Natura MİMARLIK VE İÇ MEKAN DERGİSİ SAYI: 8 / KASIM-ARALIK 2010 / FİYATI: 7 TL Arata Isozaki: CAFA Sanat Müzesİ CAFA Art Museum Souto de Moura: Mathosinhos Evİ Mathosinhos House 3LHD: Hırvatistan’da yenİ mİmarlIk The new architecture of Croatia Nabil Gholam: F House EDİTÖRDEN Yeni bir şeyin başlangıcı daima biraz heyecan, endişe ve heves taşır. Natura’nın yeniden lansmanını üstlenen ekip olarak derginin bu yeni sayısını hazırlarken bizim de hislerimiz bunlardı. Amacımız bu güne kadar olmayan bir yayın yaratmaktı: Bu bölgenin mimarisi üzerine, İstanbul merkezli, uluslararası bir dergi… Türkiye ve çevresinde gördüğümüz yaratıcılığa odaklanmak ve Avrasya bölgesindeki mimarlığı incelemek istedik. Akdeniz’den Asya’ya, Balkanlardan Orta Avrupa, Kuzey Afrika ve Arabistan’a, bu bölgelerdeki çağdaş mimariyi önemli ve büyüyen bir güç olarak görüyoruz. Bu bölgede son 10 yılda gerçekleşen inşaat patlamasının uzun dönemli ve dikkate şayan bir mimari gelişimin başlangıcı olduğunu düşünüyoruz. Çağdaş tasarımda doğal taşın değeri konusunda farkındalık yaratmak için çalışan İMMİB de aynı vizyonu paylaştı. Avrasya bölgesi eski çağlardan beri mimarinin temelini oluşturan doğal taş konusunda inanılmaz bir zenginliğe sahip. Doğal taşla tasarım ve mimari pek çok mimari tarzının bazını oluşturmakla kalmıyor, hem doğuda hem de batıda yapı sanatının temeliyle de doğrudan ilişkili. Araştırmaya ve saptamaya giriştiğimiz, geçmişin farkındalığı ve geleceğin taşıdığı zengin olanaklar… Yerel gelenek ve teknikleri rehber olarak alıp, Avrasya’da taş ve diğer doğal malzemelere dayalı mimari, tasarım ve çağdaş kültürün, ilerici ve yenilikçi örneklerini göstereceğiz. Yeni dönemdeki bu ilk sayımızdaki mimari projeler Hırvatistan, Mısır, Lübnan, Çin ve pek tabii ki Türkiye’den… Global mimarlık kültürünü genişletmek amacıyla, bu ileri tasarım örneklerinde taş, teknoloji ve tekniğin sentezini detaylı olarak inceliyoruz. İMMİB’in desteğiyle, dünya çapında çok önem kazanan ekolojik ve kültürel olarak sürdürülebilir modernite diyaloguna anlamlı bir katkıda bulunabilmeyi, pratik ve eleştirel bir bakış açısı getirebilmeyi umuyoruz. GÖKHAN KARAKUŞ / Mimar 04 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 The start of something new always comes with bits of excitement, anxiety and anticipation. It is with all these sentiments that the editorial team behind the relaunch of Natura set upon the task of producing this new edition of this magazine. Our goal was to create a publication that had not existed before, an international magazine on regional architecture based in Istanbul. We wanted to focus on the creativity we saw in Turkey and beyond, to look at architecture built and unbuilt in the Eurasian region. From the Mediterranean to Central Asia, Balkans and Central Europe to North Africa and Arabia, we saw contemporary architecture in these locations as an important and growing force. The building boom of this area in the last 10 years we felt was only the beginning of a long era of construction and architecture that deserved our attention. Our partners in the effort, IMMIB shared our vision as they found themselves working to build awareness of the value of stone and Turkish stone in contemporary design. The Eurasian region is the source of a great variety of natural stones that has been the basis for architecture since ancient times. Architecture and design with stone represents not only the basis for many architectural styles but more importantly is directly related to the foundations of the art of building itself in both the east and west. It is this awareness of this past and the wealth of possibilities in the future that we seek to explore and map. With rich local traditions and techniques as our guide, we will attempt to show the progressive and innovative examples of architecture, design and contemporary culture based on stone and other natural materials in Eurasia. The architectural projects we feature in this our first edition are examples from emerging places such as Croatia, Egypt, Lebanon, China and, of course, Turkey. We look in detail at the synthesis of stone, technology and technique with the aim of broadening global architecture culture through the examples of these advanced designs. Our hope is that we can with our partners at IMMIB make a meaningful addition to the important worldwide dialogue on modernity that is ecologically and culturally sustainable to provide you with practical and critical insights. KÜNYE NATURA KASIM-ARALIK 2010 / NOVEMBER - DECEMBER 2010 İÇİNDEKİLER / INDEX 66 100 8 Etkinlikler: MARMOMACC ve 100% Design 10 Taş ve suyla gelen huzur: Spalar 20 Ağa Han Mimarlık Ödülleri 28 Taş ve Heykel: Xavier Corbero ve Tuba İnal taşa hareket kazandırıyor. 38 Bir yol hikayesi: Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun kaybolan mozaik duvarı 44 Paris’te bir Türk tasarımcı: Koray Özgen 48 Doğaya uyumlu konut mimarisi: Bodrum Bodrum 58 Yeni Kahire’nin yenilenen yüzü: Zaha Hadid’den Stone Towers 66 Nabil Gholam’dan bir taş harikası: F House 76 Souto de Moura’dan minimal konut: Mathosinhos Evi 86 İsozaki’den yerel taşı yorumu: CAFA Sanat Müzesi 94 Zengin iç mekanıyla Tripoli Kongre Merkezi 100 Hırvat mimarlık ofisi 3LHD’den üç ayrı projede yerel malzemenin yansımaları 06 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 20 86 48 10 8 MARMOMACC and 100% Design 10 A new definition of everyday life: Spas 20 The Agha Khan Architecture Award shortlist 28 Stone and sculpture: Xavier Corbero and Tuba İnal breathe new life to stone 38 On the road: Bedri Rahmi Eyuboğlu’s lost wall mosaic 44 A Turkish Industrial Designer in Paris: Koray Özgen 48 A new direction for Bodrum lifestyle 58 The new face of Cairo: Zaha Hadid Architects’ Stone Towers 66 A masterpiece of stone architecture by Nabil Gholam Architects 76 Monolithic serenity: Souta de Moura’s Matosinhos House 86 Arata Isozaki takes China slate stone into innovative directions in CAFA Art Museum 94 The rich interiors of the Tripoli Congress Center by Metex 100 Croatian vernacular techniques in natural stone reinterpreted by 3LHD Architecture KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 07 Her yıl dünyanın çeşitli ülkelerinde malzeme tanıtımı, yeni teknolojik gelişmeler, markaların yeni ürünleri ve en son tasarımların sergilendiği çok sayıda fuar düzenleniyor. Çoğu zaman çağdaş malzeme, tasarım ve mekan anlayışlarını yakından takip eden ve güncel trendlere yön veren bu fuarlar diğer yandan hem tasarımcıların kendi ufuklarının genişlemesi, hem de tanışma alanları olarak gerek taş, gerekse tasarım sektörlerinde önemli yer tutuyorlar. İşte, özellikle taş sektöründe dünyada adından en çok söz ettiren fuar olan İtalya’nın Verona kentinde düzenlenen Mamomacc Uluslararası Taş Tasarım ve Teknoloji Fuarı ile İngiltere’nin başkenti Londra’da yer alan ve tasarım, özellikle iç mekan tasarımı konusunda dünyada başı çeken ve eğilimlere yön veren fuar olan 100% Design’dan notlar… Every year, there are many exhibitions organized in various countries where technological advancements, new products, new materials and latest designs are displayed. These exhibitions not only shape the current trends by following contemporary material, design and location concepts, but are also vital for designers in broadening their vision and establishing contacts. The following sections include highlights about Marmomacc 45. International Exhibition of Stone Design and Technology organized in Verona, Italy and 100% Design Contemporary Interior Design Exhibition organized in London, England. 08 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 Marmomacc Uluslararası Taş Tasarım ve Teknolojİ Fuarı – Verona Marmomacc 45. International Exhibition of Stone Design and Technology – Verona 29 Eylül- 2 Ekim tarihleri arasında İtalya’nın Verona şehrinde düzenlenen Marmomacc 45. Uluslar arası Taş Tasarım ve Teknoloji Fuarı’nın (Marmomacc 45. International Exhibition of Stone Design and Technology) Türkiye milli katılım organizasyonu İstanbul Metal ve Maden İhracatçıları Birlikleri (İMMİB) tarafından ilk kez gerçekleştirildi. Türkiye’nin fuarda rol alması Dış Ticaretten Sorumlu Devlet Bakanı Zafer Çağlayan ve Türkiye İhracatçılar Meclisi Başkanı Mehmet Büyükekşi’nin de katılımıyla desteklendi. Doğal taş sektöründe dünyada düzenlenen en büyük organizasyon olan fuar, tüm sektör için vazgeçilmez ve sektöre yön veren bir etkinlik konumunda... 2009 yılında 50’den fazla ülkeden 1.400’den fazla katılımcının, 77.000 m2’lik alanda ürünlerini sergilediği Marmomacc Fuarı, 53.119 kişi tarafından ziyaret edildi. Bu yıl ise 11 holde 1.500’e yakın firmaya ev sahipliği yapan fuarda, katılımcılardan 100’e yakınını Türk Doğaltaş İhracatçıları oluşturuyordu. Fuarda, en ciddi katılımlardan birine sahip Türkiye’nin yanı sıra milli katilim organize eden ülkeler arasında Arjantin, Belçika, Brezilya, Çin, Fransa, Hırvatistan, Mısır, Ürdün, İran, Pakistan, Hindistan, Portekiz, İspanya ve Tayvan gibi önemli merkezler yer alıyordu. Türkiye Pavyonunda milli katılım içinde yer alan 57 firma, 1.846 m2’lik alanda mermer, granit, traverten, fayans, plaka ve bordürlerin yanı sıra, bu ürünlerden mamül lavabo, evye ve benzeri ürünler, mozaik gibi dekoratif ürünler ve yine bu ürünlere ilişkin kimyasallar ve ekipmanları sergiledi. Milli katılım içinde yer almayıp bireysel olarak fuara katılan Türk firma sayısı da 40’ı buluyordu. Marmomacc, sektör açısından hayati değer taşıyan bir fuar... Doğal taşta son derece zengin bir ülke olan Türkiye’nin fuarda yer almış olması gerek Türkiye taşlarının tanıtılması ve ortak pazara sunulması açısından, gerekse Türkiye’nin uluslararası bu son derece önemli platformda temsil edilmesi ve kendini göstermesi açısından son derece kritik. Fuar sektörün nabzını elinde tutması ve oldukça ufuk açıcı, bilgilendirici içeriği ile bu önemli etkinlik bu yıl da çeşitli seminerler, yarışmalar ve workshoplarla da desteklenerek yine kendinden bolca söz ettirdi. Marmomacc 45. International Exhibition of Stone Design and Technology took place in Verona between September 29 and October 2. This year was the first time Turkey, represented by IMMIB (General Secretariat of Istanbul Mineral and Metals Exporters’ Association), officially participated in the exhibition. Being represented on such a significant international platform was critical for a country like Turkey. Rich in natural stone resources, this exhibition provided Turkey the opportunity to introduce and market its local stones. Marmomacc is the largest and the most respected exhibition for the natural stone industry. In 2009, the exhibition, spread across an area of 77,000 m2, was visited by 53,119 people and included more than 1,400 participants from 50 different countries. This year, the exhibition hosted 1,500 firms, almost 100 of which were Turkish Natural Stone Exporters. The Turkish firms displayed a wide variety of stone types, in addition to end products, decorative goods and chemicals and equipment related to these products. Some of the other participating countries included Argentina, Belgium, Brazil, China, France, Croatia, Egypt, Jordan, Iran, Pakistan, India, Portugal, Spain and Taiwan. 100% Design Güncel İç Mekan Tasarımı Sergİsİ – Londra 100% Design Contemporary Interior Design Exhibition – London Her yıl Londra’da düzenlenen 100% Design Güncel İç Mekan Tasarımı Sergisi (100% Design Contemporary Interior Design Exhibition), çağdaş iç mimarlık konusunda dünya çapında düzenlenen en önemli aktivitelerden biri... Fuar bu yıl 23 – 26 Eylül tarihleri arasında düzenlendi. 2011 tarihi ve yeri şimdiden belli olan fuar (22 – 25 Eylül 2011; Earls Court London) bu yıl yine son derece büyük bir başarı yakalayıp 2009 yılı katılımının üzerine çıkarak oldukça ses getirdi. 2009 yılında fuarı 25.000’i ticaret amaçlı olmak üzere toplamda 26.500’ü aşkın ziyaretçi gezdi. Fuarda 1.400’e yakın basın mensubu yer aldı. Bu yıl 16.sı düzenlenen 100% Design fuarında 400’ün üstünde stand yer aldı. Standların her biri başka bir tasarım anlayışı ortaya koyuyor, farklı malzemeleri bir araya getirerek değişik tasarım elemanları oluşturuyordu. Ücretsiz seminerler, aktiviteler ve atölye çalışmalarının yanı sıra, fuar izleyiciye en ünlü tasarımcı ve markaları yakından görme ve onlarla etkileşime girme fırsatı sağladı. Fuarın 100% Design bölümü en yeni tasarımcıların en yeni işlerini sergilerken, 100% Materials’da bakteri tekstilinden sürdürülebilir yüzeylere kadar birçok ürün sergilendi. 100% Futures’da ise genç yetenekler tasarım piyasasına tanıtıldı. Bu yıl izleyici sayısı oldukça artan fuarda birçok profesyonel izleyici stand açan firma ya da kişilerle diyaloğa girdi, fuar önemli iş anlaşmalarının yapılmasına sahne oldu. Seminerler de oldukça ilgi gördü ve tasarım ve mimarlık alanında uzun ve derinlikli tartışmalar yaşandı. 100’ün üzerinde genç tasarımcı fuarda kendine yer bulurken Nathalie Dewez En İyi Yeni Ürün tasarımı dalında, Creative Trust En İyi Stand Tasarımı dalında, Kristine Bjadaal En İyi Malzeme Kullanımı dalında, Daniel Emma ise En Umut Vaad Eden Tasarımcı dalında Blueprint ve 100% Design tarafından ödüle layık görüldü. 100% Design üç ana bölümden oluşuyor. Bu bölümlerden ilki, dünya klasmanında bir iç mimari şovu olan 100% Design. İkinci bölüm iç dizayn ve mimari malzemeler sergisi olan 100% Materials, sonuncusu ise yükselen yeteneklerin tasarımlarının sergilendiği 100% Futures. Bölümlerden ilki ve en önemlisi sergiyle aynı adı taşıyan 100% Design (%100 Tasarım). Şov bölümü olarak kabul edilen bu bölüm, İngiltere’nin bu çok önemli tasarım fuarının en önde gelen etkinliği. Bu bölüm, ziyaretçilerin mobilya, aydınlatma, aksesuar, duvar, yer kaplama, tekstil, mutfak ve banyo alanlarında tüm yenilikleri takip ettikleri yer. Oturumlar ve iyi tasarım lansmanı manifestosu bu bölüm dahilinde yer alıyor. Milli katılımlar bölümü bu alan kapsamında ve bu durum uluslararası katılımcı ve ziyaretçi sayısının bu bölümde 100% Design Contemporary Interior Design Exhibition, organized every year in London, is the world’s leading contemporary interior design event. It consists of three divisions. The first division, 100% Design, is a world renowned interior design show which displays innovative, contemporary products designed by the mix of new and established talent. Hence, this division is more popular than the others both for participants and for visitors. The second division, 100% Materials, includes a variety of contemporary materials and techniques sought after by designers to find new ways to create more technical and more sustainable projects. Finally, the last division 100% Futures, brings tomorrow’s design stars in touch with influential manufacturers, retailers, press, buyers and the international design community. This division also provides daily interactive sessions with leading designers and innovators. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 09 Su ve taşın huzuru: Spalar A new definition of everyday life, spas Suyu mimarlıkla birleştiren kendilerine özgü fasiliteler olarak spalar 21. Yüzyıl için yeni bir yapı tipi ortaya koyuyor. Özellikle rahatlama ve yenilenme için kullanılan spalarda taş malzeme ahenkle kullanılıyor. The union of water and architecture in the design of spas creates new building types for 21st century lifestyles. Extensive use of stone creates natural harmony in these spaces of rejuvenation. S ürekli değişen, akışkan ve dinamik gündelik hayat pratikleri özellikle kent yaşamında oldukça yoğun ve sıkıştırılmış halde karşımıza geliyor. Metropollerde yaşanan kaotik hayat kişileri nevrotik olma eşiğine getirirken, kentsel dinamikler yaşamın akışı dahilinde nefes alacak aralık bulmayı şehirliler için oldukça zorlaştırıyor. Yorgunluk, stres gibi unsurlar üst üste bindikçe sürekli bir dinlenme, rahatlama ve sakinleşme ihtiyacı ortaya çıkıyor. Sık sık tatile gitmenin imkansız olduğu hallerde ise bu durum kentlere ya da periferiye alternatif yapay dinlenme ve rahatlama mekanları inşa etmekle çözülebilir bir hale geliyor. İşte bu noktada artık gündelik hayatın bir parçası ve bir anlamda bir yaşam biçimi tanımı haline gelen spa fasiliteleri karşımıza çıkıyor. “Spa” kelimesinin nereden geldiği ile ilgili iki teori var. Bunlardan biri Latince “salus per aquae” (su yoluyla sağlık) teriminin baş harflerinin birleşimi ile ortaya çıktığı yönünde… Diğer teori ise Belçika’nın Roma termalleri ile ünlü Spa kentinin adının zaman içinde tüm termal yapılar 10 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 C Contemporary society today is a mix of mobile, fluid and dynamic lifestyles especially the complex and fast lives led in urban centers. These chaotic lifestyles in big cities have had the tendency to increase nervous tension where intense urban dynamics makes it difficult for urbanites to achieve a healthy balance in the rapid pace of life. As fatigue and stress accumulate, there is the parallel need to rest, relax and realize a certain tranquility. In cases where frequent vacations are not an option, this problem can be addressed by artificial means through alternative rest and relaxation centers located in or near major urban centers. One of these alternatives are the spas that feature water treatments of different kinds. These quickly growing spas and thermal baths have now become a part of daily life to define a certain lifestyle that provides a solution to the stresses of urban living. There are two theories about the origin of the word “spa”. One theory is that the word represents the initials of the Latin term “salus per aquae” (health through water). The other theory claims that the city of Spa in Belgium, famo- İSVİÇRE’DE PETER ZUMTHOR TASARIMI THERME VALS’İN HAVUZUNDA TAŞ, IŞIK VE SUYUN UYUMU In Switzerland, Peter Zumthor’s Therme Vals pool unifies stone, light and water KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 11 için kullanıldığını söylüyor. Rahatlamak, yenilenmek ve stres atmak amacıyla kullanılan modern spaların kökleri sıcak kaplıcalara dayanıyor. İçinde şifalı mineraller bulunduran ve yolcuların vazgeçilmez durakları olan sıcak su kaplıcaları modernleştirilerek ve başka fasilitelerin de eklenmesiyle günümüzde kullanılan spalara dönüşüyor. Aslında banyo yapmak için özel bir yapıya sahip olma kültürü Roma İmparatorluğu’na kadar dayanıyor. Roma imparatorluğunda kamusal mekan olarak bulunan termal yapılar soyunma odalarından rahatlama alanlarına kadar gerekli tüm fonksiyonları içlerinde barındırıyor. “Caldarium” denilen buhar odası, “Tepidarium” denilen sıcak oda ve “Frigidarium” denen soğukluk bu yapıların çekirdeğini oluşturuyor. Yapılar her gün yıkanan Romalılar için oldukça önem taşıyor ve gündelik hayatın en önemli etkinliklerinden birine ev sahipliği yapıyor. Aynı kültür Osmanlı İmparatorluğu’nda yine gündelik hayatta fazlasıyla yer tutan yıkanma aktivitesinin gerçekleştiği Hamam yapılarında karşımıza çıkıyor. Hamamlar aynı Roma termallerinde olduğu gibi “Hararet Odası”, “Sıcak Oda” ve “Soğukluk” ismi taşıyan mekanlar içeriyor. Gelişerek günümüze gelen ve modernleşen yıkanma kültürüne ev sahipliği yapan spalar artık içlerinde masaj, yüz bakımı, fitness gibi rahatlamak ve yenilenmek için gerekli her türlü aktiviteyi barındırıyor. Avrupa’da özellikle Almanca konuşulan ülkelerde su terapisi oldukça rağbet görürken, Amerika’da yüz bakımı ve masaj aktiviteleri daha çok ilgi görüyor. Spalar aynı zamanda suyu mimarlıkla birleştiren kendilerine özgü yapılar olarak karşımıza çıkıyorlar. Özellikle rahatlama ve yenileme için kullanılan spalarda bu sebeple çoğunlukla taş malzemeye rastlanıyor. İçten ısıtılan taş duvarlardan oluşan Roma termalleri ile aynı ısıtma tekniğini benimsemiş, ancak her tarafı mermerle kaplı Osmanlı hamamları taşın su tarafından domine edilen mekanlardaki önemini ortaya koyuyor. Bu durum geleneksel termal ve hamamları etüd ederek spa tasarlayan mimarları taş kullanımına yöneltiyor. Taşın suyla kurduğu ilişki doğada sürekli karşımıza çıktığı ve rahatlatıcı, bir anlamda huzur verici bir imgeye sahip olduğundan taş, spalarda oldukça popüler bir malzeme haline geliyor. Taş kullanımı mekanları doğal bir görüntü verirken, fiziksel ve psikolojik rahatlamayı da kolaylaştırıyor. Yapıların konumlandırılması bağlamında iki tür spa karşımıza çıkıyor. Birinci kısım kente entegre olmuş spalar… Yoğun kent dokusu içinde yer alan bu yapılar kent insanının işinden eve giderken kullanabileceği kadar yakın olduğu için oldukça yoğun bir programa sahip oluyorlar. Tek bir yapının içinde tüm ihtiyaçlarını gidermek isteyen modern kent insanı bu yapılarda oldukça fazla zaman geçiriyor ve bunu gündelik rutininin bir parçası haline getirebiliyor. Bir diğer spa türü ise ya kent periferisinde ya da kentlere yakın olan dağlık köy ya da kasaba alanlarında inşa edilen yapılar. Bu yapılar genelde kendilerini doğaya entegre ediyor ve doğal görüntünün bir devamı gibi o dokuyu kendi üzerinde taşıyor. Doğaya entegre olmuş spaların en iyi örneklerinden biri Peter Zumthor’un Therme Vals isimli spası olarak kabul edilebilir. Zumthor’un bu tasarımı taş üzerine 12 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 Therme Vals us for its Roman thermal baths, became the generic word for all similar facilities over time. In fact, today’s modern spas are simply more advanced and contemporary thermal baths with additional facilities and services such as massages, facials and fitness. These types of bathing ritual dates back to the Roman Empire period. Most Roman cities had at least one, if not many, public baths. These baths were a center of public life for Romans who visited them daily. The various parts of the bathing ritual, such as undressing, bathing, sweating, and resting, were all accommodated for in these structures. The three rooms that represented the core of this arrangement were “Caldarium” (the hot room), “Tepidarium” (the warm room) and “Frigidarium” (the cool room). The same bathing ritual was also embedded in the culture of the Ottoman Empire. In-line with its Roman predecessors, a typical Ottoman hamam consisted of three rooms: “Hararet Odasi” (the hot room), “Sicak Oda” (the warm room) and “Sogukluk” (the cool room). Today’s contemporary spas represent a unique integration of water and architecture in the spirit of these ancient urban public bathing activities. Following the Roman and Ottoman traditions, contemporary designers are taking advantage of the peaceful harmony generated by the combination of water and stone to build these centers of relaxation for the body and mind. These spas and thermal baths located in urban areas respond to the demands of modern men and women with busy schedules who want to be able integrate their spa experience into their daily İNGİLTERE’DEKİ NICHOLAS GRIMSHAW TASARIMI THERMAE BATH’DEKİ SICAK HAVUZDAN ŞEHİR MANZARASI GÖRÜLÜYOR. Nicholas Grimshaw’s Thermae Bath in Bath, England provides views to the city from heated pools. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 13 Therma Bath Spa Thermae Bath Spa kurulmuş bir tasarımdır. İsviçre’nin Vals kentinde dağ eteklerine kurulmuş bu yapının ana tasarımsal hedefi dağlık dokuyu bozmamak ve yapıyı doğanın akışkanlığının bir parçası olarak gösterebilmektir. Bu doğal taş dokusunu Zumthor bölgenin yerel taşı “Valser Gneisplatten”I kullanarak verir. Su ile kurduğu doğal ilişki sayesinde doğal mekanlar yaratmak adına spalarda en çok seçilen malzeme olan taş, Zumthor’un spasında fazlasıyla öne çıkar. Dağ, mağara, doğa, taş gibi kavramların tasarımsal motto olarak kullanıldığı yapıda en göze çarpan unsur taş, su ve ışığın tek bir mimari eleman gibi algılanması ve bu çok katmanlı elemanın heterojenliği sayesinde farklı mekan ve zamanlarda farklı olarak algılanan estetik deneyimlere dönüşmesidir. Zumthor bu tasarımından önce Budapeşte, İstanbul ve Bursa’daki termal yapılarını etüt eder ve bu etüd üzerine söz konusu taş odaklı tasarımını gerçekleştirir. Yapı büyük ve serbest duran taş bloklarının üst üste yerleştirilmesiyle kurgulanır. Çatılar çimle kaplanır. Bu da yapıyı doğal görüntünün doğal bir parçası haline getirir. Zumthor’un yakalamak istediği primitif görüntü de bu şekilde sağlanır. Yapının iç mekanlarında suyun izlerini bulmak mümkündür. Nicholas Grimshaw tarafından tasarlanan Londra’da yer alan Thermae Bath Spa yine doğal malzeme ile suyun bir araya geldiği oldukça iyi bir örnek. Şehir dokusu içinde kurgulanan Therma Bath Spa, yoğun dokulu kentin ortasında bir yapı içinde farklı seviyelerdeki havuzların konumlanmasıyla ve diğer elemanların 14 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 routines. The spas located outside of urban areas primarily in mountain resorts, small towns and villages in German speaking countries deliver this experience in the context of the luxury of being unified with nature. One of the best architectural examples and most well known of these mountain resort spas is Vals Thermae in Vals, Switzerland, 1996, designed by Peter Zumthor. Embedded in the stone topography of the Swiss mountains, Zumthor’s achievement is to combine water, light and stone in an essential way, fusing the topography and the basic material, primarily stone, in a simple yet powerful design. His use of the local stone “Valser Gneisplatten” is a significant factor in creating the structure’s symbiotic relationship to its natural surroundings. Zumthor’s integration of stone with the thermal properties of water and heat provides for an alchemic-like architecture made more brilliant by the building’s manipulation of natural and artificial light. Thermae Bath Spa, designed by Nicholas Grimshaw, is located in the city of Bath close to the major urban metropolis of London, and yet still manages to deliver an organic feel through its integration of water and local materials. A crisp stone-clad cube, which contains the spa’s changing, massage and steam rooms, breaks through the roof terrace of glass-clad lower floors, rising a further level to an open-air pool right on top, high in the air, with views to the wooded hills. The whole cube is perched on four fat mushroom-shaped columns rising from a larger main pool at semi-basement level, this is a building sandwiched top and bottom by massive qu- MARIO BOTTA’NIN TSCHUGGEN BERGOASE SPASI DAĞ YAMACINDA HARİKA BİR KONUMA SAHİP The Tschuggen Bergoase Spa in Arosa Switzerland by Mario Botta sets a thermal spa in a beautiful mountain setting. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 15 mümkün olduğu kadar organik bir şekilde dokunmasıyla oluşan bir tasarım anlayışına sahiptir. Bu yapı da bir spada olması gereken tüm fasiliteleri barındırır. Su, mekanların çoğunda karşımıza çıktığı gibi burada da yapı doğal malzeme ve organik formların bir araya gelmesinden oluşmaktadır. Yapının en önemli özelliklerinden biri yine yerinde taş kullanımı... Yapıda Londra’nın dışındaki bir ocaktan gelen bir çeşit kireç taşı kullanılır. Bu taş “Banyo Taşı “ olarak da bilinmektedir. Mario Botta’nın ünlü “Berg Oase” spası ise Alplerin eteklerine inşa edilmiştir. Tasarımında göze çarpan en önemli kriterler geçirgenlik, organiklik ve doğallıktır. Oldukça kendine özgü bir estetik anlayışa sahip olan bu tasarım, bölgenin gerek görsel, gerekse fonksiyonel anlamda en ünlü yapılarından biri haline gelmiştir. Berg Oase bölgede zaten çok eski bir gelenek olan termal ve kaplıca geleneğinin modernize ve stilize edilmiş halidir. Taş–su–ışık ilişkisi yine doğal dokular içinde karşımıza çıkar. Mimar Mario Botta’nın kendine özgü tasarım anlayışı doğal malzemeye organik dokular halinde yansır. Yine Almanca konuşulan bir diğer coğrafyada, Avusturya’da Behnisch, Behnisch & Partner tarafından tasarlanan Römerbad Kleinkirchheim isimli spa, üzerinde konuşulmaya değer bir diğer önemli su yapısı olarak karşımıza çıkıyor. Bad Kleinkirchheim, özellikle spa tasarımlarıyla ünlü olan Stuttgartlı Alman firmasının en önemli işleri arasında sayılabilir. Taş, beton ve seramik gibi malzemelerin birleşimi, döşemeler ve yüzeylerde açılmış amorf delikler, suyun akışkanlığını takip eden bir tasarım anlayışı ve bu alışkanlığın ince ince işlenmiş mekanlara tek tek yansıması, betonun verdiği primitif dokunun yanında tasarım anlayışının estetik şıklığı yapının öne çıkan noktaları arasında sayılabilir. Son olarak Sinan Kafadar’ın Swissotel için tasarladığı hamam önemli ve güzel bir örnek olarak kabul edilebilir. Türkiye coğrafyasında yapılan spa tasarımlarında genelde öne çıkan malzeme mermerdir. Sinan Kafadar’da bu geleneksel alışkanlığın günümüze uzanmış izlerini gözardı etmez, projede çizgili Marmara Mermeri kullanır. Klasik kadın ve erkek hamamları bu malzemeyle üretilmiş ve geleneksel bir çizgide oluşturulmuştur. Duvardaki çiniler ve aydınlatma biraz daha modern unsurlar olarak bu hamamlar içinde yer alır. Ancak 10 kişi kapasiteli özel hamam daha farklı tasarım unsurlarını öne çıkarır. Ana yıkanma yeri karedir, bu da geleneksel sekizgen formun yerinden edilebileceği ve tasarımın modern yorumlara açık olduğu an16 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 Tschuggen Bergoase Spa antities of hot water. “It is modern,” says the architect Grimshaw, “but it is not minimalist. We’re getting across the idea of it as a pleasure, a place where you go to disengage, to contemplate.” The Tschuggen Bergoase spa and thermal designed by the Swiss architect Mario Botta is positioned on the skirts of the Swiss Alps in the resort town of Arosa. The structure is meant to hide its mass in the hillside exposing itself to the exterior only in the form of light ‘trees’, large glass leaf like structures that let in light during the day and are illuminated at night. With the use of Arosa granite as the primary material, this structure is yet another interesting example of the unification of stone, water and light seen in Vals with also the same attention to generating a space of peace and tranquility integrated with nature. Describing the spa as a “sacred space”, Botta says of the Tschuggen Bergoase, “…the Spa is carved into a mounta- in, overall it is not a grotto in that it is defined by open spaces with smooth walls. The concept is that of a sanctuary – a place to escape.” Römerbad Kleinkirchheim, located in Austria, is considered to be one of the most influential works of Behnisch, Behnisch & Partner – the German architecture firm especial famous for its spa designs. Initially in 2003–7 they designed the spa in Bad Aibling, Bavaria, Germany and later the expansion of the Roman Baths in Bad Kleinkirchheim in Carinthia, Austria in 2006-2007. The primary strategy of both of these set out to absorb the particulars of the respective site, not unlike Zumthor’s vanguard building, if in an entirely different architectural vocabulary. Round, flowing forms integrate water into the shape of the building in a design strategy that seeks to develop an architecture that is upbeat and modern, a far cry from the clinical feel of many municipal swimming facilities and AVUSTURYA’DAKİ BAD KLEINKIRCHHEIM SPA, DINAMİK VE AKIŞKAN BİR MİMARİYE SAHİP Dynamic flowing architecture in the Austrian Bad Kleinkirchheim spa KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 17 Römerbad Kleinkirchheim lamına gelir. Burada da kullanılan malzeme Marmara Mermeri’dir, ancak mermerlerin arkasına yerleştirilen aydınlatmalar transparan bir etki yaratır. Bu mermerin estetik yönlerinin öne çıkmasını sağlar. Bu tasarım anlayışı son derece geleneksel bir fonksiyonun modern bağlamda yeniden tasarlanması ve stilize edilmesi olarak değerlendirilebilir. Genel olarak spalarda öne çıkan tasarım anlayışı taş kullanmak üzerine yoğunlaşır. Bu gelenekselden gelen bir Roma ve Osmanlı hamamları mirası olabileceği gibi, doğal malzemenin rahatlatıcı etkisi ve insan üzerindeki psikolojik etkisi sebebiyle de tercih edilebilir. Bir spanın sağlaması gereken en önemli tasarım unsuru rahatlatıcı, dinlendirici ve yenilendirici mekan anlayışı ortaya koymaktır. Bu da çoğu zaman taş, su ve ışığın farklı oranlarda birleştirilip tek bir malzemeymiş gibi sunulması olarak karşımıza çıkar. Taş kullanımı spalarda doğal imge yaratma anlamında da oldukça önemli. Bu şu anlama gelir; özellikle yapılara özgü bölgelerin yerel taşlarının tasarımda kulanımı, o yapıyı içinde bulunduğu doğanın bir parçası haline getirir ve entegrasyonunu kolaylaştırır. Bu da yapının doğanın kendisi olma ilüzyonunu oldukça güçlendirir. Taş malzemenin zengin çeşitliliği, sınırsız yüzey biçimleri ile farklı görsel imgeler sunma özelliği, malzemenin farklı mekansal içeriklerde ve bağlamlarda farklı sonuçlar vermesini sağlar. Bu da projeler açısından çok önemli bir görsel zenginlik oluşturur. Özellikle su ve ışık ile bir araya gelip farklı katmanlarda farklı estetik deneyimler yaşatabilen taş malzeme tüm bu sebepler yüzünden tercih sebebidir. Günümüzde gündelik hayatın çok önemli bileşenleri haline gelen spaların tarifledikleri yaşam biçimi zaman zaman lükse kayabilmesine rağmen, aslında modern yaşam ve metropol dinamizminin çok önemli bir gerekliliği… 18 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 Römerbad Kleinkirchheim the superficial luxury of many a hotel spa. A continuous surface of stone, concrete and ceramic is used to create round, amorphous architectural forms which highlight the flowing liquidity of water to produce unique spaces in what is a new and sensorially exciting building type, the contemporary spa thermal resort. In looking at other types of spa especially in the east, the hamam designed by Sinan Kafadar for The Bosphorus Swissotel, 2009, in Istanbul also deserves recognition for its unique synthesis of traditional and contemporary styles. Marble is the primary choice of material for traditional hamams and thermals in Turkey. Following this tradition, Kafadar used Marmara Marble located on the islands in the Marmara Sea south of Istanbul for his urban hamam project. Yet, he included modern features in his design, such as contemporary wall tiles, lighting embedded behind the marble and a square-shaped bathing area instead of the traditional octagonal or round shapes to make one of the first examples of a contemporary hamam in Turkey. In the design approach for spas we see the widespread use of stone as one of the main building materials. This approach can be seen as an extension of a tradition dating back to the Roman and Ottoman periods. Yet, it can also be a result of the soothing psychological effects of this natural material. The primary design feeling that should be provided at a spa is to create a sense of comfort in a refreshing and rejuvenating environment. In these examples, we see how this effect is achieved by synthesizing different combinations of stone, water and light and presenting them as a single element. The use of stone, especially local stone, is also significant for integrating the spa into its surroundings and creating an architectural character and interior design which makes these buildings an extension of nature. SWISSOTEL BOSPHORUS’TA SİNAN KAFADAR TASARIMI ÇAĞDAŞ HAMAM Sinan Kafadar’s innovative contemporary hamam at the Swissotel Bosphorus Römerbad Kleinkirchheim KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 19 Ağa Han Ödülü 11. Evresinde Designing with tradition: The Aga Khan Award for Architecture Bu yıl Ağa Han’da 19 proje yarışıyor. Bu projelerin arkasındaki fikirler yenilikçi tasarımdan ödün vermeden kendini sosyal sorumluluklara adayan birçok çağdaş mimar tarafından paylaşılıyor. The 19 projects up for the AKAA 11th cycle provide a vision for modern architecture between innovation and social responsibility. 20 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 EMRE AROLAT MİMARLIK İMZALI İPEKYOL ÖDÜLE ADAY OLAN İLK FABRİKA OLMA ÖZELLİĞİNİ TAŞIYOR. Emre Arolat Architects’ Ipekyol is first factory to be nominated for the Award KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 21 G ünümüzde Ağa Han Mimarlık Ödülü, Pritzker Ödülü ve Mies van der Rohe Vakfı Avrupa Mimarlık Ödülü’yle beraber dünyadaki en önemli mimari ödüllerden biri olarak kabul ediliyor. Bu ödüller içinde mimarlık, şehircilik ve restorasyon konularında yenilikçi sosyal gündeme bağlılığıyla diğerlerinden ayrılıyor. İsmaili (esas olarak Pakistan’da yaşayan Müslüman Şii mezhebi) soyundan gelen kırk dokuzuncu varis Ağa Han tarafından oluşturulmuş mimari ödülün amacı, önemli İslami nüfusa sahip toplumların güncel tasarım, sosyal konut, toplumun gelişmesi ve iyileştirilmesi, restorasyon, yeniden kullanım ve alan korunması, peyzaj ve çevrenin iyileştirilmesi alanlarında ihtiyaç ve isteklerini başarıyla yansıtan mimari konseptleri belirlemek ve ödüllendirmektir. Cenevre, İsviçre merkezli AKAA, üç yılda bir, birçok projeye verilen toplam 500.000 dolarlık para ödülüyle de dünyanın en büyük mimari ödül. Ödülün, sadece projelerin arkasındaki tasarım ekiplerini değil, ayrıca projeye önemli katkıları olmuş müşteri, üretici ve zanaatkarlar ve hatta sanatçılar gibi öğeleri de dikkate almasıyla da bir benzeri yok. AKAA gündemi kendi kültürünü yaratmış tutarlı tasarım yaklaşımlarından oluşur. Yaklaşık 40 yıllık geçmişiyle günümüzün hızla değişen medya ve emlak kültüründeki güncel tasarım trendlerinin ve en önemli isimlerin dünyasında kendine yer edinmiştir. AKAA, mimariye ve sosyal ihtiyaçlar doğrultusunda mimaride değişen stiller ve zevklere sürekli desteğini sürdürür. “Star mimar” denen sistem dahilindeki isimler yeni büyük projeleri tasarlayadursun, AKAA mimarinin batılı, endüstriyel dünyanın dışında kalan gelenek ve 22 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 T he Aga Khan Award for Architecture is along with the Pritzker Prize and the Mies van der Rohe Foundation’s European Award for Architecture one of the major architectural prized in the world today. It is unique amongst these awards in its commitment to a progressive social agenda for architecture, urbanism and restoration. The architectural prize established by His Highness the Aga Khan, the forty-ninth hereditary Imam of the Ismailis (a Shia Muslim sect located primarily in Pakistan) aims to identify and reward architectural concepts that successfully address the needs and aspirations of societies with significant Islamic populations in the fields of contemporary design, social housing, community development and improvement, restoration, reuse and area conservation, as well as landscape design and improvement of the environment. Based in Geneva, Switzerland the AKAA is presented in three-year cycles to multiple projects and has a monetary award, with prizes totaling up to US$ 500,000 making it the largest architectural award in the world. The Award is also unique in that it recognizes not only the design teams behind projects but also other important project participants such as clients, builders and craftsmen. The AKAA agenda has been maintained of the consistent design approaches that has created its own architectural cultures. Dating back almost 40 years it has long lived under the radar in the fast-paced world of contemporary architectural trends and top names that have thrived in a media and real estate culture after the next new thing. The AKAA has kept up its disciplined support of architecture and social needs as styles and taste changed in architectural practice. As the so-called “starchitect” sys- BANGLADEŞ’DEKİ CHANDGOAN CAMİSİ İBADET MEKANI TASARIMINA YENİ BİR VİZYON GETİRİYOR. Chandgoan Mosque by Kashef Chowdury in Bangladesh is a new vision for Islamic worship. İSPANYA’DAKİ MADİNAT AL ZAHRA MÜZESİ ÇAĞDAŞ BİR ORTAMDA ARKEOLOJİNİN BİR PARÇASI OLMA İMKANI VERİYOR. Madinat al Zahra Museum in Cordoba, Spain by Sobejano Architects features living archaeology in a contemporary setting. modernizmin İslam dünyasına yaptığı sosyal yararlara odaklanır. Elbette, ödülün gözden kaçırmadığı geniş bağlam içerisinde Jean Nouvel, Norman Foster ve Snohetta gibi daha önce bu ödülü almış, tanınmış sanatçılar da yer alır, fakat ödülün verilişinde daha çok tasarımsal ihtiyaçlar, gelenek ve kültürel miras arasında bir denge kurulmaya çalışılır. Uzun yıllardır bu İslam kültürü ve mimari anlayışına odaklanma durumu ödülün ve kazananların daha alt bir kategoride değerlendirilmesine hatta belki de küçümsenmesine neden oldu. İslam kültürünün değerinin takdir edilmesi, mimari ifadelerle anlatılması ve geliştirilmesi gerekliliği, sanki bu ödülün kendi nişi içinde kaybolarak küçülmesine, evrensel ve yenilikçi modern değerlere uyarlanmasının mümkün olmamasına neden oluyor gibi görünebilir. Yıllar boyunca geleneksel toplumlarla ilgilenen bir organizasyon olması, AKAA’nın yerel “çamur ve bambu” mimarisine verilen bir ödül olarak algılanması, ödülün kendi kimliğini daha da gölgelemesine neden oldu. AKAA’daki katılımcıların ve izleyicilerin genelde İslami konularda çalışan önde gelen mimarlar olması da bu önyargıları güçlendirdi. Mimarlık yeni globalizmin etkisiyle ileri teknoloji ve avangard tasarım sayesinde evrensel bir stil kazanırken, AKAA’nın çevresindeki ağ insanların ve yerlerin özellikleri konusuna dikkat çekmeye çalıştı. 2000’li yıllarda, dünyadaki mimarlık ve inşaattaki ekonomik gelişimin hızı, ödülün ikinci plana atılmasına neden oldu. Dünyaca tanınmanın yolunun AKAA’dan geçtiği birçok İslam ülkesinde, ikinci ve farklı bir mimari kültüre sahip olmak, durumu daha da beter hale getirdi. Ağa Han mimari ödülünü kazanmak dışında uluslararası sahneye erişimin mümkün olmadığı Türkiye gibi ülkelerde, ödülün önemi çok büyük. Zamanının en iyi uygulamacılarından olan Cengiz Bektaş, Turgut Cansever, Behruz Çinici gibi ödül kazanmış kişiler, başka koşullarda uluslararası mimari çevrelerde bilinmeyecekken, bu ödül sayesinde bir nebze de olsa uluslararası tanınırlığa ulaştılar. “Eleştirel Bölgecilik” gibi terimlerin popülaritesine rağmen, bu bölgesel mimari kültür önemsiz görüldü, ödül de güncel mimarinin globalleşmesindeki gelişimin hızına ayak uyduramayan bir bölgeselleşme çeşidi olarak algılandı. AKAA’nın bakış açısında değişiklik Günümüzde ekonomik çalkantılar ve ekolojik krizlerle dolu yeni bir dünya mevcut. Global ekonomik gerilemenin zararlarının gösterdiği gibi gerçekten de 2000’li yıllardaki ekonomik patlama, mimari değerlerin değerlendirilme kriterlerine zarar verdi. Bu zaman diliminde Herzog ve De Meuron’un Pekin Stadyumu, Rem Koolhaas’ın Seattle Merkez Kütüphanesi, Norman Foster’ın Millau Viyadüğü gibi şaheserler yapılmış olsa da, tek değeri medya ve reklamcılar tarafından bir şehrin imajı için kullanılmak olan binalar da ne yazık ki çok daha fazla yapıldı. Bu binalar ufku süslemek veya bir şehre uluslararası arenada bir çehre kazandıran ikonik binalar olarak algılandılar. Buna “Dubai etkisi” diyebiliriz, ancak işe bakın ki, bu etkiye adını veren şehir İslam dünyasında yer alıyor, imaja bağlı olarak yatırımcı ve ikamet edenleri potansiyel anlamKASIM-ARALIK 2010 • NATURA 23 SUUDİ ARABİSTAN’DAKİ WADİ HANİFA’DA DOĞAL TAŞ İLE İNCE BİR PEYZAJ YARATILMIŞ. WADI HANIFA WETLANDS IN RIYADH, SAUDI ARABA, SENSITIVE LANDSCAPING WITH NATURAL STONE 24 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 da sadece şehir merkezi olarak değil de emlak yatırım fırsatı olarak da kendine çekiyor. “Dubai etkisi” bir süre için başarılı da olsa, İstanbul’un (Levent’te bu sırada Dubai Towers projesi olması oldukça ilginçtir) da içinde bulunduğu, aynı sınıftaki emlak gelişimcilerin içinde barındığı diğer bölgesel kentler için şehircilik anlamında asıl amacı şehrin geçerli bir yatırım fırsatı olduğunu göstermek olan mimari örnekler grubu bağlamında talihsiz bir etkisi olmuştur. Dünya çapındaki mimariyi de etkileyen ekonomik gerileme, Dubai emlak piyasasında da geçtiğimiz yıllarda bir çöküşe neden oldu. Özellikle A sınıfı medya yıldızı mimarlar yaratan “star mimarlık” sistemine eleştriler başladı ve bu söz konusu mimarları sistemden uzaklaşıp yatırımın karşılığını alabileceği projelere yöneltti. Catleen McGuigan’ın 11 Haziran 2010 tarihli Newsweek dergisindeki “Starchitecture: A Modest Proposal: The trophy building is so over. Welcome to the era of design on a diet” (Yıldız Mimari: Mütevazı Bir Teklif: Ödül inşaatının modası geçti. Rejim yapan tasarım çağına hoş geldiniz) adlı yazısında belirttiği gibi, “Batı ekonomileri düzeldikçe gözleri yuvalarından fırlayan mimarlık yerini daha hafif bir estetiğe bırakıyor. A.B.D. ve Avrupa’daki savurgan mimari değerler daha verimli, daha fonksiyonel binalara doğru kayıyor.” Yine bu makalede, starmimarlık’ın düşüşü AKAA’nın artan önemiyle de anlaşılıyor. “Pritzker Ödülü starmimarları kutsasa da, gittikçe önem kazanan Ağa Han Mimarlık Ödülü ise karşı-ikonik bir onurdur. Bu yılki finalist projelerin, birçoğu İslam dünyasının uzak köşelerinde, içinde Çin’deki bir okul ve Türkiye’deki bir tekstil fabriikası da var.” AKAA’ya verilen önemin global çevrelerde de tekrar değer kazanması, mimarideki değişimin bir yansıması olarak yorumlanabilir. Sosyal ve ekolojik ihtiyaçlara olan dikkatin artmasıyla, AKAA otuz yıllık bir çabanın sonunda global mimaride öncü bir rol üstleniyor. Sosyal ve malzemesel konulara odaklanmasıyla AKAA’nın sürdürülebilir ve gelişmiş tasarım vizyonu, sadece batının, endüstriyelleşmiş dünyanın değil, aynı zamanda Asya ve Afrika’nın büyük nüfuslarının da kendi modernleşme versiyonlarını başlatmalarının sebep ARNAVUTLUK’DAKİ GJİROKASTRA’YI KORUMA PROJESİ OSMANLI TAŞ MİMARİSİNİN POTANSİYELİNİ ORTAYA KOYUYOR. The conservation of Gjirokastra in Albania shows the full potential of Ottoman stone architecture. tem produced designs for the next big project the AKAA focused on the social benefits architecture could provide to both the Islamic world but importantly where the issues of tradition and modernity were relevant outside of the Western, industrialized world. The broader context addressed by the Award did not ignore well known architects from the west, Jean Nouvel, Norman Foster and Snohetta for example were all past winners, but rather tried to balance the needs of design with tradition and heritage. For many years this focus on Islam seemed to remove the Award and its winners into its separate and seemingly lesser category. The requirement to enhance the understanding and appreciation of Islamic culture as expressed through architecture seem to limit the AKAA it into its own separate class not applicable to universal and progressive modern values. Over the years as one of the few organizations concerned about traditional societies, the perception of the AKAA as an award given to vernacular “mud and bamboo” architecture became the common view of the award clouding its identity even more. Both the audience and participants in the AKAA, a collection of leading architects working primarily in Islamic contexts, seemed to support these prejudices. While architecture spurred on by the new globalism moved towards a universal international style based on advanced technology and avant garde design, the network around the AKAA was trying to raise issues related to the particularities of people and place. In the boom times in architecture and construction in the 2000s the speed at which architecture was being developed worldwide seemingly made the Award a secondary stage. The feeling of being part of a secondary and different architecture culture was exacerbated by the fact that in many Islamic countries the only access to global recognition was through the AKAA. In countries like Turkey which otherwise lacked any access to an international stage in architecture winning the Aga Khan was indeed an important accomplishment. Award winners such as Cengiz Bektas, Turgut Cansever, Behruz Cinici, top practitioners during their time were given a degree of international recognition that no other avenue afforded them yet otherwise they were fairly unknown in international architectural circles. Despite the popularity of terms like “critical regionalism” these regional architecture cultures were seen as inferior and the Award a form of regionalism that seemingly could not keep up with the speed advancements of globalism of contemporary architecture. A change In vIew of the AKA Today there is a different globe contending with economic downturn and ecological crisis. The damage brought on by the global economic down turn has shown that some of the judgments of architecture value were indeed skewed by the building boom of the 2000s. While master works were created in this period, Herzog and De Meuron’s Beijing Stadium, Rem Koolhaas’s Seattle Central Library, Norman Foster’s Millau Viaduct, there were a disproportional number of buildings whose primary value was to provide nothing more then an image for a city to be used by media and advertisers. These buildings were conceived as iconic structures to adorn a skyline or give a city an image on the international stage. We could call this a “Dubai effect”, ironically located in the Islamic world, which drew investors and residents to its potential as not only a urban center but as an real estate investment opportunity based KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 25 olduğu krizlerle karşı karşıya olma durumlarının çözülmesinde yol gösterici olmaya başlıyor. Bu modernleşme, modernleşmenin Hindistan, Çin ve Türkiye’de Kuzey Amerika ve Avrupa’daki ile aynı olamayacağını anlayan mimar ve inşaatçıların sınırlı kaynaklar yüzünden kısıtlanmaları sonucu ihtiyaçtan ortaya çıkmıştır. Batının modernleşme sürecinde sahip olduğu kaynaklardan çok daha azı bu coğrafyada kendisini göstermektedir. Bu yeni modernleşme versiyonunda araba, ev, televizyon, buzdolabı, et ve temiz su sağlamak bulunuyor. Artık bunlar sadece belli bir toplum ya da yer için değil tüm dünya üzerindeki insan yerleşmesinin var olma sorunu olarak kabul ediliyor. İşte burada maddi ve manevi ihtiyaçlar doğrultusunda AKAA ve sosyal gündemi, özellikle de seçim süreci oldukça önemli gözüküyor.. AKAA’nın seçim süreci sadece insanların fiziksel, sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarına yönelik değil, aynı zamanda da kültürel ve ruhsal beklentileri karşılayan ve harekete geçiren bir mimariyi vurguluyor. AKAA özellikle yerel kaynakları ve uygun teknolojileri yenilikçi bir şekilde kullanarak başka yerdeki projelere ilham kaynağı olacak yapım şemalarına önem veriyor. Bu modernleşmenin amacını karşılarken insanların nasıl yaşayacağını sürdürülebilir bir anlayışla vurguluyor. AKAA’NIN 11. EVRESİ Son evrede, 11. ödülde AKAA’nın tüm saydığımız yönlerini 19 aday projede görebiliyoruz. Bu projeler, coğrafi olarak İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyor ve günümüzün ana sosyal ve ekolojik sorunlarına odaklanıyor. Bunlar ilham vermeye çalışan ütopik önermeler değil, dünyanın geri kalanına örnek olurken acil ihtiyaçları karşılamayı amaçlayan pragmatik inşa projeleri. Bu projelerin arkasındaki fikirler yenlikçi tasarımdan ödün vermeksizin sosyal sorumluluklara kendini adayan günümüzün birçok uygulamacısı tarafından paylaşılıyor. Bu duruş geçmişin sosyal hareketlerinin bir yansıması gibi gözüküyor, AKAA’nın 11. evresi devasa manifestoları ya da sürdürülemez teorilerle ilgilenmiyor. Tam tersine, pragmatizme bağlılıkları seçtikleri projelerden de belli oluyor, Çin’deki küçük bir okuldan Tunus’taki 19. yüzyıl kentsel dokusuna, İspanya’daki bir kültürel miras müzesinden Bangladeş’teki sert ağaç ormanına ekoturist geçidi sağlayan doğa merkezine kadar uzanıyor. Yeni ihtiyaçlara olan bu bakış açısıyla, Emre Arolat Architects’in İpekyol Tekstil Fabrikası ödüle aday olan ilk fabrika oldu, bu da mimarlığın endüstriyel süreçte nasıl bir çözüm ortaya koyacağını gösteren güzel bir örnek. İpekyol gibi binalar, AKAA’nın mimarlıkla toplum arasındaki uzun süreli diyaloğa, ki burada mimarın yöntem ve yaklaşımları çarpıcı şekilde yeniden değerlendiriliyor, bağlılığını gösteriyor. Bunların yanı sıra söz konusu projeler, “sürdürülebilirlik” için genişletilmiş, yeni bir tanım da öneriyorlar. Bu açılımda sürdürülebilirlik, yeni teknolojiler ve malzemelerle deneyler yapmanın ötesine geçip, sosyal ve ekonomik yönetim gibi kavramları da kapsıyor. Bütün bu girişimler bir araya geldiğinde, sadece bilinen ihtiyaçlara cevap vermekte kalmıyor, aynı zamanda tasarımı bir araç olarak kullanarak, içinde çalıştıkları toplumlarda daha geniş çaplı bir etki yapmayı hedefliyor. 26 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 on an image. The architecture of Dubai came to be known not for its use or technique but only for its shape and outline on the skyline and the potential to draw buyers from its image. The “Dubai effect” successful for a period had an unfortunate influence on urbanism in other regional cities with a similar class of new real estate developers including Istanbul, (which ironically had its own Dubai Towers project in Levent) creating gross examples of an architecture with the primary goal of creating an image of a city that seemed like a viable investment opportunity. The collapse of Dubai’s real estate market in recent years is one part of the economic downturn that has also affected architecture worldwide in a meaningful way. Specifically there has been criticism and a turning away from the “starchitecture” system that propped up a set of A-list architects as media figures to drive investment grade projects. A recent article in June 11th, 2010 Newsweek entitled “Starchitecture: A Modest Proposal: The trophy building is so over. Welcome to the era of design on a diet” by Cathleen McGuigan proclaimed the death of the starchitecture system. Taking a broad perspective McGuigan noted, “As Western economies begin to recover, extravagant, eye-popping architecture is giving way to a subtler new aesthetic. In the U.S. and Europe, architectural values are shifting from can-you-top-this designs toward more efficient, functional building.” In this very same article the degradation of starchitecture was also seen in the increasing importance of the AKAA “If the Pritzker Prize still anoints starchitects, the increasingly important Aga Khan Award for Architecture is the anti-icon honor. Its finalist projects this year, many tucked away in remote corners of the Muslim world, include a school in China and a textile factory in Turkey.” There seems to be a change going on in architecture that is reflected in a reappraisal by global circles of the value of the AKAA. With increasing attention to social and ecological needs, the AKAA after three decades of effort seems to be taking a lead in global architectural culture. It’s focus on social and material issues have put it in a position that the AKAA vision of sustainability and advanced design is providing a way forward to solve some of the pressing crises that face not only the Western, industrialized world but that the larger populations of Asia and Africa that are starting to undergo their version of another kind of modernization. This modernization is being done out of necessity with a limited set of resources forcing architects and builders to understand that the modernization of places like India, China and Turkey can not happen in the same way as the North America and Europe. The fact is there is simply not enough resources to give populations in these geographies all that was available during the modernization process in the West. In this new version of modernization, a house, a car, a television and refrigerator, providing them meat and clean water, are limited resources that will be distributed differently not only within the scope of material needs of a particular society or place of but with larger existential questions of human habitation all over the globe. Its here for example in the combination of the material and spiritual needs the AKAA and its social agenda especially its selection process is important. The AKAA selection process emphasizes architecture that not only provides for SOUK WAQIF, KATAR’DA ORİJİNAL İHTİŞAMINA DÖNDÜRÜLMEK ÜZERE RESTORE EDİLMİŞ. people’s physical, social and economic needs, but that also stimulates and responds to their cultural and spiritual expectations. The AKAA gives particular attention to building schemes that use local resources and appropriate technology in an innovative way, and to projects likely to inspire similar efforts elsewhere. This is all done to meet the goal of modernization but within a sensitive and sustainable understanding of how people can live. The 11th Cycle of the AKAA In the latest cycle, the 11th of the Award we can see the direction that AKAA has taken in the 19 shortlisted projects. These projects ranging geographically from Spain to China focus on many of today’s key social and ecological issues. They are not utopic suggestions meant to inspire but pragmatic built projects designed to meet immediate needs while providing a buildable example to the rest of the world. The ideas behind these projects are those shared by many of today’s practitioners committed to the social responsibilities of architecture while still maintaining a commitment to innovative design. Though this position echoes socially engaged movements of the past, the projects highlighted by the AKAA 11th cycle are not interested in grand manifestos or unsustainable theories. Instead, their commitment is to a pragmatism can be seen in the projects they have realized, from a small school in China to a redevelopment of 19th century urban fabric in Tunis, from a museum of cultural heritage in Spain to a nature center that is ecotourist gateway to hard wood forest in Bangladesh. In this attention to new needs and requirements, Emre Arolat Architects’ Ipekyol Textile Factory for example was the first factory ever nominated for the Award showing how architecture can provide solutions in the industrialization process. Buildings such as Ipekyol show the AKAA commitment in the longstanding dialogue between architecture and society, in which the architect’s methods and approaches are being dramatically reevaluated. These shortlist buildings also propose an expanded definition of sustainability that adds to the existing agenda of experimentation with new materials and technologies to include concepts such as social and economic stewardship. Together, these undertakings not only offer practical solutions to basic needs, but also aim to have a broader effect on the communities in which they work, using design as a tool for progress and social change. Of these architects, many originating from the countries where their projects are located, we see a commitment to a long term view that architecture no matter how much a product of media, finance, philosophy, is ultimately responsible for how people live. SOUK WAQIF IN DOHA, QATAR IS RESTORED TO ITS ORIGINAL SPLENDOR. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 27 TAŞ VE HEYKEL Xavier Corbero ve metafizik heykelleri XAVIER CORBERO’S METAPHYSICAL STONE SCULPTURES İSPANYOL HEYKELTRAŞ XAVIER CORBERO DOĞAL TAŞA AYRINTILI BİR TEKNİK, SEMBOLİK GÜÇ VE MANEVİ FARKINDALIK İLE HAYAT VERİYOR. XAVIER CORBERO GIVES LIFE TO RAW STONE THROUGH DETAILED TECHNIQUES, SYMBOLIC POWER AND SPIRITUAL CONSCIOUSNESS. H 28 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 X avier Corberó i Olivella’yı (Barselona, 1935) pek çoklarınca İspanya’nın yaşayan en büyük heykeltraşlarından biri kabul ediliyor. 50 yıldan uzun bir süredir Barselona, Londra ve New York’ta çalışmalarını yürüten Corberó, çoğunlukla kamusal alanlar için taş ve çeliği kullanarak ürettiği soyut ve yarı-figüratif heykelleriyle tanınıyor. Henry Moore ve Pablo Gargallo gibi 20. Yüzyıl ustalarından etkilenen sanatçı, uzun kariyeri boyunca yaratıcılığını heykelin yanı sıra gravür, litograf, mücevher ve madalya gibi pek çok farklı türde değerlendirdi. Corberó heykellerinde özellikle doğal taşla çalışırkenki özgün yöntemleri ile dikkat çekiyor. Yarım yüzyılı bulan çalışmaları sonucunda mükemmelleşen kesme, zımparalama ve asemblaj becerileri sayesinde, el becerisinin doğanın formlarıyla sentezlenmesiyle ortaya çıkan heykeller üretiyor. Başarısının altında malzemenin imkanlarını, heykeli iç duyguların basit bir ifadesi olarak gören modernist düşüncenin dışına çıkan ve temel, ilkel, sembolik ancak soyut formlara dönüştürebilmesi yatıyor. Kişisel bir ifadenin çok ötesine geçen bu tavırda, nesnelerin sembolik güçlerini temsil ve soyutlamanın bir karışımında sentezleme becerisi var. Xavier Corberó’nun başarısı kısa ömürlü, tüketilebilir şeylerin etrafımızı sardığı bu mekanik, seri üretim çağında, nesnelere kaybettikleri canlılık ve gücü doğal taşın kalıcı özelliklerini kullanarak geri vermekte yatıyor. Çağdaş toplumlar insanı çevresindeki doğal malzemelerin çeşitliliğinden ve kalitesinden koparmışken Corberó’nun mermer, akik ve bazalt gibi taşlardan ince bir zanaatle üretilen heykelleri ilkel duyguları harekete geçirmek üzere doğal nesnelerin manevi ve animist gücüne dokunuyor. Corberó’nun işleri kimi zaman ironik olabilecek kadar monolitik/ağır ve hafif/görsel olmayı aynı anda beceriyor . Heykelleri çağdaş aklın onları bir yere yerleştirme eğiliminin dışına taşıyor. Corberó’nun işi heykel nesnesinn kendisiyle değil, malzeme, şekil ve prosesin imkanları arasındaki geçişle ilgili. Duygusal ve taktiksel ilişkileri ile eserleri, soyutlama duyusuna dayanan bir his çeşitliliğiyle biçim imkanları yaratmaya çalışıyor. X avier Corberó i Olivella (Barcelona, 1935) is a Catalan artist considered by many to be Spain’s great living sculpture. Working for over 50 years in his native Barcelona, London and New York he has become known for his rich and raw use of stone and steel in constructing abstract and semi-figurative sculptures for primarily public spaces. Influenced by the likes of 20th century masters such as Henry Moore and Pablo Gargallo, he has had a wide ranging career producing sculptures as well as many works of art and design including etchings, lithographs, jewelry and medals. Xavier Corberó has made his mark through his sculptural production especially his individual way he has working with stone. Through his skills of cutting, sanding and assemblage, fine tuned in nearly a half century of work, he has produced sculpture that shows the hand of the artist synthesized with the forms of nature. His success has been to generate forms from the possibility of material extending the modernist idea of sculpture as merely a plastic expression of inner thoughts into a direction of form making that is basic, primordial, symbolic yet abstract. This important direction which has yet to be properly acknowledged by critics has resulted in sculpture that is more then a personal statement. His art’s success has been his ability to synthesize in a hybrid of abstraction and representation the symbolic strength of objects. His achievement has been to give back into objects the animate power they have lost in our current age of mass mechanical production, of all the ephemeral consumable things that surround us today, through the use of the enduring qualities of stone. Modern society has separated man from the variety and quality of the natural materials around him, Corberó’s finely crafted sculptures in stones such as marble, basalt, and onyx, intimately touches on the animistic and spiritual power of natural objects to conjure up primordial feelings. His art is ironically at times simultaneously both monolithic/heavy, light/visual, his sculpture continuously moving outside the modern’s mind ability to assign it SOL SAYFA: CORBERO BARCELONA’DAKİ SÜRREAL EVİNDE. ÜSTTE: CORBERO TAŞI YONTARAK ONA AKIŞKAN BİR FORM KAZANDIRIYOR. LEFT PAGE: CORBERO SURREAL HOME IN BARCELONA. ABOVE: CORBERO’S CARVINGS GIVE STONE FLUID FORMS. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 29 TAŞ VE HEYKEL DOĞAL TAŞIN SOYUTLANMASINDAN ORTAYA ÇIKAN FİGÜRATİF VE ARKETİP ŞEKİLLER… ARCHETYPAL AND FIGURATIVE SHAPES EMERGE FROM THE ABSTRACT NATURAL STONE. 1935 yılında İspanya İç Savaşı’nın başında dünyaya gelen Corbero, çiçek hastalığı ve II. Dünya Savaşı gibi badireleri atlattıktan sonra babası ve dedesine çıraklık ederek ve Barselona’da Escuela Massana’da okuyarak, sanatla iç içe büyüdü. “Kendilerini okulla cilalayan çırakların okuluydu, doğrusu da böyle olmalı.” diyor. “Zanaati çalışarak öğrenirsiniz ve konuşmayı, çizmeyi ve geometrik düşünmeyi…” Zanaatini öğrenirken Barselona’daki aile yaşamında II. Dünya Savaşı sırasında ortaya çıkan yaratıcı insanlarla beraber olmuş. “Savaşta bile eve heykeltraşlar, şairler, müzisyenler gelirdi. “ diyor. “Savaştan sonra hayat çok sıkıcı oldu. Yemek yoktu, kitap yoktu, film yoktu, hiçbir şey yoktu. 19 yaşımda Barselona’dan ayrıldım ve İsveç’e gittim. Çünkü İsveç’in çok modern, sosyalist, harika bir ülke olduğunu düşünüyordum.” Vizyonunu eğitimini devam ettirdiği Londra’daki The Central School of Arts and Crafts ve Lozan’daki Fundición Medici’de daha da geliştirdi. 1959’da Barselona’ya dönerek, o zaman şehrin 11 km. uzağında bir köy, şimdi ise bir banliyö olan Esplugues de Llobregat’a yerleşti. “O zaman 30 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 Barselona’da bir galerinin ‘Delirdin mi o kadar uzağa taşınıyorsun!’ dediğini hatırlıyorum. İspanyol standartlarına göre Barselona’dan çok uzaktı. O zamanlar ne araba vardı, ne taksi… Ama Amerikan standartlarında (1970ler ve 80lerde Amerika’da yaşadı) uzak sayılmazdı. Avrupa’da Manhattan’dan Brooklyn’e gidene kadar iki başkan ve altı krallık değiştirirsiniz. “ Esplugues’deki bu ev bir zaman sonra bir sanatçı yerleşimi ve ardından bir galeri ve sanatçının işleri için bir heykel bahçesine dönüştü. Bugün ise sanatçının hem evi, hem mimari projesi, hem de topraktan formlar üretme konusunda bir deneyi olarak gelişmeye devam ediyor. “Alan büyük ama bu zihnin yarattığı bir büyüklük, çünkü Chicago’daki bir lobiden daha büyük değil.” diyor Corbero. “İyi olan ölçeği… Eğer ölçeği tutturursanız alan, alan olmaktan çıkıp zihin olur. Bu heykelde de böyledir, mimaride de…” Corbero’nun mimari tanımların ötesine geçen sürreal bir deneyim sağlayan bu sanat-evi onun en büyük sanat projesi haline geldi. Corbero’nun sürrealizmle ilişkisi Katalan sanatçı Salvador Dali ile arkadaşığına dayanıyor. “Dali benim velinimetimdi.” diye anla- a place. We have to resort to the philosophy of theorists such as Gilles Delueze and Felix Guattari to understand that Cobero’s work is not about the one sculptural object itself but the crossings of the possibilities of material, shape and process. .As Deleuze and Guattari declare, the “the intersection of all concrete forms....It is the abstract Figure, or rather since it has no form itself, the abstract machine of which each concrete assemblage is a multiplicity, a becoming, a segment, a vibration.” Described this way, Corbero’s artistic works conjure up in their emotional and tactical interaction a variety of feelings based on this sense of abstraction working to create the possibilities of form. Xavier Corbero was born in 1935 on the eve of the Spanish Civil War in Barcelona. Throughout his life he endured difficulty using his singular will and ego behind his will to art to keep him going. Having survived smallpox and WWII, he grew up exposed to art and the potent process of apprenticeship from his father and grandfather while attending the Escuela Massana in Barcelona. He comments, “It was a school for working apprentices who polished themselves with school, which is how people should do it. You learn the craft working and how to speak and draw and how to think geometrically.” While learning his craft, his family life in Barcelona was marked by the presence of a rich community of creative people that started during WWII. “Even with the war, people were coming to the house, sculptors and poets and musicians or something. After the war, it was very boring, there was no food, no books, no films, no nothing. I left Barcelona when I was 19 and went to Sweden because I thought Sweden was a very modern country and it was socialist and it was fantastic.” He later broadened his vision through further education at The Central School of Arts and Crafts in London and Fundición Medici foundry in Lausanne, a key period in his training. In 1959, he moved back to Barcelona to Esplugues de Llobregat at that time a village 11 km. outside of Barcelona, and today a suburb. “I remember a gallery in Barcelona saying, ‘you’re crazy, it’s so far.’ In Spanish terms, it was very far from Barcelona, back then there were no cars or taxis, but in American terms (he lived in the U.S. through the 1970s and 1980s), not so far. In Europe, you can travel the distance from Manhattan to Brooklyn and you could have two presidents and six kingdoms.” This house in Esplugues was soon to turn into a compound and artist retreat and later a gallery and outdoor sculpture garden for his work. His house today is a continuing project that is his home, architectural project and experiment in making forms from the earth. “The space is big, but it is only big mentally, because the space isn’t more than any lobby in Chicago,” says Corbero. “What is good is the scale, if you get the scale right, space stops being space to become mind. And this happens in a sculpture and it happens in architecture.” Corberó’s art cum home has transformed into his largest art work, a surreal scenography for an experience beyond what can be labeled architecture. His relationship to surrealism can be traced to his friendship with fellow Catalan artist, Salvador Dalí. “Dalí was my first patron,” says Corbero. “But I didn’t know it until many years later. Somebody had called on the phone and said ‘Hello, this is Dalí’ and I thought it was a friend of mine pulling my leg so I said ‘Yes, and I am the bishop’ and hung up.’ And that was it. Many years later I had an exhibition in New York and Dali came every day. And I said to him, ‘Why do you come every day,’ and he said, ‘because I find your work very interesting. The only problem is that you are not very polite.’ ‘Why am I not polite?’ I said ‘Because I bought every thing at your exhibition with Arturo Lopez (a patron of Daliís who lived in Paris and was very very rich.)’” While surrealism is part of his larger approach to space, his connection to place especially to the strength he finds in the earth of Catalonia. Thus while work can KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 31 TAŞ VE HEYKEL tıyor. “Ama bunu ancak uzun yıllar sonra fark ettim. Biri telefonla arayıp ‘Merhaba ben Dali.’ dedi. Ben de onu benimle dalga geçen bir arkadaşım sanıp ‘Evet ben de başpsikoposum.’ dedim ve telefonu kapattım. Yıllar sonra New York’ta bir sergi düzenledim ve Dali her gün geldi. ‘Neden her gün geliyorsunuz?’ diye sordum. ‘Çünkü işlerini çok ilginç buluyorum’ dedi. ‘Tek sorun pek kibar olmaman.’ ‘Neden kibar değilmişim?’ dediğimde, ‘Çünkü sergindeki her şeyi Arturo Lopez’le (Dali’nin Paris’te yaşayan ve çok zengin hamisi) satın alan benim.’ diye cevap verdi.” Alana yaklaşımında sürrealizm rol oynasa da, yerle bağlantısında Catalunya’nın toprağında bulduğu güç çok önem taşıyor. Corbero’nun işleri dünyanın her yerinde sergileniyor olsa da, en önemli eserleri Katalunya, özellikle de doğduğu yer olan Barselona’da bulunuyor. Bu nedenle 1992 Barselona Olimpiyatları öncesinde, şehrin önemli meydan ve caddelerine konacak eserlerin seçilmesinde Barselona Belediyesi’ne danışman olarak seçildi. Olimpiyat madalyalarının tasarımını da o gerçekleştirdi. Şehrin her yanında, pek çok meydan ve kurumsal binada onun heykellerine rastlamak mümkün. Kamusal heykelleri için yüksek soyut idealleri olsa da, sanatının amacını gözden kaçırmıyor. “Eğlence için heykel yapıyorum. Bazı heykellerim bir okulun önünde, ama kimisi bir parlamentonun önünde, bir başkası Chicago’da bir lobide… Eğer bu lobi bir avukatlık firmasına aitse bu bir hastane lobisinden farklıdır. Bunlara saygı göstermeye çalışırım.” Günlük hayata dahil heykeller yapıyor olsa da, heykelleriyle daha yüksek manevi alemlere işaret etmeyi amaçladığını da ifade ediyor. “Bazı heykellerimin herkes tarafından beğeniliyor olması, beni mutlu eden bir şey… Herkes derken sanat dünyasından olmayan, entelektüel ya da sanat eleştirmeni olmayan insanlardan bahsediyorum. Bob Hughes (ünlü sanat eleştirmeni) bana katılmıyor olsa da, bence bir heykel teolojik, ayinsel bir yapıttır. Dini duygulara hitap eder, ama çok açık bir şekilde yapar bunu… Başka bir deyişle, doğanın kendisi küçük bir insan evladından çok daha büyüktür. Bu duyguyla denizci olursunuz, ben de zanaatkar oldum. Doğada beni kendimden ve insanlıktan daha fazla büyüleyen bir şey olduğunu fark ettim. Ve zamanın başından bu yana heykelin bunu insana hatırlatan bir tarafı olduğunu düşünüyorum.” Burada sanatının rolünü ve ulvi amacını anlamaya başlıyoruz. Taş gibi bir malzemede bulunan kalıcılık ve zamansızlığı kullanarak, kullandığı farklı taşların özellikleriyle çok temel, neredeyse ilkel bir metafizik ifadeye ulaşıyor. Taşı bazen kusursuz ve pürüzsüz yapan, bazen de doğal ve kaba haliyle gösteren zanaatkar yaklaşımı insanla doğa arasındaki bağa olan ilgisi hakkında çok şey söylüyor. “Heykel trajediye çok benzer. Shakespeare veya İncil veya hikayelerin ötesine geçip doğa ve o doğanın içinde ilerleyen insanlıkla ilgili bir şeye dönüşen diğerleri gibi… Bu da Tanrı ile, bütünlük ile, çok büyük fikirlerle ilgilidir, evet… “ Doğal taşın kesilmesiyle meydana gelen şekiller, mermerin dokusu, basit izlerin önemi ve ışığın özellikleri Corbero’nun sanatında soyut ama direkt bir biçimde bir araya gelerek insan varoluşuna dair bu fikirleri sembolik bir yolla ortaya koyuyor. Beşeriyetlerine hapsolmuş insan şekillerinden meydana gelen çeşitli heykelleri, insanoğlunun ruhsal ama aynı zamanda fiziksel bir varlık olma bilmecesine işaret ediyor. Bu varoluşsal ve metafizik durum Corbero’yu meşgul ederek, hayata dair pragmatik perspektifine rağmen, heykellerinde insanlık durumuna dair temel bilgileri ifade etme arzusunu meydana çıkarıyor. “Harika bir peyzaj mimarı olan arkadaşım Russell Page bahçenin bir metih şarkısı, bir inanç hareketi ve umudun vücuda gelmesi olduğunu söylerdi. Heykel de aynen böyledir…” Corbero’nun eserleri Amerika’dan Japonya’ya dünyanın pek çok ülkesinde sergilendi, New York’taki MoMA’dan Londra’daki Victoria and Albert Müzesi’ne pek çok müzenin koleksiyonuna girdi ve heykeltraş hala aktif olarak çalışmalarını sürdürüyor ama yine de tam memnun olmuş değil. “Gençken yapmak istediğinizi yapacak vaktiniz olmuyor. Bir de tabii para, bilgi gibi detaylar var. Bunlar detay, esas sorun zaman… Zamanınızı kullandığınızda da kullanmış oluyorsunuz ve insan en iyi işlerini artık zamanı kalmadığında çıkarmaya başlıyor. 20 yaşımda yapmış olmayı isteyeceğim heykelleri şimdi yapıyorum. Asıl yapmak istediğiniz heykelleri yapabileceğiniz zaman neredeyse ölecek yaşa gelmiş oluyorsunuz. Çünkü hayatın işleyişi mafya kanunu gibi…” 32 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 CORBERO’NUN TEKNİK VE YETENEĞİ ALIŞILMADIK ŞEKİLLER ORTAYA ÇIKARIYOR. CORBERO’S SKILLS AND TECHNIQUES PRODUCE UNUSUAL SHAPES. found throughout the world many of his most important pieces can found in the Catalan region especially in his native Barcelona. And for this he has been recognized. As a prominent Catalan, he played an important role as advisor to the City of Barcelona in the selection of works by internationally renowned for public art in streets and squares of the city ahead of the 1992 Barcelona Olympics. The city is filled also with many of his public works which can be found in many public square and corporate buildings. As a sign of his stature he was chosen to design the Olympic medals. For his efforts, he received in one of the highest awards given to a citizen in being awarded the Cross of St. George of the Generalitat of Catalonia. Of his public sculpture, Corberó’s has high abstract ideals but is careful to understand the purpose of his art. He says, “I make sculptures to make fun, or to be in front of a school, or sculpture that has to be in front of the parliament or a sculpture of a lobby in Chicago and if the lobby is of lawyers it is different than that of doctors or a hospital, And I try to be very respectful to those commitments.” Yet Corberó is careful to note that even though he’s producing sculptures for everyday use, these sculpture are intended to point to more higher spiritual realms. “One thing that makes me happy is that some of my sculptures are liked by everybody. And when I say everybody I mean people that are not exactly in the arts, or they are not intellectuals, or not art critics. And me, even if Bob Hughes (notorious art critic) doesn’t agree, I think a sculpture, is something theological or liturgical, oriented to religious feeling, but in a very open manner. In other words it is obvious that nature itself is something that is bigger than a little human bastard. And that this feeling is why you become a sailor, or I became an artisan, in my case, because I know that there is something in nature that overwhelms me more than myself, more than humanity. And I think that sculpture from the very beginning of time has always been something to remind you of that.” And it here that we can start to understand the role of his art and it’s higher purpose. Using the character of longevity and timelessness possible in a material like stone, he has been successful in using the properties of the many different types of stones he has worked to make a very basic almost primitive metaphysical statement. His artisanal, craft like approach to stone cutting sometimes making it smooth and perfect other times allowing it to exhibit its rough and natural properties says a lot about his commitment to the connection between man and nature. He comments “Sculpture has lots to do with tragedy, like Shakespeare or the Bible or like those things that are bigger than stories to become something to do with nature and humanity moving in that nature. And this probably has something to do with god, with the whole, with very big ideas, yes.” The shapes cut into the stone, the patterns of the marble, the significance of simple markings, the qualities of light come together in Corberó’s art in an abstract yet direct way to convey these ideas in a highly symbolic way that refers to human existence. His numerous rough sculptures of shapes of people trapped in their humanity is a basic conundrum of man as a spiritual yet material being. This metaphysical and existential situation is something that occupies Corberó’s thinking. For in his sculpture his desire despite his sometimes pragmatic view of life is to use his art to express some basic facts of the human condition. “There is a friend of mine called Russell Page who was a fantastic landscape gardener, said that the garden was a song of praise, an act of faith and the embodiment of hope. And sculpture is very much the same.” Although still quite active and with a long record of accomplishments, he has exhibited in various countries in Europe in addition to New York and Japan, and has his works in the MOMA in New York, the Stedelijk Museum in Amsterdam and the Victoria and Albert Museum in London, Corbero is not completely satisfied. He explains, “When you are young you don’t have the time to know how to do what you want to do. And then there are the details of money, knowledge etc. These are details, the problem is time. By the time you have used your time, you have used your time and there is not enough time and people begin to do their best work when there is no more time. Now I am making the sculptures I wish I could do when I was 20. By the time you can do the sculptures that you wanted to do, you are almost dead…Because life is a mafia invention.” KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 33 Tuba İnal taşa hayat veriyor TUBA İNAL BREATHES NEW LIFE INTO STONE 1 959 doğumlu, Tatbiki Güzel Sanatlar mezunu taşa aşık bir heykeltraş Tuba İnal… Çeşitli kuruluşlar için büyük boyutlu işler yapan sanatçı, 1983 yılındaki ilk sergisinden beri yurt içi ve yurt dışında birçok sergi açtı. Türkiye’de Vakko Sanat Galerisi, Galeri Nev, Yapı Kredi Kazım Taşkent Galerisi gibi pek çok galeriyle işbirliği içinde gerçekleştirdiği sergilerin sonuncusu İstanbul Maden İhracatçıları Birliği (İMİB) desteği ve İstanbul Kültür Başkenti 2010 kapsamında 1 – 31 Aralık tarihleri arasında Kare Sanat Galerisi’nde yer alıyor. Tuba İnal’ın doğal taş ile gerçekleştirdiği bu son heykellerinden sekizi ise 1 – 25 Aralık 2010 tarihleri arasında Nişantaşı Abdi İpekçi Caddesi üzerinde sergilenecek. Tuba İnal bu sergisinde su, deniz ve hepsini bir araya getiren, sarıp sarmalayan mandala kavramları üzerine gidiyor. Suyu vurgulayışı, İstanbul’un içinden deniz geçen sayılı şehirlerden biri olması, dalga imgesi ve 34 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 denizin gelecek yıllarda çok önemli bir tatlı su kaynağı olacağı gibi düşüncelere çağrışım yapıyor. Tuba İnal ile kendisi, sanat anlayışı, heykel ve taş malzemenin sanatçıya sundukları üzerine konuştuk. Bize biraz kendinizden, özgeçmişinizden söz eder misiniz? Tatbiki Güzel Sanatlar, Seramik bölümü mezunuyum. Aslında seramikçiyim. Daha sonra heykele geçtim. Seramiği çok sevmedim, içinde gramlar, sıcaklıklar gibi çok fazla teknik konu barındıran bir sanat dalı. Kendimi çok özgür hissedemedim açıkçası… Zaten hep hayalimde heykel vardı. Daha sonra istediğim iş olan heykele geçtim. DOĞAL TAŞIN DOKUSU TUBA İNAL’IN HEYKELİ OLUŞTURMA SÜRECİNE KILAVUZLUK EDİYOR. Heykel yapmaya nasıl başladınız? Dediğim gibi hayalim hep heykeldi. Ancak o zamanki şartlar seramik okumamı gerektirdi. Hayat beni öyle bir yöne götürdü. Ama daha sonra çok isteyip çabaladım ve heykele geçtim. Heykel yaparken ifade etmek istediğiniz sanatsal kaygınızdan söz eder misiniz? Elbette en iyiyi yapmaya gayret ediyorum. Çok çeşitli kaygılarım oluyor. Onlara ne kadar ulaşabildiğimi, ne kadar iyi bir eser ortaya koyabildiğimi izleyenler söyleyecek. Ağırlıklı olarak ne tür malzemelerle çalışıyorsunuz? Benim en çok sevdiğim malzeme mermer. Bronz da çalıştım, söylediğim gibi seramikçi olduğum için kil de çalıştım. Her türlü malzemeyle çalıştım aslında, ama içlerinde en tutkuyla bağlı olduğum malzeme mermer. Taşa nasıl müdahale ediyorsunuz, heykelleri yaparken taşla kurduğunuz ilişkiyi anlatır mısınız? Taşla çalışmak diğer malzemelere göre daha kolay değil, hatta daha zor olduğunu söylemek mümkün. Ancak ben çok sevdiğim için belki de bana daha kolay geliyor. Bahsettiğim gibi, seramik yaparken kendimi hiçbir zaman özgür hissetmedim. İşin içine hep dereceler, kimya ve benzeri unsurlar giriyordu ve bunlar malzemeyle arama mesafe girmesine sebep oluyordu. Taşla, özellikle mermerle çalışırken kendimi son derece özgür hissediyorum. Çünkü taş ve ben başbaşa oluyoruz, sanki başka bir süreç yok, başka bir işlem süreci girmiyor araya. Her vuruş tek vuruş, geri dönüşü yok. Direkt müdehale edebiliyorum. Onunla baş başayım, hiçbir faktör aramıza giremiyor. Tüm bu sebeplerden, kendimi en iyi taşla ifade ettiğimi düşünüyorum. Ancak çok zor bir malzeme olduğunu kabul etmek gerekir. Taş heykel yaparken yaşadığınız süreç diğer malzemelere göre nasıl değişiyor? Taşla çalışma deneyiminizden bahseder misiniz? Taş elime gelmeden önce başka bir önemli süreçten geçiyor taşla çalışmak… Bu da hangi taşla çalışacağımı seçme süreci. Her taşla çalışılmaz. İşin konusuna göre, mevzusuna göre hangi taşın uygun olduğuna, nasıl bir renk seçmem gerektiğine, nasıl bir dokuyla anlatabileceğme göre belirliyorum çalışacağım taşı. İçimdeki T uba Inal is a sculptor who had quite a number of domestic and international exhibitions since her first show in 1983. She worked in collaboration with many prominent galleries in Turkey, such as Vakko Art Gallery, Gallery Nev and Hobi Fine Arts Gallery. Her last exhibition, sponsored by IMMIB (General Secretariat of Istanbul Mineral and Metals Exporters’ Association) and under the scope of Istanbul 2010 European Capital of Culture, will take place at Kare Art Gallery during December 1-31. Some of her sculptures, produced by natural stone, will be on display on Abdi Ipekci Street in Nisantasi from December1 to 25. For this exhibition, Inal focuses on the concepts of water, sea and mandala. Her emphasis on water inspires thoughts about Istanbul, which is one of the few cities surrounded by water, waves with the possibility of the sea becoming a fresh water source in the near future. Born in 1959, Inal studied ceramics at the School of Applied Fine Arts and dreamed of becoming a sculptor. According to Inal, the technical nature of ceramics production hinders the close bond between the artist and the viewer. She could never feel completely free working with clay. As a sculptor, she feels complete creative freedom when sculpting stone, especially marble, to which she feels a deep connection. Inal starts a project by formulating a concept and a theme for the show and meticulously selecting the stone which best reflects the theme. She then creates a scale-model using clay, but tries not to restrict herself to replicate it fully. Inal explains that sculpting is an interactive process, where she and the stone guide each other simultaneously. While enabling her full artistic freedom, stone, as a material, also provides constant resistance, thereby altering her original plan of action. In this sense, she believes that stone has more character and provides live input. Inal, then, goes on to talk about her current exhibition. She explains that the concept has been on her mind for TUBA İNAL LETS THE PATTERN OF NATURAL STONE GUIDE THE PROCESS OF MAKING HER FIGURATIVE STONE SCULPTURES. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 35 TUBA İNAL’IN HEYKELLERİNDE DENİZ TEMASINA YER VERİYOR. THE FORMS OF THE SEA IS A RECURRING THEME FOR INAL. duyguyu taşa nasıl geçirebileceğimi düşünüyorum. Yoğun bir ön çalışma süreci oluyor her heykele başlamadan önce. Kafamda mutlaka bir konsept ve sergiyle ilgili bir tema oluyor. Taşı alıp, ona bakıp eseri birden ortaya çıkaramıyorsunuz. Mutlaka bir konuyla, bir duyguyla yola çıkılıyor. Daha sonra maket yapıyorum. Çizimden çok maketle çalışıyorum genel olarak, kille… Başka malzemeleri de kullanıyorum zaman zaman. Ama yaptığım maketlere çok bağlı kalamıyorum. Özel sipariş üzerine çalışıyor olsam dahi sonunda bir yerden ucunu kaçırıyorum, maketin aynısı olmuyor. Şekillendirme sürecinde hem taş beni yönlendiriyor, hem ben taşı yönlendiriyorum. Karşılıklı bir etkileşim halinde oluyoruz. Çok hoş bir alış-veriş oluyor taşla kişinin arasında. Süreci ben kendi adıma bu şekilde tarifleyebiliyorum. Genelde yaptığım eskiz bir kenarda kalıyor, ona çok bağlı kalamıyorum. büyüklükte taşları ne kadar yontabileceğime emin değildim. Hem de hala destek aramak konusunda insanlarla ilişkiye geçebilecek kadar aktiftim. Bu şekilde destek aramaya başladık. Olumlu ya da olumsuz cevaplar aldık ama maliyeti fazla gibi gözüküyordu. Aslında o kadar yüksek olduğunu düşünmüyorum, kurgusu olan meşakkatli bir iş bu, bir ekip işi. Sonra bu sergiyi borçlu olduğum arkadaşım, İMİB’le belli zamanlarda, belli konularda yazışan “Yeşil Adımlar” derneği kurucusu Doç. Dr. Leyla Derya bana İMİB’den destek istemeyi önerdi. Kabul ettim. İMİB yazışmaya hemen cevap verdi ve bu işin onlar için çok uygun olduğunu, destek vereceklerini söylediler. Ben Kaz Dağları, Adatepe Köyü’nde yaşıyorum, hemen geldim. Sergiyi, konseptini onlara anlattım, aşağı yukarı bir bütçe belirleyerek işe başladım. Heykellerinizin formu malzemeye göre mi biçimlenir? Çok özgür olduğumu söylüyorum, ama çalışmaya başladıktan sonra taşın da bazı yönlendirmeleri oluyor dediğim gibi. Beni kısıtladığı noktalar oluyor. Ters bir damarına geliyorum, ‘oraya vurma’ diyor mesela. Karşılıklı bir mücadele ilişkisi bu. Kilde olduğu gibi alıp, yoğurup kurutmak kadar basit değil. Bu durum, bu direnç, mecburen kafamdaki formu değiştiriyor, ve heykeli de tabii… Taş daha karakterli, hatta canlı. Ben doğada hiçbir şeyin ölü olduğuna inanmıyorum. Gerçekten taşın canlı olduğunu düşünüyorum. Bu serginiz için 18 aylık bir çalışma süreci geçirdiğinizi biliyoruz. Bu süreç nasildi? Heykellerin fikri nasıl ortaya çıktı? Çalışırken neler değişti? Sergiye bir isim koymadım. Ben ismin getirdiği çerçeveden hoşlanmıyorum, herkesin kendi görüşlerine bırakmayı tercih ediyorum bir noktada. Ama benim için serginin teması su, deniz ve mandala. Teması bu üç unsurun çevresinde dönüyor. Mandala bütün konsepti toparlayıcı bir öge; deniz ve suyu içine alan bir yapıya sahip. On adet 2 metrelik heykel var sergi dahilinde, On adet de daha küçük boytta heykel… Küçük boyuttakiler 1 metre civarında. Küçük boyuttakiler salonda sergilenecek, iki metre civarında olanlar ise aşağıda, galerinin önünde, Abdi İpekçi Caddesi’nde sergilenecek. İMİB ile ortaklığınız nasıl başladı. Bu ortaklık sürecini anlatır mısınız? Şu anda sözünü ettiğimiz sergiyi üç yıldır kafamda kurguluyordum. Ancak benim finansman açısından tek başıma altından kalkamayacağım kadar büyük bir işti. Uzun zamandır gerçekleştirmek istediğim bir hayaldi. “Gerçekçi ol, imkansızı iste” sözünün hayata yansıması gibi. Ufkun öteki tarafını, olamayanı görmeye çalışıyordum. Artık 52 yaşındayım, bundan sonra o 36 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 Ne tür taşlarla çalıştınız? Bu sergide Marmara Mermeri şle çalıştım. Aslında tamamen sütbeyaz Marmara Mermeri çalışmak istemiştim, ancak rezervlerde artık nadiren bulu- nuyor bu çeşit… Dolayısıyla griye yakın taşlar old, bu konuda yapacak bir şeyim yoktu, ama sonuç iyi oldu. Bu serginizde nelerden ilham aldınız? Deniz ve suyu söylemiştim, benim bir denizci tarafım var, her sergimde ve işimde bir şekilde ilham aldığım bir tema deniz teması. Ya bir dalga, ya bir tekne koyuyorum mutlaka eserlerime. MARMARA MERMERİ’NİN GÜCÜ İNAL’IN TEKNİĞİNİ ETKİLİYOR. THE POWER OF MARMARA MARBLE DIRECTS INAL’S ARTISTIC TECHNIQUE. three years and her long-held aspiration for this show could finally be realized after securing IMMIB’s financial sponsorship. Inal says that like many of her other shows, her main inspiration for this one was again water. The exhibition has no title, inviting viewers to arrive at their own interpretation. However, the themes that she wants to emphasize are water, sea and mandala. For this show, Inal has worked with white-gray Marmara Marble. The display is composed of ten large-scale and ten small-scale sculptures. The small-scale sculptures are roughly 1 meter in height and will be on display in the gallery. The large-scale sculptures are approximately 2 meters high and will be displayed on the street right outside of the gallery. Inal believes that art should not be constrained by location. However, she would like to see more of her work be displayed in public areas. Finally, Inal analyzes the sculpture market in Turkey. She believes that sculptures, especially large-scale ones, are difficult to market due to a lack of sufficient interest. Only a few galleries will display large-scale productions. The ample studio space required to produce such sculptures is hard to come by at affordable prices. As a result of the current conditions, it is impossible for a sculptor in Turkey to sustain a living as a sculptor without branching out into other fields. This is a English digest of an interview with Tuba Inal conducted in Turkish in Istanbul in October 2010. Heykelleriniz hem sokakta, yani kamusal alanda izleyiciyle buluşuyor, hem de galeride, yani kapalı ve özel olarak tanımlanabilecek bir alanda. Siz hangi durumu ideal olarak görürsünüz? Eserlerinizin izleyiciyle hangi ortamda buluşmasını istersiniz? Her tarafta olmalı bence, kamusal alanda da, özel kapalı alanlarda da. Sanatın yer alacağı mekanlara kısıtlama getirmemek gerekiyor. Sizce Türkiye’de kamusal sanatın durumu nedir? Ben öyle bir şey göremiyorum, bu konuda da çok üzgünüm. Benim daha önce de birkaç büyük işim parklarda, kamuya açık yerlerde, sokaktaki insanla birebir ilişki halinde sergilendi. Ancak ben 52 yaşındayım ve bugüne kadar kamusal alana yaptığım iş sayısı dördü geçmiyor ne yazık ki. Çok daha fazla olmalı. İlk defa böyle bir sergi yapıyorum, sokağa gerçek mermer heykeller koyacağız. Nasıl tepki alacağımızı çoık merak ediyorum. Ben de izleyeceğim. Bu gerçekten insanların dokunabileceği, arabaların yanından geçtiği, görülmek istemese bile göze çarpacak, görülecek bir alanda, bu sebeple ben de büyük bir heyecan duyuyorum. Geleceğe dair ne gibi projeler düşünüyorsunuz? Elbette aklımda bir takım fikirler var. Zaten bu sergi henüz açılmamış olmasına rağmen benim için bitmiş halde. Yine iyi bir destek bulmak ve taş ağırlıklı çalışmak çok isterim. Taş çalışmak çok zor ne yazık ki… Ülkemizde Marmara ocakları ve benzeri kaynak mevcut, ancak istediğim taşı bulmak, çalışacak alan yaratmak zor. Pazarlaması da çok zor. İstanbul’da atölyem de yok. İşin boyutuna göre yer kiralıyorum. Bu sergiyi de İMİB’in bana hazırladığı bir atölyede, daha doğrusu mermer fabrikasında hazırladım, çünkü büyük bıçaklar gerekiyordu. Ama ufak boyutlu heykelleri çalıştığım, eskizlerimi yaptığım atölyem yaşadığım yer olan Kaz Dağları Adatepe Köyü’nde. Ben kendi kazancımla İstanbul’da büyük bir atölye kiralayamıyorum. Aslında bu noktada kurum ve kuruluşlara çok görev düşüyor. Keşke biraz destek olsalar bize. Türkiye’deki heykel ortamını değerlendirir misiniz? Türkiye’de heykele olan ilgi nerdeyse yok, heykel sergileyecek doğru düzgün bir galeri bile yok. Resme gösterilen ilginin yarısı gösterilse, heykele biraz daha destek verilse, her şey çok farklı olurdu. Benim heykellerimin toplamı 30 ton civarı, bunu kaldıracak kapalı bir yer düşünüdk, bulamadık, bulsak da kira değerleri çok yüksek. Serginin sokakta olmasını herkesle iç içe olabilmesi için istiyordum, durum değerlendirmesi yapmak da istiyordum, bu ayrı bir konu, ama işin doğrusu, bu büyüklükte bir çalışmayı kaldıracak kapalı alan olmadığı… Zaten kapalı bir yerde sergileyemeyecektik. Türkiye’de heykel ortamı çok kısır, yok denecek gibi. Yeni mezun gençler başka şeyler yapmak durumunda kalıyorlar, heykel yaparak yaşamlarını sürdürmeleri ne yazık ki mümkün değil. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 37 Bir yol hikayesi: Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun kaybolan mozaik duvarı On the road: Bedrİ Rahmİ Eyuboğlu’s lost wall mosaic Yakın zamanda Kıbrıs’ta Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Expo’58 Fuarı için ürettiği mozaik duvarın hikayesini araştırmak üzere Amerika, Avrupa, Türkiye ve Kıbrıs arasında mekik dokuyan bir proje başlatıldı. Anber Onar projeden ortaya çıkan sergiyi ve mozaiklerin ilgi çekici hikayesini anlattı. Northern Cyprus becomes the unlikely setting for an interesting story behind the lost Bedri Rahmi mosaic wall from the famous Expo 1958 Turkish Pavilion in Brussels. Project curator Anber Onar explains the ideas behind the mosaic in this Cypriot exhibition. B undan 50 yıl önce, modern Türk mimarlığı ve sanatının en önemli üretimlerinden biri olarak kabul edilebilecek bir yapıt kayıplara karıştı. Bu yapı dört ünlü mimar; Utarit İzgi, Muhlis Türkmen, Hamdi Şensoy ve İlhan Türegün tarafından Expo’58 Brüksel Dünya Fuarı için tasarlanan, Türkiye’nin ilk prefabrik yapısı olan, vizyon sahibi ve modern Türk Pavyonu’ydu. Yapı, Türkiye’nin mimarlık ve sanat alanından ünlü ve öne çıkan figürlerini bir araya getiren bir sentez niteliği taşıyordu. Bu isimler arasında İlhan Koman, Sabri Berkel, Füreya Koral, Zeki Faik İzler ve 227 metrekarelik mozaik duvarın tasarımcısı Bedri Rahmi Eyüboğlu vardı. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Türkiye sanat tarihi yazınında son derece önemli, kendine özgü ve başarılı bir sanatçı olarak yer alır. Yazma, gravür, seramik, heykel, vitray, mozaik, hat, serigrafi, litografi gibi birçok formlarda eserler üreten sanatçı, geleneksel süsleme ve halk el sanatlarında seçtiği motifleri yapıtlarında Batı’nın teknikleriyle birleştirerek kullanır. Çoğunlukla halk kaynaklarından beslenen Bedri Rahmi, toplumsal sorunları Anadolu bağlamlı doğa sevgisi ve yaşama sevinci gibi konularla harmanlar ve ortaya çıkan sentezi işlerine stilize edilmiş geleneksel figürler aracılığıyla yansıtır. Bu onu eşsiz kılan özelliklerinden biri olarak görülebilir. Mozaik pano işleri, birbirinden çok farklı ve çeşitli alanlarda eser üreten Bedri Rahmi’nin en dikkat çeken eserleri arasındadır. Bu işler, sırasıy- 38 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 O ne of the major works of modern Turkish architecture was along with all its contents unfathomably lost over years 50 ago. The Expo 58 Turkish Pavilion in Brussels Belgium designed by the winners of a national competition, Utarit İzgi, Muhlis Türkmen, Hamdi Şensoy and İlhan Türegün, was an exceptional example of the fusion of modernism and tradition that was one of the major preoccupations of Turkish architecture in the 20th century. The importance of the building was the combination of art and architecture, a product of a number of well known architects and artists that were the leading figures of the Turkish avant-garde of the mid 20th century. The Pavilion made with prefabricated parts brought together the work of well known artists such as İlhan Koman, Sabri Berkel, Füreya Koral and Zeki Faik İzler along with younger names such as painter Burhan Doğançy and designer Alev Ebuzziya who participated in the organization of the exhibition showing highlights of Turkish culture. While the folkloric and industrial displays have long been forgotten the architecture and art of the Pavilion has continued to interest historians as one of the most radical examples of Turkish culture’s drive towards modernity. Perhaps the most important example of this fusion of the modern and Turkish was a 227 square meter wall mosaic produced by the artist Bedri Rahmi Eyuboğlu. Bedri Rahmi Eyuboğlu was one of the most important figures in Turkish art in the 20th century. Known for his per- BEDRİ RAHMİ’NİN BRÜKSEL’DEKİ EXPO 1958’DE TÜRKİYE PAVYONU İÇİN HAZIRLADIĞI MOZAİK DUVARIN ARŞİV FOTOĞRAFLARI ARCHIVAL IMAGES OF THE BRUSSELS EXPO 1958 TURKISH PAVILION SHOW BEDRI RAHMI’S MOSAIC WALL. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 39 la Uluslararası Brüksel Sergisi için mozaik pano, 1958; NATO yapısında mozaik pano, 1959, Brüksel; İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ndeki seramik pano, 1959, Samatya,İstanbul; Etibank yapısında seramik pano, Ankara; Marmara Oteli’nde mozaik pano, Ankara; Vakko Fabrikası’nda mozaik pano, Topkapı, İstanbul olarak sayılabilir. Ancak bu çalışmaların hiçbiri Brüksel Fuarı Türk Pavyonu için üretilen ve 1 milyonu aşkın mozaik parçadan oluşan duvar kadar zengin içerikli, görkemli ve çarpıcı değildir. Eser fuarın tamamlanmasından sonra Türkiye’ye getirilmek üzere yola çıkar, ancak yolda kaybolur; nerede olduğuna dair çeşitli spekülasyonlara ve izinin sürülmeye çalışılmasına rağmen yeri uzun bir süre saptanamaz. Sonunda aramaktan vazgeçilir. Yakın zamanda Kuzey Kıbrıs’ta Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun mozaik duvarının en ilgi çekici görsel parçalarının ortaya çıkarılması amacıyla ve kaybolan bu sanat eserinin tarihini ve hikayesini araştırmak üzere Amerika, Avrupa, Türkiye ve Kıbrıs arasında mekik dokuyan bir proje başlatıldı. Kıbrıs’ın tek bağımsız sanat organizasyonu olan Sidestreets “Expo’58’den Kıbrıs’a: Bedri Rahmi’nin Kayıp Mozaik Duvarı” isimli bir sergi düzenledi. Bu sergi, uzun zamandır kayıp olduğu düşünülen bu sanat eserinin elli yıl sonra yeniden izleyici ile buluşmasını sağlıyor. Sergi fikrini ve duvarın hikayesini Sidestreets’in kurucusu ve sanatçısı Anber Onar’dan dinledik. Sergi fikri nereden çıktı? Sergi fikri, bir yıla yakın süre önce Türkiye Cumhuriyeti Elçiliğinin elinde olan Bedri Rahmi panolarına (50 x 227 cm ebatlarında 4 pano) kalıcı kamusal bir yer aranırken Sidestreets’e danışılması ile çıktı. Bedri Rahmi Eyüboğlu’na ait olan bu mozaik panoların bir kısmının, Kıbrıs’taki Türk askerinin elinde olduğu duyumları almıştık ama panoları hiç görmemiştik. Hatta bu işlerin, farklı biçimlerde kullanıldığı ile ilgili de söylentiler dahi vardı. Hangi kısmının ve ne kadarlık bir parçasının Kıbrıs’ta olduğunu bilmememize karşın, bu işin nasıl bir macera ile Brüksel’den Kıbrıs’a geldiği ile ilgili ortaya çıkacak hikayenin bile çok enteresan olacağını düşündük. Dahası, bunun toplumda farkındalık oluşturması ve tarihi bir belge olması adına, bir sergi yapmayı düşünmeye başladık. Aslında bu, Sidestreets ilkelerine ve var oluşuna oldukça yakın olan bir anlayış dahilinde oluşmuş bir fikirdir. Türkiye Büyük Elçiliğini bu konuda ikna etmemiz de pek zor olmadı. Çünkü bu eser, gerçekten de değerli bir eserdi ve Türkiye’de kayıp diye bilinirken, yeni bir hikayeyle olsa da 52 yıl sonra ilk kez Kıbrıs’tan tekrar ortaya çıkabilecekti. Bedri Rahmi’nin 1958 Brüksel Pavyonu projesindeki rolü neydi? Bedri Rahmi’nin işi, Brüksel pavyonunun bel kemiğini oluşturmaktaydı. Bu eser fonksiyonel olarak bir duvar, bir köprü, bir birleştirici ve ayırıcı olmanın yanında, Anadolu’yu imgeleyen 227 metrekarelik bir sanat eseriydi aynı zamanda. En önemlisi ise Expo 58’in, II. Dünya Savaşı’ndan sonraki ilk dünya fuarı olması ve soğuk savaşın başlangıcında Türkiye’nin modern bir imaj ile temsil edildiği ilk uluslar arası platformda olma özelliği taşımasıydı. Burada, “Mavi Anadolu” 40 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 sonal language of iconic and archetypal forms drawn from Turkish tradition, his success was his ability to create a modern idiom of pictorial representation that synthesized and abstracted these traditional Anatolian motifs. Working from 1929 to 1975, he was known from his considerable output of works in many different media including painting, drawing, ceramic, sculpture, stained glass, stone mosaic and prints especially his block prints that were used also in the design of textiles. As the modern Turkish Republic started to mature in the post war period, Bedri Rahmi (as he is commonly known) was called upon to create large panels integrated into the architecture of important governmental buildings. Starting with the figurative panels he made for the Ankara Opera House in 1946-1948 he continued both before and after Expo 58 to produce these original large scale works creating a modern iconography for the Turkish state during the nation building process in full swing during this period. Major works such as the Levent District mosaic panel, Istanbul, 1956-57, the panels in the NATO headquarters in Paris in 1959, Samatya Hospital mosaic panel, Istanbul, 1959, İ.M.Ç. mosaic panel, Istanbul, 1963, Karaköy Tatlıcılar relief, Istanbul, 1963, Marmara Hotel rubble floor mosaic, Ankara, 1967, Turkish Embassy General Residence, Bonn, 1970, Osmanlı Bank branch, Bursa, 1971 and Vakko Factory, Istanbul 1972 were highly visible art works there were an important aspect of Bedri Rahmi’s career as he sought to bring art to the public sphere. Amongst all these wall panels the most impressive of these undoubtedly is the 1,000,000 mosaic piece mosaic panel at Turkish Pavilion at Expo 1958. Showing a unified cycle of stylized scenes of Turkey and Turkish culture, the mosaic had a prominent place in the middle of the Pavilion as the spine that connected the two buildings and was honored with an award during the Expo for its dramatic presentation. The fate of this important mosaic was perhaps as dramatic as its artistic appearance. The Expo 58 Pavilion with its prefab construction was intended to be taken apart and shipped back to Turkey for reconstruction. Arriving in Turkey by train in 1960 during the period of the coup d’etat the Pavilion and mosaic were to be lost in the ensuing disorganization. It would reappear again in the efforts of a number of historians in the last 10 years as part of art historical research on the Pavilion by the likes of Prof. Sibel Bozdoğan. These efforts raised the profile of the mosaic to the extent MOZAİK DUVAR VE PAVYONUN MİMARİSİ UYUM İÇİNDE TASARLANMIŞTI. THE MOSAIC WALL AND THE ARCHITECTURE OF THE PAVILION WERE HARMONIOUSLY INTEGRATED. that when parts of the mosaic appeared in Northern Cyprus coming to the attention of the staff of the Sidestreets Cultural Center they were able to locate many other parts of the mosaic in various location in Cyprus. The resulting exhibition, “From Expo ‘58 to Cyprus: Bedri Rahmi’s. Lost Mosaic Wall” which includes research in the U.S., Europe, Turkey and Cyprus and will show publicly parts of the mosaic for the first time since the 1960s. We spoke to the exhibitions curator, Anber Onar about the mosaic. Where did you get the idea for the exhibition? The idea of the exhibition started a year ago from a request by the Embassy of the Republic of Turkey in Northern Cyprus to Sidestreets to search for a permanent public place for the pieces of the wall they had in their possession (50 x 227 cm 4 panels). We had heard of but not seen a portion of the mosaic panels were in the hands of Turkish Army in Cyprus and the Eyüboğlu family in Istanbul. The rumors were that they were being used in different formats and purposes. Despite not knowing how much of the mosaic was in Cyprus, and how it got there from Brussels we thought the story was an interesting one. Moreover, because of its importance as a historical document and to create public awareness, we started thinking about doing an exhibition. In fact, we thought the exhibition was in line with Sidestreets principles and mission . It was not difficult to convince Embassy of Turkey of our intentions. Because this was a genuinely an important artwork and while it was known as lost in Turkey there was an opportunity for the story of the mosaic to be told again 52 year later in Cyprus. What was the role of the mosaic in the 1958 Turkish Pavilion in Brussels? Bedri Rahmi’s work was the spine of the Brussels Pavilion. This work is functionally a wall, a bridge, unifying and separating the Pavilion, as well as being a 227 square meter art work depicting Anatolian life. Most importantly though after WWII and the at the beginning of the Cold War, the Brussels Expo 58, was the first opportunity to represent modern Turkey in an international platform. Here, with the “Blue Anatolia” mosaic Bedri Rahmi’s iconography and its concept celebrating multi-culturalism in Anatolia resulted in an important idea in the synthesis of east and west. In addition, the ideas behind the mosaic overlapped with the design and architectural principles of the pavilion creating a meaningful union of art and architecture. What happened to the mosaic wall after Brussels? After the end of the Brussels Exhibition, the pavilion and the mosaic was packed and sent back to Turkey to be reassembled. Initially planned to be built as a pavilion in Ankara, on the way to Turkey, there was a new directive that it be sent instead to a site in Istanbul. However the wall was not to be installed either in Ankara or Istanbul or ever again. After being left in boxes in Sirkeci Train Station for a period, the mosaic and other parts of pavilion were thought to be abandoned in Gülhane Park. Nevertheless it was looted and disappeared after a short period of time. In 1960, the architects of the Pavilion brought this situation to light which confirmed by the Milliyet newspaper in 1963. However, something that was not known at the time was that part of the Bedri Rahmi wall had already been looted and later set-up in September 1960 as the decoration for the first international trade fair of the Republic of Cyprus. That a large portion of the wall was brought to Cyprus today has been proven by Sidestreets, and that this wall was preserved in the Embassy of Turkey in Cyprus and by the Turkish Army Regiment here. Where did you find the mosaic in Cyprus? Working on some rumors and leads, we initially found pieces in the Embassy of the Republic of Turkey ın Cyrpus and in the social facility in the Turkish Army regiment here. If we think that the start of the search and identity of this lost work started in Cyprus, yes, this is a loss for Turkey. Awareness here is important. Later after showing the public the found pieces of the mosaic an awareness was created and the mosaic “appeared”. Is there a subject to Bedri Rahmi’s mosaic and if so what is it? Bedri Rahmi’s mosaic is in fact a synthesis of almost all of his works. Here, instead of a single subject, we see a narration that combines a number of themes into one in a collage format . But in a style typical to Bedri Rahmi, on the surface of the mosaic, there is a temporal and spatial filtering of the different cultures of traditional Anatolia depicted in various scenes in an abstract way. Although there are some formal reservations with regard to the way these images are artistically represented, the fact that this art work was made using mosaic gives us some important clues. What is the size of the mosaic? The mosaic is 50 cm wide, 227 cm high, consisting of over 200 panels, 50 meters long on both sides of a wall covering a total area of 227 m2. Starting from the exterior this wall which is the basis of the Pavilion’s architecture in relating the building’s two cubic volumes goes through the center of the first volume and comes out the other side to continue and transform into the interior wall of the second volume. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 41 kavramından çıkan Anadolu’nun çok kültürlülüğünün kutlanması, Bedri Rahmi’nin imgeleriyle birleşince ortaya çıkan doğu ve batı sentezi düşüncesi de önemli rol oynamaktaydı. Ayrıca bütün bu kavramlar pavyonun mimari tasarım ilkeleriyle örtüşüyor, bu da sanat ve mimarlığı ayrılmaz bir bütün halinde ortaya koyuyordu. DEV BEDRİ RAHMİ MOZAİĞİNİN YENİ BULUNAN BÖLÜMLERİ KIBRIS’TA SERGİLENİYOR. NEWLY FOUND PARTS OF THE MOSAIC ARE EXHIBITED IN CYPRUS. 42 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 Brüksel’den sonra mozaik duvara ne oldu? Brüksel Fuarının bitiminden sonra, kasalanan tüm pavyon ve tabii duvar, orada tekrar kurulmak üzere Türkiye’ye geri gönderiliyor. Önceleri Ankara’da kurulması planlanan pavyonun, Türkiye’ye dönene kadar, yeni bir emirle İstanbul’da kurulması kararlaştırılıyor. Ancak bu duvar ne Ankara, ne İstanbul’da tekrar hiçbir zaman kurulamıyor. Bir süre kasalar içerisinde Sirkeci Garı’nda kalıyor, daha sonra pavyonun diğer parçaları ile Gülhane parkına bırakılmış olma olasılığı da düşünülüyor. Öyle olsa bile, kısa bir süre sonra yağmalanıp ortadan kayboluyor. 1960’ta mimarların farkettiği bu durum, 1963’te Milliyet gazetesi tarafından da teyid ediliyor. Ancak bilinmeyen şey Bedri Rahmi’nin duvarının bir kısmının çok daha önce yağmalanmış oluşu ve 1960 Eylül’ünde daha yeni kurulmuş Kıbrıs Cumhuriyeti’nin katılacağı uluslararası ilk ticaret fuarına hazırlanan pavyonun süslemesi için getirildiğidir. Duvarın büyük bir kısmının buraya getirilmiş olduğu bugün artık Sidestreets tarafından kanıtlanmıştır. Ve bu duvar, bugüne dek TC Elçiliği ve Türk Alayı tarafından Kıbrıs’ta muhafaza edilmiştir. Mozaiği Kıbrıs’ta nerede buldunuz? Kulağımıza gelen söylentiler sonrasında, bu mozaik işin parçalarını ilk olarak TC Elçiliğinde ve Alay Gazinosunda gördük. Aslında kayıp farzedilen bu işin, belki de kimliği üzerinden oluşacak varlığının izini sürmek, Türkiye’de değil de Kıbrıs’ta başladığını düşünürsek; evet, Türkiye için bir kayıptı. Farkındalık bunun için önemli. Ancak daha sonra ortaya çıkan parçalarla bunu kamuoyuna açarak, hikayenin bütünü içerisinde bir farkındalık yaratılmış, ve artık mozaik ortaya çıkmıştır. Bedri Rahmi’nin mozaiğinin konusu var mı, varsa nedir? Bedri Rahmi’nin bu mozaik eseri, adeta onun tüm eserlerinin de bir sentezidir. Burda, tek bir konu aramak yerine, birçok konuyu bir bütün haline getirip işleyen kolaj niteliğinde bir anlatım görülüyor diyebiliriz. Ama genelinde Bedri Rahmi işlerinin tipik özel- likleri arasında sayabileceğimiz, zamansal ve mekansal olarak değişik kültürlerden süzülen geleneksel enstantanelerin Anadolu olgusu içerisindeki bu yüzeyde mozaik olarak soyut bir biçimde yer alması olduğunu söyleyebiliriz. Burda kullanılan imgelerin sanatsal anlamda kullanılma biçimleri formal kaygılar içerirken, bu eserin bir mozaik tekniği ile yapılması da, anlam ve konu bazında önemli ipuçları vermektedir. Mozaiğin genel ebatları nedir ve mozaik Payvonun genel mimarisi icinde ne şekilde yer alıyordu? Mozaik, 50 cm genişliğinde, 227 cm yüksekliğinde 200 tane panodan oluşan, 50 metre uzunluğunda bir duvarı önlü arkalı kaplayan, ve toplamında 227 m2 alan oluşturan bir bütündür. Bu duvar, pavyonun mimarisini oluşturan, ve iki küpü andıran mimari formların, dış tarafından başlayarak; önce bir binanın tam ortasından geçip diğer tarafından çıkmakta, ve dış mekanda yine devam ederek ikinci formun da içerisine uzayan bir elemana dönüşmektedir. Mozaikte hangi teknikler kullanılmıştı? Malzemesi taş mı? Malzemeler nereden geldi? Mozaik nerede üretildi? Mozaik, küçük kesilmiş, genelde kare veya üçgen taşların yanında, farklı taş kesimlerini de barındırmaktadır. Malzemenin geneli Avrupa’dan getirildi. Üç ekip halinde toplamda 12 kişi tarafından 1 yıl süre içerisinde,Bedri Rahmi’nin tasarımına göre İstanbul’da kendi evinin ve atölyesinin bulunduğu Salı Pazarı apartmanlarında uygulandı. Bedri Rahmi Brüksel’de Pavyon üzerinde nasıl bir çalışma yaptı? Çalışma ne kadar sürdü? Bedri Rahmi Eyüboğlu, Eren Eyüboğlu yönetiminde, asistanı Ivy Stangali, iki öğrencisi ve 2 sıvacı ile duvarı Belçika’daki pavyonda tamamlamıştır. Tüm işlemin 12 Mart – 25 Nisan 1958 arasında, 5-6 hafta sürdüğü söylenmektedir. 1 milyon kadar mozaik parça, kağıt üzerinde tasarlanarak özel tutkal hamuru ile yapıştırılmış, küçük ebatlarda numaralı olarak Türkiye’de hazırlatıldıktan sonra Brüksel’e götürülerek pavyonun kurulma aşamasında taze sıvanan panolar üzerine transfer edilmiştir. What are the techniques used in the wall? Is the mosaic stone? Where did it come from? Where was the mosaic produced? The mosaic consists of stone cut usually as a square or in triangular pieces as well as other shapes. The material was brought from Europe. Three teams of a total of 12 people worked a year in Bedri Rahmi’s apartment and workshop in Sali Pazarı Istanbul to design the mosaic. What kind of work did Bedri Rahmi do in Brussels? How long did his work there take? Bedri Rahmi Eyuboglu, with Eren Eyuboglu managing, and assisted by Ivy Stangali along with two students and two workmen completed the wall of the Pavilion in Brussels. The whole operation ran from March 12 to April 25, 1958 lasting 5-6 weeks. Up to 1 million mosaic pieces, designed initially on paper, were then applied with special glue, these small pieces were prepared and numbered in Turkey to be later transferred to the wet plaster walls of the Pavilion in Brussels. What are the similarities and the differences of this mosaic as compared to other Bedri Rahmi mosaics? Despite the fact that in general the images and methods used here are present in other mosaics, the variety seen in one unified mosaic had not ever existed before in a single work. What parts of the mosaic are you exhibiting? In the Sidestreets space there are more then 50 pieces most of them being fragments. Remarkably, these pieces are very strong; there is a section of (Black Sea) horon dancers, a mother and child figure, ships and other geometric figures as well as abstract pieces. The exhibition also has supporting material such as a visual archive supporting the The Lost Mosaic Wall book by Dr. Johann Pillai and a digital reconstruction of the wall that allows it be seen for the first time since 1958 that would not have been possible without the information obtained by Sidestreets. Who prepared the exhibition? What is Sidestreets? The exhibition was curated and organized by me Anber Onar (Sidestreets founder and artist) based on my decision to go ahead with it, and Emin Çizenel (consultan to Sidestreets and artist). Sidestreets is an independent, private organization formed in Nicosia, North Cyprus, to generate spaces of creative and critical engagement with language, the arts, and culture in general, by promoting social, cultural and artistic development within local, regional, European, and international frameworks. Bu mozaiğin diğer Bedri Rahmi mozaiklariyle benzerlikleri ve farklılıkları neler? Genelinde kullanılan imgeler ve metodlar daha önceki birçok işinde yar almış olmasına karşın, buradaki, tek bir işin bütünselliğini sağlayan çeşitlilik daha önce hiç görülmemiştir. Sergide mozaiğin ne kadarlık bir kısmını, hangi parçalarını gösteriyorsunuz? Sidestreets mekanlarındaki sergide, 50’den fazla parça var ama bunların yarısı fragmanlardan oluşmaktadır. Belirgin olarak oldukça güçlü olan bu parçalarından; horon danscılarının olduğu bir bölüm, ana çocuk figürü, gemiler ve daha başka figürlerin yanında geometrik soyut parçalar da bulunmaktadır. Sergide ayrıca Dr. Johann Pillai’nin yazmış olduğu Kayıp Mozaik Duvar kitabını destekleyen görsel bir arşiv bölümü ve 1958’den bu yana hiç görülmemiş, ve Sidestreets’in elde ettiği bilgilerin dışında hayal edilmesi bile imkansız olan, duvarın ön yüzünün dijital olarak tam bir rekonstrüksiyonu da bulunmaktadır. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 43 Parisli bir Türk tasarımcı: A TURKISH DESIGNER IN PARIS Paris’te yaşayan Türk tasarımcı Koray Özgen, 1995 yılında kurulan Özgen Design ile birçok uluslararası firma, marka ve kuruma değişik alanlarda tasarım üretiyor. Özgen, tasarım sürecinde kendini sosyal, kültürel ve ekonomik bağlamlarda sorgulayarak ilerlerken çevresindeki çoğulluğu sentezliyor. Since moving to Paris in 1995, Koray Özgen and his Ozgen Design studio have created designs for French and international brands . Keenly aware of social, economic and cultural differences, Özgen continues his efforts in synthesizing the diversity surrounds him. 44 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 Ç oğunlukla sade, ancak oldukça çarpıcı tasarımlara sahip dünyaca ünlü bir tasarımcı Koray Özgen. Knoll, Skultuna, Innermost, Paris Belediyesi gibi uluslararası firma, marka ve kurumlara değişik alanlarda tasarım üretiyor. Türkiye’de 1994 yılında yaptığı Ankara şehirlerarası Terminali’nin işaretlendirme sistemleri ile tanınıyor. Topaz Restoran ile ise adından sıkça söz ettiriyor. Farklı malzemeleri kullanmaktan çekinmiyor, işleri çoğu zaman ses getiriyor ve kendisini aranan bir tasarımcıya dönüştürüyor. Koray Özgen’le Paris – Türkiye arası tasarım ortamını, tasarım anlayışını, ürünlerini, ve taşın tasarımlarındaki yer ve önemini konuştuk. Özgeçmişinizden söz eder misiniz? Orta Doğu Teknik Üniversitesi Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü’nden mezun olduktan sonra Bilkent Üniversitesi Grafik Tasarım Bölümü’nden Yüksek Lisans diploması aldım. 1992 yılından beri Paris’te yaşayıp çalışıyorum. Paris’teki tasarım okulu E.N.S.C.I.’de (Ecole Nationale Supériere de Création Industrielle) post-diploma çalışmalarımı tamamladıktan sonra 1995 yılında Paris’te kendi stüdyomu, Özgen Design’ı, kurarak birçok kurum için görsel iletişim ve sergi projeleri tasarlamaya başladım. Türkiye’deki tasarım eğitiminizi Paris’te profesyonel bir tasarımcı olarak deneyiminizle kıyasladığınızda nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’de ODTÜ’deki endüstri ürünleri tasarımı eğitimim özellikle nesnel değerlerin öne çıktığı bir dönemdi. Tasarım yaklaşımlarımız kritik bir değerlendirme sürecinden geçiyordu. Paris’teki tasarım okulu “Les Ateliers”ye geldigim zaman ise tasarımlarımın göreceli olarak öznel bir çizgide değerlendirildiğini düşünüyordum. Bu farklı değerlendirilmelerin süzgecinden geçerek kendimi profesyonel yaşamda buldum. Hem kavramsal düşünce hem de tasarım pratiği açısından, bu deneyimlerin profesyonel yaşamdaki tutumunuza dolaylı etkileri olduğunu düşünüyorum. Tasarımlarınızın sade ve doğrudan yaklaşımları var. Oldukça mütevazı ve ilgiyi üzerlerine çekmeye çalışmayan... Neden? Tasarımcının tasarladığı bir nesneye kendi tarzını yansıtmaktan daha çok nesne-kullanıcı iliskilerini sorgulayıp o nesne üzerinden bir yasam tarzı önermesi gerektiğini düsünüyorum. Bence tasarımcının kisisel tarzınının hicbir zaman tasarladığı ürünlerin önüne geçmemesi dogal bir sonuc. Özellikle görsel ve işlevsel olarak alçakgönüllü olan nesneler önermenin o nesnelerin kavramsal gücünü daha da çok öne çıkartabileceğini düşünüyorum.Tasarımcının aynı zamanda kültürel çeşitliliğe önem veren, çevreyi koruyan ve de yerel değerleri destekleyen bir duruşu da olmalı. Türkiye tasarım dünyasında kendinizi nasıl konumlandırıyorsunuz? Türkiye tasarım alanında nasıl bir yerde duruyor? Ben Türkiye’de doğdum ve eğitimimin büyük bir bölümünü Türkiye’de tamamladım. Fransa’da yaşarken Türkiye ile olan ilişkilerim uzun yıllar akademik düzeydeydi. Son iki üç yıldır Türkiye’de de değişik alanlarda projeler geliştiriyorum. Bu proje ortamlarında çok farklı konular gündeme gelip tartışılıyor. Ben, tasarımın doğasında olan nesnelliğin tasarımcıyı etnik ve coğrafi limitlerin dışına çıkardığını düşünüyorum. Buna karşın, bir tasarımcının ürünlerinde kökenlerinin izine rastlamak da doğal bir K oray Özgen is a world renowned designer know for hıs simple yet striking designs. Living in Paris for the past decade he has designed for international corporations, brands and institutions such as Knoll, Skultuna, Innermost and Paris Municipality. He has been recognized for designs namely the signage and wayfinding system he created for Ankara National Terminal in 1994 as well as the Topaz Restaurant in Istanbul. His bold experimentation with different materials has made him a soughtafter designer in both France and his native Turkey. Özgen was born in Turkey. After graduating from the Industrial Design Department at Middle Eastern Technical University, he obtained his graduate degree from the Department of Graphic Design at Bilkent University. He left for Paris in 1992 where he completed his post-graduate studies at E.N.S.C.I (Ecole Nationale Supériere de Création Industrielle). He then founded Özgen Design Studio in 1995 and started designing visual communication and exhibition design for various corporations. In 1999, he co-founded the company “ODC: Özgen Design Collection” which produces and distributes his own designs on the internet and through design stores around the world. In the past few years, he has also been involved in an array of projects in Turkey. Özgen’s professional life is the combined product of the objective evaluative system of his Turkish Industrial design education and the more subjective approach of “Les Ateliers” in Paris. He believes that these kinds of experiences affect one’s professional approach to his work in terms of both conceptual thinking and designing experience. Rather than imposing his own personal style, Özgen focuses on the relationship between the designed object and the consumer or user to offer a specific lifestyle through the object. His visually and functionally modest designs emphasize the conceptual strength of the designed objects while fostering environmental awareness, cultural diversity and local values. He claims that the subjective nature of design reflects an artist’s conscience and cultural background, and yet its objective nature moves the artist beyond ethnic and geographic boundaries. According to Özgen, a designer is a professional who markets his products KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 45 olgu. Bu öznel yaklaşımları, tasarımcının kültürel birikimlerinin ve de kişisel belleğinin bir sonucu olarak da değerlendirebiliriz. Ama folklorik bir tasarım yaklaşımının ürünlere uygulanmasının ve de bunun bir tasarım tarzına dönüşmesinin o ülkedeki tasarım disiplininin gelişmesine uzun dönemde olumlu bir etki yapacağını sanmıyorum. Paris’deki çalışmalarınızdan söz edebilir misniz? Paris’e gitme sebebiniz nedir? Paris’deki tasarım ortamı nasıl? Benim doksanlı yılların başında Fransa’ya gelişim bir proje değildi. ODTÜ Tasarım bölümünden sonra kendimi Paris’teki tasarım okulu L’ENSCI’de, daha sonrasında ise profesyonel yaşamın içinde buldum. Bu dönemde, Fransa’daki günlük yaşam kültürünü ve Fransız tasarımını bir arada yaşayarak keşfettim. Ben Paris’te yaşıyorum ancak birçok değişik ülkedeki firmalara tasarımlar yapıyorum. Stüdyo aktivitelerime paralel olarak 1999’dan beri, iki ortağım ile birlikte Paris’te kurduğum ve kendi tasarladığım ürünleri “ODC :Ozgen Design Collection” adı altında üretip ve dağıtan firmayı yönetmekteyim. Paris kültürel ve de ticari bir cazibesi açısından insanların ilgisini çekebiliyor ve burada bulunan firmalara bir avantaj sağlıyor olabilir. Ancak günümüzdeki küresel gelişmelerin bir sonucu olarak bir tasarımcının Paris’te veya Istanbul’da yaşıyor olması, onu mesleki açıdan farklılaştırdığını sanmıyorum. Günümüzde global medya ve pazar ortamı tasarımcıları küresel trendler içinde çalışmaya zorluyor. Bu durum sizin işinizi nasıl etkiliyor? Tasarımcı çalışmalarını değişik kanallarda tanıtan ve pazarlayan bir profesyonel. Bir tasarım sürecinde de kendinisini ister istemez sosyal, kültürel ve ekonomik bağlamlarda sorgulayarak ilerliyor. Eğer bugün küresel pazara sunabileceği özgün tasarım önerileri varsa, artık hangi coğrafyada oldugu farketmiyor. Küresel trendler de, pek de öyle algılanmasa da, zaten halıhazırda varolan düsünceler veya ürünler üzerinden belirleniyor ancak tasarımcının bu genel eğilimleri etik bir biçimde yorumlayarak nesnelere dönüştürmesini önemli bir nokta olarak görüyorum. Bu durumda tasarımcı izleyici olmaktan çok belirleyici bir aktör durumuna geçiyor. Tasarım eğilimlerinde söz söyleyebilmek ancak evrensel ürünler önererek mümkün olabiliyor. Ancak bu ürünleri önerirken, küreselleşme uğruna, geleneksele ve yerele ait değerleri yok etmemek gerekiyor. Ozgen Design Collection için tasarladığınız nesnelerin hemen hepsi organik ya da doğal referanslar taşıyor, sanki kendileri de doğalmış gibi. Bu bilinçli olarak varmak istediğiniz bir nokta mı? Nesnelere doğanın bize sundugu ipuçları üzerinden işlevsel ve biçimsel kaliteler yükleyebiliriz. Bu sorgulama ve yorumlama süreci içinde tasarımcı kendisini ilginç bir deneysel ortamda bulur. Bu düşüncelerinden hareketle, ben tasarımlarımi belki de ‘doğa’yı birincil anlamından biraz daha ileriye taşıma çabasi içinde gerçekleştirdiğimi düşünüyorum. Yani malzemenin doğası, bir nesnenin işlevinin ve kullanıcısının doğası ile barışık tasarımlar yapabilme çabası da diyebiliriz. 46 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 İşinizin ‘zevk’ini nasıl tanımlıyorsunuz? Zevk ve stil olarak ne gibi ortamlar için tasarım yapıyorsunuz? Öncelikle tasarımcı olarak zevkin göreceli bir kavram olduğunu kabullenmeniz gerekiyor. Iyi (ya da kötü) zevkin doğuştan ya da öğrenilen bir şey olduğu bile bilimsel olarak kesinleşmemiş bir durum. Bu bağlamda, tasarladıklarınız da karşınıza çıkan kişilerin ya da medyanin zevkleri doğrultusunda değerlendiriliyor. Sanıyorum ki tasarımcılar ve tasarladıkları ortamlar doğal bir seçimle bir araya geliyorlar. Bence zevki ve tarzı, tasarımcı ve müşteri arasında bir dayatmadan daha çok bir uzlaşma süreci olarak tanımlayabiliriz. Tasarımlarınızda taşı ne oranda kullanıyorsunuz? Birkaç örnek verebilir misiniz? Tasarımlarımda malzeme seçimini genel bir duyarlılık içerisinde gerçekleştirmeye çalışıyorum. Bu bağlamda, tasarımlarımda kullanmayı tercih ettiğim malzemelere benden çok nesnenin gündelik yaşamdaki varoluş nedenleri ve de kullanıcının bu nesne ile kurduğu ilişkiler karar veriyor. Kendi koleksiyonumda kullandığım malzemeler porselen, metal, ahşap gibi uzun yaşam süreleri olan malzemeler… Taşı da malzeme olarak tutarlı olduğu için kullanıyor ve bunun malzeme olarak değerini de arttırdığını düşünüyorum. Kullandığınız taş tipleri neler? Benim koleksiyonumdaki ilk tasarımlarımdan olan “Borne” (1999) Kapı ağırlığı taştan üretiliyor. Üretimi için kullandığımız iki değisik taş var. Birincisi “Ankara Taşı” olarak da bilinen ve özellikle Ankara Gölbaşı’nda çıkarılan andezit taşı. Pembe gri bir rengi olan bu andezit taş oldukça gözenekli bir dokuya sahip. Doğduğum yer olan Ankara’nin yerel taşı ile üretilen kapı ağırlıgı Borne’un benim ürünlerimin arasında ayrı bir yeri olduğunu düşünüyorum. Bir tasarımcının belleğine girmiş bir malzemenin, yıllar sonra bir ürün aracılığı ile yaşama geçmesi ve de Paris, Berlin, Londra gibi kentlerde satılıyor olması ilginç bir durum. Kullandığımız ikinci taş türü ise Fransa’nın şaraplarıyla ünlü Bourgogne bölgesinde çıkartılan bir taş. Açık sarımsı bir rengi olan bu taşın yoğunlugu da volkanik taşa göre daha fazla. Diğer malzemelere göre taş malzemenin avantaj ve dezavantajları nedir? Daha az enerji kullanarak üretilen ürünler tasarlamak, mono malzeme kullanımını ve de malzeme ekonomisini öne çıkaran tasarımlar önermek, sürdürebilirlik bağlamında olumlu etkisi olan yaklaşımlar. Malzeme ömrü uzun olan ve malzeme değeri yüksek olan ürünlerin sosyo-kültürel anlamda uzun ömürlü oldukları da bu konuda yetkin olan kurumlar tarafından savunulan bir tez… Taşın, bu bağlamda malzeme olarak ilginç bir konumu olduğunu düşünüyorum. Ancak, özellikle doğal taş, malzeme olarak kalıcı bir malzeme olsa da taşın nakliyesi üzerine bilinçli kararlar verilmesi gerekiyor. Üretim noktasından son satış noktasına ne kadar yol kattettiği ve bu süreçte çevreye zarar verilip verilmediği üzerine düşünülmesi gerekir. Son yıllarda her yıl atmosfere bırakılan binlerce ton karbondioksit özellikle Avrupa’da tüketiciler tarafindan ciddi bir biçimde sorgulanan bir durum. Bir tasarımcı ÖZGEN’İN TASARIMLARI DOĞANIN FORMLARINDAKİ SADELİĞİ İÇERİYOR. ÖZGEN’S DESIGNS EXPLORE THE SIMPLICITY OF THE FORMS OF NATURE. via different avenues. Hence, he progresses through the design process by examining himself in the social, cultural and economical frameworks he finds himself. If he has unique and original designs to offer in the global market, his geographical location becomes insignificant. Özgen states that it is essential to follow global trends in order to stand out as a designer. Yet, he believes that it is the ethical obligation of the designer not to lose track of his local and traditional values for the sake of globalization. Almost all of the objects designed by Ozden Design Collection are either fully or partially organic. Özgen explains this choice by stating that one can ascribe functional and structural qualities to objects through the clues nature provides. Hence, he creates his designs with an effort to carry ‘nature’ beyond its primary meaning and create designs that are in harmony with the essence of the materials used, the functionality of the object and the nature of the user. Özgen believes that as a designer, one needs to acknowledge taste as a subjective concept. It is not scientifically established whether taste is innate or learned. As such, a designer’s work is evaluated according to the tastes of the consumers and the media. He believes that designers and consumers naturally converge and that taste and style can best be described as a process of this synthesis. In explaining his choice of materials for his designs, Özgen states that his preference of materials are dictated by the designed object’s purpose in daily life and the relationship the user forms with the object. He usually uses materials with long life spans, such as porcelain, metal and wood. He also prefers to use stone in his designs because of its consistency and durability; an attribute which he believes increases its value as a material. Özgen states that he used two types of stones in the production of “Borne Doorstop” (1999), which was one of the first designs in his collection. The first type of stone used in the Doorstop was andesite, a pink-gray stone with a porous texture also known as “Ankara Taşı” because it’s primarily extracted from the Ankara Gölbaşı area. The second type of stone used was extracted from the Bourgogne region of France. Its color is light yellow and its density is higher than the volcanic stone. Özgen also quizzically points out that “Borne”, produced by a stone extracted from his hometown Ankara, carries special meaning for him and that he finds it interesting that a product that has such personal significance for him is being sold in major cities such as Paris, Berlin and London. Özgen emphasizes the importance of designing eco-friendly objects that are produced by less energy and with materials that have longer life spans. In this regard, he believes that stone, as a material, stands out. However, he also points out that when using stone, especially natural stone, one needs to consider the possible environmental damage that may be caused during transportation from its place of production to its final sales point. He believes that although it is impossible to control everything during the production process, every designer can contribute to the preservation of the environment in their own way by making sensitive decisions. As an example, he explains that his company in France has started to use a local stone in their production since 2006. He also adds that they are in the process of initiating a joint production by using local stones in Sweden and Japan. He summarizes this potential process as the optimal in ecological terms of the creation of a product, designed in Paris and locally produced in France, Sweden, Japan and Turkey. Finally, Özgen describes one of his latest designs, marble candle holders called “Dome”, which he created with Leyla Taranto. “Dome” was produced by using natural materials and utilizing the positive energy emitted from the color and texture of natural marble. Özgen describes it as a sculptural object which transforms into a tea-light candle dish upon lifting open its dome-shaped lid. The design of the lid ensures that the candle is put out without creating smoke and that the melted candle does not drip. He adds that these marble candle holders will be exhibited during the fall of 2010 at the traditional “Noel Imaginaire” event of famed Le Bon Marché store in Paris. This is an English summary of an interview conducted with Koray Özgen in Turkish via e-mail. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 47 Doğaya uyumlu konut mimarisi: Bodrum Bodrum A new direction for Bodrum lifestyle 48 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 Bir iç-dış mekanlar ara kesit projesi ve şu an inşaat halinde olan Yalıkavak’taki Bodrum Bodrum’da doğal taş çok önemli rol oynuyor. Aydınlatmadan dekorasyona her alanda kullanılan malzeme, projenin en önemli tasarım kriterini oluşturuyor. A blurring of interior and exterior living spaces is formed through a detailed use of stone throughout the Bodrum Bodrum project currently under construction in Yalıkavak, Bodrum. B odrum Yalıkavak’ta Bilgili Holding için Arif Özden, Tanju Özelgin ve Sinan İzgi tarafından tasarlanan Bodrum Bodrum projesi, doğa ile iç içe olması istenen, aynı zamanda mahremiyetin önemini de ön plana çıkaran, iç-dış ara kesitleri arasında sürekli olarak değişim gösteren bir konut projesi olarak karşımıza çıkıyor. Yalıkavak’ta yer alan eski bir okul binasının renovasyonu ile başlayan, ancak daha sonra imar planındaki zorunlu değişiklikler sebebiyle, yekpare ancak yer yer çok katmanlı peyzajla kesintiye uğrayan yapı grubundan, parçalı konut mimarisine kayan bu iki aşamalı proje, yapıdaki doğal malzemenin özellikle de taşın zengin ve cömert kullanımı ile dikkat çekiyor. Projenin çıkış noktası ilk önce var olan yapının eksik ve ihtiyaçlarının tespit edilip çözüme gidilmesi olarak belirlenmiş. Projenin yer aldığı alanın topografik yapısı şiddetli bir eğim ve kot farkı içeriyor. Aslında bu durum, Bodrum’un geneli için rahatlıkla söylenebilir. Bu coğrafi yapının gerekliliği olarak o toprakları setlemek ihtiyacı doğuyor. Ancak eğimde bazen o kadar zorlayıcı noktalar çıkabiliyor ki setlemede kullanılan taş duvarlar, yapıların cephelerini domine ediyor, üst üste yığılmış bir taşlar grubu olarak daha fazla gözükmeye başlıyor. Tasarımcılar ilk önce bu sorunu T BODRUM BODRUM’UN MİMARİSİ EGE PEYZAJINA HASSASİYETLE UYUM SAĞLIYOR. ARCHITECTURE SENSITIVETLY INTEGRATED INTO THE AEGEAN LANDSCAPE. anju Özelgin with Arif Özden and Sinan İzgi have designed a residential project in Bodrum Yalıkavak for Bilgili Holding that explores the difference between interior and exterior space in creating an environment focused on creating a sense of peace and tranquility in its Aegean seaside location. The project involves the renovation of an existing school building into residential units and social facilities with the requirement that the architects retain the massing of the original terraced structure. The continuous blocks of the school are transformed into individual residential units in a design strategy subtly integrating the building into the natural setting through sensitive ecologically focused landscaping and the robust use of natural stones. The architect’s initial strategy was to reorganize the existing building into the new functions required by client to transform the building into a residential and leisure facility. The steep grade of the site, a common characteristic in Bodrum’s topography was the most dominant feature of the existing building resulting in the use of terraces and retaining walls. These heavy retaining walls came to dominate the site and were the target of the architect’s design strategy which was to reduce the visual impact of the walls through the use of a variety of surfaces and textures. The design resulted in an cohesive approach where the main masses of the building are horizontally and vertically KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 49 ÖZEL KONUTLAR SOSYAL ALANLARA ÖZENLİ BİR PLANLA BAĞLANIYOR. CAREFUL PLANNING INTEGRATES PRIVATE RESIDENCES WITH SOCIAL AREAS 50 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 çözmeye odaklanmışlar. Bu durum her kot çıkışında tek bir malzemenin kullanılması yerine, farklı malzemelerin bir araya geldiği bir teraslar grubu yaratılması ile çözülmüş. Farklı taşların peyzajla bir araya geldiği durumlar yaratılmış. Böylece üst üste yığılmış taşlar yerine, araziye hem dikeyde hem yatayda bağlanan ve peyzajla nefes alan, fazlaca kendini göstermeyen elemanlar oluşturulmuş. Malzeme olarak taşlar, bitkiler, kuru otlar, kayalar, sıvalı yüzeyler, toprak yüzeyler kullanılmış. Bu katmanların çeşitli yerlerinde taş kullanımı yoğun olarak göze çarpıyor. Bazen kesilmiş, bloklanmış taşlar kullanılırken, bazen kayaların kendilerine yer verilmiş. Peyzaj kurgusunun önemli parçalarından birini yine taş malzeme oluşturuyor. Özellikle blok taşlara oldukça fazla yer verilmiş. Plaka taşlar endüstriyel anlamda çokça kullanılıyor olsa da blok taşlar kot geçişlerinde, çoğunlukla da evleri hissi sınırlarla birbirlerinden ayırmak için çit yerine kullanılmış. Birbirlerinden serbest olarak dağılmış alanlar gerektiğinde taşla ayrılabiliyorlar. Taşlar projede yönlendirme amacıyla da kullanılmış. Üst üste istiflenmiş taşlar bir yerde duvarken diğer yerde basamaklaşmış ve doğal bir arazi yapımına olanak verecek şekilde yerleştirilmiş. Bu da doğal bir parkurda koşma hissi kazandırdığı gibi, kot değiştirme imkanı da sağlıyor. Projenin ilk aşaması bir renovasyon projesi olarak başlamış. Daha sonra imar planında meydana gelen değişiklikle yeni yapılar tasarlanmış. Projenin ilk aşamasında mevcut yapıların girdi-çıktılarından kurtulup bir taş duvarla bütünsel hale getirilmesi hedeflenmiş. Cam öğeler artırılmış ve saçaklar eklenmiş. Okul yapılarından ilkine yapılan müdahaleler bu şekilde gelişirken diğerinde birbirinden ayırma yoluna gidilmiş, ancak taş, cam ve gölgelik prensibi orada da uygulanmış. integrated into the landscape through the use of different stone surfaces that are harmonious with the colors and textures of the Bodrum topography climate. Landscape design of stone, protruding rocks, exposed earth, dry grass and brush are mixed in with the building’s cladding of cut processed natural stone or uncut natural stone blocks to provide harmonious transitions from nature to the man made. The landscape design concept called for an extensive use of stone especially stone blocks. These stone blocks are used to provide surface texture but also to create borders between the individual units and the different social areas. They are used in plan and section to create transitions between the horizontal and vertical levels of the building as a central feature of the design strategy that seeks to harmoniously blend the massive building into its natural setting. During the design phase, a major change in the building code that turned the project from a renovation into a new concept allowed the designers to add to the existing building unifying the shifting in and out front façade of the complex into one unified surface. While the concept might have changed the primary design strategy of interrelating the different elements of the project through the extensive use of stone remained. The different natural properties of stone are used in connection with the other basic elements such as water and fire in an environment that reflects the randomness and variations found in nature. For example, in every instance where there is a change of function or scale, stone is used to provide this distinction in a subtle way, blurring the AÇIK YERLEŞİM PLANLARI ESNEK İÇ-DIŞ ALANLAR YARATIYOR. OPEN PLANS CREATE FLEXIBLE OUTDOOR/INDOOR SPACES. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 51 Projenin ikinci aşamasında temel prensipler aynı kalsa da proje ayrı ayrı konutlardan oluşacak şekilde tasarlanmış. Bu proje birkaç farklı bloktan oluşuyor. Yine peyzaj ve doğal malzemeye önem veren tasarım dahilinde blokların duvar yüzeyleri taşla kaplanmış. Taş, bu projede her alanda büyük bir rahatlıkla kullanılmış. Hareketli taş mobilyalar, fonksiyonuna göre yanına eklenen su, ateş ve başka elemanlarla az önce oraya bırakılmış, biraz sonra oradan alıp gütürülecekmiş duygusu yaratacak şekilde projeye yerleştirilmiş. Su bazen taş yardımıyla üst kota kaldırılmış. Takılmışlık, bırakılmışlık ve eklenmişlik durumu sitenin her tarafına yayılıyor. Alanların her yerinde bu tekrarlandığında kullanıcıda alışılmışın dışında bir süreklilik hissi oluşturuyor. Projenin bir ara kesit projesi olarak anlaşılabileceği düşünüldüğünde, dönüşebilir iç-dış kavramları dahilinde taş çok büyük rol oynuyor. Bazen kesilip, açılıp binanın içiyle dışını birbirine bağlıyor, bazen üzerinde açılan yırtıklarla mekansal geçişleri kolaylaştırıyor. Taş bu projede iç mekanın dış mekana bağlandığı ara kesitin ta kendisi olarak karşımıza çıkıyor. Mahremiyet sağladığı kadar, hem içeride hem dışarıda olma halini ortaya koyan taş malzeme, dışarıdaki tüm iklim koşullarını da aralıklardan geçirerek içeri taşımaya yardımcı oluyor. Dışarıda olunduğunda içeride, içeride olunduğunda dışarıda hissettiriyor. İçeriyi dışarıda konumlandırma durumunun bir diğer elemanı ise gazebolar. Küçük gazeboların içindeki dış salonlar içeriye ait olan tüm fonksiyonları dışarıya taşıyor. Bodrumda kurgulanan hayat hep bu ara kesitte geçiyor. İçeride-dışarıda olma durumu birbirine karışıyor. DOĞAL TAŞ YÜZEYLER ÇAĞDAŞ TASARIMA ZAMANÖTESİ BİR KARAKTER KAZANDIRIYOR. STONE SURFACES GIVE TIMELESS CHARACTER TO THE CONTEMPORARY DESIGN. 52 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 distinction between landscape and building, inside and outside, through the continuity provided by the stone surfaces. The casual, happenstance qualities of nature reflected in stone provides a feeling of tranquility and ease grounding and framing the life in these residences. Natural stone here works with both nature and man made materials to achieve this effect. The project calls for extensive use of glass which the designers feel works to maximize the properties of each materials. The ease of integrating glass and stone aesthetically and functionally allowed for example the reflective properties of glass to complement the marble and stone surfaces while the heat insulating of the stone allowed the heat produced by sunlight brought into the living spaces during the day to be absorbed and at night released. In terms of landscape, the landscape design allowed a natural aesthetic where the irregularity and arbitrariness of nature was reflected in the random placement of stone and natural rock outcroppings. Plants and vegetation that need little maintenance and water are used together with these stone elements to provide a natural almost untouched landscape. Strength, support, vitality, and security, all qualities of stone are used to give the design its character while the flexibility of stone in different states provides variation. Dry-wet, light-dark, day-night, smooth-rough, these types of variations possible provide that the natural stone, marbles and travertines used in the project while durable and constant have visual properties that allow for the many different possibilities. The designers are in this project especially interested in bringing together innovative combinations of natural stone with special attention given to color, texture and pattern. Each stone TAŞ YÜZEYLER BÜYÜLEYİCİ BİR ATMOSFER YARATMAK ÜZERE IŞIKLANDIRILIYOR. LIGHTING OF STONE SURFACES CREATES AN ETHEREAL ATMOSPHERE KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 53 Tasarımcılar projede kullanılan taşları mimari bir yapı yapar gibi değil, bir enstalasyon sanatçısının rahatlığı içinde yanyana ya da üst üste yerleştiriyorlar. Bu inceliklerin, tesadüfilik dahilinde her yere yayılması hedefleniyor. Bitkiler, daha önce de değinildiği üzere taşların arasında kendilerine yer açan önemli bir tasarım elemanı olarak projedeki yerini alıyor. Mevcut alandaki maksimum yeşilliği korumanın yanında, bakım gerektirmeyen, su ihtiyacı olmayan, zen bahçelerindeki kayaya benzer ağaç gövdesi yayılımı ön plana çıkartılıyor. Bu içeride yaratılmak istenen totallik hissini destekliyor. Dinginlik, sakinlik ve huzur önemli kavramlar olarak tasarımın amacı haline geliyor. Hiçbir yer görmeyen evlerin bahçeleri adeta kendi içine kapalı hücreler gibi tasarlanarak, bir mahremiyet hissi sağlıyor. Peki taş bu projede neden bu kadar büyük bir yer kaplıyor, taş türleri seçilirken nelere dikkat edildi? Taşın malzeme olarak insan üzerinde yarattığı ağırlık, kuvvet, taşıyıcılık, sağlamlık ve güven duyguları bu projenin tasarım kriterleri bağlamında oldukça fazla önemsenmiş. Bunun yanında taşın çok fazla çeşitlilik ortaya koyması onu farklı fonksiyonlarda, başka başka şekillerde kullanılabilir hale getiriyor. Islak-kuru; ışıklı-ışıksız, gündüz-gece, mat-parlak her hali farklı potansiyeller barındıran taş, tasarım açısından sınırsız bir zenginlikler dünyası sunuyor. Tasarımcılar farklı doğal taşları bir araya getirerek projeye has taş dokuları oluşturmak istiyorlar. Bunun için taş rengi üzerinde hassasiyetle durulmuş. Bu projede taştan beklenenlerden biri, üzerine düşen fiziksel fonksiyonu karşılamasının yanında yaratılan atmosfere hizmet eden duygusal fonksiyonu da yerine getirmesi. 54 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 will be selected and then fine tuned for these combinations. The resulting design atmosphere will in this type of stone at once be natural and calm but with certain highlights to provide drama and visual brilliance. Most of these stones will be from the surrounding areas with an extensive use of Turkish regional stones. Cut and processed marble, rough and broken natural stone, large marble and stone panels with textured surfaces, are part of the designers’ original approach to building on the Aegean that works with nature extending its qualities while providing the comfortable and tranquil environment that the Mediterranean is famous for. Bilgili Holding’s Bodrum, Bodrum as designed by Tanju Özelgin with Arif Özden and Sinan İzgi currently under construction is set to be a landmark project where instead of the usual disregard of the existing ecological and natural conditions of this landscape all together common in projects in this area instead works with nature to create something completely new yet in the spirit of this unique location. DOĞAL PEYZAJ DA TASARIM STRATEJİNİN BİR PARÇASI OLARAK KULLANILIYOR. NATURAL LANDSCAPES ARE PART OF THE DESIGN STRATEGY. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 55 Çok farklı fonksiyonlar dahilinde projede doğal olarak çok farklı boyutlarda taşlar kullanılmış. Taştan üretilmiş endüstriyel ürünlerin yanında kırılmış ama sonradan filelenmiş, plaka haline getirilmiş taşlar da projenin önemli bileşenleri arasında yer alıyor. Her fonksiyona göre başka taş kullanıldığı için taşların geldiği yerler de birbirinden farklı oluyor. Gerektiği yerde lokal taş kullanılabilirken, çoğunlukla kullanım alanına en uygun olacak taş Türkiye’de çıktığı yerden özel olarak temin edilip getirtiliyor. Taşın bu projedeki bir diğer kullanım alanı ise aydınlatma elemanları. Taş, yalnızca yerde veya duvarda değil, sınırsız bir kullanım alanı içinde algılanıyor. Tuz taşları taş duvarlar içine arkalarına ışık konularak yerleştiriliyor, bu da gece aydınlatmasında hem estetik hem fonksiyon açısından önemli bir tasarım unsuru olarak karşımıza çıkıyor. Projenin dışarıdan algılanmasında estetik anlamda rol oynayan bir diğer unsur olabilecek ateş, taş yığınlarının içine yerleştirilip projenin çeşitli yerlerine serpiştiriliyor. Kışın ısınma ihtiyacını karşılamanın bir diğer yöntemi olarak kabul edilebilecek bu unsur yazın hem görüntü algılayışına, hem de sosyal aktivitelere katkıda bulunan bir eleman olarak görülüyor. Proje genel anlamda belirli lüks ve rahatlık içermekle beraber bir tür dağınıklık öngörüyor, tüm bu ögeleri doğal malzemeyle birleştiriyor ve çok kendine özgü bir melezlik ortaya koyuyor. Büyük oranda geçirgen olan projede cam kullanımına büyük yer verilmiş. Burada camın taşla beraber kullanımı çok önem kazanıyor. Bu iki malzemenin birbirine çok yakıştığını düşünen tasarımcılar, birleşimlerinde üçüncü bir elemandan kaçınma yoluna gitmişler. Bu geçirgenliğin sonucu, güneşten korunma yöntemi olarak iç içe katmanlı bir ızgara sistem geliştirilmiş. Böylece birinci katmandan geçen ışığı ikinci katman, ikinci katmandan gelen ışığı üçüncü katman kesiyor. Bu şekilde hem içeride güneşten tamamen korunma sağlanırken hem de geçirgenlik sayesinde dışarı tam kapalı bir imaj verilmesi engelleniyor. Bu iki aşamalı projenin iç mekan düzenlemesinde prensipler aşamalarda bir farklılık göstermiyor. Salon, açık mutfak ve bahçelere açılan küçük yatak odaları iç mekanda tasarımı belirleyen etmenler olarak karşımıza çıkıyor. Proje resepsiyon, restoran, soğuk oda, spa ve havuz gibi çeşitli sosyalleşme alanlarını da içeriyor. özellikle 50 metrelik bir havuzdan oluşan ve içinde çeşitli termal havuzların, tematik duşların, masaj odalarının, ısıtılmış yatakların mevcut olduğu spa, kırılmış, filelenmiş doğal taşlardan oluşuyor. Döşemedeki yırtıklar sebebiyle spa, doğal ışık alabiliyor. Projede yer altında kalan hacimlerin duvarları, toprak hissini verecek bir taş kaplama ile kaplanmış. Bu kaplama taş, toprak katmanlarından ilham alınarak özel olrak üretilmiş. Projeye hakim olan ana düşey duvarın taş malzemesi de özel olarak üretilmiş. Bunun için farklı travertenler seçilerek üstleri koparılıp parçalanarak, belli bir sırada üst üste dizilip plakalar haline getirililmesi ve bu şekilde kaplanması öngörülmüş. Projenin en üstünde sakin havuz yer alıyor. Bu havuz, bitki havuzuyla iç 56 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 içeymiş gibi görünüyor. O kottan iki havuz da tek bir havuz gibi algılanıyor. Taş yine her yerde kullanılıyor. Bu projeye taş bağlamında baktığımızda malzemenin her yere ve her fonksiyona yayıldığını görüyoruz. Bu durum, malzemenin çeşitliliğine sebebiyet veriyor. Her fonksiyona uygun farklı nitelikte taş kullanılmasını amaçlayan tasarımcılar kum taşından travertene, tuz taşından mermere, yerel taşlara, kayaya kadar her türlü taşı kullanmaktan çekinmiyorlar. Bu da projeye gerek doku, gerek yüzey, gerekse renk açısından çok verimli bir zenginlik katıyor. Hayatı en yalın haliyle kolaylaştırmak ve zenginleştirmek, projenin temel duyarlılık alanını oluşturuyor. İçten dışa, dıştan içe ideal olanı yakalamak; yeni bir gerçek yaratmak yerine, gerçek olana bambaşka bir kesitten bakabilmekle mümkün. Bu anlamda bir ara kesit mimarisi “Bodrum Bodrum”. Duvarların hayatı sınırlamadığı, aynı anda hem içeride, hem dışarıda, hem kalabalığın içinde tek ve bağımsız, hem tek başına çokluk içinde çeşitli bir yaşam kurgusu öngörüyor proje. Yaratılan ara katmanlardan, doğa tüm cömertliğiyle iç mekana sızarken, kendi mahremiyeti içersinde yaşam diğer bir taraftan devam ediyor. Burada bahsedilen doğa sadece dışarısı, güneş, toprak, gökyüzü değil, malzemenin, planın ve duyguların doğası. Vaat edilen, bütünü oluşturan her bir parçanın kendi içinde yetkinliği ve eşsizliği ile sağlanan ayrıcalıklı bir yaşam deneyi olarak “Bodrum Bodrum” projesi bir an önce bitirilip 2012 yılında kullanıma açılmayı bekliyor. TOPRAĞIN TONLARI YEREL TAŞIN DOKUSU VE RENGİYLE UYUM SAĞLIYOR. EARTH TONES WORK WITH TEXTURES AND COLORS OF LOCAL STONE. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 57 Yeni Kahire’nin yenilenen yüzü: Stone Towers The new face of Cairo: Zaha Hadid Architects’ Stone Towers Zaha HadId Mimarlık, Stone Towers’ın tasarım aşamasında Arap dünyasının matematik ve sanatı üzerinde çalışıyor, geometrinin formal kurallarını ortaya koymaya uğraşıyor. Tasarımda Mısır’ın taş işçiliğinden esinlenilerek özellikle hiyerogliflerde görülen taş üzerine oyma yöntemiyle desenler meydana getirilmiş. The new face of Cairo: Zaha Hadid Architects’ Stone Towers Inspired by ancient Egyptian stone craftsmanship and hieroglyphic relief carving on stone, Zaha Hadid takes her formal rules of mathematic and geometric design into new and monumental directions with this planned multifunctional facility in New Cairo, one of the new satellite cities of Cairo. 58 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 59 S Stone Towers, Zaha Hadid Mimarlık’in Mısır’ın Kahire şehrinde, Rooya Grubu için tasarladığı ve çoğul kullanıma açık binalar, ofisler, rekreasyon alanları ve otelden oluşan bir proje. 2008 yılında tasarlanan proje henüz yapım aşamasına geçmese de Zaha Hadid’in imzası niteliğindeki dekonstrüktif, mekansal algıdaki rölativite, büyümüş ölçek gibi özellikleriyle ve taş mimaride geleneksel yöntemlerin betonarmeye yansıtılmış, teknolojik anlamdaki yenilikçi uygulamalarıyla dikkat çekiyor. Stone Towers, daha geniş bir alana yayılmış olan Stone Park projesinin bir parçası olarak tasarlanıyor. Proje adını merkezde yer alan taşlaşmış kadim ağaçtan alıyor. Yeni, hızla büyüyüp genişleyen Kahire içinde Stone Towers projesini ofis fasilitelerinin merkezi olarak konumlandırıyor. Projenin müşterisi olan Rooya Grubu’nun CEO’su Hisham Shoukri, projenin Mısır’ın uluslararası standartlarda yapılara, projelere ve dolayısıyla bu standartları sağlayabilecek tasarımları ortaya koyabilecek entelektüel düzeyi yüksek, bakış açısı geniş, tecrübeli mimarlara ihtiyacı olduğunu söylüyor. Projeyi tasarlama işi bu nedenle Zaha Hadid Mimarlık’a verilmiş. Stone Towers’ın proje programı ofis kiracılarına zengin bir çevre kullanımı sağlayabilecek şekilde oluşturuluyor. 525,000 metrekarelik proje aynı zamanda 5 yıldızlı bir otel, kiralık daireler, yeme içme mekanları ve geniş bir alanda yapılmış, “Delta” adı verilen çevre düzenlenmesini de kapsıyor. Ofis kullanımı geleneksel anlamda iş yerlerinden ziyade çok fonksiyonlu alanlar olarak karşımıza çıkıyor. S DIŞ CEPHE UYGULAMALARINDA MISIR TAŞ YONTMA TEKNİĞİNDEN ESİNLENİLMİŞ. FAÇADE TREATMENTS ARE INSPIRED BY EGYPTIAN STONE CARVING. 60 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 tone Towers development is part of the wider Stone Park development which derives its name from an ancient petrified tree at the heart of the development. Stone Towers is primarily an office complex but also includes a five star business hotel with serviced apartments, retail with food and beverage facilities and a central feature landscape referred to as the “Delta”. The emblematic design of Stone Towers is based on the mediation between the two distinct edges of the site the high-speed ring road to the north, and the Stone Park residential component to the south. The shape of the buildings is based on this mediation as rendered on fluid lines and slits formed into the shapes of the monolithic Stone Towers. Egyptian stonework, both ancient and more recent displays a vast array of patterns and textures that, when illuminated by the intense sunlight of the region creates animated surfaces of light and shadow. The effect is powerful, direct and inspired Zaha Hadid Architects in the creation of their concept. The pre-cast facades on the north and south elevations of each building edge emulate the effect using a vocabulary of alternating protrusions, recesses and voids. The richness observed in the intricate patterns carved into mosque minarets and hieroglyphic patterns, with their variations in repetition and density have contributed to the abstract pattern specific to Zaha Hadid Architects’ design for Stone Towers. Deep shadow 1 2 3 4 BİNALARIN CEPHE KAPLAMALARINDAKİ FARKLILAŞMALARLA DİNAMİK ŞEKİLLER OLUŞTURULUYOR. DIFFERENCES IN THE ENVELOPES OF THE BUILDINGS CREATE DYNAMIC SHAPES. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 61 Proje, 20.813 m2 rekreasyon alanı, 226.163 m2 Kuzey Ofis Yapıları, 231.134 m2 Güney Ofis Yapıları ve 85.500 m2’lik bir otel alanına sahip. Tasarım, proje alanının iki belirleyici özelliğine göre şekilleniyor: Kuzeydeki çevre yolu ve güneydeki Stone Park konut grubu. Bu kadar büyük ölçekli projelerde vazgeçilmesi mümkün olmayan, tekrarlanan bina kütleleri arka planda bırakılmaya çalışırken tekrarlanan elemanların oranında bir denge sağlanması gerekiyor. Birbirine bağlı iki sınırın koşulları aracılığıyla ortaya çıkan mimarlık bir yandan bağlantılı bir ritim oluştururken, diğer yandan da yapı formlarındaki özgül detaylarda göze çarpıyor. Bu durum planda ve kesitte yapının görsel olarak çevre düzeni ile bağlanması, bütünleşmesi ve uyumlu bir kompozisyon oluşturması ile tamamlanıyor. Stone Towers projesinin yapıları, kendi aralarında benzer ve birbiriyle bağlantılı bir geometrik ritim ortaya koyuyor, buna karşılık her bir bina kendi bireysel özelliklerini taşıyor, bu durum da ahenkli bir kompozisyon oluşmasını sağlıyor. Zaha Hadid Mimarlık, projenin tasarım aşamasında Arap dünyasının matematik ve sanatı üzerinde çalışıyor, geometrinin formal kurallarını ortaka koymaya uğraşıyor. Tasarımda Mısır’ın taş işçiliğinden esinleniliyor, bu durum da özellikle hiyerogliflerde görülen taş üzerine oyma yönteminiyle ortaya konulan desenlerin tasarım üzerinde büyük etki sahibi olmasına yol açıyor. Yapının dış duvarlarında Mısır’daki geleneksel ve çağdaş taş işçiliğine yer veriliyor. Bunlar bölgenin yoğun güneş ışığıyla aydınlatıldığında rengarenk ışık ve gölge oyunları meydana getiren geniş bir düzen ortaya koyuyor. Efekt güçlü, direkt ve ilham verici… Her ya- STONE TOWERS MISIR’IN YENİ KAHİRE BÖLGESİNDEKİ STONE PARK’IN İÇİNDE PLANLANMIŞ. STONE TOWERS ARE LOCATED IN THE STONE PARK DEVELOPMENT IN NEW CAIRO, EGYPT 62 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 lines reveal and accentuate the form of the north and south facades which reference the elegant curvatures seen in Egypt’s ancient relief carvings. With such a large scale project, care must be taken to balance a necessary requirement for repetitive elements while avoiding an uncompromising, repetitive line of static building masses. The architecture of the two bounding edge conditions pursues a rhythm of interlocking, yet individually differentiated building forms. This is complemented in the plan and section where the building edges visually interlock and merge with the landscape, creating a cohesive composition. Each building follows a similar set of rules, yet each building is entirely unique. Viewed from the north – south elevations, the buildings splay at the base or at the top in an alternating rhythm. The landscape flows across the site connecting the bounding edges of the development to define the central, outdoor landscape, the “Delta”. Water features, cafes, retail, shaded areas, and an exterior event space activate the landscape. These features form level changes and visually connect to the office buildings creating a pattern that weaves the entire composition together. 2008 – TBC PROGRAM: Mixed-use buildings: office, retail, hotel CLIENT: Rooya Group ARCHITECT: Zaha Hadid Architects Design: Zaha Hadid and Patrik Schumacher Project Director: Chris Lépine Project Architect: Tyen Masten GROSS AREA: Retail 20,813 m2 North Office Buildings: 226,163 m2 South Office Buildings: 231,134 m2 Hotel: 85,500 m2 PREFABRİK ELEMANLAR GELENEKSEL MISIR TAŞ OYMA TEKNİĞİNE BENZER ÖGELER TAŞIYOR. PRECAST ELEMENTS MIMIC THE SHAPES OF TRADITIONAL EGYPTIAN STONE CARVING. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 63 pının kuzey ve güney görünüşünün prekast cepheleri çıkıntı, oyuk ve boşlukların çeşitlli alternatiflerini bünyelerinde barındırıyor. Bu yapı elemanlarının bir araya gelmesi, taş işçiliğinin verdiği etkinin benzerini daha büyük ölçekte yakalamaya çalışıyor. Zenginlik minarelere ve Mısır’ın hiyeroglif dokularına oyulan girift desenlerde gözlemlenebiliyor, sürekli tekrarlanan yoğun varyasyonları ise spesifik olarak Zaha Hadid Mimarlık’ın Stone Towers için yaptığı tasarıma ait olan soyut dokuya katkıda bulunuyor. Derin gölge çizgileri Mısır’ın antik rölyef oyma işlerinde gözüken zarif kıvrımlara referans vererek kuzey ve güney cepheleri ortaya çıkarıyor ve vurguluyor. Tasarım, bölgenin yerel sanatına saygı gösterir şekilde Mısır’ın geleneksel taş işçiliğine sahip olmakla beraber ortak alanlarda cama yer veriyor. Bu, yapıda geçirgenliği sağladığı kadar güneş ışığı kullanımını efektif hale getiriyor. Aynı zamanda bu iki malzeme geleneksel ile moderni rahatlıkla yanyana getirerek, ortaya çıkan hibridlikten yapının farklı açılarda farklı görüntüler vermesine olanak sağlayarak yararlanıyor. Bu durum aynı zamanda tasarımı dogmatik olmaktan çıkarıp izleyicinin gözünde anlamlandırıyor. İzleyici farklı açılardan farklı yapılar görüyor, bu da tasarımın kendini sürekli üretebilmesine, sürekli değiştirebilmesine, farklılaşabilmesine olanak sağlıyor. Stone Towers tasarım olarak monolitik olma özelliği taşırken, diğer yandan geçirgenliği ve düşeydeki yarık ve aralıklarla bunu kırıyor. Bu durum tasarımın dinamizmini sürekli korumasını sağlarken, Kahire’nin ihtiyacı olan anıtsallığı da bünyesinde barındırmaya devam ediyor. Bu anıtsallığın içinde yerel unsurlara elinden geldiği kadar yer vermeye çalışan tasarım, evrensel öğeleri de zarif bir şekilde bünyesine dahil ederek yerelin ve evrenselin hem niteliklerini korumalarını hem de entegrasyonlarını sağlıyor. Tasarımın anıtsallık özelliği ve monolitik yapısı Kahire’nin değişen yüzünün bir diğer örneği olarak karşımıza çıkıyor. KUZEY SINIRI OFİS BİNALARI Kuzey Sınırı’ndaki yapılar çevre yolu ve onun kuzey sınırı dolayısıyla Güney Sınırı’na göre daha uzun ve daha düşey. 9 Kuzey Sınırı binaları planda yan yolun sınırında peyzaj için cepler ve girişteki araba duraklama yeri yaratacak şekilde nazik bir S-kıvrımı çiziyorlar. Bu yapıların asimetrik oryantasyonu doğudan ve batıdan iki farklı görsel efekt oluşmasını sağlıyor. Yönlerden birinde Doğu Cephesi tasarıma hakim gözüküyor. Diğer taraftan ise kıvrılan masif prekast cephe tasarımı domine ediyor. Bunlara ek olarak binaların yerleşme biçimleri daha geçirgen olan doğu ve batı cephelerinde kendinden gölgelendirme sağlıyor. Her bina aynı kurallar bütününe uygun tasarlansa da, her biri kendi eşsizliğini koruyor. Kuzey-güney görünüşlerine bakıldığında yapıların tabanda ya da bina tepelerinde alternatif bir ritmle yerleştikleri görülebiliyor. Kıvrımlandırma, tüm kuzey-güney görünüşünü hareketlendirecek şekilde farklı kotlarda meydana geliyor. Yandan bakıldığında nazik kıvrımlar bir dalgalanma dizisi olarak gözüküyor. Kuzey Sınırı prekast cephesinde düşey yırtıklar bir doku oluşturuyor. Yırtıklar dikeyliği vurguluyor ve kuzey cephesinde aralıkların oluşmasına olanak sağlıyor. Cephenin daha az ya da daha çok masif olarak algılanması bakanın açısına göre değişiklik gösteriyor. 64 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 Yapı kanatları cam malzeme kullanılan bir resepsiyon alanı ve yapının avlusunu boydan boya geçen köprülerle birbirine bağlanıyor. Yüksek avlu boşluğu vurucu bir mekan ortaya koyuyor ve ziyaretçiye dramatik bir giriş sunuyor. Yapı, ziyaretçiyi sokak kotundan içeri alıyor. Asansörlü lobiler geçirgen cam bir resepsiyona açılıyor bu da deltanın kesintisiz olarak izlenmesine olanak sağlıyor. GÜNEY SINIRI BİNALARI Güney Sınırı binaları güneydeki konut grubuna bitişik olarak konumlanıyor, Güney Sınırı yükseklik olarak daha az ve giriş sınırından daha az açıya sahip. Yapılar konut grubuna bakıyor olmaları sebebiyle zeminden kurdeleler serisi şeklinde ayrılıp deltaya başka bir bakış açısı oluşturuyor. Delta tarafında dramatik etki sağlayan ölçeği büyümüş bir konsol batıdan doğuya gidildikçe daha da yoğun olarak vurgulanıyor. Kuzey Sınırı binalarına bir bütün olarak bakıldığında tüm sınırın ahenkli bir ifade ortaya koyduğu görülüyor. Konsollar zemini ofis çalışanlarına şahane görüntüler sunacak şekilde yansıtıyor. Buna ek olarak yan ofis koridoru gün ışığının mekan içlerine büyük ölçüde dağılmasına olanak tanıyor. Bu da ofislerin alışılmışın dışındaki fonksyonel doğasına mimari bağlamda eşlik eden bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. ÇEVRE DÜZENLEME VE YAŞAM Çevre düzenleme, proje alanının yanında projenin bağlantı sınırlarını birleştirip merkezi dış rekreasyon alanı olan “Delta”yı tanımlayacak şekilde yapıların yanında akıyor. Farklı ölçeklerde su enstalasyonları, kafeler, alış-veriş mekanları, gölgeli alanlar ve bir dış aktivite mekanı peyzajı oluşturuyor. Tüm bu olgular kot farkları ortaya koyuyor ve ofis binalarını görsel olarak tüm kompozisyonu içine alacak şekilde bir doku oluşturmak suretiyle projenin geneline bağlıyor. Tasarım: Zaha Hadid ve Patrik Schumacher Proje Direktörü: Chris Lépine Proje Mimarı: Tyen Masten Tasarım Ekibi: Celina Auterio, Alessio Costantino, Matthew Engele, Elke Frotscher, Brandon Gehrke, Evelyn Gono, Subharthi Guha, Sofi a Hagen, Josias Hamid, Michael Hargens, Michael Harris, Verena Hoch, Ben Kikkawa, Kay Kulinna, Michael Mader, Sang Hoon Oh, Irene Pabustan, Chryssanthi Perpatidou, Fernando Poucell, Irena Predalic, Mahmoud Riad, Timothy Schreiber, Eva Tiedemann, Leo Wu, Michelle Wu, AnasYounes, Ceyhun Baskin, David Campos, Eren Ciraci, Inanc Eray, Jose Lemos, Daniel Norell, Azen Omar, Edgar Payan, Sofi a Razzaque, Ebru Simsek. DANIŞMANLAR: LONDRA KAYNAKLI: Statik: Adams Kara Taylor Mekanik ve Elektrik Mühendisi: Hoare Lea Cepheler: Newtecnic Çevre Düzenleme: Gross Max Aydınlatma: Lighting Seam Yönlendirme: Space Agency Muhasebe: Davis Langdon KAHİRE KAYNAKLI: Yerel Mimar: Okoplan Mimarlık ve Konsept Lokal Statik: Okoplan Stürüktür Yerel Mekanik ve Elektrik Mühendisliği: ICG (Integrated Consultant Group) MASTER PLAN OFİS VE ALIŞVERİŞ ALANLARI VE OTELDEN OLUŞUYOR. THE MASTER PLAN COMBINES OFFICE SPACE, RETAIL AND A HOTEL. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 65 Nabil Gholam’dan doğal taş harikası: F House A masterpiece of stone architecture by Nabil Gholam Architects Lübnan’da yedi yıldır uyguladıkları tasarım pratiklerinin ardından, “egosuz” bir ifadeye sahip olmaya çalışan Nabil Gholam Mimarlık, F House’da, yerel Lübnan kumtaşı kullanımıyla “Modern Akdeniz Evi”nin yeniden yorumluyor. The architecture of the modern Mediterranean house is given a fresh reinterpretation by Nabil Gholam using the traditions of local Lebanese sandstone. F HOUSE RAMLEH ADI VERİLEN LÜBNAN’A ÖZGÜ KUMTAŞI İLE KAPLI F HOUSE IS CLAD IN A LEBANESE SANDSTONE CALLED RAMLEH. 66 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 67 B eyrutlu mimarlık firması Nabil Gholam Mimarlık, 21. yüzyılda mimarlık pratiklerinde oldukça yaygın olduğunu söyleyebileceğimiz moderngeleneksel / yerel-evrensel ilişkileri içindeki git-gellerle tasarım yapan bir mimarlık ofisi görüntüsü çiziyor. F-House projesinde müşterinin talepleri tasarımı başka noktalarda katmanlandırsa da yerel malzemelerin mekan anlayışıyla ilişkisi yine benzer bağlamlarda karşımıza çıkıyor. Ofisin mimarlık pratiğini gerçekleştirdiği bölge, hem coğrafi, hem politik hem de sosyal anlamda karşıtlıklar içerdiğinden ortaya çıkan tasarımlar da kaçınılmaz olarak karşıt öğeler barındırmakla birlikte aynı zamanda onların birbiri üstüne eklemlenerek bir bütün içinde uyumlu olarak algılanmasına yol açıyor. Nabil Gholam Mimarlık tarafından 2000 yılında tasarlanan ve yapımı 2004 yılı Temmuz ayında biten F House, Lübnan’da Dahr El Sawan bölgesinde konumlanıyor. Proje 1200 m²’lik bir alan ve ayrıca bir bodrum katından oluşuyor. Nabil Gholam Mimarlar için bu projenin, tasarım anlamında oldukça güçlü ve kendine özgü bir hikayesi var: Proje müşterisi, 2 çocuklu, yüksek gelirli genç bir çift. Müşteriler Lübnan’da içinde yaşamak ve misafir ağırlamak amacıyla yeni bir aile konutu yaptırmak istiyorlar. Genel program aile ve misafirler için 5 süit-oda, geniş iç ve dış yaşama mekanları, yemek alanları ve çiftin sosyal hayatlarını tatmin edecek şekilde tasarlanmış rekreasyon alanlarından oluşyor. Bu programa olağan konforlar da dahil oluyor. Proje talimatı oldukça açık: Amaç –organik ve monolitik olmayan- modern bir Akdeniz Evi ortaya koymakken, müşteriler stile dair iki çok zor beklentiyi konuya ekliyorlar. Erkeğin ailesi 1960’lardan beri Lübnan, Avrupa ve Amerika’da modern mimarlık içinde yaşıyor (Mallet-Stevens ve Niemeyer evleri dahil), o da bu yüzden bu mimarlığın temizliğini ve saflığını tercih ediyor. Eşinin ise otel ve turizm endüstrisine dayanan bir geçmişi var, bu da ona yerli oryantal mimarlıkta bulunan süsler ve tüylerle bezeli lüksü tercih eden romantik bir tasavvur kazandırmış. Müşteri-mimar ilişkisini riske sokan, 68 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 A high profile young couple with 2 children, the clients organized a competition for a new family residence to live and entertain in as their home in Lebanon. The aim was to have a modern Mediterranean house that was “not organic, not monolithic”. The couple brought two very different stylistic expectations to the architects. He grew up in a family that had been living in modern architecture (including houses by Mallet-Stevens and Niemeyer) since the 1960s, in Lebanon, Europe and the USA, and had a preference for its clean lines and austerity. She came from a background in the hotel and tourism industry, and had a more romantic vision of ornate and plush luxury she recognized in vernacular oriental architectures. The clients requested that their house, despite the size of the program, should have a sense of discretion, and not act as a EV, ÇEVREYLE UYUMLU BİR DUVAR VE TERASA OTURTULMUŞ. THE HOUSE IS SET ON TOP OF TERRACES AND WALL CONFORMING TO THE LANDSCAPE. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 69 70 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 YONTMA KUMTAŞI DUVARLAR PEYZAJIYATAY OLARAK KESİYOR. ASHLAR SANDSTONE WALLS ACT LIKE HORIZONTAL INCISIONS IN THE LANDSCAPE. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 71 birbirine zıtmış gibi duran bu iki ayrı görüşe ek olarak müşteriler programın genişliğine rağmen evlerinin fuzuli bir sosyal statü simgesi olmasını değil, sağduyulu bir tasarım anlayışını yansıtmasını istiyorlar. Proje, 11.000 m2’lik kozalak kaplı bir tepede; denizden 1.200 m yükseklikte ve Lübnan Dağı üzerinde konumlanıyor ve her yönden şahane bir manzaraya açılıyor. Proje alanı, Akdeniz ikliminin en iyi taraflarını barındırıyor: Göreceli olarak sıcak ve kuru, kışın kar yağdığında bile kolayca erişilebilen; yazın ise serin ve rüzgarlı… Arazinin güçlü eğimi tasarımda çeşitli zorluklara yol açıyor: Konutu tepe ile ahenk içinde konumlandırmak, yükselen deniz rüzgarına karşı korunaklılık, manzarayı koruyup aynı zamanda dış görünüşü değişebilir kılmak, ve tüm bu tasarım olgularını çevresiyle bütünleşen bir mimarlık anlayışı içinde bir arada sunabilmek. Tüm bu şartlar tasarım ekibini, firma tarihindeki dönüm noktalarından birine getiriyor. Lübnan’da yedi yıldır uyguladıkları tasarım pratiklerinin ardından, yavaşça ama bilinçli olarak kendi deneyimleriyle “egosuz” bir ifadeye sahip olmaya çalışacak iddialı bir mimarlık anlayışı oluşturan Nabil Gholam Mimarlık, bu projenin çeşitli zorluklarını (alan, program, talimatlar ve müşterilerin çelişen beklentileri), felsefelerinin geçerliliğini göstermek için kusursuz bir fırsat olarak görüyorlar. Mimarlık anlayışlarının bütünlüğünden ödül vermeden kullanıcıyı tatmin etme arzusu ile yola çıkarak “özcülük”, ya da talimatların her kalemini soyutlayıp onlara son mimari formunu vermeden önce, en şiirsel ve temel niteliklerini ortaya çıkarmak olarak tariflenebilecek bir pozisyonda kendilerini konumlandırıyorlar. Bu bağlamda “Modern Akdeniz Evi”ni yeniden yorumlayarak aşağıdaki temel niteliklerle birleştirmeye çalışıyorlar: + Alana saygılı ve yerli malzemenin kullanımını ön plana alan ekolojik bir bakış + Mekansal deneyimlerin ve görüş çerçevelerinin zengin koleksiyonunu maskeleyen basit, okunaklı kütlesel dil + Kamusal (sosyal) ve özel (ailesel) alanların incelikli tarifi ile birlikte iç (mimari) ve dış (peyzaj) alanlarının güçlü ve kusursuz entegrasyonu Bu bağlamlar ile birlikte konsept ve tasarım anlayışı ortaya çıkıyor ve proje şu şekilde gelişiyor: Geniş kavisli sabitleyici duvar tepe doruğunu tutarken, bir dizi düşey, yerli kumtaşı ile yapılmış duvarın alanda konumlanmasına olanak veriyor. Alanın kademelendirilmesi; bakışı ve görüş çerçevelerini gökyüzüne, yemyeşil çam ormanına, karla kaplı dağlara ve Akdeniz’in sonsuz ufuk çizgisine yönlendiriyor. Tepenin en yüksek noktasından zamansız bir yapının arkeolojik izleri yerel iklimin içine gömülmüş şekilde okunabiliyor. Çapraz kesim traverten levhaların yatay düzlemleri, soğuğu yansıtan su birikintileri ve destekli gölgelikler duvarları eğim ile diyaloğa geçirip evin yaşama mekanlarını üretiyorlar. Özenli yönlendirme ve güneş gölgelendimesi, beşinci cephe olarak tasarlanmış üzeri ekili çatılar, sürekli yeşillik ve oranlara gösterilen dikkat, evin tepenin içine gömülmesini sağlıyor ve ekolojisine saygı gösteriyor; ağaçlar dikkatle korunuyor ve yalnızca yerli türler ekleniyor. Yine de malzeme seçim ve ifadeleri duvarların insan elinden çıkmış olduğunu 72 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 social statement of wealth. The general program consisted of 5 en-suite bedrooms for family and guests, generous indoors and outdoors living, dining, and recreation areas to complement the couple’s social lifestyle, plus the usual amenities. The commission came at a very particular point in the history of the Nabil Gholam Architects in the 1990s. After seven years of operation in Lebanon, the practice was gradually and consciously adopting a more assertive architecture that nevertheless strives for more anonymous expression. The multiple challenges of this project (the site, the program, the brief and the clients’ clashing expectations) provided an opportunity to show the validity of this philosophy. The architectural strategy of Nabil Gholam was to reinterpret the “Modern Mediterranean” house as a dwelling with 3 essential qualities: an ecological outlook respecting the site and a use of local materials throughout; a simple, legible massing language that belies a rich collection of spatial experiences and framed views ; an a powerful and seamless integration between the inner (architectural) and outer (landscape) realms, with a subtle delineation of public (social) and private (familial) realms. The site of 11,000m2 sits on a sumptuous pine-covered hilltop, 1200m above sea-level on Mount Lebanon, commanding extraordinary vistas in all directions. The location has excellent year round Mediterranean climate: F HOUSE TASARIMINA AKDENİZ RENKLERİ HAKİM. THE COLORS OF THE MEDITERRANEAN COME TOGETHER IN THE F HOUSE DESIGN. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 73 ortaya koyuyor: Yatay birleşimlerin rasyonel katmanlanışı ana kumtaşı duvarların karo karo döşenmiş konstrüksiyonu üzerine biniyor ve böylece görüntüde yatay kesikler açılıyor. Yukarıda söz edildiği gibi, yapının ana kaplama malzemesi kumtaşı. Kumtaşı özellikle yerel olduğu için tercih ediliyor, malzemeye Akdeniz’de oldukça fazla rastlanıyor, bölgenin spesifik yerlerinden çıkıyor. Malzeme yatay olarak diziliyor, özellikle duvarlarda kiriş başlangıcına kadar rahatça kullanılabiliyor. Kumtaşı duvarlar çevre düzenleme bağlamında bütünün içindeki yatay kesikler görüntüsünü veriyorlar, bu da tasarımın dinamik noktalarından biri olarak karşımıza çıkıyor. Yapının terası ise kireçtaşı ile kaplanıyor. Bu malzeme de oraya özgü olduğu için tercih sebebi haline geliyor. Doğada kat kat bulunduğu için uygulama kolaylığı da sağladığından bölgede sıkça tercih edilen bir malzeme olarak karşımıza çıkıyor. Evin dünyaya sunduğu iki etkili yüzü var. Birincisinde ziyaretçiye, raslantısal düşey yırtıklarla arkadan gözetleme yapan ağaçların taş duvarlarla buluştuğunda, arkadaki özel dünyayı gizlice ima eden sessiz başarısı sergileniyor. Bu saklambaç oynayan bir cephe, zekice bir gizlilik hissi yaratıyor. Sakin bir zenginliği ifade eder ve aile için güvenli bir bölge yaratırken, müşterilerin istediği sağduyu duygusunu çoğaltıyor. Filtrelerin bu ilk katmanlarından geçerken, derin olmayan reflektif havuzlarla yansıtılmış ve gökyüzüne açılan, ancak etraftaki yükseltilerden korunmuş sessiz mekanları deneyimlemek mümkün. İkinci yüz daha özel olmakla birlikte, ev ve doğa arasındaki birliği sağlamak adına tamamen şeffaf: Yatak odaları üst katın manzarasına açılıyor; spor salonu, havuz evi, servis ve oyun alanları, yarı-kapalı bodrumun avluları etrafına gelecek şekilde düzenlenmiş. Tüm alanlar vadiden yükselen deniz rüzgarını yakalayacak şekilde çapraz havalandırılıyor. Buradan çam ormanı görülüyor, ardındaki vadinin örtüsü kalkıyor, genişliyor ve sonunda büyük deniz manzarası ortaya çıkıyor. Işık ve hava özgürce mekanlar arasında dolaşabiliyorlar. Zemin katında yer alan geçit ise adeta kamusal alandan özel alana geçen törensel bir süreç. Sonuçta ortaya çıkan mimarlık, mimar ile müşterinin kurduğu özel diyalog ve karşılıklı oluşan güven hissi ile bu başarılı sonuca kavuşuyor. Mimarların orijinal bütçeyi aşmaması ve müşterilerin tasarım anlayışlarına saygı duyarak onları da tasarım sürecine dahil etmesi bu projenin eşsizliğini, sıcak ve başarılı olmasını sağlıyor. Genellikle kum taşı ve kireç taşı kullanımına ağırlık veren yeni Akdeniz mimarlığı yerel malzemenin sık kullanım sonucu değerini kaybetmesi, kısaca sıkıcılık riskine karşı bunu güncel tasarım anlayışı ile harmanlıyor. Sonuçta ise ortaya kendinden söz etmeye değer oldukça güzel hacimler ve görüntüler veren tasarımlar çıkıyor. Tasarım: Nabil Gholam architects Statik: Bureau d’études Rodolphe Mattar Elektro-mekanik Danışmanlık: Barbanel Liban 3D İmajlar: Nabil Gholam Architects Peyzaj: Vladimir Djurovic Landscape Architecture 74 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 relatively warm and dry and easily accessible in winter even in occasional snow, breezy and cool in the summer. The strong slope of the land provided many challenges to set the residence in harmony with the hill, harness the rising sea breezes, the views and the open skies, while keeping a flexible layout, all in an architecture that is one with the surrounding nature. Horizontal planes of cross-cut travertine slabs, cool reflecting water ponds, and cantilevered canopies intersect the walls in dialogue with the slope, generating the living spaces of the house. Careful orientation and sun shading, fifth-façade planted roofs, crawling greenery and obsessive attention to proportion help the house to sink considerately into the hill and respect its ecology . Yet the choices and expressions of material reveal that these walls are very much man-made: a rational layering of horizontal joints overlaps the ashlar construction of the main sandstone walls, which act like horizontal incisions in the landscape. A sweeping arched retainer wall holds back the hilltop, allowing a series of orthogonal local sandstone walls to spring out from the land. Cascading down the site, they direct the gaze and frame views of the blue sky, the lush pine forest, the snow-capped mountains, and the eternal horizon of the Mediterranean Sea. From the highest point of the hill, they read as archaeological traces of a timeless structure sunk in a field of indigenous flora. Architecture: Nabil Gholam Architects Structural engineer: Bureau d’études Rodolphe Mattar Electro-Mechanical consultant: Barbanel Liban 3D images: Nabil Gholam Architects Landscaping: Vladimir Djurovic Landscape Architecture TAŞ İŞÇİLİĞİ EVİN MİMARİSİNE UYUM SAĞLAYACAK ŞEKİLDE KULLANILIYOR. STONE MASONRY IS COORDINATED WITH THE ARCHITECTURE OF THE HOUSE KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 75 Souto de Moura’dan minimal konut: Mathosinhos Evi Monolithic serenity: Souta de Moura’s Matosinhos House Souto de Moura’nın dar sokaklı kent dokusu içinde kendisi için inşa ettiği Mathosinhos Evi, minimum tasarım anlayışı dahilinde mütevazı bir yaşam biçimi öngörüyor. Eduardo Souto de Moura’s brand of locally inflected modern architecture creates an island of the contemporary within the traditional stone fabric of the seaside Portugese village of Matoshinos. 76 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 77 E duardo Souto de Moura uluslararası arenada tanınan en önemli Portekizli mimarlardan biri.. Fernando Távora ve 1974 – 1979 yılları arasında yardımcılığını yaptığı Alvaro Siza ile birlikte Porto okuluna giden Moura, başta en ünlü yapısı Braga’daki Belediye Stadyumu olmak üzere dikkat çeken önemli diğer yapılarıyla da birçok ödül almaya hak kazanmıştır. Detaya ve işçiliğe odaklanan titiz ve disiplinli mimarlık anlayışıyla Eduardo Souto de Moura’nın varoluşsal tasarım yaklaşımı, biçim ve malzemenin bir araya gelmesindeki şiirsel anlamı arar. Çok sayıda projesinde, özellikle konutlarında biçim, zanaat ve yapıya temel ve spiritüel yaklaşımıyla yaşama alanlarını yenilemeye uğraşır. Moura’nın başarısı yapının malzemesi ve kavramsal çevresine dayanan bir mimarlığı bağlam ve soyutluğu sentezleyerek yaratmasından kaynaklanır. Eleştirmen Hans Van Dijk’e göre “Onun müdahaleleri her zaman durumu yeniden yaratan ve yeni bir düzen arz eden gücün, yeni ve formal bir alanını oluşturur... Kesin ve titiz olmak, ama çevreye özgü ‘zayıflık’ işaretlerini ihmal etmeden ilişkiler sahasında oldukça ikna edici jestler ortaya koymak.” Souto de Moura, John Hejduk, E duardo Souto de Moura is one of the most internationally known contemporary Portuguese architects. A member of the Porto school of architecture along with names such as Fernando Távora and Alvaro Siza (whom he assisted from 1974 to 1979), he has received many awards for projects in Portugal including one of his most famous, the Municipal Stadium of Braga. With a rigorous and disciplined approach to architecture focusing on detail and workmanship, Eduardo Souto de Moura’s design searches for poetic and existential meaning in the union of form and material. In his numerous built projects especially his houses he has strived to reinvigorate habitation through a basic and spiritual approach to form, craft and building. While sensitive to regional and local factors his architecture has always been progressive. His success has been to synthesize context and abstraction to create architecture based on a building’s material and conceptual surroundings. As the critic Hans Van Dijk notes, “His interventions always generate a new, formal field of force that rearranges the situation and imposes 78 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 TAŞ VE CAM DETAYLI TEKNİKLERLE BİR ARAYA GETİRİLMİŞ. GLASS AND STONE ARE INTEGRATED IN DETAILED TECHNIQUES. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 79 Carlo Scarpa ve Tadao Ando’nun en önemli örneklerini teşkil ettikleri modern mimarlardan biridir, onun tasarım yeteneği mimari forma sembolik ve fiziksel gücünü verir. Souto de Moura bunu yalnızca projenin fiziksel çevresine duyarlılığıyla değil, malzemeler ve işçilik aracılığıyla anlam inşa ederek başarır. Mimar Eduarto Souto de Moura’nın kendisi için inşa ettiği Mathosinhos Evi, Portekiz’in Matosinhos kentinde yer alıyor. 590 metrekarelik bir araziye yayılan evin projesi 1995 yılında başlayıp 1998 yılına kadar devam etmiş, evin yapımı ise 2002’de bitmiş. Matosinhos kentinin merkezini iki taraftan duvarlarla sınırlandırılmış dar sokaklar işgal ediyor. Mimarın kendisi için yaptırdığı bu konut, söz konusu stürüktürün içinde doğallıkla yer alıyor. Yapının oturduğu üçgen araziyi büyük bloklardan yapılmış doğal taşlardan oluşan bir duvar çepeçevre sarıyor. Bu sınırlama elamanının yer yer granit taşlarla onarılması ve düzeltilmesi gerekiyor. Bu arazinin içinde dışarıdan gözükmeyecek şekilde tasarlanmış konut, iki avlu ve garaj yer alıyor. Caddeye bitişik olan girişte, cadde kotu içeride avlu kotu olarak devam ediyor. Bu birbirinden farklı fonksiyonlar, birbirlerine paralel olarak konumlandırılmış duvar par- a new order upon it…making discrete, precise but very convincing gestures in a field of relations, but without neglecting the ‘weak’ signs also encountered in the environment. “ Souto de Moura is one of the few modern architects (John Hejduk, Carlo Scarpa and Tadao Andao would be the other most important examples) in his ability to design in this layer of meaning that gives archetypal symbolic and physical power to architectural form. He is able to do this because of his sensitivity to the physical context of a project nd his ability to build meaning through materials and craft. It is in this attention to material and detail, generating strong architectural character, that we can assess in his House in Matosinhos, Portugal. Blending into the traditional fabric of the town, with its narrow, walled streets, this new house in an old neighborhood is enclosed by a perimeter wall of massive granite stone blocks. This existing town wall was repaired and regularized as part of the architectural strategy creating a more square and monolithic external appearance. The house’s reinforced concrete walls abut these stone walls with only a small gap to provide thermal insulation. The house’s severe and closed face to the street is in contrast to its openness to it’s backyard containing a terrace and a pool. Here EVİN CEPHESİNDE KÖYÜN GELENEKSEL TAŞ DUVARLARI KULLANILMIŞ. THE TRADITIONAL STONE WALLS OF THE VILLAGE ARE REGULARIZED IN THE HOUSE FAÇADE. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 81 çalarının yardımıyla tanımlanıyorlar. İçinde havuz ve güneşlenme alanı olan bir avlu ile teraslı ve oturma ve yatak odalarına açılan bir diperi yapıyı serbest bir şekilde genişletiyor. Konutun kendisi direkt olarak doğal taş duvara bitişik inşa ediliyor. Betonarme duvarı dığal taş duvardan ısı yalıtımı ayırıyor. Kapalı bir cam cephe avlulara çıkışı sağlıyor. Doğal havalandırma ve aydınlatma çatıdaki kayan elemanlar ve çatı pencereleri aracılığıyla gerçekleşiyor. İç mekanlarda mimar çok az malzemeyle yetinmiş: Betonarma duvarlar ve yer kaplaması, mobilyalarda ahşap… Avlunun zemini, banyolar ve havuz ise işlenmiş taş plakalarla kaplanmış. Doğramalar ve iç dolaplarda kayın ağacı kullanılmış. İç duvarlar ve tavanlar sıvanmış ve boyanmış. Oldukça minimalist bir tasarım anlayışıyla projelendirilmiş bu konutta doğal malzeme kullanımı ön plana çıkıyor. Çevre duvarındaki taşlar dahi işlenmemiş, doğal blok halleriyle karşımıza çıkıyorlar. Avluda kullanılan işlenmiş levhalardan oluşan taş kaplama, bu çevre duvar ile pozitif bir zıtlıkta ilişkiye giriyor. Yine iç mekanda insana en uyumlu malzeme olarak kabul edilen ahşaba çokça yer verilmiş. Mimarın kendi konutu olan bu ev minimum tasarım anlayışı dahilinde mütevazi bir yaşam biçimi öngörüyor. 82 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 in distinction to the rough, heavy stones on the façade, finely cut paving stones gives this rear area a lighter quality, the clean cut of the stones in harmony with the glass doors, grass and trees. Sliding panels in the façade and roof lights provide for natural ventilation and sunlight. The interior spaces are lean and spare with the use of white plaster walls, wood flooring, and slate stone in the bathrooms to round out the materially oriented architectural strategy. In the House in Matosinhos, we see how Souto de Moura subtly moves from the smallest details in material to weave a larger composition that is in tune with the natural surroundings and the optimal aspects of habitation in a metaphysical way. Mimar: Eduardo Souto de Moura Tasarım Ekibi: Joaquim Portela, Mafalda Numes, Ricardo Meri ARKA BAHÇENİN TASARIMINDAKİ NETLİK KABA BIRAKILAN CEPHEYLE BİR TEZAT OLUŞTURUYOR. THE PRECISION OF THE BACKYARD’S DESIGN CONTRASTS WITH ROUGH FAÇADE. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 83 84 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 MONOLİTİK ÖN CEPHEDE KULLANILAN BÜYÜK TAŞLAR MİMARİNİN KARAKTERİNİ MEYDANA GEİTİRİYOR. THE LARGE NATURAL STONES OF THE MONOLITHIC FRONT FAÇADE ESTABLISH THE CHARACTER OF THE ARCHITECTURE. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 85 DIŞ CEPHEDE KULLANILAN TAŞ CAFA MÜZESİ’NİN TASARIMINDAKİ EN ÖNEMLİ ÖGE. THE PROMINENT SLATE STONE OF THE EXTERIOR DOMINATES CAFA MUSEUM’S DESIGN. 86 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 İsozaki’den yerel taş yorumu: CAFA Sanat Müzesi Arata Isozaki takes China slate stone into innovative directions Çağdaş bir mimarlık vizyonuna sahip olan Arata İsozaki son derece modern iç çözümler getirdiği CAFA Sanat Müzesi’ni geleneksel Çin taşıyla kaplayarak katmanlı bir tasarım anlayışı ortaya koyuyor. Arata Isozaki and Associates use a layered design strategy to organize a multifaceted interior and exterior clad in China slate for the CAFA Art Museum in Beijing 1 953 yılında küçük ama elit bir sanat koleji olarak kurulan “Central Academy of Fine Arts” (Merkezi Güzel Sanatlar Akademisi), 1990’larda hükümetin eğitim politikasındaki değişimden sonra eğitim kurumlarının bağımsızlaştırılmasıyla hızlı bir şekilde büyüdü. CAFA şu an yalnızca güzel sanatlar bölümü değil, aynı zamanda grafik tasarım, ürün tasarımı, moda tasarımı, mimari tasarım ve benzeri tasarım bölümleri içeren büyük bir enstitü haline geldi. Şehir merkezinden periferiye mekansal dönüşüm 2001’den beri ağır ağır sürüyor ve 798 ve Juichang (şarap fabrikası), Caochangdi ve benzeri çeşitli sanat alanlarını da kapsıyor. Arata Isozaki & Associates ise mekansal dönüşümün son adımı olan sanat müzesini tasarlamakla görevlendiriliyor. Müze sürekli koleksiyonun yanı sıra, davet edilen uluslararası ve ulusal sanatçıların güncel sergilerine de ev sahipliği yapmak üzere tasarlanıyor. Müzenin Akademi’nin sembolik yapısı olarak, çevresindeki sanat mekanları içinde bir referans noktası ve merkezi birim olması bekleniyor. Pekin’in 798 alanı dahilinde bulunan sanat mekanları, renove edilmiş fabrikaların ve antrepoların içlerinde konumlanıyor; bu da tavan pencereleri ve yüksek tavan öğeleriyle sıkça karşılaşılmasına neden oluyor. Bu antrepolar ticari sanat için ideal alanlar olarak görülüyor ve 20. yüzyıl’ın beyaz-küp sergileme alanları kategorisine dahil ediliyorlar. Her ne kadar beyazküpler kümesi durum için uygun gibi gözüküyorsa da O riginally established as an elite yet small art college, the Central Academy of Fine Arts in Beijing China has grown rapidly since the 1990’s as part of the the Chinese government’s shift in educational policies to promote independence for educational institutions. Today CAFA is a large institute which includes not only fine arts but also design disciplines such as graphic design, product design, fashion design and architecture. Part of the growth of the Academy involved relocation from the city center to the suburbs which has been being carried out gradually since 2001 to several designated areas containing defunct Mao era factories called “art zones” including 798 Art Zone, Jiuchang [Wine Factory], and Caochangdi. Arata Isozaki & Associates was commissioned to design the Academy’s art museum which was the last stage of it’s relocation. The CAFA Art Museum is conceived as an exhibition space for the permanent collection as well as temporary exhibitions of international and Chinese contemporary artists. The Art Museum is envisioned as an anchor and central facility in the surrounding art areas as well as an iconic building acting as a symbol of the Academy. Beijing’s new art zones as exemplified by 798 Art Zone include numerous art galleries located within renovated factories and warehouses in which sky lights and high ceilings are common features of these old factory buildings. These warehouses are ideal spaces for commercial KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 87 88 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 MÜZENİN EĞİMLİ ŞEKLİ FARKLI ALANLARA OLANAK TANIYOR. THE CURVED SHAPE OF THE MUSEUM PROVIDES FOR DIVERSE SPACES. Arata Isozaki & Associates söz konusu tipolojinin modasının geçtiği ve 21. yüzyılın ihtiyaçlarını karşılaması açısından lider konumunda olacak CAFA Sanat Müzesi kalibresinde bir mekan için uygun olmadığını düşünüyor. Pekin’deki yollar ve caddeler grid sistemle düzenlenmiş olduğundan şehirdeki güncel mimarlık kendi halindeki dikey hacimler üzerine konumlanmış sıradışı yüzeyler olarak karşımıza çıkıyor. Ancak hızla yayılan kentsellik dolayısıyla, yapı alanı L şeklinde ve eğri köşelere sahip. Proje üzerinde yapılan çalışma sonucunda köşelerden birine eğri bir duvar koyuluyor ve bu da tasarımın son haline üç boyutlu üç eğri duvarın karşılaşması ve birbirini kesmesi olarak yansıyor. İleri derecede 3D modelleme ve görselleştirme tasarımın, konstrüksiyon, detaylandırma ve mühendislik projeleri dahil her aşamasında kullanılıyor. CAFA Sanat Müzesi 3.456 m2’lik bir alan üzerine oturuyor ve 14.777 m2yi kapsıyor. 4.150 m2’lik sergi alanına sahip olan müze hem çağdaş, hem de geleneksel sanatlara ayrılmış sergi alanları, 600 kişi kapasiteli bir konferans salonu, kafe, kitapçı, restorasyon laboratuvarı, depolar gibi fonksiyonlara ev sahipliği yapıyor. Eğri duvarların çarpışan kesitleri üç ayrı girişin ortaya çıkmasını sağlıyor: Ana giriş, arka avlu ve oditoryum girişi… Üç tavan penceresi bu girişlerden her birine hizmet ediyor. Girişlerde genelde cam örtü kullanılıyor, bu ışık dolaşımının yanı sıra davetkar bir geçirgenlik de sağlıyor. Ekipman, merdiven kutuları ve asansörler; eğri duvarların içine ya da arasına konumlanarak hacimsel objeler ortaya koyan tasarım unsurları olarak karşımıza çıkıyor. Projede istenen sergi alanları iç mekanları plan düzleminde ya da düşeyde yüzen mekanlarla segmentlerine ayrılmak suretiyle tasarlanıyor. Sergi alanları birbirlerine rampalar ve hafif eğimlerle bağlanıyor. Tavan pencerelerinden gelen doğal gün ışığı fiberglas art galleries as white-cube exhibition spaces. While a similar cluster of white-cubes could have been suitable for the CAFA Art Museum, Arata Isozaki & Associates rejected this strategy as “outdated” and not appropriate for the forward looking 21st century of the institution. Instead Arata Isozaki & Associates’ strategy was to base the design of the main volume on the shape of the site. Roads and streets in Beijing tend to be on a grid system, resulting in contemporary architecture that tends to be a hodge podge of irregular surfaces rendered onto straight orthogonal volumes. The CAFA Art Museum site due to rapid urban sprawl had an atypical L composition with curving edges. Reacting to this irregular shape, the architects design involved using advanced 3D modeling and imaging in the creation of three 3 dimensional free curved walls which conjoin, intersect and fuse together. The building achieved its architectural character through a combination of these computer generated curves and the main cladding material, slate stone panels. Similar exterior cladding has been by Arata Isozaki Associates on several previous projects such as Nara Centennial Hall [Nara, Japan], Shizuoka Convention Arts Center [Shizuoka, Japan], Interactive Museum about Humans [La Corna, Spain]. While these projects included similar exterior finish, the CAFA Art Museum presented a much more challenging task due to the complex 3 dimensional surfaces envisioned in the design. In a union of computer based design and handcraft, to realize the free-formed walls local techniques and knowledge was implemented to randomly install the slate panels and then manually adjust each one by one. The difficulty of assuring quality control in China especially with such a complex installation required the use of detailed mock-ups which were generated and resolved prior to construction. As one of the most common materials in China used in commonly in Chinese pen inking stones, slate was an appropriate and suitable selection for a school which started life as an KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 89 zarın üzerinden yansıyarak sergi alanına yayılmış homojen bir form halinde nüfuz ediyor. Her ışık, spesifik kıvrım ve duvar yüzeyine göre birbirinden farklılıklar gösteriyor. Bu eşsiz ışık efektleri aşamalı ışık karakteristikleri olarak karşımıza çıkıyor, bu durum da yalnızca ziyaretçilere değil sanatçı ve küratörlere de ilham verecek mekanlar ortaya koyuyor. Birinci kattaki giriş salonu, alçak bahçenin üzerindeki giriş köprüsüne direkt olarak bağlanıyor. Salon, müzenin en yüksek tavanlı mekanı, dolayısıyla büyük enstalasyonlar, resimler ve heykellere ev sahipliği yapması düşünülüyor. Mekan içinde farklı kotlardan farklı izleme açıları bulunuyor ve sanat eserlerini en iyi şekilde izlemek için gerekli optimum noktalar belirleniyor. Özel durumlarda salon seremoni ya da resepsiyonlara ev sahipliği yapacak şekilde düzenlenebiliyor, dolayısıyla içinde asansör boşluğuna konsol olarak uzanan küçük bir sahne barındırıyor. İkinci katın sürekli sergi salonu çoğunlukla CAFA’nın kendi sanat koleksiyonunn sergilenmesi için ayrılmış durumda. Geleneksel Çin çizim ve resimlerinden oluşan koleksiyonu öne çıkarmak adına mekan içinde işlenmiş ahşap paneller, taş, kumaşlar ve brüt beton gibi doğal dokulara yer veriliyor. En geniş hacimli sergi alanları üçüncü ve dördüncü katlarda konumlanıyor ve güncel sanat sergi ve enstalasyonlarına ev sahipliği yapıyor. Kenarsız ve çevreyi saran eğri duvarlar sanat eserlerinin arka planı ya da sanatçının kendi sanat ve tasarımını yansıtacağı tuval olarak işlevlendirilebiliyor. 90 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 academy of Chinese traditional drawing. The contemporary and complex geometry of the curved walls enhanced the building’s symbolic impact while relating it directly to the art institute’s past and future educational vision. Arata Isoaki Architects endeavored to use as much as possible domestic materials which they were successfully able to implement except for certain equipment such as light fixtures While construction costs in China are rapidly rising in tandem with the booming economy, labor costs are still relatively low and enabled intensive manual work and installation in many details of the CAFA Art Museum. The curved envelope of the building resulted in a flowing multi-level internal space with cuts allowing for indirect natural lighting. The intersecting sections of the curved walls provide for three entrances: main entrance, backyard & auditorium entrance, and three skylights corresponding to each entrance. Equipment, stair cases and elevators are all located within rectangular volumes, which are located in and around the curved walls as separate volumetric objects. The resulting exhibitions spaces are generated by segmenting the internal spaces in plan or with vertically floating spaces. Exhibition spaces were smoothly connected to each other with ramps and gentle slopes. Natural sunlight from the skylights bounce off the glassfiber membrane entering the exhibition space in a diffused homogeneous tint. Each light slightly differs per the specific curve and wall surface. These unique light effects result in smooth and ambient lighting to highlight the art and inspire artists, curators as well as visitors. GALERİLERDEKİ DOĞAL IŞIK SANAT İÇİN İDEAL BİR ORTAM YARATIYOR. NATURAL LIGHTING IN THE GALLERIES PROVIDES IDEAL ENVIRONMENT FOR ART. HER BİR TAŞ CEPHEYE ELLE YERLEŞTİRİLMİŞ. EACH SLATE TILE IS PLACED BY HAND ON THE FAÇADE. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 91 TAŞI DİZME TEKNİĞİ ÖZGÜN BİR MİMARİ ŞEKİL ORTAYA ÇIKARIYOR. THE TILING TECHNIQUE ALLOWS FOR A DISTINCT ARCHITECTURAL SHAPE. 92 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 Ana merdiven birinci katı alçak bahçeye bağlıyor. Cam separasyon, merdiveni ortadan bölüyor ve oditoryumdan ayırıyor. Yapım ve uygulama sırasında özellikle yerel malzeme ve ürünlerin kullanılmasına özen gösterilmiş. Işık sabitleyiciler gibi birkaç spesifik malzeme dışında kullanılan ürün ve malzemelerin hemen hemen hepsi yerel. Hareketli ekonomi dolayısıyla fiyatlar yükselmiş olsa da işçilik maliyeti görece olarak düşük kalıyor, bu da yoğun bir el işçiliği ve montaj işine olanak tanıyor. Öte yandan Çin’deki müteahhitlik anlayışı ve konstrüksiyon sistemleri el işçiliği üzerine kurulduğu için birimleştirilmiş ve modüler üretim geri planda kalıyor. Tavan yüksekliğinin yarısına kadar donatılı betondan inşa edilen müze daha sonra çelik konstrüksiyonla yükseltiliyor. Cam malzeme kullanımına oldukça fazla yer veriliyor. Yapının ana kaplama malzemesini Çin taşı paneller oluşturuyor. Arata Isozaki & Associates tarafından daha önce “Nara Yüzüncü Yıl Salonu” (Nara, Japonya), Shizuoka Geleneksel Sanatlar Merkezi (Shizuoka, Japonya), İnteraktif İnsan Müzesi (Interactive Museum about Humans) (La Corna, İspanya) gibi projelerde benzer dış kaplamalar kullanılmış. Bu projelerde dış kaplama bitirişleri birbirine benzerken CAFA Müzesi komplike üç boyutlu yüzeyleri dolayısıyla çok daha zor bir uygulama alanı olarak karşımıza çıkıyor. Serbest formlu duvarları lokal teknik ve bilgi ile anlamak adına taş paneller rastgele montajlanmış ve elle tek tek düzeltilmiş. Bu tarz bir yerleştirmenin kalite uygunluk kontrolünde çıkaracağı zorluklar göz önüne alınarak proje öncesinde detaylı maketler yapılarak, sorunlar maketler üzerinde çözülmüş. Çin’in en çok kullanılan yapı malzemelerinden biri olan Çin Taşı ağırlıklı olarak Çin’in 200.000 m2’lik bir alan yayılmış olan Shaanaxi bölgesinden çıkıyor. Ancak daha kaliteli taşlar genel olarak Pekin’in Men Tou Gou ve Fang Shan bölgelerinde, Hebei Şehri’nin Bao Ding’deki Man Cheng, Yi Xian, ve Xu Shui alanlarında, yine Hubei Şehri’nin kuzeybatısındaki Zhu Xi ve Zhu Shan alanlarında , Sichuan şehrindeki Wan Yuan, Cheng Kou, Wu Xi ve Ping Wu bölgelerinde ve Jiangxi, Zhejiang, Hunan, Yunnan, Guizhou ve Guangxi kentlerinin muhtelif alanlarında bulunuyor. Çin taşları kullanım alanlarında çoğunlukla arduvaz tonlarında tercih edilse de, siyah, kırmızı, sarı, yeşil, mor, mavi ve çeşitli başka renklerde bulunabiliyor. Taşlar oksitlenme süresine bağlı olarak aynı panel üzerinde birkaç rengi içinde barındırabiliyor. Genellikle dekorasyon öğesi olarak kullanılabilen bu taşlara halk arasında “kültür taşı” deniyor. 500 yılı aşkın bir süredir Çin mimarlığı, dekorasyonu ve sanatında kendine yer bulan Çin taşları yalnızca 20 yıldır organize bir endüstri dahilinde çıkarılıyor, ticareti yapılıyor. Doğada lamine halde bulundukları için uygulaması kolay olan bu taşlar duvar, çatı ve zemin kaplaması olarak kullanılıyor. Diğer taşlardan daha rustik bir görüntüye sahip olan Çin taşları Çin’in inşaat sektöründe kullanım açısından birinci sırada yer alıyor. Yapıda taş kullanımı yalnızca dış cephe kaplamasıyla sınırlı kalmıyor. Bir sanat müzesinin en önemli fak- törlerinden olan iç mekanda ışık kurgusu da taşlar yardımıyla sağlanıyor. Kuzey Çin’den getirilen ağır kayalarla kaplanan zemin sanal ışığın yansıması için oldukça ideal bir çözüm oluşturuyor, bu durum sergilenen eserlerin optimum ışığa maruz kalmasını kolaylaştırıyor. Çin taşı, geleneksel Çin Resimleri Akademisi olarak kurulan bir okul için uygun bir seçim. Eğri duvarların çağdaş ve komplike geometrisi, bu sanat eğitim enstitüsüne ait yapının anlamını destekliyor ve değerini çoğaltıyor. Çağdaş sanat ile geleneksel sanatları aynı çatı altında toplayan bir müzenin tasarımının Arata Isozaki’ye verilmesi hiç de şaşırtıcı bir durum değil. Japon mimar Çin’i ve spesifik olarka bölgeyi çok iyi tanıyor, bunun yanında yerel malzemeye oldukça hakim ve nasıl kullanılması gerektiğini çok iyi biliyor. Bunun yanında son derece modern bir mimarlık vizyonuna sahip olan Isozaki müzenin fonksiyonuna atıfta bulunurcasına son derece modern iç çözümler getirdiği müzeyi geleneksel Çin taşıyla kaplayarak katmanlı bir tasarım anlayışı ortaya koyuyor. Çin taşlarının eğimli duvarlarda uygulanması tasarıma bir katman daha ekliyor, taşların elle yerleştirilip konumlarının tek tek ayarlanması cepheyi benzersiz kılarken, ortaya çıkan görkemli yapı içinde barındırdığı birbirinden farklı olan ancak üst üste katlanınca bambaşka özellikler gösteren tasarım olgularına sahip oluyor. Bu durum aynı zamanda teknolojik anlamda içinde çeşitli melezlikler barındırıyor ve Çin taşının kullanım alanlarının yalnızca geleneksel yüzeylerle sınırlı kalmasına gerek olmadığını, Çin’in kendin içinde bulduğu modern tasarım süreçlerinde ve çeşitli farklı fonksiyona sahip yapılarda da rahatça kullanılabileceğini kanıtlıyor. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 93 Zengin iç mekanıyla Tripoli Kongre Merkezi The rich interiors of the Tripoli Congress Center by Metex 94 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 Sinan Kafadar tarafından çağdaş anlayışla tasarlanan Libya’daki Tripoli Kongre Merkezi’nin taş kullanımıyla uzun yıllar geçerliliğini koruması hedefleniyor. Geometri ve malzemelerin özgün kombinasyonları bu uluslararası yapıya modern bir karakter atfediyor. Sİnan Kafadar’s modern design strategy in the interior design for the Tripoli Congress Center in Libya aims to create a timeless place through the extensive use of stone. An original combination of geometry and materials gives a contemporary character to this international facility. L ibya’nın başkenti Trablus’da 25 bin m2 kapalı alan kapasitesiyle, Afrika’nın en büyük kongre merkezi olma özelliğini taşıyan Tripoli Kongre Merkezi, 2009 yılının Mayıs ayında projelendirilerek, inşaatı 2010 yılının Şubat ayında sonlandırıldı. 9.000 m2’lik arsa üzerinde 25.000 m2’lik inşa alanına sahip olan projenin mimarisinden Tabanlıoğlu mimarlık, iç mimarlık projesinden ise Sinan Kafadar liderliğindeki Metex Design Group sorumlu. Tripoli Kongre Merkezi projesi bir ana salon ve 5 konferans salonundan oluşuyor. Merkezin kurumsal olma özelliği ve taşıdığı uluslararası fonksiyon dolayısıyla tasarımında zamandan bağımsızlık ile modern anlayış dikkate alınarak, uzun yıllar hizmette kalması planlanan yapının tasarımsal anlamda geçerliliğini koruması hedeflenmiş. Tasarımında rol oynayan bir diğer özellik, yapının oturduğu arsa içinde ya da çevresinde başka bir referans yapının var olmaması... Bu olgu, yapıya yüklenebilecek pozitif veya negatif uyum sağlama yükümlülüğünü ortadan kaldırıyor, ahenk ve harmoni kavramlarını tasarım anlayışının bileşenleri L SOYUT DESENLER BİNAYA TASARIM GÜCÜ KAZANDIRIYOR. ABSTRACT PATTERNS GIVE THE BUILDING ITS DESIGN IMPACT. ibya in line with global trends is going through it’s own mini building boom of late as the Libyan government seeks to integrate itself into Western economies. One of the important projects of this period of construction is the Tripoli Congress Center constructed, designed and detailed almost entirely by Turkish companies with Turkish sourced materials. The 25,000m2 facility set to be Africa’s largest conference center was completed in February 2010 with architecture by Tabanlıoğlu Architects and interiors by Sinan Kafadar and his Metex Design Group. The Tripoli Congress Center comprised of one main meeting auditorium and 5 conference rooms was realized with a design that pointed to universal modern values for a global audience. Lacking any other references on the site or in general from the local urban fabric or architecture in Libya, the building’s interior and exterior were designed largely with its programmatic goals in mind. As a result the architects were able to create their own architectural and design language for the building. As a result, the 65 KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 95 olmaktan çıkarıyor. Bu durum yapıya başlı başına kural koyucu nitelik atfederken, tasarıma da kendi çevresel kodlarını yaratma izni veriyor, böylece yapı kendi mimari dilini herhangi bir konsept ve bağlam kaygısı olmadan rahatlıkla ortaya koyabiliyor. Ana girişte, binanın merkezindeki kongre salonunun görkemli cephesi 65 metre genişlikte, 13 metre yükseklikte bir kütle olarak ziyaretçiyi karşılıyor. Arkadan aydınlatmalı dekoratif cam ile anigre ahşap yüzeylerin kapladığı dinamik modern cephe, petek şeklinde modülasyonlardan oluşuyor. Petek formu, arı kovanı, çalışma disiplini ve düzen gibi kavramları çağrıştırıyor. Bu çağrışım konseptin odak noktasını oluşturuyor. Bu cephe, kongre merkezinin iç mimari tasarımının referans noktası olarak kabul ediliyor. Diğer tüm alanlar, bu form çevresinde konumlanıyor. Ana kongre salonunun yerleşiminde dairesel form ön plana çıkıyor. 3000 kişilik kapasiteye sahip konferans salonunun altyapısnda gelişmiş teknolojik imkanların hepsinden yararlanılmış. Delege, başkan masaları ve koltukları, salon yerleşimine göre ses, ışık ve güvenlik sistemleriyle donanımlı olarak tasarlanmış ürünler olarak karşımıza çıkıyor. Merkezde yer alan ışık ve kamera sistemi içinden sarkan dev sarkıt, farklı ton ve büyüklükteki cam toplardan oluşuyor. Başkan masaları ile 8 ana giriş kapısında kullanılan dairesel formdaki dekoratif desen VIP giriş alanındaki oturumları özelleştirmek için tasarlanmış lazer kesim metalden oluşan bölücülerde de devam ediyor. Binada konferans salonu, gazeteciler ve başkanların kullandıgı toplantı salonları, kafe bölümleri dışında, sadece devlet başkanına ait VIP bölüm ile meclis üyelerinin kullandığı giriş ve toplantı salonları olarak özel bölümler tasarlanmış. Binanın sağ yan cephesinde yer alan VIP giriş alanında, 35 metre uzunluğundaki dalga formundaki kristal cam aydınlatma dikkat çekiyor. Bu koridordan basın odası, özel toplantı ve salon alanlarına geçiş sağlanıyor. Mekanların tavan yükseklikleri ve geniş alanlarını daha samimi ve sıcak bir ortama donüştürebilmek adına oturma alanlarını ayıran özel lazer kesim metal bölücü paravanlar, kumaş kaplama duvarlar ve cam abajurlar kullanılıyor. Binanın genelinde özel kesim “Tiger Wood” mermer ile bordürlerde “Dark Olive” mermer kullanılmış. Binanın tümünde metal bitişlerde kullanılan bronz, tavanda da döşemeye paralel aksta tasarlanmış olan lineer ışık bantları, mimari cephedeki düşey çizgisel aydınlatmalı yüzeylerle birliktelik kuruyor. Kongre merkezinde yer alan 2 lounge alanı ile 2 konferans salonu alanları96 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 FARKLI DOĞAL TAŞ KULLANIMI TASARIM DENEYİMİNİ ZENGİNLEŞTİRİYOR. A COLLECTION OF NATURAL STONES ENHANCE THE DESIGN EXPERIENCE. meter wide and 13 meter high primary entrance of the main building contains a design generated from modular, abstract patterns fabricated as a two level back-lit façade. Inspired by the geometry of bee hives these polygonal shapes are the main design feature reflected in the treatment of the interior. The rich interiors are produced from a combination of marble surfaces and metal structures complemented by cloth wall panels and glass lighting fixtures. The extensive marble cladding of the interior saw the use of a variety of types of Turkish marble including Tiger Wood, Dark Olive and Onyx. Borders of bronze and linear lighting elements provide an alternative complementary geometry to these sumptuous marble surfaces. Back lit Onyx marble panel walls are the most interesting example of this as used to create a bright, dynamic surface with a unique aura in reference to the lighting effects of the exterior façade. The polished marble surfaces throughout the interiors give the building an air of heightened experience while strengthening the character of this building. Enduring and timeless, this sophisticated use of stone ensures the idea that the Tripoli Congress Center is an architecture and building of today as well as the future. For the architects and designers, it shows the unique capabilities of Turkish designers to work in fusing geometric shapes as generated through the capabilities of materials and workmanship. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 97 na ait cepheler “Onyx” mermer ile ışıklı dinamik yüzeylere dönüşüyor. Farklı formlardaki ahşap tavanlar özel tasarım cam aydınlatmalarla ve efektli Swarovski spotlarla birlikte ön plana çıkıyor. Mekanlardaki halıların ve mobilyaların da bu geometrilerle bir bütün oluşturmasına dikkat ediliyor. 13 metre yüksekliğindeki ana fuaye alanında yer alan yürüyen merdiven ana salon cephesi önündeki bronz metal ile şeffaf camdan oluşan asma köprüyle birleşerek binanın ana sirkülasyon arterini oluşturuyor. Üst katta yer alan çok amaçlı salonun fuaye alanında ağaç formundaki dekoratif kolonlar cam yüzeylerle sarılarak çevrelerinde dairesel oturma alanları yaratılmış. Bu katta yer alan çok amaçlı salon ile VIP lounge alanları yemekli davetler için tasarlanmış. İçindeki özel yemek yeme alanı ahşap bölücü ile ayrılan VIP lounge, tavanındaki özel tasarım cam aydınlatmaların dikkat çektiği; farklı fonksiyonlardaki yerleşimiyle birçok işlevi bir arada sunan modern ve şık bir çizgi sunuyor. Her katta yer alan genel mekan tuvaletlerinde bronz metal desenli ışıklı bölücü duvarlar ile birbirinden ayrılan, her kullanıcıya özel alan olarak tasarlanmış tezgahlarda bronz lavabo, bataryalar, özel tasarım cam aynalar ve aydınlatmalar kullanılarak malzemeleriyle ve çizgisiyle şık, özgün mekanlar yaratılmaya çalışılıyor. Genel anlamda taşın ağırlaştırıcı özelliğinin bu projeye zenginlik katan bir unsur olduğunu söylemek mümkün. Çoğu zaman parlak yüzlü mermerlerin tercih edilişi yapının görkemini artırıyor. Taşın dayanıklılığı ve her türlü trend, moda, akımın yanında yine çeşitli desen, süsleme ve bezemeye uyum sağlıyor olması yapının yapımında hedeflenen referans noktası olma, uluslararasılık ve zamansızlık gibi olguları ön plana çıkarıyor. İç Mimari Proje: Metex Design Group / Sinan Kafadar Tasarım Ekibi: Serpil Kandişer, Aslı Dayıoğlu, Şamil Eyigün, Işıl Eyigün, Evren Başık, Pınar Taviloğlu, Deniz Özgör ,Ogün Aydoğu Mimari Proje: Tabanlıoğlu Mimarlık Elektrik: HB Teknik Mühendislik Mekanik: GN Mühendislik Statik: Emir Mühendislik Ses Işık Sistemleri: Prosistem Kullanılan Ürün ve Firmalar: Mermer: Silkar Mermer Uygulaması: Şahmer Ahşap İşleri: Nurus Metal: Rimex / Erkan Mimarlık Metal Uygulama: Özel Yapı Tasarım Mobilya: Fatih Kıral, Fendi Casa , Giorgetti, İpe Cavalli, Minotti, Henredon by Barbara Barry, Versace, Shelby Williams, Poltrona Frau, Bolier, Quinette Gallay Aydınlatma: Lasvit ( Özel Tasarım sarkıtlar) , Swarovski, Barovier & Toso, Penta, Tom Dixon, Vistosi, Somtaş Aydınlatma Halı: Step Vitrifiye & Aksesuarlar: Kohler, Vitra ,Sonia, Inda Sanat Eserleri & Aynalar: Kerim Kılıçarslan, Christopher Guy, Hazar İthalat Perde İşleri: Perdesan Dekoratif Boya İşleri: Estetis 98 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 İç Mimari Proje: Metex Design Group / Sinan Kafadar Tasarım Ekibi: Serpil Kandişer, Aslı Dayıoğlu, Şamil Eyigün, Işıl Eyigün, Evren Başık, Pınar Taviloğlu, Deniz Özgör ,Ogün Aydoğu Mimari Proje: Tabanlıoğlu Mimarlık Elektrik: HB Teknik Mühendislik Mekanik: GN Mühendislik Statik: Emir Mühendislik Ses Işık Sistemleri: Prosistem Kullanılan Ürün ve Firmalar: Mermer: Silkar Mermer Uygulaması: Şahmer Ahşap İşleri: Nurus Metal: Rimex / Erkan Mimarlık Metal Uygulama: Özel Yapı Tasarım Mobilya: Fatih Kıral, Fendi Casa , Giorgetti, İpe Cavalli, Minotti, Henredon by Barbara Barry, Versace, Shelby Williams, Poltrona Frau, Bolier, Quinette Gallay Aydınlatma: Lasvit ( Özel Tasarım sarkıtlar) , Swarovski, Barovier & Toso, Penta, Tom Dixon, Vistosi, Somtaş Aydınlatma Halı: Step Vitrifiye & Aksesuarlar: Kohler, Vitra ,Sonia, Inda Sanat Eserleri & Aynalar: Kerim Kılıçarslan, Christopher Guy, Hazar İthalat Perde İşleri: Perdesan Dekoratif Boya İşleri: Estetis İHTİŞAMLI İÇ MEKANLAR LÜKS HİSSİNE KATKIDA BULUNUYOR. GRAND INTERIORS PROVIDE SENSE OF LUXURY. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 99 3LHD ve Yerel Malzemelerin Mimarlıktaki Yansımaları Croatian vernacular techniques in natural stone reinterpreted by 3LHD 100 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 Son dönem projeleriyle birçok yarışma birinciliği ve çeşitli ödüller kazanan Zagrebli mimarlık ofisi 3LHD; Zamet Center, Bale Spor Salonu ve henüz inşa edilmemiş olan Zadar Üniversite kütüphanesi projesiyle bölgede yerel malzemeyle üstün bir mimarlık anlayışı ortaya koyuyor. Zagreb practice 3LHD led by Sasa Begovic has gained attention in the last few years through awards and the completion of projects such as the Zamet Center and the Bale Sports Hall. Their latest design for the Zadar Library continues their innovative approach to local techniques in stone. Fotoğraf-PHOTO: Domagoj Blazevic, Damir Fabijanic, 3LHD archive S on dönem projeleriyle birçok yarışma birinciliği, ve çeşitli ödüller kazanan Hırvat mimarlık ofisi 3LHD, ikisi inşa edilmiş ve biri de üç boyut aşamasındaki 3 projeleri; Zamet Center, Bale Spor Salonu ve henüz inşa edilmemiş olan Zadar Üniversite kütüphanesiyle bölgede üstün bir mimarlık anlayışı ortaya koyuyor.Mimari uygulama alanları çoğunlukla Hırvatistan olan 3LHD, yerel malzemeyi kullanmaktan kaçınmaması, tasarımda özellikle lokal özelliklere ağırlık vermesi, ancak bu kriterleri büyük bir rahatlık ve kolaylıkla modern mekanlar ile birlikte kullanıyor olabilmesi ile göze çarpıyor. Tasarım anlamında morfolojik olarak birbirinden farklılık gösteren bu 3 projenin en önemli ortak özelliği geleneksel malzemenin modern tasarım normları ile harmanlanarak güncel bir perspektif içinde sunulması olarak kabul edilebilir. Bu anlayış son derece güncel fonksiyona sahip 3 yapıyı ortaya çıkarırken bizi diğer yandan da Hırvatistan’ın yerel malzemeleri ile tanıştırıyor ve karşımıza 3 yeni terim çıkarıyor. Gromaca ve Benkovas Hırvatistan’ın yöreye özgü yerel taşları olma özelliği taşırken, Bale Spor Salonu projesinin esin kaynağı olarak görülen “kažun” taştan yapılma özel bir baraka olarak karşımıza çıkıyor. 3LHD bu tür yerel malzemeleri yalnızca tasarımlarında rahatlıkla kullanmakla kalmıyor, aynı zamanda onları esin kaynağı olarak algılayıp tasarımın odak noktası haline getirebiliyor. Bu da ortaya yerel ve tarihsel kaynaktan beslenen ancak güncel mekan anlayışından ödün vermeyen naif fakat katmanlı ve komplike yapılar çıkmasını sağlıyor. Bu mimarlık anlayışı 3LHD’nin önemli bir noktada konumlanmasına ve adından söz ettirmesine neden oluyor. Aşağıdaki 3 proje 3LHD’nin önemli projeleri olarak karşımıza çıkıyor: 3LHD MİMARİDE YEREL TAŞ TEKNİKLERİNDEN İLHAM ALIYOR. LOCAL STONE TECHNIQUES PROVIDE INSPIRATION FOR 3LHD’S ARCHITECTURE. 3 LHD based in Zagreb, Croatia was founded 1994. in Zagreb, are one of a generation of Croatian architects coming of age after the break up of Yugoslavia in a period marked by rapid change and transition. Led by Saša Begoviæ , the firm has built extensively in Croatia establishing an architectural practice that while decidedly contemporary has made it a point to utilize local building traditions as inspiration. In these projects we see repeated uses of stone in both architectonic and symbolic ways to produce a locally generated modern architecture of irregular geometry driven by this material and cultural sensitivity. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 101 Zamet Center ZAMET CENTER KENT DOKUSUNDAN FARKLILAŞIYOR. THE ZAMET CENTER EMERGES FROM THE URBAN LANDSCAPE. 102 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 ORTAK BİR YÜZEY DOKUSU BİNA İLE ÇEVRESİ ARASINDAKİ SINIRLARI FLULAŞTIRIYOR. A COMMON SURFACE TEXTURE BLURS THE BORDERS BETWEEN BUILDING AND ENVIRONMENT. Hırvatistan’da Rijeka’nın Zamet semtinde konumlanan ve toplam alanı 19.830 m2 olan Zamet Center, 2.380 kişi kapasiteli spor salonu, yerel iletişim ofisi, kent kütüphanesi, 13 ticaret ve servis fasilitesi ve 250 araç kapasiteli bir otoparktan oluşuyor. Tesis 12.289 m2’lik bir inşaat alanı üzerinde yer alıyor. Tasarımına 2004 yılında başlanan projenin inşaatı 2009 yılında tamamlanmış. Spor salonunun toplam hacminin üçte biri zemine gömülü, diğer kamusal fasiliteler ile servis alanları onu çevreleyecek şekilde yerleştirilmiş. “Kurdeleler” Zamet Center’ın ana mimari elemanı olarak karşımıza çıkıyor. Kuzey-güney istikametinde yerleştirilen bu elemanlar yalnızca objenin önemli bir tasarım ögesi olmakla kalmıyor, aynı zamanda kamusal meydanı şekillendiren ve kuzeydeki park ile güneydeki okulu ve B. Vidas Caddesi’nin biririne bağlayan bir zonlama elemanı görevini de görüyor. Kurdeleye benzeyen çizgiler, “gromača” isimli taştan esinlenilerek tasarlanıyor. Spesifik olarak Rijeka bölgesine ait bu taşı, Zamet Center renk ve biçim bağlamında sanal olarak taklit ediyor. Çizgiler 3LHD tarafından tasarlanan ve özel olarak bu proje için üretilen 51.000 adet karo seramik ile kaplanıyor. 55 metre uzunluğunda ve farklı yüksekliklerdeki çelik kirişler spor salonunun doğal ışıkla aydınlatılmasına Situated in the Zamet quarter of the city of Rijeka in the northwest corner of Croatia, the 16830 m2 Zamet Center is host to a number of civic facilities: a 2380 seat sports arena, local community offices, a municipal library, commercial and service facilities and a 250 capacity garage. The Zamet Center’s architecture submerges the building into the urban landscape as a hybrid of the two. One third of the sports hall’s volume is cut into the ground KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 103 DEĞİŞİK ÖZELLİKLERE SAHİP ALANLAR FARKLI FONKSİYONLAR İÇİN KULLANILIYOR. A VARIETY OF FUNCTIONS ARE REALIZED IN DISTINCTIVE SPACES.: olanak sağlıyor. Salon, büyük spor karşılaşmalarına ev sahipliği yapacak şekilde dünya standartlarında tasarlanmış. Salonun konsepti alanın esnekliği üzerine kurulu. Saha 46 x 44 metrelik bir ölçüye sahip, bu da iki hentbol sahası büyüklüğüne denk geliyor. Salon profesyonel idman ve karşılaşmalar için gereken tüm fasiliteleri içerisinde barındırıyor, teleskopik ayaklar sistemiyle tasarlanan oditoryum gündelik kullanım için transformasyonu sağladığı gibi mekanı konserler, konferanslar ve kongreler gibi aktivitelere de uygun hale getiriyor. Seçilmiş ahşap ve akustik panellerden oluşan iç mekan malzemeleri salonun atletler için geniş bir yaşama mekanı işlevi görmesine olanak sağlıyor. Salona ve diğer fasilitelere giriş yapının batısından, yani kamusal meydandan ve yeraltındaki garajdan sağlanıyor. Zamet Center, kütüphanesiyle de kentin önemli ihtiyaçlarından birine cevap veriyor. Merkezin içinde yer alan çeşitli ticaret ve servis alanları bölgeye önemli bir hareketlilik unsuru katıyorlar. below grade while the remaining public facilities and services emerge vertically from this dynamic gesture. The main architectural elements of the Zamet Center are these ‘ribbons’ that strech in a north-south direction, functioning as the primary design element and as a zoning strategy to form a public square and a link between the park on the north and a school to the south. The ribbon-like stripes were inspired by “gromaèa”, a type of stone specific to Rijeka, which the Center reinterprets in colour and shape at an urban scale. These stripes are covered with 51.000 ceramic tiles designed by 3LHD and manufactured specially for the Center. Steel girders of 55 meters span the main volumes at different heights to enable natural light to enter into the sports hall. The hall contains all the supporting facilities for professional training and competition, and as an auditorium that can be transformed for for everyday use for concerts, conferences and congresses. Tasarımcı-Design by: 3LHD Tasarım Ekibi - Designers : Sasa Begovic, Tatjana Grozdanic Begovic, Marko Dabrovic, Silvije Novak, Paula Kukuljica, Zvonimir Marcic, Leon Lazaneo, Eugen Popovic, Nives Krsnik Rister, Andrea Vukojic 104 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 ZAMET CENTER’IN CEPHESİNDEKİ FARKLILIK UYGULAMALAR… DISTINCTIONS IN FAÇADE TREATMENTS IN THE SKIN OF THE ZAMET CENTER. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 105 Bale Spor Salonu Sports Hall Bale Bale (İtalyanca Vadi), Hırvatistan’ın Istra yarımadasında yer alıyor; 1.000 kişilik nüfusunun çoğunluğu tarımla uğraşıyor. Bu bölgeye yapılacak yeni spor salonu projesi zengin bir tarih ve Akdeniz’in kültürel ve sosyal bağlamları ile yüzleşmek durumunda... Bu da yapılacak herhangi bir mimari eklentinin çevreye saygılı bir yaklaşım benimsemesini zorunlu hale getiriyor. Çözüm, geleneksel yapım tekniklerini yeni teknolojilerle birleştirmekte bulunmuş. Bale Spor Salonu, birincilik almış bir yarışma projesi. 3.660 m2’lik bir inşaat alanı üzerine kurulan spor salonu 1.108 m2’den oluşuyor. Yapının tasarımına 2005 yılında başlanmış ve yapımı 2007 yılında tamamlanmış. 106 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 Bale (Valle in Italian) is a small village in an agricultural region of the Istria peninsula of Croatia with a population of 1000 people. The project for the new sports hall was approached within the context of this Mediterranean region’s rich history and traditional culture. Any new architectural intervention had to be respectful of this social environment. The solution was found in interpreting the traditional ways of building using new technologies. Inspiration for the architecture was found in the small traditional Croatian stone hut, kažun, a small multifunctional building used as a shelter for shepherds to provide a cool environment in hot periods and insulation against the cold in the winter months. Traditionally Fotoğraf-PHOTO: Damir Fabijanic KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 107 CEPHE UYGULAMASINDA HIRVATİSTAN’IN YEREL KAZUN TEKNİĞİNDEN FAYDALANILMIŞ. CROATIAN VERNACULAR ARCHITECTURE’S KAZUN TECHNIQUE IS THE BASIS FOR THE FAÇADE TREATMENT. 108 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 Stürüktürün tasarımında, kažun adı verilen taş barakalardan esinlenilmiş. Bu taş barakalar çobanlara sığınak olarak kullanılan ve sıcak havada serin ortam sağlayıp soğuk kış günlerinde ise ısıyı içinde tutan çok fonksiyonlu yapılar olarak karşımıza çıkıyor. Geleneksel olarak harç ya da çimento kullanılmadan, birbirine kenetlenen taşların özel olarak seçilip üst üste konmasıyla oluşturulan bu stürüktür, Akdeniz’de tarih öncesi zamanlardan beri olagelen prefabrikasyon sisteminin ilkel bir örneği olarak kabul ediliyor. Geleneksel yerel kuru taş motifi spor salonunun tamamını kaplayan bir şablon/doku olarak kullanılıyor. Diğer yandan bölgede kiliseden sonraki en büyük bina olması da yapının sosyal önemini oldukça arttırıyor, çünkü spor salonu olmasının yanında yapı, çeşitli sosyal buluşmalar, grup toplantıları, ve maç izlenebilecek sosyal alan olarak da kullanılıyor. Esasında yapının boyutları basketbol sahasının büyüklüğüne ve galerideki diğer ek fasilitilere göre belirlenmiş; fitness salonu ve saunanın yanında tasarlanan alçak ve küçük soyunma odaları okulla bağlantı elemanı olarak da kullanılıyor. Eski okulla bağlantıyı oluşturan çok amaçlı odalar yer altına saklanmış. Diğer taraftan, yapının özel ve mahrem karakteri, halka açık kamusal karakterinin ve cam cepheler ile sağlanan sokağa açıklığıyla birleşiyor. Spor salonunun konsepti tasarım ve konstrüksiyonun 11 ayda bitirilmesi üzerine kurulmuş, bu da yalnızca prefabrike elemanların kullanılmasıyla gerçekleşebilmiş. Yapının tüm taşıyıcı ve cephe elemanları prefabrike elemanlardan oluşuyor. built without any cement or mortar with carefully selected interlocking stones found on site the kažun is a primitive example of prefabrication present in the Mediterranean since prehistory. The stone in in both its ease of use and ecological performance was an important design and technical feature of the architecture. This traditional local dry stone wall motif was used as a model for the facade of the sports hall. As the second largest building in the town after the church, the social importance of the sports hall for the community meant that besides its use a sports venue, it also had to function as a public facility for community meetings and events. The private and intimate character of the building is mediated in this way by the openness of the glass facade towards the street to indicate its public role. Tasarım: 3LHD Tasarım Ekibi: Saša Begovic, Marko Dabrovic, Tatjana Grozdanic Begovic, Silvije Novak, Ljerka Vuçic, Marin Mikelic BİNANIN ŞEKLİ KAZUN TAŞIYLA SARILIYOR. KAZUN STONE WRAPS AROUND THE BUILDING’S SHAPE. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 109 TAŞ İŞÇİLİĞİNDEKİ FARKLILIKLAR DÜZENSİZ GEOMETRİLER OLUŞTURUYOR. IRREGULAR GEOMETRIES ARE DERIVED FROM THE VARIATIONS IN THE STONEWORK. 110 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 GENİŞ VE MODERN SPOR SALONU SOSYAL ETKİNLİKLERE DE EV SAHİPLİĞİ YAPIYOR. THE MODERN AND SPACIOUS INTERIOR OF THE SPORTS CENTER ALSO PROVIDES GATHERING SPACE FOR SOCIAL EVENTS. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 111 Zadar Üniversite Kütüphanesi University Library Zadar Üniversite kütüphanesi, yeni Zadar kampüsü alanında inşa edilmesi planlanan ilk önemli yapı olma özelliğini taşıyor. 5.000 m2’lik bir alana konumlanacak olan yapı 18.633 m2 olacak şekilde tasarlanmış. Yapının yalnızca gelecekte oluşacak ideal şema dahilinde değil, bugün konumlanacağı yerin çevresi için de işleyen bir yapıya sahip olması gerekiyor. Modern kütüphane anlayışının en önemli noktalarından biri yapının yalnızca kitaplara değil aynı zamanda bilgi medyasına ev sahipliği yapması ve onların katmanlanarak çoğalmasına izin vermesi sorumluluğu olarak görülüyor. Zadar’ın planlamasındaki dominant faktör, düzenli bir ızgara sistemi olarak karşımıza çıkıyor, bu tüm 112 NATURA • KASIM-ARALIK 2010 Located in the northern Dalmatian region of Croatia, Zadar’s regular grid pattern has always been the dominant motif it’s planning , establishing it’s urban character as the distinctive symbol of the city. The architectural strategy involved using the existing grid as an essential element of the library project and in the development of the entire area of the future campus. Furthermore, the Library required a simple expression of the external volume and it’s facade which was executed in a reworking of a traditional stone technique. The University Library is the first significant new building in the new Zadar campus. It had to function in its current surroundings as well as being part of the future master plan for the campus. The siting of the BİNANIN DIŞ DOKUSU BÖLGEDENİN JEOLOJİSİNDEN İLHAM ALARAK MEYDANA GETİRİLMİŞ. SEDIMENTED STONE DEPOSITS OF THE AREA ARE BASIS FOR THE PATTERNS ON THE BUILDING’S EXTERIOR. KASIM-ARALIK 2010 • NATURA 113 alan için bir düzen elemanı görevi görürken şehrin de belirgin bir sembolü olarak kabul ediliyor. Varolan bu gridin projenin bağlamı üzerindeki etkisi, gelecekteki kampüsün tasarımındaki en ana etmen olması şeklinde belirleniyor. Yapının ana komünikasyon aksı doğubatı doğrultusunda, parktan caddeye doğru konumlanıyor, ve bu da parktan girilen ana girişi belirgin hale getiriyor ve birinci kat mekanını bu yön doğrultusunda açıyor. Aynı zamanda ana toplanma ve iletişim alanı olan bu geniş pasajdan sonra mekan düşey olarak açılıyor ve büyüyor. Her galeri katının açıklığı ve ulaşılabilirliği ile Zoranic Basamakları adı verilen temsili ana merdiven, sembolik “bilgi dağı”na tırmanıyor; bu Peter Zoranic’in alegorik epik Dağlarına tırmanmasını sembolize ediyor. Akdeniz iklimi yüzünden ve aynı zamanda kütüphane içeriğinin korunması bakımından, basit içe dönük alanın iç hacmi, dış hacmin ve kütüphane cephesinin ifadesini gerektiriyor. Cephe katmanlarının, aralarında boşluk bırakarak üst üste istiflenmesi, kütüphaneyi dışarıdan daha kapalı hale getiriyor, ancak katmanlar bulanıklaşıyor ve kütlenin gerçek ölçülerini soyutlaştırıyorlar. Cephe yerel malzemeden esinlenilerek tasarlanıyor. Yerel iklimin en karakteristik taşlarından biri olan Benkovac burada karşımıza çıkıyor. Çok spesifik, basit, popüler ve yüzyıllardır kullanılan bir taş olan Benkovac, tasarımın ana malzemelerinden biri olarak kullanılıyor. Sıkça panel olarak kullanılan bu taş, genel olarak üst üste istifleniyor ve doğada da bu şekilde bulunabiliyor. Bu onun kullanımını kolaylaştıran ve onu bu kadar çok kullanılır hale getiren bir etmen olarak kabul ediliyor. Kütüphane galeri boşluklu açık plan tipine sahip. Bu tüm alana hakimiyeti kolaylaştırıyor ve iç mekanı bir bütün olarak algılatıyor. Doğal ışığın kullanımının çok önemsendiği projede ortaya konan cephe tasarımı ışığı mekanın içine mümkün olduğu kadar çok geçirebilecek şekilde tasarlanıyor. Açık plan tipi bu ışığın bütün alana yayılmasını sağlıyor, bu da homojen bir aydınlatma sisteminin oluşabilmesine neden oluyor. building’s volume in the south-eastern edge of the site, the existing urban parameters and the envelope that contains the library program defined the building’s massing. The design of the University Library is established by the innovative treatment of the exterior of the building in its vibrant façade which was inspired by a local stone. The Benkovac stone, one of the most characteristic building materials in this part of Dalmatia is a very specific, simple, popular and in use for centuries in the areas vernacular traditions. Its most popular use is in the form of a panel, usually randomly stacked as a pile. This stacking and piling is used an architectural feature to form the outer envelope of the main Library space. This simple inner volume was turned inwards to shield against the Mediterranean climate but also because of the physical protection required for the Library’s holdings. Vertical stacking of the facade layers with spaces in between close off the Library from the exterior but depending on day and light conditions these layers can also dematerialize to give the building an ethereal aesthetic that marries tradition with contemporary use. KÜTÜPHANENİN CEPHESİNDEKİ TAŞLAR ARASINDAKİ ARALIKLAR IŞIĞIN İÇERİ VE DIŞARI AKMASINI SAĞLIYOR. LIGHT FLOWS IN AND OUT THROUGH GAPS IN THE STONES ON THE SKIN OF THE LIBRARY. Tasarım: 3LHD Tasarım ekibi: Marko Dabrovic, Saša Begovic, Silvije Novak, Tatjana Grozdanic Begovic, Josko Kotula, Vibor Granic, Zeljko Mohorovic 114 NATURA • KASIM-ARALIK 2010