İNGİLİZ BELGELERİNDE PAN-TURANİZM İLE İLGİLİ BİR RAPOR

advertisement
İNGİLİZ BELGELERİNDE PAN-TURANİZM
İLE İLGİLİ BİR RAPOR *
Prof. Dr. M. Metin HÜLAGÜ
Erciyes Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi
Tarih Bölümü Öğretim üyesi
metinhulagu@gmail.com
İngiltere (Londra)’daki “India Office Library and Records”‘daki araştırmalarımız sırasında
tesadüf ettiğimiz ve faydalı olacağı ümidi ile tercümesini yaptığımız bu rapor, İngiliz Dışişleri’nin
talimatı üzerine ilgili bölüm tarafından bir el kitabı ve rehber olmak üzere 1919 Şubatında
yayımlanmıştır. “The Pan-Turanian Movement” ünvanını taşıyan bu rapor, gerek İngiliz Dışişleri
yetkililerinin konuya yaklaşımlarını ve bakış açılarını ortaya koyması bakımından ve gerekse o
yıllarda revaçta olan böyle bir politikanın kendileri cihetinden ciddiyet arzedip arzetmediğini
göstermesi yönünden önem arzetmektedir. Raporun bir diğer özelliği de dünyadaki Türk nüfus ve bu
nüfusun sosyal, kültürel ve siyasî durumu hakkında, resmî ve ciddi bir kaynak olarak, geniş bir
malumat vermiş olmasıdır.
PAN-TURAN HAREKETİ1
İÇİNDEKİLER:
1. ‘Pan-Turan’ İsminin Menşei
2. Pan-Türkizm Olarak Pan-Turancılık
3. Osmanlı Devleti’nde Türk Milliyeti
4. Türk Milliyetçiliğinin Esasları
5. Balkan Savaşı’nın Etkileri
6. İttihat ve Terakki Komitesinin Politikası.
7. Avrupa Savaşından Türklerin Beklentileri
8. Pan-Turanizm ve Pan-İslamizm
9. Osmanlı Devleti’nde Türkleştirme Hareketinin Durumu
10. Netice
*
İngiliz Belgelerinde Pan -Turanizm ile İlgili Bir Rapor; Türk Düny ası Araştırmaları Dergisi,
İstanbul, 1 994, Şubat 94, Say ı: 94, Say fa: 7 3 –98.
1
India Office Library and Records (Londra), (kìsaca: IOR): L/P&S/20/C 191.
PAN-TURAN HAREKETİ
PAN-TURAN İSMİNİN KÖKENİ
Turan Farsça bir kelimedir. Ortaçağ İran şiirinde bu kelime, İran’ın yerleşik ulusuna muarız
olarak, Orta Asya step ve çölleri manasına gelir. ‘Turan Halkı’, Ruslar yarım yüzyıl önce Orta
Asya’yı teskin edinceye kadar, sürekli bir şekilde kuzey-doğudan gelerek İran’ı geçen (birçok
değişik dillerin ve ırkların) göçebeleridir.
On dokuzuncu yüzyıl Avrupalı dil bilimcileri Turan ismini kuzey-doğu Avrupa ve IndoAvrupa gurubuna ters olarak, yapı itibariyle ‘bitişken’ olan Asya dillerine tahsis etmişlerdir. Bu
henüz araştırılmamış bir topluluğa verilen olumsuz bir terim
-muvakkat bir isim- idi. ‘Turan’ araştırması ilk defa ciddi olarak, bu bitişken (Urgo-Fin gurubu)
dillerinden birini konuşan ve kendilerini dâima Avrupa’nın Latin, Sloven ve Germen halkları
arasında tecrit edilmiş hisseden, Macarlar tarafından yapıldı. Ortaçağda yaşayan bir Macarlı keşiş
kaybolan yakınlarını bulmak üzere doğuya doğru bir hac seyehatinde bulunarak Ural bölgesinde
yaşayan Başkirler hakkında aydınlatıcı bilgiler sağladı. Büyük
Savaş sırasında Magyarlı profesörlerin doğudaki Fin kabilelerine mensub olan Rus savaş esirleri
arasında, Macarların kendilerinin kardeşleri olduğunu ve Buda-Pest’in kendilerinin kültürel vatanı
bulunduğunu onlara isbat etmek için, propağanda yapmış oldukları söylenir. Magyar Pan-Turancılığı
Rus Pan-Slavcılığını müteakiben başladı. Rusların Balkan Slavları ile olan yakınlıklarını hatırlamaları ve bu hareketin siyasî bir veche kazanması üzerine Macarlar ‘Turancı’ anti-Slav müttefikler
aradılar ve tabii olarak da Türkleri düşündüler. Meşhur Macar bilgini Vambery bu Turancı fikrin
tesiriyle Orta Asya’nın Türkçe konuşan halkları arasında araştırmayı sürdürmeğe yönelmiş, fakat
Macarlar daha ziyade Osmanlılarla muhatab olmuşlardır. Macarların 1848 yılındaki bağımsızlık
mücadelelerinin birleşik Avusturya-Rus orduları tarafından dağıtılması üzerine birçok Magyar
mülteci Istanbul’da kendilerine sığınak bulmuşlardı. 1867 yılında bu sürgünler Macaristan’a dönerek
yeni oluşan Çifte Monarşi’de iktidar sahibi oldular. 1875–1878 Balkan isyanları sırasında Macarlar
aşırı derecede Osmanlı taraftarlığında bulundular ve Magyar öğrencilerinin bir temsilcisi OsmanlıSırp savaşı sırasında Padişaha bir şeref kılıncı hediye etti.
Magyar-Osmanlı yakınlaşması ırki değil, polkitikti. Bu yaklaşım ortak ‘Turancılık’ şuuruna
değil, fakat muayyen Slav devletlerine duyulan ortak düşmanlığa dayanmaktaydı. Aynı politik
motifler Bulgaristan’da halkın, bu devletin Avrupa Savaşında Sırp ve Bulgarlara karşı müdahalede
bulunmasından dolayı, Turancı ismini almaya sevketti. Bulgarlar hala bugün bile Slav halkları
arasında sayılırlar. Bulgar Devleti’nin, on üç asır evvel, asıl kurucusu hiç şüphesiz steplerden gelmiş
olan ‘Turancı’ göçebelerdi. Fakat bunlar, sayelerinde kendilerini Balkan yarımadasına kabul ettirdikleri, Slavlar üzerinde, Normanların İngiltere halkı üzerinde sahip olduğu izden, çok daha az bir iz
bıraktılar. Modern Bulgaristan Pan-Slav duygusunu hiçe sayarak kendi menfeati doğrultusunda
hareket etmiş olan Slav bir devlettir ve kuvvete dayanan politikasına uygun düşecek yeni duygusal
sloganlar arzusundadır.
Bundan dolayıdır ki hâlihazırda Pan-Turancılık, köken olarak, yapay ve Avrupâîdir.
Osmanlılar bunu kendilerine İran edebiyatından almış değillerdir (bizim Yunan ve Latin klasiklerini
mütalaa etmemiz gibi onlar da Farsça’yı mütaala etmişlerdir). Pan-Turancılık kendilerine Avrupa
tarafından takdim edilmiş; kendileri kur yapmamış, kendilerine kur yapılmıştır. Osmanlıların, Sırplar
ve yunanlılar gibi, eski tebası olan, Bulgar ve Macarlara karşı gerçek hiç bir hassasiyeti bulunmamaktadır. Şayet farz olunan çıkarlar Bulgar ve Macarları Osmanlı mücadelsini vermeğe,
borçlarını ödemeğe, genç insanlarına teknik bilgiler kazandırmaya ve onu techizatlandırmaya teşvik
ederse o vermiş oldukları tüm bu hizmetlerin tam bir avantajını elde edecektir. Fakat Osmanlı
Devleti Bulgar ve Macarlara, Avrupa’nın diğer Hristiyan milletlerine karşı duyduğu yakınlıktan
daha fazlasını duymaz.1 Onun bu savaştaki temel hedefi Osmanlı Devleti’ni, ister ‘Merkezi’, ister
‘Itilaf’ ve ‘Turancı’ ve isterse ‘Germanik’ olsun, harici Arupa tesirlerinden kurtarmak olmuştur.
PAN-TÜRKIZM OLARAK PAN-TURANCILIK
Eğitim görmüş bir dil bilimci, Indo-Avrupa dil gurubuna ters düştüğü halde, tüm Turan
dillerinde yapı itibariyle aralarında bir birlik bulunduğunun müdrik olabilir. Fakat sıradan bir
Osmanlı için, Türkçe gurubuna ait olan, kendi dili ile Urgo-Fin gurubuna ait olan, Magyar dili
arasında görünür hiç bir münasebet yoktur. Diğer taraftan muhtelif Türk lehçelerinin bir biri ile olan
münasebetleri herkes tarafından malumdur. Bu hakikat haritaya bakıldığında ırmak, dağ ve şehir
isimlerinde açıkca görülebilir. Türkçe konuşan milletler Avrupa’da yeralan Türkiye’den başlayarak
Anadolu, Kafkasya, kuzey İran ve Afganistan kapsıyacak şekilde Rus Orta Asyası’na ve Çin
Türkistanı’na, daha kopuk bir halka şeklinde olarak, Karadeniz’in kuzey sahilleri çevresinden
başlayarak Bulgaristan, Dobruca, Kırım, Volga kasabaları ve Sibirya dâhilinden Kuzey Buz Denizi
havalisine kadar yayılır. Buralar daha geniş olmakla beraber Slavlarınkinden daha az kesif olan bir
sahayı kaplar. Değişik Türkçe lehceler değişik Slav dillerinin bu dillerden birini konuşan kimse
tarafından anlaşılması kadar, her Türk tarafından kolayca anlaşılabilir durumdadır. Bundan dolayıdır
ki, Osmanlı Türkleri dil bakımından milliyetlerini müdrik oldukları an, aralarında Pan-Slavizm ortak
düşüncesini doğuran dağınık Slav halklarının milli uyanışının bir benzeri olarak, aynı zamanda
Türkçe konuşan diğer milletlerle dil yapıları itibariyle benzerlik taşıdıklarının farkına varmaları
gayet tabii olacakdır.
Pan-Turanizm, Osmanlı Türkleri arasında meydana getirilen Pan-Türk hareketi manasında,
Osmanlı Türk milliyetçiliğinin bir parçası ve kısmıdır ve ancak onunla alakalı olarak anlaşılabilir.
OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA TÜRK MİLLİYETİ
Osmanlılara ‘Pan-Turancılık’ kelimesi gibi milliyet fikri de Avrupa’dan geldi. Osmanlı
İmparator luğu milli bir devlet olmayı şiddetle reddetti. Devlet barındırdığı sakinlerinin adı ile değil,
fakat kurucusunun -Osman- adı ile anıldı. Osman ve kabilesinin Türk olduğunda şüphe yoktur.
Fakat bunlar Anadolu’daki bir düzine Türk Beylikleri’nden sadece biriydi ve Türk komşuları en
amansız rakip ve düşmanları bulunmaktaydı. Bunlar güçlerini Avrupa’da fetihlerde bulunarak
artırdılar. Kendilerine en düzenli vergi ödeyenler Hristiyan tebalarıydı, mevcut ordusu ihtida etmiş
Hristiyanlardan oluşmaktaydı ve en sadık destekcileri ise, dinlerini değiştirmiş fakat dillerini
muhafaza etmiş olan, mürted Arnavutlar ve Slavlardı. Bir asır öncesine kadar Türk milleti, edebiyat
ve yönetim sınıflarının resmî dili hariç olmak üzere, Osmanlı Devleti’ne hemen hemen hiç bir
katkıda bulunmadılar. Bu dil Farsça ve Arapca’nın tesiri ile o kadar zayıfladı ki Anadolulu Türk
köylüsü ile çok az bir ortak alakası kaldı. Anadolu’nun büyük bir kısmı İmparator luğun nisbî olarak
son dönemlerde fethettiği yerlerdi. Yöresel feodal şeflerin idaresinde, büyük çapta hemen hemen
bağımsız olan, ihmal edilmiş bir bölgeydi.
Son asır esnasında, mamaafih, Anadolu, Osmanlı İmparator luğu’nun ‘ana yurdu’ olarak
Balkan yarımadasının yerini aldı. Zira Balkanlardaki yerler İmparator luktan tek tek koparken
Asya’daki eyaletler merkezî idarenin daha fazla altına alındı. Yunanistan’ı kaybeden aynı Padişah
Anadolu ve Kürdistan’daki feodal aristokrasi gücünü kırıverdi. Avrupa’da yeralan beldelerin
merkezî idareden ayrılmaları hadisesi 1912–1913 Balkan Savaşı sırasında zirvesine ulaştı.
Anadolu’daki merkezileşme işlemi Bükreş Anlaşması ve özellikle Türkiye’nin Avrupa Savaşına
girmesinden itibaren İttihat ve Terakki Komitesince ikmal edildi.
En önemli değişiklik Osmanlı ordusunun birleşiminde meydana geldi. Muhtelif
ırklara mensup Hristiyan kökenli Müslümanların meydana getirdiği kalıtsal profesyonel bir ordu
durumunda olan Yeniçeri Ocağı 1826’da lagvedildi. Modern Türk ordusu on dokuzuncu yüzyıl
Avrupa zorunlu askerlik esasları dâhilinde sivil halktan oluşturuldu. Asker temini 1908 yılına kadar
İmparator luğun tüm Müslüman nüfusundan elde edilmeğe devam etti. Ihtilali müteakip Hristiyan ve
Yahudiler de askerlik yapmakla yükümlü kılındı. Fakat hükûmet göçebe ve dağlılardan hiç bir
surette yararlanamamıştır. Yerleşik Arap halkı ise ne iyi bir askeri malzeme ve ne de, mevcut savaşa
kadar Avrupa’da yeralan, tecavüze açık sınırların korunması için buralarda kolayca hareket
ettirilecek bir durumdaydı. Gerek 1908 yılından önce ve gerekse bu yıldan sonra Türkçe konuşan
Müslüman Anadolu köylüsü Osmanlı mecburi askerliğinin temel malzemesi durumunda
bulunmakta, en uysalını askere kaydetmekte ve en kudretli askerini temin etmekteydi ve Anadolulu
sosyal ve ekonomik üstünlüğü olan sınıflar merkezileşmiş İmparator luğun subay ve memurlarını
buradan karşılamaktaydı. Dolayısiyle bilinçli Türk milli hareketi başladığı zaman Osmanlı Devleti
hala Türk milliyetinin fiili kuruluşu üzerine dayanmaktaydı.
TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN ESASLARI
Milli şuurun Osmanlı Türkleri tarafından beslenmesi kısmen Avrupa’daki eski milliyetçi
hareketlerin taklidi, kısmen de kendiliğğinden meydana gelen benzer şartlardan ileri gelmekteydi.
Bir çok Avrupa (mesela Çek) milliyetçiliği gibi Türk milliyetçiliği de siyasî olmaktan ziyade ilk
etapta kültürel olarak başlamıştır. Ilk milliyetçi cemiyet, Genç Türk devriminden sonraki üç yıl
zarfında yaşanan nisbeten serbest bir atmosfer içerisinde, 1909’da Selanik’de açıldı. Cemiyetin
kurucusu, İttihat ve Terakki Komitesi Kongresi’ne belirli bir seviyeye kadar devam etmiş olan,
tanınmış bir taşralı-Diyarbakırlı Ziya Bey idi. Diyarbakır tamamen Kürt ve Ermeni toprağı içerisinde
kalan bir Türk beldesidir ve en fanatik liderlerinin tartışılabilir sınır bölgelerinden geldiği milliyetçi
hareketlerin karekteristiğidir.
Ziya Bey’in gurubu Osmanlı edebiyat dilini Arapca ve Farsça kökenli kelimelerden
temizlemeğe ve bunların yerine Osmanlı edebiyatında asla itibar görmemiş olan eski Türk
kelimelerini koyma hareketini başlattı. Bu hareket hayalî bir gayeden ibaretti, zira Türkçe’ye edebî
şekil ancak yabancı kelime, deyim ve ritimlerin kabul edilmesiyle sağlanabilmişti. Avrupa’da
kaybolmaya yüz tutmuş diller hemen hemen eşit zorluk şartları altında canlandı ve bu ‘Sade Türkçe’
hareketi tam bir başarı elde etmeği hedeflemekteydi. Geleneksel ekole bağlı Türk yazarları huzursuz
edildi ve hatta dinî sahada bile Arapça’nın kullanılması kınanarak saldırılarda bulunuldu.
Milliyetçiler Kur’an’ı, Cuma namaz ve hutbesini bile Türkçe’ye çevirmek ve Türk cami
duvarlarındaki Arapca yazıları bile çıkarıp atmak istediler. Fakat bunu proğramlarından çıkarmak
zorunda kaldılar. Çünkü bu proğram tabii Türk düşüncesine ta başından beri ters bulunmaktaydı.
Türk Milliyetçiliği’nin bu safhası 1909’dan 1912–1913 Balkan Savaşına kadar devam etti.
Türk Milliyetçiliği Avrupa’nın, şimdiye kadar yapı itibariyle politik olmayan, dil bilime ait
milliyetçiliğinin kuramsal bir taklidiydi. Bizim bu milliyetçilik hakkındaki temel bilgimiz, Selanikli
bir Yahudi1 olan ve asıl ismi Albert Cohen iken müstear isim kullanarak asıl adını gizlediğine
inanılan, Tekin Alp tarafından yazılan Türkismus und Pantürkismus adlı yazıya1 dayanmaktadır. Bu
çalışma hareketin yapay kökenlerini ve başarı ümidini ortaya koymaktadır. Selanikli Yahudiler
İttihat ve Terakki Komitesi’nden ayrı düşünülemezler. Ayrıca onlardan hiç biri İttihat ve Terakki
Komitesi’nin gözünde teveccüh kazanabileceğini ummadığı sürece Pan-Turanizm’e bu kadar candan
bağlanmayacak ve ona destek çıkmayacaktır. Cohen kendisini, Macaristan’daki Yahudilerin
kendilerini Magyarlaştırma ile bir tuttukları gibi, Türkiye’deki idareci ırk ile bir tutmayı politik
olarak değerlendirir. Fakat yazmış olduğu kitap dikkatlice ele alınmalıdır, zira her ne kadar bu kitap
İttihat ve Terakki Komitesi’nin Pan-Turancılık fikrini benimsemesinden sonra yazılmışsa da
içeriğinin İttihat ve Terakki Komitesi’nin politikasını ne kadar (tabiiki varsa) ihtiva ettiğini belirtmek
mümkün değildir. Genel olarak ‘Tekin Alp’’i Ziya Bey kuramcı ekolünün temsilcisi olarak
düşünmek ve İttihat ve Terakki Komitesi’nin Pan-Turancılığını ise Balkan Savaşı’ndan sonra takip
etmiş oldukları politikaları ışığında değerlendirmek daha emin olacaktır.
BALKAN SAVAŞININ TESİRLERİ
Balkan Savaşı Pan-Turancılığı uygulanabilir bir politika yaptı. Bu felaketin şoku önceki
yılların akademik hareketinin etkilemiş olduğu çevreden daha geniş bir çevreye tesirde bulundu ve
tüm münevver Türkler arasında milli bir yapılanma hususunda gerçek bir arzu uyandırmış
gözükmektedir. Eğitimi, fiziksel kültürü, kadının hürriyetini elde etmeği ve daha başka müsbet
gayeler için, Anadolu, Kafkasya ve Türkistan’da mahalli şubeleri olan, birçok cemiyet kuruldu ve o
andan itibaren devlet bu cemiyetlere destekte bulundu. Evkaf Nezareti mevcut milli okulların
çoğalması için fonlarından bağışlarda bulundu. Dinî eğitim veren medreselerin yeniden
şekillendirilmesi için proğram hazırlandı. Ayrıca mevcut savaş sırasında hükumet daha önce şeriatin
hâkim olduğu sahaları sivil yargılama altına alacak hukukî reformları ülke sathında yaymak suretiyle
mevcut bütün dinî teşkilatlara meydan okudu. Bunun üzerine Şeyhulislam istifa etti, fakat aktif bir
‘ittihatcı’ olmakta ki zaten öteden beri öyleydi, devam etti. Bu durum ise kendisinden sonra gelen
Şeyhulislam tarafından kabul edildi. Bu resmî protestonun dinî teşkilatın mütevazı üyeleri arasındaki
memnuniyetsizliğe emniyet sübabı olacağını hesaplayarak, her ikisinin de Devlet ile işbirliği
içerisinde olması mümkündür.1 Bütün bu faaliyetler, sade bir Türk lisanı için verilen mücadele gibi,
Avrupa’dan esinlenmişti. Fakat daha salim cinstendiler. Osmanlılar, Türkiye’yi savaşta mağlub
etmeğe muktedir oluncaya kadar dâhili reformlar yaparak kuvvetlerini artırmış olan, Balkan
Devletleri örneğinden etkilenmiş gibi gözükmektedirler. Maalesef bu devletlerden aynı zamanda
diğer bir fikri-kaybettikleri toprakları geri alma fikrini de aldılar. Tekin Alp şöyle der:
“Benim gibi Makedonyalı olan gözlemciler ve yine benim gibi Bulgar, Yunan,
Sırp ve
Vlachların eski toprakları tekrar ele geçirme propağandasının
mahrem bilgisini elde etmenin
geniş fırsatına sahip olanlar bu milli idealin önemini takdir edebilecek durumdadırlar ve böyle bir
gaye için en büyük
tehlikeleri göze almak ne kadar tatlı ve ilham vericidir.”
Tekin Alp, Balkan Savaşından önce, milli birlikleri adına çalışmak için herşeyi kurban eden
Mekedonyalı Hristiyan bir kaç gencin hayat hikâyesini anlatır. Bu, şüphesiz, Tekin Alp’in basitce
şahsî felsefesini temsil edebilirse de Balkan Savaşının bu doğrultuda Türkiye’de de mevcut olduğu
gibi bu tür kamuoyuna tesir ettiği muhtemelen gerçektir. 1912-1913’lere kadar devam eden yüzyıl
esnasında Türkiye’nin ağırlık merkezi fiili olarak Avrupa’dan Anadolu’ya kaydı. 1913 yılından
sonra milli şuurda benzer bir değişiklik vardı. Türk milleti Avrupa’da hâkim ırk olma geleneğinden
vazgeçip Anadolu’daki gözükmeyen kendi imkânlarını geliştirmeğe karar verdi ve ayrıca Osmanlı
sınırları dışında kalan Türk ırkının dağınık boylarını kendine cezbetmek suretiyle elden çıkan
yabancı tebaları bir araya toplama hırsını duydu.
İTTİHAT VE TERAKKİ KOMİTESİNİN POLİTİKASI
Kaybedilen toprakları tekrar elde etme duygusu Ziya Bey gurubununun dil alanındaki
reformlarına yeni bir ehemmiyet kazandırdı; çünkü hususi Arapca ve Farsça kelimelerden arındırılan
ve seçme öz Türkçe kelimelerle takviye olunan, Osmanlı edebiyat dili yaşayan muhtelif Türkçe
lehceleri konuşanların tümü arasında milletlerarası bir dil haline gelebilir. Pan-Turancı hareket bu
haliyle tamamen politik alana kaymaktaydı ve bu safhada İttihat ve Terakki Komitesi tarafından
üstlenilmişti. İttihat ve Terakki Komitesi başlangıçta milliyetçi değildi, çünkü Osmanlı İmparator luğunun milliyet problemlerini tümüyle görmezlikten gelmişlerdi. Onların temel gayeleri, özellikle
Avrupa’da olmak üzere, Osmanlı İmparator luğunun bütünlüğünü muhafaza etmekti ve bu konuda
Abdülhamid ve Türkiye’nin daha önceki idarecileriyle hemfikirdiler. Fakat sadece kullanılacak usul
konusunda ihtilaf içerisindeydiler, zira Abdülhamid dâhilde istibdadın, Avrupa güçleri arasında ise
denge siyasetinin tatbikini benimserken İttihat ve Terakki Komitesi ise Türkiye’nin en iyi
güvenliğinin dâhili metanetle ve en iyi metanet kaynagının ise politik hürriyet olduğuna kâniydi.
Bunların hürriyet fikirleri Fransız İnkılâbından kaynaklanmaktaydı. ‘Hürriyet, müsavaat ve uhuvvet’
ilan olunacak; tıpkı Picardların, Marsilyalı ve Alsaslıların 1789’dan sonra Fransa Cumhuriyetine güç
verdikleri gibi İmparator luğun tüm ikamet edenleri de hür bir Osmanlı vatandaşı olarak Devlete güç
verecekler ve Milliyet problemi ise kendiliğinden hallolacaktı.
Bu durum 1908’de Anayasanın ilan edilmesinden sonraki ilk altı hafta içerisinde gerçekten
tahakkuk etti. Değişik inanca ve ırka sahip olan insanlar caddelerde birbirlerine sarıldılar. Fakat daha
sonra bunlar birbirlerinden ayrıldılar ve yeni rejimi kendi çıkarları için nasıl kullanabileceklerini
düşünmeğe başladılar. Tüm Balkan milletleri liberal Türkiye teklifini reddettiler ve Türkiye’nin
zararına da olsa kendi birlik ve bagımsızlıklarını elde etmenin ilk fırsatını yakalamaya çalıştılar.
Araplar, Ermeniler, Rumlar ve Anadolulu Yunanlılar gibi diğer milletler ise Osmanlı devletinden
ayrılamnın imkânsız olduğunu anladılar, fakat Osmanlı Devleti içerisinde kendi milli ferdiyetlerini
savunmanın tedbirlerini aldılar. Araplar yeni mecliste ana muhalefeti oluşturdular; Ermeniler
federasyon bir idareye bağlı olma arzusunu taşıdılar ve bundan dolayı mecliste İttihat ve Terakki
Komitesi ile işbirliğinde bulundular. İttihat ve Terakki Komitesi merkezî yönetime karşı çıkmayan
ve Osmanlı Devlet idealine ters bir siyasî fikir taşımayan tek unsurun Türkler olduğunu gördü.
Bundan dolayı da tekrar Türk milliyetçililiğine müracaat ettiler ve Türkleştirme faaliyetini kendi
hedeflerine ulaşabilmenin tabii bir vasıtası olarak gördüler. Balkan Savaşı’ından sonra
Türkleştirmeyi proğramlarına koydular. Fakat buna nasıl bir yer verdiklerinin yakinen incelenmesi
ehemmiyet arzeder.
AVRUPA SAVAŞIN’DAN TÜRKLERİN BEKLENTİLERİ
Yukarıda izah edildiği gibi Türk Pan-İslam versiyonu iki genel fikir ihtiva eder: (a) Osmanlı
İmparator luğu içerisindeki Türk milletini arındırmak ve kuvvetlendirmek ve (b) Osmanlı Türkünün
dünyadaki diğer Türklerle irtibatını sağlamak. Bu hedefler önce özel bir ‘münevver’ gurup
tarafından kültürel sahada tatbike konuldu ve barışcıl propağanda ile de geliştirildi. 1913 yılından
itibaren ise bunlar siyasi bir veche kazandı ve İttihat ve Terakki Komitesi’nin proğramında yeraldı.
Fakat Ziya Bey’in taraftarları için Pan-Turancılık kendi içerisinde bir gaye iken İttihat ve Terakki
Komitesine göre ise bu sadece bir vasıta idi. Pan-Turancılıkla, mücadele halinde olan, Pan-İslamizm
gibi hareketlerden, eğer bu hareketler onların ihtiyaçlarını hala karşılayabilecek durumdaysalar
vazgeçmeyeceklerdir. Ayrıca Suriye, Mezapotama ve Arabistan’da fayda sağlamadığı gibi, yarar
sağlamadığı şartlar içerisinde de, bunun üzerinde ısrar etmeyeceklerdir.
Akademik Pan-Turancılık ile İttihat ve Terakki Komitesi’nin Pan-Turancılığı arasındaki
1
tezatlar şu şekilde özetlenebilir:
(a) Ziya Bey gurubunun ilk hedefi Türk dilini ve kültürünü
(özellikle Arapca’dan olmak üzere) yabancı tesirlerden
arındırmaktı. Bu gayeyi mantıkî
neticesine ulaştırabilmek için de İslam’ın en sağlam bazı yargılarını (prejudice) yok etmeğe
hazırdılar.
İttihat ve Terakki komitesi’nin ilk gayesi yabancıların mülk edinmesi (extra-territoriality)
Osmanlı Devletini, Osmanlı maliyesine yapılan dış müdahele, demiryolları, ham maddeler ve eğitim
sahalarında, (başta Avrupa’nınki olmak üzere) yabancı tesirinden kurtarmaktı. Kuramcılar İslam’a
karşı koymaya cesaretini gösterdiler; İttihat ve Terakki Komitesi ise böyle davranmakta çok daha
ihtiyatlı hareket ettiler, fakat öte yandan Avrupa’ya karşı koydu. Avrupa Birliği dağılınca savaşa
girdi ve kapitülasyonları feshetti. 1916’da, bir yıl gecikmeli olarak, bankalarda, gazetelerde,
tramvaylarda, demiryollarında, gemi şiriketlerinde, özel firmaların muhasebesinde ve çok zayıf da
olsa kamu veya resmi karekter taşıyan yerlerde Türkçe’nin resmi dil olarak kullanılması için ‘dil
kanunu’ çıkarttılar.
(b) Kuramcılar Anadolu’daki Türk milliyetini eğitim ve sosyal reformlalarla
güçlendirmeği
önerdiler. İttihat ve Terakki Komitesinin metodu ülkeye yayılmış olan Türk olmayan (önce
Ermeniler sonra da Yunanlı) milliyetleri yok etmek ve bunların
arazilerini ve evlerini
(1912–1913 yıllarında kaybedilen
topraklardan gelerek iltica eden kısmen Türk, kısmen Balkan
yarımadasından gelen Slavlar ve kısmen de Yunanca konuşan
Girit’li Müslümanlardan
oluşan) ‘muhacirler’e vermek olmuştu.
Katliama sevkeden diğer bir saik ise savaşı Türk halkı
arasında, onları Ermeni yağmasiyle doyurarak -ki bu tamamiyle
muvakkat ve fırsatçı bir
gayedir- popüler yapabilmekti ve
bunlar aynı zamanda, kuramcıların kendisine karşı savaş ilan
etmiş olduğu, Müslümanların gericilik arzeden fanatizm ruhuna
müracaattı.
(c) Tekin Alp Osmanlı Türkü’nün siyasi idealini Emperyalizmden
Irredentizm (kaybedilen
toprakları yeniden elde etme ideali ne), Avrupa’daki yabancı Hristiyan milliyetler üzerindeki
yönetimi bırakarak Rusya ve Orta Asya’da yaşayan birbirine
akraba
olan
Türk
halklarını “özgürlüğe kavuşturma”ya çevirmeğe çalıştı.
İttihat ve Terakki Komitesine göre bu daha ziyade nicel bir problemdir. Balkan Savaşı’nda
Avrupa sınırlarında toprak, nüfus ve askeri itibar kaybına uğradılar. Avrupa Savaşı’nda ise bu
kayıplarını Asya ve Afrika’da mukabil kazançlarla tazmin etmeği veya en azından dengelemeği
umdular. Ermeni soykırımı için dördüncü saik ise Ermenistan’ın Anadolu Osmanlı Türkünü kuzey
İran ve Rus Kafkaslarındaki Tatarlardan ayıran yabancı bir blok olmasıydı.
PAN-TURANCILIK VE PAN-İSLAMİZM
İttihat ve Terakki Komitesi’nin fırsatçı bir yapıya sahip olduğu, bir birine taban tabana zıt
olan, Pan-Turancılık ve Pan-İslamizm hareketlerinin her ikisini de aynı zamanda kullanmaya
teşebbüs etmiş olmasında açıkca görülür. İttihat ve Terakki Komitesi ne Pan-Turancı ve ne de Panİslamcı olmuştur, fakat sadece her ikisini de istismar etmiştir.
Pan-İslamizm gerçekten dinî bir öğreti değildir. Eğer öyle olsaydı Pan-Turancılıkla bu denli
birbirine uyumsuzluk içerisinde bulunmazlardı. Pan-İslamizm ve Pan-Turanizm Osmanlı İmparator luğunun hududları haricindeki gücünü artırmak için bir birine rakip olan siyasî proğramlardır.
On dokuzuncu yüzyılda görülen İslam’daki dinî canlanmanın çoğu Osmanlı karşıtı olmuştur.
Necid’de doğan Vahhâbîler ve Mısır-Sudan’ındaki Mehdîler, bunların her ikisi de Türklere, Franklar
ve kâfirlerden bir parça daha iyi oldukları gözüyle bakmışlardır. Senûsî ise Istanbul’un kendisine
ilişmemesi için Libya çöllerine çekilmiştir. Burada şunu da belirtmek gerekir ki tüm bu hareketlerin
destekcileri, silah zoruyla, Osmanlı veya İngiliz kontrolünden kurtulmuş olan (a) Araplardan, (b)
bedevilerden ve (c) bağımsızlığını kazanmış milletlerden oluşmaktaydı. Osmanlı Pan-İslamizm
öğretisi, diğer taraftan, İngiltere, Fransa ve Rusya gibi Avrupa Devletlerinin idaresi altında bulunan
yerleşik ve medenî Müslüman nüfuslarına da uygulanmıştır. Bu nüfuslar, kendilerinin de olmasını
arzu etmek için, yeterince Avrupaî kuruluş görmüşlerdi. Uluslararası siyasette, bağımsız bir rol
oynayan kendi kendini yöneten milletler olma arzusunu duydular ve Müslüman bir devlet olarak
kendi ideallerini idrak ettiğine inandıkları Türkiye’ye gıptada bulundular. Sahte Avrupa görünümü
altındaki Türkiye’nin zayıflığını ve düzensizliğini görebilmeleri için kendilerine yeterli malumat
verilmemişti. Türkiye’de sadece kendilerinin ulaşmak istediği modeli, İslam milletlerinin siyasî
geleceğinin mevcut garantisini gördüler. Çünkü İslam teorik olarak dinî bir cemiyet olma yanında
aynı zamanda siyasî bir cemiyettir. Halife tüm Müslümanların hem dünyevî ve hem de dinî lideridir.
Bu siyasî birliğin Peygamber Muhammed’in vefat ettiği yüzyıl içerisinde dağılmış olduğu ve bir
daha da tekrar tümüyle ihya olunmadığı bir gerçektir. Şayet Halife bu evrensel gücü
uygulayamayacak olursa böyle bir durumda en iyi çözüm yolu, dünyanın diğer hükümdarlarına
arzularını hissettirecek kadar kuvvetli, bağımsız bir hükümdar olmasıdır. Bu şart ise ancak
Istanbul’da bulunan Sultan-Halife tarafından yerine getirilebilir, çünkü Osmanlı İmparator luğu
Abbasilerin yıkılmasından itibaren mevcut olan en kuvvetli ve uzun ömürlü İslam Devleti olmuştur.
Bu yolda siyasî propağandada bulunulabileceği noktası Abdülhamid tarafından idrak olunmuş ve
onları bu noktada zekice istismar etmiştir. Daha ziyade yabancı ülkelerdeki Müslümanların
yaptıkları ianelerle inşa olunmuş olan, Şam-Medine arasındaki stratejik öneme haiz Osmanlı demir
yolu bu diplomasinin iyi bir örneğidir ve bu diplomasi İttihat ve Terakki Komitesi tarafından devam
ettirilmiştir. Örneğin Trablusgarb’da Osmanlı idaresi Italyan işgalinden önce burada yaşayan, yerli
halk tarafından, taciz edici yabancı baskısı, olarak değerlendirilmiş; fakat daha sonra Enver Paşa
yerli ahalinin sempatisini kazanmayı başarmıştı. Libya halkı artık Türkleri Avrupalı istilacılara karşı
tabii müttefik olarak görmektedirler. Senûsî bile Avrupa savaşı sırasında Enver Paşa ile işbirliğinde
bulunmuştu. Asya’da ise İttihat ve Terakki Komitesi İngiliz veya Rus esaretine düşmüş Müslüman
milletlerin kurtarıcısı rolüne bürünmüştü. Afganistan Emirine, tarafsızlık döneminde kendisini
oldukça müşkil bir duruma sokmuş olan, bir heyet gönderdiler. İran’ın işgal etmiş oldukları batı
kısmında İranlı milliyetçileri kendilerine silahlı destekde bulunmaları yolunda iknaya çalıştılar.
Türkiye, İran ve Afganistan arasında İslam Devletlerinin siyasî bağımsızlıklarına dayanan üçlü bir
ittifak oluşturmayı önerdiler. 1914 Ekiminde Şeyhulislam tarafından Halife adına ilan edilen Cihad-ı
Ekber daveti, Türkiye‘nin askerî mağlubiyetlere maruz kalmasından dolayı, büyük bir fiyasko ile
neticelendi. Önceden tasavvur olunan Pan-İslam politikası Osmanlı askerî prestijidir. Eğer Türk
ordusu muzafferane bir şekilde Tiflis, Kahire ve Tahran’a girmiş olsaydı ve eğer müttefikler
Istanbul’u tehdit etmemiş veya Bağdat’ı ele geçirmemiş bulunsalardı o zaman Pan-İslamizm
kapsamlı olarak askerî ve siyasî tesirlerde bulunabilirdi. Fakat bugün bile Pan-İslamizm iflas etmiş
durumdadır.
Fakat bu Pan-İslamik propağanda Pan-Turancı fikrin mantıkî neticesi olarak tesirsiz kalmaya
mahkûmdu. Şayet Osmanlı İmparator luğu büyük İslam Gücü yerine Türk Milli Devleti rolünü
benimserse ve eğer bu değişikliğe sebep olan parti Türk Milliyetçiliği ve İslam’ı kesinlikle uzlaşmaz
olarak değerlendirirse o takdirde Türkiye ile diğer devletlerin Müslüman tebaları arasındaki moral
bağlar bu suretle kesilebilir. Ayrıca Türkiye’de bulunan Türk olmayan Müslümanlar için İngiltere,
Fransa veya Rusya’dakinden daha fazla bir kurtuluş yoktur ve ayrıca İttihat ve Terakki Komitesi’nin
onlar üzerinde teessüs etmiş devletlerinden daha fazla olarak bir iddiası bulunmamaktadır. İttihat ve
Terakki Komitesi bu durumu çok iyi bir şekilde idrak etmektedir ve ayrıca Pan-İslamizm ile açık bir
tezat içerisinde bulunan Pan-Turancılık inancına kendilerini adamaktan da kaçınmışlardır.
Müttefikler Pan-Turancı yazarların anti-Islâmî ve anti-Arap yazılarını ele geçirdiler, İttihat ve
Terakki Komitesi memurlarının Arap beldelerindeki baskı ve sindirme hareketlerini tesbit ettiler ve
bu malzemeler Arap dünyasında kendileri için oldukca yararlı bir anti-Türk propapağandası oldu.
Fakat İttihat ve Terakki Komitesini, parti veya idare olarak, Pan-İslamik inançlarını şüpheye
düşürecek Pan-Turancı bir proğrama sahip olmakla suçlamak zor olacaktır.
İttihat ve Terakki Komitesinin politikası her iki hareketi de aynı zamanda istismar etmek
olmuştur ve bu iki hareketten Pan-İslamizm kendilerine yurtdışında daha çok fayda sağlamıştır. Öte
yandan dâhilde Pan-Turanizm hareketine büyük bir önem verdikleri de aşikârdır. Alman örneğine
dayanarak Osmanlı İmparator luğunu iyi derecede organize edilmiş askerî bir devlet haline getirme
amaçlarında ortak dinden ziyade ortak dilde tabii olarak daha uygun esaslar bulurlar. Aşağıdaki
paragraf İttihat ve Terakki Komitesi‘nin 1911 Ekimindeki kongresinde ele alınan bir önergede
geçmektedir:
“İmparator luğun karekteri İslam olmalıdır ve İslami teşkilat ve adetlere karşı
saygılı
davranılması teminat altına alınmalıdır. Diğer milliyetlere
teşkilatlanma
hakkı tanınmamalıdır,
zira federasyonlaşma ve otonomi Türk
İmparator luğuna ihanet demektir. Milliyetler
ehemmiyetsiz miktarlardır. Türk
dilinin propağandası, Islâmî üstünlüğü teyidin ve diğer
unsurları asimile
edişin mutlak vasıtasıdır.”
Bu durum İttihat ve Terakki Komitesi’nin dâhili politikasında bu iki hareketi nasıl
birleştirmeğe çalıştığını ve vurguladığını gösterir. Teba milliyetler ana dillerini değil ama dinlerini
muhafaza edebilirler fikri, İslam dinini kabul etmeleri üzerine Arnavutluklu ve Bosnalı asılzâdelere
sadece dillerini değil fakat aynı zamanda mallarını da koruma müsâdesinde bulunan, ilk Osmanlı
fatihlerinin geleneksel politikasının tamamiyle tersidir.
TÜRK İRREDENTİZMİNİN BEKLENTİLERİ
Diğer taraftan, Osmanlı İmparatorluğu sınırları dışında kalan Türk nüfusu arasında PanTurancı propağandanın mümkün olurluğu gözönüne alındığında, Pan-İslamcı fikre her hangi bir
şekilde zararlı olan bir politikayı hiç bir Osmanlı Hükumetinin takip etmeyeceği düşünülebilir. Yine
şuan için eğer dağınık bir halde bulunan Türk ırkına mensup boyların (hâlihazırda imkân dâhilinde
olmayan) siyasî birlikleri fiili olarak mümkün olabilirse, bu Osmanlının elde edeceği askerî
zaferlerle değil, fakat Rusya’nın dâhili parçalanması ile mümkün olacaktır. Rusya’nın parçalanması
esasen Tekin Alp tarafından beklenmiştir ve bu beklenti onun irredentizm proğramının ön
beklentisidir. Fakat O, Rus Ihtilalinden önceki yazılarında, bu parçalanmanın dışarıdan gelecek olan
Türk ve Merkezî Kuvvetlerin orduları ile gerçekleşeceğini düşünmüştür. Aşağıdakiler Türkiye
dışındaki Türkçe konuşan nüfusun önde gelen guruplarıdır:
(a) Kazan Tatarları (yaklaşık 1 1/6 milyon)1
Bunlar Nizni Novgorod ve Samarra arasında Volga’nın orta ciheti boyunca
meskûndurlar. Burası batıda Büyük Ruslarla ve kuzey ve güneyde ise Finli kabilelerle 1 çevirili
olarak tamamiyle izole edilmiş bir belde durumundadır. Bunlar aynı zamanda Ruslar ve Kazanlarla
birbirlerine karışmış durumdadırlar. Üç yüzyıldan fazla bir zamandır Rus idaresinde
bulunmaktadırlar ve İslam ile Hristiyanlık arasındaki engel burada, dünyada başka bir yerdekinden
daha başarılı bir şekilde kırılmış haldedir. Kazan Tatarları müreffeh ve eğitimli bir toplumdur.
Rusya’daki diğer Türkçe konuşan guruplar bunların önderliğini takip etmeğe yönelmişlerdir ve
Tatarların yazılı basını nüfuzlarını geniş bir şekilde İslam dünyasına yaymış durumdadır. Bir
Osmanlı-Türk irredentist hareketi olarak Pan-Turanizmin başarısı veya başarısızlığı daha ziyade
Kazan Tatarlarının bu harekete karşı takınacağı tavra bağlıdır ve bu da Rusya’nın siyasî yönden
gelişmesine istinad eder.
Kazan Tatarları Balkan Savaşı sırasında Türkiye’ye Kızıl Haç çalışanları gönderdiler ve
yardımda bulundular. Fakat göstermiş oldukları sempati muhtemelen siyasî bir veche kazanmadı.
Coğrafya ve maddî menfeatler kendilerini Rusya’ya bağlı kılmıştır. Muhafazakâr yapıları üç
yüzyıldır idareleri altında yaşadıkları bir devletten şiddete başvurarak ayrılmalarına engel olacaktır.
Buna rağmen tabii olarak, özellikle Rus olmayan milletlere karşı takip etmiş olduğu politikasından
dolayı, Sezarist rejime muhalefette bulunmuşlardır. Ihtilalden önceki bakış açıları aşağı yukarı
Cadet’lerinki gibiydi.1 Fakat ne Cadetlerin takip ettiği anti-milliyetçi politikasını ve ne de, Finlilerin
ve Ukranyalıların, bağımsız ve muhtemelen şövenistik devletler vasıtasiyle, Kırım veya Kafkas
Tatarlarından kopararak, kendilerini izole edilmiş hale sokacak olan, aşırı ayırımcılığını benimsediler. Federal Rus Cumhuriyeti içerisinde Kerensky milli otonomi proğramını ilan etmeğe hemen
hemen kararlı gözükmektedirler. Zira, eğer Rusya bu temel üzere başarılı bir şekilde yeniden
teşekkül edecek olursa, dünyanın Türkçe konuşan önemli bir çoğunluğunu (Osmanlı İmparator luğunda muhtemelen 8 milyondan daha az sayıda Türk bulunurken, toplam 27 milyonun aşağı
yukarı 16 milyonunu) barındıran demokratik bir devlet içerisinde Türkçe konuşan unsurun
muhtemel liderleri olarak önlerinde parlak bir istikbal bulunmaktadır.
Bu durumda Osmanlı irredentizmi olumsuz olarak sonuçlanacaktır. Pan-Turanizmin hareket
noktası Istanbul değil, Kazan olcaktır. Anadolu Türklerinin Tatarları Osmanlı İmparator luğuna
cezbetmesinden ziyade Rusya Tatarları Anadolu Türkünü cezbedecektir.
Bu çok arzulanan çözüm, özellikle Rusya’nın göstereceği bir reaksiyon ihtimali ile tehdit
olunmaktadır. Rusya’da merkezileşmiş askerî bir idare ve milliyetlerin sindirilmesi doğrultusunda
yapılacak bir hareket milliyetler arasında bir sauve que peut doğurabilir. O zaman bunlar Osmanlı
İmparator luğunu desteklemeğe yönelmiş olacaklardır ve Osmanlı Irredentizmi de, medeni dünyaya
zarar verici sonuçları ile, rağbet kazanabilecektir.
(b) Kırım Tatarları (200.000’in altında)
Kazan Tatarlarının yolunu takip edeceklerdir.
(c) Batı Sibirya Tatarları (takriben 50.000)1
Kazan Tatarlarının yolunu takip edeceklerdir.
(d) Kafkas Tatarları (2.000.000’un üzerinde)
Bunlar da Kazanların tesiri altında bulunmaktadırlar. Diğer taraftan, bir asırdan daha
az bir zamandır Rusların idaresi altında yeralmaktadırlar. Osmanlı sınırına yakın bir yerde
yaşamaktadırlar. Osmanlı dilini kendilerine edebiyat (gazete ve sair) dili olarak benimsemişlerdir.
Ermenilerden korkmakta ve onlara karşı nefret duymakta Anadolu Türkü ile ortak ilgileri vardır.
1915’de Kafkaslarda Tatarlar ile Ermeniler arasında ırkî bir savaş vuku bulmuştu ve genel olarak
Ermeniler buranın en iyi kısımlarını elde etmişlerdi.
Enver (Paşa) 1914–1915 kışında Kafkasları işgale başladığı vakit Ittihat ve Terakki Komitesi
orduyu takip etmek üzere propağandacılar göndermiş ve Kafkaslar ve Ermenistan’ın Türk kesmini
Osmanlı eğemenliği altında otonom Tatar, Gürcü ve Ermeni milli devletlerini oluşturacak şekilde
taksim etmeği planlamışdı. Osmanlı Ermenilerini, nafile yere, bu planın tahakku için işbirliğinde
bulunmaları hususunda kendilerini iknaya çalıştılar. Her zaman olduğu gibi, Osmanlı ordusu
Kafkaslardaki Tatarlara ait bölgeye kesinlikle gitmedi. Kendileriyle beraber olan tek Rus tebası,
Batum mıntıkasındaki Laz-Gürcü milliyetine ait Müslüman bir kabile olan, Aşarlar (Adshars)
olmuştu.
Kafkaslara Osmanlı Ermenistanının işgal edilen kısımlarına milli otonomi verilmesi fikri Rus
Ihtilalinden itibaren, fakat bu defa Türkiye yerine Rus eğemenliği altında bir federalizm temeli
üzerine kurulmuş olarak, canlanmaya başlamıştı. Tatarlar, Gürcüler ve Ermeniler öteden beri milli
sınırlarının tesbiti konusunda bir birleriyle çekişme içerisindeydiler. Daha evvel Tatarlar ve Gürcüler
daha kuvvetli ve atılımcı bulunan Ermenlere karşı birleşme temayülü göstermişken, şimdi ise,
Gürcüler ve Tatarlar arasındaki münasebetler Batum bölgesindeki Aşarların ve Osmanlının Trabzon
vilayetindeki Lazlar üzerindeki, Gürcülerin ırkî, Ermenilerin ise dinî sebebe dayanan, karşılıklı
iddiaları yüzünden gerginleşirken, Gürcü-Ermeni yakınlaşmasının sözkonusu olması dikkate
şayandır. Fakat bu, mamaafih, sadece geçici bir dönem olabilir. Kafkasya’da milli sınırların tesbiti
kadar önemli olan toprak meselesinde, Ermeni muhalifi geleneksel Gürcü-Tatar işbirliği tekrar
ortaya çıkmaktadır.
Kafkas Tatarları medeniyet bakımından gerici bir tutum içerisindedir. Ayrıca Şia ve Sünnî
mezheblerine bölünmekle de kuvvet kaybına uğramıştır. Rusya’da milli otonomiyi tanıyacak kadar
liberal ve muhtelif milli problemler arasında adaletle hükmedecek kadar güçlü bir idare olması
halinde, Bakü’nün neticede Rusya’nın Türkçe konuşan nüfusunun ve belki de nihaî olarak
dünyadaki tüm Türklerin, siyasî bir merkezini oluşturarak Kazan’ın yerini alacağı tahmininde
bulunulabileceği bir durumda, bu milletler Rusya’ya sadık kalmaya devam edeceklerdir. Kazan
hâlihazırda eski kültürü ile yürümektedir. Fakat Bakü, elindeki petrol kuyuları dolayısiyle, büyük bir
endüstriyel geleceğe sahiptir. Diğer taraftan Kazan, Türk dünyasının en uç kısmında yeralırken,
Bakü ise Türk dünyasının orta noktasında bulunmaktadır. Kazan ve Kırım, Anadolu ve Azerbaycan
ve Merkezî Asya Bloku (Hazar’dan geçen Demiryolu üzerinden) Bakü çevresinde bir daire halinde
sıralanmakta ve kendisiyle kolayca muhabere kurabilmektedirler. Bakü Tatarları şuan bile liderleri
arasında Kazan Tatarlarınınkinden daha kuvvetli şahsiyetler ortaya koymuş gözükmektedirler. Fakat
Bakü’nün şansı Rus federalizminin başarısına bağlıdır. Eğer orada karışıklık veya Rusya’da baskı
devam ederse Kafkas Tatarları kesin bir şekilde, kolaylıkla işbirliğine girebilecekleri, Osmanlı
İmparator luğuna yöneleceklerdir. Çünkü Anadolu Türkleri ile coğrafî yönden hemen hemen irtibat
halindedirler, onların edebî dilini kabul etmiş durumdadırlar ve kültür olarak da onlardan daha ileri
bir seviyeye yükselmiş değillerdir. Bu durumda Osmanlı İmparator luğunun sınırı dışındaki bir
eyaleti gibi yaşayacaklardır. Ayrıca Bakü’nün ekonomik ve kültürel yönden kalkınması birden bire
duracaktır.
(e) İran’da Türkçe Konuşan Nüfus
Türkçe konuşan kabileleri Kazan, Kafkaslar ve Anadolu’ya taşımış olan
milâdî on birinci ve on üçüncü asırlar arasında vuku bulmuş olan, Orta Asya göçleri mezkûr yerelere
ilaveten Türkleri aynı zamanda, özellikle daha kuzey batıda kalan, Azerbaycan vilayeti olmak üzere,
Merkezî Çöl’ün kuzeyindeki İran kasabalarına ulaştırmıştır.
İran’daki bu Türkçe konuşan nüfus hâlihazırda Türk milliyetçiliği şuuruna varmış değildir.
Bunlar, Anadolu Türkleri gibi, Sünnî değil, fakat İranlılar gibi, Şiîdirler. Tekin Alp bunların hala
yazım dilinde Farsça’yı kullandıklarını ve Farsça gazete okuduklarını ifade etmektedir. Öte yandan
Azerbaycan’ın başkenti Tebriz İran Milli hareketinin merkezi durumundadır.
Tekin Alp Azerbaycanlılara ‘Türk ruhu’ kazandırmak arzusundadır ve bu hareketin İran’a
dâhilî yönden kuvvet kazandıracağını isbata çalışmaktadır. Bu fikir İran Milliyetçiliğini
parçalayacak ve İranlıları Osmanlı İmparator luğu ile tam bir düşmanlığa sevkedecektir. İttihat ve
Terakki Komitesi böyle bir hatada bulunmuşluk işareti göstermemektedir. Savaş sırasındaki
politikaları İran’daki İran Milliyetçilerini desteklemek ve bunları İngiliz-Rus rejimine karşı tahrik
etmek şeklinde olmuştu. Ayrıca, Osmanlı İmparator luğu ile ittifak oluşturacak ve dolayısiyle
Osmanlı hegemonyası altına girecek olan, İngiliz-Rus kontrolünden kurtulmuş, güçlü bir birleşik
İran oluşturmaya çalışmışlardı.
Hadiselerin hâlihazırdaki ters-yüz olmuşluğuna rağmen, İttihat ve Terakki Komitesi küçük
de olsa bir pay elde etmeğe ve Türkçe konuşan nüfusunu İran’dan koparmaya çalışabilir. Osmanlılar
her zaman için Azerbeycan’ı ele geçirmeği arzu etmişlerdir. On altıncı ve on yedinci asırlarda
burasını birden fazla defa işgalde bulunmuşlar ve 1914–1915 kışında, Kafkas’yaya saldırılarını fırsat
bilerek, bir kaç hafta içerisinde ülkenin her tarafına yayılmışlardı.
İran Milliyetçiliğinin kuvvet kazanması durumunda aşırı milliyetçi iç siyaset uygulamasında
bulunması ve Türkçe konuşan azınlığını İranlılaştırmaya teşebbüs etmesi de mümkündür. Böyle bir
durumda Azerbaycanlılar Türk oldukları şuuruna varabilirler ve kendilerini siyasi açıdan İran’dan
ayrılabilirler. Daha sonra da önce, Rus hegemonyasına girmeden evvel İran’a bağlı olan ve Azerbaycanlılardan sadece yapay bir sınırla ayrılmış bulunan, Kafkas Tatarlarına yöneleceklerdir. Azerbaycanlılar ve Kafkas Tatarları neticede, ya Osmanlı İmparator luğu veya Rusya’ya doğru olmak
üzere, aynı yöne dönmek mecburiyetindedirler.
(f) Afganistan’da Türkçe Konuşan Nüfus
Hindikuş ve Amuderya arasında bulunan Afganistan kasabaları yoğun olarak Türk nüfusu ile
meskûndur. Bunlar daha evvel Hîve ve Buhara gibi bağımsız Türk (Özbek) hanlıkları halinde
bulunmaktaydılar. Bunlar Afganistan tarafından sadece 1850–1859 yılları arasında iltihak
olunmuşlardır. Buralardaki durum İran’daki durumla aynıdır. Pan-Turancı kuramcılar Özbekleri
Türk milliyeti düşüncesine sevketmek arzusunu taşıyabilirler. İttihat ve Terakki Komitesi Afganistan
Devleti’ni Osmanlı siyasî yörüngesine çekmeği tercih edeceklerdir.
(g) Orta Asya Türkleri (12 milyonu Rus idaresi altında olmak üzere yaklaşık 13 milyon)
Türkçe konuşan Orta Asya, Büyük Rusya bölgesinden daha geniş ve hemen hemen
Amerika’daki İngilizce veya Ispanyolca konuşulan bölge kadar vasi olup, dünyada bütünlük arzeden
en geniş dil bölgesidir. Kabaca ifade etmek gerekirse batıda Volga ve Hazar denizi ile, kuzeyde
Sibirya ötesi demiryolu ile, doğuda altay dağları ile ve güneyde Kwen-Lun ve Pamirlerle çevrilidir.
(Çin veya doğu Türkistan’ın) Tarim havzası müstesna tümü Rusya’ya ait bulunmaktadır.1 Türkçe
konuşan nüfusunun bütünlüğü sadece kuzeyde Kazak sakinleri, Farsça konuşan Tacikistan köylüleri
ve Amuderya ve yukarı Si Derya şehir halkı tarafından kesintiye uğratılır.
Bu bölge dâhilinde büyük eknomik ve kültürel farklılıklar mevcuttur. Ural bölgesindeki
Başkirler göçebe hayatından tarım hayatına geçiş halindedirler. Bunların güneyindeki Kırgızlar ise
hala göçebe hayatı yaşamaktadırlar ve geniş siteplere dağılmış durumdadırlar. Hazar Denizi ötesi
kasabalardaki (Rus istilasından kurtulan) Türkmenler ise sadece göçebe değil, fakat aynı zamanda
cesaret duydukları takdirde çapulculukta da bulunabilecek olan kimselerdir.1 Diğer taraftan doğuya
doğru, ırmak boyunca, oldukca kesif bir tarımsal nüfus mevcuttur. Ruslar geçen elli yıl içerisinde
Ferghana, Semerkand ve Taşkent’de, büyük bir sulama imkânı vücuda getirdiler ve pamuk ekimini
başarılı bir şekilde geliştirdiler. Avrupa teşkilatının henüz imdadına yetişmediği, Çin Türkistanı’nda
ise tarım, bu gelişmenin aksine olarak, rüzgâr ve kuma karşı mağlubiyet savaşı vermektedir.
Bu farklılıkları tersine çevirmek için, birlik oluşturacak güçlü faktörler -yani ortak bir dil,
ortak bir din (zira bu bu nüfusun tümü samimi Sünnîdir), ortak yönetim ve Rus istilasının
getirdiğinden çok daha iyi bir muhabere, mevcuttur. Mesela, Türkistan’ın kalbini oluşturan,
Amuderya ve Si Derya boyunca yayılan kasabalar şimdi, Orenburg’dan Kırgız Steplerini aşarak
Taşkent’e uzanan Rus demiryolu vasıtasiyle, Kazan ve Hazar’ı aşan demiryolu ve yine Hazar
Denizi’ni geçen buharlı gemi seferleriyle, Bakü’yü, direk olarak bir birine bağlamaktadır.
Orta Asya’daki Türk Milliyetçiliği Rus Ihtilalinden önce son derece ehemmiyetsiz bir
durumdaydı; fakat Ihtilal onu kaçınılmaz hale soktu.
Ihtilalin burada meydana getirmiş olduğu tesir konusunda çok az bir malumata sahibiz.
Otonom Hîve ve Buhara hanlarının, Hanlardan bir takım yetkiler alabilmek için, isyanda bulunmuş
olduklarına dair söylentiler mevcuttur. Dinî isyanların vuku bulması daha muhtemeldir. Rus
istilasından önce Orta Asya Sünnî fanatizminin kötülük merkeziydi. Şimdiye kadar direk olarak Rus
idaresi altına girmemiş olan Hîve ve Buhâra’nın hala fanatik bir yapı içerisinde bulunması
muhtemeldir. Burada patlak verecek bir olay tüm bölgenin alev almasına sebep olabilir. Rusya’nın
kısımlar ayrılması halinde Orta Asya Rusya’dan ilk kopan parça olacaktır. Taşkent ve Hazar’dan
geçen demiryolu ile irtibatı kesecektir ve uzanan sarp bir step ve çöl ile Rusya’dan tecrid
olunacaktır. On dokuzuncu yüzyılda mezkûr bölgeyi aşamak ve gerisinde bulunan kasaba ve
beldeleri istila edebilmek Sezarist yönetimin yirmi yılını almıştır. Avrupa Savaşı ve Ihtilal
dolayısiyle parçalanan bir Rusya yeniden istilada bulunma hareketini, daimî olarak değilse bile,
süresiz olarak tehir etmiş olabilir.
Bundan dolayıdır ki Rusya’nın ‘parçalanması’ Orta Asya’da Osmanlı Irredentizmine Türkçe
konuşulan herhangi diğer bir bölgede olandan çok daha fazla fırsatlar bahşeder. Orta Asya’da PanTuranizm ve Pan-İslamizm birbiriyle çatışma içerisine düşmezler. Zira nüfusun tümü Türktür ve
yine nüfusun tümü Sünnîdir. Ayrıca şuan için buraları hâkimiyetinde bulunduran eski bir İslam
Devleti değil, bir Hristiyan fatihidir. Rusya’nın İran ve Orta Asya’dan bir güç olarak silinmesi
halinde Osmanlı diplomasisinin Orta Asya’da, Türk, İran ve Afganistan arasında yapılması
tasarlanmış olan İslamî ittifaka dördüncü bir üye olarak ilave edilecek olan, bir Türk-İslam Devleti
meydana getirmesi yönündeki çalışmasına ortam müsait olacaktır.
Böyle bir ittifak içerisinde yeralacak olan bu devlet Hindistan’ı en ciddî şekilde tehdit eder
durumda olacaktır. Kuzey batı sınırında yeralan İngiliz aleyhtarı kabilelerin gerisinde İngiliz
muhalifi geniş halk kitleleri meydana getirecektir. Ve şayet Rusya dağılırsa, İngiltere bu tehlikeyi
tek başına defetmek zorunda kalacaktır. Bundan dolayıdır ki Orta Asya’daki Pan-Turan problemi
İngiltere’yi, Avrupa’daki durumdan tamamiyle ayrı olarak daimî bir şekilde, Rusya’nın dâhili
gelişmesiyle yakından ilgilenmeğe sevkeder. Türkçe konuşan Orta Asya ya Rusya’nın bir parçası
olarak kalır ve Bakü ve Kazan’a doğru kayabilir veya Rusya’dan kopar ve Istanbul’a doğru
meyleder. Son ihtimal güvenliğimize doğrudan doğruya zarar verici bir durumdadır.
(h) Yakutlar (yaklaşık 250.000)
Yakutlar Lena nehri havzasında, Kuzey Buz Denizi’ne kadar uzanan, geniş bir alana seyrek
bir şekilde yayılmış Türkçe konuşan bir kabiledir. Bunlar yürütülen herhangi bir Pan-Türk hareket
sahasının oldukca dışında kalmaktadırlar. Zira bunlar, birincisi, Müslüman olmayıp putperest veya
ismen Hristiyan kimselerdir, ikinci olarak ise, Türk olmayan -putperest Tunguzlar ve Budist Moğolnüfusların genel kuşağından olmaları dolayısiyle, Türk ırkının diğer boylarından ayrıdırlar.
OSMANLI
İMPARATORLUĞUNDA TÜRKLEŞTİRME HAREKETİNİN
GERÇEKLEŞME İHTİMALİ
Türkiye dışındaki Türkçe konuşan dünya üzerinde yapılacak bir araştırma Osmanlı
irredentizminin ancak Rusya’nın parçalanması durumunda ciddi bir olabilirlik kazanacağını ortaya
koyacak gibi gözükmektedir. Şuan için Anadolu’ya hasrolunmuş olarak gözüken Pan-Turanizmin yani Osmanlının Asya topraklarında bulunan Türk olmayan milliyetlerin Türkleştirilmesinin- diğer
hedeflerinin incelenmesi gerekmektedir.
Türk dili büyük bir hayatiyete sahiptir. Türkçe konuşan milletler her nereye giderse gitsinler
tabiatta izlerini bırakırlar. Dağ, nehir ve şehir isimleri (monoton ve yaratıcı olmamakla beraber) Orta
Asya’daki eski terminolojiyi ortaya koyar temayüldedir. Türkçeyi aile arasında konuşma lisanı
olarak kullanan fethedilen yerlerin ahalisi, böyle olmasına rağmen Türklerle kız alıp vermede
bulunmazlar. Dolayısiyle de ecdatlarının kültürüne ve dinine sıkı sıkıya bağlı kalırlar. Bu durum
savaştan evvel Anadolu’da barış içerisinde vuku bulmaktaydı. Toroslar dağlarında yaşayan
Ermeniler arasında bu hal fiili olarak tamamlanmıştı. Konuşma dilleri Ermenice yerine Türkçe
olmuştu. Kayseri bölgesindeki Yunan yerleşim yerlerinde kullanılan lehce Yunancadan Türkçe’ye
şaşırtıcı bir geçiş derecesindeydi. Amerikan misyonerlerinin yapılmasını münasib gördüğü, Yunanca
ve Ermenice harflerle yazılmış olan, İncil’in ilk tercümeleri Türkçe’ye yapılmıştı ve bu hâdise on
dokuzuncu yüzyılın ilk yıllarında vuku bulmuştu. İttihat ve Terakki Komitesi’nin 1915 baharından
itibaren -önce Ermenilere ve şimdi de Yunanlılara karşı- Anadolu ve Ermenistan’da sürdürdüğü
ırksal yok etme savaşı icra olunmadan da Türk lisanı çok daha evvelden, Ege’den Fırat’a kadar,
Anadolu yarımadasının evrensel konuşma lisanı haline gelmiş olacaktı.
Fakat son katliamlar ve sürgünler sadece Türkçe olmayan lisanları değil, fakat aynı zamanda
Türk olmayan kültürleri de yok etti. Türkçe konuşan veya Anadolu’daki yarı Türkçe konuşan
Yunanlılar ve Ermeniler, dinleri, edebiyatları, eğitimleri, endüstrileri ve iktisâdi yeterlilikleri ile
büyük çapta yok edildiler ve bunların yerleri, muhtemelen yerli Anadolu Türklerinden daha seviyeli
fakat çektikleri cefalar yüzünden gaddarlaşmış ve gönüllü olarak sürgüne gitmelerinden dolayı da
fanatikleşmiş bulunan Avrupa’da kaybedilen Osmanlı eyâletletlerinden gelen, Muhacirler tarafından
dolduruldu. Muhacirler medeniyetin bir faktörü olarak yok olan Yunanlı ve Ermenilerin yerini
dolduramaya yeteri derecede elverişli değildirler. Mezapotamya sürgün kamplarında bulunan
Ermeniler için ülkelerine çok az bir iade şansı varken ülke savaştan sonra muhtemelen Türk
barbarizminin en düşük noktasından harekete geçmek zorunda kalacaktır. Rumeli muhacirleri ile
karışmış bulunan aslen Anadolulu olan Türkler, Türk milli hareketinin üzerinde çalışmak zorunda
kalacağı malzeme olacaktır. Bunun beklentileri nelerdir? Osmanlı Hükumeti Türklerin yaşamadığı
muazzam topraklara Büyük bir Kuvvet kazandırma statüsüne devam ederse beklentiler iyi değildir.
Eğer böyle olursa İttihat ve Terakki Komitesi askerî emperyalizmin ihtiyaçlarını karşılamak için
Anadolu’daki Türk milletini, daha evvel de sürekli feda edilmiş olduğu gibi, kesinlikle feda
edecektir. Şayet Osmanlı Devleti Anadolu’ya bağlı kalırsa bu ihtirasların kırılması mümkündür ve
böyle bir durumda -Halide Edip Hanım gibi kimseler tarafından temsil olunan- milliyetçiliğin yapıcı
tarafının öne çıkması mümkük olabilecektir.
Böyle bir durumda herhangi bir kimse Anadolu’da bulunan Türk Milli Devleti’nin, Balkan
milletlerinin Osmanlı İmparator luğundan ayrılmalarından sonra karşılaşmış oldukları aynı gelişme
akıbetine uğrayacağı kehanetinde bulunabilir. Anadolu Türkünün nihaî olarak Balkan milletlerinden
daha az kabiliyetli olduğunu düşünmek için hiç bir sebeb yoktur. Kendisinde Orta Asya’dan
getirdiği çok az bir hakiki Türk kanı bulunmaktadır. Irkındaki en kuvvetli nesil milâdî on birinci
yüzyılda Selçukluların ülkeyi işgal etmesinden sonra Türkleri birlik haline sokan, buranın en eski
sakinlerini oluşturan Anadolu köylüsüne ait olmasıdır. Eski Anadolu, Yunan ve Roma medeniyetini
asimile etmeğe kadirdi. Soyundan gelenler niçin Modern Avrupa’yı asimile etmesin? Sadece işlem
biraz yavaş olacaktır o kadar. Türkler şimdi bir asır önceki Yunan ve Sırplardan daha geri durumda
bulunmaktadırlar. Ayrıca İslam, Ortadoks Kilisesi’nin Balkanlarda yaptığı gibi, bir milletin
gelişmesine yardımda bulunmaz. Türk milli teşkilatlanmasında ilk yapılması gereken iş geri kalmış
Islâmî geleneklere karşı-’Tekin Alp’’de görülen Avrupaî anti-diniliğin komik taklidi şeklinde değil,
fakat gerçek bir mücadelenin başlatılmasıdır. Eğer bu türdeki yapıcı hareket gerçekten takarrür
ederse o zaman kesin olarak Kazan, Bakü ve Rusya’nın diğer Türkçe konuşan milletleri tarafından
sıcak bir şekilde desteklenir. Aslında savaş sonunda gerek Rus İmparator luğu’nun federe şekle
dönüşmesi ve gerekse Osmanlı İmparator luğu’nun dağılması tahakkuk ederse Rus Tartarları
Anadolu Türklerinin risorgimento’sunda Rusların Balkan Slavları tarihinde oynadığı oyunun
muhtemelen aynı lütufkâr rolünü oynayacaklardır. Bu ise içerisinde Pan-Turancı fikrin
gerçekleştirilmesinin ya muhtemel veya câzib olduğu tek şekildir.
NETİCE
(a) Osmanlı Türkleri Avrupa’da hiç bir milletle ‘Pan-Turancı’ duygu birliği
içerisinde
değildir. İttihat ve Terakki Komitesi’nin
Avrupa
politikası oldukca gayri duygusaldır.
Avrupa’nın azami
faydasını Türkiye’ye sağlamaya çalışıp bu yardımın beraberinde
gelen
Avrupa kontrolünü ise asgariye indirmeği hedeflemek
tedir.
(b) Osmanlı İmparator luğu’nun gücü fiili olarak Anadolu’daki Türk nüfusa istinad eder ve
dünyadaki Türkçe konuşan tüm nüfus
arasında çok aşikâr bir dil yakınlığı mevcuttur. Bundan
dolayı Osmanlılar arasında Türk milli şuurunun uyanması tabiidir ve
bu bilinc de ‘Pan-Türk’
bilinci ile bir arada bulunabilir.
(c) Osmanlılar arasında bulunan milliyetçilik Balkan Savaşı’nın
yarattığı şok ile hız
kazandı. Fakat kuramcı milliyetçilerle
İttihat ve Terakki milliyetçileri arasında ayırım
yapmak
gerekir. İttihat ve Terakki Komitesi Türk milliyetinden ziyade
Osmanlı Devleti
şartları içerisinde düşünür.
(d) Bütün bunlardan başka, İttihat ve Terakki Komitesi Pan-İslamcı
politikasını ne dâhildeki
Türk Milliyetçiliği ve ne de yurt
dışındaki Türk irredentizmi için feda edecek durumdadır.
(e) Türk irredentizmi İttihat ve Terakki Komitesi’nin fiili
politikası haline gelebilmek için
Pan-İslamizm ile çok zaman çarpışma içerisine düşer. Fakat onlar Rusya’nın parçalanması
halinde onu muayyen durumlarda birleştirebilirler.
(f) Rusya’nın ‘parçalanması’ Asya’daki İngiliz menfeatlerine ciddi
bir şekilde zarar verdi.
Onun daimi olma olasılığı daha ziyade
Rusya’nın Türkçe konuşan nüfusunun tutumuna
bağlıdır ve
bunların Kazan’ın eski, Bakü’nün yeni merkezi olmak üzere iki
merkezi vardır.
Bu durumdan dolayı Kazan ve Bakü Tatarlarının
Rusya’nın
dâhili
kalkınmasına
yönelik
politikaları İngiliz
menfeatlerini doğrudan alakadar eder durumdadır.
(g) Osmanlı İmparator luğunun Büyük Kuvvet olmaktan vazgeçmesi halinde
Anadolu’da
gerçek bir Türk milli uyanışı görülebilir.
Böyle bir uyanma halinde ise Rusya’nın Türkçe
konuşan halkları
muhtemelen Rusya’nın Balkan Slavlarına karşı oynadığı aynı
rolü
oynayacaktır. Bu içerisinde Pan-Turancı fikrin tahakkuk ettirilebileceği tek şekildir.
İLAVELER
(a)
Türkçe Konuşan Nüfusun İstatiksel Tablosu1
Yakutlar
Kazan (ve Astrahan) Tatar
Batı Sibirya Tararları
Kırımlı Tatarlar
Batı Rusya ve Sibirya’daki Toplam
Kafkas Tatarları
Başkirler ve Çuvaşlar
Kırgızlar
Türkmenler
Rus Orta Asyasındaki (Çoğu Yerleşik Olan)
Diğer Kabileler
Altay Tatarları
Buhara ve Hive’deki Yerleşik Türk Nüfusu
Buhara ve Hive’deki Göçebe Türk Nüfusu
Çin Türkistanı’ndaki Türk Nüfusu
:
250.000
: 1.500.000
: 50.0001
: 200.000
: 2.000.000
: 2.000.000
: 2.400.000
: 4.692.000
: 290.000
: 2.772.000
?
: 1.000.000
: 500.000
: 1.000.000
Merkezi Asya Bölgesindeki Toplam
: 13.000.000
Osmanlı İmparator luğu (Istanbul ve
Anadolu) : 8.000.000
İran, Afganistan ve Avrupa’da Kaybedilen
Osmanlı Eyâletleri
: 2.000.000
Dünyadaki Türk Toplamı
: 27.000.000
Rus İmparatorluğundaki Türkler
: 16.000.000
Osmanlı İmparatorluğundaki Türkler
: 8.000.000
Diger İdarelerdeki Türkler
: 3.000.000
Dünyadaki Türk Toplamı
: 27.000.000
(b) Kürtler
Pan-Turancı bakış açısına göre menfi bir faktör olarak Kürtler büyük bir ehemmiyete
haizdirler. İran halkından olup Farsça’nın bir lehcesini konuşmaktadırlar. Asıl yurtları İran platosunu
Mezapotamya havzasından ayıran dağlık alanlardadır. Güney doğuya doğru -Lurlar ve Bahteriler
gibi- aynı tabiattaki dağlık yerlerde yaşayan nüfuslarla birleşirler. Büyümeleri genellikle ters veya
kuzey batı istikametinde olmuştur.
Bu büyüme Türk göçleri ile yakından alakalı olmuştur. Türkler, milattan sonra on birinci yüz
yılda, Orta Asya’dan kuzey İran’a gelirken, 3.000 yıldır İran platosunun batı siperlerini işgal etmiş
olan Kürtleri yerlerinden çıkarıp atmadılar. Kürtlerin yaşadığı dağlık yerlerden uzak durarak, Aras
vadisine kadar gelecek şekilde, Azerbaycan’a doğru kuzeye yöneldiler. Bu şekilde Kürtlerle teması
gerektirmeyecek bir yol takip ederek Ermenistan ve Anadolu’ya geldiler. Anadolu hedefleri,
Ermenistan ise anayolları idi. Fasılalı olarak beş asır süren göçlerden sonra, Ermenistan sakinsiz ve
metruk bir halde bulunurken, Anadolu yeni Türk milletinin makarrı haline gelmişti. Bu Kürtler için
bir fırsattı. Kürt kabileler Türklerin yapmış olduğu siperlere yerleştiler ve hemen hemen Kara Deniz
ve Akdeniz’i görecek mesafeye varıncaya değin, tedricen göl şehri Urmia ve Van ile Dicle ve
Fırat’ın yukarı vadilerine kadar uzandılar.
‘Pan-Turancı’ coğrafya açısından Kürtler böylece kendilerine stratejik bir pozisyon
sağladılar. Halep’in kuzey bir noktasından Bagdat’ın doğu noktasına olmak üzere geniş bir alana
yayılarak, bir tarafta Anadolu, Kafkas ve Azerbaycan’nın Türkçe konuşan nüfusu ile diğer tarafta
Arap dünyası arasında hemen hemen daimî bir tampon oluştururlar. Bundan daha önemlisi, Anadolu
(Osmanlı) Türklerinin daha doğuda yaşayan tüm Türklerle münasebetini kesmek için, Ermeniler ve
şimdi Kürt olarak sınıflandırılan dağlık bölgelerde yaşayan Ermeni asıllı muayyen kabileler ile 1 ,
birleşirler. 1915 Ermeni katliamı sırasında bir Türk jandarması Hollandalı bir Kızıl Haç hemşiresine
şöyle demiştir1 : “Önce Ermenileri, sonra Yunanlıları ve daha sonra da Kürtleri öldüreceğiz”. PanTurancı fikir şimdiye kadar İttihat ve Terakki Komitesi’nce Ermenilere muamelede bulunulması için
bir saik iken, bu jandarma âmirlerinin politikasının mantıkî neticelerini ifade etmekteydi.
Diğer taraftan, Osmanlı İmparatorluğu merkeziyetçi veya milliyetçi bir devlet olmaya
başlamadan önce, eski rejim altında, Kürtler Osmanlı idaresinin en sadık ve en teveccühkar
destekcisi olmuşlardı. Ayrıca onların kuzey ve batı tarafına doğru yayılmaları büyük çapta
Osmanlı’nın teşviki sayesinde olmuştu.
Osmanlılar on altıncı yüz yılın başında Ermenistan’ı fethettiklerinde temel gayeleri İran’a
karşı bir engel oluşturmaktı ve bu gayeye Kürt kabileler çok şahane denilebilecek şekilde hizmet
etmişlerdi. Farsça’nın bir lehcesini konuşmalarına ragmen, Kürtler şuan (ve hiç bir zaman) için İran
milli duygusundan bir eser taşımamaktadırlar ve taşımamışlardır. Sosyal bilinçleri kabile ile
sınırlıdır. Kabilesel politikalarının tek hedefi haricî kontrolden kurtulmaktır ve on altıncı ile on
yedinci yüzyıllarda, kuvvetli ve kendisine daha yakın bir mesafede bulunan, İran devleti kabilesel
bağımsızlık konusunda Istanbul’daki kendisinden oldukça uzak bir mesafede bulunan Osmanlı
Hükumeti’nden daha acil bir tehdit olarak gözüktü. Osmanlı Hükümeti Kürt liderleri üzerinde sözde
bir hâkimiyet ile yetinmekte, Kürtler ise buna karşılık olarak, Bosnalı ve Arnavutlukluların
Balkanlarda oynadıkları aynı rolü burada oynayarak, Osmanlı İmparator luğu’nun İran sınırlarında
emniyeti sağlamaktaydılar.
Kürtler ile Osmanlı Hükumeti arasında ihtilaf, Sultan Mahmud’un yarı bağımsız Kürt
liderlerini Ermenistan ve Kürdistan ile sınırlandırdığı ve yurtlarında resmî Osmanlı idaresinin
esaslarını icraya koymaya başladığı1 , on dokuzuncu yüz yılın ilk yıllarında başladı. Merkezileştirme
politikasının, her birini diğerine karşı kullanmak ve bu suretle kendilerini zayıflatarak muhtelif
ırklara mensup tebasını itaat içerisinde tutmayı hedefleyen Abdülhamid tarafından 1890 yılında aksi
tatbikata kondu. Abdülhamid Kürtlere silah dağıttı, liderlerine Hamidiye jandarma kumandanı
ünvânını bahşetti ve onları Ermeniler üzerine salıverdi. Fakat Osmanlı politikası 1908 yılında, birlik
ve dâhili dayanışma ile İmparatorluğu yeniden teşkil etmek isteyen, İttihat ve Terakki Komitesi
tarafından tekrar değiştirildi. İttihat ve Terakki Komitesi Kürtleri düzene tâbi olmaları yolunda
kendilerine davette bulundu ve İbrahim Paşa tarafından meydana getirilmiş olan fiili olarak bağımsız
Milli Konfederasyon’u itaat altına alma başarısını elde etti. Fakat Abdülhamid’in daha önce dağıtmış
olduğu silahları geri toplayamazlardı. Dolayısiyle Hristiyan nüfusa da silah taşıma izni vererek
durumu düzelttiler.
Mamaafih, Avrupa Savaşı’na iştirak eder etmez, İttihat ve Terakki Komitesi tekrar bilinçli
olarak Abdülhamid’in politikasına döndüler. Kürtlere daha fazla silah dağıttılar, Azerbaycan’ın
işgaline katılmaya teşvik ettiler ve onları Hristiyanlara karşı kışkırttılar. 1915 Nisan’ından itibaren
sürgün esnasında Ermeni konvoylarının katledilmesi daha ziyade Kürt çeteler tarafından gerçekleştirildi, serbest bırakılan suçlular ve Osmanlı jandarması tarafından ise desteklendi. Fakat Kürtlerin
tümü Hükümet tarafında yer almadı. Mesela Toroslar’da1 , geri kalan Müslüman nüfus gibi, Kürtler
Ermenilere yapılan muameleden teessüf ettiler. Dersim dağlarında Kürt kabileler veya Kürt diye
bilinen kabileler Harput ve daha başka yerlerden gelen mülteci Ermenilere sığınak göstermişlerdi.
Kürt bağımsızlık fikri Osmanlı’nın mecburi askerlik yapma kaidesinden dolayı tahrik olunmuştu.
Kürt asker kaçak yüzdesi belirgin bir şekilde Ermenilerinkinden daha yüksekti. Türk asker
firarîlerinin ise haddi hesabı yoktu. Dersimli birçok kabile asker vermeği reddetti ve Osmanlı askeri
otoriteleri bunlara karşı cezalandırıcı bir harekette bulunamadı.
Kürtler arasındaki Rus tesiri Azerbaycan’ın Ruslar tarafından işgal edilmesine kadar uzanır.
Çünkü Erivan havalisi müstesna, Rusya’nın doğrudan doğruya idaresi altında bulunan Kafkas beldelerinde fiili olarak Kürt bulunmamaktadır. Azerbaycan’ın işgal edilmesi Kürtler arasında
Rusya’nın siyasî prestijini artırdı ve yaklaşık olarak Abdülhamid’in tahtan indirilmesi ve Türkiye’de
Kürt imtiyazına düşman bir rejimin işbaşına geçtiği bir zamana denk geldi. Hariçten düzensizlik
çıkaran bir kuvvet olarak, Rus Hükümeti, birçok Kürd için, düzeni sağlamak ve iyi bir idare kurmak
yolundaki ilk gerçek şevkini taşıyan İttihat ve Terakki Komitesi’nden daha sempatik bulunmaktaydı.
Savaş sırasında Kürtlerin taraftarlığı askerî duruma göre değişiklikler gösterdi. Türkler
Azerbaycan ve Kafkasya’da saldırı durumunda bulunca Türk taraftarı olmuşlardı. Rusların işgal
ettiği Osmanlı topraklarında ise Rus taraftarı olmuşlardı. Rus askerî otoriteleri bu Osmanlı
Kürtlerine büyük bir teveccüh gösterdiler, silahlarına dokunmadılar ve sadece geri dönen Ermeni
mültecilere değil fakat aynı zamanda Rus muhabere hatlarına saldırıda bulunmalarını
görmemezlikten geldiler. Kürtler Çar Hükümeti için Ermenilerden normal olarak daha elverişli bir
unsurdu. Fakat Ermeniler Rus askerî otoritelerinin savaştan sonra bile Kürt taraftarı politikalarını
devam ettirmiş olduklarından şikâyette bulundular. Fakat Kürtlerin geleceği, kesin olarak
ekonomik yönden kalkınma arefesinde bulunan, Kuzey Mezapotamya’ya olandan daha az olarak
(kendisine hangi rejim gelirse gelsin) Ermenistan’a bağlıdır. Boş kaldığı sürece Halep ve Musul
arasındaki step ülke bir Arap nüfuz sahası içerisinde bulunmaktaydı. Dolayısiyle Kürtler aşiretlerini
kış için o yöne götürdüler ve en sonuncu büyük Kürt kabile reisi, İbrahim Paşa karargâhını, vadinin
kenarında, Viranşehir’de kurdu.1 Fakat tarım sahası Halep’ten doğuya doğru Bağdat Demiryolu
boyunca uzanmaktadır. Kürt ve Bedevi’nin her nereye götürülmüşse, Kürt bulunduğu yerde
kendisini şidiye kadar daha iyi bir kimse olarak göstermiştir. Eğer bu yüzden ülkenin tarımsal
kalkınması ağır bir şekilde ilerliyorsa ve eğer buraya dışarıdan aşırı derecede işçi getirilmez ise
Mezapotamya Kürt toprağı haline gelecek gibi gözükmektedir. Kürtler burada kabilesel
geleneklerinden ve göçebelik alışkanlıkalrından arınmış olarak medeniyetin tesirine daha duyarlı
hale geleceklerdir.
PAN-TURANCI HAREKETTEKİ GAYR-I İSLAMİ TEMAYÜLLER
Pan-Turancı harekette İslam’a ters düşen bazı hususlar bulunmaktadır. Bunlar:
(a) Ziya Bey’in gurubu evvela lisan konusundan dolayı İslam ile
çatışma içerisine girdi.
Bunlar muhtemelen Kur’an ve saireyi
Türkçe’ye çevirme düşüncesindeydiler. Zira Protestan
reformun
da Incil ve Hristiyan ayinlerinin İngilizce ve Almanca’ya
çevrilmiş
olmasının
modern İngiliz ve Alman milli edebiyat
larının temelini oluşturduğunu biliyorlardı. Fikir
esasen
İslam dinine ters değil, fakat bariz bir şekilde Islâmî önyargıya muhalifti ve bundan
dolayıdır ki İttihat ve Terakki Komitesi tarafından benimsenmedi.
(b) Müslüman din adamlarının Kur’an’ın Türkçe’ye tercüme edilmesine
Türk milliyetçilerini dinî bir kurum olarak İslam’a saldırıda bulunmaya
karşı çıkmaları
sevketmiştir. Bu
sekyularist
hareket, ‘Tekin Alp’in’ kullandığı ‘din adamları’ kelimesinin
de ifade ettiği
gibi, kısmen Avrupa’nın taklidiydi. Fakat bu hareket aynı zamanda eğitimin ve hukukun
laikleştirilmesi gibi lüzumlu reformları da temsil eder. Bu doğrultudaki ilerlemeler
İttihat ve
Terakki Komitesi’nin bizzat kendisi tarafından
yapılmıştır. Bu konuda İttihat ve Terakki
Komitesi ile Kuramcılar arasındaki temel fark şudur: Kuramcılar ‘dini
nüfuza
karşı’
(anti-clericalism) olduklarını açıkca ilan
ederken, İttihat ve Terakki Komitesi ise mümkün
olduğu kadar az ihtilaf çıkmasına çalışmışlar ve almış oldukları tebirlerin Islâmî olmadığı şeklindeki suçlamaları kesinlikle kabul etmeyerek laikleşmeyi gerçekleştirmeğe gayret etmişlerdir.
(c) Milliyetçiler aynı zamanda sadece Avrupa’da Hindenburg cansız putlarının
‘UrDeutschtum’’u ile benzerlik arzedebilecek olan
‘İslam Öncesi’ bir hareket başlattılar. Ayrıca
(her ikisi de tesadüfen Türk değil, Moğol olan) Cengiz Han ve Hülagü gibi
Putperest
Turancı fâtihlerin duygusal tapınmasını yapmak
tadırlar. (Muhtemelen Slavların ‘Sokols’’larını
model olarak benimseyen, fiziksel kültürü geliştirmeği hedefleyen, Türk Gücü Cemiyeti üyeleri
İslam yerine ‘Turancı’ cemiyet (club- names) isimleri almak zorundadırlar. (Muhammed yerine
Oğuz adının alınması gibi.) Yine aynı şekilde, ‘Turancı’ izci
isimlerini almış olan, Türk
izciler gurubu oluşturuldu. ‘Türk
Padişahı’ yerine ‘Türk Hakanı’ kullanımı teşvik olundu.
Müslümanlar için sanatsal olarak canlı bir şeyin resmini
çizmek yasak olmasına rağmen
üzerlerinde Türk kurdu bulunan
bayraklar taşındı.
Bu izcilerin hamiliğini Enver Paşa’nın yaptığı beyan edilir. İngiliz Savaş Bakanlığı eline,
askerlere dualarında ‘Gırî Kurd’a’da yervermelerini ifade eden bir Türk ordu emrinamesi geçmiştir.
Turancı fikir, bu hayalî çerçeve içerisinde bile, seçkin Türk fertleri arasında muayyen bir gelişme
kaydetmiş olarak gözükmektedir. Mesela Kral Hüseyin’in askerlerinin, Medine’deki Türk Kumandanı’nin bir kardeşinin cesedi üzerinde, ele geçirdiği Türkiye’deki önde gelen Pan-Turancı ‘Türk
Ocağı’ Cemiyeti’nin çıkardığı bir genelgede şu ifadeler yeralmaktadır:
“İslam toplumu diye bilinen ve uzun bir zamandır genelde mevcut gelişme yolunda
ve
özelde ise Turancı Birliğin prensiplerinin gerçekleştirilmesinde
engel oluşturan büyük hayal
kuruntusu şimdi çökme ve mahvolma devresine
gimiştir.
O’nun
beklentilerimizi
ve
prensiplerimizi yerine getirmemize daha
fazla zarar verebileceğininden korkmuyoruz. Bu
durum Hindistan’daki Müslümanlar arasındaki işlerin durumu dolayısiyle gereginden fazla bir
şekilde ortaya çıktı....”
Bu genelge kaynağına ve sahibine istinaden muayyen bir derecede önem kazanır. Fakat
bununla birlikte ‘Paganizme Dönüş’ hareketinin İttihat ve Terakki Komitesi’nin politikası üzerinde
her hangi bir tesirinin olduğu konusunda delil bulunmamaktadır.
K A YN A K L A R
CAHUN, L.: Introduction a l’Histoire de l’Asie: Turcs et Mongols
des Origines a 1405.
Paris, 1896.
CZAPLICKA, M.A.: The Turks of Central Asia in History and at the Present Day. Oxford,
1918.
TEKIN ALP: Türkismus und Pantürkismus (Part II of Deutsche
Orientbücherei).Weimar, 1915. İngilizce tercümesi (The Turkish and Pan-Turkish Idea) 1917. (C.B. 1293.)
VAMBERY, A.V.: Der Ursprung der Magyaren. Leipzig, 1882.
------- Das Türkenvolk in seinen ethnologischen und ethnographi
schen
Beziehungen.
Leipzig, 1885.
Times’daki makaleler: 3,5 ve 7 Ocak 1918.
Quarterly Review’daki makaleler: Nisan 1918. (No. 455.)
Round Table’daki makaleler: Aralık 1917 (No. 29) ve Haziran 1918 (No. 31.)
Admiralty War Staff, I.D. A Manuel on the Turanians and PanTuranianism. (I.D.1199,
1918).
Download