TMMOB Su Politikaları Kongresi TUNA, DİCLE VE FIRAT AKARSULARININ KULLANIMINDA ULUSAL ÇIKARLAR VE ÇEVRE ETİĞİ Kumru Arapkirlioğlu Öğretim Görevlisi Bilkent Üniversitesi, Peyzaj Mimarisi ve Kentsel Tasarım Bölümü Ankara, Türkiye ÖZET Bu çalışma, çevre etiği tartışmalarıyla olgunlaşan, sınıraşan suları paylaşan devletleri de yakından ilgilendiren, ahlaki değerler kümesini yeniden ele almak, ilgili devletlerin ve kuruluşların dikkatini bu konuya çekmek istemektedir. Bu nedenle, bu bildiri, öncelikle insanmerkezli ve ulusal çıkar merkezli yaklaşımları tanımlamaya çalışarak, bu yaklaşım biçimlerini çevre etiği bakış açısından sorgulayacak; bunların çevre merkezli görüşle yeniden ele alınabilirliğini tartışacaktır. Bu yaklaşımları ve ilgili kavramları Orta ve Doğu Avrupa’dan Tuna, Türkiye ve Orta Doğu’dan Fırat ve Dicle Akarsuları üzerinden örneklemeye çalışacaktır. Burada temel hedef sınıraşan suların kullanımında ve korunmasında “çevre etiği” kavramlarının bir uzlaşma aracı olarak kullanılabilirliğini tartışmaya açmaktır. GİRİŞ Günümüzde süregelen uluslararası ilişkiler, oluşturulmuş uluslararası düzen birçok yönüyle yalnız sivil toplum örgütlerinin değil devletlerin de etik açıdan sorguladığı ve protesto ettiği bir yapı sergilemektedir. Yaşananların ve önümüzdeki sürecin bu çalışmanın konusu olan etik ve sınıraşan sular konularını da yakından ilgilendirdiği söylenebilir. Eğer ‘etik’ “iyiye, doğruya ilişkin olan istek ve dileklerimiz” (1) ise tüm bu yaşanan (toplumsal, uluslararası, çevresel) gelişmeler, onun dışında, ondan farklı bir tablo çizmektedir. Aşırı nüfus artışı, düzensiz ve altyapısız kentleşme, sanayileşme gibi olgular, su kaynaklarının bozulmasını hızlandırmakta; sonsuz oldukları düşüncesi ile bilinçsizce tüketilmeleri ve kirletilmeleri geri dönülmez tahribatlara yol açmakta; bu değişimler, ileriye yönelik kaygıları artırmaktadır. Ayrıca, bu değerli kaynağın bir devletin sınırlarını aşıp bir başka devletin sınırları içine girmesiyle soruna siyasal, stratejik, uluslararası yeni bir boyut eklenmektedir. Su kaynakları henüz ulusların küresel anlamda hesaplaşacağı bir “kaynak” alanı olarak görülmemekle birlikte ilgili kaynaklar ve belgeler 1950’den bugüne su tüketiminin üç kat arttığını vurgulayarak buna bağlı su paylaşımının 21. yüzyıl içinde küresel bir sorun olarak ortaya çıkabileceğini ileri sürmektedir. - 227 - TMMOB Su Politikaları Kongresi Su kaynaklarının kullanımında ve korunmasında, genel bir yaklaşım biçimi olarak, çevre boyutu ve öneminin göz ardı edilmesi, alınan kararlarda toplumsal, ekonomik, siyasal sorunlara öncelik verilmesi, geleceğe yönelik tasarıların ve kestirimlerin yetersiz kalmasına yol açmaktadır. Buna su havzalarının ekolojik yapılarının ve uluslararası ilişkilerin neden olduğu çok boyutluluk da eklenince çözüm arayışları içinden çıkılamaz bir hal alabilmektedir. Benzer bir yaklaşım nedeniyle küresel çevre sorunlarının katlanarak büyüdüğü dolayısıyla uluslararası ilişkiler ve uluslararası hukuk alanlarının yeniden ele alınarak sorgulandığı bilinmektedir. Çevre etiği alanında son otuz yıl içerisinde yaşanan gelişmelerin ise doğrudan ya da dolaylı olarak sınıraşan sular konularına ve çözüm arayışlarına yansıtıldığı görülür. Bu gereksinimin arkasında ulusların ve bireylerin davranış biçimleriyle ve alışkanlıklarıyla da ilişkilendirilen, onların çevreyle olan ilişkileriyle belirginleşen, zaman zaman genel ya da konuya özel etik kaygılar bulunduğunu söylemek olanaklıdır. Gerekçe ve Amaç İnsanların yeryüzünde egemen bir tür olarak geliştirdiği yaklaşım biçimi, yaşam için vazgeçilmez olan suyu ve doğal çevresini de doğrudan ilgilendirdiğinden tartışmaya açılması gerekmektedir. Çevreyi merkeze alan yaklaşımları benimseyen, insanların doğayla olan ilişkilerini sorgulayan, insanın doğanın üstünde değil ama onun bir parçası olduğunu savunan çevre felsefesi ve çevre etiği, bireyleri ve uluslararası kurumları, geleneksel yaklaşım biçimlerini yeniden ele alarak farklı bir bakış açısıyla düşünmeye davet etmektedir. Bu çalışmanın amacı, genellikle alışıla gelmiş bakış açılarıyla değerlendirilen sınıraşan sular konularına yönelik çevre merkezli sorgulamanın önemini vurgulamaktır. ÇEVRE ETİĞİ VE SU HAVZALARI KONUSU Çevre, Sınırlar ve Sınırlılıklar Çevre alışıla gelmiş öteki tanımlamaların yanısıra, sarmalayan, içinde yaşayanın kendini güvende hissettiği, tanıdık bulduğu, rahat hareket ettiği, iletişim kurduğu, uyum sağladığı, benimsediği dolayısıyla oraya ait olduğunu düşündüren; içinde yaşayanların davranışlarıyla biçimlenen aynı zamanda onu da etkileyen fiziksel ve sosyal ilişkiler bütünüdür. Bu alan, söz konusu yaşanmışlık ve bağlılıklar nedeniyle özel bir “değer” verilen, bununla birlikte sahiplilik duygusunu ya da onu kaybetmeye karşı geliştirilecek tepkileri de içeren bir özelliği barındırır. Çevrenin tam bir tanımını yapabilmenin bir yolu da onun sınırları ve özellikleri hakkında bilgi sahibi olunabilmesidir. Doğal alanların kendilerine özgü ekolojik özelliklerine bağlı tanımlanabilen en önemli özelliklerinden biri onların taşıma kapasiteleridir. Taşıma kapasiteleri aynı zamanda o kaynağın ekoljik sınırlarının da belirlenmesinde önemli bir girdi oluşturur. Konunun sınırlar ve sınırlılıklar bağlamında ele alınması, sorun alanını ve geliştirilecek çözümleri de belirlemek açısından önem taşır. İnsan zekası ve kollektif yaşam bilinci bu bildiğimiz doğal sınırlar dışında da simgesel bölünmeler oluşturmuştur. Bu bölünmeler etnik, dini, yönetsel ya da siyasal olabilir. “Sınır tanımı gereği, bir toplumun nerede başlayıp nerede bittiğini işaretler. ... Sınır, toplululuğun kimliğini barındırır ve tıpkı bireyin kimliği gibi, toplumsal etkileşimin gerekliliklerinden doğar.” (3) Sınırlar oluşturmanın, simgesel, kimliğe yönelik yararının yanısıra, tamamiyle toplu eylemi, dayanışmayı ve kollektif yaşamı kolaylaştırıcı bir tarafının bulunduğu, ancak - 228 - TMMOB Su Politikaları Kongresi gücün ve öteki gruplara karşı etkinliğin bir göstergesi olarak da ortaya çıkabileceği ileri sürülebilir. Devletlerin hem uluslararası kabullere dayanarak hem de sözü edilen nedenlerle sınırları içinde bulunan kaynakları sahiplendiği ve ülküleştirdiği görülür. Bu bağlamda ele alındığında, çalışma kapsamında “çevre etiği” ve “ulusal çıkarlar” kavramlarından oluşan iki temel sistemden ilkinin, su toplama havzasının oluşturduğu doğal ekolojik sistemi; ikincisinin ise, birinci sistemin üzerinde yer alan, insanların oluşturduğu sosyal, kültürel, idari ve siyasal parçalardan oluşan, devletleri temsil ettiğini söylemek olanaklıdır. Etik, Çevre Etiği ve Su Havzaları Konusu Antik Yunanca’da “ethos” sözcüğünden gelen “etik”in iki farklı kullanımı vardır: birinci anlamıyla “alışkanlık, gelenek, töre”; ikinci ve dar kapsamlı olarak “etiğe göre hareket eden”. (4) Birinci anlamıyla etik, daha tutucu, alıştığına bağlı kalan bir yaklaşım içerirken, ikincisi daha iyiye doğru bir arayışın, bir hareketliliğin, esnekliğin belirtilerini taşıyan karakter anlamını taşır. İkinci anlamıyla etik, kişiyle özdeşleşen bir ilkeler dizgesini ve bununla bağlantılı istekleri doğrultusunda gerçekleştirdiği eylemi de belirleyen bir yapıya sahiptir (2,b). “Çevre” tanımında olduğu gibi farklı kavrama düzeylerini dilsel açıdan birbirinden ayrıştırabilmek için etiğin felsefi tanımına bakıldığında, kaynaklarda bunun “ahlak felsefesi”, “ahlak değerleri felsefesi” ya da “ahlaki eylemin bilimi” olarak yer aldığı görülür. (5) Etik anlamda sorgulanan her davranışta bu davranışı gerçekleştiren, bir de bu davranışın etkilendiği bir karşı grup bulunur. “Etik alanda ilke olarak bireyler, bireyle toplum, bireyle devlet (ve toplumla devlet) arasındaki ilişkiler ele alınmakta”dır (6). Bu çalışma bağlamında bu kümeyi ve kapsamını, bireyle doğa, devletler ve doğal çevreleri, devletler ve sınıraşan sular, uluslararası toplum ve küresel çevreyi de içerecek biçimde genişletmek olanaklıdır. Dolayısıyla çevre etiği, etik disiplininin bir alt bölünmesi olarak ele alınacak olduğunda, “çevre etiği”, insanın kendi dışındaki tüm varlıklara davranırken yaptığı doğru ve yanlışlarla ilgilenmektedir. (7) Çevre etiğinin ilgi alanının ve kapsamının da zaman içerisinde genişleyerek hayvanlara, bitkilere, öteki canlılara, hatta cansız ekosistemlere kadar genişlediği görülür. Bu alanın genişlemesi etik alanda yapılmakta olan tartışmaların ve gelişmelerin gündeme getirdiği bir boyuttur. Etikde insan ve toplum davranışları söz konusu olduğundan bunlarla yakından ilişkili kavramlar olarak, değerler, özne ve nesne ilişkisi (değerleri yönelten ve değerlerin yöneltildiği), eylemin konusunun ve nesnenin “özne” tarafından amaç ya da araç olarak tanımlanması önem kazanır. Bireylerin ve toplumların “değer” biçtikleri nesneleri önemsedikleri, sahiplendikleri ve korudukları görülür. Öznenin bir araç olarak gördüğü her nesne (doğal kaynaklarda olduğu gibi) alınabilir, satılabilir ya da kullanılabilir bir metaya “mala” dönüşür. Herhangi birşeyin bizim açımızdan bir değer nesnesi olabilmesi ve korunabilmesi için kendimizi az ya da çok onunla özdeşleştirmemiz gerekecektir.(8) Örs’ün bir başka yazısında vurguladığı gibi, “bir ahlaki değerler ya da etik tartışmasında, katılan kişilerin sayısı ve belki konunun ciddiliği ölçüsünde artan bir anlaşmazlık durumu ortaya çıkacaktır. Çünkü değer sorunları (aile ya da çalışma ortamındaki anlaşmazlıklardan savaş olasılığına dek) yine ciddiliği arttığı ölçüde, onların çok önemli bir boyutu olan çatışmada da ciddi boyutlara varabilmektedir. ....Topluluk düzeyinde de değer sorunlarının - 229 - TMMOB Su Politikaları Kongresi çözümü, yerine göre bu konuda insanlar arasındaki benzerliklere dayandığından uzlaşma yolu ile olmaktadır.”(9), dolayısıyla değer sorunları yalnızca kavramsal alanda değil yaşam alanında, çatışma ve uzlaşma boyutlarında belirleyici olmaktadır. Bu bağlamda etiğin temel ayırımlarını belirleyen özne ve nesne açısından ele alındığında, her bir akarsu havzasının, değerlerin yöneltildiği “nesne”yi, bu havzaların ekolojik sınırının ise değer sisteminin sınırlarını oluşturduğu söylenebilir. Akarsu havzalarının yer aldığı uluslar ise bu bağlamda, değerlere sahip olan -değerleri yönelten, eylemleri belirleyen- özneler topluluğu olarak ele alınabilir. Bu gibi “etik” yüklemeler, koruyucu sınırlar çekme işlevine de sahip olduklarından, farklı özne topluluklarının oluşturduğu değer sınırları önemli çatışma alanlarını oluştururlar. Ancak burada kaynağın bir araç olarak ele alınıp değer biçilmesiyle “çevre etiği” bağlamında değerlendirilen bir doğa parçası olması arasındaki farkı ayırmak gerekir. Hangi bağlamda olursa olsun, özneler arası çatışma katsayısı arttıkça özneler arasında sıkışmış bir “nesne” olarak akarsular, doğru eylemlerin yürütüldüğü alanlar olmaktan çıkmakta ve gerçek değerleri indirgenmektedir. İşte bu aşamada, ‘ulusal çıkarları’ ön plana çıkarmak yerine, bir başka “etik” alanı, “çevre etiği”’ni gündeme getirmek olanaklıdır. Bu “etik” yaklaşım, doğal ortamlara yönelik eylemleri “nesnel” olarak sorgulayabilen, irdeleyen ve tartışan bir yaklaşım içermesi nedeniyle tüm yaşamın sürdürülebililiğinin teminatı olduğu söylenebilir. Farklı örneklerden oluşan akarsu havzalarında suyun değerinin suyun hangi amaçla ve kimler tarafından kullanıldığına ve paylaşıldığına da bağlı olarak geliştiği görülür. Örneğin, Tuna’da su bir ulaşım ve iletişim aracı olarak ön plana çıkarken, Ortadoğu’da tarımsal amaçlı kullanılan daha yaşamsal bir kaynak olarak ön plana çıkar. Ortaya çıkan uyuşmazlıkların, söz konusu tartışmaların çoğu bundan kaynaklanır. Dolayısıyla her bir su havzasında bölgesel özelliklere bağlı olarak, özneler, nesnenin sınırlarını ve eylem alanının belirlemekte, ilgili değer yüklemeleri, çatışma ve uzlaşma öğeleri olarak ortaya konmaktadır. Sınıraşan suların kullanımında ve paylaşılmasında, amaçların çoğunlukla ulusal çıkarlara, zaman zaman toplumsal gereksinimlere, çok nadir olarak çevre merkezli, çevreyi korumayı bir amaç olarak gören görüşlere dayandırıldığı dikkati çeker. ULUSAL ÇIKARLAR, ULUSLARARASI İLKELER VE SINIRAŞAN SULAR Uluslararası İlkeler, Su Havzaları ve Sınıraşan Sular Konusu Ulusal çıkarları ve uluslararası ilkeleri sınıraşan sular başlığı altında ele alabilmek için birkaç önemli konuya değinmek gerekebilir. Öncelikle 1815’te∗ başlayan akıma bağlı olarak “ulusların kendi kaderini kendileri tayin etmesi” ilkesi siyasal bir ilke olmaktan çıkıp uluslararası bir hukuk ilkesi olmaya yönelmiş (10); bu bağlamda “devletlerin egemenlik ilkesi” ve “ülkesiyle ayrılmaz bütünlüğü” gibi yeni kavramlar ortaya çıkmıştır. Su havzaları açısından ele alındığında, zamanla üst düzeyde kabul görecek bu ilke ve kavramlar nedeniyle özellikle su havzalarının mülkiyete konu olan bölümünün (örneğin havzaların), sınırları içinde bulunduğu siyasal yönetimin egemenliği altında olduğu düşünülmektedir. Öte yandan, egemenlik, hak, özgürlük, sorumluluk gibi uluslararası kavram ve ilkelerin ancak karşılıklı uygulandığında bir değer taşıdığı, uygulanabilir olduğu konusu da tartışmanın nesnelliğini artıran bir boyut içerir. ∗ Uluslararası örgütlenmenin arayışları 1815’te Viyana Kongresi ile başlayan bir dizi konferansla başlamıştır. Bu süreç devletlerde bir ulusculuk akımının ortaya çıkmasına aracı olmuş bu dönemde yeni devletler ortaya çıkmıştır. - 230 - TMMOB Su Politikaları Kongresi Su havzaları ya da sınıraşan sular konularıyla ilgilenirken, en önemli sorunlardan biri, akarsu havzasının gerek yasal boyutları gerekse uygulama boyutlarıyla, her taraf adına kabul edilebilir, coğrafi ve ekolojik bir tanımlamasının yapılması gerekliliğidir. Böylece, akarsular ve havzaları üzerinde gerçekleştirilmesi düşünülen yatırımlar, devletlerin sorumluluk alanları ve bu sınırlar içinde alması gerekli olduğu önlemler; ulusların öteki uluslara karşı olan sorumluluk alanları ve uluslararası yaptırımların kapsamı da belirlenebilecektir. Bu açıdan devletler özellikle ülkesel kaynaklarına bir müdahale olarak gördüklerinden sınıraşan sular konularında havza tanımını kullanmaktan kaçınırlar. Sınıraşan sularda uygulanmış olan oldukça farklı uluslararası yaklaşımlar, sınırların ve eylem biçimlerinin de tanımlanmasında etkin olmuşlardır. Örneğin bu ilkelerden, “mutlak egemenlik ilkesi”, devletlerin kendi sınırları içinde yer alan kaynaklardan sonuna kadar yararlanma hakkını savunurken; “mutlak bütünlük ilkesi”, tüm doğal su akışının aşağı kıyıdaşın kullanımına bırakılmasını savunulur. (11) Suların öteki kıyıdaşlara ve kullanım haklarına zarar vermeden kullanılmaları da bir başka tartışma boyutunu oluşturur. Bu, su kaynağının, aşağı kıyıdaşı kullanım haklarından mahrum etmeyecek bir biçimde, makul kullanımı ile ilgili olduğu gibi; suyun, kendini yenileme kapasitesinin üzerinde kirletilmeden, aşağı kıyıdaşa zarar vermeyecek biçimde kullanımıyla da ilgili olabilir. Sonuç olarak, “devlet ülkesinin bölünmez bütünlüğü”, “ulusal egemenlik ilkesi”, “doğal kaynaklar üzerinde sürekli egemenlik”, “içişlerine karışılmaması ilkesi”, “devletin ülkesel yetkisi” gibi vazgeçilmez olan uluslararası hukuk ilkelerinin, özellikle sınıraşan çevre sorunlarının, dolayısıyla sınıraşan sular uyuşmazlıklarının çözümü ve çevrenin bütüncül korunabilmesi için, “uluslararası sorumluluk”, “çevre sorunlarının sınır tanımazlığı”, “küresel çevre malları”, “küresel değerler” gibi yeni değerlerin tanımlanmasıyla, belli esneklikler kazanmak zorunda kaldığı görülür. Bu gelişmelere bağlı olarak devletlerin ülkesel yetkisine, doğal kaynaklar üzerinde sürekli egemenlik ilkesine sınırlamalar getirilebileceği; başka devletlere ve yurttaşlarına zarar vermeme yükümlülüğü gibi, bazı temel kabuller uluslararası hukukda yerlerini almaya başlamışlardır. Ulusal çıkarlar, Sınıraşan Sular ve Uyuşmazlık Alanları Sınıraşan sular üzerine yaşanan uyuşmazlıkların arka perdesinde, çoğunlukla bölgeye yönelik, eski hesaplaşmalara kadar gidebilen çeşitli nedenler bulunmakla birlikte temel nedenlerin arasında doğal ekolojik sınırlara sahip olan akarsu havzalarının sınırlarının devlet sınırlarıyla örtüşmemesi; işleyişi açısından zaten yeterince karmaşık bir sisteme sahip bu yapının bir de uluslararası siyasal ve stratejik hesaplaşmaların hedefi haline getirilmesi sayılabilir. Sonuç olarak bütün bunların gölgesinde kalan sınıraşan sularda etkin yönetimler oluşturabilmek, doğru yönetim stratejileri belirleyebilmek zorlaşmakta ve bunlar çoğunlukla ülkelerin karşılıklı iyi niyet, hakkaniyet, sorumluluk gibi ilkeler bağlamında gelişen ilişkilerinin boyutuna bağlı olarak belirlenmektedir. Ayrıca, BM’in “Çatışma ve İşbirliği” başlığı altında yaptırdığı araştırma, suyun gittikçe sınırlı bir kaynak olmasına karşın bu kaynağa ilişkin ortaya çıkacak olan uyuşmazlıkların birer şavaşa dönüşebilme olasılığının oldukça düşük olduğunu∗ göstermektedir. ∗ Bu çalışma, son elli yılda iki ya da daha fazla devletin su nedeniyle karşı karşıya geldiği durumları incelemektedir. Bu uyuşmazlıkların, 1831 tanesinden 1228’inin işbirliği ile sonuçlanmış; suyun - 231 - TMMOB Su Politikaları Kongresi Sözü edilen yaklaşım ve veriler yanısıra, uluslararası yargı ve hakemlik kararlarında kullanılan kavramların temellerini çoğunlukla uluslararası hukuk ilkelerinden alıyor olmasına karşın, karar aşamalarında yargıçların ve hakemlerin doğrudan “etik” kavramlardan yola çıktığı ve bunlara öncelikle yer verdiği görülür. Uyuşmazlıkların yargıya baş vurmadan, çözülebilmesi için kullanılan araçlar arasında ise görüşmeler, dostça girişim, arabuluculuk gibi kavramlar; yargısal araçlar içinde, hakkaniyet ve nısfet kuralları, dostça çözücülük gibi daha esnek kavramlar dikkati çeker. Tüm bunlar sınıraşan sular alanlarında oluşabilecek uyuşmazlıklara olumlu açıdan bakılabileceğinin kanıtlarıdır. Su kaynaklarına ilişkin çatışma varsayımları öngörüldüğü biçimde artacak olursa, suyun paylaşımının ve kullanımının küresel boyutta sorunlar ortaya çıkaracağı söylenebilir. Burada birkaç soru akla gelir: Su kıt bir kaynak mıdır?; Su hangi öncelikte ve kimlere ulaştırılmalıdır? Bu soruların yanıtı görecelidir ve sorulduğu bölgeye göre değişecektir. Bu sorular iki etik boyut içermektedir: Toplumların birbirlerine karşı ve yaşayan çevreye karşı sorumlulukları. Bunlardan birincisi uluslararası ve toplumsal bir nitelik taşırken ikincisi çevresel değerleri ön plana çıkaran farklı bir boyut içermektedir. Her iki sorunun özellikle yaşamın sürdürülebilirliği açısından kuşkusuz büyük önem taşıdığı söylenebilir. Sınıraşan sularda sözü edilen “etik” alanda özneler olarak, uluslararası boyutta karşımıza devletler, uluslararası kuruluşlar ve yönetimlerindeki bireyler çıkar. Bu açıdan incelendiğinde, yerine göre kısa erimde ya da uzun erimde, alınacak her kararda, bu kuruluşların ya da devletlerin yönetimlerinde yer alanların bakış açıları ve çevre sorunlarına yaklaşım biçimlerinin etkili olabileceği ileri sürülebilir. Dolayısıyla varolan bakış açılarıyla alınacak kararlar, olumlu ya da olumsuz olarak akarsu havzalarına yansıyacak ve yine bu bağlamda olumlu ya da olumsuz olarak etik açıdan, “çevre etiği” açısından sorgulanabilir bir niteliğe de sahip olacaktır. Bu aynı zamanda bu kişilerin dolayısıyla devletlerin sınırları içinde ya da sınırlarını aşan kaynaklarla ilgili alacak olduğu kararlarda taşıdığı sorumluluk alanını da (ulusal ya da uluslararası) belirleyecektir. TUNA ÖRNEĞİNDE ULUSAL ÇIKARLAR VE ÇEVRE ETİĞİ Tarihi ve Ekolojik Özellikler Avrupa’nın ikinci büyük (Volga’dan sonra) akarsuyu olan Tuna, dokuz Avrupa ülkesini geçerek Akdenize dökülür. Tuna havzası 817,000 km2 den oluşmaktadır. Ortalama akış hacmi 6500 m3/sn olan bu akarsu, Budapeşte’de 2340 m3/sn, Bratislava’da 2080 m3/sn, Viyana’da 1920 m3/sn ile akmaktadır. Bir karşılaştırma yapmak gerekirse Fırat’ın Türkiye Suriye sınırındaki ortalama akış hızı 1000 m3/sn hacime sahiptir. Su hacmi nedeniyle Tuna, baraj yapımında tercih edilen akarsulardan biridir. (2-c) Tuna’nın günümüzde de geçerli olan en önemli özelliklerinden biri Karadeniz’le Orta Avrupayı, dolayısıyla kıyıları boyunca yer alan kültürleri birbirine bağlıyor olmasıdır. paylaşımına yönelik ortalama 200 adet andlaşmanın imzalanmış; 507 uyuşmazlık sonucunda yalnızca 37 tanesinin şiddet içerdiği, bunların içinde 21 adedinin (18’i İsrail ve komşuları arasında olmak üzere) askeri müdahale ile sonuçlandığı belirtilmektedir. (12) - 232 - TMMOB Su Politikaları Kongresi Kısaca Tuna’nın tarihine ve siyasal oluşumuna bakıldığında, günümüzde de yansımalarını gördüğümüz belli başlı dönemler öne çıkar. Bunlar: Bölgenin Osmanlı egemenliği altında geçirdiği beşyüz yıl; 1917-1989 arasında Sovyetler Birliği egemenliğindeki yıllar; 1989 sonrasındaki çözülme ve yeniden yapılanma aşamasında yaşanan parçalanma ve çatışmalar, Avrupayla bütünleşme çabaları. Bu dönemlerin aynı zamanda Tuna ve çevresinde gerçekleştirilen eylemleri, yaptırımları ve çevresel etkilerini de belirlediği söylenebilir. Tuna’da ilk ortaklıklar ve işbirliği, ulaşıma yönelik, ulaşımı kolaylaştırmak üzere başlatılmıştır. Akarsu yatağında ulaşımı hızlandırmak için ilk setleme sistemleri 18. yüzyılda yapılmaya başlanmıştır, benzer düzenlemeler Avusturya-Macaristan İmparatorluğu dönemine kadar gider. (13) Osmanlı öncesinde tarım alanı kazanmak için bu alanda çeşitli çalışmalar yapıldığı bilinmekte ancak Osmanlı egemenliğinin sürdüğü 16. ve 19. yüzyıllar arasında bunun üzerinde çok durulmadığı ileri sürülmektedir. (14) 1900’lerle birlikte başlayan bir akımla baraj yapımları Avrupa’da hızla artmış, bu dönemde büyük baraj yapılarından 40 tanesi Tuna yatağı üzerinde yer almıştır. (15) Tuna’da, sanayiler ve baraj yapılarının artışı ile 20. yüzyıl başında uluslararası şirketler ve örgütlerin işin içine girdiği izlenir. 1917 devrimiyle birlikte Doğu Avrupa’da başlayan değişimle, II. Dünya Savaşını izleyen dönemde, Almanya ve Avusturya hariç Doğu Bloku ülkeleri, Orta ve Aşağı Tuna’da akarsuyu ve kaynaklarını olabildiğince kullanan, çevresel değerlere önem vermeyen bir yaklaşım içeren çeşitli andlaşmalara imza atmışlardır. Bu bağlamda o döneme ait çevre korumaya yönelik ortak bir çaba olarak, 1977’de Çekoslavakya ile Macaristan arasında imzalanmış olan andlaşma gösterilebilir. Bölgede Yaşanan Uluslararası Uyuşmazlıklar ve Çevre Etiği Boyutları Tuna’nın tarihi gelişim süreci içerisinde yaşanan siyasal çalkantıların burada çevresel boyutların öncelik almasını engellediği söylenebilir. Bu kaynak alanına ilişkin 200 yıl önce başlayan proje çalışmaları, doğrudan bu kaynağın stratejik öneminden kaynaklanan pay alma çabaları olarak ortaya çıkmış, 1992de başlayan ve 1997 sonuçlanan Gabçikovo-Nagimaros Davasıyla günümüze kadar ulaşmıştır. Macaristan’nın 1977 andlaşmasına∗ karşı çıkarak ilgili andlaşmayı tek taraflı fesh etmesi ve konuyu Avrupa Birliği’ne ve öteki uluslararası kurumlara taşıması ile konu 1992’de Çekoslavakya ve Macaristan’nın ortak kararıyla Uluslararası Adalet Divanı’na taşınmıştır. 7 Nisan 1993’te görüşülmeye başlayan dava 25 Eylül 1997’de sonuçlandırılmıştır. Tuna’da yaşanan çevresel sorunlar, ilk olarak bu davayla uluslararası alana taşınmış ve bu dava uluslararası çevre hukuku alanında birçok boyutuyla örnek bir dava olarak yerini almıştır. 1989’dan sonra Tuna’yla ilgili yürütülmeye başlanan ortak çabaların çoğunluğu, çevre merkezli, çevre korumaya ve geliştirmeye yönelik çabalar olmaları açısından önem taşırlar. Başka konularda olmasa bile çevre konusunda oluşturulan birlikler ve sağlanan uluslararası ekonomik ve siyasal desteğin, Tuna boyu devletlerini başka alanlarda da anlaşmaya özendireceği ileri sürülebilir. Tuna’da çevre ile ilgili önlemlerin alınmasında Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi yaptırımlarının da önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. Tuna boyundaki devletler AB’ye üye olma hedefiyle çevresel değerlerini ve çevre koruma ölçütlerini yeniden ∗ 1977’de Tuna’da ulaşımı kolaylaştırabilmek, barajlar inşa etmek ve yeni düzenlemeler gerçekleştirmek için Çekoslovakya ve Macaristan Liderleri arasında bir anlaşma imzalanmıştır. - 233 - TMMOB Su Politikaları Kongresi gözden geçirmekte; Avrupa Konseyi’nin yaptığı çalışmaların birer parçası olarak çevre boyutunu kalkınma süreçlerine yansıtmaktadırlar. Bunun bir uzantısı olarak, 1990 başlarında UNDP, EC (Commission of European Communities), Dünya Bankası ve ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (US AİD- U.S. Agency for International Development) biraraya gelerek Tuna çevre programını başlatmıştır. 1991-1995 yılları arasında Tuna üzerinde süren, 1999’da NATO’nun müdahalesi ile durdurulan Sırbıstan, Hırvatistan ve Bosna Hersek arasında geçen savaşa, Macaristan, Slovakya arasındaki anlaşmazlığa, 1989’u izleyen yıllarda Tuna boyundaki tüm ülkelerde süren yeniden yapılanma ve seyreden koasa karşın; Tuna devletleri yine de Tuna’yı çevre kirliliğinden kurtarmak için biraraya gelmeyi başarmışlardır. Hem kendi içlerinde çatışmalar süren, hem de birbirleriyle çatışan bu gruplar, böyle bir dönem de bile, yapılan uluslararası çevre işbirliği toplantılarına uzmanlarını göndermişlerdir (16). Bu çalışmanın ayrıntılı bir ön çalışması olan doktara tezi (2) kapsamında yürütülen araştırmada, sınıraşan sular, uluslararası ilişkiler ve hukukla ilgili kaynaklarda Tuna bölgesinin, uyuşmazlık alanları içerisinde değil, olumlu uzlaşma arayışlarının söz konusu olduğu alanlar içerisinde geçtiği görülmüştür. Tuna’yla ilgili olarak yaşanmış hatta uluslararası boyut kazanmış çatışmalar ve uyuşmazlıklara karşın, Tuna’nın olumlu bir örnek olarak ele alınmasının nedenlerinin başında, 1989’dan itibaren burada başlayan ve süren, işbirliği ve iletişim çabalarının bulunduğunu söylemek olanaklıdır. Bunu sağlayan başlıca araçlardan biri, Tuna’nın ortak korunması çabaları ve bu amaçla kurulmuş olan bir yönetimin varlığıdır. FIRAT VE DİCLE ÖRNEĞİNDE ULUSAL ÇIKARLAR VE ÇEVRE ETİĞİ Tarihi ve Ekoljik Boyut Batı Asya’nın iki büyük akarsuyu olan Fırat (2780 km) ve Dicle (1.900 km) Türkiye topraklarından doğarak Basra Körfezine dökülür. Dökülmeden 100 km önce birleşen akarsular Şat-ül-Arap adını alır. Fırat Suriye ve Irak sınırlarından, Dicle ise Irak sınırları içinde Mezopotamya ovası’ndan geçerek Körfeze dökülür. (17) Fırat 720,000 km2’lik bir havzaya sahipken, (18) Havza’nın toplam ova arazisi 1,95 milyon hektar, sulanabilir ova arazisi ise 403 bin hektardır. Bunun 57.614 km2’si Türkiye topraklarında yer alır. Fırat ve Dicle’nin birleşerek oluşturduğu verimli Mezopotamya Ovası yüzyıllarca önemli uygarlıklara ev sahipliği yapmıştır. Kısaca tarihçesine göz atıldığında bu bölgede de Osmanlı İmparatorluğu’nun önemli bir etkisi olduğu görülür. Osmanlıların 1639’da İran’lılarla imzaladığı Kasrı-Şirin Andlaşması’nı izleyen dönemde bölgede üçyüz yıl sürecek egemenliği başlamıştır. Bölge Osmanlı İmparatorluğu’nun sağladığı yüz yıllık bir barış dönemi haricinde, günümüzde de çıkar çatışmalarının odağı halindedir. Çatışma alanlarının nedenleri değişmekle birlikte çoğunlukla amaç kaynaklar açısından zengin, stratejik konum açısından kilit bir yerde olan bu bölgede denetimi ele geçirmektir. Sümerlerden günümüze birçok açıdan değerlerini koruyan tarım arazileri, uzun dönem odak noktası olmayı sürdürmüşlerdir. Bölgenin Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altına girdiği 17. yüzyıldan itibaren stratejik öneminin arttığı söylenebilir. Osmanlılar bu dönemde, bölgede etkinliklerini artırmak, kaynaklar üzerinde denetim kurmak isteyen İngiltere, Almanya ve Rusya’nın rekabeti nedeniyle önemli baskı altında kalmıştır. Aynı dönemde İngiltere, - 234 - TMMOB Su Politikaları Kongresi güneye doğru inmekte olan Rus tehdidini uzaklaştırmak için Kıbrıs’ta üs kurma iznini (1878 İstanbul Andlaşması); Almanya, İngiltere’ye rakip olduğu Berlin-Bağdat hattında demiryolu kurma ve işletme haklarını∗ elde etmeyi başarmıştır. 1919’da buradaki petrol yataklarının öneminin Amerikalılarca da kabul görmesi üzerine, istikrarsız siyasi bir yapıya sahip olan bu bölgede yeni rekabetler ve çıkar çatışmaları başlamıştır. Bu yeni kaynakların keşfi dikkatleri başka alana çekmiş olmakla birlikte buradaki su kaynaklarının sınırlılığı, bölge duyarlılıkları, eski önemlerini yeniden kazanmalarına neden olmuştur. I. Dünya Savaşının bitişi ile bölgede Türkiye Cumhuriyeti Devleti (1923), Suriye (1946), Lübnan (1946), Irak (1958), İsrail (1949) gibi yeni devletler kurulmuş; bu yeni yapılanma içerisinde siyasal bazı öğelerle birlikte Fırat ve Dicle sularından verimli bir biçimde yararlanma konusu da, bu devletlerin gündeminde yerini almaya başlamıştır. Bu dönemde Türkiye Cumhuriyeti, Fırat ve Dicle’nin hacimlerine katkısının büyüklüğü ve yukarı havza ülkesi olması nedenleriyle oluşan su sorunlarının ve çözümlerinin önemli bir parçası olarak görülmeye başlanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin projelerinin işleme alındığı 1975’lere kadar bölge devletlerinin akarsulardan çok az yararlandığı söylenebilir. Bu dönemde dahi akarsuların ancak %20’sinden yararlanıldığı belirtilmektedir. (19) Bölgede Yaşanan Uluslararası Uyuşmazlıklar ve Çevre Etiği Boyutları Yukarıda kısaca değinilen bölge tarihinden de izleneceği gibi Fırat ve Dicle’nin oluşturduğu verimli araziler zaman zaman önceliklerini kaybetmekle birlikte (bugünde olduğu gibi) bölge açısından önemlerini sürdürmektedir. 20. yüzyıldaki gelişmeler bu havzalara yönelik en önemli uyuşmazlık alanının tarım alanları üzerine yoğunlaşacağını göstermektedir. Fırat ve Diclenin kullanımı ve yararlanılmasına yönelik olarak ortaya çıkan en temel sorunlardan biri de bunu doğrular niteliktedir. 2020 yılı için üç ülkenin bu iki akarsudan yararlanmayı düşündükleri hacimlerin toplamı, iki akarsuyun toplam su hacmini aşmaktadır. Tümüyle mantık dışı olan böyle bir kullanım öngörüsü, bu kaynağın kullanımına ilişkin ortak bir çabanın ve uzlaşmanın olmadığının belirgin bir göstergelerinden biri olarak ele alınabilir. Bölgedeki ilk uyuşmazlık, yukarı kıyıdaş’ın yani Türkiye’nin kendi sınırları içinde bulunan sularla ilgili yatırım yapmaya başlaması ve bununla ilgili gerçekleştirdiği eylemler sonucunda ortaya çıkmıştır. İlk projelerden olan Keban Barajı ve Karakaya Barajı Projelerinde (19741987) öteki kıyıdaşların da rızası olması gerekçelerinin arandığı, her iki barajın da hidroelektrik hedefli barajlar olduğundan suyun hacmi ve niteliğinde önemli bir değişikliğe neden olmadığı bilinmektedir. Ancak daha sonra tasarlanan ve Dünyada da büyük projelerden biri olduğu bilinen GAP’la ilgili olarak her iki aşağı kıyıdaş ülke uluslararası alanda duydukları sıkıntıları sıkça dile getirir olmuşlardır. Ekolojik olarak ele alındığında, Fırat ve Dicle akarsularının en belirgin özelliklerinden birinin düzensiz bir rejime sahip olmalarıdır. Bu nedenle zamansız su taşkınları ya da kuraklık dönemleri bu bölgede sıkça yaşanmaktadır. Bu da bölgedeki ülkelerin ekonomik ve sosyal yaşamları kadar doğal ortamlarını da etkilemektedir. Dolayısıyla doğaya verdiği zararlar bilinmekle birlikte baraj yapılarının bu bölge için su rejimlerini regüle edebilmede önemli bir rolleri bulunduğu söylenebilir. Özellikle yukarı kıyıdaş olan Türkiye’nin yaptığı yatırımlarla ∗ Hattın 20 km sağında ve solunda maden arama, kazı yapma, daha sonra elde edilen petrol arama izinlerini de (1904) bu haklara dahil olacaktır. - 235 - TMMOB Su Politikaları Kongresi oluşacak riskleri azalttığı, öte yandan, ekonomik, siyasal ve toplumsal birçok riski yüklenmek zorunda kaldığı, aşağı kıyıdaş ülkelerin ise kuraklık dönemlerinde yararlanacakları bu yatırımlara hiçbir katkıda bulunmadıkları gibi işbirliğine yanaşmamaları çözüm arayışlarını yavaşlatmaktadır. Bu bağlamda ortaya atılan öngörülerin arasında barajlar nedeniyle su tutulmaya başlanması ve bunun aşağı havzada oluşturacağı ekolojik değişiklikler; aşırı sulama sonucu ortaya çıkacak olan tuzlanma ve buna bağlı oluşacak verimsizlik sayılabilir. Öte yandan iki akarsuyun oluşturduğu yukarı havzada su kirliliğine bağlı bir nitelik kaybının görülmediği, bu açıdan en sorunlu olan alanların Irak sınırları içinde kalan ve sulak alanların da yoğun olarak yer aldığı aşağı havza olduğu söylenebilir. Bu alanlar yoğun yerleşimler, rafinerilerle kirletilmiş, özellikle uluslararası toplulukta da yankılarını bulmuş olan Körfez Savaşı sırasında Saddam rejiminin petrol kuyularını ateşe vermesi sonucu bir çevre felaketi yaşayarak Şat-ül Arap deltasında ciddi bir tahribata neden olmuştur. Bu bölgenin uluslararası alanda gördüğü siyasal ilgi, 1993’ten sonra bu bölgenin çevresel ve ekolojik değerlerine ve korunmasına ilişkin olarak da ortaya çıkmaya başladığı söylenebilir. Ancak bu kaygı ve arayışların genellikle bölge dışındaki gruplar ya da kişiler tarafından dile getirildiği dikkati çeker. Konuya yönelik yapılan çalışmalardan birinde Kolars, Ortadoğu’da su sorununu ekolojik boyutlarıyla ele almakta ve bu bölgenin sorunlarını Tuna örneği ile de özdeşleştirerek, bu bölgedekilerin Tuna’daki işbirliğini örnek alabileceklerini vurgulamaktadır. (19) Fırat ve Dicle’nin kullanımına ve yararlanılmasına yönelik “çevre etiği” açısından eleştirilecek birçok boyut bulunabilir. Bunlar arasında, bu ülkelerin gerçekleştirdikleri sayıca az anlaşmaların içerisinde çevrenin korunması ve kirliliğin önlenmesi bağlamında ortak özel bir girişimin olmaması gösterilebilir. Suriye ve Irak’ın varolan havza bilgilerini paylaşmak istememeleri, ölçüm istasyonları konusunda isteksiz davranmaları, Suriye’nin yukarı kıyıdaş olduğu Asi akarsuyunda tümüyle farklı bir tutum içerisinde bulunması, işbirliğini güçleştiren nedenlerin başında gelmektedir. Ayrıca, böyle yıkıcı bir savaşın sürdüğü bir bölgede ve koşullarda çevre haklarından bahsetmek, bu hakları öncelikler arasına alabilmek güçleşmekte, bu seçenek etik olarak oradaki halklar adına bir haksızlık içerebilmektedir, ancak, yine de bu koşulların varlığının bölge devletlerinin bu konuyu göz ardı etmesine yol açmaması gerektiği söylenebilir. I. Dünya Savaşı sonrası kurulan yeni devletlerin 1960’lı yıllara kadar bu kaynakların kullanımına yönelik çeşitli işbirliği arayışları içinde oldukları görülür. 1960’tan sonra her iki aşağı kıyıdaşın yönetimlerine tek partili, demokratik olmayan yönetimlerin gelmesiyle bu ilişkilerin kesildiği, 1980’lerde Türkiye Cumhuriyeti Devletinin isteğiyle yeniden başladığı izlenir. 1980 ve 1992 yılları arasında, üç devlet arasında karşılıklı gerçekleştirilen görüşmeler, yürütülen teknik toplantılar, bölgede yaşanan birçok sorunlu konuya ve istikrarsızlığa karşın, ülkelerin belli başlı konularda bilgi alış verişi gereksiniminde ve isteğinde olduğunun göstergesidir. On yıl boyunca, her üç ülke siyasal çeşitli konularda uyuşmazlığa düşmüş olmakla birlikte toplantılara katılımı sürdürmüştür. Bu girişimlerin varlığına karşın, araştırmalarda ve yazında, bu kaynaklar uyuşmazlık alanları ve gelecekte olası çatışma alanlarının başında sayılmaktadır. Bunun nedenlerinin arasında bölgedeki aşırı duyarlılıklar; zengin su kaynaklarının, dünyanın su açısından en sınırlı olduğu bölgelerden birinde yer alıyor olması bulunmakla birlikte sözü edilen uluslararası çıkar ve - 236 - TMMOB Su Politikaları Kongresi rekabet ortamı da bunu körüklemektedir. Türkiye, Suriye ve Irak hariç bu bölgedeki ülkeler, dünyanın su yoksulu ülkeleri arasında yer alır. Bir başka açıdan ele alındığında, bu havzalarda yaşanan uyuşmazlığın, kıyıdaş ülkelerin benzer yönetim ve bakış açılarına sahip olmamaları olarak gösterilebilir. Böyle iki büyük akarsuyun oluşturduğu ortak bir havzada, etkin bir kaynak kullanımı ve korunması için bütünlüklü bir yaklaşıma gereksinim vardır. Bu yaklaşım bu kaynaktan yararlanmak isteyen, kalkınmalarını bu kaynakla bütünleştiren üç ülke için de kaçınılmaz olduğu söylenebilir. Bunun için bu ülkelerin ayrıldıkları noktaları ve ulusal çıkarlarını ön plana çıkararak değil, ama, ortak çıkarlarını göz önüne alarak, bu bölgeye müdahale etmek ve denetlemek isteyenleri de dışarıda bırakacak stratejide bir işbirliğine gitmelerinin doğru olduğu ileri sürülebilir. Bunun bir yansıması olarak ulusal kalkınmalarını, halklarının toplumsal ve ekonomik gönençlerini, doğal kaynaklarını, gelecek nesillerin ve yaşamın gereksinim duyacağı dengelerde korunabilmeyi başarabileceklerdir. (2,d) SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Akarsular bulundukları coğrafi bölgelerin tüm özelliklerini yansıtır ve taşırlar dolayısıyla her akarsu havzası onları paylaşan devletlerin oluşturacağı özgün çözümlere gereksinim duyar. Bu bağlamda akarsuların doğal ve coğrafi özellikleri yanısıra, kaynağı paylaşan devletlerin ulusal kimlikleri, siyasal iradeleri, bunu kullanma biçimleri, değer yüklemeleri ve son olarak ise bulunduğu bölgenin kimliği, koşuluk ilişkileri, karşılıklı bilgi alış-verişleri, işbirliği çabaları ve örgütlenme biçimleri çözüm arayışlarında dikkat edilmesi gereken konular olarak belirir. Bu nedenle, sınıraşan sularda çevre etiği ve ulusal çıkarlar gibi çatışma olasılığı yüksek iki alanda uzlaşma gerektirecek çözümlerin çok taraflı, çok yönlü ve çok boyutlu ele alınmasının gerekliliği ileri sürülebilir. Her bir havzanın, birbirinden çok farklı, kendilerine özgü devingen bir yapıya sahip olduğu da hatırlanarak, bunun ilgili çözümlere ve oluşturulacak yönetimlere yansıtılması önem taşımaktadır. Böylece, bölgeye özgü projelerin üretilmesi, bu projelerin kalıcı olması, sahiplenilmesi, sürdürülebilir olması sağlanabilir. (2,d) Bir başka önemli konu ise, su kaynaklarının dağılımı ve sınırlılığı nedeniyle gelecekte yaşanacağı varsayılan sorunların varlığıdır, dolayısıyla bu kaynağa ilişkin iki alanda önlemlerin alınması gerekebilir: Bunlardan birincisi, bir bütün olarak bu kaynağın sürdürülebilirliğinin sağlanması; ikincisi, varolan doğal ve toplumsal sistemlerin yaşamlarını sürdürebilmelerine olanak verecek kapasitede su kaynağının korunması, bunun dengeli ve adil dağılımıdır. Bu yaklaşım değerler çatışmasını da en aza indirecektir. Bu çerçeveden bakabildiklerinde devletler, kendilerini uluslararası öteki sınırlılıklardan kurtarabilecek, daha özgür ve esnek davranabileceklerdir. Bu bağlamda her örnek alan kendi etik önceliklerini beliryebilir ve çatışan çıkarlar arasında bir dengeye ulaşabilir. Bu açıdan yaklaşıldığında, koruma önceliklerini belirlemek, amaçları belli alt hedeflere bölmek, bir sistem olarak akarsu ekosistemini de alt parçalarda ele alabilmek olanaklıdır. (20) Saptanacak olan kısa erimli, ulaşılabilir, gerçekçi, daha somut alt- hedeflerin, toplumlar ve devletler tarafından kabul görmesi olasılığı da yüksek olacaktır. Ayrıca kısa dönemli hedefler ve çözüm arayışları, uzun dönemli, geniş kapsamlı hedeflere ulaşmayı da kolaylaştıracaktır. Ancak bunu gerçekleştirirken, her alt birimin, kendi bütünlüğü ve devingenliği içinde varolan üst bütüne bağımlılığını göz ardı etmemek gerekecektir. - 237 - TMMOB Su Politikaları Kongresi KAYNAKÇA 1. Örs, Yaman, “Değerlerimiz Yalnız İnsan İçin mi?”, İnsanın Etkilendiği Çevre Oturumu Hemşirelik ve Çevre Sempozyumu, 18-19 Mayıs 1990, Ankara [Yayınlanmamış Bildiri]. 2. Arapkirlioğlu, Kumru, Sınıraşan Suların Kullanımında Ulusal Çıkarlar ve Çevre Etiği, A.Ü Sosyal Bilimler Enstitüsü, [Yayınlanmamış Doktara Tezi], a-s.105-106; b-s.58; cs.307; d-s. 340, e-s.226. 3. Cohen, A.P., Topluluğun Simgesel Kuruluşu, Ankara Dost Kitabevi,1999, s.8-12. 4. Pieper, Annemarie, Etiğe Giriş, İstanbul Ayrıntı Yayınları,1999 5. Örs, Yaman, “Etik Açıdan Doğal Çevremiz”, İnsan Çevre Toplum, Keleş, Ruşen (ed.), 1997, s. 368. 6. Akarsu, Bedia, Felsefe Terimleri Sözlüğü, İstanbul İnkilap Kitabevi, 1996; Örs, Yaman, “Değerlerimiz İnsan İçin mi?”, 1990; Pieper, Annemarie, Etiğe Giriş, 1999. 7. Benson, John, Environmental Ethics: an introduction with readings, London, Routhledge, 2000, pp. 12-13. 8. Örs, Yaman, “Bilgi-Etik Koşutsuzluğu ya da Sokrat’ın Bir Teması Üzerine Karşıt Çeşitlemeler”, Felsefe Tartışmaları, 17. Kitap, 1994, s.124-125. 9. Örs, Yaman, “Değerlerimiz Yalnız İnsan İçin mi?”, İnsanın Etkilendiği Çevre Oturumu Hemşirelik ve Çevre Sempozyumu, 18-19 Mayıs 1990, Ankara [Yayınlanmamış Bildiri]. 10. Pazarcı, Hüseyin, Uluslararası Hukuk Dersleri I. Kitap, 4. Baskı Ankara Turhan Kitabevi, 1999, s.42-49. 11. Denk, B. Erdem, Ortadoğu’da Su sorunu Bağlamında Dicle ve Fırat, Ankara Serajansı, Stratejik Araştırma ve Kültür Yayınları, 1997, s.32-33; Pazarcı, H. Uluslararası Hukuk Dersleri II. Kitap, 5. Baskı Ankara Turhan Kitabevi, 1998; Dışişleri Bakanlığı, OrtaDoğu’da Su Sorunu, Ankara Bölgesel ve Sınıraşan Sular Daire Başkanlığı, 1996, s.26. 12. United Nations, “World Water Development Report: First UN system wide evaluation of global water resources, <www.un.org>2002 13. Fitzmaurice, John, Damming the Danube, Colorado Bouldex Westview Press, 1996 14. Tarphy, Cliff, “Tuna, Avrupa’nın Barış ve Uyuşmazlık Nehri”, National Geograhic, 2002/Mart, s. 200. 15. Lejon, Egil, Gabcikova-Nagymaros: Old and New Sins, Bratislava, 1996; Romanenko, V.D., “Biopolitic Problems of Large Scale Hydrolic Engineering Construction”, B.I.O. 3rd International Conference, 1997. 16. Murphy, I. L., The Danube: A River Basin in Transition, Dortrecht Kluwer Academic Publishers, 1997. 17. DPT, Sınıraşan Sular: Fırat ve Dicle Havzası ve GAP, Ankara, 1997; Kolars, F. J, A.W. Mitchell, The Euphrates Riverand The Southeast Anatolia Development Project, Southern - 238 - TMMOB Su Politikaları Kongresi Illınoıs University Press, Corbondale and Edwardsville, 1991; Tomanbay, Mehmet, Dünya Su Bütçesi ve Ortadoğu Gerçeği, Ankara Gazi Kitabevi, 1998. 18. Kolars, F. J., “Managing the Impact of Development: The Euphrates and Tigris Rivers and The Ecology of the Arabian Gulf”, Water as an Element of Cooperation and Development in the Middle East, 1994, p. 132 19. Elliot, 2001; Norton, 1995; Örs, 1997 20. Light/Katz, 1996; Norton, 1996; Norton, 2000 - 239 - TMMOB Su Politikaları Kongresi SUMMARY Fresh water is a scarce entity related to its availability; density and the number of species in need of it. Water is also limited as far as its physical, chemical and biological characteristics. Water has been a very important “resource” for human beings’. However, as a perception and being considered a vast “resource”, it has been used and abused by human beings who became a dominant “species” almost all over the world. As an ecological unit, river basins are integrated systems. But, human beings who settle down by those rivers, created their own social and cultural boundaries, after all called nations. As mentioned above, nations are also dependent on this precious resource for their growth and development, that’s why every nation wanted the most from this “resource”. Uses in transboundary rivers, created another problem; an ethical problem between upstream and downstream users of this river. This work also intend to draw attention to two other ethical topics, one is “environmental ethics” and second, “the responsibility of nations”. There are two main problems with protecting transboundary waters, one is human centered and national interest centered point of views; second, nations’ boundaries and river basins boundaries never overlap. Therefore, during the protection and management of these rivers, the boundaries are needed to be integrated with common interests and also with other living beings’ interests. This paper aims to shift (remodel) accepted norms to more environ-centered view, and will discuss this through the concept of “environmental ethics”. - 240 -