanatçılarımız var. Yine mimarlar, sosyologlar, iktisatçılar da günümüzde çeşitli vesilelerle şehri konuşuyor, şehir üzerine tezler üretiyor. Fıtrata uygun insan merkezli bir şehir anlayışı için artık din adamlarının, âlimlerin, ila- hiyatçıların da şehir üzerine daha çok konuşmaları seslerini yükseltmeleri gerekiyor. Din adamlarımızın sürekli hatırlarımızda tutmaya çalıştığı ‘’Aranızda selamı yayınız.’’ hadis-i şerifini insanı insandan koparan şehirlerde nasıl hayata geçireceğiz. Çarşının bereketli, yüzün yüze döndüğü, sözün kıymete büründüğü ortamında selamı yayabilir, kardeşliğimizi pekiştirebiliriz. Fakat aynı sıcaklığı aynı samimiyeti insanı ve insani olanı sürekli tüketen AVM’lerde nasıl yakalayacağız. Ürün alıp para vermenin hızlı ve hırslı havasında ne zaman selam alıp vereceğiz. Ya da o hengâmede selamı nasıl yayıp nasıl duyuracağız. Yine hocalarımızın sohbetlerinde sıkça zikrettikleri ‘’Komşusu açken tok yatan bizden değildir.’’ hadisini günümüz şehirlerinde sitelerin içinde araya konulmuş büyük duvarları aşıp nasıl hayata geçireceğiz. Alt kattakinin cenaze feryadının, üst kattakinin yüksek sesle dinlediği müzik sesine karıştığı birbirinden kopuk dünyalar oluşturdu modern şehir. Cemil Meriç’in ifade ettiği gibi ‘’Aynı mahalledeki insanlar birbirine yabancı. Her ev meçhule giden bir kompartıman. Kompartımandakiler tesadüfün bir araya topladığı üç beş yolcu.’’ Hülasa inanç değerlerimizden toplumsal değerlerimize kadar hayat tarzımızın şekillendiği şehirleri şehirleşmeyi her zamankinden daha çok konuşmaya, tartışmaya, düşünmeye ihtiyacımız var. Yukarıdaki örneklerde de açıkça ifade ettiğimiz üzere, şehir meselesi sadece mimar ve iktisatçıların değil aynı zamanda ilahiyatçıların da ana gündem maddelerinden birisi olmalıdır. EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 47 VAHYİN AYDINLIĞINDA Zaman, İnsan ve Ziyan Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi “Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak, iman edip de salih amelleri işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka. (Onlar ziyanda değillerdir.)” (Asr, 103/1-3.) Zaman diye bir olgunun içine doğuyoruz ama onu tanımlamaktan bile aciziz. Yapılan tanımların her biri kendince ve işi bir tarafından tutuyor. Yaşayıp hissettiğimiz ama “şudur” diyemediğimiz bir muamma zaman. Evrenin hareketlerine bağlı itibari bir algıdır, diyenler de var; yaratılmış ve gerçekliği olan bir şeydir diyenler de. Durum ne olursa olsun kesin olan şu ki, insan zaman ile zorunlu bir ilişki yaşıyor ve bu ilişkiyi düzenleme sorumluluğu da kendi omuzlarında. İnsanın hayatı bu konudaki başarısı oranında anlam kazanacak. Kur’an genel olarak zamana (asr) yaptığı vurgudan başka, zaman içinde yaşanan yıl, ay, gün, saat gibi genel adlarıyla “vakit” dediğimiz başı sonu belli süreçlere de merkezî bir konum verir. Külli bir mahiyet arz eden zaman kâinata sindirilmiş ilahî azamete işaret ederken, zaman içinde yer alan vakit olgusu insan hayatına şekil vermesi planlanan nizamın yapı taşı olarak rol oynar. Ömür dediğimiz süreç, zamanın ürünü olan vakit kavramı sınırları içinde yaşanır. Bir bakıma vakit, ilahî kudretin, “ürün”e dönüştürmemiz için bize emanet ettiği ham maddedir. Mesajın temel vurgusu ise Asr suresi ikinci ayetinin içeriğini oluşturan “İnsan gerçekten ziyan içindedir.” cümlesi ile yapılmıştır. Bu yargı insan için öylesine önemli bir gerçeği yansıtmaktadır ki dikkate alınmaz ve gereği yapılmazsa geri dönüşü olmayan bir yola girilmiş, mutlak ziyan içine düşülmüş olacaktır. 48 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 Surenin yeminle başlaması bu konuya dikkat çekmeyi amaçlarken, yeminin asır/ zaman üzerine yapılmış olması da haber verilen ziyanın zaman ile ilgili olacağına işaret etmektedir. “İnsan gerçekten ziyan içindedir.” (Asr, 103/2.) cümlesindeki genel ifadeden, üçüncü ayette ayrı tutulanlar dışında herkesin bu mutlak ziyan olgusunu yaşayacağını, bu hükmün bütün zamanları kapsadığını ve bunun değişmez bir kural olduğunu anlıyoruz. “Ancak, iman edip de salih amelleri işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka. (Onlar ziyanda değillerdir.)” anlamındaki üçüncü ayetin işaretinden ise bu mutlak ziyanın tevhit inancından uzak olmak, dolayısı ile onun gerektirdiği salih amelleri işlememek sebebiyle gerçekleşeceği anlaşılıyor. Aynı şekilde ayet, ömür adıyla emanetimize bırakılmış olan zaman dilimini ilahî iradeye uygun bir hayatla değerlendirmenin, bu ziyana uğramaktan kurtulmanın tek yolu olduğunu bildiriyor. Salih ameller ise, kulluğa layık olmamızı sağlayacak ibadet eylemlerinden, bizi hayat, çevre ve toplumla barışık kılacak yapıcı, verimli faaliyet, tutum ve davranışları içeren geniş bir daire oluşturur. Zamanı yönetebilmek salih amel yolunda başarıya ulaşmanın temel şartıdır. Zaman fiilî gerçekliğini, evrendeki varlıkların hareketlerinin nispeti ile kazanır. İnsan hayatı açısından zamanın gerçekliği ise, daha pratik bir alt yapıya sahiptir: İnsan, içinde yaşadığı zaman sürecine yapıp etmeleri ile bir şekil vererek kendi hayatını ve olayları düzenler. Bu konuda aktif ve etkili olabildiği ölçüde zamanına hâkim olmuş demektir. Zamanın nesnesi olmakla öznesi olmak arasındaki fark burada yatar. Hayatın rengi, tadı ve kokusu sizin dünya görüşünüzü yansıtıyor, değerlerinizi korumuş olarak rahat rahat soluyacağınız bir hava bulabiliyorsanız zamanı özünden yakalamışsınız demektir. İnsanın ziyana uğraması, zamanı yönetmek yerine zaman tarafından yönetilmesi devamında ortaya çıkar. Zamanın yönettiği insan planlı bir hayat anlayışından yoksundur ve bu sebeple “zaman dışı bir hayat” yaşar. Üretemez, üretimsizliğin sermayesi hâline gelir. Bu süreç içinde dakika ve saniyeler hızla tüketilirken kişi de “tükenir” ve ömür süresi bitmeden zaman tükenir, kişi yaşayan bir ölüye döner. Asır suresinde temel mesaj, zamanla ilişkileri noktasında ziyana düşmeyen kimseler üzerinden verilmektedir. Bunların temel niteliği iman etmiş olmak kaydıyla hayat süreçlerini salih ameller işlemek, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye ederek değerlendirmektir. İnsanı Allah’a kul yapan ilkelerden habersizce bir hayat sürmek ise ömrü ziyan etmektir. Dünya-ahiret dengesinin bozulduğu her yerde ziyan olgusu bir boyutu ile mutlaka vardır. Bu durum da “dünyayı düzene koyma” çabasının ölüm ötesine hazırlık yapmayı unutturması ile yaşanır. Kur’an’ın insana, özelikle mümine yaptığı çağrı böyle bir tuzağa düşmemek yönündedir. (Nur, 24/36-37.) Nihai mutluluğu, ilahî ilkeleri dikkate alarak bu tuzağa düşmeyip hayat yolculuğunu itaatle geçirenler yaşayacaktır. Bu dile getirdiği yolculuğun nasıl katedileceğine dair bütün detaylar Kur’an ve sünnette verilmiştir. Asr suresinin yanında, zamanı heba etme konusunda insanın yaşadığı yaygın zaafı Hz. Peygamber (s.a.s.) de çok açık ve net ifadelerle ortaya koymuş, insanların çoğunun zaman konusunda aldanış içinde olduklarına dikkat çekmiştir. (Tirmizi, Zühd, 1.) İyi bir Müslümanın yaşadığı hayat, Rahman’a ulaştıran kesintisiz bir süreci ifade eter. Ziyana uğrayanlar ise karşılarında “kendi elleriyle yaptıklarını” bulacaklardır. (İnşikak, 84/6.) Bu hassasiyetin yaşandığı İslam toplumunda zaman bizzat hayat olarak, alınıp satılması, biriktirilmesi ve devredilmesi mümkün olmayan bir değer olarak algılanmıştır. Hayatın sermayesi olarak zaman “dirhem ve dinar”dan daha çok ihtimam görmüştür. “Batı’nın aceleci, telaşlı insan tipi ile İslam’ın mütevekkil insanı arasında iki fark vardır. Birincisi, vaktin kurbanı iken, ikincisi vakti tasarrufu altına alır. Birincisi, doğal vakitleri -dolayısıyla zamanı- unutmuş olarak boyuna dönen çarklara yetişmek kaygısıyla telaşlı bir yaşama ortamına germişken, ikincisi vakti tasarrufunun remzi olarak saati icat etmiştir.” (Rasim Özdenören, Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı?, İz yayıncılık, 4. Baskı, İstanbul 1999, s. 189.) Ne var ki çizilen bu tablo artık günümüz Müslümanı için özlem kaynağı bir durumdan başka şeyi yansıtmıyor. Günümüz Müslümanı geride kalan o örnek zamanların ruhunu taşımaktan uzak bulunuyor. Günümüz Müslümanı zaman yönetimi zaafını ağır bir şekilde yaşamaktadır. Zamanı yönetmek, onda cereyan eden olayların akışına kapılıp gitmek yerine, o olaylara yön verecek irade, plan ve etkinliklerin öznesi olmak; ahlakı, kültürü, sanatı, ekonomisi ile onun ruhunu üretmek gerekmektedir. Müslümanların yaşaya geldiği son üç asırlık ziyan ve hüsran heyelanı, bu konuda iliklere kadar işlemiş bir acizlik ve çözülmüşlük hâlinin göstergesidir. Zamana teslim olmanın en açık örneği onu ilahlaştırmaktır. Her şeyin öznesi olarak gördüğünüz zamanın elinde kendinizi masum ve çaresiz hissedersiniz, her şeyi “zamana bırak”ırsınız ve bundan hoşlanırsınız. Gerçekte bir kaçıştır bu, insanın kendi iradesinden ve haysiyetinden kaçışıdır. Cahiliye Arap’ının, maruz kaldığı olumsuz olaylar karşısında suçu zamana yüklemesi bu kaçışın damgasını taşır. (bk. Müslim, Kitabu’l-elfaz mineddehri ve gayriha, 1.) Sahabiler ise aksine zamanlarını Asr suresi bilinci ile değerlendirme gayretinde idiler. Bu konuda bir hatırlatma olmak üzere, birbirlerinden ayrılırlarken Asır suresini okurlardı. (Taberani, Evsat, No. 5124.) Bizim de Kur’an ve sünnetin önderliği ve sahabilerin örnekliğinde değerler üreterek hayatın akışına hâkim olmamız gerekiyor. “Değer”den kastımız en geniş anlamı ile insanı durağanlığa, gerilemeye düşmekten koruyacak maddi manevi her türlü “yararlı iş”tir. EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 49 HADİSLERİN IŞIĞINDA Söz mü Sükût mu? Rukiye Aydoğdu DEMİR Diyanet İşleri Uzmanı Ebu Hüreyre’nin (r.a.) rivayet ettiğine göre, Allah Rasulü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Her kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa, ya hayır konuşsun yahut sussun.” (Buhari, Rikak, 23; Müslim, İman, 74.) Her biri birer canlı aslında. Ayak seslerini işitmemiz ondan bazılarının. Bazılarının soğukluğunu içimizde hissetmemiz ondan. Her biri birer canlı aslında. Yapan, yıkan, onaran, yaralayan, yara saran… Yeri geldiğinde savaşı, yeri geldiğinde başı kesen… İçimize atılan, içimizde büyüyen, içimize dert olan… Evet, kelimelerin de ruhu var, sözler yaşıyor aramızda; kimi can çekişiyor, kiminin tabutu omuzlarımızda… Kendi ruhundan üfler insan sözlerine, bu yüzden ait olduğu ruh kadar yücedir sözler, kimi ulvi kimi süflidir. Bu yüzden Allah kelamı bu kadar eşsizken peygamber kelamı bu kadar vecizdir. Ruhun sesidir sözler, bu yüzden yüce sözler ancak yüce ruhlardan işitilir. - Nasıl yücelir ki söz, ruhun sesi nasıl güzelleşir, bağırarak mı? - Hayır! - Sürekli konuşarak mı? - Hayır! - Söze yalan katarak mı güzelleşir ruhun sesi, sürekli başkaları hakkında konuşarak mı yoksa her işittiğini aktararak mı? - Ah bir susabilsen işiteceksin, kulak ver sözlerin yücesine bak ne diyor peygamber? - Hangisi? - Kendisine sözün özü verilen, cevamiu’lkelim olan (Müslim, Mesacit, 5.) son nebi (s.a.s.) buyurdu ki: “Her kim Allah’a ve ahiret gününe inanı- yorsa, ya hayır konuşsun yahut sussun.” (Buhari, Rikak, 23; Müslim, İman, 74.) Konuşmanın da bir ritmi olduğunu söylüyor nebi, söz ve sükûtun dengesinden bahsediyor. Bu denge kurulduğunda sözdeki notalar yerli yerine oturuyor ve melodi ritmini buluyor. O zaman laf kalabalığından yükselen kuru gürültüden ibaret olmuyor konuşmalarımız, o zaman hoş bir seda kalıyor gök kubbemizde. O zaman ruhumuzun yüceliği sözümüze yansıyor. Ruhumuzun derinliği kadar derinleşiyor sözlerimiz, doluluğu kadar doluyor, inceliği kadar inceliyor. Öyle ki kendisine sözün özü lütfedilen ve sözün en özlü hâllerini zarafetle nakledebilen Nebi konuştuğu zaman, kâinat susuyor. Ashabı onu dinlerken âdeta başlarının üstündeki kuşları ürkütmekten çekiniyor. O konuşuyor, hak ve hakikate dair söz sayfalarındaki boşluklar bir bir doluyor. O konuşuyor, şairlerin, ediplerin övüncü olan mısralar yalın kalıyor. O konuşuyor, iyilik ve güzelliğe dair söylenecek yeni sözlere ilham oluyor. Allah Rasulü konuştuğu zaman herkes kendi kabınca nasiplenirdi onun ikramından. Onun söz bahçesinden herkes kendi nasibince bir şeyler devşirirdi. Onun her bir sözü ile karanlığın bir yönü aydınlanırdı, şehirler üzerindeki kara bulutlar dağılırdı o konuştuğu zaman. İşitildiği her çağda muhataplarının üzerinde hoş bir koku bırakırdı onun sözleri. Sadeliği ile dinleyenleri büyülerdi; hikmetinin yanında zarafeti ile de muhataplarını etkilerdi. Onun sözlerinde tevazuun yüceliği hissedilirdi. Bazen susarak en etkili sözleri söylerdi, onun tek bir susuşu kelimelere sığmayan nice mesajlar verirdi. Konuşması hayır olduğu gibi sükûtu da hayırdı onun, sözleri boş olmadığı gibi susması da çok şey ifade ederdi. Onun sükûtundan ashabı neler öğrenmişti. Kaab b. Malik’e susarak neler söylemiş, ne dersler vermişti. Söz ve sükûtun muhteşem dengesi onun şahsında bir araya gelmişti. Sadece sözün değil sükûtun da bir değerinin olduğunu, sözü de sükûtu da yerli yerinde kullanmak gerektiğini öğretmişti Nebi (s.a.s.). Buna göre her bir değerli susuş aslında bir peygamber tavsiyesi. Eğer ağzımızdan şer çıkacaksa, sözlerimiz işiteni incitecekse, yaralayacaksa, karalayacaksa susmak daha hayırlı. Hayra dair bir söz dökülmeyecekse dudaklarımızdan, ağzımızdan çıkanlar kalbimizde kirli tortular bırakacaksa ve bir zaman sonra sırf bu yüzden kalbimiz kaskatı kesilecekse susmak daha hayırlı. Sözlerimiz ağzımızda iğrenç bir tat bırakacaksa, her bir sözümüz bir basamak olup bizi cehenneme bir adım daha yaklaştıracaksa, konuştukça bakırdan tırnaklarımız uzayacaksa, susmak daha hayırlı. Ağzımızdan çıkan her bir kelime ile yalandan iftiradan köprüler inşa edeceksek, sözlerimiz kini nefreti besleyecekse, susmak daha hayırlı. Her bir sözümüz ruz-i mahşerde ete kemiğe bürünüp karşımıza dikildiğinde, hiçbirini görmeye cesaret edemeyeceksek, gözlerimizi kaçıracaksak sözlerimizden ve o anda ‘keşke toprak olsaydım’ diyeceksek susmak daha hayırlı. Her söylediğimizi görmeye, her bir sözümüzle yüzleşmeye tahammül gösteremeyeceksek, ağzımızdan çıkan her bir söz bize söylendiğinde onları dinlemeye takat yetiremeyeceksek, susmak daha hayırlı. Kendi sözlerimizden kaçmak isteyeceksek bunca laf kalabalığı niye? Neyin muhabbetini ediyoruz? Dudaklarımızla kendi kuyumuzu kazmak mı niyetimiz? Kendi sözlerimizle kendimizi esaret altına alıyoruz farkında olmadan. Kırmak lazım zincirleri o vakit, kurtulmalıyız söz esaretinden! Bize düşen değerli bir sükût yahut hayrı söylemek! Ancak bu sanıldığı kadar kolay değil. Zira incelmeden ince, doğrulmadan doğru konuşamaz insan. Hayırsızken de hayır dökülemez dudaklarından. Hayırla aramızdaki mesafe bu kadar artmışken nasıl hayır konuşsun dilimiz? Hâlimiz nefret ettirirken nasıl müjdelesin kâlimiz? Hayra dair konuşabilmesi için yeterince hayrı olmalı insanın. Öyle ya içinde ne varsa dışına da o sızar küpün! Bize ait olan her bir kelime ve dahi her bir harf ağzımızdan çıktığı andan itibaren bir ‘biz’ inşa etmeye başlar. Ve aslında biz nasılsak ona göre kelimeler dökülür ağzımızdan. Derinliğimiz kadar, bilgeliğimiz kadar, inancımız kadar. Manayla, hakla, hakikatle ilişkimiz kadar. Bu yüzden manasını yitirmiş her bir söz uzaklaştırıyor bizi kendimizden. Hakikat kaybı, mana yoksunluğu kelimeler kadar bizim de içimizi boşaltıyor. Yalan, gıybet, iftira kimyamızı bozuyor. Şahsiyetimiz, insaniyetimiz, inancımız yara alıyor ve kırk yamaya dönmüş bir şahsiyetten de hayır gelmiyor. Çöp yığınları gibi söz yığınları birikiyor etrafımızda. İnsanlar bize kulak kesildiğinde hayır namına tek bir esaslı söz bulamıyoruz konuşacak. Müminden beklenen sözler söyleyemiyoruz söz sırası bize geldiğinde. Ceplerimizi yokladığımızda yıllar yılı biriktirdiğimiz malayani kırıntılarıyla karşılaşıyoruz. İdrakimize giydirdiğimiz gömlekleri yırtıp da hakikate dair tek kelime edemiyoruz. Herkesin kapıldığı o sele mümin olarak biz de kapılıp onca gürültünün içinde sesimizi duyuramıyoruz. Günübirlik telaşların ortasında bizden, bize dair, bize ait, sadra şifa değerli bir söz ve dahi sükût sunamıyoruz. Oysa kendisini başkalarının gürültüsüne kaptırıp da kendi şarkısını söyleyememesi ne acıdır insanın! İnandığı gibi yaşamayınca yaşadığı gibi konuşması ne acıdır! Konuşması için kendisi işaret edildiğinde sağına ve soluna bakıp ürkek gözlerle ‘ben mi’ demesi ne acıdır eğer biriktirdiği sadece laf kırıntılarıysa. Kulak kesilecek söz bulamaması ne acıdır eğer kulaklar hep işgal altındaysa. Ve ne acıdır söz terazileri kurulduğunda sözlerinin incir çekirdeğini doldurmadığını görmesi. Sadece sözlerinin değil ve dahi sükûtunun! EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 51 SÖZÜN YANKISI Yaşamak Bir Umuttur Mustafa UÇURUM olarak köşe başlarındaki yerini alıyor. Bir Hayat Bilgisi kitabındaki fotoğraflara imrenerek bakıyoruz. Mutlu aileler, bir dedenin etrafına toplanmış torunlar ve onun ağzından çıkacak her cümleyi merakla bekleyen herkes. Geçmişe özlem duymak, geçmişten günümüze uzanan çizgide hassas noktaları gözeterek geleceğe uzanmak, sağlam kuşanılacak bir ömrün sarsılmaz temelini oluşturmaktadır. İnsan kendine yaklaştıkça değerlerinin takipçisi olur, kendiyle olan bağını kuvvetlendirdikçe yıkılmaz bir iradenin mimarı hâline gelir. İnsan önce kendini bilmeli. Her şey kendini tanımakla başlar. Aynaya bakar gibi ezberlemektir içinin kuytularını. Geçmiş zaman öyle bir hâl aldı ki onu yâd etmek artık günümüzü kurtarmaya yetmiyor. “Biz eskiden” diyerek başlayan her cümlenin masal anlatıcıları zamanının girizgâhı olmaktan öteye gidemiyor. Ne yazık ki günümüzde artık ne masallar ne de o masalları anlatacak masalcılar kaldı. “Geçmiş”, elimizdeki en büyük hazinedir. Oradan devşirebileceğimiz her hassas nokta bizim için bir ışık niteliğindedir. Başarıların yanında yenilgiler de, atılacak adımlar da ne kadar hassas davranılması gerektiğini gösteren ipuçları olmaktadır. Ne olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini bilmeyen kişi önce kendinin sonra da herkesin yabancısı olur. Eğreti olur hayata karşı. Sosyal bir figür gibi yaşamın çetrefilli sokaklarında bir pervane gibi döner durur. Menzilini bulmak için, önce kendinin kâşifi olmalı insan. Kendini tanımayanın ya da kendini tanımlamayanın bir başkasına yol göstermesi kara mizahın ötesine geçemez. İnsan, bütün parçalarıyla geçmişinden geleceğine kadar her ayrıntıyı çok iyi kavrayarak geleceğe uzanabilecektir. Hızlı bir dönüşümün tam içindeyiz. Dönüyoruz ve döndükçe yiten yanlarımız için ağıt yakacak vakit bile bulamıyoruz. Bugün yaşadığımız yarına “eski” yaftasını alıyor boynuna. O kadar büyük bir hızla yenileniyoruz ki birkaç yıllık geçmişimiz bile nostaljik unsur 52 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 Sağlam damarları bulup onlar üzerinden yeni bir gelecek inşa etmek, içinde kaygı taşıyan herkesin meselesi olmalı. “Kök” önemlidir. Nerede olursa olsun hangi alanda karşımıza çıkarsa çıksın kök demek asıl demektir. Köklere sımsıkı tutunmak gerek. Geçmişi görmezden gelerek, sadece yeni olanın ardına düşmek yarı yolda kalacak bir hareketin ilk işaretçisidir. Kiminle yola çıktığına dikkat ederek, kiminle yarıştığının farkında olarak yeni bir dünya düzeninin içine girmek gerekir. Rakibini doğru belirleyerek, hasmının ayak oyunlarını iyi tahmin ederek ve yol arkadaşını doğru seçerek yola revan olmak sağlam atılmış bir temel demektir. “Biz kimiz ve kiminleyiz?” sorusunun Kalbimize döneceğiz yeniden. Döndükçe renk gelecek herkesin yüzüne. Sustukça nehirler çağlamayacak, kuşlar göç etmeyi unutacak, bir baba evine dönmeyecek, bir tank gelecek ve dağıtacak çocukların oyununu. cevabı bütün eksiklerimizi tamamlayacak bir bulmacanın son taşı gibidir. O taş yerine konduğu zaman ilerledikçe bütün eksiler artı, bütün karalar beyaz olacaktır. Yol arkadaşı ile aynı dertle dertlenmeyenin bir yanı boşta kalır. Yeni bir nesli inşa etmek için kendimizden başlayıp en yakınımızda olanlarla birlikte bir kurtuluş meşalesi yakmak gerekir. Biz, iyi huylulardan olalım ve dört bir yanımızı da kendimize benzete- SÖZÜN YANKISI layalım yürüyüşe. En güzel sesimiz hüznümüz olsun. İçindeki acıları unutmayan insanlar geleceğe daha sağlam bakarlar. Aliya İzzetbegoviç’in halkına sürekli tekrarladığı bir telkini vardı: “Size yapılanları ve size bunları yapanları asla unutmayın.” İnsan, gayesi olan bir varlıktır. Yaşamak ve yaşatmak için bir gayesi olandır insan. Kendinden başlayıp insanlığı kuşatan bir gaye… lim ki dünya iyiye doğru gidişine bizden başlasın. Geçmiş iyidir ve içinde bin bir çeşit cevher saklar. İbretler sayfasıdır tarihin her anı. Önümüzü aydınlatan en güçlü ışık, atacağımız adımlara ahenk katan en görkemli bakıştır geçmiş. Üzerini toz kaplamış geçmişimizi gün ışığına çıkardıkça, geçmişin şatafatı yerine kırılma noktalarını gün yüzüne çıkarıp hayatımızın en önemli noktalarına yerleştirdikçe bugün için ileriye dair duvara koyacağımız her taş, sıkı bir duruşun temeli olacaktır. Uzaklarda aramamak gerek kurtuluşu. Batı’nın çeldirici oyunlarına yüz vermemeli. Biz ne zaman elimizi, kolumuzu, zihnimizi Batı’ya teslim ettik, o zaman durmaya başladı heybetli yürüyüşümüz. Ne zaman kendimiz olmayı bırakıp “başkası gibi” olduk, o zaman ayağımız sendeledi. Şimdi bir kez daha kendimize dönelim yüzümüzü. İçimiz dışımız bir olsun. Bizden olan ne varsa baş tacı ederek; kurtuluşun, yükselişin, yeniden doğuşun bayramını kendimizle kutlayalım. “Dost dost diye” önce kendimize sarılalım. Kendiyle barışık insan, geçmişiyle de barışık olur. İleriyi daha doğru görür, engelleri daha kolay aşar. Kaybetmek nedir bilmeden, üstümüzdeki kumları savurarak ne kadar sur varsa bir bir aşarak üstünden, kelimelerin gölgesini alarak üstümüze acil bir şiir gibi sözleri sıralayacağız sevmek nedir bilmeyenlerin yüzüne. Şiir bazen şifa olur dertlere. Binlerce cümlenin tercümanı gibi dökülür dillerden. Uzaktan seyretmek, bazı şeyleri doğru görmemizi zorlaştırır. Olayların içinde olmak, olaylara dâhil olmak, dünya yeniden yapılanırken bütün gelişmelerin seyircisi değil yön vereni olmak insanın elinde olan bir iradedir. Bir başkasını beklemek, başkalarından medet ummak sonunda çıkılmaz yollara girilecek bir sonu hazırlayabilir. Bizim meselelerimize bizim kadar kimsenin sahip çıkmayacağını unutmamak gerek. “Hüzünlü zamanlardan geliyorum dostlar” diye başlayan bir ezgiyi içimizde çoğaltarak baş- Ne çok kül var şehirde üstümüze yağan. Yangın yürüyor bir tufan gibi. Biz döndükçe kumlar saçılıyor şehrin üstüne. Biz döndükçe çöl, gül oluyor. En tatlı rüzgârlar esiyor bir saadet şehrinden. Birden meydanlara çıkıyor sesimiz, birden şehrin üstünde yankılanıyor. Neşeli insanların yüzünden geçip, “mutlu olmak zorunda değiliz” diyenlerin yüzlerine bir tebessüm bırakarak, ey güzel insanlar ne de hazin bakıyorsunuz öyle diyerek çiçeklerin arasından geçerek yerini bulma telaşını üzerimizden atıp bulduğumuz her kalbe yerleşmeyi bir tenhalık sayarak çoğaltmalıyız sesimizi. Yoksul kentleri, yıkılmış şehirleri, annelerin gözyaşını, çocukların sevincini, sevmeyi, umut etmeyi, vefayı, cennet bahçelerinden bir bahçeyi, üstümüzü gölgeleyen ağaçları ve bir şifa olsun diye büyüttüğümüz umutlarımızı yanımızdan hiç ayırmıyoruz. Kalbimize döneceğiz yeniden. Döndükçe renk gelecek herkesin yüzüne. Sustukça nehirler çağlamayacak, kuşlar göç etmeyi unutacak, bir baba evine dönmeyecek, bir tank gelecek ve dağıtacak çocukların oyununu. Bir yordam vermek için şehrin karanlık sokaklarına, aydınlık yüzleri güneşe çevirmek için, en güzel yola düşenler için ne büyük müjdeler var sonsuz bir sesten diyeceğiz umudumuzu masmavi göklere salarak. EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 53 HATIRA DEFTERİNDEN Annem Size Emanet Hocam! Yunus Özdamar Eskişehir/ Odunpazarı Vaizi Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından o yıl (2009) yürütülecek hac organizasyonunda görevlendirilmeme doğrusu ilk anda fazla sevinemedim. Çünkü uzun zamandır Kâbe’nin özlemi gözlerinde tüten, üç yıldır o kutsal beldeye kurada gitme hakkı kendisine çıkmayan annemi geride bırakıp gitmemin çok zor olacağını biliyordum. Bu yıl da Hicaz’a gidemeyecek olduğundan dolayı buna çok içerlenen annemle helalleşip vedalaşmak için yanına gittiğimde annem beni, “Beni yanında götüremiyorsun fakat özellikle benim gibi yaşlı ve 54 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 hasta hacılara yardım etmeyi sakın ihmal etme” diyerek yolcu etti. Bu tembih ile artık sorumluluğum daha da artmıştı. Olur, dedim ayrılırken. İçimden ise annem gibi yaşlı ve hasta olanlara daha fazla mesai harcarım diyerek ilk aşamada sanki kendimi avutuyor, teselli ediyor gibiydim. Hacılarım ek kontenjandan hacca gitmeye hak kazandıkları ve de farklı yörelerden geldikleri için onlarla ilk görüşme imkânımız ancak İstanbul Atatürk Havaalanı’nda oldu. Burada hacıların toparlanmaya başladığı esnada bir genç delikanlı yaklaşarak siz, dedi bana. Üçüncü grubun sorumlusu siz misiniz? Evet, diye karşılık verdim. Annem, dedi, masumane bir şekilde. Annem, size emanet hocam! Dönüp baktığımda, tam da annemin yaşlarında, heyecanı her hâlinden belli, tıpkı annem gibi mavi gözlü, bakışları temkinli, biraz da çekinceli hâlde, beni endişeli gözlerle süzen Aynur Teyze ile göz göze geldik. Gence dönerek “Tabii, bu hacıların hepsi önce Allah’a sonra bana emanet.” dedim. Fakat dedi genç ardından. Annemin okuma yazması yok, yakın zamanda ameliyat olması nedeniyle fazla da yürüyemez. Anlaşılan, değil gözleri, diğer hâlleri de anneme benziyor diye geçirdim içimden. Annemin sözünü yerine getirmek için tam aradığım tarzda bir hacıydı Aynur Teyze. Peşinden başka birkaç hacı adayının çocukları da benzer taleplerde bulundular. Hacı adaylarının yakınları anne ve babalarının benzer zaaflarını saydıkça, onlar benim moralimin bozulacağını zannediyorlardı. Aksine ben annemin beni yolcu e- HATIRA DEFTERİNDEN Hac vecibeleri ve yapılan ziyaretlerle geçen günlerin ardından o yaşlı teyze ve amcalar, yorulmanın aksine daha da açılıyor, yolculuğun başlangıcında var olan hamlık hâlleri azalıyordu. derken söylediklerini hatırlayarak daha da çok rahatlıyordum. Kafilemizdeki hacıların yaş ortalaması oldukça yüksekti. İtiraf etmeliyim ki önceleri bu hacı adaylarıyla kırk beş günlük hac zor biter, haccın sonuna kadar yarısı dökülür, zamanın çoğunu hastanede, otelde geçirir diye düşündüm. Böyle düşünmekle beraber diğer taraftan şu hakikati de biliyordum ki, hac, büyük bir alış veriş yeri. Burası yapılan her güzel amelin karşılığının sonrasında fazlaca verileceği bir mekân. Bu sebeple ne kadar hayırlı amel yapılırsa, buradan kat kat sevap alınarak dönülür. Sorumlu olduğum gurubumu tanıyınca, en az yirmi kişinin geride bıraktığım anneme benzer fiziksel vasıfta olduğunu gördüm. İşimin bu açıdan zor olacağı görünüyordu. Uçakla Cidde’ye varıp havaalanından otobüsle Mekke’ye doğru hareket ederken hacılarımın heyecan trendi artık zirve yapıyor, gönüllerindeki coşku gözlerine her hâliyle yansıyordu. Hac bittikten sonra hacılarımın bana anlattıklarına göre, o esnada otobüste yaptığım sohbetimin bir yerinde, “Burada yalnızlıktan korkmayın. Eğer bu beldede yalnız olan kimsesiz kalsaydı Hz. Hacer anamız ve Hz. İsmail sahipsiz kalırdı.” sözümden özellikle ailesinden genç olarak yanında kimse olmayan yaşlılar müspet yönde etkilenmiş, moral olarak rahatlamışlar... Mekke’ye varıp umre yaparak ihramdan çıktıktan sonra otelimize yerleştik. Bütün hacılar bu vazifeyi eksiksiz yerine getirdi. Sonra, öncelikli olarak her vakit namazını Kâbe’de kılmaya çalışarak yaklaşık on beş gün, Arafat’ı, bayramı bekledik. Bu süre içerisinde yapılan ibadetler, Arafat’a çıkmaya ve şeytan taşlamayı ifa etmeye yönelik bir hazırlıktı. Mekke’nin havasını teneffüs eden, tavaf ve diğer vecibelerle ibadet ritmini her geçen gün artıran hacılarla terviye günü çok heyecanlı ve biraz da tedirgin bir hâlde Arafat’a doğru yola çıktık. Arafat’ta vakfe bitince 196 kişilik kafileden ancak 8 kişi arabalarla otellerine dönebilecekti. Çoğunluk yaşlılardan oluşmasına rağmen biz 180 kişi ile Müzdelife’ye oradan da sekiz saatlik yürüyerek yapılan bir yolculuğun ardından Mina’ya vardık. Hiçbir hacı yolda kalmamıştı. Hacılarımız, özellikle de yaşlı ve hasta konumundaki hacılarımız buna inanmakta zorluk çekiyordu. Hatta hacı amcanın biri telaşlı hâlde oteline vardığı gibi lobide hemen Türkiye’ye çocuklarına telefon açıp sanki yeni yürümeye başlayan bir kişinin taşıyacağı sevinç edasıyla âdeta bir müjde verir gibi, “Yavrum! Ben, hatta annenizle beraber Arafat’tan Mina’ya kadar sekiz saat yürüdük.” diyordu. Ekibimizden Aynur ve Hatun teyzenin Müzdelife ve Mina arası mesafeyi geçmek için satın aldıkları arabayı kendileri çok az kul- landılar. Daha çok ihtiyacı olan diğer hacıların istifade ettikleri arabayı, otele dönünce daha da kullanmadılar. Türkiye’de havaalanında haccın farz ve vaciplerini yerine getirme endişesi taşıyan Aynur Teyze ve onun gibiler, günde en az iki tavaf yapıp beş vakit namazı Beytullah’ta kılar hatta birkaç umre yapar duruma gelmişlerdi. Hac vecibeleri ve yapılan ziyaretlerle geçen günlerin ardından o yaşlı teyze ve amcalar, yorulmanın aksine daha da açılıyor, yolculuğun başlangıcında var olan hamlık hâlleri azalıyordu. Öyle ki artık bu aşamada görevliler olarak bizler, hastalanmamaları için durumlarına göre gereğinden fazla yorulmamalarını telkin ediyorduk. Yürüyemez hâlde geldikleri bu mübarek beldeden hem manen dinamik hâle gelmiş hem de fiziksel olarak da dinçleşmiş olarak ayrılıyorlardı. Bütün bunları, gidip görmeyene hatta hissederek yaşayamayana anlatmak aslında zordur. Çünkü bu belde, meşakkat görenin bir şekilde refakat bulduğu bir yerdir. Hac ibadeti de, insanın ayette belirtilen (Talâk, 65/3.) umulmadık yerden yardım bulabilmesinin en açık örneklerindendir. Allah Teala’nın ihsanı olan bu yardım, bazen bir din görevlisi, bazen tanıdığınız bir hac arkadaşınız bazen de hiç tanımadığınız bir kardeşiniz vesilesiyle gerçekleşir. Böylece en zor ibadetlerin başında gelen hac, mümin için kolay bir ibadet hâline dönüşür. EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 55 HATIRA DEFTERİNDEN Merhaba ile Elveda Arasında Av. Ayşe YILDIRIM DİB Hukuk Müşavirliği Kürsünün diğer yanına, karar makamına geçerken burada, ulu çınarda kalacak süveydam…Unutulmamak değil isteğim, sadece tatlı bir tebessümle hatırlanmak onur verecek.. Piyano kadar nazlı, keman kadar ince nağmeli, kanun kadar asil günlerin şarkısı; ağaçların olanca güzelliği ile goncalandığı, iğdelerin buram buram koktuğu, ılık bir bahar sabahı çalmaya başladı. Geçen onca sıkıntılı ve zorlu sürece rağmen her gün yeni bir melodi, yeni bir besteydi akisleri ruhumun derinliklerini okşayan… Susuverecek diye için için endişelendim an be an…Her başlayan gibi bu şarkıda bitiverecek! Geldi zamanı…Ürkek yüreğimi sızlatarak susuverecek…Ağustos ateşinde ateş gibi yakarak… Başkanlık benim için bir iş yerinden öteydi. Rahle-i tedris gibi… Ruhumun dinlencesi… Hayallerimin süsü… Her ezanla yenilenen, her rükûda kulluğunu hatırlayan, her secdede acziyetini idrak eden bir ruhun mektebi… Aslında birçoklarından daha ince ruhlu olduğu hâlde belli etmeyen… Bu inceliği bilmediğimiz hangi sırlar içinde sır yapan hocalarımız her gün yeni bir edep dersi verdi iş adabıyla birlikte… Peygamber ocağı misali ham ruhların pişirilmeye gönderildiği bu ocakta Davudi seslerin Kur’an tilaveti gönüllerin en güçlü merhemi oldu… 56 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 şır davranmak durumunda. Her çalışan kıyafetiyle, iş adabıyla, aile yaşamıyla, konuşma tarzıyla örnek olmalı topluma… Ne kadar yoğun bir mesaiyle çalışılsa da sonuçlarını görmek gurur ve huzur veriyor insana.. Kazanılan davalar, kadınlara yönelik çalışmalar, hafızlık yarışmaları, konferanslar… Ermenice Kur’an-ı Kerim Meali, Kürtçe Kur’an-ı Kerim Meali, Azerice, İngilizce, Arnavutça Temel Dini Bilgiler, renk renk, çeşit çeşit çocuk kitapları raflarda gönüllere yelken açmayı bekliyor. Ne kutlu hayallerim vardı… Hizmette önde, mükâfatta geride durmayı bilecektim. Uzun uzun çalışacak, her hac döneminde sıra ben de mi, bu yıl misafir olacak mıyım o kutlu mekânlara? Altınoluğun suyuyla ıslanıp, Efendiler Efendisi’nin eşiğine başımı koyup salavatıma cevap bekleyecek miyim gibi sorular aklıma geldikçe hızlı hızlı çarpan yüreğimin sesi bu iş değişikliği meselesiyle yavaşlıyor. Veda zamanı yaklaştı. Fakat oraya kavuşma inancımı yitirmeden olacak bu veda… Ne sal iledir, ne mal iledir, Beyim ululuk kemal iledir. Kürsünün diğer yanına, karar makamına geçerken burada, ulu çınarda kalacak süveydam…Unutulmamak değil isteğim, sadece tatlı bir tebessümle hatırlanmak onur verecek.. Sözüyle bütünleşmiş yönetim kadrosu, vefakâr ve cefakâr çalışanlarıyla koca bir çınar Diyanet İşleri Başkanlığı. Ulu çınarın gölgesi ne denli geniş ise personelin de sorumluluğu o denli geniş ve ağır. Bir din görevlisinin temsil kabiliyetine yara- Son demlerimi doya doya, hissede hissede yaşadığım şu günlerde bu nezih ortamda çalışmama imkân sunan tüm çalışanlarımıza teşekkür ve minnet duygularımı sunarım. Başka diyarlarda, mübarek sancak altında selamlaşmak üzere elveda… DİN VE SOSYAL HAYAT Prof. Dr. Mustafa TEKİN İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Akıl/lar ve İslam Aklı İslam’ın modern bir tarzda yeniden inşası, onu kendi metinlerinden değil modern akim zaviyesinden yapılmaktaydı. Bu anlayışa göre İslam, bir indirgemeye tabi tutularak vicdan sınırları içerisinde yeniden tanımlanmakta ve bireyselleştirilmekteydi. Burada bireyin, aydınlanma aklının çerçevesinde dini yeniden algılamasının yolu açılmakta ve bir meşruiyet düzlemi oluşturulmaktaydı. Akıl, postmodern zamanların dinle bağlantılı olarak tartışmaların odağında yer aldığı bir kavramdır. Batı modernitesine giden süreçte doruk noktasını oluşturan aydınlanmanın akla olan vurgusu, temelde soyut bir aklı öne çıkarmaktan ziyade, Tanrıinsan ilişkisinin yeni bir boyut kazanması, hakikatin kaynağının ‘insan’a doğru kayması ve bir otorite değişimine işaret etmekteydi. Bu bağlamda aydınlanma akıl vurgusu ile daha önceki dönemin “saçma olduğu için inanıyorum” türünden iman olgusuna göndermelerde bulunurken, geçmiş döneme yaptığı eleştiriler üzerinde insan aklını yüceltmekteydi. EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 57 DİN VE SOSYAL HAYAT Batı’nın kendi tarihsel süreci içerisinde sosyal, siyasal ve kültürel karşılıkları bulunan bu tartışmalar, Batı dışı dünyada söz gelimi; İslam dünyasında soyut bir akıl üzerinden konuşuldu; daha da önemlisi Batı düşüncesinin din ve irrasyonalite arasında kurduğu ilişki, bağlamından koparılarak ve bir veri kabul edilerek Müslü- 58 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 man dünyada tartışmalara dâhil edildi. Tam da bu sebeple, Osmanlının son döneminden itibaren özellikle “İslam” içerikli konuşma ve metinlere dâhil edilen “akıl” vurgularının, bildiğimiz “akıl” kelimesine ilave bir anlamı ve içerimi bulunmaktadır. Birincisi; din ve rasyonalite ara- sında kurulan antagonizmik ilişki, İslam’ın akla olan mesafesini ima etmekteydi. Bu açıdan İslam üzerine ilave bir “akıl” vurgusu yapmak zorunlu olarak görülmüştür. Diğer yandan İslam’ın modern bir tarzda yeniden inşası, onu kendi metinlerinden değil modern akim zaviyesinden yapılmaktaydı. Bu anlayışa göre DİN VE SOSYAL HAYAT İslam dünyasının son birkaç yüzyıldır yaşadığı sorunların temelinde, kendi aklını kaybetmesi olduğunu belirtmeliyiz. Bunun sonucu; kendi referans çerçevesi ve kendi aklı ile dünya, insan ve evrene bir bakış geliştirememesi ve üretim yapamamasıdır. İslam, bir indirgemeye tabi tutularak vicdan sınırları içerisinde yeniden tanımlanmakta ve bireyselleştirilmekteydi. Burada bireyin, aydınlanma aklının çerçevesinde dini yeniden algılamasının yolu açılmakta ve bir meşruiyet düzlemi oluşturulmaktaydı. Bu bağlamda İslam’ın akıl dini olduğundan aydın bir din adamı yetiştirme projesine kadar Müslüman dünyanın yeni bir “akıl”la donatılmak istendiğinde kuşku yoktur. İkincisi, bu durum ileri düzeyde gerek İslam’ın temel metinlerinin gerekse İslam üzerine üretilen tarihî ve aktüel tüm müktesebatın yeniden “modern akıl” ile gözden geçirilmesini (okunmasını) beraberinde getirmiştir. Bunun en bariz örneği hadis tartışmalarında izlenebilir. Tarihsel süreç içerisinde hadislerin gerek toplanması gerekse kitaplara kaydı sırasında hadis tenkitleri yapılmıştır. Bu tenkit noktalarının birisi de, akla ve tarihî gerçeklere aykırılıktır. Hâl böyleyken hadislerin günümüz dünyasında yeniden gözden geçirilmesi talebinde ortaya çıkan “akıl” vurgusu, modern akla bir göndermedir. Nihayetinde bu okumanın çok geniş bir düzlemde hadisleri reddetme ya da hadislerde seçmecilik eğilimlerini ortaya çıkardığını gör- mekteyiz. Bu bağlamda, postmodern zamanlarda öne çıkan “akıl” tartışmaları üzerine önemli bir soru sormak lazımdır; hangi akıl? Bu soru her paradigma/medeniyet dairesi ve belki kültürün farklı aklı olduğunu imlemektedir. Cabiri’nin İslam ve etnik bakışın (Arap aklı) birbiri içerisine tedahül ettiği akla bakışı, son kertede İslam’ın farklı bir aklı olduğunu vurgulamaktadır. Cabiri’ye göre, “belli bir kültür vasıtasıyla düşünmek, belli bir referans sistemi aracılığıyla düşünmek demektir. Bu çerçevenin temel gelişmeleri, söz konusu kültürün dinamik ve belirleyicilerinden doğar ki, bunların başında kültürel miras, sosyal çevre ve geleceğe, dünyaya, kâinata ve insana bakış gelir.” (M. Âbid El-Cabiri, Arap-İslam Aklının Oluşumu, Çev. İbrahim Akbaba, 2. Baskı, İst., Kitabevi Bu bağlamda akıl, bir paradigmanın insan, evren ve Tanrı’ya bakışı çerçevesinde şekillenen sosyal, kültürel, siyasal bütün inşa ediş biçimlerini içerir. Dolayısıyla bir toplumun sosyal, siyasal, kültürel vb. ürünleri, bir akim (bakış açısının) sonucudurlar. İslam, ilahî metin üzerinden ümmetin belli bir akıl zaviyesinden dünyayı kurmasını beklemektedir. Yay., 2000, s. 13.) ‘Akim’in soyut tanımı ve nihayetinde hakikatin yegâne kaynağı olarak konumlandırılması, modern zamanların bir kurgusudur. Bu bağlamda akıl, nötr, tarafsız, kültür ve tarih üstü bir algılayışın konusu olmaktadır. Bu durum aslında, Batı aklının kendisini örtük bir biçimde evrenselleştirme temayülünden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla nötr ve tarihüstü akıl sunumunun gerçekte kolonileştirme anlayışının parçası hâline geldiğini görmek lazımdır. Bunu özellikle aydınlanmaya yapılan postmodern karakterli itirazlardan izlemek önümüze oldukça somut doneler getirecektir. Meselenin hakikatle bağlantısını daha kristalize bir anlatımla sunmak için, Batı tarihine kabaca bir göz atmakta fayda vardır. Bu bağlamda Batı tarihini üç döneme ayırabiliriz. Birincisi, Orta Çağ’daki teokratik hâkimiyet düzeni. Bu dönemde hakikatin kaynağı vahiy; dolayısıyla Tanrı’dır. Bu düzen muharref İncil’de var olan Tanrısal akimin bir tezahürüdür. Tevhidin bozulması sonucu bir yandan Tanrı’nın insansılaştırılması (Baba Allah), diğer yandan insanın tanrılaştırılması (Oğul İsa) söz konusu ise de, son kertede Tanrı hakikate kaynaklık etmektedir. İkincisi; reform ve aydınlanma süreçleri ile beslenen modern dönem. Bu dönemin konumuz EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 59 DİN VE SOSYAL HAYAT açısından en bariz karakteristiği, hakikatin kaynağının Tanrı’dan insana doğru değişmesidir. Bu dönüşüm akla olan vurguları da artırmıştır. Çünkü Kant’ın aydınlanma tanımında insanı ergin olmayış hâlinden kurtaracak imkânın akıl olarak öne çıkması (Immanuel Kant, Seçilmiş Yazılar, Çev. Nejat Bozkurt, İst., Remzi Kitabevi, 1984, s. 213.) bu vurguları zorlamaktadır. Burada açık ve örtük biçimde akıl ile vahiy arasında antagonizmik bir ilişki kurulur. Bu bağlamda rasyonalizm “hayatta yol gösterici bir prensip olarak dine değil, daha ziyade akla olan inancı” (Ed. Julia Swannell, The Oxford Modern English Dictionary, Oxford, Clarendon Press, 1992, ifade etmektedir. Bu soyut insan aklına işaret ediyormuş gibi görünüyorsa da, yeni bir insan, evren, Tanrı tasarımı olan ve belli bir kültür tarafından çerçevelenmiş modern akla göndermede bulunmaktadır. s. 893.) Teokratik ve modern dönemin ortak niteliği, her ikisinin de tek hakikat ve tek akla dayanmasıdır. Farkı ise hakikatin akim kaynaklarının farklı olmasıdır. Üçüncüsü olan postmodern dönem ise, hakikatin kaynağını yine insan olarak görmekle birlikte hakikati ve aklı parçalayarak tek olmaktan çıkarır. Bunun pratikteki sonucu ise, hakikatin parçalanarak evrenselliğini yitirmesi, herkesin kendi sınırları içerisinde doğru olan “akıllar”a doğru evrimidir. Parçalanmayı, kaosu öne çıkaran bu yaklaşım, yine Batı dünyasında bir akla tekabül eder. Fakat esas itibarıyla Tanrı ile ilişkile- 60 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 Geldiğimiz noktada, farkındalığı yükseltmek, “İslam aklı”nın temel referans noktalarını önce bir usul olarak tekrar üretmek ve yeniden tarih sahnesine bir özne olarak girmek önümüzde görev olarak durmaktadır. Çünkü başkasının aklıyla menzile varılmaz. rin mahiyetinde bir değişme ve yenilik yoktur. Bu anlamda modernlik, batılı insanın aklını tek hakikat olarak mutlaklaştırırken, postmodernlik her bir insanı kendi sınırları içinde tanrılaştırarak hakikati parçalar. Tam da bu noktada İslam dünyasının son birkaç yüzyıldır yaşadığı sorunların temelinde, kendi aklını kaybetmesi olduğunu belirtmeliyiz. Bunun sonucu; kendi referans çerçevesi ve kendi aklı ile dünya, insan ve evrene bir bakış geliştirememesi ve üretim yapamamasıdır. Dolayısıyla fıkıh, hadis, tefsir ve genel anlamda bilgi ile gündelik sosyal pratikler başka bir akim çerçevesinden üretilerek Müslüman bedende somutlaşıp meşrulaşmaktadır. Onun meşrulaşmasını sağlayan şey ise, gerçekte İslam aklı ile üretilen bilgi olmayıp bedenin Müslüman etiketli garantisidir. Tüm bunları aslında içinde bu- lunduğumuz zamanda bir farkındalık oluşturma ve Müslümanın içinde yaşadığı zamana şahitliği bağlamında söylemekteyiz. Farkındalık, nasıl bir nitelikle, nerede ve hangi yolda olduğumuza dair bir tartışmayı başlatmakla anlamlı hâle gelecektir. Bu açıdan üretimlerimizin “İslam aklı” ile sağlamasını yapmak, en azından varmamız gereken yere mesafeyi ele vermesi bakımından önemli olacaktır. Modern zamanlara gelindiğinde, Müslüman dünya yenildiğinin farkına varmıştır. Bu yenilgiyi kimileri reddetti, kimileri de geçmişi kutsallaştırarak cevap verdi. Geçmişe kaçış ya da onu kutsallaştırma bugünkü sorunlarla baş edemeyişin bir yolu olarak göründü ve diğer hiçbir sorunu da halletmedi. Bir bakıma meydan okuma olan bu yenilgiye kimileri duygusal cevaplar ürettiler, kimileri de sistematik olmayan ancak çabalar içeren cevap ve dirençlerle ortaya çıktılar. Fakat o günden bu yana çok yol alındı. Belki geçen zamanlarda Müslüman dünyanın reaksiyoner tavırlarını ve kendisini diğer kültür içinden meşrulaştırma çabalarını, bu yenilgiyi aşmanın erken sosyolojik doğası kabul etmek mümkündür. Fakat geldiğimiz noktada, farkındalığı yükseltmek, “İslam aklı”nın temel referans noktalarını önce bir usul olarak tekrar üretmek ve yeniden tarih sahnesine bir özne olarak girmek önümüzde görev olarak durmaktadır. Çünkü başkasının aklıyla menzile varılmaz. Osman Gazi’nin türbesi Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Prof. Dr. Osman KÖSE Polis Akademisi 13. asrın sonlarına doğru küçük bir beylik olarak kurulan fakat kısa bir zamanda genişleyerek büyük bir cihan devleti hâline gelen Osmanlı devletinin hangi şartlarda kurulduğu ve geliştiği her zaman merak konusu olmuştur. Anadolu’da çok sayıda beylik olmasına rağmen, Osmanlı beyliğinin bu netameli ve kaotik ortamdan asırlara hükmeden bir yapı şeklinde gelişmesi ve genişlemesi tarihi şartlar ve meskûn coğrafyanın stratejik özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Orta Asya’dan batı yönünde gelen göçler ile Türkmen nüfus 11. asrın başlarında Azerbaycan ve az sonra da Anadolu’nun batı sınırlarına kadar dayandı. Özellikle Azerbaycan ve çevresinde yoğun bir Türkmen nüfus vardı. Bizans yönetiminde olan Anadolu coğrafyasında ise Hristiyan Rum ve Ermeniler başta olmak üzere farklı ırk ve mezheplerden bir nüfus bulunuyordu. Bizans devletinin içinde olduğu siyasi ve iktisadi istikrarsızlık Anadolu’ya hâkimiyeti ve kontrolü zorlaştırıyordu. Müslüman Türkmen nüfus, ticaret ve farklı gayelerle Bizans yönetimindeki Anadolu’da birkaç asırdır zaten yer yer görünmekteydi. Batı’ya doğru yayılan Türkmenler 1020 yılında Azerbaycan’ı tamamen istila ettiler. Kısa bir zaman sonra yani 1071 yılında Bizans devletini Malazgirt’te mağlup edince Anadolu kapıları Türklere tamamen açıldı. Bizans’ın tarihî hezimeti ile sonuçlanan bu zaferden sonra kitlesel göçler sonucu Anadolu’nun demografik görünümü kısa zamanda değişmeye başladı. Malazgirt zaferini müteakip Süleymanşah tarafından Anadolu Selçuklu devleti kuruldu. Osmanlı devletinin doğuşu, güçlü bir siyasi teşekkül olarak ortaya çıkan ve hüküm süren Anadolu Selçuklu devletinin 13. asrın ilk yarılarından itibaren yaşadığı iç ve dış gelişmelerin sonucunda olacaktır. 13. asrın başlarından itibaren Azerbaycan üzerinden Anadolu’ya doğru yürüyen Moğollar önlerine gelen her şeyi alt üst etmekteydi. Güçlü bir askerî teşkilata sahip olan Moğollar, Orta Asya’dan beri önlerine gelen kitleleri ya katlediyor veya daha ilerilere sürüyordu. Kalabalık Türkmen grupları da Moğol ilerleyişinin bir sonucu olarak sığınacak yer olarak Anadolu’ya akın ediyorlardı. Anadolu Selçuklu devleti yöneticileri doğudan gelen bu taze ve savaşçı nüfusu belli bir düzen içinde olan şehirlerde veya kırsallarda iskân etmek yerine, mevcut sosyal düze- EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 61 GEÇMİŞ ZAMANIN İZİNDE ni de bozmamak adına onları Bizans sınırına doğru bir hat üzerine sevk ediyordu. Gelen Türkmen grupları ile asrın ilk yarılarına doğru devletin batı uç bölgeleri olan Ege ve Marmara kıyılarında aktif, vasıflı ve kalabalık bir nüfus kitlesi meskûn hâle geldi. bir Türkmen nüfusun yığılmasını sağladı. Özellikle 1260’lı yıllar, Anadolu’nun siyasi yapısının değişmeye, çeşitli beyliklerin doğmaya başladığı bir dönemdir. Aslında Osmanlı beyliğinin doğmaya başlamasının tarihlerini de 1260’lı yıllara kadar indirmek gerekir. Moğolların, geniş otlaklara ve verimli yerleşime sahip Azerbaycan’ı 1230’lu yıllarda istila etmesi, bu topraklardan kopan Türkmenlerin Anadolu istikametinde büyük göçünü beraberinde getirdi. Moğolların önünden kaçan Türkmen grupları Anadolu’ya giriyor ve batı uç bölgeleri olan Balıkesir, Aydın, Bilecik ve Sakarya istikametlerinde yerleşiyorlardı. Bir müddet sonra Moğolların Anadolu’ya girmesi ve 1243 yılında Kösedağ’da yapılan savaşta Selçuklu devletini büyük bir mağlubiyete uğratması büyük bir siyasi istikrasızlığı da beraberinde getirdi. Bu tarihten sonra Anadolu Selçuklu devleti Moğollara tabi ve vergi veren bir devlet hâline geldi. Bu dönemde siyasi istikrarsızlığın bir sonucu olarak, Osmanlıların yanı sıra çok sayıda beyliğin ortaya çıktığı görülür. 1270’lerde Menteşe Beyliği, 1290’larda Aydın yöresinde Saruhan Beyliği, 1290’larda Kastamonu Beyliği ve 1250’lerde Karamanoğulları Beyliği bunlardan birkaçıdır. Osmanlı devletinin kurucusu Osman Bey’in babası Ertuğrul’un da Moğolların Anadolu’ya ilerleyişi sıralarında 1260’lı yıllarda Eskişehir – Sakarya hattına göç eden gruplardan olduğu sanılmaktadır. Batı yönüne göç eden Ertuğrul Bey, bir boyun başında bulunuyordu. Onun, başında olduğu boy ile geldiği “uç” bölgesinde Anadolu’nun diğer yörelerine göre çok canlı ticari ve sosyal bir hayat vardı. Anadolu’nun batısı yani uç bölgeleri Türkmen dervişlerin yaşamları ve Orta Asya Türk gelenekleri ile renkli bir yaşamın sürdüğü yerler olarak görülüyordu. Anadolu’da büyük bir siyasi tahakküm oluşturan Moğollara Türkmenlerin direnişi diğer beylikler gibi Osmanlı beyliğinin doğuşunu beraberinde getirdi. Moğollara karşı gösterilen direncin zayıf olması batı bölgelerinde büyük 62 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 Osman bey ve boyunun Bilecik – Söğüt civarına gelişinden sonra, daha önce olduğu gibi yoğun Türkmen göçü bölgeyi doldurmaya başladı. Büyük nüfus kesafeti sebebiyle Anadolu’nun batı kısmında ve Bizans sınırında uluslararası büyük pazarların ortaya çıktığı görülür. Özellikle Bursa, Yalova, İznik ve İzmit gibi Ege ve Marmara havzasında bazı şehirler tüccarların sık uğrak yerleri oldu. Uç bölgelerde oturanlar gaza düşüncesine gönülden bağlı insanlardı. Gaza düşüncesinin sosyal hayatın bir parçası hâline gelmesi mevcut zamanda cereyan eden siyasi olayların bir yansımasıydı. Bir taraftan Moğollar ve bir taraftan Haçlılara karşı mücadele toplumda canlı bir ruh yapısını muhafaza ediyordu. Bu ruh yapısı, Osmanlı beyliğinin oluşumu ve az sonra onun Balkanlara geçiş ve yerleşmesini beraberinde getirdi. Ertuğrul Bey ve onun 1281 yılından sonra yerine geçen oğlu Osman Bey dönemlerinde onun başında olduğu topluluk, Kastamonu uç emiri Çobanoğulları komutasında Bizans’a karşı savaşan bir boy şeklindeydi. Buna göre Osman Beyin boyu Kastamonu Beyliği’ne, beylik Anadolu Selçuklu devletine ve o da yüksek otorite olan Moğollara bağlıydı. Yani yöreden toplanan vergiler Moğolların hazinesine gidiyordu. Osman Bey, 1281 yılından babasının ölümünden sonra boyun yönetimini devralınca sistemli bir şekilde sahip olduğu coğrafyayı genişleterek bir beylik hâline getirdi. İlk zamanlar onun harekât merkezi Söğüt’tü. Buradan genişleme yönü Anadolu Selçuklu devletinin ilk merkezi olan İznik ve doğal olarak Marmara havzasıydı. Boy’un başına geçtikten sonra 1288 yılında Karacabey’i Bizans’tan alması onun siyasi otoritesini çevrede pekiştirdi. Bu zafer Osman Bey’i uçlarda Bizans’a karşı mücadele eden sıradan bir bey konumundan uç beyi konumuna yükseltti. Osman Bey’in kazandığı askerî zaferler siyasi gücünü artırdı ve bölgede faaliyet gösteren Turgut Alp, Aykut Alp, Konur Alp ve Samsa Çavuş gibi bağımsız hareket eden gazilerin onun etrafında toplanmasını sağladı. Osman Bey’in şeyhi ve hocası olan ünlü Şeyh Edebali de diğer Türkmen dervişleri gibi bu dönemde Anadolu’nun uçlarına göç edenlerdendi. Vefaiye şeyhi olan Baba İlyas’ın halifelerinden olan Şeyh Edebali, Anadolu’da hayatta olan Babai dervişlerinin en saygınlarındandı. Şeyh Edebali’nin Osman Bey’in üzerinde büyük bir nüfuza sahip olduğu biliniyordu. Aslında 13. asır Anadolu’su Türkmen şeyhleri ve dervişlerinin sosyal hayatta çok aktif oldukları bir dönemdir. Anadolu’da Moğol baskısı, Haçlı seferleri ve batı sınırında olan Bizans devletinin varlığı Türkmen dervişlerde gaza ve cihat ruhunu canlı tutuyordu. Osman Bey’in Bizans’a karşı kazandığı zaferler, ele geçirdiği zengin ganimetler ve canlı ticari hayatın oluşturduğu iktisadi doygunluk, cihatçı ruha sahip genç ve dinamik Türkmen dervişlerinin Osmanlı GEÇMİŞ ZAMANIN İZİNDE Beyliği’nin etrafında kümelenmesine sebep oldu. Yoğun Türkmen akınıyla Anadolu 13. asırda artık bir Türk yurdu görünümündeydi. 1279 yılında Anadolu’dan geçen Marco Polo, Anadolu’dan bahsederken “Turkmenia” ifadesini kullanmaktadır. Moğolların baskısı ve Anadolu Selçuklu devletinde 1288’li yıllardan sonra gelişen iç olaylar nedeniyle Osman Bey daha rahat hareket etmeye başladı. O, Anadolu’nun batısında ve Bizans sınırında olmanın imkânlarını iyi kullanarak topraklarını genişletmeye başladı. Osman Bey, Germiyanlılar gibi etrafta olan beyliklerle mücadele etmek yerine iç siyasi istikrasızlık içinde olan Bizans ile mücadele etme ve onlardan topraklar kazanma yoluna gitti. Bu politika, uçlarda olan Türkmenler tarafından da hoş karşılanıyor ve ganimet elde etmek amacıyla Osman Bey’in etrafında güç birliği oluşturuyorlardı. Bu politikanın bir sonucu olarak Osman Bey, 1298 yılında Bilecik’i fethederek topraklarına kattı. Osman Bey’in başında olduğu boyun artık bu tarihlerden sonra beylik hâline geldiği kabul edilmektedir. Osman Bey, 1301 yılında Yenişehir’i aldı ve 1302 yılında da Bizans devleti ile, büyük akisler yaratan Koyunhisar muharebesini yaptı. Koyunhisar muharebesi, Marmara havzasına hâkimiyet noktasında Osmanlı beyliğine stratejik bir üstünlük sağladı ve İznik ile İzmit’in yolunu açtı. Osmanlı devletinin kuruluşu bu tarihlere rastlamaktadır. Genel kabul gören anlayışa göre, Anadolu Selçuklu devleti sultanı II. Mesut’un Yenişehir zaferi üzerine Osman Bey’i Uç Beyi olarak ataması ile 1299 yılı Osmanlı devletinin kuruluşu olarak bilinmektedir. Fakat son yıllarda ortaya sürülen bazı tezlerde, 1302 Koyunhisar savaşı da Osmanlı devletinin ku- ruluş yılı olarak zikredilmektedir. Her iki tarihte de Osmanlı beyliği Anadolu Selçuklu devleti ve büyük kağan olarak da Moğollara bağlıdır. Bu nedenle Osmanlı devletinin kuruluşu için nokta bir tarih vermek zordur ve imkânsızdır. Eğer mutlaka bir tarih vermek gerekiyorsa Osman Bey’in Anadolu Selçuklu sultanı tarafından Uç Beyi olarak atandığı yıl olan 1299’u vermek yerinde olacaktır. Anadolu Selçuklu devletinin 1308 yılında siyasi hayattan tamamen çekilmesi ile Osmanlı beyliği kısmen daha bağımsız olduysa da hala Moğollara vergi veren bir devlet konumundaydı. Osmanlılar, Moğollara uzun yıllar daha vergi ödediği ve bu tarihin Orhan Bey’in iktidarının neredeyse sonlarına kadar sürdüğü bilinmektedir. Osman Bey, 1321 yılında da Mudanya’yı aldı. Onun hedefi büyük bir ticari merkez olan Bursa’yı almaktı. Bursa, hem uluslararası ticaretin ve hem de üretimin yapıldığı önemli bir merkezdi. 1326 yılında burayı kuşattı fakat kuşatma devam ederken 68 yaşında vefat etti. Osman Bey öldüğü zaman Osmanlı beyliği, kurumları, askeri teşkilatı ve sahip olduğu coğrafya ile küçük bir devlet görüntüsündeydi. Babasından bu mirası 45 yaşlarında büyük bir tecrübeye sahip olarak devralan Orhan Bey, ilkönce Bursa’nın fethini tamamladı ve burayı devletin idare merkezi yani başkenti yaptı. Onun 1331’de İznik, 1337 yılında İzmit ve 1345 yılında da Karesi beyliğini sınırlarına katması Osmanlı beyliğini uluslararası bir üne kavuşturdu. Kısa zamanda ve kalıcı olarak verimli İznik ovası ve Ankara’ya kadar ulaşması Osmanlı beyliğinin istikrarlı yükselişinin göstergeleridir. Orhan Bey, Bizans ile iyi ilişkiler içinde oldu. Bizans ile ilişkileri iyi değerlendirerek topraklarını genişletti. Onun komşu Karesioğlu beyliğini alması bu siyasetin bir sonucudur. Bizans sarayı ile olan evliliğin bir sonucu olarak da burada taht kavgalarına müdahil oldu ve 1352 yılında Çimpe kalesini alarak Rumeli’ye kadar uzandı. Bu tarihten sonra Gelibolu ve Rumeli’nin peş peşe Osmanlı devletinin eline geçtiği görülmektedir. Edirne, 1363 yılında alınınca başkent Bursa’dan buraya nakledildi. Artık Osmanlı devleti bir ayağı Anadolu’da ve bir ayağı da Balkanlarda bölgenin saygın bir devletiydi. Osmanlı beyliği, kurucusu Osman Gazi’ye izafeten onun adı ile anılmıştır. Bu dönemdeki genel anlayışa göre kurulan devletler ilk kurucusu veya onun babasının adı ile anılmaktadır. Devletin ilk kurucusu Osman Bey olarak görülmesine rağmen, teşkilat ve kurumlarının oluşumu ve Moğol tahakkümünden kurtuluşu dikkate alındığında Osmanlı beyliğinin bir devlet haline gelmesi Orhan Bey zamanındadır. Osmanlı beyliği ilk zamanlardan itibaren ilim adamlarına, sanatkârlara ve tüccarlara büyük değer verdi. Devletin sağlam temeller üzerine kuruluşu ve asırlarca devam etmesi bu hassasiyetlerin bir göstergesidir. Osmanlı devletinin kuruluşunun 1453’lere kadar uzatıldığı da varsayılan görüşler arasındadır. 150 yıl kadar bir dönemin kuruluş yılları olarak adlandırılması, devletin daha sonra gerçekleştirdiği coğrafi, siyasi ve sosyal inkişaf ile kıyaslanmasının bir sonucudur. Bununla beraber; 1299 veya 1302 yılları Osmanlı devletinin ilk kuruluş yılları olarak kabul görmesine rağmen, 1402 yılında Moğollar ile yapılan Ankara savaşından sonra yaşanılan fetret döneminin sona erdiği tarih olan 1413 yılı da ikinci kuruluş yılı olarak kabul edilmektedir. EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 63 kültürsanat edebiyat Şair Nabi ve Hikmet Şiiri Prof. Dr. Namık Açıkgöz Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Nâbî, ilâhî sırların yanı sıra, toplumsal ilişkilerin arkasında yatan bireysel ve toplumsal hikmetleri fark edip dile getiren bir şâirdir. Bunun yanında Nâbî’nin zaman zaman bir zekâ taşmasının göstergesi olarak hikmetleri ironik bir şekilde ifade ettiği de görülür. Hikmet, esas itibarıyla “eşyanın sırrına ve künhüne vâkıf olmak ve bu vukufiyeti ifade etmek”tir. Diğer yandan hikmet, insan zihni ile obje (şey-şeyler) arasındaki, zihin, zekâ ve keşif merkezli bir işleyişle üretilen bir bilgidir. Edebiyatta buna retorik/belagat da eklenir. Retorik de zihin, zekâ ve keşif çerçevesinde tezahür ederek şey’lerdeki keşif ile dilsel/lisani keşif birleşir. Böylece anlam ve ifade güzelliği ortaya çıkar. Kısaca “görme, algılama, yorumlama ve ifade etme” merhalelerinin sonunda dile getirilen şeydir hikmet. Batı hikmeti eşyanın zahirî boyutunda kalmışken, Doğu hikmeti ve özellikle İslam dünyasında hikmet, ilahî sırların kul tarafından keşfedilmesi demektir. İslam dünyasında bazı keşifler dile getirilmiş, bazıları da dile getirilmemiştir. İlahî bilgi, ilm-i ledün sahipleri tarafından keşfedilirken, bu sırri bilginin faş edilip (kamusallaşıp) faş edilmeyeceği (kamusallaşmayacağı) da öğretilir. Faş etmemesi gerektiği hâlde sırri bilgiyi faş eden cezalandırılır. Mesela tasavvuf ehli, Hallac-ı Mansur’un faş edilmemesi gereken bilgiyi faş ettiği için cezalandırıldığına inanır. İlahî sırların yanı sıra, bir de asıl itibarıyla ilahî sır olmakla beraber, toplumsal yaşayışta tecelli eden 64 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 sırlar da vardır ki bunlar insanın insanlarla, tabiatla, kavramlarla ve eşya ile ilişkilerinde gizli olan bilgilerdir. Bu tür bilgiler, gene zekâ ve keşif merkezli bir işleyişle fark edilir ve aynı şekilde zekâ ve keşif ile ifade edilirler. Toplumsal tecrübelerle fark edilen bu sırların bir kısmı, atasözü olarak dillerde dolaşır. Bireysel keşif ve ifade olan hikmetlerin bir kısmına “vecize” denmektedir. Bu tür keşif ve ifadelerin en yoğun olduğu bir alan da şiirdir. Şiirde, keşfe dayanan kelimeler arası ilişki özgünlüğü ile beraber, eşyanın künhüne vakıf olanların keşfi bir araya geldiğinde, “şiirde hikmet” ortaya çıkar. Klasik Türk şiiri döneminde de bunun en büyük örneği şair Nabi ve şiirleridir. Nabi, yeryüzünün ve gökyüzünün tamamen hikmetli sırlarla dolu olduğunu ve bunları fark etmek için, başta keşif zihniyeti olması gerektiğini, bunun yanı sıra bu sırrı görecek göz ve ifade edecek ağız gerektiğini şöyle söyler: Leb-â-lebdür zemîn ü âsmân esrar-ı hikmetden Velîkin keşf ü tahkîka sezâ çeşm ü dehen gerekdür Nabi, bir başka beytinde kâinat kitabının hikmet sırlarıyla dopdolu olduğunu ama cihanın onları anlayıp idrak edemeyecek cahillerle dolu olduğunu; esas bunlardan KÜLTÜR-SANAT-EDEBİYAT şikâyetçi olduğunu söyler: Kitâb-ı kâ’inât esrâr-ı hikmetle leb-â-lebdür Şikâyet cehlden feryâd bi-idrâkliklerden Varlık dünyasının sırlarla dolu olduğunu bilen Nabi, şiirlerinde, daha çok insan ve toplum, insan ve kavram arası ilişkilerdeki sırları ifade etmiştir. Bugün dilimizde birer vecize gibi dolaşan hikmetli beyit ve mısralar söyleyen Nabi’nin meşhur beyit ve mısralarından bazıları şunlardır: Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz Biz neşâtın da gamın da rûzigârın görmüşüz Hayat tecrübesine ve yaşanmışlığa dayanan bir ömrün insani birikiminin zenginliğini anlatan bu beyit, aynı zamanda, seçilen kelimeler ve bunların birbiriyle ilişkisi açısından, bir retorik/belagat harikasıdır. Şair, ilk mısrada hüznün sembolü olarak hazanı, sevinç ve mutluluğun sembolü olarak baharı zikreder; bunlara paralel bir şekilde, ikinci mısrada neşat (sevinç) ve üzüntü (gam) kelimelerini zikreder. Nabi’nin dillerde dolaşan bir başka hikmetli mısraı ise şudur: Sitem hep âşinâlardan gelür bîgâneden gelmez Bu mısrada Nabi, yaşanmışlık eseri olan bir sonucu dile getiriyor. Bilindiği gibi, insanlar arası ilişkide, zaman zaman husumet, düşmanlık, kızgınlık, öfke gibi olumsuz duyguların varlığı beslemesi söz konusudur. Bunlardan birisi, sitemdir. Birisini nazikçe eleştirmek demek olan sitem, aşinalara, yani nazının geçeceklerine edilir; hiç tanınmayan birine sitem edilmez. Düşmana zaten sitem edilmez. Nabi’nin bir başka meşhur mısraı da şöyledir: Kenârun dilberi nâzik de olsa nâzenîn olmaz Nabi, bu mısraında, kenar (taşra)’nın güzeli ile şehrin güzelini mukayese eder ve şehirdeki işlenmiş hâl-hareket ve tavrın, taşraya göre daha ince ve daha işlenmiş olduğunu belirtir. Nabi, merkez-taşra (kırsallık-kentsellik) farkını, köklü ve kadim bir ayrım olan, kırsalda “emek yoğun”, kentte “bilgi yoğun” bir oluşum sergilendiğini, “arif-bahadır” mukayesesinde şöyle belirtir: Hünerün var ise bir şehrde bir ârif bul Yoksa her karyede bir nice bahadır bulınur İnsanlığın, her dönemde doğruya yönelmek yerine maddiyata yöneldiğini ise Nabi, şöyle söyler: Kâfir-dilân-ı hırs ferâamûş idüp Hak’ı Şimdi sanem-misâl perestiş guruşadur Nabi, maddiyat düşkünlüğünü eleştirdiği bir başka beytinde, aslında hiçbir maddi zenginliğe rağbet etmemesi gereken Müslümanların dahi, caminin vakıftan mahrum eski olanına değil, zengin vakıflı olanına rağbet ettiklerini şu beytinde ifade eder: Şöhreti mâl iledür ma’bed-i İslâmun da Câmi’-i köhne-i bî-vakfa cemâ’at gelmez Nabi, inançlı bir Müslüman olarak, devrinin Müslümanlarının tavırlarını da hikemi bir şekilde eleştirir. Mesela aşağıdaki beytinde Nabi, camilerin ramazanlarda ağzına kadar dolduğunu ve bu yüzden normal zamanda camilere gelenlerin ramazan ayında yer bu- lamadıklarını söyler: Zihâm o gûne cevâmi’de rûz-ı rûzede kim Mülâzımân-ı kadîmü’z-zamâna yir kalmaz Cenneti, baba mirası bir ev olarak gören Nabi, kendisini bu mirastan kimsenin mahrum edemeyeceğini, ironik bir şekilde şöyle dile getirir: Kimdür bizi men’ eyleyecek bağ-ı cinândan Mevrûs-ı pederdür girerüz hâne bizümdür Nabi, bu dünyaya tamah etmeme fikrini açıkladığı şu beytinde, öyle bir fakirlik anlayışından bahseder ki, en müflisler için bile iki cihanı bir zekât olarak vermek, bir alçaklıktır; çünkü sahip olunan muhabbetullahtır ve zekâtın kırk katı bile bu zenginliğin yanında hiçbir değer ifade etmez: Biz ol fukarâyuz k’olınur add-i denâ’et Kevneyni zekât eylemek en müflisümüzde Toplumda, boş konuşanların hoş karşılanmadığını bilen Nabi, boş konuşma ile horozun ötmesini mukayese eder ve horozun ötmesini, boş konuşmaya tercih eder. Çünkü horoz, ötmesinin anlamını bilmezse de hiç olmazsa ne zaman öteceğini bilir: Sühan-ı bîhûdeden hoş gelür avaz-ı horûs Bari ma’nasını bilmez ise de hengâmı bilür Verilen örneklerden de anlaşılacağı üzere Nabi, ilahî sırların yanı sıra toplumsal ilişkilerin arkasında yatan bireysel ve toplumsal hikmetleri fark edip dile getiren bir şairdir. Bunun yanında Nabi’nin zaman zaman bir zekâ taşmasının göstergesi olarak hikmetleri ironik bir şekilde ifade ettiği de görülür. EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 65 kültürsanat edebiyat Bu Yağmurlar Bize Ne Söyler? Muhammet Emin GÜrdamur Efendimiz bir defasında yolda ashabıyla yürürken yağmur yağmaya başlamış. O da mübarek başını açıp yağmurun tenine, yüzüne yağmasına izin vermiş. Neden böyle yaptığını soranlara da “çünkü” demiş, yağmuru göstererek, “Onun Rabbiyle ahdi benden daha taze.” 66 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 KÜLTÜR-SANAT-EDEBİYAT varların, bu eskitilmiş kelimelerin ağırbaşlı Eskiden kalma eskitilememiş “Bana eşyanın hakikatini göster.” Anlamak içinama dikkat gereklidir. Dikkat, sakin bir yaklaşımla, bir düşümuhatabı insandır. Boyna asılan ibir sorudur; eşyanın hakikatinin Âlemlere olarak gönderinüşle gerçekleşir. Yani anlamakradenin, için sessizlik, sessizlik anında da dikkatrahmet gerekir. ne olduğu. ayaklara dolanan kaosun, len Efendimiz bu duayı yaparak, elinden tuttuğu kaderin ve ciğere meseleyi salt zihinsel bir devinim Her şeyin ölçüsü insan mıdır bioturan firakın muhatabı insandır. olmaktan çıkartıp bizzat hakikat linmez ama her şeyin muhatabı kıvılcımına dönüştürmüştür. Buinsandır. Uzayıp giden yolların, Her doğum kitabın ortasından başradan mülhem, eşyanın, varlığın solan güllerin, kuş uçmaz kervan lamak gibidir. Öyle değil midir? ve insanın hakikati aynı yöne kıgeçmez dağların, birbirini tekrar Öncesi ve sonrasına dair pek az şey yam duran ayçiçekleri gibi bize edip duran ve bunu bir marifet bilen tarafıyla, bilmediğinin farkınbir istikamet sunmaktadır. Yer, sayan çöllerin, akreplerin, çıyanda olan tarafıyla en cerbezeli varlığa gök ve içindekiler kendilerinden dönüşüvermez mi insan? Gezegenların, krizantemlerin, okyanus didaha büyük sorularla idrakimizin bindeki karanlıkların, savaşlarda ler onun etrafında döner, kuşlar ya sinir uçlarını ayartırken, zihinleribombalanan şehirlerin, titreyerek ona doğru ya ondan öte uçarlar. miz kelimelerin kifayetsiz kaldığı ölen çocukların, onların kamerada Âlem bir dekordur artık. İnsan o duran gözlerinin, kan sıçramış dudekorun kalbi, “zübde-i âlemdir.” mayın tarlalarına sürüklenirken, EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 67 kültürsanat edebiyat “Bana eşyanın hakikatini göster.” diye dua eden Peygamber (s.a.s.), sadece eşyaya değil, sadece hakikate değil, varlığın da yokluğun da sahibi Allah’ı kâmilen bilmeye taliptir. Bir insan için ufku değil, ufkun ardını değil, ufkun sahibini bilmek en büyük marifet olsa gerektir. insanlığın en bilge yol göstericisi Efendimiz, neyi nerede aramamız, neyi kimden istememiz gerektiği konusunda altın bir öğüdü kulaklarımıza küpe yapmakla kalmamış, bizlere hakikatin istikametini göstermiştir. Nedir bu olup bitenler etrafımızda, nedir bu yağmur, bu toprak nedir? Şu yeryüzünün çukurlarını dolduran okyanuslar, gece ve gündüz nedir? Mukayyet olduğumuz şu zaman nedir? Geri dönülmez bu gidiş nedir? Bir dağ köyünde yıldızları sayan şu çocuk nedir? Kentlerin günah kokan dehlizlerine tempo tutan bu ağır aksak müzik nedir? Soruların teker teker değil, üst üste, iç içe gelmesi nedir? Hayat delirtici alaşımıyla hiçbir şeyi kendi başına bırakmaz. İnsan bir su kuyusuna düşüp renkleri akan, birbirine karışan resimlere benzer. Şimdilerde ona “kelebek etkisi” diyorlar. Bizler rastgele kanat çırpar ve yolumuza devam ederiz. Ancak o kanat çırpışımız, geride bıraktığımız o minicik iz büyür büyür ve bir kasırgaya sebep olur. “Gerçekten biz ölüleri mutlaka diriltiriz, onların önceden yapıp gönderdiklerini ve bıraktıkları eserlerini yazarız.” (Yasin, 36/12.) Kur’an bize, geride bıraktığımız izlerden de sorumlu olduğumuzu hatırlatır değil mi? Acaba tebessüme sadaka payesini bu yüzden 68 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 mi vermiştir Efendimiz? Sözgelimi yanından geçtiğimiz simitçinin, evine yorgun dönerken gözü bize ilişen delikanlının, caminin çay ocağında oturup çocuklarının istikbaliyle dertlenen orlon fesli ihtiyarın, sokak başında dilenen, en çok da insanlık dilenen bir mültecinin, herkesin, bütün yeryüzü sakinlerinin durgun ve karamsar denizine dokunuveren bir tebessüm... Biz geçip gittikten sonra bizden habersiz halelenerek yaşama ümidine, kulluk sevincine, bir lokma ekmeğe dönüşecek o sıcak tebessüm... Hiç yoktan bu imkânı içinde barındıran tebessüm… İnsanlar bedenlerinin eksikliklerini söylemekte ustadırlar. Ama çoğu zaman ruhlarının ihtiyaçlarından habersizdirler. Kendisinden habersizken eşyanın hakikatinden nasıl haberdar olsun insan? Bir insanı bir filmle, bir romanla, bir biyografiyle anlatabilir miyiz? Kim kimi özetleyebilir? Bütün bıraktığı ve aldığı izlerle insanı kim anlatabilir? Kim anlayabilir insanı? Ne hayat sanıldığı kadar panoramik, ne insan tek zamanlı. Bin bir çeşit izlerden, bin bir çeşit rüzgârlardan ve bin bir çeşit rüyalardan beslenen insanı ancak ve ancak ona şahdamarından yakın olan Rabbi (c.c.) anlar. Ne güzel demişler; ağaca yaslanma kurur, duvara yaslanma yıkılır, insana yaslanma ölür, diye. Bu tecrübeli ses yankılanmaya devam ediyor. Varlığa yaslanma yok olur, yokluğa yaslanma var olur. Zamana yaslanma o da kuldur! İnsan dünyanın gideremeyeceği yalnızlığa sahiptir, çünkü kalp sahibidir. Kalp sahibi olmak şairin dediği gibidir; “Kalp yaralanmaz çünkü yaradır.” O kalbin sahibi de şifası da yalnız ve yalnız, ancak ve ancak Allah’tır. “Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 13/28.) O’nu anmak kalplere şifa, O’nu bilmekse ebedî devadır. Mutasavvıflar, varlık âlemini Allah Teala’nın isim ve sıfatlarıyla tecelli ettiği aynaya benzetirler. Ayna dedikleri eşyadır. “Bana eşyanın hakikatini göster.” diye dua eden Peygamber (s.a.s.), sadece eşyaya değil, sadece hakikate değil, varlığın da yokluğun da sahibi Allah’ı kâmilen bilmeye taliptir. Bir insan için ufku değil, ufkun ardını değil, ufkun sahibini bilmek en büyük marifet olsa gerektir. İnsana varlık âlemindeki tecelliler rehberdir. En başta insanın kendisi bir hakikat fragmanıdır. Karaya düşmüş bir ahtapotun yuvarlanarak, gelişigüzel her şeye tutunarak okyanusa varmak istemesine benzeyen trajedisiyle insan, saniyede yirmi dört kareye sığmayan bir fragmandır. Doğan her gün bir öncekini nasıl temize çekerse, na- KÜLTÜR-SANAT-EDEBİYAT Duralım ve yağmuru dinleyelim. Eşyayı dinleyelim. Kâinatı dinleyelim. Her ses bir tohumdur. Tohum bir ayettir, kuru bir odun parçası yemyeşil etekler giyinir. Bu dünyadan kam almak ham hayaldir. sıl başkalaşırsa bildikleri insan da öyle akıp durmaktadır. İşte burada insana lazım gelen bir edeptir, bir metottur. Bir anlam sıçramasıdır. Efendimiz bir defasında yolda ashabıyla yürürken yağmur yağmaya başlamış. O da mübarek başını açıp yağmurun tenine, yüzüne yağmasına izin vermiş. Neden böyle yaptığını soranlara da “çünkü” demiş, yağmuru göstererek, “Onun Rabbiyle ahdi benden daha taze.” O gün yağmur bugünkü gibi yağmıştı; tane tane. Bugünkü gibi sıcaklığın etkisiyle gökyüzüne yükselen su buharı soğuyarak yoğunlaşmıştı. O gün çölün tepesinde bunlar olmuştu. Yoğunlaşmanın ardından küçük su damlacıkları meydana gelmiş ve yağmura dönüşmüştü. Yağmur yağmış, hurma dalları gevremiş, her yağmur sonrası olduğu gibi topraktan o kadim koku yayılmış, kuşlar sevinmiş, karıncalar yuvalarına çekilmişti. Sadece Efendimiz, bir idrak kalası olarak, yeryüzünün bütün evrelerini içine alan, sadece gözlemlenebilir tarafından değil, kalple bilinmesi gereken tarafından da tutup, bildikleri insanı esir almasın diye, neye nasıl bakacağını, neyi nasıl göreceğini unutmasın diye, ama olabildiğince sakin ve alabildiğince insana dair bir haşyetle yağmuru okumuştu. O günden önce olduğu gibi o günden sonra da insan yağmura muhatap olmaya devam etti. Ama “her şeyin ölçüsünü insan” bilenler, insanı aşan anlamlara düğüm atanlar, yağmurdan kaçmaya devam ederek en başta hayretlerini, sonra haşyetlerini ziyan edenler, kendi iradeleriyle kalplerini kurutmayı seçenler, ne yağmurun ne eşyanın ne de insanın Rabbiyle ahdine kulak verenler, derin bir anlamsızlık ve formüllerle dolu bir beyinle bu dünyadan geçip gitmeyi seçtiler. Duralım ve yağmuru dinleyelim. Eşyayı dinleyelim. Kâinatı dinleyelim. Her ses bir tohumdur. Tohum bir ayettir, kuru bir odun parçası yemyeşil etekler giyinir. Bu dünyadan kam almak ham hayaldir. İyisi mi duralım ve yağmuru dinleyelim. Bugün değilse bile bir gün, elbette bir gün kalplerimiz o derin haşyeti duyup gözlerimizi nemlendirecek. Eşyanın hakikatine giden yolda kalplerimize bir kıvılcım çakacak. O kıvılcım dualarla çoğalacak ve yolumuzu aydınlatacak. EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 69 kültürsanat edebiyat Göklerden Köklere Çağrı Meral Günel Maltepe Vaizi Yöneliş İbadetler Allahın, ruhu korumak üzere insana bahşettiği sığınaklardır, der Sezai Karakoç. Namaz benliğin direncini, oruç şehvetin gücünü, zekât mülkiyetin kibrini kırar. Hac bütün bunları bünyesinde harmanlayarak yeniden inşa eder Müslümanı. Bireysel benliğinin elinden tutar ideal benliğe taşır, hatta onu da aşırtır. Uzlete meraklı olanları, tek başına ötelere ulaşmaya çalışanları, öğrettikleriyle sükût-i hayale uğratır. Değerleri altüst eder, ezber bozar, gerçeklik duygusunu sorgulatır her adımda. Bunu da bilgiyle şuurun iç içe geçmesiyle sağlar. Şuursuz bilgi kalbi katılaştırır, bilgisiz şuur ayağı kaydırır zira. Hac, kulun rabbiyle arasında- 70 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 ki kulluk zincirinin test edildiği muhteşem bir ibadettir. Zincirin sağlamlığı en zayıf halkanın direnci kadardır, malum. Hac yolculuğu zayıf halkalarınızı ifşa eder tek tek. Kendinizde var olup da farkına varamadığınız iyi kötü türlü yönleriniz uykudan uyanır, başlarını uzatır, size göz kırpar. Bu yüzden daha yola çıkmadan uyarıcı işaretler gelir: rafes, füsuk ve cidal (şehvet, kötülük ve tartışma)den uzak durun (Bakara, 2/197.), üç ana çeldiriciden… bu yolda azığınız takva olsun… akıllıca hesap yapın; korkulup çekinilecek merkezi doğru tespit edin. Hac, İbrahim ailesinin insanlığa hatırası; zaman, mekân ve insanın kucaklaştığı bayram. Göklerden gelen çağrıya köklere dönerek verilen cevap. Sabırla tevekkül, hoşgörüyle tefekkür, tebessümle gözyaşı, pişmanlıkla bağışla(n)ma, hasretle muhabbet… Duyuş İlk müezzini İbrahim as olan bir davettir gelen (Hac, 22/27)… Davet sahibi Allah, davet edilen, kul… Herkese ulaşan bu çağrıyı sadece alıcılarını o yöne ayarlayanlar mı duyar ya da çağrı kulaktan gönle düşmeyince ilgi mi görmez, bilinmez. Dualar hep bu çağrıya yazılıdır bazı ömürlerde. Şuura yöneliş, dilden dökülen “buyur Allah’ım” tekmiliyle başlar, insanı kendindeki irade gücüne şaşırtan ihramla devam eder. Azmedildiğinde ne kadar dikkatli olabildiğini keşfetmek ilginçtir. Yolculuk başlamıştır, ilerlemek için yola düşmek gerek. Yıldızların ayak izlerini aramalı gece gündüz vahyin sağanak sağanak indiği bu mekânda… Görüş Yücelere ermek, ilerlemek ister insan. (Vücudumuzun, bakışımızın öne doğru oluşu sanki bu meylimizdendir.) Yücelerin de daima yükseklerde olduğunu sanır. İnsanı en yüceye taşıyan merdiven bazen bir vadide saklı olabilir oysa. Bağrı yanık dağların, ekin bitmez bir arazinin orta yerinde. Sonsuzluğa çıkış basamağı önce derinlere çağırır sizi. İnmeden çıkamazsınız. Bütün eğreti makyaj ve etiket- KÜLTÜR-SANAT-EDEBİYAT lerden ihramla sıyrılabilen insan görece yüksekleri de ardında bırakır. Bundan sonra göreceklerinin hiç biri için beden gözü kâfi gelmeyecek, bilgi ve hikmetle yoğrulmuş aklın, gönlün kılavuzluğuna muhtaç kalacaktır. Sadelik ve yalınlıkta gizli ihtişama şahit olacak, gerçek izzet ve şerefin nerelerde aranması gerektiğini anlayacaktır usul usul. Yokluk âleminden varlığa seçilmişliğimizi unutmak insan/nisyan ile malül oluşumuzun doğasında var. Kâbe’ye varmak bu “seçilmiş olmak”lığı gün yüzüne çıkarıverir. Seçilmiş olduğunu fark edebilmek ağır bir şükran borcu bırakır müminin omzuna. Heyecan, şükran, utanç, sevinç… tarif edilebilen edilemeyen bütün duygular her bir kılcal damarı sarsar, titretir; çoğu kez gözden billur olur akar. İhtiramda kusur ediveririm endişesiyle atılır ilk adımlar. Ömürlük ibadetin bir ömre değecek ilk adımları. Dönüş Kâbe’ye vardınız mı artık her şey sıradanlık esvabından soyunmuş, anlamlar hırkasına bürünmüştür. Attığınız her adım sizi sizden alır, döndürür dolaştırır yine size getirir; anlarsınız ki derdin kaynağı da dermanı da sizdedir. Rab’den gelip Rabb’e dönecek oluşumuz gibi kendine, özüne döndüğünde tamamlanır insan. Kendisi gibi ama kendi dışındaki binlerle kâinat korosuna katılır, bütünleşir, modern hayatın bütün sanrılarından sıyrılarak... Tavafta birbirine dolaşan adımlar her dönüşle nefsin yüreklere bindirdiği ağır katmanları burgu burgu aralar, kendi içinde devirler devirerek derine daha derine sevk eder insanı. Arınmak, hafiflemek için başlangıçtaki tertemiz oluşa varma arzusu kıpırdar yüreklerde. Tevhit merkezine sabitlenen kalbi odağından, dili tesbih ve zikirden ayırmayarak. Böylelikle her istilam yeni başlangıçlar için ahitleşme olur rabbiyle kul arasında. Dokunuş Her bir menzilinde ruhun yeniden dirildiği bir yolculuktur hac ibadeti. Kimi zaman dikey kimi zaman yatay düzlemlerde konuşur sizinle menziller… kâh köklerinize uzanır, İbrahim milleti kimliğinizi ören anlam kıyılarına demir atarsınız, kâh yanı başınızda hem tamamen sizden hem size yabancı olana dokunur dünyanın lezzetlerini tadarsınız, kâh geleceğin kaderine tuzu da benden olsun misali, bir tuğla da siz koyarsınız. Hac, hiçbir şeyin artık eskisi gibi olamayacağı bir başlangıçlar silsilesidir. Kalbe, bedene, zihne dokunarak insanı içindeki kanlı, kirli yönüyle yüzleştiren, içindeki iyilik ve kötülük potansiyeliyle karşı karşıya getiren bir ibadet… ferdin bütüne (topluma) dokunarak yapboz parçası gibi tamamlayıcı yönüyle karşılaşması… eksiği ve fazlasıyla, olan ve olması gerekenle, ideal ve gerçekle… aynı gayeyle aynı merkezde bu kadar farklı olanın muhteşem uyumunu yakalayarak ümmet benim içimde ben ümmetin parçasıyım diyebilmek… ortak paydaları aramaya ortak duygulardan başlamak… ümmetin profilini, büyük kültür mozaiğini resmin tamamında görmek… sorumlulukları kucaklamak… İnsan benliğini yerelden evrensele taşıyan, her ritüelinde iki taraf arasındaki geçişkenliğe şahit olduğunuz köprüdür hac… Arayış Arayış sa’y olur Safa Merve arasında. Ab-ı hayata kavuşmak için atılacak adımlar bitmemişse durmamak gerek. Yaşadıklarınızın kucağınıza bıraktığı endişe sizi dövünmeye değil arayışa sevk etmeli. Hz. Hacer’in ördüğü sekinet, gayret, tevekkül ve teslimiyet hırkasını giyerek. Duruş Deruna vâkıf olabilmek için, hızla tüketilen hayatın ritmine karşı dik duruşun adı Arafat… Durmak ama geçici bir süre… Yerinde, zamanında ve yeteri kadar… Ne erken ne geç, ne az ne çok… “hac arafattır” hadisince bakılırsa haccın omurgası vakfe. Kulluğun, şuurun demlenmesi… marifeti intac edecek iltifat için mola… rabbin karşısında kulluğun acziyetini ikrar eden ademin adam olduğu zirve… İrfana açılan pencere. Yürüyüş Yürüyüş, insanı kendi içine yoğunlaştıran bir dönemeç. Arafat’ın yüklediği enerjiyle Mina’ya odaklanan insan hedefe kilitlenmiş kurşun gibi kararlı ve etkili ilerler. Bu yürüyüş, her tür tıkanmışlıkların açıldığı vakumlu bir hareketle sizi çeker en azılı düşmanınıza doğru. Gide gide gördüğünüz şey, o dışarıda sandığınızın aslında tam da içinizde olduğudur. Mina’da taşlar insanı Allah’tan uzaklaştıran cehalet, bencillik, kibir ne varsa alaşağı edebilmek için atılır. Hedefin aslında karşıda değil tam da içinde olduğunu bilerek; bilenerek, bilinçlenerek… Geçiş Kendinden ve sevdiğinden… bedenen ve zihnen… İnsanı bağlayan tüm bağların tereddüt etmeden kurban edilişi… aşkın sınanışı… Hac, dünyadaki yolcuğu bir düşüşle başlayan insanın yükseliş hikâyesi… “Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bazısını, senin kutsal evinin (Kâbe’nin) yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için (böyle yaptım). Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir, onları ürünlerden rızıklandır, umulur ki şükrederler.” (İbrahim, 314/7.) EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 71 EN G Ü Z E L İ Sİ M L E R Her Müşkülü Giderip Hayır Kapılarını Açan FETTAH Fatma BAYRAM Önümüzde hangi kapıların açık olmasına muhtaç değiliz ki? Hidayet ve rahmet kapılarının, adalet ve iyilik kapılarının, lütuf ve ihsan kapılarının, başarı ve zafer kapılarının, huzur ve sekinet kapılarının, rızık ve kısmet kapılarının... İnsan sahip olduğu meziyetler kadar zaaflarla maluldür. Ve bu zaaflar döner dolaşır köşeye sıkıştırır insanı... İlla zaafları mı? Hayır! Gün olur ilahî takdir ağır imtihanlarla sınar bizi... Bazen fakruzaruretin, bazen de bilinmezliğin kapıları sıkı sıkı kapatılmış olur üzerimize... Her ikisinin de yakıcılığı şiddetlidir. Bedenin en temel ihtiyaçlarını karşılayamamakla ruhun 72 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 Arapça “feth” kökünden mübalağa ifade eden bir sıfat olarak “iyilik kapılarını açan, bütün anlaşmazlıkların en son hakemi olarak mutlak adaleti sağlayan, hak ile batılı birbirinden ayırıp gerçeği ortaya çıkaran, mazlumlara yardım edip mümin kullarının muzaffer olmalarını sağlayan” anlamlarına gelir. huzursuzluğuna çare bulamamak bizi getirip Fettah’ın huzuruna bırakır… İki dünyamız için her neye muhtaçsak Rabbimizin “Fettah” ismine o kadar muhtacız... Çünkü biz önümüzde neyin açılmasını istiyorsak onu en hayırlı biçimde açacak ancak O’dur. (Araf, 7/89.) Bu isim Kur’an-ı Kerim’de çeşitli kalıplarda 38 yerde geçer. Arapça “feth” kökünden mübalağa ifade eden bir sıfat olarak “iyilik kapılarını açan, bütün anlaşmazlıkların en son hakemi olarak mutlak adaleti sağlayan, hak ile batılı birbirinden ayırıp gerçeği ortaya çıkaran, mazlumlara yardım edip mümin kullarının muzaffer olmalarını sağlayan” anlamlarına gelir. Kalplerin kapısını ilim ve hikmete açan da O’dur. Akla gelebilecek, gelemeyecek bütün hayır ve bereketlerin anah- tarları Allah’ın emrindedir. (Zümer, 39/63.) Nimetini açtığında engel ola- cak olmadığı gibi rahmet kapılarını açmazsa o nimeti bize ulaştıracak hiçbir kuvvet de yoktur. (Yunus, 10/107.) O’nun açtığı kapıyı kimse kapatamaz; açmadığını da kimse açamaz. (Fatır, 35/2.) Fettah’ın tecellileri Rezzak isminden hatırlayacağınız gibi rızıklar sadece bedenin ihtiyaçları ile sınırlı değildi. Aynı şekilde bazen yüzümüze kapandığını hissettiğimiz kapılar da sadece maddi konularla sınırlı değildir. Bitkilerin çiçek açması, tohumların çatlaması, rızık ve rahmet kapılarının açılması hep Fettah isminin tecellisi ile olduğu gibi kalplerin marifete, akılların hakikate, günahların tövbeye, gönüllerin ferahlığa açılması da yine bu ismin tecellisi iledir. Kullarına rızık ve merhamet kapılarını açan O olduğu gibi; zor veya kördüğüm olmuş işleri çözüp açan, hakkı görmeleri için insanların kalplerini ve gözlerini açan, sıkıntı ve darlıktan sonra gönülleri açıp ferahlık veren, anlaşılmayan her sorunu kolaylıkla çözen de O’dur. (Zümer, 39/22; Enam, 6/9.) İnsanoğluna Allah’ın en büyük ikramı, ilahî bilginin ona açılması demek olan vahiydir. Fettah olan Allah -bize kalsa hakkında hiçbir söz söyleyemeyeceğimiz- gaybi âleminin kapısını vahiyle bize aralamış ve ne kadar bilmemiz gerekiyorsa o kadarını bildirerek zihinlerdeki kapalılığı gidermiştir. Bunun için Allah’ın kitabını bize açan sure olduğundan ilk surenin adı da Fatiha’dır... Araf suresi 40. ayette bu dünyada vahye teslim olarak Allah’ın açtığı bu kapıdan geçmeyenlere göklerin kapılarının açılmayacağı ve cennete ulaşamayacakları bildirilmiştir. İbn-i Arabi Fettah’ın tecellilerinin tüm varlığı ilgilendirecek şekilde üç alanı kuşattığını söyler: a) Yokluk kilidini açıp nesne ve olaylara varlık kazandırmak; b) Bilinmeyeni kelamı ile açıklamak ve her müşkülü çözmek; c) Rızık ve nasip kilitlerini açmak. Ona göre bu sonuncu tecelli kıtlıktan sonra yağmur, fakirlikten sonra zenginlik vermek suretiyle maddi alanda olabileceği gibi üzüntüyü sevince, sapıklığı hidayete, masiyeti taate, günahkârlığı tövbeye, mağlubiyeti zafere ve cehaleti ilme çevirmek suretiyle manevi alanda da gerçekleşebilir. İki hasım arasında kimin haklı olduğu anlaşılamayan kapalı bir meseleyi çözüme kavuşturduğu için hâkimlerin yaptığı iş de bir “açma”dır. Nuh (a.s.)’un kavmiyle arasındaki sıkışmışlığı çözmesi için Allah Teala’ya yaptığı duada “iftah” ifadesinin geçmesi de adaletin tecellisinin Fettah ismiyle alakasını gösterir. (Şuara, 26/118.) Malumdur ki adalet bazen suçlunun cezalandırılması yoluyla gerçekleşir. Bu nedenle Allah nimet ve rahmet kapılarını açtığı gibi hak edenler için bela ve azap kapılarını da açar. (Enam, 6/44-45; Kamer 54/11; Müminun, 23/76-77.) Kıyamet gününde bütün insanları bir araya getirerek aralarındaki meseleleri çözecek (fethedecek) olan da O’dur. (Sebe, 34/26.) Sorun çözmenin, kapanmış kapıları açmanın, insanlar ve meseleler hakkında adaletle hükmetmenin ancak her şeyin önünü arkasını bilmekle, yani ilim ve hikmetle mümkün olmasındandır ki bu ayette Rabbimizin Fettah ve Alîm isimleri bir arada zikredilir. (Kasas, 22/28.) Kula yakışan Gazali’ye göre ise kul, kendisinin diliyle ilahî müşküllerin çözüleceği, yine kendisinin ilim ve marifetiyle halkın hem dünyevi hem de uhrevi meselelerinin kolaylaşacağı bir seviyeye gelinceye kadar durmadan gayret göstermeli ve kendisini kâmil insanlar mertebesine çıkarmalıdır. Ta ki Fettah isminden nasibini almış olsun. Büyük mutasavvıf İmam Kuşeyri’ye göre Cenab-ı Hakk’ın elFettah ismiyle müsemma olduğunu bilen bir kul, O’nun lütuf ve kereminin mutlaka geleceği ümidini taşır. Bilir ki, Allah’ın fetih ve yardımı hiç kesilmez. Her an görünmez âlemlerden bir hayır ve bereket kapısının açılması mümkündür. Allah’tan bunu istemek ve sebeplerine yapışmak lazımdır. Rabbimizin Fettah ismiyle tecelli edip hayır ve rahmet kapılarını açması için bizim yapışmamız gereken sebepler nelerdir? Ne yapmalıyız ki Fettah’ın lütfuna mazhar olalım? İmam Kuşeyri’nin ifadesiyle bunun yolu öncelikle kendi gibi sıkışmışlara ferahlık vermektir. Kur’an-ı Kerim’de bunun en güzel örneklerinden biri korku içinde Mısır’dan kaçan Hz. Musa’nın Medyen Suyu’nun başında gidecek bir yeri olmadan otururken hayvanlarını sulamakta zorlanan kızlara (onların Şuayip aleyhisselamın kızları olduğunu bilmeksizin) yardımcı olması ve çaresizlik içinde “Rabbim, şu anda bana yapacağın her yardıma muhtacım” diye yalvarması sonucu Allah Teala’nın Hz. Musa’ya hem sığınak, hem iş, hem de iyi bir aile lütfetmesidir. Bu olayda Allah Teala Hz. Musa’ya yardımını ona bir yardım fırsatı göndererek yapmıştır. Bizler de hayatımızdaki yardım etme fırsatlarına bu gözle bakalım ki, Allah da bize yardım kapılarını açsın... Yine Kur’an göklerin ve yerin bereket kapılarının açılmasını iman ve takvaya bağlar: “Eğer, o memleketlerin halkları iman etseler ve Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereketler(in kapılarını) açardık. Fakat onlar yalanladılar, biz de kendilerini işledikleri günahlarından dolayı yakalayıverdik.” (Araf, 7/96.) Esma-i Hüsna Şerhi müellifi Ali Osman Tatlısu da “Senden zayıf olanlara merhamet et ki, senden kuvvetli olanların kahrına uğramayasın! Gücün yeterse düşmüşlere yardım et ki, düşkün vaktinde sana da bir yardımcı bulunsun! Hele hiç insan incitme! Zira felaket ve musibet zamanında böylelerine kimse acımaz.” diyerek açıklar Fettah’ın lütuflarına nasıl mazhar olunacağını... İdare ettiği insanların önünü açmak, bunun için onların gereken donanıma sahip olmasını sağlamaya yönelik desteği vermek, emri altındakilerin müşküllerini çözmek, herkesin derdini anlatabileceği, anlattığında çözüm bulabileceği biri olmak bu ismin tecellisine mazhar olmuş olmanın alametlerindendir. Bu yüzden kendisine dert anlatılan, çözüm umulan kişi olmaktan da asla yakınılmamalıdır... EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 73 BUNU KONUŞALIM Prof. Dr. Erol Göka: “Kurban, kan dökmenin ancak helal olması hâlinde meşru olabileceğini, aksi hâlde yasak olduğunu hepimize her yıl bir kez daha vurgular” Söyleşi: Muhammed Kâmil Yaykan 74 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 Hocam; ilk olarak sosyolojik bir değerlendirme ile başlayalım isterseniz. Malumunuz kurban, toplumdaki kaynaşmanın ve kardeşliğin en önemli sağlayıcılarından bir tanesi. Özellikle kurban etinin üçte ikisinin dağıtılması bu dayanışmayı nasıl etkiler? Her iki tarafta nasıl izler bırakır? “Kurban”, temelinde YahudiHristiyan geleneğinin bulunduğu Batı’dan kaynaklanan modernliğin tüm diğer kültürlere hâkim olduğu yaşadığımız zamanlarda, manasının anlaşılması oldukça zorlaşmış, neredeyse hayvanlara zulmetmeyle özdeş hâle getirilmeye çalışılan, üzerinde sürekli kara propaganda yürütülen bir ibadet. İslamofobinin dayandırılmaya ça- BUNU KONUŞALIM Kurban etinin çoğu, birlikte yaşadığımız insanlara, çevremize, muhtaçlara dağıtılmak zorunda. Kutsal, “komünyon” ile birliktedir; toplumsal yanı olmadan “kutsal” olmaz. Zira “kurban”dan murat, Yaratıcı’yla bağımızın hep devam ettiğinin, insan ve toplum olmamızı O’na borçlu olduğumuzun beyanı. lışıldığı gerekçelerden bir tanesi… Oysa “kurban” ibadeti, sayesinde insan olmamız, toplum hâline gelmeyi başardığımız, anlamaya mecbur olduğumuz birçok derin anlamlar ihtiva ediyor. Niye böyle olduğunu birazdan konuşuruz. Sorunuz kurban ibadetinin çok yönlü işlevlerinden sadece bir tanesiyle ilgili. Kurbanı ibadet hâline getiren en önemli husus, “kutsal adanma”. O, sıradan bir hayvan kesme eylemi değil. Bu ibadeti yapan, Yaratıcı’yla bir bağ kurmak, O’na hem şükranını hem dileğini ifade etmek istiyor. “Kurban” sözü, her dilde var. Sözün etimolojisine baktığımızda, “kutsal kılma” anlatılmak istendiğini görüyoruz. Mesela Latince kökenli dillerdeki “sacrifice” terimi ile karşılanan kurban, kutsal anlamına gelen “sacer” ile yapmak anlamına gelen “facere” kelimelerinin bir araya getirilmesinden oluşan “sacrificium”dan kaynaklanıyor. “Kutsal kılmak”, onu Yaratıcı’ya takdim ederek, O’nun mülkü hâline getirmek, daha doğrusu zaten O’nun olduğunu tasdik etmek, bu sayede Yaratıcı’yla aramızda görünür bir bağ kurmak manasına geliyor. Kurban ibadetindeki işlevlere bakarken bu ana manadan hiç ayrılmamalıyız. Sorunuza gelince… Evet, söyle- diğiniz gibi kurban etinin çoğu, birlikte yaşadığımız insanlara, çevremize, muhtaçlara dağıtılmak zorunda. Kutsal, “komünyon” ile birliktedir; toplumsal yanı olmadan “kutsal” olmaz. Zira “kurban”dan murat, Yaratıcı’yla bağımızın hep devam ettiğinin, insan ve toplum olmamızı O’na borçlu olduğumuzun beyanı. Kurbanın bu toplumsal yanı hep gözden kaçırılıyor. Kurban etinin dağıtılması, toplumsallaştırılması, teşekkürümüzün yaygınlaştırılmasının yanı sıra, insanın toplumsal bir varlık olduğunun, toplum olabilmeyi başarmamıza vesile olmasının bir nişanesi olarak kutsallığın paylaşılmasını da ifade ediyor. Hocam bu durumun sosyal psikoloji üzerindeki etkisi nelerdir? Maneviyatın toplum üzerindeki etkileri konusunda yabancı olanlar tuhaf karşılayabilirler ama kurban ibadetinin toplumsal etkisi çok yüksektir. Aynı Yaratıcı’nın eşit kulları olduklarını, kendilerinden bir arada barış ve dayanışma içinde yaşamaları istendiği hissiyatı, kurban ibadeti çerçevesinde çok artar. Bakın, yıllardır toplumumuz etnik ve mezhebî nedenlerle birbirine karşı kışkırtılmaya, birbirine düşürülmeye çalışılıyor. Bu tuzaklara düşmeyişimizi haklı olarak milletimizin ferasetine, ba- siretine bağlıyoruz. İşte bu feraset ve basiret, kurban gibi ibadetler sayesinde yerleşiyor, otomatizma kazanıyor. Kurbanın bireyler üzerindeki faydalarına geçelim. Kurbanın insan psikolojisindeki arınmaya katkıları nelerdir? Bu bağlamda bize neler söyleyebilirsiniz? Bu sorunuz aracılığıyla ilk başta söylediğim, kurban sayesinde insan ve toplum olduğumuz şeklindeki iddialı cümlemi açıklamaya geçebilirim. İnsan olabilmek, bir kültür kurabilmek için, insanın üç dürtüsüne yasaklar koyarak bastırması, sınırlar koyabilmesi gerekir. Tüm dinler, bu yasakların gereğini, başka türlü ne insan ne toplum olmanızın mümkün olmadığını insanlara anlatmaya çalışır. Bunlardan birincisi; cinsellik alanındaki, diğeri ise yiyecek ve tüketim alanındaki kısıtlamalardır. İnsanın cinsel ve yeme dürtülerini “helal” dairesinde doyurması istenir. Helal dairesinde kalabilmek için diğerlerine yasak konulur. Herkesle evlenemez, bulduğunuz her şeyi, hele hele insan kardeşinin etini asla ve kata yiyemezsin. Bu temel yasaklardan üçüncüsü ise “Öldürmeyeceksin!” diye ifade edilen cinayete konulan yasaktır. Suçsuz bir insanı öldürmenin tüm insanlığı öldürmek manasına gelebileceğini EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 75 BUNU KONUŞALIM dinimiz buyurur. Ama bir insanın bu buyruğu sindirebilmesi, ahlaki bir temrin hâline getirebilmesi öyle de kolay değildir. İbadetlerle tekrar tekrar herkese duyurulması ve Yaratıcı’yla yapılan sözleşmenin yenilenmesi lazımdır. Zira insan, sözleşmeyi bozucu, fesat çıkarıcı, kan dökücü bir varlıktır ve üstüne üstlük kendisini her yaptığı işte haklı görür. İşlediği cinayetten dolayı güçlü bir pişmanlık hisseden cani pek azdır. Kurban, kan dökmenin ancak helal olması hâlinde meşru olabileceğini, aksi hâlde yasak olduğunu hepimize her yıl bir kez daha vurgular ve bunu kulluk bilincini artırmaya çalışarak yapar. Habil ile Kabil’in arasındaki gerilim aslında her birimizin, psikolojimizin kendi içinde de var olan bir gerilimdir. Tüm kutsal anlatı ve kıssalar, en nihayetinde bize kendi içimizdeki eğilimler konusunda aydınlatır ve haktan, hakikatten yana tavır almamızı isterler. Bilindiği üzere kurban mal ile yapılan ibadetlerimizdendir. Hz. Âdem’in oğulları Habil ve Kabil’in hikâyesinde de olduğu gibi dünya malına karşı düşkünlüğü önlemede kurban ibadetinin yeri neresidir? Bu ibadet dünya malı ile insanın ilişkisini nasıl düzenler? anlam, tüm insanlığa dalga dalga yayılır. Habil ile Kabil’in arasındaki gerilim aslında her birimizin, psikolojimizin kendi içinde de var olan bir gerilimdir. Tüm kutsal anlatı ve kıssalar, en nihayetinde bize kendi içimizdeki eğilimler konusunda aydınlatır ve haktan, hakikatten yana tavır almamızı isterler. İbadetlerle de bu pekiştirilir, gözden geçirilir. Kurban ibadetinin mal ile yapılan bir ibadet olması, kurban kes(e)meyenlerin süreçten nasiplenmedikleri manasına gelmez. Hac ile birlikte düşünüldüğünde kurban dünyanın da, hayatın da geçici olduğunu; bunu anlamak için merkeze yönelmek gerektiğini gösterir. İmkânı olup yapanlar sayesinde uygulamaya geçen bu 76 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 Hocam; en dar çembere gelirsek, bilindiği gibi insanın eğer muktedirse kendi kurbanını kendi kesmesi tavsiye edilmektedir. İslam kültüründe kurban kişinin içinde birikmiş şiddeti de köreltmesi bakımından önemlidir. Tüm bunlardan hareketle kurban kişide ne gibi değişikliklere yol açar? “Şiddet” demeyelim de “agresyon” (“hırs” diye çevirmek en doğrusu galiba) diyelim isterseniz. “Agresyon”, hepimizde var olan, hayır olana yöneltildiğinde azim ve kararlılık, şer olana yöneltildiğinde ise hasislik, bencillik, şiddet ve kan dökücülük olarak karşımıza çıkabilir. İnsanın kurbanını kendisinin kesmesi, kendisini tanıması ve hayır olana yönelmesi açısından teşvik edici bir öğretmen olabilir elbette. Son olarak, kurbanın psikolojisi üzerinden giderek söyleşimizi bitirelim. Kıymetli hocam, Hz. İsmail örneğinden hareketle kurban ve teslimiyet psikolojisi hakkında bizlere neler söyleyebilirsiniz? Tam kurbanın çok işlevsel ve çok anlamlı olduğunu hiç unutmamak, asla anlatılan anlamlarıyla yetinmemek gerektiğini söyleyecektim, bu güzel sorunuz geldi, teşekkür ederim. Kurban ve teslimiyet ilişkisi, en azından tüm konuştuklarımız kadar önemli. Bu önemi daha derinden anlayabilmek için felsefe ve psikoloji meraklılarına varoluşçu düşüncenin kurucusu olarak kabul edilen Sören Kierkegaard’ın “Korku ve Titreme” kitabını öneririm. Bu küçük ama dev muhtevalı risale, Hz. İbrahim’in (ve tabii ki Hz. İsmail’in, Hristiyanlık’ta İshak) imanına ve teslimiyetine odaklanmıştır. “İman” sadece Allah’ın varlığına inanmak değil, O’nun için her şeyi her an yapabilecek kadar arzulu ve iradeli olmaktır. Hz. İbrahim ve oğlunun sergilediği ve başardıkları tutum budur; bu sayede iman sınavını geçmişlerdir. Hz. İbrahim ve oğlu, imanımızla sadece neye inanmamız gerektiğini değil kim olmamız gerektiğini de bize göstermişlerdir. Hak ve hakikat için gerekirse tüm yerleşik değerlerden radikal bir biçimde kopulması gerektiğini ilan etmişlerdir. Bizlerle bu kıymetli düşüncelerinizi paylaştığınız için teşekkürlerimi sunuyorum. Son olarak eklemek istediğiniz bir sözünüz var mı? Söze son yok, şimdilik bu kadar yeter, ben tekrar teşekkür ederim. PORTRE Hayır Hizmetlerinin Öncüsü Hamid Hamideddin Ateş Musa Tektaş “Bütün ömrünü insanlığın hizmetine adayan bir babanın evladı olarak, Hamideddin Ateş; çağımızın hizmet gereklerine göre hareket eden, görev mefhumunu cami ile sınırlandırmadan sağlık, kültür, eğitim ve diğer hayri hizmetlerle genişleten, herkesi kucaklayan bir felsefe ile yetimlerin hamisi, fakir öğrencilerin destekçisi, gariplerin eli, kimsesizlerin kimsesi olmuştur.” Yaşadığı topluma örnek olan, fikriyle, zikriyle, faaliyetleriyle örneklik ve önderlik eden insanlar mutlaka ölmez eserler vücuda getirir, kendi hayatlarını toplumun hayatı için vakfederler. İşte böyle bir vakıf insanı da Hamid Hamideddin Ateş’tir. Çünkü o, gönülleri imar eden bir hoşgörü anlayışını hayatında yaşarken, çevresine faydalı olmuş, büyük eserlerin meydana getirilmesinde, şuurlu nesillerin yetiştirilmesinde, tarihî dokunun korunmasında ve geleceğe aktarılmasında öncülük etmiştir. O sıra dışı bir din gönüllüsüdür. 1960 yılında Darende’de dünyaya gelmiştir. Babası mutasavvıf ve şair Osman Hulusi Ateş Efendi’dir. 1987 yılından itibaren Darende Şeyh Hamid-i Veli Camii İmam Hatibi olarak görev yapan Hamid Hamideddin Ateş, uzun yıllardır başarıyla yürüttüğü bu görevinden 25.09.2014 tarihinde emekliye ayrılmıştır. EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 77 PORTRE Yaşadığı topluma örnek olan, fikriyle, zikriyle, faaliyetleriyle örneklik ve önderlik eden insanlar mutlaka ölmez eserler vücuda getirir, kendi hayatlarını toplumun hayatı için vakfederler. İşte böyle bir vakıf insanı da Hamid Hamideddin Ateş’tir. Babası Seyyid Osman Hulusi Efendi’den dinî ve tasavvufi eğitimini alan Hamideddin Ateş, daha sonra İstanbul Beyazıt Camii İmam Hatibi kurra hafız merhum İsmail Biçer Hoca Efendi’den Kur’an talimi; Elbistan Müftüsü merhum müderris Ahmet Bilici ile Abdurrahman Güzelyazıcı’nın talebesi merhum Yusuf Deniz Hoca Efendi’den Arapça eğitimi almıştır. Göreve başladığı günden itibaren Şeyh Hamid-i Veli/Somuncu Baba Külliyesi’nin bakım onarım ve restorasyon hizmetlerini geliştirmiş, Mütevelli Heyeti Başkanı olduğu Seyyid Osman Hulusi Efendi Vakfı vasıtası ile camii ve civarını çok güzel bir şekilde örnek külliyeye dönüştürmüştür. Kapalı mekânda 5.000, namazgâhla birlikte açık alanda 10.000 kişinin namaz kılabileceği alana sahip caminin, türbe, müze, sergi salonu, kütüphane ve diğer müştemilatlarıyla Anadolu’nun inanç ve manevi ziyaret merkezlerinden biri hâline getirilmesinde çok önemli katkıları olmuştur. Somuncu Baba Külliyesi içinde 10.000 kitap kapasiteli bir kütüphane kurarak okuyucuların hizmetine açılmasını sağlamıştır. Ramazan-ı şerif aylarında yıllardır her gün 1.000 kişiye külliye camii 78 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 avlusunda iftar yemeği ikram edilmesi, cuma ve kandil günlerinde Somuncu Baba Sebil Ekmeği dağıtılması gibi hayri hizmetlerle birlikte, fakir ve ihtiyaç sahiplerinin evlerine sıcak yemek ve gıda yardımlarının ulaştırılmasındaki emekleri onun sıra dışı din gönüllüsü olduğunun bir nişanesi olarak her türlü takdirin üstündedir. Darende Anadolu İmam-Hatip Lisesi başta olmak üzere ilçe ve civardaki okulların yapım, onarım ve öğrencilerin her türlü ihtiyaçlarına nakdî burs ve ayni yardımlarla destek olmuştur. 200 yataklı Darende Hulusi Efendi Devlet Hastanesi’nin arsa temininden, inşası ve hizmete açılmasına kadar bütün safhalarında büyük gayret göstermiş, bugün yüzbinlerce hastaya derman sunan bir sağlık merkezinin oluşmasında öncülük etmiştir. Millî ve manevi değerlerimize çok önem veren Hamid Hamideddin Ateş, Hasan Gazi Şehitlik Anıtı’nı yaptırmış, aziz vatanımız için canlarını feda edenlerin isimlerinin unutulmaması için gayret sarf etmiştir. Darende Müftülük Sitesi’nin yapımında önemli katkıları olmuştur. 2000 yılında ilçemizde kurulmasına bizzat vesile olduğu Balaban Abdurrahman Erzincani Yatılı Hafızlık Kız Kur’an Kursu ve diğer Kur’an kursları ile 1997 yılında kurduğu Hulusi Efendi Yatılı Hafızlık Erkek Kur’an Kursu’nun tesisi, iaşesi gibi her türlü ihtiyacını karşılamak sureti ile Darende’de son 15 yılda yüzlerce hafızın yetişmesine vesile olmuş, yıllardır Darende’de inkıtaa uğrayan hafızlık müessesesini yeniden tesis etmiş, ilçe ve civarındaki her türlü hayri hizmete önderlik yapmıştır. Şeyh Hamid-i Veli Camii İmam Hatibi olarak görev yapmış olduğu süre zarfında yürütmüş olduğu başarılı din hizmetleri ve müftülük hizmetlerine olan katkılarından dolayı; Diyanet İşleri Başkanlığı, İnönü Üniversitesi Rektörlüğü, Malatya Valiliği, Darende Kaymakamlığı ve İlçe Müftülüğünce defalarca takdir, teşekkür ve başarı belgeleri ile taltif edilmiştir. Darende ve civarının imar ve ihyasında çok önemli projelere destek veren Hamid Hamideddin Ateş, bundan böyle Mütevelli Heyeti Başkanlığını yürüttüğü vakfı vasıtası ile Şeyh Hamid-i Veli/ Somuncu Baba Külliyesi başta olmak üzere, ihtiyaç duyulan her alanda din hizmetleri ile eğitim, kültür, sağlık ve sosyal yardım hizmetlerinde şimdiye kadar olduğu gibi hayri faaliyetlerini devam ettirmektedir. KİTAPLIK İslam’da İman Esasları Eşyanın hakikatini öğrenebilmek için bilgiye özellikle de doğru bilgiye ihtiyacımız vardır. Eşyanın hakikatini öğrenmek de, ‘bir’i öğrenmekle mümkündür. Yrd. Doç. Dr. İsa Kayaalp ‘Bir’ bilinmeden ‘iki’ bilinmez düşüncesinden hareketle, gözle görülmeyip elle tutulmayan ‘bir’i, kitap ve sünnet merkezli bilginin yanı sıra sünnetullahtan yola çıkarak görünür kılmanın kapısını aralamak, zihinlerde ve gönüllerde mevcut olan karşılığını ortaya çıkartmak niyetiyle, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından “İnanç Esasları Serisi” adıyla örnek bir yayın faaliyeti gerçekleştirilmiştir. İslam’ın temelini oluşturan imanın konusu kuşkusuz birdir, bir Allah’tır. İki ve sonrasındaki bütün sayıları bilebilmek için öncelikle ‘bir’in bilinmesi gerekir. Çünkü bütün sayılar ‘bir’in katlarından oluşur. İki, çokluktur, çokluk birin var ettiği ve birden doğan bütün sayılar/varlıklardır. Varlığı anlamanın yolu ‘bir’in, yani yaratıcının, yani Allah’ın bilinmesiyle mümkündür. Aksi hâlde çokluk içinde ya kaybolur ya da debelenip durur insan. Eşyanın hakikatini öğrenmek is- teyen insanın ‘bir’i tanımakla işe başlaması gerekir. Bir hem yaratır hem de öğretir, çünkü O hâlıktır, alîmdir. Bir ilmin de irfanın da temelidir. İrfansız ilim/bilgi ruhsuzdur, ilme ruh katan irfandır. İrfan aynı zamanda ferasetin kardeşidir, irfan ve feraset duygusu ise insanda Allah vergisi bir melekedir. İrfan bilgi üzerine bina edilmeli ki “bilgi” anlamlı hâle gelebilsin. İki veya ikiler, birden doğduklarını bilmek durumundadırlar; işte o zaman ikinin nesebi sahih olur. Anlamsız ve işe yaramayan bilgiden onun için Allah’a sığınır insan-peygamber. Bilginin temel işlevi ‘bir’i bilmek ve bildirmektir, yani şairin dediği gibi “Bildim seni ey rab bilinmez meşhur” diyebilmek için… Eşyanın hakikatini öğrenebilmek için bilgiye özellikle de doğru bilgiye ihtiyacımız vardır. Eşyanın hakikatini öğrenmek de, ‘bir’i öğrenmekle mümkündür. İnsanın kendini bilebilmesi için öncelikle Rabbini bilmesi gerekir. Çünkü rab “koruyandır, gözetendir, yönetendir, rızık verendir, terbiye edendir, insana bilmediğini öğretendir.” Rab birdir, birin bilgisine ulaşabilmek için de, yine Rabbin kılavuzluğuna ihtiyaç vardır. Bütün kâinatı yarattıktan sonra koruyan ve gözeten Rab, insana “doğru yolu” bulması için kılavuzlar vermiştir. Bu bağlamda rab, “ikra” (oku) buyruğunun yerine getirilebilmesi için de, kitap ve sözsüz kitap olan kâinatı insanın istifadesine sunmuştur. Bunların nasıl kullanılacağını göstermek için de dönem dönem insan kılavuzlar/peygamberler görevlendirmiştir. Peygamberler insanlar arasından seçilmiş birer “üsve-i hasene”dir, çünkü insana, “örnek” alıp yolundan gidebileceği insanpeygamber lâzımdır. Kitap ve peygamber Allah’ın insana iki lütfudur, kâinat kitabını okuyup anlayabilmesi için... Artık insan için kaynak bellidir, yol bellidir, istikamet bellidir. Geriye bu yolda şaşırmadan, yanlış yollara sapmadan, şeytanın iğvasına kapılmadan, şirk koşmadan yürümek kalmaktadır. Allah her dönem insanlara yine onların içinden, kitap ve peygamber eksenli yolu aydınlatmaları için sorumluluk sahibi bilginleri ilimde behre sahibi kılmıştır; insanların doğruyu bilmelerine ve “doğru yolu” bulmalarına yardımcı olmaları için… Ancak doğruya, EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 79 KİTAPLIK yanlış katmanın vebalinin de büyük olacağı belirtilmiştir. Âlim yoldaki kilometre taşı gibidir, insanlara doğru yolu gösterir. Şayet âlim kendini merkeze alırsa kendisine verilen ilme ihanet edip iblise yoldaşlık etmiş olur. Bu sebeple bilgin kişinin görevi ağırdır ve çok mesuliyetlidir. “Bin düşünüp bir söylemek” işte burada geçerlidir. Bu arada ördeğin “vak vak”ı ile bülbülün “şakıma”sını birbirine karıştırmamak gerekir. Âlim az söyler, öz söyler ve güzel söyler. Âlim, Allah’ın ilmini esas alır. Nefisini bu ilmin içine asla karıştırmaz. *** Diyanet İşleri Başkanlığı, kendisine verilen “halkı bilgilendirme görevi” bağlamında, bütün hassasiyetleri göz önünde bulundurarak, konunun uzmanı olan hocalara iman konusunu en öz, en yalın ve en anlaşılır bir dille sunma isteğinin bir yansıması olarak, “İnanç Kitapları Serisi” adıyla bilgiyi merkeze alan bir külliyatın ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Görsel ve işitsel iletişim araçlarının büyük çapta bilgi kirliliğine sebep olduğu günümüzde böylesine özenli, düzenli ve hepsinden de önemlisi “iyi niyet” ile bu yayının ortaya konması takdire şayan bir faaliyettir. Kuşkusuz kaynağa bağlı doğru bilgi, sorumluluk sahibi ve vebal duygusu taşıyan kurum ve insanlar sayesinde ortaya konabilir. Diyanet İşleri Başkanlığı kurum olarak bu sorumluluğu üstlenirken, hocalar da aynı özeni ve duyarlılığı göstermek durumundadırlar. “İnanç kitapları serisi” adıyla dokuz kitaptan oluşan külliyatın ilk kitabı, hepsini de kuşatacak şekil80 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015 de İslam’da İman Esasları adını taşımaktadır. Bu kitap Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde kelam dersleri bağlamında iman konularını yıllarca öğrencileriyle paylaşan Bekir Topaloğlu, Yusuf Şevki Yavuz ve İlyas Çelebi tarafından kaleme alınmıştır. Sözde ve yazıda, “zühul” olabilecek şeyleri iyi niyetle değerlendirip doğruyu bulmaya yardımcı olan okuyucu, kitapların içeriği açısından büyük bir şanstır. Elbette hatasız kul olmaz ve bunun bir sonucu olarak da sürçülisandan kaçınılmaz. Diyanet “Müslümana güzel ve güzellik yakışır” düsturundan hareketle bu seride tasarım ve sunum olarak görsel bir şölen yaşatırken, böylesine zevkiselim sahibi güzel insanların varlığını da haber vermektedir. Bu şekilde “yapılabilirlik”, bilgi ve sorumluluk sahibi hocalar tarafından “yazılabilirlik” ile bütünleşince ortaya fevkalade güzel ve örnek bir yayın faaliyeti çıkmıştır. Bütün bunlar göz önüne getirildiğinde ve böylesine iyi bir niyetle yola çıkıldığında güzeli, bakan (okuyan) kişi daha da güzel hâle getirebilmektedir. Çünkü tek başına güzelliğin bir anlamı olmaz. Güzellik güzelden anlayanın ortaya çıkarttığı bir olgudur. “Güzel güzel değildir, güzeli gören göz/ gönül güzeldir” retoriğinde olduğu gibi… İddiasız gibi görünen fakat sadeliği ile asil bir duruşu olan kitapların okuyucusu ile buluşması en önemli yanı oluşturmaktadır. Bu kitaplar mutlaka okuyucusuna ulaşmalı ve ulaştırılmalıdır. Bu durum hem kitaplar için hem de okuyucu için büyük bir buluşmadır, suyu kaynağından içmek gibi… Güzellik İslam’ın şiarıdır. Dinî yayıncılıkta sunum ve yazım güzelliği çok geç kalınmış bir yayın anlayışıdır. Diyanet bir devlet kuruluşu olarak dinin doğru bir şekilde anlatılması gibi, güzellik açısından da örnek olması gerekir. Diyanet her bakımdan bir mekteptir. Önemli olan sunum, yazım, dil gibi birtakım temel doğruların aynı ortamda/yayında bir araya getirilebilmesidir. Bu yayın faaliyetinde doğruların bir araya getirildiğine tanıklık ediyoruz. Kitaplarda verilen bilgilerin doğru anlaşılabilmesi de doğru okuyucu ile buluşmasıyla mümkündür. “İnanç Kitapları Serisi”nin 518 sayfa olarak en hacimlisini oluşturan İslam’da İman Esasları kitabı “din, iman, İslam, bilgi ve varlık” kavramlarının açıklandığı giriş bölümünün yanı sıra iman esaslarının ayrı ayrı anlatıldığı altı bölümden oluşmaktadır. “Allah’a iman, kaza ve kader” Bekir Topaloğlu; “Peygamberlere ve kitaplara iman” Yusuf Şevki Yavuz; “Meleklere ve ahirete iman” konuları İlyas Çelebi tarafından kaleme alınmış, bazı bölümlerin sonuna da, o konunun daha iyi anlaşılabilmesine yardımcı olmak amacıyla “sorular-cevaplar” şeklinde açıklamalar konulmuştur. Bir binanın temel birimleri gibi, bir Müslüman için öğrenilmesi ve anlaşılması çok önemli olan iman konularının temel bilgilerini, kitap ve sünnet süzgecinden geçirilmiş şekilde anlatmak gayesiyle kaleme alınmış olan bu yayın faaliyetinin görülmesi, bilinmesi, okunması, bilgi kirliliğinin yoğun bir şekilde yaşandığı günümüzde büyük önem taşımaktadır. Yurt içinde Diyanet Yayınları satış yerlerinden, yurt dışında Müşavirlik ve Ataşeliklerimizden temin edebilirsiniz. Hz.Peygamber ve Birlikte Yaşama Ahlakı ...Allah’a karşı ancak; kulları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır. (Fatır, 35/28) FİYATI: 5TL