SD AGUSTOS DERGI SAYI 45BASKI.indd

advertisement
BAŞKAN’DAN
Temmuz ayına Arap Baharı sürecine karşı, bu sürecin İslam dünyası için bütün kazanımlarını geri almaya tam teşebbüs eden bir askeri darbeyle girdik. 30
Haziran’da temerrüt (isyan) hareketi olarak ilan edilen ve Muhammed Mursi’ye bir uyarı olarak harekete geçirilen kitlelerin Tahrir meydanındaki toplantısı
askere bir davetiyenin ilginç bir örneği olarak tarihe
geçmiş oldu. Başlangıçta “ne Mursi ne darbe” olarak
kendini meşrulaştırmaya çalışan hareketin sadece 3
gün içinde gelen askeri darbeye dönüşmesi ibretlik
bir durum oldu. Türkiye’de de Şeriat’ın hiç bir ihtimalinin bulunmadığı belli olduğu halde bu tarz bir denklemin (ne Şeriat ne darbe) aslında “darbe istemeye
eşit” bir talep olduğunu da defalarca gördük.
30 Haziran’da sivil bir gösteri olarak başlayan bir
hareketin 3 Temmuz’da darbeye dönüşmesi kadar,
ondan daha önemlisi dünyanın bu darbeye darbe dememek konusunda bir tür mutabakat sergilemiş olması. Tam teşekküllü ve bütün bileşenlerine sahip bir
darbenin darbe olarak karşılanmaması, bu darbede
uluslararası bir suç ortaklığının olduğunu gösteriyor
sadece. Bu suç ortaklığının ne kadar geniş bir yelpazeyi biraraya getirdiğine bakıldığında, şimdiye kadar
uluslararası ilişkiler alanında okuduğumu bir çok şeyin sadece hikayeden ibaret olduğunu düşünmeden
edemiyor insan.
Mısır’daki askeri darbenin haksızlığı, ahlaksızlığı bir
yana, darbeden hemen sonra kapattığı televizyon
kanalları, susturduğu muhalefet, tutukladığı binlerce
insan, ve namaz kılan, oruç tutan, silah taşımayan insanlara karşı defalarca sergilenen katliamlarına rağmen uluslararası güçlerin bunu sessizce veya açıkça
onaylayarak karşılamalarının çok daha ahlaksızca
olduğunu söylemek gerekiyor. Açıkçası, bu süreç
içinde Batılı denilen ve ensemizde bozası pişirilen değerlerin nasıl bir balon olduğu bir kez daha görüldü.
Türkiye’deki Gezi Parkı gösterileri dolayısıyla 17 kez
açıklama yapan ABD’nin veya Türkiye aleyhine hemen
oybirliğiyle karar çıkaran Avrupa Parlamentosunun
bu süreç içinde sergilediği darbeyi onaylayıcı tutum,
bundan sonraki bir çok konunun tartışılma zeminini
kökten değiştirici bir etki yapmıştır. İslam dünyası için
istedikleri demokrasinin gerçek sınırlarını gösteren
bu tutumları dolayısıyla Avrupa demokratik değerlerinin Mısır’da gömülmüş olduğunu ilan edebiliriz.
Mısır’a askeri darbe bu yönüyle bir yabancı müdahaleye dönüşmüş ve bu müdahalenin temel sebebi de
İslam dünyasında gerçek bir demokrasinin, yani İslam
dünyasının ayaklarının üzerinde durma ihtimalinin Avrupalılar için risk olarak görülmesinden ileri gelmiştir.
Mısır’daki darbeye alenen darbe diyebilen tek ülkenin
Türkiye (Yemen ve Tunus’un yanısıra) olması, esasen
bu darbenin bir hedefinin de Türkiye’nin içinde bulunduğu bir eksene karşı bir kontrol harekatı olduğunu
gösteriyor. Onların başlatmamış olduğu ama Türkiye
ve bölge ülkelerinin özgürlüğünün, kalkınmasının önünü açan Arap Baharına bu yolla dur demek istemiş
oldular.
Ancak cin şişeden çıkmıştır. Darbecilerin işgal ettiği
Tahrir’e karşılık Adeviye meydanında toplanan Mısır’ın
özgür çocukları, dünyaya haysiyet dersleri veriyor,
çalınan devrimlerine sahip çıkmaya çalışıyor. Mübarek ramazan ayının bütün ağır şartlarına rağmen bir
ayı aşkın zamandır devam eden ve alabildiğine barışçıl gösteriler, her geçen gün daha da kalabalıklaşarak
mesajını haykırıyor. Adeviyeye karşı dünya medyasının sergilediği körlük ve sağırlık da bu vesileyle kaydedilmelidir.
Stratejik Düşünce Dergisinin Ağustos sayısında ağırlıklı olarak Mısır’daki darbenin bir çok boyutuna dair
analizler okuyacaksınız.
Yanısıra devam etmekte olan çözüm sürecinde gelinen aşamaya dair ve yeni anayasa gündemine dair de
önemli yazılar ve söyleşile yer alıyor.
Önümüzdeki sayıda buluşmak üzere, mübarek Ramazan bayramınızı tebrik eder, hayırlara vesile olmasını
dileriz.
Prof. Dr. Yasin AKTAY
STRATEJİK DÜŞÜNCE
İÇİNDEKİLER
Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı
İktisadi İşletmesi Adına Sahibi
Dr. Nurol Canbolat
Genel Yayın Yönetmeni
Prof. Dr. Yasin Aktay
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Yasin Aktay
Prof. Dr. Birol Akgün
Prof. Dr. Aytekin Geleri
Prof. Dr. Muhsin Kar
Doç. Dr. Murat Çemrek
Doç. Dr. Levent Korkut
Doç. Dr. Yusuf Tekin
Doç. Dr. Bekir Berat Özipek
Dr. Murat Yılmaz
Aydın Bolat
Alper Tan
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Sacit Adalı
Prof. Dr. Mustafa Aydın
Prof. Dr. Şaban H. Çalış
Prof. Dr. İhsan Dağı
Prof. Dr. Beril Dedeoğlu
Prof. Dr. Doğu Ergil
Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu
Prof. Dr. Cihat Göktepe
Prof. Dr. Talip Özdeş
Prof. Dr. Ali Şafak
Prof. Dr. Mehmet Şişman
Doç. Dr. Yaşar Akgün
Doç. Dr. Caner Arabacı
Doç. Dr. Osman Can
Dr. Zafer Aydın Ecemiş
Mehmet Akif Ak
Bayram Girayhan
Veli Şirin
Faik Tarımcıoğlu
Sinan Tavukçu
Yazı İşleri Müdürü
M. Fatih Sezgin
Yayın Asistanı
Bedir Sala
Reklam Sorumlusu
Gamze Kılıç
6
Prof. Dr. Birol AKGÜN
Obama’nın Mısır’da Demokrasi Sınavı
Batılıları rahatsız eden şey, Tahrir’deki darbe taraftarlarının
gösterileri değildir; tersine Adeviye meydanında özgürlük ve
demokrasiye sahip çıkan ve bu uğurda kanlarını ve canlarını feda etmekten çekinmeyen
milyonlarca Mısırlının direnişidir.
72
Dr. Murat YILMAZ
Yeni Anayasa Ve Demokratikleşme Paketi
Çiçek’in Komisyonun süresinin uzatılması talebine bütün
partilerin destek vermesi ve Erdoğan’ın uzlaşılmış 48
maddenin derhal TBMM’den geçirilmesi teklifi Taksim’deki yeni darbe, gayrinizami
harp veya siyasi mühendisliği olarak tanımlanabilecek sokak hareketine demokratik
siyasetin cevabı olabilir.
Obama’nın Mısır’da Demokrasi Sınavı
Prof. Dr. Birol Akgün
6
Avrupa Birliği Mısır’da Neyi Destekler?
Zeynep Songülen İnanç
14
Çin de Darbe Demedi
Doç. Dr. Erkin Ekrem
18
Devrimleri Darbelerle Durdurmak?
Türkiye, Mısır ve Tunus’tan Dersler
Prof. Dr. Yasin Aktay
14
Zeynep Songülen İNANÇ
Avrupa Birliği Mısır’da Neyi Destekler?
Arap Baharı olarak nitelendirilen süreçte AB’nin tavrı, bekleyip
görmeye ve mali yardımlar yapmaya odaklandı. Arap Baharı
karşısında AB öncelikle temkinli bir yaklaşım benimsedi. Mısır’da Mübarek rejimin
devrilmesi karşısında görece suskun ve ağırdan davranıldı.
95
Doç. Dr. Hamit Emrah BERİŞ
35. Madde Değişikliği: Darbe Devrinin Sonu mu?
35. Maddede yapılan son düzenleme ile silahlı kuvvetlere tüm
demokratik ülkelerdeki benzerlerine benzer bir işlev ve görev
alanı kazandırıldığı dikkat çekmektedir.
36
Mısır’ın Stratejik Önemi
Doç. Dr. Ahmet Uysal
40
40
Mısır’ın Stratejik Önemi
Mısır büyük nüfusu, Arap dünyasındaki dini ve entelektüel
ağırlığı, Arap Ligi başkanlığı ile temsil edilen siyasi liderliği,
Doğu-Batı ve Kuzey-Güney eksenindeki coğrafi konumu, enerji kaynaklarına ve İsrail’e
yakınlığı, ABD’nin Ortadoğu politikalarının önemli ayaklarından birisi olması dolayısıyla
çok önemli stratejik bir konuma sahiptir.
106
Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ
İslam Dünyasına Ramazan Rahmeti
İslam Dünyası Suriye olaylarının, ülkemizde meydana
gelen Gezi Parkı olaylarının ve akabinde Mısır’daki
darbenin gündemi işgal ettiği hüzünlü, kaotik ve endişeli bir hava içerisinde mübarek
Ramazan ayını idrak etmiş durumda.
46
52
Muhamed Sudan:
Mısır Komploya Kurban Oldu
60
Mısır Kıyamda Son Değil Bir Süreç
Aydın Bolat
63
Komplunun Üçüncü Ayağı
Ergin Yaman
68
Yeni Anayasa ve Demokratikleşme Paketi
Dr. Murat Yılmaz
Doç. Dr. Ahmet UYSAL
24
Mısır’da Körfez Etkisi Ve İhvan
Amr Elleıthy
Mursi Döneminde Mısır Ekonomisi
Militarist Ekonomi!
Tuğba Ak – Burak Yitgin
Tasarım-Baskı
Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti.
Anadolu Bulvarı Meka Plaza No: 5/15
Gimat Yenimahalle - Ankara
Tel: 0 312 397 16 17
Faks: 0 312 397 03 07
www.basakmatbaa.com
Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce
Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat
Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen
yapılacak alıntılar dışında önceden izin alınmaksızın
hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden yayımlanamaz.
Bu dergide yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri ile
SDE Akademik Personeli’nin çalışmaları dışındaki
diğer görüş ve değerlendirmeler, yalnızca yazarının
düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal
görüşünü temsil etmemektedir.
5
İhtilafın Kökenleri: Darbeye Giden Süreçte
Selefîler ve Müslüman Kardeşler
Gökhan Bozbaş
Yönetim Yeri
Stratejik Düşünce Enstitüsü
Çetin Emeç Bulvarı A. Öveçler Mah.
4. Cad. 1330 Sokak No: 12 Çankaya / Ankara
Tel: 0 312 473 80 45
Faks: 0 312 473 80 46
Fotoğraflar
AA, Cihan, ShutterStock
SDE’den Açıklama
Adeviye Katliamı
72
Tarkan Zengin:
Gezi Parkı Eylemlerinde
Sendikaların Tutumları ve Rolleri
76
Doç. Dr. Erdinç Yazıcı:
Yeni Türkiye’yi Önümüzdeki
On Yılın İstikrar Halkasına Bağlamak...
84
PKK Terörünün Çözümü Konusunda
Paradigma Değişikliği
Prof. Dr. Aytekin Geleri
90
35. Madde Değişikliği: Darbe Devrinin Sonu Mu?
Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş
Prof. Dr. Daron Acemoğlu
Türkiye ve Dünya Ekonomi Gündemini
Değerlendiriyor
İslam Dünyasına Ramazan Rahmeti
Prof. Dr. Talip Özdeş
95
100
106
SDE’DEN AÇIKLAMA
ADEVİYE
KATLiAMI
Dünyanın bir türlü darbe demeye dilinin varmadığı Mısır’daki askeri darbe, dünyadan aldığı bu cesaretle darbeler tarihinde bile görülmemiş bir katliama imza attı.
Dün gece (26 Temmuz 2013) Rabia Adeviye meydanında
23 gündür darbeye karşı tamamen barışçıl bir temelde milyonlarca insanın katılımıyla devam etmekte olan
gösterileri dağıtmak üzere harekete geçen Mısır ordusu,
polis ve baltacıların da yardımıyla halka rastgele ateş açmak suretiyle şu ana kadarki belirlemelere göre 200’ün
üstünde göstericiyi öldürdü, 4500 kadarını da yaraladı.
Tamamen silahsız ve sivil göstericilere gerçek mermiler
kullanılarak ve hedef gözetilerek yapılan saldırılar sonucu yüzlerce gösterici başından ve göğsünden vuruldu.
Teravih namazından hemen sonra başlayan saldırılar
neticede tam bir katliama dönüştü. Gaz bombalarının da
yoğun olarak kullanıldığı saldırılarda Adeviyye Meydanı
savaş alanına dönerken hastaneye giden yaralıların da
göz altına alınması sözkonusu.
Yaptıkları darbeyi dünyaya çok kolay kabul ettirdiler,
çünkü biraz da o dünyanın teşviki, desteği ve işbirliğiyle yaptılar. Ancak bütün hesapları altüst eden, askeri
darbenin meşruiyetini tanımayan tek unsur olarak Mısır
halkı işleri bozuyor. Bundan duyulan rahatsızlık darbenin
endişelerini ve çaresiz korkularını belli ki harekete geçirmiştir. 27 gündür meydanlarda onurlu ve vakur direnişini
eşsiz bir kararlılıkla sürdüren Mısır halkı darbenin meşruiyetinin olmadığının tek başına kanıtı. Dünyanın bu gösterilere gözü kör, kulakları sağır olmaya devam etse de,
duyan duyuyor. Direniş de giderek gizlenemeyen bir hal
alıyor. Cunta, Mısır’da meşruiyet çizgisine gelininceye
kadar süreceği ilan edilen bu barışçıl ve barışçıl olduğu
ölçüde güçlü direnişi dağıtmanın en korkak, en cahil ve
en insanlık dışı yoluna başvurdu. Masum, sivil insanlara
karşı katliama girişti. Daha önce de Cumhuriyet Muhafızları karargahının karşısında sabah namazını eda ederken,
yine açılan ateş sonucu yüze yakın insan ölmüş, yüzlercesi de yaralanmıştı.
Darbeyle zaten meşruiyetin tamamen dışına çıkmış
cuntanın şu mübarek günlerde elini kana da bulaması
karşısında sessiz kalmanın bir vebali olacağı açıktır. SDE
olarak bu zulmün tanıklığını yapmanın bir insanlık borcu
olduğu bilinciyle, kendi halkına karşı işlenen bu menfur
cinayeti şiddetle kınıyoruz.
Darbeye darbe demeyenlerin katliama da katliam dememesi şaşırtıcı olmayacaktır. Ama bu, onların bu süreç
içindeki suç ortaklığının da bir kara nişanesi olacaktır.
Mısır’da yaşanan darbe karşısında herkes bir imtihan
altındadır ve ne yazık ki, bu olay dolayısıyla İslam dünyasında demokrasinin ve insan haklarının zannedildiğinden çok daha fazla düşmanı olduğu ortaya çıkmıştır.
Buna mukabil darbeye karşı Mısır halkının haftalardır devam eden direnişi Mısır’ın özgür, onurlu ve demokratik
geleceğinin iradesini ortaya koymuştur.
SDE olarak Mısır halkının bu iradesini tebrik ediyor
selamlıyor, Mısır halkına karşı sergilenen katliamları
da lanetliyor ve duyan vicdanları, hisseden kalpleri bu
katliam karşısında gereken duyarlılığı sergilemeye davet
ediyoruz.
Kamuoyuna saygıyla duyurulur.
OBAMA’NIN MISIR’DA
DEMOKRAS SINAVI
Prof. Dr. Birol AKGÜN
SDE Dış Politika Koordinatörü
Batılıları rahatsız eden şey, Tahrir’deki darbe
taraftarlarının gösterileri değildir; tersine Adeviye
meydanında özgürlük ve demokrasiye sahip çıkan
ve bu uğurda kanlarını ve canlarını feda etmekten
çekinmeyen milyonlarca Mısırlının direnişidir. Çünkü
Batılı teorisyenler özgürlük gibi evrensel bir insanlık
değeri uğruna Müslümanların da sokağa dökülüp, despot
yönetimlere karşı direnme haklarını kullanabileceklerine
asla inanmadılar.
MISIR DOSYASI
M
ısır’da milyonlarca
insanın alın teri ve
yüzlercesinin canı
pahasına kurulan demokratik
rejimin ömrü çok kısa sürdü.
Ülkenin modern tarihinde ilk
kez seçimle iş başına gelen
Devlet Başkanı olan Muhammet Mursi kendi atadığı genelkurmay başkanı General Sisi
öncülüğünde gerçekleştirilen
askeri bir darbeyle görevinden
alındı. Anayasa Mahkemesi
başkanı geçici devlet başkanı
olarak atandı. Mursi yönetimine karşı gösterileri organize eden farklı siyasi grupların
temsilcilerinden oluşan bir
kabine kuruldu. Mursi’nin de
içinden çıktığı İhvan hareketinin önde gelenlerine karşı
cadı avı başlatıldı. El jazeera
gibi Arap baharı sürecinin başından beri etkin rol oynayan
bazı uluslararası TV kanalları
ile Mursi yanlısı haber kanallarının faaliyetleri yasaklandı.
Amaç demokratik dünyanın
ülkedeki gelişmeleri öğrenmesini engellemek, darbeye direnenlerin cesaretini kırmak ve
ordunun aşırılıklarını örtbas
etmekti.
dıkları tutumu analiz etmeye
çalışacağız.
Doğrusu kendini ülkenin gerçek sahibi olarak gören Mısır ordusunun ülkede henüz
yeşermekte olan demokrasiye ve seçilmiş liderlere karşı
sergilediği hazımsızlığı anlamak mümkündür. Ancak 21.
Yüzyılda, üstelik Ortadoğu
bölgesindeki halkların ilk kez
demokratik bir gelecek konusunda ciddi gayret gösterdikleri bir konjonktürde ve Arap
dünyasının geri kalanı üzerinde siyasi ve kültürel anlamda
önemli etkileri bulunan Mısır
gibi kritik bir ülkede ordunun
yönetime fiilen el koyması
karşısında, küresel düzlemde
demokrasi savunuculuğu yapan Batılı ülkelerin gösterdiği
hoşgörüyü ve anlayışı anlamak
da izah etmek de mümkün değildir. Bu nedenle biz de burada önce Mısır darbesini siyaset
bilimi açısından tartışacağız,
ardından da başta ABD olmak
üzere Batılı ülkelerin Mısır’daki gelişmeler karşısında takın-
Mısır Darbesinin Niteliği
Siyaset bilimi alanında devrim
ve darbe literatürünün geçmişini Aristo’ya kadar götürmek
mümkündür. Siyasal istikrarın ancak dengeli ve ılımlı
bir yönetimle sağlanacağını
söyleyen Aristo devrimi, siyasi düzenin şiddet kullanılarak
değiştirilmesi olarak tanımlar
ve yöneticileri ve halkı bu tür
değişimlerin getireceği toplumsal acılara karşı uyararak
bir dizi karşı tedbirler önerir.
Muhafazakar İngiliz düşünür
E. Burke ise Fransız devrimini eleştirdiği meşhur eserinde, siyasal hayatın toplumsal
isyanlarla
değiştirilmesinin
getirdiği toplumsal zorlukları
ve acıları anlatır ve değişimin
tedricen olmasını salık verir.
Fransız ve İngiliz modernleşme ve demokratikleşme
tarihi karşılaştırmalı olarak
okunduğunda da, gelişmelerin
onu haklı çıkardığını görürüz.
Anglosakson siyasi dönüşümü
7
Küresel entelektüel ve siyasal aurada artık doğrudan askeri
yönetimler insanlığın ulaştığı bilinç seviyesi ve yaşanan
toplumsal tecrübeler nedeniyle açıkça yadsınmaktadır.
İletişim ve ulaşım imkanlarının artışı da darbe girişimlerine
karşı yeni direnç odakları oluşturmaktadır.
pragmatik bir zeminde ilerlemiş ve demokrasiye geçildikten sonra tekrar geriye dönüş
veya darbeler yaşanmamıştır.
Fransa ise siyasi dönüşümünü
devrimle gerçekleştirdiği için
klasik demokrasiler içinde en
fazla gelgitler yaşayan ülkedir ve siyasi rejimini bir türlü
istikrara kavuşturamamıştır.
Türkiye’nin de siyasi modernleşme süreci Fransız örneğine benzediği için demokratik
konsolidasyon süreci oldukça
uzun ve sancılı olmuştur.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında demokrasinin yaygınlaştığı dönemde ise demokrasi ile
tanışan eski otoriter ülkelerin
pek çoğunda da zaman zaman
doğrudan veya dolaylı askeri
müdahaleler gözlenmiştir. Arjantin, Türkiye ve Şili gibi ülkeler Soğuk Savaş döneminin
askeri darbelerine (coup d’etat)
maruz kalan ülkeleridir. Aslında Huntington üçlü sınıflandırmasında küresel demokratikleşme dalgalarının her
birinden sonra mutlaka tersine
bir şok dalgası yaşandığını ve
demokratikleşmenin zikzaklı
bir süreç izlediğini iddia eder.
Soğuk savaş sonrası dönemde
bir yandan küresel düzlemde
ideololik-askeri kutuplaşmanın ortadan kalkması, diğer
8
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
yandan ise bir yönetim biçimi
olarak demokrasinin yaygın
bir küresel meşruiyet kazanması nedeniyle doğrudan askeri müdahaleler azalmıştır.
Pakistan gibi istisnaları elbette
vardır. Hatta 2004-2007 yılları arasındaki Türkiye’deki askeri darbe girişimlerini de bu
çerçevede değerlendirebiliriz.
Ancak genel kanaat, uluslararası toplumun artık doğrudan
askeri darbeleri kabul etmeyeceği şeklindedir.
Küresel entelektüel ve siyasal
aurada artık doğrudan askeri
yönetimler insanlığın ulaştığı
bilinç seviyesi ve yaşanan toplumsal tecrübeler nedeniyle
açıkça yadsınmaktadır. İletişim ve ulaşım imkanlarının artışı da darbe girişimlerine karşı
yeni direnç odakları oluşturmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye’deki 1980 tipi hiyerarşik
askeri müdahale seçeneğinin
darbeciler için maliyeti giderek artmaktadır ve darbelerin
başarı şansı azalmaktadır. Zira
bugünkü demokratik çağda
askeri liderler darbe yapsalar
dahi, darbenin gerek kendi
halkları nezdinde ve gerekse
uluslararası toplum nazarında
meşrulaştırılması kolay olmamaktadır. Bu nedenle son yıllarda yaşanan askeri müdaha-
leler klasik coup d’etat tipinde
değil, daha çok sivil toplum
destekli askeri müdahaleler
şeklinde olmaktadır. Bu tür sivil toplum destekli darbelerde
seçimle işbaşına gelen demokratik hükümetler farklı nedenlere dayalı olarak yaygın ve
kitlesel protestolar sonucunda
askerler tarafından işbaşından
uzaklaştırılmakta ve ülke yönetimi generallere değil, darbecilerin güvendiği sivil aktörlerden oluşan hükümetlere
bırakılmaktadır. Yakın dönemde bunun tipik örnekleri
arasında Venezüella’nın eski
popüler lideri Hugo Chavez’in
2002 yılında işadamları, işçi
örgütleri ve diğer bazı sivil
gruplardan oluşan bir koalisyon tarafından kısa süreliğine
iktidardan
uzaklaştırılması,
Filipinler’in 2001, Tayland’ın
2006 ve Honduras’ın 2009
darbeleri sayılabilir.1 Bununla
birlikte sözde “seçilmiş diktatörler” yerine gerçek demokrasiyi kurmak amacıyla yola
çıkan bu tür “sivil darbeciler”
kısa süre sonra aslında kendilerinin askeri güçler için
kamuflaj ve meşrulaştırma
aracı olarak kullanıldıklarını
ve ülkelerinin daha fazla kaos
ve kargaşaya savrulduğunu
anlamaktadırlar. Hangi türde olursa olsun, demokrasiyle
tanışan toplumlarda yaşanan
askeri darbeler kalıcı olamamaktadır ve demokratik süreç
yeniden işlemeye başlamaktadır. Ancak ülkelerin demokratikleşme tarihlerinde işlenen
bu tür ilk “siyasi günahlar”
toplumsal hafızada derin trav-
malar bırakmakta; kalıcı siyasi
kutuplaşmaları başlatmakta
ve kapatılması zor siyasi hesaplaşmaları tetiklemektedir.
Mısır’ın sivil ve askeri darbecileri de er veya geç bu gerçeği
yaşayarak anlayacaklardır ve
bugün galip olanların yarın
mağdur ve mağlup olduklarına
insanlık şahitlik edecektir.
30 Haziran Darbesinin İç ve
Dış Dayanakları
30 Haziran 2013’te Tahrir
meydanını dolduran protestocular Murs”iyi istifa etmeye
çağırdıklarında ordu bir ültimatom vererek siyasi uzlaşma
olmadığı takdirde duruma
müdahale edeceğini duyurdu.
Başkan Mursi ise taraftarlarına direniş çağrısı yaptı. 3 Temmuz günü ise Mısır ordusu
“ülkede muhtemel bir kaosu”
önlemek adına darbe yaptığını ilan etti. Bu süreçte Washington, Londra ve Paris gibi
Batılı başkentlerden darbenin
kabul edilemez olduğunu ve
demokratik seçimle işbaşına
gelen meşru iktidara saygı duyulması gerektiği konusunda
ciddi bir ses duyulmadı. Yalnızca taraflara sağduyu çağrısı
yapıldı. Darbe olduktan sonra
ise Türkiye gibi ülkelerin açıktan Mursi’ye demokrasi adına
sahip çıkılması gerektiğine
ilişkin açıklamalar ise Batıda
yankı bulmadı. Olaylardan
kaygı duyulduğu açıklaması
ile yetinilirken, bu olayın nasıl
nitelenmesi gerektiği, bir darbe olup olmadığı sorusu hep
geçiştirildi. AB ve ABD Mısır
ordusunun demokrasiyi askıya
almasına “darbe” dememek
için her türlü “verbal akrobasiye” başvurdu ve kınamaktan
ısrarla kaçındı. Daha sonraları ise ABD başkanı Obama,
Washington yönetiminin darbe demesi durumunda Mısır’a
yaptıkları yardımı kesmek zorunda kalacaklarını ve bu durumda Ortadoğu’da otuz yıllık
“Camp David” düzeninin çökeceğini ima ederek gelişmelere “darbe dememe” hakkını
kullandığını açıkladı. Dahası
Mısır’a yapılmakta olan askeri yardımın devam edeceğini,
hatta önceden kararlaştırıldığı
şekliyle dört adet F-16 savaş
uçağının teslimatının geciktirilmeyeceği söylendi. ABD’nin
yakın müttefiki olan S. Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt gibi ülkeler ise,
yeni yönetime destek vermek
için toplamda 12 milyar doları
bulan ekonomik yardımda bulunacaklarını açıkladılar. Darbe yönetimince atanan Devlet
başkanını ilk tebrik eden lider
S. Arabistan kralı olurken, ilk
ziyaret eden liderler arasında
AB Dış Politika Yüksek komiseri Cathrine Ashton ve
Ürdün kralı Abdullah oldu.
Darbe yönetimi adına dış dünya ile temasları ve pazarlıkları yürüten ve darbenin sivil
planlayıcılarından biri olarak
bilinen Nobel barış ödülü sahibi Muhammet el Baraday’in
ilk ziyaret ettiği ülke ise İsrail oldu. Türkiye’yi de ziyaret
etmek isteyen Baraday’in bu
talebi Başbakan Erdoğan tarafından reddedildi.
Darbe sonrasında bazı etkin
Amerikan gazetelerinde çıkan
haberler, esasen darbecilerin
uzun süredir ABD ve Batılı
ülkelerle temasta oldukları
ve içeride şartları olgunlaştırmaya çalıştıklarını ortaya koymaktadır. İç politika açısından
bakıldığında darbeyi “sivil toplum darbesi” haline getirmek
için başından beri ordunun,
polisin, Mübarek döneminin
bürokrasisinin, medyasının ve
komprodor burjuvazinin koordineli biçimde Mursi karşıtı
bir cephe oluşturdukları anlaşılmaktadır. Temerrüd (isyan) hareketine sivil toplumu
da katmak için ülkede bilerek
9
Mısır darbesi sürecinde ilginç olan ve esas sorulması gereken
soru batının ve özellikle ABD’nin Mısır ordusunun ülkede
yeni filizlenen demokrasiye yönelik müdahalesine neden
sessiz kaldığı ve suç ortaklığı yaptığıdır.
asayiş sorunları yaratılmış;
elektrik kesintileri yapılmış ve
petrol ve benzeri temel ihtiyaç
maddeleri kıtlığı oluşturulmuştur. Diğer yandan Baraday gibi sözde liberal siyasiler,
laik solcular ve eski Mübarek
döneminin güvenlik elitleri
Batılı ülkelerle olan iletişim
kanalları üzerinden Mursi yönetiminin uluslararası alanda
yalnızlaştırılması ve demonize
edilmesi için azami gayret gös-
10
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
termişlerdir. Mursi yönetiminin diyalog ve işbirliği önerileri kategorik olarak reddedilmiş
ve böylece Anayasa yapımı
ve seçim kanunları gibi siyasi
konularda Mursi tüm krizlerle tek başına uğraşmak durumunda bırakılmıştır. Diğer
yandan Mursi’nin seçilmesine
destek veren Selefi gruplar ise
Mursi’yi ülkeyi yeterince İslamileştirmemekle suçlamışlar
ve muhalefet bloğuna destek
vermişlerdir. Neticede 30 Haziran temerrüd gösterileri ordu
için yönetime el koymanın
meşrulaştırıcı bir mazereti olarak kullanılmıştır.
Adeviye’deki Saygın
Demokratik Duruş
General Sisi’nin öngöremediği şey, Mursi taraftarlarının
sahayı terk etmemeleridir.
Silahsız ve barışçıl yöntemlerle Kahire’nin Adeviye mey-
danını dolduran yüzbinlerce
Mursi destekçisi üzerine ordu
tarafından ateş açılmış ve 52
kişi hayatını kaybetmiştir.
Bu, darbeci ordunun ilk silah
kullanmasıydı. Ancak katliam darbe karşıtı direnişçileri
yıldırmamış; tersine motive
etmiştir. Bunun üzerine 26
Temmuz’da yeniden ateş açılmış ve 200 kişi hayatını kaybetmiş, 5000 kişi de yaralanmıştır. Mursi’nin taraftarları
ise karşı şiddete başvurmadan
direnmeye devam edeceklerini deklare etmişlerdir.
Mursi’ye karşı Cuntacıların
bulabildikleri tek suç Hamas
adına casusluk yaptığı iddiasıdır ve bu nedenle 15 gün hapis cezası verilmiştir. General
Sisi’nin sivil direnişi kırmada
çaresiz kaldığı ve nasıl bir çıkış
stratejisi geliştireceği ise henüz bilinmemektedir. Bildiğimiz şey, Sisi’nin ve onun batılı
destekçilerinin derin bir hayal
kırıklığı yaşayacaklarıdır. Sisi
ne Mübarek gibi acımasız bir
diktatör olabilecek sertliğe,
ne de Abdünnasır gibi Arap
Milliyetçiliği yapabilecek bir
karaktere sahiptir. Eninde sonunda muhalefet ile anlaşmak
yoluna gitmeye zorlanacaktır.
Aksi takdirde sözde toplumsal düzen, kamu güvenliği ve
siyasi istikrarı korumak adına
yaptığı darbenin bizatihi bu
değerlere zarar vereceğini ve
ülkeyi iç savaşa sürüklediğini
görecektir. Kendisini Mısır’ın
gerçek sahibi olarak gören ordunun stratejik aklı, ülkenin
sonu belirsiz bir iç savaşa sürüklenmesini önleyecektir.
ABD ve Obama’nın Mısır
Açmazını Aşmak
Mısır darbesi sürecinde ilginç
olan ve esas sorulması gere-
ken soru batının ve özellikle
ABD’nin Mısır ordusunun
ülkede yeni filizlenen demokrasiye yönelik müdahalesine
neden sessiz kaldığı ve suç ortaklığı yaptığıdır. Zira batının
Mısır gibi Arap dünyasının en
kritik ülkesindeki demokratik sürecin askıya alınmasının
bölgesel ve küresel çapta bazı
yansımaları olacaktır. Örneğin batıyı gelişmekte olan
ülke halkları nezdinde çekici
kılan özgürlükçü demokrasi geleneğine yönelik inanç
zayıflayacaktır. Ortadoğu’da
ise Arap Baharı sürecinin yarattığı demokratik dönüşüm
dalgası zayıflayacaktır. Örneğin Suriye’de Esat rejimi
Mısır darbesi sonrasında kendisini siyasi açıdan çok daha
güvende hissetmektedir. İran
ve Rusya Şam yönetimini
daha güçlü biçimde destekleyecektir. Tunus ve Libya gibi
ülkelerde ters bir demokratikleşme süreci başlayabilecektir.
Küresel düzlemde ise ABD ve
Batı, Çin ve Rusya’nın temsil
ettiği “otoriter kalkınma ve
yönetim” modeli karşısında
demokratik modeli savunmada zorlanacaktır. İslam dünyası ile bozulan ilişkileri yeniden
düzeltmek için ilk ziyaretlerinden birini 2009 baharında
Kahire’ye yapan Nobel ödüllü
11
ABD başkanı Demokrat Obama ise, Mısır’da darbecilere
darbeci diyemeyecek kadar
aciz duruma düş(ürül)müş
olmanın kendi siyasi mirası
üzerindeki ağır yükünü asla
silemeyecektir.
Peki o zaman ABD’nin darbecileri desteklemesini nasıl
okumak gerekiyor? Bazı argümanlar ileri sürülebilir. En
temeli şudur. Hıristiyan Batı
medeniyeti İslam dünyasına
karşı geliştirdiği tarihsel ön
yargılarından kurtulamıyor.
ABD her ne kadar daha açık
bir liberal toplum olsa da Neokon ve Musevi lobisinin entelektüel ağırlığı, medya üzerindeki etkisi ve güvenlik bürokrasisindeki gücü Obama gibi
demokrat siyasileri dahi hakimiyeti altına almakta, dış politikada rasyonel tercihler yapmasını engellemektedir. Tam
Mısır darbesi öncesinde Obama yönetimini Avrupa’daki
en yakın müttefikleri nezdinde zor durumda bırakan CIA
12
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
Ajanı Snowden olayının patlak vermesi bir tesadüf müydü acaba? Yoksa Obama’yı
İsrail’in çıkarları adına Mısır
darbesini desteklemeye zorlamak için patlatılmış sanal
bir kriz mi? Snowden olayının
gerçek nedenini bilemesek de,
gördüğümüz şey casus kriznin Obama yönetiminin elini
kolunu bağladığı ve manevra
alanını daralttığıdır.
Batı
siyasi
literatüründe
Ortadoğu’nun
demokratik
trendlere direndiği ve özellikle
Arap halklarının demokrasiyi yaşatmaya ehil olmadığına
ilişkin kültürel ırkçılık kokan
“istisnacı” açıklamalar Arap
Baharı sürecindeki gelişmelerle anlamsız kalmıştı. Şimdi
askeri darbeyi alkışlayan veya
karşı çıkma erdemi gösteremeyen Batı dünyasının sözde
entelektüelleri ve siyasi elitleri
Kahire’deki son gelişmelerin
kendi ırkçı teorilerini doğrulamasından büyük haz duyuyorlar. Batılıları rahatsız eden şey,
Tahrir’deki darbe taraftarlarının gösterileri değildir; tersine
Adeviye meydanında özgürlük
ve demokrasiye sahip çıkan ve
bu uğurda kanlarını ve canlarını feda etmekten çekinmeyen
milyonlarca Mısırlının direnişidir. Çünkü Batılı teorisyenler özgürlük gibi evrensel bir
insanlık değeri uğruna Müslümanların da sokağa dökülüp, despot yönetimlere karşı
direnme haklarını kullanabileceklerine asla inanmadılar.
Şimdi Arap Baharı sürecinin
kesintiye uğratacak bir olay
batılıların zihinsel konforuna
daha uygun bir gelişmedir ve
bu nedenle sessiz kalmaktadırlar. Bu bağlamda şunu da
ifade etmek gerekir ki, Mısır
devriminde Batının takındığı
tutum aslında Arap baharının gerçek içsel dinamiklere
dayanmadığı ve bir Amerikan
senaryosu olduğu iddialarını
da yanlışlamaktadır. Doğrusu muhtemelen o zaman için
hazırlıksız yakalandıkları toplumsal patlamalar karşısında
ABD başkanı Demokrat Obama ise, Mısır’da darbecilere
darbeci diyemeyecek kadar aciz duruma düş(ürül)müş
olmanın kendi siyasi mirası üzerindeki ağır yükünü asla
silemeyecektir.
Batılılar bekle gör politikası
izlemiştir ve bugün gerçek tutumlarını ortaya koymuşlardır.
Çıkış Yolu ABD’nin
Türkiye ile İşbirliğidir
Pis bir gerçek batının güzelim
teorilerini
mahvetmektedir
ve bu onları oldukça rahatsız
etmektedir. Evet Müslüman
halklar da kendi haklarına ve
özgürlüklerine sahip çıkıyorlar. Türkiye’nin muhafazakar
iktidarı ve İslamcı Başbakanı; Amerika’nın demokrat
Obama’sının,
Almanya’nın
muhafazakar
Merkel’inin
ve
Fransa’nın
sosyalist
Hollande’nin
gösteremediği siyasi erdemi ve cesareti
göstererek Mısır’da darbeci
generallerin yanında değil,
halkın iradesiyle meşru biçimde seçilmiş olan Mursi’nin ve
darbeye direnen Adeviye’deki
milyonların yanında duruyor.
İşin daha da ilginç yanı, AB
gibi batılı uluslararası kuruluşlar Afrika Birliği gibi örgütlerin gösterdiği tavrın çok daha
gerisine düşmüş durumdalar.
İslamafobianın gözlerini ve
vicdanlarını körelttiği Batılı
aydınların durumu doğrusu
bugün içler acısıdır. Batı kendi
pozisyonunu değiştirerek düştüğü bu anakronik durumdan
kurtulamadığı sürece, küreselleşmenin itici gücü olan liberal
küreselleşmeci paradigma iflas
etmeye mahkumdur. İsrail’in
güvenliği veya batılı ülkelerin
dar çıkarları uğruna 21. Yüzyılda da soğuk savaştaki güvenlik paradigmasına dayalı
dış politika tercihlerinin postmodern dünyanın siyasi ve insani değerleriyle bağdaşmadığı
artık görülmelidir.
Kendisini özgürlük arayanların son sığınağı ve koruyucusu
olarak takdim eden ABD ve bu
ülkenin siyahi ilk başkanı olarak iktidara gelen Obama’nın
Mısır’da bundan sonra izleyeceği politika önümüzdeki
yıllarda Ortadoğu’nun da,
küresel düzeydeki ittifaklar
ağının yeniden şekillenmesinde de önemli derecede etkili
olacaktır. Mursi taraftarları
ile darbeciler arasında herkes
için kabul edilebilir, onurlu
bir çıkış yolu geliştirmek için
Obama’nın tüm ağırlığı ile
güvenilir bir arabulucu olarak
devreye girmesi, hem ülke olarak ABD hem de lider olarak
Obama’nın İslam dünyasında
zedelenen imajını düzeltmek
için önemli bir fırsat olacaktır.
Ayrıca bu konuda başından
beri ilkeli bir tutum sergileyen
Türkiye ile işbirliği yapmak
Suriye’den Filistin sorununa
kadar pek çok çetrefilli konuda hızlı ilerleme kaydetmenin
en pratik yoludur. Unutmamak gerekir ki, geleceğin tarihini yazacak olanlar Körfezin
yaşlı ve otoriter monarşileri
değildir; bizatihi halkın kendisidir. Batılı dostlarımız ve
ABD gibi müttefiklerimizin
hatırda tutmaları gereken en
temel sosyolojik ve siyasi gerçek budur.
Dipnot
1
Bkz. Omar Encarnacion, “Even Good Coups Are Bad: Lessons for Egypt from the Philippines, Venezuela, and
Beyond, Foreign Affairs, http://www.foreignaffairs.com/articles/139570/omar-encarnacion/even-good-coups-are-bad
(July 9, 2013).
13
MISIR DOSYASI
D
AVRUPA BİRLİĞİ
MISIR’DA
NEYİ DESTEKLER?
Zeynep Songülen İNANÇ
SDE Uzmanı
14
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
ış politika ve uluslararası ilişkiler söz konusu olduğunda yalnızca AB seviyesinde üretilen yaklaşımların kapsayıcılığı son derece tartışmalı oluyor.
Zira AB’nin ortaklaşmış bir dış politikası bulunmuyor ve
AB kurumsal yapısı içerisinde benimsenen politikalar 28
devlet tarafından öylece kabul edilmiyor. Diğer bir deyişle
AB şemsiyesi, Avrupa ülkelerinin paylaşılan dış politika
değerlerini ve ilkelerini temsil etse bile siyasi seçimlerini
ve uygulama tercihlerini ifade etmiyor. Bu durumun Avrupa için bir fırsata veya bir zafiyete karşılık geldiğine dair
tartışmalar akademik alanda sürüyor. Bununla birlikte AB
ile AB üyesi devletlerin, Arap Baharı ile başlayan süreçte
Kuzey Afrika’yı ve Ortadoğu’yu kapsayan geniş Ortadoğu
bölgesine dair yakınsanan bir politika izledikleri söylenebilir.
AB’nin temel haklar ve özgürlükler ile insan haklarına
dayalı bir entegrasyon hareketi olması, dış politika önce-
Arap Baharı olarak
nitelendirilen süreçte AB’nin
tavrı, bekleyip görmeye ve mali
yardımlar yapmaya odaklandı.
Arap Baharı karşısında AB
öncelikle temkinli bir yaklaşım
benimsedi. Mısır’da Mübarek
rejimin devrilmesi karşısında
görece suskun ve ağırdan
davranıldı. Tunus’ta yaşanan
olaylar karşısında ise dönemin
Fransa cumhurbaşkanı
Sarkozy’nin Tunus devletine
ek polis gücü gönderme teklifi
hatırlatılmalı.
15
meseleler karşısında Mısır’da
yaşananların pek de iyi şeyler
olmadığı kabul edildi.
likleri arasında insani değerlere geniş yer vermesi anlamına
geliyor. Bu tercih, birey odaklı
bir bakış açısıyla toplumsal
seviyenin önceliği üzerinden
dış politika üretilmesini işaret
ediyor. Günümüzde küreselleşmenin ve karmaşıklaşan
uluslararası sistemin bir sonucu olarak aktörlerin, dış politikanın toplumsal boyutunu
görmezden gelerek politika
geliştirmeleri ihtimali her geçen gün sınırlanıyor. Ancak
uluslararası ilişkilerde ortaya
çıkan beklenmedik, arzu edilmeyen veya ne tür bir tutum
benimseneceği bilinemeyen
gelişmeler karşısında bu insani değerlerin savunulmasının
önüne başka unsurlar geçiyor.
İnsan odaklı bir anlayıştan
çıkar odaklı, devlet merkezli ve strateji yöntemli bir istikrar arayışına geçiliyor. Bu
noktada uluslararası arenada
faaliyet gösteren yapılar için
öncelik, karşı tarafla birlikte tanımlanan çıkarlardan ve
kimliklerden uzaklaşarak kendi içerisine kapalı ve yalnızca
kendi pozisyonu üzerinden politika üretmek haline geliyor.
Arap Baharı olarak nitelen-
16
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
dirilen süreçte AB’nin tavrı,
bekleyip görmeye ve mali yardımlar yapmaya odaklandı.
Arap Baharı karşısında AB
öncelikle temkinli bir yaklaşım benimsedi. Mısır’da
Mübarek rejimin devrilmesi
karşısında görece suskun ve
ağırdan davranıldı. Tunus’ta
yaşanan olaylar karşısında
ise dönemin Fransa cumhurbaşkanı Sarkozy’nin Tunus
devletine ek polis gücü gönderme teklifi hatırlatılmalı.
Bu bağlamda gerek AB’nin
gerekse bireysel olarak Avrupalı devletlerin, uluslararası
alandaki diğer aktörler gibi
Arap Baharı’na hazırlıksız yakalandıkları ileri sürülebilir.
Mısır’da Mübarek’in devrilmesinin ardından İngiltere’nin
ve Fransa’nın öncülüğünde
Libya’ya düzenlenen müdahale, kısmen de olsa Avrupa’nın
önceliğine dair fikir verdi.
Bunun ardından AB’de ve
Avrupa ülkelerinde otoriter
rejimlerin miadını doldurduğu
yönünde açıklamalar yapıldı.
AB, otoriter rejimlerin ortadan kalkmasını ilkesel olarak
desteklerken otoriter rejimlerin yerine gelen kadrolara gü-
vensizlik duydu ve söz konusu
kadroların İslami öncelikleri
korku yarattı. Bu çerçevede
Avrupalılar, İslami öncelikli
kadroları kati biçimde reddetmemekle ve birlikte çalışabileceklerini belirtmekle birlikte söz konusu yönetimlerden
şüphe duydular. Bu noktada
belirtmek gerekir ki Suriye’de
yaşananlar göz önüne alındığında Avrupalılardaki güvensizliğin bütünüyle haksız olduğunu söylemek pek de kolay
değil.
Mısır’da Mursi’nin askeri darbe sonucunda görevden alınması karşısında AB ve diğer
Avrupalı devletler darbeye
darbe demekte zorlandılar.
AB ve diğer Avrupalı devletlerde başbakan veya dışişleri
bakanı gibi üst seviyedeki siyasetçiler, Mısır’da yaşananların
kabul edilemez olduğunu dile
getirirken dahi “darbe” terimini kullanmaktan çekindiler.
Bürokratlar veya sözcüler seviyesinde nadiren darbeye darbe
denen açıklamalarda bulunuldu. Darbenin ardından toplumsal baskılar, askerin basına
uyguladığı yasaklar ve siyasi tutukluların durumu gibi
Mısır’daki darbenin üzerinden bir süre geçtikten sonra
darbe yönetimini gayrimeşru
ilan eden AB Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton, en kısa
sürede demokratik seçimlerin
yapılmasını ve demokrasiye
geçiş sürecine dönülmesini beklediklerini belirtti. Bu
süreçte AB’nin, Mısır halkının demokrasi ve ekonomik
büyüme yolculuğuna destek
vereceği dile getirildi. Ayrıca
AB kurumlarının yanı sıra Almanya Şansölyesi Merkel gibi
politikacılar Mursi’nin ve diğer siyasi tutukluların serbest
bırakılmasını talep eden açıklamalar yaptılar. Bu açıklamalarda darbeye darbe denmemiş
olsa bile halkın taleplerinin
dikkate alınması, demokratik seçimlerin yapılması ve
barışçıl gösterilerin manipüle
edilmemesi yönünde mesajlar
verildi. 17 Temmuz’da Mısır’a
bir ziyaret düzenleyen AB
Yüksek Temsilcisi Catherine
Ashton, gezinin amacını demokrasiye destek veren tüm
grupları içeren, tam anlamıyla kapsayıcı bir siyasi süreç
gerektiğine yönelik mesajı
güçlendirmek olarak beyan
etti. Bu çerçevede AB’nin ve
Avrupalı 28 devletin üzerinde
anlaştığı mesajı Mısırlı muhataplarına ileten Ashton, Müslüman Kardeşlerin temsilcileriyle bir araya gelmenin yanı
sıra Mursi’ye iyi bakılmasını
beklediklerini belirtti. Hatta
AB’nin bundan sonraki süreçte Mısırlıların refah, adalet ve
özgürlük taleplerinin gerçekleşmesine katkıda bulunmaya
talip olduğu ve fakat Mısır’ın yönetimi konusuyla daha az
ilgileneceği anlaşılıyor.
mümkün olması durumunda
Mursi’yi kendisinin ziyaret
edebileceğini bildirdi.
Öncelikle Mısır’daki darbe
meselesi vesilesiyle AB, 28
devlet arasında dış politika
konusunda önemli bir uzlaşı
yakaladı. Bu uzlaşının temelinde darbe yönetiminin gayrimeşru görülmesi bulunuyor.
Aksi takdirde örneğin İsveç’in
bu uzlaşıda yer alması söz konusu olmayabilirdi. AB ve Avrupalı devletler açısından mesele, status quo’cuların veya
reformcuların yanında yer
almak değil; tam ortalarında
konumlanmak olarak ortaya
çıktı. Müslüman Kardeşler’i
ve Mursi’yi yetersizliklerinden dolayı desteklememek ile
darbeye arka çıkmak arasında
kalınca darbeye darbe denmemesinin çözüm olabileceği
düşünüldü. Bu çözüm başka
açılardan da AB’nin elini rahatlatan bir sonuca karşılık
geliyordu. Bu itibarla darbeye
darbe denmemesi veya denememesi güç ilişkileri içerisinden okunduğunda AB açısından son derece pragmatik bir
tablo ortaya çıkıyor. Öncelikle
serbest ticaret antlaşmasıyla
bütünleşen batının diğer tarafı
yani ABD’nin darbeyle ilgili
benimsediği politika, AB’nin
yaklaşımının şekillenmesin-
de doğrudan etkili oluyor. Bu
doğrultuda önemli bir ortak
olarak ABD ile doğrudan ters
düşecek siyasi kararlardan
kaçınılıyor. Buna ek olarak
2007-2012 yılları arasında
Mısır’a 1 milyar avro yardımda bulunan AB’nin, IMF’nin
şartlarına uyulması durumunda 5 milyar Avro daha yardım
yapması bekleniyor. Bu koşullar altında AB için Mısır’daki
darbeye yalnızca ilkeler çerçevesinden bakmak ve uluslararası ilişkilerin diğer bağlayıcı
unsurlarını göz ardı etmek pek
mümkün görünmüyor.
AB’nin bundan sonraki süreçte Mısırlıların refah, adalet ve
özgürlük taleplerinin gerçekleşmesine katkıda bulunmaya
talip olduğu ve fakat Mısır’ın
yönetimi konusuyla daha az
ilgileneceği anlaşılıyor. Zira
Avrupalılar Mısır’da devlet
yönetimi seviyesinde muhatap
bulamıyorlar ve Mısır devleti
üzerinden politika üretilmesi
söz konusu olduğunda çıkmaz
bir sokak ile karşılaşıyorlar. Bu
nedenle Mısır halkı üzerinden
Avrupa etkisinin yayılmasına çalışılacağı anlaşılıyor. Bu,
Avrupa değerleri açısından iyi
bir gelişme olarak nitelendirilebilir.
17
ÇİN DE
DARBE DEMEDİ
Doç. Dr. Erkin EKREM
Mısır halkının siyasî tercihine saygı gösterecektir.
Mısır’daki ilgili tarafların şiddete başvurmadan
kaçınmaları ve en kısa zamanda diyalog ve istişare
yoluyla anlaşmazlıkları gidermelidir, toplumsal barış ve
istikrarı gerçekleştirmelidir. Çin-Mısır iki ülke halkının
geleneksel dostluğu derindir, Mısır’daki durumlar nasıl
gelişirse gelişssin Çin-Mısır dostluk işbirliği ilişkileri hiç
değişmez.
SDE Uzmanı
MISIR DOSYASI
M
ısır’da askerî darbe
henüz yaşanmadan
1 Temmuz’da Mısır
Cumhurbaşkanı Muhammed
Mursi’ye karşı Kahire’de düzenlenen kitlesel gösteriler
hakkında Çin’in açıklaması:
“şu anda Mısır’ın mevcut durumunu ilgi ile takip etmekteyiz,
Mısır’ın ilgili tarafların siyasî
diyalog yoluyla aralarındaki
anlaşmazlıkları çözümünü destekliyoruz, insan kayıplardan
kaçınmalılar, en kısa zamanda
istikrarı sağlamalılar” olmuştu.1 Darbe yaşandıktan sonra, 4 Temmuz’da, Mısır askerî
tarafından mevcut anayasayı durdurması, erken Cumhurbaşkanı seçim kararının
alınması, geçici hükümetin
kurulması ve Mısır Yüksek
Anayasa Mahkemesi başkanı
geçici olarak Cumhurbaşkanlığın yetkileri sürdürmesi kararı hakkındaki açıklamasından
sonra ise, “Çin tarafı Mısır’daki durumdan ciddi endişe duymaktadır, Mısır halkının siyasî
tercihine saygı gösterecektir.
Mısır’daki ilgili tarafların şiddete
başvurmadan kaçınmaları ve en
kısa zamanda diyalog ve istişare
yoluyla anlaşmazlıkları gidermelidir, toplumsal barış ve istikrarı
gerçekleştirmelidir. Çin-Mısır iki
ülke halkının geleneksel dostluğu
derindir, Mısır’daki durumlar
nasıl gelişse gelişsin Çin-Mısır
dostluk işbirliği ilişkileri hiç değişmez” şeklinde açıklamada
bulunmuştu.2
8 Temmuz’da Mısır’ın geçici
Cumhurbaşkanı Adli Mansur
geçici anayasasını sunmuş ve
anayasa referandumu yapıldıktan sonra parlamento ve
cumhurbaşkanı seçimleri yapılacağını beyan etmiştir. Aynı
günde Kahire polisi ile Mursi
destekçileri arasında silahlı
çatışmalar yaşanmıştır, yüzden
fazla insan yaralanmış ve bazıları hayatını kaybetmıştı. Bu
gelişmeler üzerinde Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Hua
Chunying, 9 Temmuz’da gelişmeleri dikkatle izlediğini açıklarken, “Çin tarafı yüksek ilgi
ile Mısır’daki gelişmeleri takip
etmektedir, Mısır’daki tarafların şiddet çatışmalarından
ve insan zayiattan kaçınmalı,
diyalog ve istişare yoluyla anlaşmazlıkları gidermelidir, hukuksal
düzen sağlanmalı ve toplumsal
istikrarı
gerçekleştirmelidir”3
şeklinde açıklama yapmıştır.
Çin Hükümeti, 9 Temmuz’dan
25 Temmuz’a kadar Mısır’daki
gelişmelere yönelik her han-
19
Çin tarafı yüksek ilgi ile Mısır’daki gelişmeleri takip
etmektedir, Mısır’daki tarafların şiddet çatışmalarından
ve insan zayiattan kaçınmalı, diyalog ve istişare yoluyla
anlaşmazlıkları gidermelidir, hukuksal düzen sağlanmalı ve
toplumsal istikrarı gerçekleştirmelidir.
gi açıklama yapmamıştır. Çin
Hükümeti nezdinde Cumhurbaşkanı Mursi’ye yönelik
düzenlenen askerî müdahale bir darbe değildi ve “Mısır halkının siyasî tercihine
saygı göstereceği” şeklinde
kendi görüşünü açıklamaktadır. Yani gelişmeleri bir halk
devrimi gibi görmektedir. Çin
Hükümeti itidale çağırma ile
birlikte siyasal düzen ve toplumsal istikrarının sağlanmasını istemaktadir. En önemlisi
Kahire’de neler yaşansa yaşansın iki ülke halkının geleneksel dostluğu nedeniyle Mısır’ın
Çin ile yakın ilişki kuracağından emindir.
Çin’in resmi basınlarında Mısır’daki askerî müdahaleye
“darbe” sözü hiç kullanılmamıştı. Hong Kong’da faaliyet
gösten Ta Kungpao gazetesi
yorumcusu Mu Chunshan bir
ölçüde bu görüşü açıklamaktadır. Mısır’daki askerî müdahale iki ülkenin ilişkilerini
etkileyemez, eğer laik güçleri
iktidara gelirse iki ülke ilişkileri daha da sağlamlaşabilir.
Objektif olarak bakıldığında,
Mursi’nin göreve gelmesinden
2 ay sonra ilk Çin ziyaretini
gerçekleştirmişti, bu da onun
ve Müslüman Kardeşler’in
Çin-Mısır ilişkilerini gerçekten
olumlu geliştirmesinin duru-
20
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
şunu göstermişti. Ancak bazı
uluslararası sorunlarında Mursi ile Mübarek’in Çin’e gösterdiği tutumu farklıdır. Örneğin:
Müslüman Kardeşler, Çin’in
BM ortamında Suriye sorunu
üzerindeki ret oyu kullanması
ile ilgili memnuniyetsizliğini
bildirmişti. Çin-Mısır iki ülke
arasında direkt çıkar çatışması
olmasa da, bölgesel sorunlarla
ilgili meselelerinde Mısır devrimi öncesi gibi değil ve bazı
görüş farklılıklar mevcuttur.
Fakat Çin Mısır’ın iç işlerine
yönelik duruşun nispeten uzak
durmuş ve bütün siyasî güçler
ile teması vardı. Çin’in çıkarları Mısır’ın her siyasî aşamalarında ciddi etkisi olamaz. Ancak Mısır’da çalkantılar uzun
süreli devam ederse Çin’in bu
ülkedeki yatırımları belirsiz
riske uğrayabilir. 4
Çin’in resmi basınlarında Mısır’daki askerî müdahalesine
“darbe” demesede, bazı gazete ve internet mediyasında
darbe (zheng bian) kelimesini kullanmıştır.5 Bazı basında “yasaklanma”, “görevden
alınmak”, “ihraç etmek” ve
“kovulma” anlamına gelen kelimeyi (Bàchù) kullanmıştır.6
Çin basını Mısır’daki askerî
müdahelenin mahiyetini bildiği anlaşılmaktadır. Bazı Çin
basını söz konusu darbeyi
Mursi’nin kaderi olarak nitelemektedir.7
ABD’de Mısır Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı
Sisi’nin askerî müdahalenin
devrim mi? yoksa darbe mi?
Demokrasinin sonucu mı?
yoksa demokrasinin tahribatı mı? tartışması yaşanmıştır.
ABDlilere göre bilimsel olarak devrim ya da darbe bu iki
kelime Mısır’daki gelişmeleri
izah edemez, yani Mısır’da yaşananlar hem devrim hem de
darbedir, hem demokrasinin
sonucudur hem de demokrasinin tahrip edilmesidir.8
ABD de Mısır’daki askerî müdahaleye darbe dememişti.
Başkan Obama konuşmasında “darbe” kelimesini kullanmamaya özen göstermiştir9 ve
bunun bir nedeni de ABD’nin
Mısır’a yılda 1.5 miyar dolar
(1.3 milyar dolar askerî yardım) yardım etmekte olmasıdır ve ABD’nin yasasına göre
derbe hâkimiyetine finansal
yardım edilmeyecektir, neticede ABD-Mısır ilişkilerine
zarar verebilecektir. Diğer bir
neden de islamî arkaplanı olan
siyasî güçlere olumsuz bakışlarıdır. Bu da Batı’nın islam korkusundan kaynaklanıyor olabilir. ABD Temsilciler Meclisi
Dışişleri Komisyonu Başkanı
Ed Royce, Başkan Obama’nın
açıklamasına destek vererek,
Cumhurbaşkanı
Mursi’nin
“Mısır’ın anayasal demokrasi taleplerini engelleyen kişi”
olarak eleştirmektedir.10 Mısır’daki askerî müdahaleyi
olumlu karşılayan Senato Silahlı Kuvvetler Komitesi üyesi
James Inhofe, Askerler “barış
ve istikrarı sürdürmenin önemini anlamış” diyerek övmüştü ve askerlerin halka yardım
ederek hâkimiyeti ele gerçirmesini takdir ettiğini ifade etmişti.11 Senato James Inhofe,
Mursi’yi düşman diye nitelemekte ve Mursi’nin çoktan
Capitol Hill tarafından sevilmeyen kişi olarak bakılmakta
olduğunu ileri sürmektedir.12
Bazı ABD uzmanları, yaptığı
tespitlerinde Washington’nun
Mursi’nin yetkisini kötüye kullanmak ve ekonomik reforma
karşı çıkma tutumunu gözardı
ettiğini, son yılların en dehşet diplomasi mağlubiyeti olduğunu, Washington’un aynı
zamanda İslamcı diktatörün
ortağı olmakla ve demokrasiyi
destekleyen muhalefet ile düşman olmakla eleştirmektedir.13
Yine bazıları, Mısır’da yaşanan
darbe gününü, ABD Bağım-
sızlık Günü ile denk getirerek
bu günün Mısır halkının kendi
tarihini yazdığı gün olduğunu
ve “ABD’nin Ortadoğu işlerini karıştırdığı” görüşünü ileri
süren bazı komplocuların bu
sefer yanıldıklarını, Başkan
Obama’nın bu sefer son sırada oturan yolcu olduğunu
savunmaktadır.14 Bu durumda
ABD basınının Mısır’da yaşananları darbe demesi zordur.15
Diğer bir durum ise, Mısır’daki darbeyi sulandırarak veya
kavramını zayıflaştırarak darbe olmadığı sunuca varmalarıdır. Örneğin: ABD’nin bazı
uzmanları bunun darbe olduğunu kabul ederken, ancak,
bu darbenin halkın desteği ile
gerçekleştiğini15 ileri sürmeleridir. Yine bazıları ise, bu darbeyi halkın iradesi olarak ileri
sürmektedir.16 ABD’nin önde
gelen yorumcu Fareed Zakaria
de Mursi’yi Nelson Mandela
ile kıyaslayarak Mandela’nın
kucaklayıcı biri olduğunu, ancak Mursi’nin böyle biri olmadığını ileri sürerken, Mursi’nin
Mandela’nın müridi olmadığı
için Mısır’ın demokratikleşme
yolunun daha da zor olacağını
savunmaktadır.17
Tabii Mısır’da yaşananları darbe olarak nitelendiren bazı Batı
basınları da vardır.18 Mısır’da
milyonlarca halk harekete geçirebiliyorsa askerî güce hiç ihtiyaç yoktur19 şeklinde görüşleri
belirtmektedirler.
Çin’in darbe dememesinin
nedeni ise, ABD ile farklıdır,
Çin’in Mısır ile askerî stratejik
işbirliği yoktur. Çin’de islamofobi bakışı açıkça dile getirmediyse de Mursi’nin düşürmesi
ile ilgili analizlerinde İslamcı
yönetimin kendi halkı ve diğer ülkeler tarafından kabul
21
Bazı islam ve müslüman ülkelerinde de islami kimliği olan
partileri demokresi yoluyla iktidara gelmiş durumlarının
çoğalması, Batı ülkelerinin demokrasi kavramını yeniden
gözden geçirmeye sevketmektedir.
edemediği yönünde yapmaktadır.20 Bunun bir diğer örneği
ise Doğu Türkistan’daki uygulamaları ve bölgedeki ayrılıkçı
faaliyetin fikir kaynağının panİslamizm ve pan-Türkizm’e
bağlamasıdır, üstelik sosyalist
yönetimin dine karşı özelliği
de bir faktördür. Neticede tek
bir çeşit İslamofobi mevcut
değildir. Çin’de islami arkaplanı olan ve iktidarda olan
yönetime nötür bakmaktadır.
Çünkü Çin’in dış politikası
Türkiye gibi ilkeler ya da değerler üzerinde değil tamamen
ulusal çıkar üzerinde inşa edilmektedir. Mao’dan sonraki
Çin lideri Deng Xiaoping’in
1978’de fikir olarak ortaya
koyan ve 1987’de kabul edilen Çin’in üç aşamalı kalkınma stratejisi (1987-2030)
gereğiyle yurtiçinde istikrar
ve yurtdışıda barış ortamı yaratması olmuştu. Bu stratejisi
sayesinde üçüncü aşamasına
giren Çin, 2030 yılında değil
2020 yılında hedefin tamamlanabileceği kanısındadır. Yani
en azından yurtdışında barış
sağlama politikası 2020 yılına
kadar devam eder ve bundan
dolayı kendi ulusal çıkarları
ciddi etkilemediği sürece küresel ve bölgesel olaylara fazla
karışmayacak ve sorumluluğu
üstlenmeyecektir. Mısır olaylarında uzakdurması ve hangi
22
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
rejim gelse gelsin hepsi ile ilişki kurulacak demesi bundan
kaynaklanmaktadır. Diğer bir
neden ise Çin-Rusya stratejik
işbirliği ortaklık ilişkisidir, yani
Rusya ile ortak tutumunu sergilemektedir.
Günah Demokrasidir
Demokrasi ve insan hakları
ABD’nin güvenlik ve refah ile
birlikte üçüncü ulusal çıkarıdır. Uzun yıldır dünyada demokrasiyi yaymak için askerî
müdahale dahil her yöntemi
kullanmıştır. ABD’nin terör
listesinde yer alan Lübnan’daki Hizbullah örgütü 2009 yılında seçim ile meclise girmesi
ABD dâhil demokrasiyi toplumsal ve siyasal değer olarak
gören Batı ülkeleri düşündürmeye başlamıştır. Bazı islam
ve müslüman ülkelerinde de
islami kimliği olan partileri demokresi yoluyla iktidara gelmiş
durumlarının çoğalması, Batı
ülkelerinin demokrasi kavramını yeniden gözden geçirmeye sevketmektedir. Mısır’da
seçim ile gelen Mursi yönetimi
bir takım halk desteği ile gerçekleşen askerî darbeye karşı
Batı ülkelerin, monarşı ülkeleri ve bazı totaliter yönetimin
sevinçli tutmu demokrasi kavramını daha da karmaşık haline getirmiştir. Batı basını, Mısır demokratçaların demokrasi
sürecini, demokrasi ile karşı
karşıya koyduğu yorumunu
yapmaktadır.21 Batılı yorumcular Mısır’da demokrasinin
yerleşebileceğine şüphe ile
bakmaktadır. ABD yorumcusu Walter Russell Mead, Bayaz
Saray’ın Mısır’da kısa ya da
orta vadede demokratikleşeceğini unutması gerektiğini
ileri sürmektedir.22 Çin basını
ise Mısır olayları ABD’nin demokrasi yüz perdesini yırtmıştır diye yorum yapmaktadır.
Çinli yorumculara göre Mısır
olayında ABD kendi demokrasi prensibine aykırı davranışının nedeni demokratik
yollarla seçilmiş hükümetin
ABD’nin çıkarlarına uyum
sağlamadığı için devrilmesine göz yummuştur. Bir başka
deyişle demokrasi, ABD’nin
kendi çıkarlarını maksimize
etme araçların biridir.23 Batılı yorumcular Mısır darbesi
sonrası İslamcıların demokrasiye inanmasının zorlaşacağını
ileri sürmüştür.24 Fakat yine
bazı araştırmacılar Mursi’nin
devrilmesi ile Mısır’ın gerçek
bir demokrasiye ulaşmasına
neden olacağı görüşündedir.25
Çin Sosyal Bilimler Akademisi
Batı Asya-Afrika Araştırmaları Enstitüsü başkanı He Wenping, Mısır toplumunun eski
rejimi yıkma konusunda ortak
görüşe sahip olduklarını, ancak yeni yolu tercih ederken
güçbirliği ve ittifakı sağlayamadıklarını, aksine sonsuz bir
güç mücadelesi içine girmiş oldukları tespitini yapmaktadır.
Aynı uzmana göre, Mısır’da
yaşanan büyük siyasal deği-
şim sonunda askerî çevresi
demokrasi olmayan yöntemle
“darbe” yaparak Mısır’ı demokrasi yoluna dönüştürebilmesini ummaktadır. Ancak
yeni Mısır liderinin mutlaka
demokrasi yolunda ilerleyeceğini kim garati verebilir diye
şüphe etmektedir.26
Batılı yorumcular Mısır’da
son iki yıldan beri yaşananlara bakarak Mısırlıların hem
özgürlük hem de demokrasiye
bir arada sahip çıkmalarını zor
olduğu tespitlerini yapmaktadır.27 Batılı yorumculara göre,
yargı, seçim ve eğitim sistemi
konularında toplumsal uzlaşı
ile bu ülkenin düzenini yaratabilir, herbir vatandaşın sivil
hayatında söz hakkını kullannabilmesi, diktatörlük baskıdan arındırabilmesi ve bunun
uzun vadede sağlayabilmesi ile
birlikte ancak ilerleyebileceği
görüşündedir.28 Batının bakışıyla bunlar demokrasi süreci
ile adım adım gerçekleştirebilir. Fakat Çin uzmanları demokrasi olmayan bazı rejimler
de bunları sağlayabileceğini
ortaya koymaktadır.
Çinli araştırmacılar dünyada
heryere uyumlu bir demokrasinin olmadığından dolayı demokrasinin evrensel özeliğinden
şüphe duymaktadır. Mısır’da
yaşanan çalkantılar Batı demokrasinin köşesini kazmıştır.
Çinli yorumculara göre her ülke
kendi ülke durumuna göre bağımsız yolunu tercih eder ve bu
şekilde ülkenin barışı, istikrarı,
refah ve gelişmelerini sağlayabilir. Sonuç olarak Batı ülkeleri
de uyarı yapmışlar, Mısır olayları
üzerinde ciddi muhasebe yapmaları gerektiğinden ve her
fırsatta başka ülkenin hatasını
bulmaya çalışmamasını, aynı
zamanda kendisine biraz itibar
bırakmasını açıklamaktadırlar.29
Çinli araştırmcılara göre,
Mübarek’in devrilmesinden
buyana Mısır kaybetmiştir.
Seçim oldu, özgürlük oldu,
Cumhurbaşkanı oldu, ancak
demokrasi yok oldu, düzen
yok oldu, toplumsal barış yok
oldu ve kalkınma da yok oldu.
Tahrir Meydanı’nda ışıklar parlaktır ancak sadece Mısır’ın
yeniden yapılanma sürecinin
rölantide devam etmektedir.
Mısır’ın son iki yılın kaybı aynı
zamanda Mursi’nin mağlubiyetidir. O seçim yoluyla kazanan yasal otorite ile yönetimin
otoritesini sağlayamamıştır;
dinî, laik ve mevcut çıkar guruplar arasında uzlaşı bir yolu
bulamamıştır; Ekonomik kalkınma, düzenin yeniden inşası
ve bütün halkın menfaatlerine
cevap veren reçeteyi bulamamıştır. Mısır’daki son iki yıl
aynı zamanda demokrasinin
kayıbıdır, eski rejim yıkıldı ve
demokrasi kavramını getirmiştir, ancak demokrasinin ideallerini getirememiştir. Çıkarlar
mücadelesi demokrasi ile seçimin şekli ve çerçevesinde çatışmalar yaşanmıştır, devamında
demokrasinin namında zaten
zayıf olan demokrasiyi çıkmaz
sokağa sokmuşlardır. Daha da
kötüsü, askerî müdahalenin
sonucunda durum kontrol altına alınabilirse, bu dablokaj
tedavisidir; askerî müdahalesine sevinçli çığlık atan o Mısır
halk da histeri hastalığına yakalanmıştır, çünkü askerî müdahale mutlaka demokrasinin
gerilemesi demektedir. Üstelik
askerî güçleri sadece mevcut
çatışmayı bastırabilir, dinî güçleri ile laik güçleri arasındaki
çatışmalarını gideremez. Bu nedenle Mısır’daki yarı pişmiş demokrasinin sancısı daha devam
edecektir. Tahrir Meydanı’ndaki Kaos, umudunu kaybeten
Mısır’ın kederli ve karmaşık
duygunun bir kesitidir.30
Yazarın kendi bilgisi dahilinde dipnotlar
çıkarılmıştır.
23
DEVRİMLERİ DARBELERLE
DURDURMAK?
TÜRKİYE, MISIR VE
TUNUS’TAN DERSLER
Prof. Dr. Yasin AKTAY
MISIR DOSYASI
SDE Başkanı
Bilebildiğimiz bütün askeri darbelere kendilerini mutlaka
destekleyen bir halk kesiminin talepleri eşlik etmiştir.
Hatta yeterince halk desteği temin edilmeden hiç bir
askeri darbe olmaz, olmamıştır. Türkiye’nin darbeler
tarihine bakıldığında bütün darbelerin mutlaka yeterince
halk desteği sağlandıktan sonra gerçekleşmiş olduklarını
görürüz.
B
ugünlerde İslam dünyasının birçok yanında olup bitenler başka
birçok yanında olup bitenlere
ışık tutar gibi. Bir ağaç savunması gibi başlayıp küçük çaplı
bir ayaklanmaya dönüşen ve
başbakanın evini ve ofislerini basmaya yönelen Gezi
olaylarının hemen akabinde
Mısır’da başlayan Temerrüt
hareketiyle Mısır tarihinin ilk
seçilmiş cumhurbaşkanı askeri
darbeyle devrildi. Bu darbenin
halkın yoğun isteklerine dayanamayan “kahraman Mısır ordusunun” sahne alıp duruma
el koymasından ibaret olduğu
söylendi.
Asker, sadakat yemini etmiş
olduğu
Cumhurbaşkanını
devirmekle kalmadı, arkasından yeni cumhurbaşkanını
ve hükümetini silah gücünden başka hiçbir meşruiyeti
olmadığı halde atadı. Arkasından binlerce insanı tutukladı, kendisine muhalif bütün
televizyon kanallarını kapattı,
bir kaç defa göstericilere açtığı rastgele ateşler yüzünden
toplamda 300’ün üstünde insanı öldürüp binlerce insanı
yaraladı. Bu katliamlarından
dolayı askeri yönetim, bırakınız hesap vermeyi herhangi
bir soruşturma bile açmış değil. Buna mukabil, hala yaptığı
işin darbe olmadığını söylemeye devam ediyor. Onun bunu
söylemesi bir şey değil de bu
gülünç iddiaya bütün dünyanın inanmaya bu kadar istekli ve hazır olması çok önemli.
Mısır’daki darbenin en bariz
görünen yanı, bütün açıklığına ve bütün cürümlerine
rağmen uluslararası toplumun
ona darbe dememekte adeta
anlaşmış olması. Açıkçası bu
durum ona darbe demeyen kalabalık bir uluslararası toplumu bu darbenin ortağı haline
getirmektedir. Zamanla ortaya
çıkan bazı bilgiler, bu darbenin
planlanması ve kotarılmasında
da başta ABD ve AB olmak
üzere İsrail, Suudi Arabistan
ve Körfez ülkelerinin hepsinin
bu darbede ya payları olduğu
veya bu darbeye dört elle sarıldıklarını gösteriyor. Ancak
darbeye darbe dememe başarısına getirdikleri açıklama,
askerin halkın dayanılamayan
taleplerine karşılık vermek olduğunu söylüyorlar.
Doğrusu bir hayli geçerlilik kazanmış ve bildik bileli
darbeden başka hiç bir şeye
benzemeyen bu olayı darbe
değilmiş gibi gösteren bu ağır
teze dair bir iki şey söylemek
gerekiyor. Bilebildiğimiz bütün
askeri darbelere kendilerini
mutlaka destekleyen bir halk
kesiminin talepleri eşlik etmiştir. Hatta yeterince halk desteği temin edilmeden hiç bir askeri darbe olmaz, olmamıştır.
Türkiye’nin darbeler tarihine
bakıldığında bütün darbelerin
mutlaka yeterince halk desteği sağlandıktan sonra gerçekleşmiş olduklarını görürüz. 27
Mayıs, ayaklanmış öğrencilerin oluşturdukları atmosferde
askere davetiye çıkarmıştı. 12
Mart’a giden süreçte yine öğrenci olaylarından bıkmış olan
halkta bir asker hasreti yaratılmıştı. Aynı şey daha ağır bir
biçimde 12 Eylül darbesinde
olmuştu. En ağır meşruiyet
sorunu olan 28 Şubat bile düzenli olarak Anıtkabire koşan
zinde halk kitlelerinin sloganları arasından bir davete icabet
gibi gelmişti. Hepsi de kendilerini çağıran bir halk hikayesine dayanma ihtiyacı hisset-
25
İhvan’ı zor durumda bırakmaktan başka bir işlevi olmayan bu
hareketleri her ikisinde darbeye giden yolu döşedi. Heryerde
aynı taktikler kopya gibi uygulanıyor olsa da, bu yerlerin
farklılığı kuşkusuz darbeciler için bazı kolaylıklar veya
zorlukları da açığa çıkarıyor.
mişti. Ama bu, onların bütün
çirkinliği ve gayrı ahlakiliği ile
birer askeri darbe olarak değerlendirmelerini engellememişti. Sadece sonradan ortaya
çıkan verilerle bu davetiyeleri
bizzat kendilerinin binbir türlü entrika ile üretmiş olmaları
değildi bunların darbe olarak
değerlendirilmesini sağlayan.
Aksine bizatihi darbenin darbe olma keyfiyetinin dünyada
tartışılacak bir yanının olmaması dolayısıyla... Dünyanın
her yanında bir savunma bakanı sahip olmadığı bir yetkiye
dayanarak, sadece kendisine
emanet edilmiş silaha güvenerek gidip kendisini atayan
ve kendisinin amiri konumundaki birini azletmeye kalkışırsa bunun adı askeri darbeden
başka bir şey değil.
Ayrıca asker halkın arasında siyasi ihtilaflara müdahale
etme hakkına sahip değil. Halkın ihtilafı demokratik topluma en çok yakışanıdır, ama
halkın bir kesiminin arkasında
haksız rekabet imkanı sağlayacak şekilde bir silahlı gücü (orduyu veya örgütü) hissetmesi
ve sıkıştığında ondan yardım
alabileceğini düşünmesi demokrasiyi ifsat eden bir şeydir.
Ne yazık ki, böyle bir haksız
kazanca her toplumda talip çıkacak kesimler bulunabilir. Bu
26
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
haksız politik kazanç çok ayartıcıdır. Sandıktan çıkma ihtimaliniz olmadığı halde silahlı
bir gücün el atması sayesinde
hiçbir şekilde gelemeyeceğiniz
yere geliyorsunuz. O yüzden
kurulan rejimlerin son derece
sadık, ateşli savunucuları bile
bu tür azınlıklar arasından çıkıyor. Sömürge sonrası kurulan İslam ülkelerinin hemen
hepsinde askerin, dolayısıyla
devletin bizzat kendisinin böyle bir ayartıcı rolü vardır ve
çoğu kez darbenin savunması
şu veya bu kılıkta bu ayartılmış halk kesimlerine yaptırılır.
Tabii ki darbe kelimesinin aşırı pejoratif tabiatı dolayısıyla
darbe savunması mutlaka başka kılıklara sokularak yapılır.
Hiç kimse darbecilik yaftasını
üstüne alınmaz ama yaptığı
bal gibi darbeciliktir.
Tunus, Türkiye ve Mısır’da
kopya darbeler
Mısır’da darbenin bir şekilde
kotarılmış olma ihtimali ortaya çıkar çıkmaz Tunus’ta da
aynı kesimler hareketlenmeye
başladı. Ama bu hareketliliğe
hızlandırıcı bir etki lazımdı.
Dün itibariyle bu etki de Halk
Hareketi Partisi Başkanı ve
Kurucu Meclisi üyesi Muhammed el-Brahmi'nin öldürülmesiyle temin edildi. Faili meçhul
olarak kalması hesaplanmış
suikastın 6 Şubat’ta öldürülen
diğer bir muhalif lider Muhammed el Beliyd’i vuran silahla
aynı silahla vurulmuş olduğu
anlaşıldı ki, önceki suikastla
aynı sonucu hızla verdi. Birileri tarafından Nahda hareketi
durduk yerde bu cinayetten
sorumlu tutuldu, hemen protesto hareketleri başladı.
Her yönüyle bizim 7 sene önceki Danıştay cinayetini andıran bu suikastın ilk bulgulara
göre Selefi bir grup tarafından
işlenmiş olduğu anlaşıldı. Mısır’daki darbenin sponsorluğunu yapan Suudi Arabistan tarafından desteklenen Selefiler
aslında Tunus’un İhvan’ı sayılan Nahda hareketine kökten
karşılar. Suudi Arabistan’ın
İhvan karşıtlığı ona karşı Mısır’daki darbenin sponsorluğunu yapmaya itecek ölçülerde
olduğunu biliyoruz. Gerçekten Mısır’daki Selefilere baştan itibaren verdiği desteğin
karşılığı olarak önlerine adeta
tek hedef olarak İhvan’ı iktidar yaptırmamayı, olmuşken
onu devirmeyi koyan Suudi
Arabistan’ın hesabı malum.
Bir yandan İhvan’ın dayandığı
demokratik eğilimin aynısının
kendi ülkesine sirayet etmesinden çekiniyor. Diğer yandan bu olmasa bile İhvan’ın
yükselişinin İslam dünyasının
liderliği konumundan kendisine alternatif oluşturabileceği
hususu, İhvan’a karşı özel bir
antipati beslemesine yol açıyor.
Suudi Arabistan için öyle anlaşılıyor ki, Mısır’ın daha fazla
İslamlaşması veya güçlenip İslam dünyasının da güçlenme-
sinde bir dinamik oluşturması
asla tercih edilir bir şey değil.
Mısır’ın batılı laik bir eksende
kalması çok kendisi için de çok
daha fazla tercihe şayan bir
durum. İhvan’ın bir kolu olan
Tunus’taki Nahda hareketine
karşı da benzer duygular besleyen Suudi Arabistan orada da
kendine bağlı Selefi gruplarına
çok komplike eylemler yaptırmaktan çekinmiyor. Aynı nedenlerle Tunus’ta Nahda’yı ilk
planda olağan şüpheli haline
getiren suikast, defalarca sahneye konulmuş ve bugünlerde
İslam dünyasını dizayn etmeye
çalışan büyük oyunun basit bir
tekrarı. İşin daha ilginç tarafı, herkes Selefilerin İhvan’la
olan farkını ve hasımlığını bilse bile Selefilerin hareketlerinden Nahda sorumlu tutuluyor.
Tıpkı Mısır’da İhvan’a yöneltilen en ağır eleştirilere konu
hareket veya düşüncelerin aslında Selefilere ait olması gibi.
Daha önce yine bir Selefinin
Tunus bayrağını, İslam’ı değil Tunus ulusalcılığını temsil
ediyor diye gönderden indirip
onun yerine İslam’ı temsil ediyor diye siyah bayrak asmasına
karşı Tunus’ta Türkiye’deki
bayrak kalkışmalarına benzer
bir büyük kampanya olmuştu.
O kampanya da Selefiler yerine, onları cesaretlendirdiği
iddiasıyla Nahda hareketine
yönelmişti. Yine benzer bir biçimde Mısır’da Selefiler İhvan
iktidara gelir gelmez ondan
Şeriatı uygulamasını isteyen
ve herkesi ürküten mitingler
yaptılar, namaz vakti girdiğinde Meclis’in içinde ezan okudular. Bu hareketler bir çok
insanı ürkütüyordu ve müsebbibi İhvan olarak görülüyordu. Oysa bu taleplere karşı
İhvancı düşünürler, Selefilerin
istediği Şeriat uygulamasının
sadece uygulanmasından ibaret olduğunu, oysa Şeriat’ın
herşeyden önce iyi yönetim,
adalet ve hürriyeti daha çok
önemsediği yönünde cevaplar
bile veriyorlardı. Ancak hem
Tunus’ta hem de Mısır’da Selefilerin (aslında bazı Selefiler
demek daha doğru olur, çünkü
bu oyunlara hiç girmeyen, hatta bu tarz çıkışları aptalca bulan Selefiler de var Mısır’da)
İhvan’ı zor durumda bırakmaktan başka bir işlevi olmayan bu hareketleri her ikisinde
darbeye giden yolu döşedi.
Heryerde aynı taktikler kopya
gibi uygulanıyor olsa da, bu yerlerin farklılığı kuşkusuz darbeciler için bazı kolaylıklar veya
zorlukları da açığa çıkarıyor.
Örneğin özellikle Türkiye’de
başbakan Erdoğan’ın set üslubunu, Mısır’da da Muhammed
Mursi’nin iktidarı paylaşmamasını kendisine yönelen tepkilerin bir açıklaması olarak
zikredenlerin Tunus’a bakmaya davet etmek lazım. Orada
Raşid el-Gannuşi, şimdiye kadar iktidara gelme ve iktidardaki üslubu bakımından bütün
bu eleştirilere kulak vermiş biri
gibi görünüyor. Daha baştan
istediğinde olabileceğine kesin
gözüyle bakıldığı halde Cumhurbaşkanı olmadı, yerine bir
sosyalist aktivist olan Münsif
Marzuki’yi bir tür uzlaşma jesti
olarak önerdi. Yetmedi, kendisi siyasete bile girmeyerek olabilecek muhalefeti engellemek
istedi. Yetmedi, alabildiğine
felsefi derinliğe sahip İslami
düşünce birikimiyle, İslam ve
demokrasi, vatandaşlık, insan
hakları konularında içtihat sayılabilecek fikir ve uygulamalarıyla önplana çıktı. Onun bu
konudaki fikirleri bugün ortaya çıkmış değil, seksenli yıllardan beri bu konuya dair fikirleri biliniyor. Gannuşi modern,
çokkültürlü veya çoğulcu bir
dünyada İslam’ın siyasetle ilişkisi üzerine en uzlaşmacı ve
demokrat özelliğiyle biliniyor.
Tunus’ta bir uygulama yapıldığında bunun başkalarını rahatsız etmemesi üzerine aşırı
27
Neresinden bakarsanız bu bir illüzyon oyunudur. Bu oyunun
en iddialı olduğu alan gerçeklerin çarpıtılmasıdır. Darbenin
darbe gibi görülmemesi sağlanacak. Oradaki Vandalizm,
polisin şiddetine karşı masum göstericilerin patlayan haklı
öfkesi gibi gösterilecek.
kafa yoruyor. Buna rağmen
Tunus’ta laik liberaller tarafından Nahda hareketi isyan
edilesi ve darbeyle devrilesi
bir yönetim olarak görülmekten kurtulamıyor. Kuşkusuz
bu örnekte, Mısır’daki darbeden iktidarı paylaşmadığı için
Mursi’yi, Türkiye’deki Gezi
hadiselerinden de başbakan
Erdoğan’ı sert üslubu dolayısıyla eleştirenler için dersler
olsa gerek.
Sanatçının darbe
süreçlerindeki rolü?
Gerçeğin yaratıcı tahrifi
Bu arada her tarafta eşzamanlı olarak sahneye konulan
oyunun bir önemli taktiği de
demokratik yollarla iktidara
gelmiş ve yine demokratik yollarla sınanmaya açık iktidarların “diktatör” gibi gösterilebilmesidir.
Neresinden bakarsanız bu bir
illüzyon oyunudur. Bu oyunun
en iddialı olduğu alan gerçeklerin çarpıtılmasıdır. Darbenin
darbe gibi görülmemesi sağlanacak. Oradaki Vandalizm,
polisin şiddetine karşı masum
göstericilerin patlayan haklı
öfkesi gibi gösterilecek. O saldırgan, Vandal eylemcilikten
bir ağlayan çiçek çocuk portresi çıkarılacak, o çocukların
döktükleri pisliklerde boncuk
28
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
aranıp bulunacak. Oradaki
eşek şakaları, küfürbaz söylemler yüksek mizah örnekleri
gibi sunulacak. Kapitalizmin
en iğrenç sömürgenleri olan
finans-kapitalistlerinin önde
olduğu eylemler anti-kapitalist, sosyalist hareketler diye
yutturulacak.
Çapulculuk,
ismiyle müsemma haliyle, bir
marifetmiş gibi gösterilecek.
Bu oyun Türkiye, Mısır ve
Tunus’ta aynı şekilde oynanıyor.Olay illüzyon olunca, gerçeği çarpıtmanın sanatkarlarına mutlaka önemli iş düşer.
Ya mesleği sanatçı olanlar bu
işin neresinde? The Times’a
bazı sanatçılarca verilen ilan
gerçeği çarpıtmanın hiç de
sanatkârca olmayan bir şekli.
Sanat doğası itibariyle gerçeğin tahrifi, ama sanatkârca
bir tarzı var. Gerçeği sanatın
kurallarından da saparak bu
kadar açık çarpıtmaya iten,
tahrik eden politik angajman
nereden geliyor? Üzerinde
durmaya değer.
Bu kadar çelişkili bir dünyanın
allanıp pullanması, öyleyken
böyle gösterilmesinde ciddi bir
göz boyaması, illüzyon gerektiği açık. Darbeyi halkın taleplerine cevap, katliamı, hırçın
ve gözünü iktidar hırsı bürü-
müş göstericilerin intiharı gibi
gösterecek bir illüzyon.
Ne yazık ki, günümüzün medya dünyası bu görevi fazlasıyla
yerine getiriyor. Sözümona sanatçılar da göz boyayıcı medyanın ürettiği, parlattığı ve lüzumu halinde bu görev için işe
koştuğu elemanlardan başkası
değil.
Times dergisinde Başbakan
Erdoğan’ı diktatör olarak sunan, yüzlerce aracı ve işyerini yakıp yıkan, ulusalcı-faşist
eylemleri demokratik ifade
hakkı kapsamında gö(ste)ren,
olabilecek en rutin demokratik mitingin mükemmel bir
örneği olarak Kazlıçeşmeyi de
Hitler’in mitinglerine benzeten bir zihin gerçekten çok yaratıcı. Burada gerçekten sanat
ve sanatçının günümüz siyasetindeki anlamı üzerine ibretlik
bir manzara ile karşı karşıyayız.
Sanatçının işi çirkin iktidar
entrikalarında bu yüzeysellikte
işlere koşulmaya indirgenmiş
durumda. Dünyada halihazırda yaşanmakta olan onca gerçekliğe karşı bu kadar kör, sağır, duyarsız kalabilmek, buna
mukabil Türkiye’yi bu şekilde
okuyabilmek için sanatçı yaratıcılığına sahip olmak gerekiyor. Bu yaratıcılığın sanatı
mümkün kılan bir meleke olması bir gerçekse de, insanlığa
rehber oluşturacak bir yetkiye
konuşlandırılması aslında kim
ne derse desin o sanatçıların
da bir tercihi değildir. Niyeyse sanatın da üstyapısal işlevi
dolayısıyla Marksist bir analizi
hatırlayasım var. Orada görülmesi gereken şey sanatçının
hangi sermaye veya güç çevrelerinin hizmetinde olduğudur. Sanatçı Marx tarafından
burjuvanın yeni tapınaklarının şövalyeleri olarak nitelenir. Gerçeği yansıtması zaten
düşünülemez. O, sanatçının
mimesis, yani taklit boyutu
olur. Ama gerçekliğin yaratıcı
temsili veya yansıması olarak
bakılıp bir nebze prim verildiğinde de bu temsilin bu kadar
otoriter bir kisveye bürünmesi
veya büründürülmesinin de
apayrı bir değerlendirmeyi hak
ettiğini söylemek gerekiyor.
Sanatçının bir tür kendiliğinden otoritesi kabul edilmiş
durumda. Bu otorite garip bir
söylem tarafından kendisine
bahşediliyor olsa da, her sanatçının her tavrının bu otoriteden eşit olarak nasiplenmediğini de görmek gerekiyor.
Demek ki, belli dönemlerde
belli sanatçıların elde bir otoritesini kullanıma süren daha
üst bir otorite sözkonusu oluyor. Belki gördüğü bu boyut
yüzünden Platon sanatçıları
gerçeği çarpıttıkları ve insanları ideallerden uzaklaştırdığı
gerekçesiyle ideal devletinde
barındırmamayı düşünür.
Mısır’da kaybedenler veya
kazananların hesabını
tutmak
Mısır’da bir askeri darbe olmuş
durumda, tam teşekküllü, elini
kana bulamış, ne halkın iradesine, ne düşünce özgürlüğüne
hiç bir saygısı olmayan bir askeri darbe, diğer tüm darbeler
gibi. Bu darbenin karşısında
durmak veya yanında durmak
seçeneklerinde ulusal çıkar
bağı çok açıkçası son derece
oportünist bir tutum. Ancak
Mısır’da ilk defa halkın oyuyla
seçilmiş bir cumhurbaşkanına
sadece bir yıl sonra yapılan askeri darbenin nasıl bir ahlak
yozlaşması, İslam dünyasına
yönelik nasıl büyük bir saldırı, hatta aşağılama olduğunu
bir kenara bırakıp hemen bu
darbeyle birlikte Türkiye’nin
yaşadığı dış politika kayıplarının tasasına düşenler var.
Öyle ya, Türkiye şimdiye kadar Müslüman Kardeşleri,
yani Cumhurbaşkanı Mursi’yi
desteklediğine göre, Mısır’da
bu darbenin sonucunda kaybetmiş oluyor. Hem de ne kayıp! Diğer kayıpların üstüne
eklenerek yapılan hesaba göre
Türkiye dış politikası tamamen iflas etmiş gösteriliyor.
Aynı hesaba göre Suriye’de
kaybediyoruz, Irak’ta kaybediyoruz ve bu ülkelerdeki gelişmelerden dolayı bir çok ülkeyle karşı karşıya kaldığımız için
dört bir yandan kaybediyoruz.
Şu kadarını söyleyelim, bu hesap çok basit, ucuz ve kendi
içinde hesabı yapanın zihniyetini ortaya koyan bir hesap.
Dış politikada her şeyi çıkara
endeksleyen bir yaklaşım, esasen Türkiye’nin maddi çıkarını da hesaplayabilmekten
acizdir, tamahkar bir yaklaşımı
çirkin yüzüyle açığa vurduğu
için zaten güvenilmez bir profil üretir. Türkiye’nin Mısır’da
veya Suriye’de kaybettiğini
söyleyenlerin Türkiye’ye hep
beraber yaşadığımız gelişmeler karşısında nasıl bir seçenek
önerdiğini bilen var mı?
Ne yapacaktık mesela? Sırf
Esad’ı kaybetmeyelim diye
Esad’ın ölüm mangalarının,
şebihalarının elinden canını
zar zor kurtarıp Türkiye sınırına dayanan çaresiz insanlara
kapıları mı kapatmalıydık? Sırf
iyi ilişkilerimiz devam etsin
diye halkına karşı en acımasız
şekilde savaşan cani bir diktatörün yaptıklarına sessiz mi
kalmalıydık? Akıllı politika izleyip bütün bu olanlara seyirci kalmayı tercih eden dünya
bunu yapıyor da çok şey mi kazanıyor? Bir defa 900 km. üzerindeki sınır komşuluğumuz
dolayısıyla karşılaştırılamaz olsak da, tek tek her birinin Suriye konusunda gelişmelerden
hiç bir kazançlarının olmadığını hala göremiyor muyuz?
Suriye‘deki gelişmelerden İran
mı kazançlı çıkıyor, Fransa mı?
Almanya mı? Rusya mı? ABD
mi? Aslına bakarsanız hiç
kimsenin karlı çıkmadığı bir
savaştır bu, ama herkes kazancını başka aktörlerin zararlarını artırmak üzerinden kurmuş
durumda, o yüzden süreç uzadıkça uzuyor.
Mısır’da yaşanan askeri darbe karşısında sesini çıkarmayanlar, sessizce onaylayanlar,
muhtemelen bu darbenin ya
suç ortağı veya sponsorları
olanlar, bu darbeden kazanç
elde etmek için yapmıyorlar
yaptıklarını. Aksine Arap Baharı sürecinde ortaya çıkan
zararlarını telafi etmek, bu
süreçte ortaya çıkan durumun
ürettiği tehditleri çaresizce
bertaraf etme paniğiyle yapıyorlar.
29
Bölgede demokrasinin gelişmesi, daha önce de belirttiğimiz gibi, Batılı ülkelerin hiç de
istemedikleri bir şey. Üstelik
bu isteksizliklerini bütün foyalarının açığa çıkması pahasına
göstermekten geri durmuyorlar. Darbeye darbe demeyerek
Mısır’da demokrasi ve insan
hakları konusunda sergiledikleri ikiyüzlülüğü gizleyebileceklerini sandılar ki, kimse
yemeyecek bu saatten sonra.
Mısır’da kısa bir süre için devlet aygıtını kazanmış olabilirler ama Mısır halkını ilelebet
kaybettiler. Devlet yönetimi
de şu andan itibaren ellerinde
ateşten bir top. Halk nezdinde hiç bir itibarı ve meşruiyeti
olmayan, her an tekrar devrilebilme ihtimali dolayısıyla
destekleyenin kabuslarını bin
kat artıracak bir devlet.
Suudi Arabistan ve Körfez
ülkeleri’nin darbeden hemen
sonra devreye soktukları yardım paketleri nasıl bir panik
içinde olduklarını gösteriyor.
Bu panik sizce darbeden kazançlı çıkmışlığın sevincini ve
heyecanını mı yansıtıyor? Şu
anda Mısır meydanlarını dolduran ve bölge tarihinin gördüğü en görkemli direnişe imza
atan Mısır halkı hiç sevinç ve
heyecan bırakır mı onlarda?
Arap Baharı sürecinde gelişen
demokrasi rüzgarlarının kendi
ülkelerine de uğramalarından
yana duydukları bu korku
onlara sürekli kaybettirmeye
devam edecektir. Korkununsa
ecele faydası olmayacaktır.
30
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
Mısır’da bir darbenin ardından Türkiye’nin neler neler
kaybetmiş olduğunun tasasına
düşenler bir zahmet bu süreçten kimin ne kazanmış olduğunu da söyleseler de bilsek?
Ama onlar söylemeden biz
söyleyelim, belki yine kısa süreli bir kazanç olacak, ama
ABD’nin Camp David düzeni,
dolayısıyla İsrail bu süreçten
kazançlı çıkıyor görünüyor.
Aslında Türkiye’ye kar-zarar
hatırlatması yapanların aslında tek mesajı Türkiye’nin
bu ebedi kazançlı (sandıkları) eksene biatını yenilemesi.
Mısır’da darbeden sonra ilk
yapılan işlerden birisi hemen
Gazze ile Refah sınır kapısının
kapatılması ve Mısır’ın Camp
David düzenine bağlılığının
teyit edilmesi oldu. Görünürde bir kazanç bu, ama topyekun ayaklanmış Mısır halkı ve
İslam dünyasının karşısında
bu kazanç daha ne kadar sürdürülebilir?
Mısır’da darbeye en gür sesle
darbe deme cesaretini gösterebilmiş tek ülke olarak Türkiye
giderek bütün İslam dünyasında şekillenmekte olan geleceğin sesini dillendirmiş oldu.
Türkiye basit ve ucuz çıkar
hesaplarıyla şekillenen bir dış
politika anlayışı yerine günümüzde sahipsiz kalmış ilkeli
politika anlayışını dillendirerek öncü bir misyonu yerine
getiriyor. Hiç kimse endişe etmesin bu duruş bütün dünyada kaydediliyor ve dünya sabit
bir yer değil tarihsel bir süreçtir. Her şeyin hızla değiştiği bu
tarihsel sürecin daha çok kısa
bir anını yaşıyoruz.
Mısır’da iflas eden Batılı
demokrasi
Mısır’ın ilk seçilmiş Cumhurbaşkanı
Muhammed
Mursi’nin görevinin daha birinci yılında askeri darbe ile
görevinden uzaklaştırılmasına “darbe” demeye yanaşmak
istemeyenler bin dereden su
getirmeye devam ediyorlar.
Tahrir meydanını dolduran
Mursi’nin cumhurbaşkanlığını
istemeyişine bakarak, askeri
bu sese kulak vermesini haklı
görenler, Rabiatu’l Adeviyye
ve Mısır’ın bütün şehirlerinin
meydanlarına toplanan ve
Tahrir meydanındakini kat kat
aşan kalabalığı görmezden geliyorlar.
Çok açık bir biçimde Tahrir’de
toplanan halk ile diğer meydanlarda toplanan halk arasında “aristokratik” bir ayırım
yapıyorlar. Halkın bazı kesimlerinin çoğunluk bile olsalar
oylarının, görüşlerinin veya
katılımlarının hiç bir esamisinin olamayacağı bir sistemdir
aristokrasi. Esasen demokrasinin beşiği sayılan eski Yunan’daki uygulama da, toplumun sadece seçkin kesimlerinin “demos” (halk) sayıldığı,
kadınların, Atinalı olmayanların, köylülerin, kölelerin katılım gösteremediği bir sistemden ibarettir.
İslam dünyasına şimdiye kadar reva görülen demokrasi,
aslında bundan hiç bir zaman
daha ilerisi olmamıştır. Tah-
rir ile Rabia Adeviyye meydanlarında toplanan insanlar
arasında açık bir ayırım yapıyorlar. Tahrir’in sesine kulak
verilerek yapılan askeri darbenin demokrasinin olağan
sınırlarında görülmesi, buna
karşılık diğerinin sesine kulak
verilerek meşruiyet talebine
bile kulak verilmemesi Müslüman dünyaya nasıl bir demokrasinin reva görüldüğünün en
açık göstergesi.
Bu yaklaşıma rağmen yaşadığımız tartışmanın İslam’ın demokrasiyle bağdaşıp bağdaşmadığı bağlamına çekilmeye
çalışılması tam bir pişkinlik örneği. Sanki demokrasinin normal süreçleri içinde seçilmiş
olan bir cumhurbaşkanını askeri darbeyle devirenler İslamcılar sanırsınız. Demokrasinin
en açık kuralını ihlal eden,
ona karşı tam bir duyarsızlık
sergileyen onlar, ama demok-
rasiyle imtihanı yapanlar da
onlar. Bu nasıl bir ikiyüzlülük?
Esasen Mısır’daki darbeye
karşı tavırlarını bu kadar net
ortaya koymadan önce de çok
iyi biliyorduk, ama Mısır hadisesi herşeyi çok daha açık bir
biçimde ortaya koydu. İslam
dünyasında demokrasinin gelişmesiyle asla ilgilenmiyorlar.
Hatta ilgileniyorlarsa bu ilgi
demokrasinin ancak geriletilmesi, engellenmesi yönünde oluyor. Sebebi çok açık.
Demokrasi onların karşısına
kendi özgür iradesiyle hareket
eden ve her halükarda tercihleri belirsiz bir halk çıkarıyor.
Uğraşıp durmayı gerektiren,
yönetmeyi iyice zorlaştıran bir
durum bu.
Kendi çıkarlarını riske atabilecek böyle bir demokrasi macerasındansa bu ülkelerin tek
adamlarca, diktatörlerce veya
demokrasi yanılsaması yaratılmış bir ortamda öne çıkarılmış
bir elitlerce yönetilmesi çok
daha güvenli. O yüzden halk
tarafından seçilmiş bir Mursi
yerine kendilerinin desteklediği bir askeri darbeyle işbaşına getirilmiş yöneticilerle,
diktatörlerle muhatap olmak
onlar için çok daha kolay. Kolay olan varken zor olanı tercih etmenin hiç bir rasyonalitesi yok. Bir yandan bu tercih
doğrultusunda
Müslüman
dünyayla dış politikalarını yürütürken bir yandan da Müslümanları demokrasi baskısı
altında tutmaya devam ediyor
olmaları ikiyüzlülüklerinin sadece boyutlarını gösteriyor.
Mursi’nin halkın beklentilerine cevap veremediği için askerin onu devirmesini gayet olağan bir işlem gibi gördüler. Bu
konuda içine düştükleri ikiyüzlü durum yetmiyormuş gibi
31
Bu kafayla da bu krizden büyük kayıplar yaşamadan çıkmaları mümkün olmayacaktır.
Ne Mursi
Ne Darbe = Darbe
bir de Müslüman Kardeşlerin
başarısızlığından dem vurmaya başladılar. Aslında basitçe
yönetim düzeyinde Mursi’nin
başarısız olması için ellerinden
geleni yaptılar. Görevi süresince Mısır’ın bütün dış yardımları, IMF kredileri askıya alındı.
Hiç olmayan benzin, ekmek
ve elektrik krizleri ortaya çıktı. Asker, yargı ve idari bürokrasinin her konuda sergilediği
direnişi saymıyoruz bile.
Bütün bu konularda Mursi
döneminde üretilen sorunlar
onun yönetim beceriksizliğinin eseri gibi gösterildi. Oysa
darbeden hemen bir gün sonra
hem bütün dış yardımlar serbest bırakılmaya başladı hem
de benzin, ekmek ve elektrik
birden bire bollaştı. Bizim 12
Eylülcülerin yıllarca süren terör sorununu bir gecede çözmesi gibi. Biz o sorunu Kenan
Evren bir gecede nasıl çözdüyse, Mısır cuntacılarının da
ayın şekilde çözdüklerini söylersek sanırım nasıl bir oyunun oynanmış olduğunu çok
iyi anlarız.
32
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
Dolayısıyla Mursi’ye atfedilen
başarısızlık da aslında ona karşı bizzat kendilerinin yürüttüğü bir suikast veya sabotajdan
başkası değil. Müslüman Kardeşlere veya Müslümanlara
bu olay vesilesiyle atfettikleri
başarısızlık ise sadece kendi
iflaslarını resmediyor.
Mısır’da darbeyle birlikte iflas eden Müslüman Kardeşler
değil, sadece batılı demokrasidir. Müslüman kardeşler veya
İslam’ın siyasal söylemi batılı
güçlerin içine düştüğü bu açık
ikiyüzlülük, sahtekarlık karşısında sergiledikleri dik duruşlarıyla geleceğin dünyasının
inşasında çok büyük bir avantaj elde etmiş oldu, bundan
hiç kimsenin kuşkusu olmasın.
Buna karşılık Müslümanların
demokrasi sürecinde etkili
olmasının siyasi sonuçlarına
tahammül etmeyen batılılar
olmuş oldu.
Belli ki, batılılar hala Müslümanların kendi haklarını aradığı ve kullandığı bir dünyaya
hazır değil ve bu yaşanan da
onların krizi.
Arap Baharının ve ondan
sonra bütün dünyadaki sivil
muhalefet hareketlerinin sembolü haline gelmiş olan Tahrir
30 Haziran cuntası tarafından
resmen çalındı, artık darbecilerin, entrikacıların, baltacıların ve statükonun sembolüne
dönüşmüş durumda.
Allah’ın ayetlerini tahrif edip
başka türlü mesajlar üretebilen Belam geleneği, doğrusu
Tahrir’i tahrif edip tam tersi bir
mücadelenin safına katmakta
hiç zorlanmadı. Buna mukabil
gerçekten özgürlüğü bütün incelikleri ve boyutlarıyla hissedenler için meydanın ismi ve
yeri hiç önemli değil.
Bugün Tahrir’in dışında Mısır’daki bütün meydanlar
“darbeye karşı ve demokrasiden yana” en net, en katışıksız
mesajlarını haykıran insanlarla dolup taşıyor. “En net ve
en katışıksız biçimde” mesajın
verilmesinin ne kadar önemli
olduğu hiç bir zaman bu kadar
“net” bir biçimde anlaşılabilmiş değil.
30 Haziran’a yaklaştığımız
günlerde Tahrir’deki gösterilere, Mursi’ye uyarıda bulunmak üzere katılacağını söyleyen ve aralarında Arap Baharı
devrimcisi olanlarla yaptığım
konuşmaları
hatırlıyorum.
Görebildiğim kadarıyla bu işin
sonunun iyi olmadığını, gidişa-
tın devrimin bütün kazanımlarının eski rejim tarafından geri
alınacağı bir karşı-devrime
doğru gittiğini söylediğimde
bu endişemin çok yersiz olduğunu çünkü Tahrir eyleminin
Mursi’yi demokrasi çizgisine
çekmek üzere bir uyarı olarak
yapıldığını anlatmaya çalışıyorlardı.
Dahası, en önemli şiarlarının
da “ne Mursi, ne darbe” olduğunu söylüyorlardı ki, ben
de tam da bu sloganın olayın
gidişatı hakkında yeterince
uyarıcı olması gerektiğini anlatıyordum. Zira askeri vesayetin fiili bir durum olduğu bir
ortamda “ne Şeriat ne darbe”
veya hatta “ne komünizm ne
darbe” gibi sloganlardan ”sadece darbe” anlamak için yeterince tecrübeliyiz.
Adeviye’de teselli arayan
pişman ve şaşkın darbeci
Mısır’da Tahrir’i dolduran ve
aralarında gerçekten de darbe
karşıtı da olan yüzbinlerce insanın bugünlerde nasıl bir duygu içinde olduğunu izlemeye
çalışıyorum. Bir kısmı çoktan
Tahrir koalisyonundan ayrılıp
Adeviye meydanına katılmış
bile, ama sonsuz bir nedamet
ve şaşkınlık içinde. Her akşam
grup grup insan Adeviye meydanının kürsüsünden bu nedametlerini itiraf edip “darbe
karşıtı cepheye” katılımlarını
ilan ediyorlar.
6 Nisan veya Kifaye hareketinin lider tabakası değilse bile
gençleri, Nur Partisi’nin Selefileri, bazı Kıptiler, Y kuşağı
gençleri vs... Hepsi de şu anda
“ne Mursi ne darbe” demenin
darbeden korunmak için yeterince korunaklı olmadığını
çok hızlı ve acı bir tecrübe ile
yaşamış oldular. Mursi hakkında nasıl bu kadar kısa bir süre
içinde “diktatör” ve “yönetimde beceriksiz” imajının yaratıldığını ve buna kendilerinin de
nasıl ikna edildiklerini anlamaya çalışıyorlar.
Mursi bir yıldan az bir süre
içinde tamamen eski rejimin
kurumları ve adamlarıyla nasıl
bir etkili yönetim kurabilirdi?
Üstelik bu kurumlar tamamen
kendisine karşı direnmekte,
adamları da altını oymak için
her türlü entrikayı çevirmeye
devam ederken. Diktatör olarak isimlendirilmesine sebep
olan hadiseler aslında değiştirmeye çalıştığı bir iki adam
ve düzeltmek üzere değmeye
çalıştığı bir-iki kurumun çıkardığı gürültüye dayanmış
olmalı. Bir anda ortaya çıkan
ve halkın gündelik hayatında
candan bezdiren benzin sorunu daha darbenin gecesinde
çözüldü ve halk benzine doyuruldu. Çünkü benzin sorununu çıkaran bizzat darbecilerdi
ve sırf darbeyi haklılaştırmak
için bu türden sorunları çıkarmış oldukları bugün herkesin
dilinde. O yüzden insanların önemli bir kısmı nasıl bir
oyuna geldiklerinin farkına
varmış durumdalar. Ancak iş
işten geçmiş durumda.
Baskılarından şikayetçi oldukları Mursi, bir yıllık süre
içinde tek bir gazeteci tutukla-
mamışken darbeciler daha ilk
günden 7 muhalif TV kanalını kapatmış ve yüzlerce insanı tutuklamış oldular. Mursi,
anayasa oylanıncaya kadar
yetkilerini artıran tek bir geçici kararnameye imza atmışken, darbeciler bütün anayasayı lağvedip hergün kafalarına göre istedikleri kararnameleri ihdas etmeye başladılar.
Yol haritasında parlamento
seçimlerinden önce (ki onun
da olup olmayacağı veya ne
zaman olacağı artık tamamen
meçhul) anayasanın yazılacağı
anlaşılıyor. Peki anayasayı kim
hangi yetkiyle yazacak? Anayasa için danışma kurulu şu an
itibariyle darbeciler tarafından
görevlendirilmiş olan ve halk
tarafından yetkilendirilmemiş
kişilerden oluşacak.
Tabi, bu esnada halkta neredeyse artık konsensüs haline
gelmiş bulunan 25 Ocak kazanımları tamamen geri alınmış
oldu. Halka açıkça “bu kadar
devrim rüyası yeter” denmiş
oldu. Mübarek rejiminin bütün kurumları ve hatta adamları teker teker görevlerine
iade oldu, eski düzen güçlendirilerek restore edilmiş oldu.
“Ne Mursi ne darbe” sloganına itibar etmenin Mısır’ı getirip dayandığı yer, buna safça
inananları enayi yerine koyan
ahlaksızca bir darbeden başkası olmadı.
30 Haziran hareketine katılanlara ise daha önceden
bizzat soruldu, cevapları da
bizzat alındı. “Darbeye gider
bu yolun sonu” dediğimizde,
33
da bu kalabalıkların sesine
kulak verecek bir 'müdahil'
beklentisi oluşmuştu bile.
Ordunun önünde müdahale
için gereken bütün yollar döşenmişti böylece. Doğallıkla,
orduya da istemeye istemeye,
mecbur kalarak, halkın davetine icabet etmekten başka bir
şey kalmıyordu.
o saf-temiz Mısırlı gençler samimiyetle kızıyorlardı, çünkü
onların darbeye niyeti yoktu.
Eeee biz de biliyoruz sizin darbeyi yapmayacağınızı. Zaten
darbeyi siz yapmayacaksınız,
sizin bu samimiyetinizden faydalanacaklar yapacak darbeyi,
diyorduk.
İşte o gençler de aynen öyle,
kendi iradeleriyle hareket ettiklerini düşünüyorlardı. Mursi bir diktatördü ve devrimi
devam ettirmek, demokrasiyi
geliştirmek için sadece uyarılması gerekiyordu.
Tabii ki darbe istemiyorlardı,
ama şimdi Adeviye’deler. Teselli arıyorlar.
Bizimkilerse istemeden yol açmaya çalıştıkları darbenin ne
menem bir şey olduğunu bile
anlamış değiller. Anlasalar teselliyi nerede arayacaklar?
Adeviye’de haysiyet direnişi:
Dünyaya Devrim nedir
öğretmek.
Mısır'da her şey 'halkın direnilemeyen taleplerini karşıla-
34
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
mak üzere duruma el koymak
zorunda kalan silahlı kuvvetler' hikâyesine uygun olarak
yazılmıştı. Ama kahrolası pis
aksilikler, hesaba katılamayan
'öteki halkın akıl almaz inatçı
direnişi', bütün hikâyeyi tersinden yazacak gibi görünüyor.
Oysa mizansen mükemmel görünüyordu. Arap Baharı sürecinin özgürlük sembolü Tahrir
meydanında toplanan kalabalıklar giderek diktatörleşmiş,
tek adamlığa doğru gitmekte
olan bir despota karşı özgürlük
talebiyle ayaklanıyordu. Havai
fişek ve ışık gösterileriyle göğe
yazılan sloganlar, protestocu
kalabalıkların yaşamakta olduğumuz çağı çoktan atlamış
olduğunu gösteriyordu bir
yandan. Bir başka yandan çok
ileri bir çağda yaşamakta olan
bu halkın böyle bir diktatör
tarafından yönetilmeyi hak
etmiyor olduğunu anlatıyordu.
Bu tablo uluslararası medya
tarafından saatlerce canlı yayınlarla yansıtıldığında meydandaki kalabalıklardan çok
daha önce dünya kamuoyun-
11 Eylül 1980'de her yerde patlayan bombalarla, silahların 13
Eylül'de birdenbire nasıl sustuğunu biz Türkiye tecrübemizden gayet iyi biliyoruz. Ancak
biz Türkiye'de o günün şartlarında o soruyu hemen soramadık bile. Oysa Cumhurbaşkanı
Mursi'ye atfedilen eleştirilerin
veya başarısızlıkların hepsinin sebebinin bizzat darbeyi
yapanlar oldukları çok daha
erken anlaşıldı. Mursi'nin yönetim başarısızlığının sembolü
haline gelen benzin ve elektrik sıkıntısı darbeden sadece
birkaç saat sonra giderildi.
Çünkü benzin istasyonlarının
büyük çoğunluğu bizzat ordu
tarafından arz edilen akaryakıtı satıyor. Elektrik idaresi ise
yine ordunun inisiyatifiyle krizin istenilen şekilde kontrollü olarak üretilmesi sağlandı.
Onun dışında Mursi'ye yöneltilen şu veya bu eleştirini bu
saatten sonra hiçbir geçerliliği
yok. Sonuçta bir darbeyle devrilmiş oldu.
Mursi'ye darbe, hazırlıkları
çok önceden başlatılmış, şartlarının oluşturulabilmesi için
detaylı çalışmaların yapıldığı
büyük bir operasyon. Bu operasyonda her şey hesaba ka-
tılmış da, sanırım bir tek şey
hesaba katılmamış. Mursi'ye
destek veren İhvan'ın direnecek olması hem de öyle böyle
değil, muhtemelen Arap dünyasında eşi benzeri görülmemiş bir direnişe geçecek olması hesaba katılmamış.
İhvan'ın direnişinin darbenin
bütün ayarlarını bozmuş olduğu şimdiden görülüyor. Bu
direniş daha şimdiden bir dizi
kazanım elde etmiş bulunuyor. Hesaplara göre İhvan, en
iyi ihtimalle bu darbeyi kabul
etmekten başka çareleri olmadığından, engel olarak görülmüyordu.
İkinci ihtimal İhvan bu darbeye karşı çıksa da arkasında
bu kadar büyük bir halk kitlesi
toplaması mümkün olmayacağından şiddete yönelecek
ve böylece kendi meşruiyetini
ilelebet kaybederek darbenin
gökte aradığı fırsatı yerde sunacaktı. O zaman muhtemelen darbeden hemen sonra
İhvana yönelik geniş bir tutuklama kampanyası devreye
girecek, teşkilat yasadışı ilan
edilecek ve demokratik süreçten tamamen dışlanmış olacaktı. Bu hesap çok basit tabi,
ama namaz kılan kalabalıklara
ateş açıp karşı ateş bekleyenlerin veya o kalabalıkların yılıp
dağılacaklarını düşünenlerin
düzeyinde bir hesap.
Oysa İhvan gerçekten çetin
ceviz çıktı. Direnmeye karar
verdiğinde meydanlara topladığı kalabalık herkesi şaşırttı.
Günlerdir sıcağa ve oruca rağ-
Günlerdir sıcağa ve oruca rağmen meydanda toplanan
kalabalıklar, kendilerine açılan ateşe rağmen barışçıl gösteri
sınırlarından asla ayrılmayacaklarını ısrarla vurguluyorlar.
Bu barışçıl ısrarları darbecileri daha fazla hata yapmaya
itiyor ve zaten bin bir hile ve desise ile devşirdikleri
meşruiyetlerini giderek yitirmelerine yol açıyor.
men meydanda toplanan kalabalıklar, kendilerine açılan
ateşe rağmen barışçıl gösteri
sınırlarından asla ayrılmayacaklarını ısrarla vurguluyorlar.
Bu barışçıl ısrarları darbecileri
daha fazla hata yapmaya itiyor
ve zaten bin bir hile ve desise
ile devşirdikleri meşruiyetlerini giderek yitirmelerine yol
açıyor. Böylece Mursi yanlısı hareket giderek Tahrir'de
Mursi'yi göndermek üzere
toplanan kalabalıkları da safına çekmeyi başarıyor. Çünkü
Tahrir'de toplananların bile
büyük çoğunluğunun talebi
böylesi bir askeri darbe değildi
ve çoğu aldatıldığını hissediyor, görüyor.
Üç, 25 Ocak Devriminde çekinik davranmakla suçlanan
İhvan, süreç içinde o devrimin bütün kazanımlarının geri
alınmasına ve eski rejimin restorasyonuna karşı sergilenen
direnişin liderliğini üstlenmiş
durumda. Hali hazırda 25
Ocak devriminin 30 Haziran
darbesi yemiş olduğunda eski
devrimcilerden kimsenin kuşkusu yok ama Devrim'in İhvan dışındaki diğer tüm aktörleri şu anda tam bir suçluluk
duygusu içindeler. Nihayetinde Devrim'in ideallerine bağlı-
lık liyakati konusunda kendini
kanıtlayan tek aktör olarak
sahnede İhvan kalmış durumda. İhvan daha demokratik,
daha özgürlükçü, daha çoğulcu ve daha ilerici Mısır'ın en
liyakatli sözcüsü durumunda.
Dört, 25 Ocak Devriminin
devrim olma niteliğinde sıkça zikredilen bir eksiklik vardı: lider yokluğu. Gerçekten
Mübarek'e karşı hareketin bir
lideri yoktu ve Mübarek karşıtlığından başka birleştirici
bir yanı yoktu. Oysa bugün
ayağa kalkmış olan kitleler
için Muhammed Mursi, devrimin, meşruiyetin, adaletin,
ve umudun sembolü olarak
temayüz ediyor.
Mursi Cumhurbaşkanı olduğu halde zaten kendisini bu
darbeye adım adım götüren
bürokrasisine bile hükmedemeyen bir konumdaydı. Oysa
şimdi devrik de olsa, hapiste
de olsa restore edilmeye çalışılan eski rejime karşı muhalefetin birleştirici bir ifadesi. Hem
Mursi hem İhvan Mısır'ın
geleceğinde darbe sonrası geliştirdikleri direniş sayesinde
iktidarda olduklarından çok
daha gerçek bir güce ulaşmış
durumdalar.
35
MISIR’DA KÖRFEZ ETKİSİ
VE İHVAN
Amr ELLEITHY
Körfez ülkeleri, dost Mübarek rejiminin devrilip yerine
İslami rejimin gelmesini kendi rejimlerinin varlığı için
bir tehdit olarak algıladıklarını gösteren eylemlerde
bulundular. Mısır’ı hem ekonomik hem de politik açıdan
yıpratarak Kahire’de eski rejimin dirilmesi için tüm
vasıtalarını kullandılar. Bölgede Müslüman Kardeşlerin
etkinliğinden duyulan endişe Körfez liderlerini darbeyi
desteklemeye itti.
SDE Asistanı
Çeviri: Yesemen SEMİZ
H
MISIR DOSYASI
iç kuşkusuz Katar hariç Körfez ülkelerinin
25 Ocak devriminden
bu yana Mısır’a karşı izledikleri politikalar Mısır’da demokrasinin kaderine yön verdi.
Körfez ülkeleri, dost Mübarek
rejiminin devrilip yerine İslami
rejimin gelmesini kendi rejimlerinin varlığı için bir tehdit
olarak algıladıklarını gösteren
eylemlerde bulundular. Mısır’ı
hem ekonomik hem de politik
açıdan yıpratarak Kahire’de
eski rejimin dirilmesi için tüm
vasıtalarını kullandılar. Bölgede Müslüman Kardeşlerin
etkinliğinden duyulan endişe Körfez liderlerini darbeyi
desteklemeye itti. Müslüman
Kardeşlerden duyulan korku
şu nedenlere dayandırılabilir:
1)İslam Dünyasında
Lider Konumunu Yitirme
Korkusu:
Suudi Arabistan Sünni Arap
dünyasının lideri olmak için
dış politikasındaki husumetlerini (İran örneğindeki gibi) dayanak olarak kullanıyor. Orta
Doğu’da bölgesel hegemonya
kurma arzusunu maskelemek
için olduğu gibi. Ilımlı İslamcılık fenomeninin hızlı yükselişinden sonra (Türkiye’de
2002, Gazze’de 2005, Mısır’da
2012. Tunus, Libya ve
Suriye’de de Müslüman Kardeşler kayda değer destek görüyor) Suudi Arabistan İslam
ülkeleri üzerinde kurduğu
güçlü hâkimiyeti üzerinde büyük tehdit hissetmeye başladı.
Müslüman Kardeşlerin siyasi
yöntemleri Vahhabilerin benimsediği yöntemlerle uyuşamamaktadır. Zira Ilımlı İslamcıların benimsediği popülist
politikalar Suudi Arabistan’ın
bölgedeki liderliğini zora sokmaktadır. Örneğin; Başbakan
Erdoğan yönetimindeki Türkiye Myanmar’daki Müslümanların bastırılmasına karşı
durmuş, ambargo altındaki
Gazzeliler’e destek vermiş,
2012’de Mursi ile beraber Hamas- İsrail arasında ateşkesin
sağlanmasına katkısı sağlamış
ve bunun gibi İslam dünyasına ilişkin problemlere ilgisi ile
bölgede ciddi yankı uyandırmıştır. Buna karşılık, Suudi
Arabistan; Myanmar’da olan-
lara, Gazze’deki duruma, hatta
Ahvaz Sunilerinin sıkıntıları
da dahil İslam dünyasının sorunlarına yüksek sesle tepki
verememiş, varlığını hissettirememiştir.
Müslüman Kardeşler ile Vahhabiler (Suudi Arabistan ulaması ve tüm Arap dünyasında Selefiliği benimseyenler)
arasındaki rekabet sadece
siyasi platformda kalmamış
kendini entelektüel alanda da
göstermiştir. Bazı önde gelen
Vahhabi din adamları Hasan
El Benna ve Seyit Kutup’un
söylemlerinin İslami Şeriat ile
çeliştiğini iddia etmektedirler. Bazıları ise daha ileri gidip
Müslüman Kardeşleri açıkça
kâfir olarak nitelendirmekten çekinmemektedirler. Bu
entelektüel farklılıkları siyasi
araç olarak da kullanan Vahhabiler, yayınlanan fetvalarla
hasımlarının kâfir olduklarını
belirttiler. İhvan’a karşı bu saldırganlık kuşkusuz Müslüman
Kardeşlerin yönetimde olduğu
Mısır ile Suudi Arabistan’ın
arasını açıyordu.
37
2)Müslüman Kardeşler’in
Yükselişi ve Körfez
Rejimlerinin Güvenliği:
Bölgesel güce bir tehdit olmanın yanında, Müslüman
Kardeşler Suudi Arabistan ve
diğer Körfez Ülkelerindeki rejimler için en tehlikeli muhalif
grup olarak değerlendirilebilir.
1960’larda Nasır döneminde
Mısır’ı terk eden Müslüman
Kardeşler Körfez ülkeleri ile
iyi ilişkiler kurdular, eğitim
sektöründe çalışmaya başladılar, dini dernekler kurdular ve
toplumda, devlette değişik pozisyonlarda varlıklarını göstermeye başladılar. Ancak Müslüman Kardeşlerin bölgede güç
kazanması ile Körfez ülkeleri
Müslüman Kardeşleri kendi
tahtlarını sarsacak bir muhalif
grup olarak algılamaya başladılar. Arap Baharı’ndan sonra
Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da,
Yemen’de, Fas’ta, Suriye’de
İslamcıların yükselmesi Körfez
ülkelerini bir takım önlemler
38
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
almaya sevk etti. Aslında İslamcıların bölgede güçlenmesi
Körfez ülkelerinde bulunan
İhvan temsilciliklerinin de
aktif rol oynamasına önemli
oranda katkı sağladı. Birleşik
Arap Emirlikleri’nde bulunan El-Islah grubu (İhvan’ın
temsilciliği) destekçileri daha
önceden görülmemiş bir imza
kampanyası düzenlemiş, halka mal olmuş isimlerden 130
kişinin imzaladığı dilekçe ile
kapsamlı seçimler ve Federal
Ulusal Konsey’e danışmanlık
görevini yürütecek bir yasama
organı talep ettiler. Daha sonraları bu insanlar tutuklandılar
ve hapse mahkûm edildiler.
Kuveyt’teki İhvan temsilciliği
HADAS, sahip olduğu zenginliğe ve hanedanla iyi ilişkilerine rağmen hükümetin uyguladığı seçim prosedürlerine
karşı muhalif gruplarla ittifak
yapmış ve protestolara katılmıştır.
Diğer ülkelerde de Müslüman
Kardeşler varlığını sürdürmekte ve bulundukları ülkelerin özel şartlarına göre aktif rol
oynamaktadırlar. Ancak Körfez Ülkeleri tahtlarını Müslüman Kardeşlere teslim edecek
bir siyasi değişim yaşamamak
için tedbir almaya başladılar.
2 Temmuz 2013’de Birleşik
Arap Emirlikleri’nde 69 kişi
Müslüman Kardeşlerin üyesi
oldukları sebebiyle 15 yıl hapis
cezasına çarptırıldı. Bunların
yanında yetkililer Müslüman
Kardeşlerle bağlantısı bulunan yardım örgütlerinin (Center of Smart Mind, Center of
the Happy Family, Center of
Manarat for educational advises) de kapatılmasını öngören
düzenlemeler yaptılar. Diğer
Körfez Ülkelerinde de Müslüman Kardeşler’e yönelik çeşitli
önlemler alınmaktadır.
3) Eski Tanıdık Yüzler
Yenilerden Daha İyidir:
Körfez Ülkeleri ne İran’a ne
de kendi rejimlerine karşı tehditlere yönelik Mübarek’ten
daha iyi bir güvence bulamamaktadırlar. Mübarek, dar
görüşlülüğü ve hırs barındırmayan dış politikası ile Suudi Arabistan’ın Sünni Arap
dünyasındaki sözde liderliğine
hiçbir tehdit arz etmiyordu.
Dahası, Mübarek’in kurduğu
rejim Mısır’daki Müslüman
Kardeşlerin düşmanıydı ve
İran ile ilişki tesis etme girişimlerine de çok uzaktı. Bu
nedenle Körfez ülkeleri için
eski rejim yeni yönetime göre
çok daha mantıklıydı.
Mısır Krizinde Körfez
Ülkelerinin Politika
Araçları:
tek haberi ile Suudi Arabistan
hükümetinin desteği resmi kanallarca devam etti.
Körfez Ülkeleri’nin Mısır’a
karşı politikaları yürütmek
için elinde tuttuğu araçlar
Mursi’nin devrilmesini hızlandırdı. Bu araçlar şöyle sıralanabilir:
•Finansal destek: Finansal
destek Mısır’da yeni politik
eğilimleri yönlendirmek ve
Müslüman Kardeşler’in kötü
imajını devam ettirmek için
sağlandı. Mursi’ye karşı rahatsızlığı tırmandıran petrol krizini aşmak için gönderilen benzine ek olarak; 3 Temmuz’dan
sonra BAE, Mısır için 3 milyar
dolarlık kurtuluş planı ilan
etti. Suudi Arabistan Mısır’a 5
milyar dolarlık yardımda bulunacağını açıklarken Kuveyt’in
de 4 milyar dolar borç vermesi
bekleniyor.
•Basın: Mısır’daki olaylar
Körfez Ülkeleri’ndeki gazeteler ve haber kanallarınca
tarafsız olmayan bir üslupla
lanse edildi. Al Arabiya Kanalı (Suudi televizyon kanalı)
Ahmet Şefik ile ikamet ettiği
Birleşik Arap Emirlikleri’nden
bir röportaj yayınladı. Suudi
şeyhlerin sahip olduğu Arap
gazetelerinden Al-Shark, AlAwsat ve Al-Hayat da darbe
destekli yayın yaptılar.
•Hükümetin dolaylı desteği:
Birleşik Arap Emirlikleri eski
rejimin önemli yüzlerinden
Ahmet Şefik’e ve destekçilerine ev sahipliği yapmaktadır.
Mursi’ye karşı protestolar öncesi ve süresince BAE İç İşleri
Bakanı Dahi Khilfan Twitter
hesabından Müslüman Kardeşlere saldırdı.
Mursi devrildikten sonra Körfez Ülkeleri desteklerini daha
açık ve daha güçlü bir şekilde
sürdürdüler. Al- Arabiya Mısır’daki yeni rejimin yanında
yer alarak Müslüman Kardeşleri bölgede olabildiğince şeytanlaştırma sürecine başladı.
Aynı zamanda Mısır ordusuna
gönderilen tebrik mektubu ve
yeni hükümete finansal des-
Körfez Ülkeleri’nin
Mısır’daki Olaylara
Desteğinin Sonuçları
Körfez Medyası açık bir şekilde 2012’deki başkanlık seçimlerinden bu yana süren medya
savaşlarına dahil oldu. AlArabiya kanalı İhvan’a karşı
yayın yapan grubun bir parçası oldu. Bu durum Mısır’da
kurulan yeni yönetime olumlu
katkıda bulunurken Mısır’daki
son durumu olumsuz etkilemektedir. Zira medya savaşları
Mısır toplumunu kutuplaştırmaktan ve farklı fraksiyonlar
arası uzlaşı şansını zayıflatmaktan başka bir işe yaramaz.
Öte yandan Körfez ülkelerinin eski rejime desteği yeni
kurulan yönetimce ödüllendirilecektir. Mısır’da kurulan
yeni hükümet en azından kısa
dönemde Körfez şeyhlerini
rahatsız edecek bir dış politika benimsemeyecek onların
pozisyonlarını tehdit eden girişimlerde bulunmayacaktır.
Mısır’ın Orta Doğu politikalarındaki pozisyonu en azından
seçimle iş başına gelmiş bir hükümet kurulana kadar Körfez
Ülkeleri ile uyum içerisinde
olacaktır. Ancak eğer Mısır’da
demokratik seçimlerin önü
açılır ve Müslüman Kardeşler
yönetime gelirse Körfez ülkelerinin Mısır ile ilişkileri karmaşık bir hal alacak ve aralarındaki husumet hiç olmadığı
kadar tırmanacaktır.
Son olarak söyleyebiliriz ki
Körfez ülkelerinden gelen
finansal destek hâlihazırda
merkez bankasında 16 milyar dolar olan döviz rezervini
arttıracak, enflasyon oranını
düşürecek ve Mısır’ın stratejik
mal ihtiyacı problemini çözecektir. Ancak ekonomistlere
göre bu krediler ekonominin
problemlerini çözmek için etkin bir biçimde kullanamazsa,
ticaret dengesini Mısır lehine
çevirecek önlemler alınmazsa
uzun vadede Mısır’ın başına
dert açabilir. Nitekim Mısır
ekonomisi ciddi bir yapısal
reform ihtiyacı duymaktadır.
Hükümet harcamalarının yönetilmesi, hükümetin desteklediği ürünlerin gözden geçirilmesi, herkesin gelirine göre
vergi vermesinin sağlanması
suretiyle vergi politikalarının
yeniden yapılandırılması, yönetimin etkinliğinin sorgulanması ve üretimi arttıracak yolların aranması gerekmektedir.
39
MISIR’IN
STRATEJİK ÖNEMİ
Mısır büyük nüfusu, Arap dünyasındaki dini ve
entelektüel ağırlığı, Arap Ligi başkanlığı ile temsil edilen
siyasi liderliği, Doğu-Batı ve Kuzey-Güney eksenindeki
coğrafi konumu, enerji kaynaklarına ve İsrail’e yakınlığı,
ABD’nin Ortadoğu politikalarının önemli ayaklarından
birisi olması dolayısıyla çok önemli stratejik bir konuma
sahiptir.
Doç. Dr. Ahmet UYSAL
SDE Ortadoğu Koordinatörü
A
MISIR DOSYASI
rap
Devrimleri
Tunus’ta
başladığı
halde Mısır’da Hüsnü Mübarek’in düşmesi tüm
dünyada büyük ilgi çekmiştir. Dünya üzerinde her ülkenin kendine özgü stratejik ve
coğrafi önemi vardır. Ancak
bölgesel ve küresel dengeler
açısından Mısır kadar önemli
çok az ülke vardır. Bu yüzden,
bölgesel ve küresel güçler Mısır’daki gelişmeleri yakından
izledikleri gibi bu gelişmeleri
kendi çıkarlarına uyacak şekilde etkilemeye çalışmaktadırlar. Bu yazıda seksen milyonluk nüfusuyla bölgenin en
kalabalık ülkesi Mısır’ın jeopolitik ve stratejik önemini
tartışacağız.
Tarihsel olarak, Mısır dünyanın en eski medeniyetini kurmasının haklı gururunu taşımaktadır. Piramitler ve büyük
İskender’in kurduğu İskenderiye kenti tarihe şahitlik ettiği
gibi Roma ve İslam medeniyetlerinde önemli yere sahip
olmuşlardır. Hicaz’a yakınlığı
dolayısıyla bir çok sahabe mezarının yer aldığı bir ülkedir.
Dünyanın en eski üniversitelerinden El-Ezher’e ev sahipliği yapmaktadır. Osmanlı’ya
kadar Hilafet’in merkezi olmuş, Süveyş Kanalı’ndan
önce de verimliliği ve stratejik
önemi dolayısıyla 1798’de Napolyon işgaline maruz kalsa da
işgal çok sürmemiştir. Ancak
1882’de İngiltere tarafından
işgal edilmiş ve bu tarihten
sonra İngilizlerin Osmanlı politikası da değişmiş ve devletin
yıkılması yönünde politikalar
geliştirilmiştir. İngiliz işgali
1956’ya kadar sınırlı da olsa
sürmüştür. 1950 ve 1960’larda Cemal Abdunnasır yönetiminde Arapları özgürleştirme
ve birleştirme çabası ses getirse de çok başarılı olmamış
ve Mısır’ın bölgesel konumu
giderek zayıflamıştır.
lüklüler zamanında yapılan
çok sayıda eser Mısır’da hala
ayaktadır. 1500’lerin başında
Osmanlı Devleti Mısır’ı fethederek halifeliği de üstüne
almıştır. Mehmet Ali Paşa
yönetiminde ise 1800’lerin ortalarından itibaren daha özerk
bir yapıda sürmüştür. Mısır
vergileri Osmanlı bütçesine
ciddi katkıda bulunurken, Mısır orduları hem Arabistan’daki Vahhabi isyanını bastırmış
hem de Yunanistan ile savaşta
Osmanlı’ya yardımda bulunmuştur. Osmanlı yıkıldıktan
sonra da Mısır, Osmanlı genel borçlarından kendi payına
düşeni ödemiştir. Dolayısıyla,
Mısır’da Türk varlığı bin yıldan fazladır ve özellikle elitler
arasında ciddi Türk kökenli
vatandaş bulunmaktadır.
Mısır’ın Türkiye ile tarihsel
ilişkileri de oldukça derindir.
Türkler Anadolu’ya yerleşmeden önce Mısır’a varmışlardır.
Özellikle Abbasi ordusunda
savaşçı olarak gelen Türkler
935 yılında Mısır’da Akşitler
Devleti’ni kurmuşlar ve onu
Memlüklüler izlemiştir. Mem-
Coğrafi olarak, Mısır Avrasya ile Afrika arasında köprü
sayılabilecek bir konumdadır.
Hem kuzey-güney hattında
hem de doğu-batı ekseninde
köprü konumundadır. Doğubatı ekseninde Akdeniz’in güneydoğusunda bulunduğu gibi,
Asya’dan Afrika’ya geçiş nok-
41
makta ve Mısır için ciddi bir
yumuşak güç faktörü olmaktadır. El-Ezher Üniversitesi,
Filistin ve Sudan gibi bölge
ülkelerinde kampüs açmıştır.
Ayrıca, bölgenin en etkili dini
cemaatlerinden olan İhvan-ı
Müslimin (Müslüman Kardeşler), bütün Arap ülkelerinde
şubesi ve mensupları olan bir
yapıdır. Söylemsel açıdan olduğu kadar örgütsel olarak
Mısır’da yapılanlar diğer Arap
ülkelerini etkilemektedir. Askeri darbeden önce yapılan ve
iptal edilen anayasada İhvan,
El-Ezher’e daha büyük bir konum biçmişti.
tasındadır. Kuzey-güney ekseninde Kızıl Deniz’i Akdeniz’e
Süveyş Kanalı ile bağlamaktadır. Hatta Kanal’dan önce
bile yakınlığı dolayısıyla aynı
yerden kervanlarla bağlantı yapılırdı. Ünlü Türk dostu
ve Mısır’ın milli kahramanı
Mustafa Kamil ve birçoklarına göre, İngilizler Mısır’ı işgal
ettikten sonra Osmanlı’nın yıkılması yönünde politika değişikliğine gitmişlerdir. Petrol ve
sanayi ürünlerinin nakli gibi
dünya ticaretinin yüzde altısı
Süveyş Kanalı’ndan geçmektedir. Bugün İsrail’in de içinde
bulunduğu Doğu Akdeniz’deki statüko ve bölgedeki doğalgaz rezervleri mücadelesi
açısından Mısır’ın konumu ve
tutumu önemlidir. Kıbrıs, Yunanistan, İsrail ve Türkiye iliş-
42
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
kileri açısından Mısır’ın tavrı
etkili olmaktadır.
Siyasi açıdan, Mısır’daki gelişmeler Arap dünyasında doğrudan etkili olmaktadır. Coğrafi
konumu tarih boyunca büyük
devletlerin Mısır’a ilgisini artırmıştır. Örneğin, Persler,
Roma ve Osmanlı İmparatorluklarının yiyecek deposu olmuştur. Ayrıca, Osmanlı’dan
önce İslam Dünyası’nın dini-siyasi otoritesi halifeliğin
merkezi Mısır’da idi. 500 yıl
İstanbul’da kaldıktan sonra
Osmanlı yıkıldığında Mısır
liderlik boşluğunu doldurmaya çalışmış ama tam dolduramamıştır. Bu dönemde Suudi
Arabistan ile Mısır arasında
Arap Dünyası’nın liderliği için
rekabet ortaya çıkmıştır. II.
Dünya Savaşı’ndan sonra orta-
ya çıkan Cemal Abdünnasır’ın
getirdiği Arap Milliyetçiliği,
Cezayir, Yemen, Libya ve Suriye’deki bağımsızlık mücadelelerine destek olmuştur. Arap
Ligi, bu politikaların aracı ve
temsilcisi olmuştur. Bu milliyetçilik akımının gücü azalsa
da bugün tamamen kaybolmamıştır ama yerini giderek daha
İslamcı milliyetçilik almaya
başlamıştır.
Kültürel açıdan, Mısır’ın bölgedeki dini eğilimleri ve hareketleri etkilediği bilinmektedir. Tarihsel olarak Osmanlı
Siyasi açıdan, Mısır’daki gelişmeler Arap dünyasında
doğrudan etkili olmaktadır. Coğrafi konumu tarih boyunca
büyük devletlerin Mısır’a ilgisini artırmıştır.
kültürel atmosferinden de oldukça etkilenmiştir. Örneğin,
İstanbul’da bulunan bütün
tarikatlara Mısır’da rastlanmaktadır. Bunların en ektilileri Mevlevilik, Nakşibendilik
ve Kadiriliktir. Arap kamuoyu, yeni medya organlarıyla
Pan-Arap bir özellik gösterdiği
için Mısır’daki gelişmeler diğer
bölgeleri de etkilemekte veya
onlardan
etkilenmektedir.
Akademik olarak yakın zamana kadar Arap Dünyası’nın
akademik merkeziydi ve birçok Arap Mısır’da eğitim al-
dığı gibi Mısırlı öğretmenler
ve akademisyenler halen diğer Arap ülkelerinde dersler
vermektedirler. Ayrıca, Mısır
merkezli yazım ve yayım faaliyetleriyle merkezi bir konumdadır. Tarihsel olarak Mısır
sineması 1930 ve 1940’larda
Türkiye’ye kadar ulaşıyordu.
Bugün hala bölgede Mısır sinema ve dizilerinin ciddi ağırlığı vardır. Türk dizileri karşısında bugün biraz gerilese de
hala etkindir. Aynı şekilde,
müzikte de Mısır tarzının ağırlığı vardır.
Dini açıdan, dünyanın en eski
üniversitesi El-Ezher’e sahip
olması dolayısıyla Mısır’a ciddi
bir dini otoriteye sahip olmaktadır. Din işleri kurumu olarak El-Ezher’in Şeyhi, devlet
protokülünde ikinci sıradadır.
Eğitim kurumu olarak dünyanın hemen her ülkesinden gelen öğrenciler El-Ezher’de din
eğitimi alarak ülkelerine dağıl-
43
Mısır’ın bölgesel ve küresel
güçlerle ilişkilerini ayrıca ele
almakta yarar vardır. İngiliz
işgali ile Batı boyunduruğuna
düşen Mısır, 70 yıl yarı işgal altında kalmıştır. İngilizler I. ve
II. Dünya Savaşlarında Mısır’ı
üs olarak kullanmışlardır. Soğuk Savaş Dönemi’nde Abdünnasır yönetimi altında Batı
karşıtı bir siyaset benimsenmiş
ve Sovyetler Birliği’ne yanaşılmıştı. Nasır’dan sonra gelen
Enver Sedat ise Mısır’ı tekrar
Batı rayına soktu ve bu durum
Mubarek döneminde artarak
devam etti. 2011 Mısır devrimi ve İhvan’ın çizgisi, daha
bağımsız bir hattın benimsenmesi anlamına gelse de son
askeri darbe ile tekrar eski çizgiye çekilmiştir. Mısır’ın Batı
güdümünde kalması ABD’nin
bölgesel çıkarları ve İsrail’in
44
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
güvenliği için çok önemlidir.
Doğu Akdeniz ve Körfez’deki
statükonun değişmemesi için
Mısır’ın denetimde tutulması
gerekmektedir.
Mısır ile Körfez ülkeleri ve
özellikle Suudi Arabistan arasındaki ilişkiye ayrıca eğilmek
gerekir. Kendi ordusu olmadığı için Körfez ülkeleri, ABD askerleri tarafından korunmakta
ve ellerindeki ciddi petrol
gelirlerini de yine Batı finans
kurumları yönetmektedir. Dolayısıyla, Mısır’daki değişim bu
rejimlerin bağımlı konumlarını değiştirecek potansiyeldedir. Ayrıca, Arabistan ile Mısır
arasında Vahhabilik ile geleneksel İslam anlayışı açısından
bir rekabet olduğu gibi, Arap
ve İslam Dünyası’nın liderliği
konusunda da gizli bir yarış
bulunmaktadır. Dolayısıyla,
Mısır’da güdümlü statükonun
sürdürülmesi Batı ve Körfez
ülkelerinin çıkarlarınadır. Bölge ülkeleri açısından Suriye ile
tarihsel ilişkileri olduğu için
Mısır ekonomik sorunlarına
rağmen Suriye devrimine ve
Filistin davasına ciddi moral
destek sağlamıştır.
Bu çerçevede İsrail ile Mısır ilişkileri de kritiktir.
Osmanlı’nın
yıkılmasından
sonra Arap Dünyası’nın liderliğini ve işgal altındaki Arapları birleştirme misyonunu Mısır
üstlenmeye çalışmıştı. İngiliz
işgali altındaki Filistin’de oluşmaya başlayan Yahudi varlığı,
Mısır’ın bu liderliğini engellemiştir. 1945’te devlet ilan edildikten sonra ilk savaşını Mısır
ile yapmıştır. Mısır ordusunun
yenilgisi Cemal Abdunnasır liderliğinde 1952 darbesine gerekçe yapılmıştır. Abdunnasır
genel söylem ve politikasını
İsrail’i ortadan kaldırıp Arapları özgürleştirmek ve birleştirmek üzerine kurmuştu. Bu
yüzden İsrail ile çeşitli savaşlar
yapıldı ama sonuç alınamadı.
Abdunnasır’ın yerine geçen
Enver Sedat ise Camp David
Anlaşması (1978) ile İsrail ile
anlaşmayı tercih etti ve ülkeyi
Batı hattına taşıdı.
İsrail ile anlaşan ilk Arap ülkesi olması dolayısıyla Mısır
ağır bedeller ödemiş ve liderlik
konumunu kaybetmiştir. Ancak ne Sedat döneminde ne
de Mubarek döneminde Batı
ve İsrail’den beklediği ekonomik yardımları ve yatırımları
bulamamıştır. Aksine Mubarek döneminde İsrail’e dünya
piyasalarının yarı fiyatına doğal gaz satmıştır. Dolayısıyla,
Mubarek döneminde tam bir
teslimiyet politikası hakim olmuş, İsrail’in Filistin’e saldırıları ve Gazze ambargosuna
destek verilmiştir. Bu politikalar kamuoyunda ciddi rahatsızlık yaratmış ve Mubarek’in
yıkılmasında rol oynamıştır.
Arap Baharı Mısır’a daha bağımsız dış politika uygulama
imkanı verdiği için durumdan
en çok İsrail rahatsız olmuş
ve özellikle Mürsi yönetimine
karşı bu tavır net olarak görülmüştür. Mürsi’nin devrilmesiyle ortaya çıkan yönetim
ilk iş olarak Gazze sınırını kapatmış ve İsrail’in taleplerine
yakın politikalar uygulamaya
başlamıştır. Dolayısıyla, Mısır’daki gelişmeler İsrail’i yakından ilgilendirmeye devam
etmektedir.
Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkiler de oldukça eski ve
stratejiktir. İngiliz işgali ile
ayrı düşen iki devlet ve iki
toplum arasında uzun süren
bir kopukluk gerçekleşmiştir.
Soğuk Savaş döneminde Mısır Sovyet Bloku, Türkiye ise
Batı Bloku’nda yer almıştır.
1980’lerde gelişmeye başlayan ilişkiler 2000’lerde oldukça ivme kazanmıştır. Ancak,
Türkiye’nin bağımsız dış politikasına göre Mubarek Mısır’ı
daha çok ABD güdümünde
bir politika izlediği için ilişkiler çok fazla gelişememiştir.
2011’de Mubarek’in düşmesinden sonra daha yakın ilişkiler gelişirken Türkiye, Mısır
ekonomisinin düzelmesi için
iki milyar dolar kredi açmıştır.
Bu dönemde iki ülke Filistin
meselesi ve Suriye krizinde
ortak hareket ediyorlardı.
Mürsi’nin düşmesi saati geri
alındığından dolayı Türkiye
için ciddi bir stratejik kayıp
sözkonusu olmuştur. Ancak,
Mısır her durumda Türkiye ve
bölge için ihmal edilemeyecek
önemli bir ülkedir.
Sonuç olarak, Mısır büyük nüfusu, Arap dünyasındaki dini
ve entelektüel ağırlığı, Arap
Ligi başkanlığı ile temsil edilen siyasi liderliği, Doğu-Batı
ve Kuzey-Güney eksenindeki
coğrafi konumu, enerji kaynaklarına ve İsrail’e yakınlığı,
ABD’nin Ortadoğu politikalarının önemli ayaklarından
birisi olması dolayısıyla çok
önemli stratejik bir konuma
sahiptir. İster otoriter, ister
demokratik bir yapı olsun
dünyada hemen hiçbir ülkenin ihmal edemeyeceği bir ülkedir. Türkiye’nin ise Mısır’ı
ihmal etmesi imkansızdır ve
bu çerçevede daha dikkatli
politikalar geliştirilmelidir.
45
DARBE SÜRECİNDE
MÜSLÜMAN KARDEŞLER
VE SELEFÎLER
Gökhan BOZBAŞ
MISIR DOSYASI
Necmettin Erbakan Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Araştırma Görevlisi
Selefîlerin takındığı tavrın analizi, ülkenin demokratik
geleceğinin nasıl olacağı bakımdan önem taşıyor. Bu
çerçevede öncelikle Selefîlerin kim olduğundan, 25
Ocak devrimi ve o devrimden sonra kurdukları siyasal
partilerinden ve akabinde bu partilerin askeri darbeye
giden süreçte oynadıkları rolden bahsetmek gerekir.
M
ısır’ın seçilmiş ilk
Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin
bir darbe ile iktidardan uzaklaştırılması sonrasında bu ülkedeki muhalefetin konumu
ve geleceği ile ilgili ciddi tartışmalar yaşanmaktadır. İktidardan indirilen partinin İslamcı
bir parti olması ve ülkenin ana
muhalefet partisinin de başka
bir İslamcı parti olması, bu
muhalif grubun darbeye karşı
alacağı tavrı önemli kılmakta,
hatta onu darbenin kaderinde de söz sahibi yapmaktaydı.
Bu bakımdan darbe öncesi ve
sonrası Selefîlerin takındığı
tavrın analizi, ülkenin demokratik geleceğinin nasıl olacağı
bakımdan önem taşıyor. Bu
çerçevede öncelikle Selefîlerin
kim olduğundan, 25 Ocak
devrimi ve o devrimden sonra
kurdukları siyasal partilerinden ve akabinde bu partilerin
askeri darbeye giden süreçte
oynadıkları rolden bahsetmek
gerekir.
Selefîlik
İslam’ın ilk dönemlerinde yaşayan, kendilerine göre metotları
ve görüşleri olan ilim adamlarını takip etmek anlamına
gelen Selefîlik, aslında özü
itibari ile bir tarihsellik iktiza
ediyor. Arap toplumunun tarih boyunca karşılaştığı gerek
askerî, gerek siyâsî ve gerekse
kültürel olsun, dış saldırılara
karşı verdiği bir otantiklik ve
kimlik tanımlanmasının kriteri oldu. Ahmet b. Hanbel dönemindeki eski Yunan felsefesi
ve tercüme faaliyetlerine olan
tepki, İbn Teymiyye döneminde doğudan Moğol ve batıdan
haçlı saldırılarına karşı verilen
ontolojik savaş idi. Muhammed b. Abdülvehhab döneminde ise, halk arasında sufi
tarikatlar aracılığı ile yayıldığı
iddia edilen hurafeler ve batıl
inançlara verilen tepkinin ve
gerçek Arap-İslâm anlayışının
ve duruşunun adı “Selefîlik”
olarak temayüz etti.
Bu kadar köklü bir geçmişe
dayanmasına karşılık Selefîlik,
tarihte siyâsal ve sosyal düzenin kurallarının başkaları
tarafından belirlendiği bir ortamda hiçbir şekilde aktif bir
aktör olmayı kabullenmedi.
Elbette bu anlayış dönem dönem kendi içerisinde tepkiler
doğurdu ve bir takım farklı
fraksiyonların ortaya çıkması-
na da sebep oldu. Buna göre
birinci grupta, kendilerine
Kur’an ve sünneti öğrenmeyi-öğretmeyi ilke edinmiş olan
İlmî Selefîlik (es-Selefîyyetü’lilmiyye) bulunuyor. İkinci
grupta ise Hareketçi Selefîlik
(es-Selefîyyetü’l-harekiyye) gelir
ki bunlar da siyâsete karışankarışmayanı ile, vakıflarla, kulüplerle ve birtakım organizasyonlar ile sosyal alanda aktif
rol üstlenmiş selefî mensuplarıdır. Son olarak da Selefîlik
içerisinde küçük bir azınlığı
temsil eden ve mücadele yolu
olarak silahlı mücadeleyi benimseyen Cihâdî Selefîlik (esSelefîyyetü’l-cihâdiyye) geliyor.1
Arap Baharı ve Selefî
Partiler
2010 yılında Tunus’ta başlayıp kısa sürede neredeyse tüm
Arap coğrafyasına yayılan toplumsal hareketler ile ülkelerin
ekonomik, kültürel ve özellikle siyâsal yapısında birçok köklü değişiklik yaşandı. Mevcut
iktidarlara karşı yıllarca gerek resmi gerekse gayr-i resmî
olarak muhalif faaliyetler yürüten Müslüman Kardeşler
beklenildiği gibi yaşanan bu
değişikliklerden azami fayda-
47
Selefîler ile Müslüman Kardeşler’in ilişkileri aslında
hep bir rekabet üzerinden yürüdü. Müslüman Kardeşler
1928’de kurulmasına karşılık ilk Selefî cemaat de 1926
yılında kurulan Cemâatü’l-ensari’l-sünneti’l-Muhammediyye
(Ensaru’s-sünne) oldu.
landı. Müslüman Kardeşler’in
bu başarısının ardından gelen
belki de en dikkat çekici olay
Selefî hareketin siyasallaşması
ve seçimlerde büyük başarılar
kazanmasıydı.
Selefîler, devrim hareketi ilk
başladığında İbn Teymiyye’nin
düstûruna uygun hareket ederek müntesiplerinin meydanlara katılmamalarını ve katılanların günahkar olacaklarını
beyan etti. Fakat Mübarek’in
düşeceğinin belli olmasının
ardından hareketçi Selefîler
arasında keyfî ve yozlaşmış yönetimlere dönmemek ve onlara engel olabilmek için seküler
siyâsete müdahil olunması gerektiğine dair düşünce baskın
olmaya başlamıştı.
Selefîler siyasallaşırken tek
bir çatı altında buluşamadı ve
her bir cemaat kendi partisini
kurdu. Ortaya çıkan partiler
içerisinde en büyüğü en-Nûr
partisi oldu. En-Nûr İskenderiye merkezli Selefî Da‘vet cemaatinin siyâsi kanadı olarak
faaliyet gösteriyor. En-Nûr
partisi 2011-2012 seçimlerine el-Kütletü’l-İslâmiyye adlı
bir seçim ittifakı Selefî partilere önderlik yaptı. Bağımsız
adayların da dağılımından
sonra seçimle gelen 498 milletvekilinin 127’sini bu ittifak
48
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
aldı ve bunların 111 tanesi
de en-Nûr partisinin oldu.
Partinin ilk lideri Dr. Emad
Abdülgaffûr iken, 2013 yılının
başında parti içinde yaşanan
hararetli tartışmalardan sonra
partiden istifa etti ve yeni bir
parti kurdu. Şu an partinin
başında Yûnus Mahyûn bulunuyor. İkinci olarak Dr. Âdil
Abdülmaksûd Afîfî tarafından
kurulan el-Asâla partisi zikredebilir. Kâhire merkezli hareketçi Selefîlerin temsilcisi olan
bu parti yapılan seçim ittifakı
sonrası mecliste 3 sandalye ile
temsil imkânı yakaladı. Yine
2013 Ocak ayında yapılan
parti kongresinde Afîfî koltuğunu kaybetti ve yerine Ehab
Şiha geçti. Feshedilen Mısır
meclisinde temsil edilmekte
olan üçüncü Selefî parti ise
İnşâ ve İnkişaf Partisi oldu.
Parti, Mübârek döneminde
hapse atılmış ve otuz yılını
hapiste geçirdikten sonra devrim ile serbest bırakılan Tarık
Zumur tarafından kuruldu.
Bu parti de İslami Cemaat
grubunun siyasi kanadı olarak
faaliyet gösteriyor ve mecliste 10 sandalyesi bulunuyor.
Son olarak son dönemlerde
kurulan iki parti daha kurucularının popülariteleri bakımından önemli görünüyor.
İlki en-Nûr’un eski lideri Dr.
Amed Abdülgaffur tarafından
2013 yılı Ocak ayında kurulan
el-Vatan Partisi, diğeri de başkanlık seçimlerinde aday olan
fakat annesinin Amerikan vatandaşı olması sebebi ile adaylığı reddedilen Hâzım Salâh
Ebu İsmâîl ile birlikte İslamcı
düşünür Muhammed Abbas
tarafından kurulan er-Râya
partisidir.2
Selefî-Müslüman Kardeşler
İlişkileri
Selefîler
ile
Müslüman
Kardeşler’in ilişkileri aslında hep bir rekabet üzerinden
yürüdü. Müslüman Kardeşler
1928’de kurulmasına karşılık
ilk Selefî cemaat de 1926 yılında kurulan Cemâatü’l-ensari’lsünneti’l-Muhammediyye
(Ensaru’s-sünne) oldu. Bu iki
grup arasındaki ilişkilere geçmeden önce Mısır üzerine inceleme yapan araştırmacıların
ve okuyucuların bilmesi gereken birtakım gerçeklere değinmek gerekiyor. İlk olarak;
Mısır’daki selefîler yukarıda da
bahsedildiği gibi kesinlikle tek
bir yapı arz etmiyor. Güncel
sosyal ve siyâsal olaylara karşı
olan tutumları, beslendikleri
dini kaynaklar, oluşturdukları
doktriner halkalar ve çağdaş
İslâmî gruplara bakış açıları
bakımından farklılık gösteriyor. İkinci olarak Müslüman
Kardeşler de homojen bir
bütünlük göstermiyor. Müslüman Kardeşler içerisinde
de yenilikçisi, muhafazakârı
ve azımsanmayacak oranda Seyyid Kutub öğretilerini
takip eden ve “Kutubçular”
olarak bilinen Selefî bir grup
49
Darbe yapıldığı an ve darbe sonrası askerin ilan ettiği yol
haritasına en-Nûr partisi destek vereceğini deklare etti.
Buna karşılık diğer Selefî partiler destek vermedikleri gibi
meydanlarda İhvan ile birlikte yer aldı.
bulunuyor. Bir diğer bilinmesi gereken husus ise Selefîler
ve Müslüman Kardeşler’in
Mısır’daki
Müslümanların
tamamını temsil etmiyor olmasıdır. Ülkede bu iki grup
dışında İslâmî cemaatlerin ve
organizasyonların bulundukları bilinmekle birlikte devrim
sonrası değerlendirilmelerde
bu durum maalesef kolayca
göz ardı ediliyor. Bu gruplar
arasında ilk akla gelenler sûfî
gruplar olmakta.3 Bunların yanında şiddeti kendilerine bir
eylem yöntemi olarak tercih
etmiş ve darbe sonrası dönemde hareket sahasına kavuşan
“cihatçı gruplar” bulunuyor.
Önemli olan bir diğer husus
da çok geniş kitlelerin bir anda
angaje oldukları siyâsal süreçte grup içerisindeki bireylerin
hareketliliğini sınırlandıracak
herhangi bir sınırlandırmanın
bulunmuyor olmasıdır. Örneğin Müslüman Kardeşler (İhvan) içerisinde Sûfî görüşlere
sahip bireyler bulunduğu gibi
Selefî düşünce müntesipleri
de bulunuyor. Hatta gençler
arasında seküler düşünce ve
geleneğin yaygınlaştığı da biliniyor.4
İhtilafın Nedenleri
Mısır’daki İslâmcıların içinde bulunduğu durumun sosyolojik bir analizinden sonra
50
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
Mısır’ın yakın tarihi incelendiğinde, Selefîler ile İhvan arasındaki sürtüşme ve rekabetin
aslında çok da sürpriz olmadığı anlaşılıyor. 1967’de Mısır’ın
İsrail karşısında yaşadığı hezimetin ardından büyük bir darbe alan Arap milliyetçiliğinin
ve Nasırcılık’ın yerini İslâmî
hareketler doldurmaya başladı. Mısır özelinde değerlendirdiğinde bunun adı İhvan ve
Selefîler oldu. Bugün aslında
cevabı merak edilen, modern
dönemdeki İhvan ve Selefîler
arasındaki rekabetin kökeni
1970’li yıllar ile birlikte bu iki
İslami grup arasında kamusal
alanda, üniversitelerde, camilerde ve sosyal hizmet sektöründe kim daha etkin olacak
mücadelesine dayanıyor. Özellikle 1980’li yılların başlarında
İskenderiye Üniversitesi’nde
ortaya çıkan olaylarla bu mücadeleye şiddet ve kan bulaştı
ve o günden bu güne bu iki
grup arasındaki ilişkinin dostane bir zemin üzerinde yürümedi.
Bugün darbe ile birlikte ortaya
çıkan ayrışmanın kökeninde;
ilk olarak anayasa referandumu ardından en-Nûr partisinde gerçekleşen lider değişikliği ve yeni parti başkanı
Yûnus Mahyûn’un Müslüman
Kardeşler’e karşı Ocak ayında Muhammed el-Baraday ile
bir araya gelmesi ve Mursi’ye
yeni bir hükümet kurma çağrısında bulunması milad olarak
gösteriliyor.5 Bunun akabinde
süreç Muhammed Mursi’nin
en-Nûr partisine mensup danışmanlarından olan Halid
Alameddin’in görevini istismar ettiği gerekçesiyle Şubat
ayında görevden alınması ile
devam etti. Aslında Mursi’nin
Alameddin’i görevden azlinin
asıl nedenleri arasında kendisine ve hükümete karşı muhaliflerle aynı safta yer alması
ve en-Nûr partisinin ülkedeki
sıkıntıların sebebi olarak sürekli Müslüman Kardeşler’i
göstermesiydi. Şubat ayının
bir diğer önemli olayı da, enNûr partisinin Müslüman
Kardeşler’in ülkenin kurtuluşu
için Baraday’ın başını çektiği
muhaliflerle bir araya gelmesi gerektiği çağrısı, iki grubun
arasını iyice açtı. En-Nûr partisi dışındaki diğer Selefî partiler bu kutuplaşmada Mursi’ye
ve İhvana hem sözlü hem de
fiili olarak destek olmaktaydı.
Hatta Selefî Er-Râya partisi
lideri Ebu İsmâîl, bu desteklerinden ötürü darbe sonrası ilk
tutuklananlardan birisi oldu.
Darbe yapıldığı an ve darbe
sonrası askerin ilan ettiği yol
haritasına en-Nûr partisi destek vereceğini deklare etti.
Buna karşılık diğer Selefî partiler destek vermedikleri gibi
meydanlarda İhvan ile birlikte
yer aldı. Hatta İnşa ve İnkişaf
partisi hodri meydan diyerek
darbecilere referandum teklif
etti. Özellikle 7 Temmuz’da
Kahire’deki Cumhuriyet Muhafızları Karargahı önünde
Muhammed Mursi’ye destek
veren göstericilere askerin ateş
açması ve 50’den fazla kişinin
ölmesine sebep olan katliamdan sonra bile en-Nûr partisi
askere karşı bir refleks gösterse de6, desteğini tam anlamıyla
geri çekemedi. Baraday’ın başbakanlığına müsaade etmezken cumhurbaşkanı yardımcısı olmasına ses çıkarmadı.
Bununla birlikte askerin yol
haritasına karşılık alternatif
bir rol haritası önermişti; fakat
bu çok da radikal bir alternatif
içermiyordu.7 Bu durum Selefî
en-Nûr partisinin büyük bir
çıkmazın içerisine girdiği şeklinde yorumlandı.8
Konu hakkında değişik platformlarda değerlendirmelerde
bulunan Halil Anani bu iki
parti arasındaki hizipleşmelerin, siyasetteki tecrübesizliklerinden kaynaklandığını belirtse de, ihtilaf neticeleri îtibâri
ile çok derin izler bırakacağa
benziyor. Siyasallaşmış Selefî
gruplar arasında yalnızca enNûr partisi darbeye destek
verirken bunun karşılığının
kendilerine nasıl döneceği merak konusu. Bununla birlikte
Selefî en-Nûr ile İhvan arasındaki bu çatışmaların ne dinî ne
de ideolojik bir boyutu bulunuyor. Bu çatışmalar tamamen
siyâsî rekabet olarak değerlendirilmeli. İhvan ile Selefîler
arasındaki en şiddetli çatışmaların geçmişte İskenderiye’de
yaşandığı ve en-Nûr’un da
temsilcisi olduğu Selefî Da‘vet
cemaatinin de merkezinin İskenderiye olduğu düşünüldüğünde, partinin İhvan’a karşı
aldığı tavrın sebebi daha açık
görülebilir. Bununla birlikte,
Mursi’yi devirmek için bir araya gelen bu ittifakın Mursi’nin
devrilmesi ile birlikte artık dağılacağı da gün yüzüne çıktı.
Geçmiş tecrübeler böylesi bir
ortamdan isabetli politikalarla uzun dönemde Müslüman
Kardeşler’in daha da güçlenerek çıkacağını gösteriyor.
Dipnotlar
1
Daha fazla bilgi için Bkz: Birol Akgün ve Gökhan Bozbaş, “Arap Dünyasında Siyasi Selefîzm ve Mısır Örneği”,
Akademik Ortadoğu Dergisi, Sayı 14, 2013.
2
Jonathan Brown, Islam and Politics in new Egypt, The Carnegie Papers, April 2013.
3
Ruth Wirth, Zehn Millionen Stimmen: Wen wählen Ägyptens Sufis?, GİGA Focus, 2013, Sayı-2.
4
İlhâmî el-Mirgânî; Mısr ve Tûfânu’l-ahzâbi’d-dîniyye, http://www.ahewar.org/debat/s.asp?aid=283379.
5
Namir Galal, Nour Party, National Salvation Front determine national dialogue agenda, http://www.egyptindependent.com/news/nour-party-national-salvation-front-determine-national-dialogue-agenda.
6
Egyptian salafis propose alternative 'roadmap', http://www.albawaba.com/news/egyptian-salafis-propose-alternative-roadmap-505240.
7
Muhammed Hişâm Übeyh ve Amr Bedr, es-Sefîr, es-Selefîyyûn yuarkilûne “harîtate’l-müstakbel” bi-rafdi’lBaraday ve Ziyâd Bahâüddîn, http://www.assafir.com/Article.aspx?ArticleId=790&EditionId=2507&Channel
Id=60451#.UejwFb_H1Tc.
8
Bkz: Maggie Michael, Salafi Al-Nour Party In Bind After Killings, http://www.huffingtonpost.com/2013/07/08/
salafi-al-nour-party-_n_3564020.html.
51
MURS DÖNEMİNDE
MISIR EKONOMS
MİLİTARİST EKONOMİ!
2008 yılından bu yana dünya üzerinde yaşanan iki büyük
olay, Küresel Ekonomik Kriz ve Arap Baharı, mutlaka
iktisat tarihi literatüründe önemli bir yer bulacaktır.
Bu yazı bu iki büyük olayı kendi içindeki, mesela yakın
zamanda gerçekleşen darbe gibi, özel olaylarla birlikte
yaşamış olan Mısır’ın son dönem ekonomik durumu
hakkında bir fikir vermeyi hedeflemektedir.
Tuğba AK – Burak YİTGİN
SDE Asistanları
Büyüme: Ülke Ekonomileri
için En Önde Gelen
Gösterge
MISIR DOSYASI
K
üresel Ekonomik Kriz
gelişmiş ülkeleri daha
fazla etkilemiştir. Bu
sebepten dolayı kriz nedeniyle
pek çok gelişmiş ülke ekonomisi küçülürken ya da büyüme
oranlarında düşüşler yaşarken
Mısır ekonomisinin 2009 yılında %4,7 büyüme göstermiş
olması yadırganacak bir durum değildir. Bu büyüme 2010
yılında da %5,1’lik bir oran ile
devam etmiştir ancak 2011 yılında yaşanan iç karışıklıklar
büyüme oranının %1,8’e gerilemesine sebep olmuştur. 2012
yılında ise ekonomi bir miktar toparlanmış ve ülke %2,2
oranında büyümüştür. (Tablo
1) Her ne kadar 2013-2018
yıllarında ekonomik büyümenin ortalama %5,1 olabileceği beklenti olarak açıklanmış
olsa da bu beklenti darbe sonrası gelişmelerin takibiyle revize edilebilir. 80 milyon nüfuslu
Mısır’da kişi başına düşen milli
gelir 2012 yılı itibariyle 6,640
dolar olarak hesaplanmıştır.
Dünyaya Açılmanın Yolu:
Ticaret ve Dış Yatırımlar
Şekil 1 ve Şekil 2’de de görülebileceği gibi genel olarak Küresel Ekonomik Kriz’in başlamasının hemen ardından 2009
yılında Arap Dünyası ile ABD
ve Arap Dünyası ile Avrupa
arasındaki ticarette büyük ölçüde bir düşüş yaşanmıştır. Bu
durum ülkelerin bağımlı olduğu ABD ve AB kaynaklı dış
talebin düşmesi ile yakından
ilgilidir.
Özel olarak Mısır için de benzer bir tablo vardır ancak bu
tablonun Mısır Türkiye ticari
ilişkilerine yansıyan olumlu
etkisi de Şekil 3’de görülebileceği gibi yadsınamaz.
Tablo 1: GSYİH Seviyesi ve Değişim Oranları
2009
2010
2011
2012
GSYİH Değişim (%)
4,7
5,1
1,8
2,2
GSYİH (milyar dolar)
189
219
236
257
Kaynak: Dünya Bankası
Şekil 1: Arap Dünyası ABD Dış Ticaret İlişkileri
Kaynak: Dünya Bankası
53
ve beraberinde Körfez Ülkeleri’ndeki yenilenme çalışmaları
nedeniyle inşaat sektöründeki
canlanma, ekonominin lokomotifi durumuna gelmiştir.
(Şekil 5) Mısır Merkez Bankası verilerine göre inşaat sektörünün 2009 yılında toplam
üretimdeki payı %4,4 iken
oran 2012 yılında %4,6’ya
yükselmiştir.
Diğer taraftan Küresel Ekonomik Krizin dış yatırımlara da
etkisi olmuştur. Dış yatırımlar,
2011 senesinde Mısır Cumhurbaşkanı Hüsni Mübarek’in
devrilmesiyle tamamen ekonomiden çekilmiş ve 2012
yılında piyasadan yaklaşık 0,4
milyar dolar yatırım çıkışı olmuştur.
54
Cezayir’den sonra, Afrika’da
en büyük ikinci doğal gaz ihracatçısıdır.
Petrol sanayi, tekstil ve hazır
giyim en önemli sektörlerdendir. Diğer gelişmiş sanayi dalları çelik, çimento, kimyasallar
ve ilaç sanayidir. Turizm, doğal gaz, Süveyş Kanalı gelirleri
Gelişmekte olan Mısır ekonomisi önemli ölçüde dış ticaret açığı vermekle birlikte,
bu açık, turizm, Süveyş kanalı
ve işçi gelirleriyle kapatılmaya
çalışılmaktadır. Döviz girdilerinin ¼’ü turizmden sağlanmakta ve her yedi Mısırlı’dan
birisi geçimini turizmden sağlamaktadır. Bununla birlikte
2011 yılı Ocak ayında başlayan karışıklıklar turizmi olumsuz etkilemiş ve turizm gelirleri 2011 yılında yaklaşık %30
oranında düşerek 8,8 milyar
dolar olarak gerçekleşmiştir.
Her ne kadar 2012 yılında
turizm gelirleri %13 oranında
artarak 9,9 milyar dolar olarak
gerçekleşmiş olsa da hala 12,5
milyar dolar olan 2010 seviye-
Mısır’a Özel: Turizm ve
Süveyş Kanalı
Şekil 2: Arap Dünyası Avrupa Dış Ticaret İlişkiler
Mısır Arap ülkeleri içinde
Suudi Arabistan ve Birleşik
Arap Emirlikleri’nin ardından üçüncü büyük ekonomidir. Afrika kıtasında ise Güney Afrika’dan sonra ikinci
büyük ekonomiye sahiptir.
Diğer taraftan Afrika coğrafyasında OPEC üyesi olmayan
en büyük doğal gaz üreticisi
(Şekil 4) ve aynı zamanda da,
Kaynak: Dünya Bankası
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
abartılmış olmadığı kanısına
ulaştırmaktadır. Ordunun sahip olduğu mal varlığı hakkında kesin bilgilere ulaşılamamış olunmasının nedeni uzun
zamanlardır Mısır da eksikliği
oldukça hissedilen şeffaflık
politikası ve hesap verme yükümlülüğünün yok denilecek
düzeyde olması olarak düşünülebilir.
Şekil 3: Mısır Türkiye Dış Ticaret İlişkileri
Kaynak: Dünya Bankası
Şekil 4: Doğal Gaz Üretimi (Milyar feet küp)
=<777
=7777
<<777
<7777
$#
;<777
#& $
;7777
:<777
:7777
977?
977@
9787
9788
Kaynak: OPEC
9789
Ordunun böyle büyük bir ekonomik güce nasıl ulaştığı Mısır tarihini inceleyerek kolay
bir şekilde bulunabilir. Can
Acun “Mısır Ordusu’nun İktisadi Krallığı” adlı makalesinde ordunun bu gücü 1952 Hür
Subaylar Devrimi ile kazandığını belirtmektedir. Devrim
sonrası halk ordunun iktisadi,
siyasi ve sosyal işlere karışmasına hiçbir tepki göstermedi
ve Mısır ordusunun İsrail ile
yaptığı savaşlar sayesinde ordu
varlığını halkın karşısında büyüttü ve iyice sorgulanamaz
bir konuma getirdi. 1964 yılın-
sine geri dönememiştir. Turizme yansıyan olumsuzlukların
diğer bir göstergesi ise Mısır’ı
ziyaret eden turist sayısının
2010 yılındaki 14 milyon seviyesinden 2011 yılında 9,5 milyona düşmüş olmasıdır. (Tablo 2)1 2012 yılındaki gelişme
Mursi’nin Cumhurbaşkanlığına gelişi ile oluşan olumlu
havadan kaynaklanmış olsa da
darbe ile bu havanın yıkılmış
olacağı ve 2013 yılı için turizm
gelirlerinin yeniden olumsuz
etkilenebileceği tahmin edilebilir.
55
Şekil 5: Mısır Üretim Dağılımı
+&+#
- &#
98C
98C
#
8;C
!,2&#"
"
+!
::C
#&2!!$
+"#&
8=C
"$'2
)%(# +
+
*+,%!
87C
!%&
;C
&#+)
9C
Kaynak: African Economic Outlook
Tablo 2: Turizm Gelirleri ve Turist Sayısı
Turizm Gelirleri (milyar dolar)
Turist Sayısı (milyon)
2010
2011
2012
12,5
8,8
9,9
14
9,5
…
Kaynak: Dünya Bankası
Süveyş Kanalı Mısır ekonomisi için likit doğal gaz ve petrol
dağıtımı açısından önemli bir
rol oynamaktadır. 2011 yılında
yaşanan politik olaylar bu rolü
etkilememiş ve Süveyş Kanalı
Mısır ekonomisine katkı sağlamaya devam etmiştir. Bu
katkı 2011 yılında 5,22 milyar dolar ve 2012 yılında 5,13
milyar dolar olmuştur. Süveyş
kanalı üzerinden likit doğal
gaz ve petrol dağıtımının sadece Mısır ekonomisi için değil
aynı zamanda dünya ekonomisi için de önemli olduğu göz
önünde bulundurulursa darbe
sonrası Kanal ile ilgili politikalarda bir değişikliğin olacağı
sanılmamaktadır. Bu sebepten
dolayı Süveyş Kanalı gelirlerinin Mısır ekonomisine olumlu
56
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
katkı sağlamaya devam edeceği tahmin edilmektedir.
Mısır’da Ordunun Rolü
GSMH’sı yaklaşık 80 milyar
olan bir ekonomide kişi başına
düşen milli gelirin 2012 yılı itibariyle 6,640 dolar seviyesinde
olmasının sebebi bazı ekonomistlerce ordunun sahip olduğu üretim araçlarının çokluğu
ve milli gelirin yaklaşık %25
ila %40’ının ordunun elinde
bulunması şeklinde açıklanmaktadır. Son 30 yıl içerisinde
ordunun mal varlığı hakkında
kesin bilgiler bulunmasa da
pek çok şirketin ve fabrikanın
ordu eliyle kurulması, hatta
pek çok kurumun internet sitelerinde ordunun payına yer
verilmesi, bu oranın çok da
da yapılan anayasa sayesinde
ve anayasa da geçen ‘tüm üretim araçlarının yönetiminin
halk adına devlete ait olduğu’,
yani devleti yöneten ordunun
hâkimiyetine geçtiği ibaresiyle ordu adeta ekonomik bir
dev haline geldi. 1970’lerde
Batı’ya açılma çabalarının ordunun gücünü azaltacağı düşünülse de uyguladıkları askeri
politikalarla ordunun iktisadi
anlamda gücünde büyük bir
değişiklik meydana gelmedi.
Yüz binlerce subayı genç yaşta
emekli eden ordu, bu kişileri
işletmelerin başına koydu ve
bunlar da batının Mısır’daki
ortakları haline geldi. Ülke
savunmasında önemli bir rol
oynadığı ve bütçesinin de
gizli olması gerektiği yönündeki kanı sayesinde ve tabi ki
ordunun kazancının devlet
sırrı başlığı altında açıklanmadığından dolayı ordu bütün
bunları hiçbir kontrole tabi
olmadan rahatlıkla sağladı ve
piyasada neredeyse tekel haline dönüştü.
Ayrıca Dünya Bankası verilerine göre, Mısır askeri harcamaları ciddi anlamda düşüş eğiliminde olmasına rağmen ordunun mal varlığı ve devletten
aldığı tutarlar gittikçe artıyor.
Şekil 6’da de görüldüğü gibi
askeri harcamaların 1998’de
GSYİH’ya oranı %6,46 iken,
2010’da %2 ve 2011’de %1,86
oranına gerilemiş durumda.
Bu rakamlara ABD tarafından
her yıl Mısır Ordusu’na Camp
David Antlaşması’nın teşvik
primi niteliğinde verdiği 1,3
milyar dolar da dâhil. Zaten
bu antlaşmayla ordunun savaş
yönünün törpülendiği ve uzun
süredir ciddi harcamaları gerektiren savaşlar olmadığı bilinen bir gerçek.
Ordu ekonominin hangi alanlarında faal sorusuna gelinirse,
bu alanların üç ya da beş sektörle sınırlı olmadığı fark edilebilir. Ülke de ordu geniş arazilere, fabrikalara, işletmelere,
makarna üretiminden maden
suyu üretimine, bütan gaz
tüplerinden benzin istasyonu
servislerine kadar geniş bir yatırım yelpazesine sahiptir. Bu
sektörlere devlet adına emlak
alım-satımı, konut temizliği,
kafeteryalar, tarım ve hayvancılık, gıda ürünleri ve plastik
araç gereç üretimi de eklenebilir. Örneğin, Wataniyya
benzin istasyonları ordunun
kontrol ettiği en güçlü şirketlerden biridir. Ya da temizlik
sektöründe yine ordunun sahip olduğu Queen şirketleri
de ekonomide önemli bir yere
sahiptir. Son olarak ordunun
sahip olduğu ve sattığı rezidans Kuliyyat al-Banat’ı vurgulamak da yerinde olacaktır.
Ordu bağlantılı oluşum olarak Ulusal Hizmet Ürünleri
Organizasyonu’ndan (Örgütü) (NSPO) bahsedilmesi de
gerekmektedir. Kısaca örgüt,
askeri ve sivil tüketim için
farklı alanlarda ürünler üretiyor ve aynı zamanda da ordunun üretim birimlerini kontrol
ediyor. NSPO’nun çalışanları ve yöneticileri genellikle
emekli subay ve generaller-
Şekil 6: Askeri Harcama (% GSYİH)
>
=
<
;
:
9
8
7
Kaynak: Dünya Bankası
Şekil 7: Bütçe Açığı (% GSYİH)
den oluşuyor. Ordu en önemli
üretim birimlerinden biri olan
tarım sektöründe genel üretim
sektörünün büyük bir kısmına
sahip. Askerlerin ihtiyaçlarını
karşılamanın yanı sıra ordu,
tarım sektöründeki artık ürünleri kumanyalar ve sivil ticari
kanallar vesilesiyle satmaktadır. Tarım sektörüne ek olarak emekli generaller birçok
doğal gaz ve petrol şirketlerini
çalıştırmanın yanı sıra ticari
ulaşımı da kontrol ediyor. Ordunun vergi, ithalat lisansları
ve iş izinlerinden muaf ve ayrıca kar-zarar sorgulamasından
uzak olmasından dolayı da
ordu istediği sektörde rahatça
tekel oluşturacak bir konumdadır.
Tüm bunlar göz önüne alındığında ordunun mısır ekonomisinde etkin bir role sahip olduğunu ve aynı zamanda da siyasi arenayı da kontrol ettiğini
söylemek yanlış olmaz. Mursi
ise Cumhurbaşkanlığına geldikten sonra orduyu karşısına
alacak bir hamle yapmak istemediğinden ordunun ekonomideki bu etkin rolüne dokunmamayı tercih etti. Buna
rağmen yine de darbe gerçekleşti. Darbenin ardından ise
57
tasında hataya düşülmüştür.
Bu kaynaklar yatırımdan çok
refah dağıtımı şeklinde olmuştur. Kamu personelinin sayısı
ve maaşlar artırılmıştır.
Son Söz
Küresel Ekonomik Kriz, Arap
Baharı, yeni bir Cumhurbaşkanı ve ardından darbe derken
2008 yılından bu yana Mısır’ın
oldukça çalkantılı bir dönem
yaşadığı kesindir ve şimdilik
gelişmeler çalkantıların yakın
zamanda sona ereceği yolunda
işaret de vermemektedir.
Küresel Ekonomik Kriz öncelikli olarak gelişmiş ülkeleri
etkilediği için Mısır üzerindeki
etkisi daha ziyade dış ticaret
ordunun bu rolünün güçleneceği beklentiler arasında yer
almaktadır. Ordunun ekonomiyi az da olsa özel teşebbüslere ve rekabete bırakması bir
hayal gibi görünmektedir.
Mursi Dönemi: Yeterince
Zaman Verildi mi?
Mursi’nin Cumhurbaşkanlığı
ile ülke Libya, Katar ve Türkiye gibi ülkelerden maddi destekler aldı ama bunlar bir ekonominin yeniden düzenlenmesi için yeterli düzeyde değildi.
Bu yüzden IMF’nin ekonomiyi
düzenleyici bir otorite olarak
devreye girmesi gündemdeydi.
Mısırlı Ekonomistler “büyük
buhran’dan sonra yaşanan en
büyük krizden” çıkılmasında
IMF’nin kritik bir rol oynaya-
58
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
cağına inanıyorlardı. Ancak
siyasi boyuttaki gelişmeler beraberinde darbeyi getirdi ve
ekonomide adı geçen adımların atılmasına fırsat vermedi.
Yine de olaya ekonomik boyutunda objektif olarak yaklaşabilmek için Mursi döneminde
yaşanmış olan bazı olumsuzluklara da parmak basmak yerinde olacaktır.
Rönesans projesinin iki hedefi
vardı. Bunlardan birincisi Mısır ekonomisinin 5 yıllık ortalama büyümesinin %6,5-%7
seviyesine çıkmasıydı. Elbette
bu hedefin tutup tutmayacağını görebilecek kadar zaman
Mısır’a tanınmadı. Diğer taraftan ‘100 gün vaatleri’ olarak
bilinen vaatler üzerinde konuşmak mümkün. Burada he-
def ekonominin 100 gün içinde devrim öncesi dönemden
daha iyi bir konuma getirilmesiydi ancak şu bir gerçektir
ki, Mursi’nin göreve gelmesini
takiben 3 defa Maliye Bakanı
değişmiştir. Bu da ortada kötü
bir planlama olduğunu göstermektedir.
Genel olarak borç artışları devrim yaşanan ülkelerde
görülmektedir.
Dolayısıyla,
Mursi döneminde de yaklaşık
%40’lık bir borç artışının yaşanmış olması yadırganacak
bir durum değildir. (Şekil 7)
Kaldı ki, Mısır ekonomisinin
potansiyeli bu borcu kaldırabilecek güçtedir. Fakat Mursi
döneminde de birçok devrim
sonrası dönemde olduğu gibi
kaynakların kullanımı nok-
ve dış yatırımlar kanadından
olmuştur. Bu etkinin Arap
Baharı çerçevesinde yaşananların etkisi ile kıyaslandığında
hafif kaldığı düşünülebilir. Ülkedeki belirsiz ortam pek çok
ekonomik alanda duraksamayı
gerektirmiştir. Ülkede Mursi
döneminin başlamasıyla ekonomide olumlu bir kıpırdanmanın olabileceği beklentisi
doğmuştur ancak ekonomik
gelişmelerin hiçbir zaman akşamdan sabaha olmayacağı da
bir gerçektir. Dönemde yapılan bazı hatalar da olsa Mursi dönemi ekonomik manada
başarılıydı ya da başarısızdı diyebilecek kadar uzun ömürlü
olmamıştır.
Şimdi darbe ile beraber ordu
yönetimi ele almıştır. Ordunun zaten 1950’li yılların başından beri ekonomi ile iç içe
olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla bu darbe sadece ordunun
ekonomi üzerindeki etkisini
arttıracaktır. Cumhurbaşkanı Mursi görevdeyken görüşmeleri yaptığı IMF’den ülke
ekonomisinin ihtiyaç duyduğu 4,8 milyar dolarlık yardım
paketini alamazken Mısır’da,
darbe sonrasında Körfez Ülkeleri toplamda 12 milyar dolara
varan yardım paketi için seferber oldu. Şimdi soru acaba
darbe hükümeti bu kaynağı ne
ölçüde başarılı kullanacaktır
sorusudur.
Dipnot
1
Dünya Bankası 2012 turist sayısını henüz açıklamamıştır.
Kaynaklar
• Abadir, Karim, “Won’t Get Fooled Again: Egypt On Reserves”
http://rebeleconomy.com/economy/wont-get-fooled-again-egypt-on-reserves/
• Acun, Can, “Mısır Ordusunun İktisadi Krallığı”
http://odak.setav.org/page/misir-ordusunun-iktisadi-kralligi/5683
• Ekonomi Bakanlığı, http://www.ibp.gov.tr/pg/section-pg-ulke-ndx.cfm
• Freund Caroline, “To Save Egypt’s Economy, Move Quickly”
http://www.bloomberg.com/news/2013-06-30/to-save-egypt-s-economy- move-quickly.html
• Gosrani, Chiraayu, “Mohammed Morsi: Egypt’s Struggling Economy Needs Money — Just Not From the IMF”
http://www.policymic.com/articles/47357/mohammed-morsi-egypt-s-struggling-economy-needs-money-justnot-from-the-imf
• Halime, Farah, “The Honeymoon is Over”
http://rebeleconomy.com/commodities/the-honeymoon-is-over/
• Halime, Farah, “Should the President Resign?”
http://rebeleconomy.com/economy/should-the-president-resign/
• Halime, Farah, “A Year in Office: Morsi’s Economic Mistakes”
http://rebeleconomy.com/economy/a-year-in-office-morsis-economic-mistakes/
• Heineman Jr, Ben W., “Beyond the Coup: Egypt’s Real Problem is Its Economy”
http://www.theatlantic.com/international/archive/2013/07/beyond-the-coup- egypts-real-problem-is-itseconomy/277676/
59
RÖPORTAJ
Muhamed SUDAN:
MISIR KOMPLOYA KURBAN OLDU
Röportaj: Amr ELLEITHY
Çeviri: Yesemen SEMİZ
Darbecilere, Mursi
destekçilerinden ve uluslar
arası camiadan daha yoğun
baskı uygulanması ve özellikle
30 Haziran sonrası medyada
uydurulanlara inanan medya
kurbanlarına olayların bir
komplo olduğunun anlatılması
gerekiyor.
Darbecilerin kuşkusu olmasın
ki, yaralılarımız, şehitlerimiz
artsa bile biz darbeye boyun
eğmeyeceğiz. Hepimizi
tutuklasalar da onurumuz,
özgürlüğümüz, devrimimiz için
ısrarımızdan vazgeçmeyecek,
gerçek başkanın görevine
geri dönmesi için mücadele
edeceğiz.
30 Haziran’da Mısır’da
tüm dünyanın tanık olduğu
geniş katılımlı protestolar
sonucu ordu olaylara
müdahil olmuş, Muhammed
Mursi’yi başkanlık
görevinden azledip, Anayasa
Mahkemesi başkanını geçiş
hükümeti başkanı olarak
atamıştı. Kimileri bu durumu
darbe olarak nitelendirmiş
kimileri ise ordunun da
desteklediği yeni bir devrim
olarak nitelendirmişti. Siz 30
Haziran’da Mısırda olanları
nasıl tanımlarsınız?
Bu durumu General EL Sisi’nin
kontrolünde, harici ve dâhili
ortaklarla beraber geçekleştirilmiş kanlı bir darbe olarak
görüyorum. Ancak bu komplo
Mübarek görevinden istifa eder
etmez kurgulanmaya başlamıştı. Yönetimi devralan ordu 6
ay içerisinde seçimlerle görevi
devredeceğinin sözünü vermesine karşın bunun için isteksiz
davranmış, görevi ancak 16
ay sonra sokaklardan protestolarla gelen baskılar sonucu
devretmiştir. Ordu eliyle gerçekleştirilebilecek bir siyasi değişimden söz etmenin mümkün
olmadığını düşünüyorum.
M
uhammed Sudan,
Özgürlük ve
Adalet Partisi’nin Dış ilişkiler Sekreteridir.
Mühendislik ve inşaat alanında faaliyet
gösteren bir şirketi bulunmaktadır. Zamanın çoğunu başta Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa olmak üzere yurt dışında geçirmiştir. Daha çok dış
politika ilişkileri ve küresel politikalar hakkında okuma
yapmaktadır.
Eski rejim mensuplarının
ordu ile işbirliği yaparak,
darbeyi kolaylaştırıcı bir
rol üstlendiğini düşünüyor
musun?
Evet kesinlikle. Bu açık, kurnazca planlanmış komploya Ulusal
Demokratik Parti mensupları,
medya, Mübarek’in aile fertleri, yozlaşmış iş adamları, derin
devlet dahil olmuştur.
Protestolardan birkaç ay
önce bir grup genç (Tamarod)
Mursi’nin istifası için imza
kampanyası başlatmıştı.
Tamarod hareketi ile ilgili
kanaatiniz nedir, gerçekten
bu kadar geniş insan
kitlelerini sokağa dökebilecek
güçleri olduğunu düşünüyor
musunuz?
Tamarod, darbenin önderlerince oluşturulmuş bir gruptur.
Milli Selamet Cephesi’nin halk
nezdinde imajı zedelenince
strateji değiştirme yoluna gittiler. Su, elektrik kesintisi, güvenlik, benzin ve temizlik problemleri gibi yapay krizlerle kandırdıkları insanlar ve bir grup
gençle anlaşma yoluna giderek
protestolar düzenlediler. Halkı
Müslüman Kardeşlere, İslami
Hareketlere, Başkan Mursi’ye
karşı cephe almaya ittiler.
Mısır’daki olaylar
karşısında Batı ülkeleri
zayıf bir duruş sergiledi.
Amerika ve Avrupa Birliği’nin
3 Temmuz darbesine
karşı tutumunu nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Ben Amerika’nın bu komplonun bir parçası olduğunu
düşünüyorum. Mursi’nin tutuklanmasını reddettiler ama
uzun zamandır göndermeyi
erteledikleri F16 uçaklaklarını
gönderdiler ve darbe liderlerine destekleri sürdürecekler.
Zaten Amerikalı diplomatların ordunun ileri gelenleri ve Tamarod’un liderleriyle
görüşmelerinden haberdarız.
Avrupa Birliği’ne gelince; AB
dürüst bir açıklama yapmak-
tan çekiniyor, Mısır’da olanları
darbe olarak gördüklerini asla
dile getirmediler. Müphem bir
duruş sergiliyorlar. Dışarıdan
olayların nasıl bir yere varacağını gözlemliyorlar.
3 Temmuz askeri
müdahalesine Türkiye’nin
politikasını, Erdoğan’ın
duruşunu nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Pek çok kez ifade ettiğimiz gibi,
Türkiye hükümetinin, Sayın
Erdoğan’ın, Türk halkının 25
Ocak devrimi başladığından
beri benimsediği duruş eşsizdir. Tüm samimi Mısırlılar
Türkiye’nin meşruiyetin yanında yer almasından büyük mutluluk duymaktadırlar.
Ordu darbeyi gerçekleştirdikten sonra Suudi Arabistan General Sisi’ye ülkesini
kurtardığı için selamlarını
iletmiş ve bununla da kalınmamış Körfez ülkeleri darbe
hükümetine milyarlarca
dolar maddi yardımda bulunmuştur. Körfez Ülkeleri (Suudi
Arabistan ve Birleşik Arap
Emirlileri)’nin tepkisine ne
dersiniz?
Maalesef Körfez ülkeleri de bu
komplonun bir parçası. Kuveyt,
Suudi Arabistan ve Birleşik
Arap Emirlikleri darbe hükümetine ihaneti bedeli olarak 12
milyar USD göndermek niyetindeler.
Mısır’daki darbenin
olumsuz yanlarından
birisi de Arap Baharı’nı
gerçekleştirenler için
kırmızı bir alarm anlamı
61
MISIR KIYAMDA
SON DEĞİL BİR SÜREÇ
Aydın BOLAT
taşıyor olması. Eski rejim
mensuplarının dirilmesi
ve güç arayışına girmesi
kuvvetle muhtemel. Bu
noktada Mısırdaki darbenin
Arap Baharına bir karşı
atak olduğunu düşünüyor
musunuz?
Evet, darbenin bu şekilde sonuçlanması Arap Baharını,
bölgemizdeki ayaklanma ruhunu öldürür ve daha da kötüsü
Arap ülkelerinde diktatör rejimlerin yıkılması konusunda
umutsuzluğun yaşandığı kötü
bir dönemin başlamasına yol
açar.
Müslüman Kardeşlerin
darbeye ve ordu tarafından
atanan yeni liderlere ilişkin
kısa dönem için planı nedir?
Biz hala ülke çapında darbeye
karşı protestolar düzenliyoruz, insanları durumun perde
arkasındaki gerçekler konusunda ikna etmeye çalışıyoruz,
25 Ocakta devrimcileri katledenlerin serbest bırakıldığını,
bu darbenin ne kadar da eski
62
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
rejimle ilişkili olduğunu göstermeye çalışıyoruz. Yaşadığımız
şeyin darbeden başka bir şey
olmadığını kabul etmeleri için
uluslar arası örgütlerin diplomatik delegelerine ulaşmaya
çalışıyoruz. Bizim yanımızda
durmaları, demokrasiyi savunmaları gerekiyor. Aksi halde
Mısır baş edilemez bir karmaşaya dönecek ve bir daha demokrasiyi sağlamak mümkün
olmayacaktır. Bu meşruiyetini
yitirmiş düzenden, istikrarsızlıktan yakın komşularımız, AB
de etkilenecektir.
Ankara’nın çözüm
önerisini biliyorsunuz.
Abdullah Gül Mısır’ın
Ankara Büyükelçisini davet
etmiş ve Mursi’nin serbest
bırakılmasının, ardından
erken seçime gidilmesinin
Türkiye’nin çözüm önerisi
olduğunu belirtmişti.
Türkiye’nin bu girişimine
nasıl bakıyorsunuz?
Partimiz bu öneriyi uygun bulmuştur. Ben zaten 3 Temmuz
MISIR DOSYASI
SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı
günü bu konuya televizyon kanallarında değinmiştim. Ancak
biz uluslar arası camiadan destek görmedikçe ve meydanları
doldurmak suretiyle yönetime
baskıda bulunmadıkça böyle
bir şey gerçekleşmeyecektir.
Özgürlük ve Adalet
Partisinin dış ilişkiler
sekreteri olarak bu krizden
çıkış için nasıl bir formül
öngörüyorsunuz?
Darbecilere, Mursi destekçilerinden ve uluslar arası camiadan daha yoğun baskı uygulanması ve özellikle 30 Haziran
sonrası medyada uydurulanlara
inanan medya kurbanlarına
olayların bir komplo olduğunun anlatılması gerekiyor.
Darbecilerin kuşkusu olmasın
ki, yaralılarımız, şehitlerimiz
artsa bile biz darbeye boyun
eğmeyeceğiz. Hepimizi tutuklasalar da onurumuz, özgürlüğümüz, devrimimiz için ısrarımızdan vazgeçmeyecek, gerçek
başkanın görevine geri dönmesi için mücadele edeceğiz.
63
yabancı taşeronu ve beslemesi
kodamanlar ve lobiler...
F
azla heyecanlı ve aceleci olanlarımızın yanında
art niyetli olup fırsat kollayanlarımız da var. Bir anda
her şeyin olup bitmesini ya
da her şeyin savrulmasını, alt
üst olmasını bekleyenlerimiz...
Son 200 yıldır Avrupalılar ve
60 yıldır da Amerikalılar tarafından yoğrulan bölge coğrafyasının ve Türkiye’nin hemen
kendi ayakları üzerine kalkmasını ve koşmasını istiyoruz. Bu
o kadar kolay mı? Verilen mücadele görülenden daha derin
ve şiddetli yaşanıyor. Duymadığımız ve bilmediğimiz neler
oluyor neler. Türkiye’yi ve İslam Dünyası’nı yüceltmek için
canını hiçe sayan bin bir engel
ve riske rağmen savaşan isimsiz kahramanlardan çoğumuzun haberi bile yok. Her şeye
rağmen Türkiye dimdik ayak-
64
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
Arap Baharı’nın kilit ülkesi
Mısır’da halkın %52 oyuyla
seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ve yönetimine
karşı yapılan dışarıdan destekli askeri darbe, Mısır halkının
demokratik iradesine, seçimine, tercihine ve Mısır’da
yapılan demokratik devrime,
Mısır’ın baharına karşı yapılmış çağ dışı ve ahlaksız bir
müdahaledir. Darbe yönetimine karşı İhvan’ın ve Mısır
halkının direnişi, Rabiatul
Adaviyye’de yarınların mücadelesidir. Mısır’ın geleceği ve
Arap aleminin mukadderatı
bu iradenin başarısıyla yeniden şekillenecektir.
ta kalıyor ve yoluna güvenle
devam ediyorsa, İslam Dünyası gerçek baharının umutlarını canlı tutabiliyorsa bunun
destansı kahramanları var.
Statükosu çok güçlü ve ayağı
çok köklü olan emperyalistlerin çullandığı bu coğrafya çok
çetrefilli bir alan. Hem imanı,
mücadeleyi, cesareti, kararlılığı hem de feraseti, basireti,
stratejiyi ve aklı şart koşuyor.
‘Yeni Türkiye’ uzun zamandır
unutulan bu hasletleri önüne aldığı her projenin içine
katmaya çalışıyor. Stratejik
düşünce ve akıl. Türkiye’den
rahatsızlık duyulan nokta da
tam burası. Türkiye’nin geri
dönüşü, kendine gelmesi ötekilerin bu coğrafyadan süpürülerek defedilmesi anlamına
geliyor.
Bu sebepten dolayı Türkiye’nin
Ortadoğu, İslam Dünyası, bölgeyle ve komşularıyla hatta
kendisiyle buluşması engellenmek ve durdurulmak isteniliyor. Gezi Olayı, Çözüm süreci, Yeni anayasa, Suriye krizi,
Mısır darbesi, Filistin, Irak ve
Arap Baharı meselelerinin
hepsinde aynı denklem kurulu
ve aynı senaryo yazılı!
Suriye’deki
çözümsüzlüğün
cevabını Mısır’daki darbede
buluyoruz. Gezi’nin rövanşı
Mısır’da oynanıyor. Çözüm
Süreci Suriye’den baltalanıyor. Esasında Türkiye’nin parmağı Amerika ve Avrupa’nın
ağzında, onlarınki Türkiye’nin
ağzında. Isırdıkça acı da gerilim de artıyor. İçeride ve dışarıda yaşanan savaş bu gerilimin sonucu. Birde içimizde
Neler oluyor?
Bu günkü tabloya bakarak birileri diyorlar ki:
“Birkaç yıl önce herkesle işbirliği halinde, diyalog içinde olduğumuz etrafımıza bakalım;
İran’la türlü türlü sorunlarımız
var. Daha dün her grupla diyalog içinde olmakla övündüğümüz Irak’ta meşru hükümetle bile görüşemez haldeyiz.
Suriye artık içeriye de akan
bir bataklık, kaos. Lübnan
Hizbullah’ı Suriye’de ve bölgede Türkiye’ye meydan okuyor.
Mısır’ı kaybettik. Gayri meşru
bugünkü yönetim Türkiye’yi
muhaliflere silah yollamakla
suçluyor. Suudi Arabistan ve
Körfez ülkeleriyle ters düştük.
İsrail’i geçtim. Geriye bir tek
Filistin, daha doğrusu Hamas
kaldı. O da Mısır’daki darbe-
Arap Baharı’nın kilit ülkesi Mısır’da halkın %52 oyuyla
seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ve yönetimine
karşı yapılan dışarıdan destekli askeri darbe, Mısır halkının
demokratik iradesine, seçimine, tercihine ve Mısır’da yapılan
demokratik devrime, Mısır’ın baharına karşı yapılmış çağ dışı
ve ahlaksız bir müdahaledir.
den sonra Türkiye’ye değil,
İran’a doğru dönüyor.”
let vicdanı dış politikada bir
değer ifade etmiyor mu?
Benzer söylemi sağdan, soldan, liberalden, ulusalcı statükoculardan, iflah olmaz
AK Parti muhalefetinden bu
günlerde sıklıkla okuyoruz ve
duyuyoruz.
Dış politikada değerlendirmeleri; kısa vadeli, günübirlik,
konjonktürel ve pragmatik
eksende yapmak yanlış ve yanıltıcıdır. Örnekler verebiliriz.
Türk Dış Politikası, geleceği
olmayan devrilmesi mukadder
Esed’e, Adaviyye protestolarıyla doğmadan ölmüş çağ dışı,
ahlaksız Mısır darbesinin başı
General Sisi’ye göre mi yönetilmeli? Yoksa; esas ve kalıcı
muhataplar, Suriye halkına,
Mısır halkına ve Ortadoğu
halklarına göre hak temelli,
insan hakları, özgürlük, onur
ve demokratik değer eksenli
orta ve uzun vadeli politikalar
mı sürdürülmeli?
Mısır’da darbe karşıtları Erdoğan posterleri taşıyor ve
Türkiye’ye şükran duyuyorlar, Suriye’den 500.000 üzerinde mülteci misafirimiz
var. Halkın gözü Türkiye’de.
Türkiye’nin Erdoğan’ın yolunu gözlüyor binlerce Gazzeli...
Bulgaristan’dan da gelmişlerdi, Kuzey Irak’tan da yüz
binlere kucak açtı Türkiye.
“Tarih Hafızası” yok mu, mil-
2003’teki
tezkere
olayı;
ABD’nin Irak’a Türkiye üzerinden girişi reddedildiğinde,
‘Türkiye’nin ABD ile ilişkiler
bozuldu bir daha kolay kolay
düzelmez. Mahvolduk’ diyenler bu gün ne kadar haklı çıktılar?
2008’de Başbakan Erdoğan
Davos’ta İsrail için “one minute” çektiğinde “Eyvahlar
olsun mahvolduk Türkiye bunun bedelini ağır öder” diyenler ABD Başkanı refakatinde
Türkiye’den özür dileyen İsrail
için bu gün ne diyorlar?
Gezi Olayları’yla ilgili Avrupa
Parlamentosu’nun aldığı kararları tanımadığını açıklayan
hükümete; “Avrupa Birliği
Türkiye için bitti” diyenler
yeni fasılların açılmasına karar
veren Avrupa Birliği için ne
diyorlar?
BM’de Filistin’e Gözlemci
devlet statüsü için BM’de yapılan oylamadan 193 üye ülke-
65
Adaviyye direnişi; demokrasi tarihi yazmış ve Mısır halkının
onurunun, özgürlüğünün, iradesinin gücünü göstererek
Mısır’da artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını
kanıtlamıştır. Kanla, canla yazılan bu özgürlük destanı
Mısır’ın ve Arap Baharı’nın aydınlık geleceğinin müjdeleyicisi
olmuştur.
sız olan zalim inkârcılar helak olup giderlerken iyiliği ve
hakkı savunanlar kurtuluşa
ve zafere ulaşmışlardır. İnsanlık içinde; oportünizmi değil
‘Hakkı savunan bir zümre’ bir
ülke bulunmasın mı?
Darbe Neleri Etkiledi?
den 138’i Türkiye ile birlikte
ABD ve İsrail’e rağmen ‘evet’
derken yalnız kalan dünyada
dostu olmayan kimdi? Türkiye
mi İsrail mi?
Yine BM’de İsrail’in nükleer
kapasitesi aleyhine yapılan
oylamada Türkiye ile birlikte
174 ülke İsrail ve ABD’ye karşı oy kullanırken Dünya’da ve
bölgede yalnızlaşan, sorgulanan İsrail’di ABD idi.
Gazze’ye giden Mavi Marmara için İsrail otoritesine karşı
yanlış yapıldı, izin alınmalıydı diyenler otoritenin yani
İsrail’in özrü için ne söyleyebildiler?
Dış politika ve uluslararası
ilişkilerde temelli dostluklar
ve temelli düşmanlıklar yoktur. Dış politikada gelişmelere
göre değişikliğe gitmek her ülkenin yaptığı bir iştir. Süreçler
ve ilişkiler tek taraflı sürdürülmez. Karşı taraflar, yerli, bölgesel ve küresel aktörler yeni
oyunlar kurduğunda taktikler,
stratejiler ve politikalarda değişebilir. Yeni B ve C planları
devreye girer.
ABD’nin W. Bush ile Obama
dönemi politikaları aynı mı?
Sovyetler Birliği ile bugünkü
66
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
Rusya’da Putin politikaları
nerelerde? İlişkiler, esas ve kalıcı aktörler olan halklarla mı
yoksa fani, tali, geçici ve konjonktürel olan yöneticilerle mi
daha önemlidir ve sürdürülebilir bir geleceği vardır?
Sonu Kaddafi’den beter olacak Esed, iktidarı ilk seçimde
bitecek Maliki, her an Türkiye’deki darbecilerin akıbetine
uğrayacak General El-Sisi’nin
zalim, ceberrut iktidarları mı
yoksa haklı davaları, hak talepleri, namus bildikleri seçimleri, iradeleri, onurları uğrunda kanlarını akıtmaktan,
canlarını vermekten sakınmayan Suriye, Mısır ve Irak’ın
kardeşlerimiz olan Müslüman
halklarını mı dikkate alacağız,
yanlarında olacağız?
Sonuç Olarak; Güçlünün,
haksızın, zalimin değil, zayıfta olsa haklının mazlumun
yanında yer almalıyız. İslami
olan da, insani olan da, meşru
olan da budur. Öyle de yapıyoruz. Allah dostları ve yüce
elçiler olan peygamberler de
çoğu zaman hakkı, adaleti,
doğruyu söylerken ve savunurken yapayalnız kalmışlar
ancak zalime, küfre, zulme
boyun eğmemişlerdir. Hak-
− Türkiye, Tunus, Afrika
Birliği dışında hiçbir ülke
ve kurum bu askeri bir darbedir diyemedi. Özellikle
ABD ve AB. İİT ise hiç
tepki vermedi! Arap Birliği
darbeden yana durdu!
− ABD ve AB darbe yönetimine temsilci gönderdi.
− Darbe yönetiminde Cumhurbaşkanı Yardımcısı yapılan Baradey İsrail’e gitti.
− Mursi’nin kapattığı Suriye
elçiliği açıldı.
− Gazze ve Refah sınır kapıları kapatıldı.
− Cam David statükosu yeniden tescillendi.
− Suudi Arabistan ve Körfezden petrolle birlikte 12 Milyar Dolar yardım yapıldı.
− Türkiye’nin
ve
İslam
Dünyası’nın gelecek vizyonunu etkileyecek bir kırılma yaşandı.
− Merkel ve bazı AB temsilcileri
Cumhurbaşkanı
Mursi ve siyasi tutukluların
serbest bırakılmasını istedi.
− Son olarak Obama yönetimi
Mısır’a verilecek F-16
savaş uçaklarının teslimini
durdurdu. Senatoya yıllık
1,3 Milyar Dolarlık yardımı
kademeli ve şartlara bağlı
olarak vermek için tasarı
hazırlandı. Mısır’da bir
an evvel demokrasiye
dönülmesi
tavsiyesinde
bulunuldu.
Bütün bu durumlar Mısır
Darbesi’nin nedenleri, iç ve
dış dinamikleri, bölgesel ve
küresel aktörleri ve stratejileriyle ilgili ipuçlarını açıklamaya yeterlidir sanıyorum.
Darbenin Sonuçları:
• Batı’nın demokrasi konusundaki samimiyetsizliğini
ortaya koydu.
− Petrol, elektrik ve temel
maddeler yokluğu bitti.
• Menfaatlerin, çıkarların,
pragmatizmin
dünyada
değer eksenli politikaların
önünde olduğunu bir kez
daha kanıtladı.
− Gazze zora girerken İsrail
bir oh çekerek rahatlamış
gözüktü.
• Türkiye için bölgeyi ve küresel dengeleri test etme
imkânı verdi.
− Esed zaman kazandı, eli rahatladı, ömrünü biraz uzatmış oldu.
• Müslümanlar için ciddi bir
imtihan ve ders oldu.
− IMF 4,8 Milyar Dolarlık
yardımı serbest bıraktı.
− Arap Baharı darbe yemiş
oldu.
• Suriye’deki krizde kimlerle ve nelerle karşı karşıya
olunduğu ortaya çıktı.
• Türkiye’nin İslam Dünyası’yla birlikte yürüttüğü
bölge vizyonunun engelleri, sorunları ve karşıtları
belli oldu ve ciddi dersler
ortaya koydu.
• ABD için İsrail’in güvenliğinin Ortadoğu stratejisinin belkemiği olduğu bir
kez daha teyid edildi.
• Batı’nın darbeyi darbe
olarak halkın iradesini demokrasi olarak tanımıyor
olması ibretle tarihe geçti.
İnsan hakları ve demokrasi
konusunda medeni dünya
sınıfta kaldı.
• Türkiye’nin bu konuda sergilediği ilkeli ve ahlaki duruş
ile değerler eksenli politika;
kısa vadeli ve çıkar odaklı,
pragmatik başarı değerlendirmelerinin ölçemeyeceği
bir insani eşiktedir.
• Gezi olaylarıyla ortaya
konan küresel provokasyonun Türkiye’de de bir
darbeyi hedeflediği Mısır
örneğiyle apaçık anlaşıldı.
• Adaviyye’de ve Mısır’ın
tüm şehirlerinde başından
beri günlerdir darbeye karşı sürdürülen milyonların
asil demokratik direnişi her
türlü övgünün üstündedir.
Bu şiddetsiz demokratik
direniş darbeyi felç etmiş
ve meşruiyetini sıfırlamıştır. Adaviyye direnişi; demokrasi tarihi yazmış ve
Mısır halkının onurunun,
özgürlüğünün, iradesinin
gücünü göstererek Mısır’da
artık hiçbir şeyin eskisi gibi
olamayacağını kanıtlamıştır. Kanla, canla yazılan bu
özgürlük destanı Mısır’ın
ve Arap Baharı’nın aydınlık geleceğinin müjdeleyicisi olmuştur.
Sonuç
Bu darbe; tarafları, misyonları
belli olan aktörlerin bölgesel
ve küresel güç mücadelesinin
sadece bir safhasıdır. Bu mücadele bugün başlamadı yarın
da sonuçlanmayacaktır. İslam
Dünyası’nın yeni Dünya Düzeninde adil, demokratik ve
onurlu temsili için başlatılan
Türkiye ile birlikte büyük İslam ülkelerinin desteklediği
mücadelenin henüz başlangıcındayız. İnanıyorum ki en son
Mısır Darbesi dâhil yaşanılan
bu süreçler Müslümanların
uyanmalarına, bilenmelerine,
ders çıkarmalarına ve gelecek
vizyonlarını imanla, cesaretle
ve stratejik akılla oluşturmalarına vesile olur.
Değilse Afganistan’da verilen
4 Milyon şehit, 20 Milyon sakat, Irak’ta verilen 1,6 Milyon
şehit, 3,2 Milyon sakat ve bugün İslam coğrafyasındaki kan
deryası, can pazarı da Müslümanları uyandırmayacaksa,
ayağa kaldırmayacaksa bunlardan ibret alınmayacaksa
hangi ilahi rahmet bize ulaşabilir ki?
Mısır; bir hayalin iflası değil
bir idealin ihyasıdır. Yani son
değil bir süreçtir. Belki de bir
başlangıç, Müslümanlar için...
67
liştirdikleri sessiz tutumu
ve tutarsızlıkları lafını esirgemeden yüzlerine vurduğu için mi? (Bu ilanı imzalayan ünlüler Erdoğan’ın
BM’nin değişik oturumlarında yaptığı konuşmaları dinlemişler midir,
merak ediyorum. Acaba
bu yüzden mi bıkmadan
ve usanmadan Erdoğan
otoriter olarak lanse edilmeye çalışılıyor?).
KOMPLUNUN
ÜÇÜNCÜ AYAĞI
Ergin YAMAN
T
imes gazetesinde yayınlanan ve birçok yabancı ünlü tarafından
imzalanan ilanı birçok kişi Erdoğanı devirmeye dönük geniş
çaplı komplonun yeni bir ayağı; kendisi ve partisini yıpratma ve üzerlerinde psikolojik
korku oluşturma çabası olarak
görmektedir.
İlan nedeniyle birçok kişi
şaşkınlık içerisinde.
İlanı imzalayanlar ya dünyanın
dört bir tarafında, özellikle halen Suriye ve Mısırda, yaşanan
vahşetlerden tamamen bihaber ya da çok kötü bir biçimde
68
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
yanlış bilgilendirilmiş ve bir
ayını doldurmuş olan olaylar
hakkında
kullanılmışlardır.
Bu iki seçenek özellikle Sean
Penn’i az da olsa bilenlerin
aklından ister istemez geçiyor.
Çünkü, Sean Penn başta Filistin davası, 2011 Mısır Baharı,
2003 Irak savaşı olmak üzere
birçok kişinin müdahil olmaya
cesaret edemediği birçok sosyo-politik harekete aktif destek vererek cesur ve asaletli
bir duruş sergilemiştir. Aynı
şekilde, imzalayanlar arasında
bulunan Susan Sarandon’un
Irak savaşına karşı tutumu,
global sosyo- ekonomik ada-
leti sağlamaya dönük faal desteği ve UNICEF gibi global
refah kurumlarını aktif olarak
desteklemesi nedeniyle birçok
insanda kafa karışıklığı oluştu ve çoğu kişi acaba böyle
bir ilanı imzalamasına neden
olan motif ne sorusunu sormaya başladı. Durumu daha
da anlaşılmaz ve talihsiz hale
getiren Sean Penn ve Susan
Sarandon’un Fazıl Say gibi
kendi politik görüşü ya da
yaşam tarzını benimsemeyen
insanlara karşı birçok defa hakaret edici ifadelerde bulunan
birisi ile aynı ilanı imzamaları.
Ki Say yakın zamanda bu tür
− Esad rejiminin gayri-meşru
olduğunu kararlılıkla ifade eden ve bu doğrultuda
uluslaraarası kamuoyunun
harekete geçmesi için en
fazla çabayı gösterdiği için
mi ? (Yabancı ünlülerin,
özellikle Sean Penn ve
Susan Sarandon’un bunu
bilip bilmediğini merak
ediyorum. Çünkü bunu
bilen ve Türkiye’nin Suriyeli binlerce sığınmacıya ev olduğunu bilen hiç
kimse Erdoğan’ı Nazilere
benzetmez. Acaba, yine
Suriye konusundaki duruşu ve binlece Suriyeli
mülteciye ülkesinin kapılarını açtığı için mi otoriter ya da Sultan?)
− Israil- Filistin çatışmasında kararlılıkla ve cesaretle
haklının yanında yer aldığı
için mi? (Acaba, bu ünlüler
özellikle Sean Penn, bunu
biliyor mu? Dünya’da olup
biten zulümlere gözünü
kapatmadığı için mi Sultan damgası yapıştırılarak
diktatör gibi gösterilmeye
calışılıyor?)
aşağılayıcı ve saldırgan ifadeleri nedeniyle 10 ay ertelenmiş
hapis cezasına çarptırıldı. İfade özgürlüğünün hiç kimseye
başkalarının dini tercihlerine
ya da yaşam tarzlarına hakaret hakkı vermeyeceğini en
iyi bilenlerden birileri Sean
Penn ve Susan Sarandon’dur.
İşte tam bu yüzden Sean Penn
ve Susan Sarandon’un daha
önceki global olaylara karşı geliştirdikleri cesur ve asil
duruşlarıyla çelişerek Say gibi
farklılıkların bir arada yaşamasını tahammül edemeyen birisi
ile aynı mektubu imzamalarını anlamak daha da bir güç.
Ya sosyo-ekonomik ve politik adaleti sağlamaya yönelik
daha önceki tutumlarında ve
hareketlerinde samimi değillerdi ya da çok kötü bir biçimde dezenfarmasyon kurbanı
olmuşlardır.
İnsan yaşamını ve itibarını
önemseyenlerin Esad rejiminin
tiranlığına, Mısır darbesine ve
darbenin neden olduğu yüz-
lerce can kaybına karşı duruş
sergilemeri beklenirdi. Ki Esad
rejiminin vahşilikleri aralıksız
devam etmekte ve yaşanan
vahşet nedeniyle birçok insan
evlerini terkedip Türkiye gibi
ülkelere sığınmaktadır. Aynı
şekilde, Mısır’da yaşanan vahşet kronolojik olarak Türkiye’de
tezgahlanan entrikadan daha
yeni. Buna ek olarak, Mısır’da
hayatını kaybedenler bir arbede sonrasında değil ordunun
kasıtlı olarak onları doğrudan
hedef alması sonucu hayatlarını kaybetmişlerdir. Tüm bunlara rağmen, bu ünlüler Mısır
ve Suriye’de yaşanan insanlık
dramına karşı bu kadar ağır ve
örgütlü bir girişim içerişinde
bulunmadılar.
Peki, hedef niye Erdoğan?
− Filistin, Suriye ve Mısır
başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde yaşanan katliam ve vahşetlere
karşı BM’nin ve dünyanın
diğer super güçlerinin ge-
69
− Üç dönem üst üste ezici
bir çoğunlukla seçimleri
kazanıp ülkeyi tek parti
ile yönetme başarısı elde
edip, Türkiye’ye sosyal, politik ve ekonomik anlamda
atılımlar kazandırdığı için
mi? (Bu ünlüler, ülkeyi
ekonomik kriz halinde
iken devr alan Erdoğan ve
arkadaşlarının on yıl içinde Türkiye ekonomisini
dünyanın en büyük 16.
ekonomisi düzeyine getirdiklerini biliyorlar mı?
Aynı şekilde, dezavantajlı gruplara verilen ayni
ve nakdi yardımın 10 yıl
öncekine göre üç-dört kat
arttığının farkındalar mı?
Peki bu Erdoğan’ı otoriter
mi yoksa sıradan vatandaşın refahını yükseltmek
için gece gündüz çalışan
asil bir insan mı yapar ?)
− Gösterdiği kararlılık ve cesaretle yaklaşık 30 yılı aşkındır devam eden, hemen
hemen hergün her iki taraftan canların kaybedildiği ve kayıp sayısının on binleri aştığı PKK sorununu
barışçıl bir çözüm sürecine
oturtup; bu vesileyle son
yedi ayda çatışma haberi
gelmeyip ülkede az da olsa
huzur ortamı yaşandığı için
mi? (Bu ünlüler bunu biliyor mu ve çatışmasız geçen bu 7 ay içerisinde kaç
canın ölüm pençesinden
kurtarıldığının bilincindeler mi? Hiç zannetmiyorum. Çünkü bunu görebilen Erdoğan’ı nazilerle
70
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
aynı kefeye koyacak bir
talihsizliğin içine düşmez.
Çözüm süreciyle kan üzerinden beslenen çevrelerin elinden bir kozu daha
alması mı onu otoriter ve
diktatör yapıyor ya da nazileştiriyor?)
− Yine aynı şekilde gösterdiği kararlılık ve cesaretle,
cumhuriyet tarihi boyunca
öz değerlerini yadsımaya
itilen anadolu insanına
toplumsal ve inançsal değerlerini
sahiplenmenin
yanlış olmadığı mesajını
vermesi ve toplumu özüne
doğru bir yolculuğa götürme çabasında olduğu için
mi? (bu ilanı imzalayan
ünlüler 80 yılı aşkın bir
süre boyunca seküler
cumhuriyet olma fikrinin dayattığı batılı hayat
tarzı dışında başka hiçbir
düşünceye ya da yaşam
tarzına hayat hakkının tanınmadığının farkındalar
mı? – Demokratik ortamlarda yetişmiş, farklılıklara saygının esas olduğu
toplumlar içinden gelen
bu ünlüler nasıl kendi yaşam tarzlarını ya da hayat
bakış açılarının başkalarına dayatılmasını kabul
edebilir? Erdoğan’ın Türkiye insanına değerlerini
ve tarihini tekrar tanıtması onu otoriter mi yapar?).
---İşte bu yukarda değindiğim sebeplerden ötürü, ben bu ilana
imzalarını veren birkaç ün-
lünün hatta çoğunun müthiş
bir dezenformasyon kurbanı
olduğunu düşünüyorum. Çünkü, Erdoğan öncesi Türkiye’yi
ve dolayısıyla faili meçhuller, olağanüstü hal,Kürt vatandaşlara ve diğer gruplara
yönelik hoşgörüsüzlük ve
tahammülsüzlükler,başörtüsü
yasağı, katsayı eşitsizliği ve
daha birçok hukuksuzluk ile
insanları hayatlarından bezdiren uygulamaları bilen her
insan hiç bir koşulda böyle bir
metni desteklemez.
Bu ünlüler gibi ne yazık ki birçok yabancı insan Fuad Kavur
ve Fazıl Say gibi batı hayranı-laikçi Türk vatandaşları
tarafından yanlış bilgilendirilmektedir. Yaklaşık bir asır
boyunca muhafazakar dünya
görüşü ve yaşam tarzına sahip Türkiye insanının yüksek
öğretime erişimi ya engellendi
ya da eşit fırsatlara sahip olamadılar ve bununla kalmayıp
politik, ekonomik ve kamu
hayatının dışına itildiler. Bu
tablo Türkiye’nin dünyaya
açılan yüzleri olarak Kavur
and Say gibi batı hayranı-laikçi bir insan kitlesi oluşturdu
ve dolayısıyla yabancı ünlülerle temas halinde olanlar
ve aynı dili konuşanlar olarak
kamuoyu oluşturabilmekteler.
Başörtülü kızların üniversiteye girişi yıllarca engellendi ve
yüksek öğretim hakları elllerinden alındı. Bu yasak yüzünden binlerce başörtülü vatandaş dünyanın dört bir tarafına
dağılıp yüksek öğrenimlerini
mecburi olarak yurt dışında
çeşitli zorluklarla tamamlamak zorunda bırakıldılar. En
temel haklarından biri olan
eğitim hakları ellerinden alınmasına karşın bir defa bile olsun başörtülü genç kızlar ya da
aileleri Gezi kamuflajı altında
kaos ve şiddet ortamını oluşturmak için ellerinden geleni
ardına koymayan değişik ideoloji ve çıkar grupları gibi bir
girişimin içinde bulunmadılar.
Bu kişilerin diğerlerinin haklarını hiçe sayan anlayışları Gezi
olaylarında bir daha kendini
gösterdi ve ertesi gün milyonlarca çocuğun geleceklerini
belirleyecek olan üniversite
sınavının olduğunu bilmelerine ve polis uyarılarına rağmen
gece geç saatlere kadar tencere tava çalarak ya da huzursuzluk çıkartarak bir sürü gencin
hakkına girdiler.
Say ve Kavur tabii ki yabancı ünlülere sahnelenen Gezi
oyununun asıl amacını anlatmamışlardır ve anlatmayacaklardır. Örneğin, ulusal kanal
spikerinin mikrofunu açık
unutması ile ifşa olan korkunç temennisi ‘keşke
birkaç ölüm olsa güzel
olurdu’, ya da bir aktörün halkı isyana davet
eden ‘mesele sadece gezi parkı değil arkadaş, sen hala
anlamadın mı?’ şeklin-
deki tweeti ya da eylemcilerin
ölümüne yol açtığı polis ya da
gencin haberi.
sında olaylar sadece bir yönü
ile aksettirilmekte ve ciddi bir
şekilde çarpıtılmaktadır.
Eylemlerin asıl amacı konusunda Türkiye toplumunun
çoğu çok iyi bir şekilde aydınlatılmış olsada ne yazık ki
uluslararası medyanın yaşanan
olaylara yönelik tek-taraflı yayını yabancı insanların olayları
sadece kendilerine aksettirilen yönüyle algılamarına yol
açmıştır. Bu yanlış algılamalar
Say ve Kavur gibi batı hayranı-laikçi kişilerin ciddi dezenformasyon çabalarıyla daha da
bir pekiştirilmektedir. O nedenle, Sean Penn ya da Susan
Sandaron’un böyle bir metni
imzalamaları kısmen şaşırtıcı
değil çünkü muazzam bir karartma söz konusu ve dış ba-
Her şeye rağmen bu ilan bir
ay önce tezgahlanan protestoların gerçek amacı hakkında Türkiye insanını daha da
aydınlatma işlevi görmüştür.
Aynı zamanda, protestoları
basite indirgeyen ve hükümete
karşı geniş kapsamlı bir komplo olarak görmeyi kararlılıkla
reddeden kişilerin yüzüne vurulan bir kanıttır. Türkiye’deki olaylar biteli bir ay olmasına rağmen ve başta Suriye
ve Mısır olmak üzere bir çok
ülkede halen katliamlar devam etmesine rağmen, bu ilan
Türkiye’ye olan ilginin solmadığını ve entrikanın devam ettiğini göstermektedir. Komplonun ilk ayağı Erdoğanın
dik duruşu ile bertaraf edildi.
İkinci ayağı olarak sayacağımız
Türkiye’nin ünlüleri tarafından verilen duygu sömürücü
ilan marangoz Ahmet ve terzi Mehmet tarafından verilen
karşı-ilanla itibarsızlaştırıldı.
Üçüncü ayak olarak görebileceğimiz bu ilan ise uluslararası
çerçevede itibarsızlaştırılmalıdır ve gerçek anlatılmaya çalışılmalıdır ki yabancı insanlar
özellikle haklı mücadelelerden
yana tavır koymuş ünlüler bir
daha oyuna getirilmesin.
71
YENİ ANAYASA VE
DEMOKRATİKLEŞME
PAKETİ
Çiçek’in Komisyonun süresinin uzatılması talebine
bütün partilerin destek vermesi ve Erdoğan’ın uzlaşılmış
48 maddenin derhal TBMM’den geçirilmesi teklifi
Taksim’deki yeni darbe, gayrinizami harp veya siyasi
mühendisliği olarak tanımlanabilecek sokak hareketine
demokratik siyasetin cevabı olabilir. Erdoğan’ın anayasa
çıkışı, sadece söylem düzeyinde bir rest olarak kalmamalı,
muhalefetle ve STK’larla görüşmelerle bir politikaya
dönüştürülmelidir.
Dr. Murat YILMAZ
SDE İç Politika ve Demokratikleşme Koordinatörü
iÇ POLiTiKA
G
ezi Parkında başlayan
olaylar başlama gerekçesinin ve ölçeğinin
ötesinde iki hafta süreyle devam eden hükümet karşıtı bir
sokak kampanyasına yol açtı.
Sokaktan, meydandan başlayan Yeniçeri isyanlarından 27
Mayıs’a kadar tertiplerin aldığı mahiyeti bilen kolektif şuur
altı olaylardan derin bir endişe duydu. Olayların 11 yıllık
AK Parti’nin başarısının zirve
yaptığı ve ABD’de Başbakan
Erdoğan’ın gördüğü itibarı ve
ana muhalefetin Avrupa Birliğinde bozgun yaşadığı Mayıs
2013 tarihini takip etmesi kayda değerdir. Olayların sadece
gerekçelerine yoğunlaşmak,
siyasi talep ve amaçları dikkate almamak büyük bir hata
olacaktır. Türkiye demokrasisine yönelik tertipli bir siyasi
sokak hareketine karşı, polisiye tedbirlerin ötesinde siyasi cevaplar verilmelidir. AK
Parti’nin TSK İç Hizmet Kanunun 35. madde değişikliği,
demokrasi paketi hazırlıkları
ve Başbakan Erdoğan’ın Yeni
Anayasa çalışmalarına yönelik icap ederse anlaştığımız 48
maddeyi değiştirelim şeklindeki çıkışı bu siyasi cevap cümlesinden sayılabilir. Temmuz
sonu itibarıyla Komisyonun
anlaştığı madde sayısı 56’ya
çıkmış durumda ve Komisyonun AK Partili üyesi Ahmet
İyimaya’nın verdiği bilgiye
göre bu sayının hızla artması
bekleniyor. Demokratikleşme
Paketinin hazırlıkları da devam ediyor.
Olaylar başlangıçtaki polisin
kimi hatalarını çok aşan ve giderek AK Parti iktidarına karşı yeni tür gayrinizami bir harp
karakteri kazanmaya başladı.
Bu yazıda olayların başlangıcındaki hayat tarzı ve kimlik
kaygısıyla başlayan “negatif
özgürlük ve hak talepleri” ele
alınmayacaktır. Olayın bu yönü
kamuoyunda ve AK Parti ‘de
anlaşılmaya başlanmıştır. Gezi
Parkından Taksim Meydanı’na
çıkan hareket, negatif özgürlük talebinde bulunan gençlere
polisin ilk kullandığı orantısız
gücün ardına sığınarak bunu
bir “kalkan”a dönüştürmeyi
başardı. Ardından Başbakan
Erdoğan’ın diktatör olduğu iddiasıyla önce Erdoğan’ın sonra
da AK Parti hükümetinin başını almak isteyen, Anakara’da
Başbakanlık binasını, Başbakanın evini ve İstanbul’da
Dolmabahçe’deki Başbakanlık
ofisini ele geçirmeye yönelik
bir siyasi şiddet hareketine dönüştü. Böylece Taksim’deki ve
diğer yerlerde sokaktaki kitleler bir tür “kılıç”a veya silaha
dönüştü.
Bu yeni gayrinizami harbin,
her gayrinizami harp gibi
konvansiyonel güçleri ve kurumları zorlayacağı açıktı(r).
Nitekim bu zorluklar, hatalar,
eksiklikler, intikal güçlüğü,
şaşkınlık, aşırı reaksiyonlar
verme şeklinde görüldü. Ancak bu zorlanma, kısa sürede
aşılmaya başlandı. Bu gayrinizami harbin esası içeride
güvenlik kuvvetleriyle halkın
bir kesimi arasında duygusal
bir kopuş yaratmak ve dışarıda
büyük propagandalarla hükümeti ve güvenlik kuvvetlerini
73
hareket edemez hale getirmekti Bu vasatta AK Parti’nin
artık Türkiye’yi yönetecek
güç olmadığı propagandasıyla
müzakere sürecini bozmak ve
olayları Alevi- Sünni, KürtTürk çatışmasına dönüştürerek diktatörlük ve yolsuzluk
kampanyasıyla 2014 mahalli
idareler seçimlerinden başlamak üzere AK Parti’yi sandıkta yenmekti. Bu bakımdan şu
an itibarıyla eylemlerin yavaşlaması bu stratejinin sona erdiği anlamına gelmiyor.
AK Parti ve meşru siyaseti savunanlar, bu gayrinizami harbe
polisiye tedbirler ve stratejinin
teşhiri amaçlı psikolojik har-
bin ötesinde siyasi bir karşılık
vermelidir. Çünkü gayrinizami
harbi yürütenler Türkiye’de
demokratik sistemin, siyasi
partilerin ve hukuk devletinin
işlemediğini göstermek peşindeler. Bu siyasi karşılık, her
kesime yönelik kucaklayıcı
demokratikleşme paketlerinin
hazırlanmasıdır. Demokrasi
paketleri Gezi olaylarındaki
negatif özgürlüklerle beraber,
başörtülüler, Sünni dindarlar, Aleviler, gayrimüslimler
ve Kürtler gibi her kesime
yönelik olmalıdır. Ordunun
demokratik denetimi, adem-i
merkeziyetçilik, düşünce hürriyeti alanlarında da özgürlük-
Demokrasi paketleri Gezi olaylarındaki negatif özgürlüklerle
beraber, başörtülüler, Sünni dindarlar, Aleviler,
gayrimüslimler ve Kürtler gibi her kesime yönelik olmalıdır.
74
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
ler genişletilmelidir. Bu demokrasi ittifakının yenilenmesi ve takviye etmesi anlamına
gelecektir. Bu bakımdan AK
Parti’nin bu paketleri yalnız
değil, TBMM’deki partiler ve
STK’larla beraber hazırlaması
hayati ehemmiyettedir.
sokak hareketine demokratik
siyasetin cevabı olabilir. Başbakan Erdoğan’ın anayasa
çıkışı, sadece söylem düzeyinde bir rest olarak kalmamalı, muhalefetle ve STK’larla
görüşmelerle bir politikaya
dönüştürülmelidir. Eğer bu
çıkış polemiklere kurban edilmezse, reformları yapmadığı
ve otoriterleştiği iddiasıyla
eleştirilen AK Parti’ye tansiyonu düşürmek ve reformların
devam ettiği mesajını vermek,
CHP tabanına yönelik yeni
parti veya CHP’nin bölünme
tehlikesinin savuşturulmasına, sokak hareketlerine kesin
bir mesafe koyarak meşru siyaseti tercih eden MHP’nin
Başbakan Erdoğan’ın anayasa çıkışı, sadece söylem
düzeyinde bir rest olarak kalmamalı, muhalefetle ve
STK’larla görüşmelerle bir politikaya dönüştürülmelidir. AK
Parti’nin Yeni Anayasa’nın yanında kanuni ve idari demokrasi
paketleriyle demokratik koalisyonu yenilemesi elzemdir.
sıkıştığı alandan çıkmasına,
müzakere süreci ve Taksim
olaylarındaki tavrıyla meşru
ve siyasi bir partiye dönüşmeye başlayan BDP’yi demokratikleşmeyi boykottan “yetmez
ama evet” noktasına getirerek
TBMM’nin meşru siyaseti savunan bütün kesimlerin kazandığı bir siyasi hamle haline
gelebilir. CHP ve MHP’nin
Başbakan Erdoğan’ın teklifini
kabul etmemesi ve buna karşı
AK Parti’nin tutuklu milletvekillerinin bu 48 maddelik
değişiklikle serbest kalabileceğini hatırlatması bu hamlenin
siyasi bir politikaya dönüştüğünü gösteriyor. AK Parti’nin
Yeni Anayasa’nın yanında kanuni ve idari demokrasi paketleriyle demokratik koalisyonu
yenilemesi elzemdir.
TBMM Anayasa Uzlaşma
Komisyonu’nun çalışmaları
bu bakımdan kıymet arz etmektedir. Komisyon performansı her ne olursa olsun 48
maddelik dört siyasi partinin
uzlaştığı bir paketi ortaya çıkarmıştır. TBMM Başkanı
Cemil Çiçek’in Komisyonun
süresinin uzatılması talebine
bütün partilerin destek vermesi ve Başbakan Erdoğan’ın
uzlaşılmış 48 maddenin derhal
TBMM’den geçirilmesi teklifi
Taksim’deki yeni darbe, gayrinizami harp veya siyasi mühendisliği olarak tanımlanabilecek
75
RÖPORTAJ
TARKAN ZENGİN:
GEZİ PARKI EYLEMLERİNDE
SENDİKALARIN TUTUMLARI VE
ROLLERİ
Röportaj: M. Fatih SEZGİN
Gezi eylemleri
toplumda siyaset,
muhalefet, gençlik ve sosyal
medya ve benzeri birçok
açılarından değerlendirildi.
Siz eylemleri sendikal
hareketler üzerinden
değerlendirdiğinizde ortaya
neler çıkıyor?
Gezi parkı eylemlerini anlamaya yönelik her çaba önemlidir. Ülkemizin demokratik
standartlarının
yükselmesi amacıyla yapılan barışcıl
her türlü eylemden alınacak
önemli dersler vardır. Fikir,
örgütlenme ve ifade özgürlüğünün temel insan haklarından olduğunu unutmamalıyız.
Ancak tabloyu doğru okumak
için ortaya çıkan çelişkileri de
görmezden gelemeyiz. Gezi eylemlerinde sendikaların çelişkili tutumlarının yanı sıra gerginlikleri artıran rollerini de
görmeliyiz. Olayların başladığı
günden bugüne kimi zaman
gerginliği artıran kimi zaman
azalan gerginliği yeniden ateşleyen sendikalar var. Alanlarda olan DİSK ve KESK, kendinden birkaç kat fazla üyeye
sahip olan Konfederasyonlara
kendileri gibi düşünmedikleri
için “yandaş”, “Hükümet yalakası”, “efendilerinin sesi” gibi
hakeret dolu ifadeler kullanıyor. Başka sendikaları aşağılayanlar ve onları yok sayanların, demokrasi talepleri hiç de
samimi görünmüyor.
Gezi eylemlerinde
sendikaların en bariz
çelişkileri nelerdir?
Başka sendikaların varlığını
kabul etmeyenlerin demokrasi talepleri, şiddetten şikayet
eden sendikaların gençlerin
şiddet söylemlerine karşı durmamaları, hayat tarzlarının
tehdit altında olduğunu söyleyenlerin sözkonusu başörtüsü olunca başkalarının hayat
tarzlarına saygı duymamaları,
emek sınıfından olduğunu iddia edenlerin kapitalizme ve
emperyalizme hizmet etmeleri, proleterya ile yapamadıkları
devrimi burjuvazi ile birlikte
yapmaya çalışmaları geziye
destek veren sendikaların
içinde bulundukları çelişkilerdir. Bu çelişkileri anlatmak oynanan oyunun anlaşılmasına
yardımcı olacaktır. Uluslararası aktörlerin de içinde olduğu yeni bir 28 Şubat oluşturma
planları bütün boyutlarıyla deşifre edilmelidir.
Gezi eylemlerinde
ortaya çıkan sendikaların
geçmişlerinde demokrasi
ilişkileri nasıl?
olmayan mücadele yöntemlerine başvuruyorlar. Ne yazık ki
yaşanan sorunun tüm tarafları
şiddetin diline esir oldular. Polisin ilk gün kullandığı şiddeti
protesto eden eylemciler daha
büyük bir şiddetin uygulayıcısı
oldular. Barışçıl olduğu söylenen bu eylemlerde ülkenin
Başbakanına aleni küfür ve
hakaretler edildi, kamuya ve
şahıslara ait araçlar ateşe verildi, otobüs durakları yakıldı, binalar yağmalandı, duvar
yazılarıyla çevre tahrip edildi.
Medya sayesinde vandallık ve
şiddet, duyarlı gösteriler olarak sunuldu. Bir televizyon,
Taksim’de eylemcilerin yaktığı belediye otobüsünün içinde çektikleri şirin görüntüleri
vererek, eylemcilerin ne kadar
espri yeteneğine sahip olduklarına ilişkin PR çalışmasına
imza attı. Ancak otobüsü yakan ve tahrip eden eylemciler
olduğundan hiç bahsetmedi.
Ülkemizde Sendika-Darbe
İlişkileri
Gezi eylemlerinde
nasıl bir koalisyon vardı
ve bunların sendikalarla
ilişkileri nelerdi?
Bu topraklar defalarca “kadrolu eylemcilerle” yapılan
“operasyonlara” şahitlik etti.
Bu operasyonlarda sendikalar
darbelere zemin hazırlayan ve
meşrulaştıran bir rol oynadılar. Psikolojik harp yöntemleriyle halkın oylarıyla gelmiş siyasetçiler alaşağı edildi, kimisi
asıldı, kimisi ise hapse atıldı.
Önemli bir çelişki, özgürlük ve demokrasi vaatleriyle
alanlara inenler, demokratik
Başta halk hareketi olarak sunulan eylemler bir anda halk
iradesine inanmayan her türlü
sol fraksiyonların, darbecilerin, ulusalcıların ve nasyonal
sosyalistlerin hareketine dönüştü. Durumdan vazife çıkaran sendikaları unutmamalıyız. Demokrasi maskesi takan
kimi sendikalar gardroplarında
beklettikleri apoletli kıyafetlerini giyerek alanlara indiler.
DİSK, 28 Şubat’ta darbecilere
77
destek vererek tarihinde açtığı
kara lekeden ders almamış gibi
görünüyor. KESK zaten başka
türlü davranamazdı. Ancak
önemli bir çelişki de bu iki
konfederasyonun sınıf sendikacılığı yaptığı iddiasında bulunmalarıdır. Zira DİSK nasıl
ki 28 Şubat darbesinde sermayeyle birlikte hareket ederek
dönemin Hükümetini yıktılarsa, bugün de sınıf sendikacılığı
yaptıklarını iddia edenlerin,
faiz lobileri ve sermayeyle kol
kola eylemlere destek verdiklerini görüyoruz. Ortada bir
sorun var. Bu sendikalar aralarında büyük mücadele olduğunu söyledikleri sermayeyle,
darbeye zemin hazırlanan her
dönem bir araya gelerek ortak
hareket ediyorlar. Demokrasi,
özgürlükler ve hayat tarzlarına müdahale ihtimaline karşı
alanlara çıktığını söyleyen bu
sendikalar, Hükümetin kamuda başörtülü çalışanlara özgürlük getirme ihtimaline karşı da
alanlarda olması büyük çelişki.
Bir taraftan hayat tarzına mü-
78
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
dahale ihtimaline karşı alanlara çıkmak, öte tarafta kamuda
çalışan başörtülü kadınların
hayat tarzlarına doğrudan
müdahale etmeyi savunmak,
ne yaman çelişki. Sendikacılık ilkeler üzerinden hareket
etmeyi gerektirir. Bir sendika demokrasi ve özgürlükleri
savunuyorsa darbeyi kimin
yaptığına ve kime yapıldığına
bakmadan karşı durmalıdır.
Tertiplerin bir parçası olarak,
Ak Parti’ye karşı yürütülen
kara kampanyalarda görev almak ve darbeye zemin oluşturacak faaliyetlerde bulunmak,
demokratlık iddiasını yerle bir
eder.
Eylemlere destek veren
sendikalar ve meslek odaları
nasıl bir zihniyeti temsil
ediyorlar?
“Herşeye Karşı Olan
Çarşı”nın Sendikalardaki
Temsilcileri
Bazı sendikalar ve meslek
odaları kendileri gibi düşünmeyen siyasetçiler ne zaman
sandıktan çıksa, o partiye ve
liderine bitmeyen bir kinle saldırırlar. Yapılan her işi kötü,
atılan her hayırlı adımı şer
olarak gösterirler. Rahmetli
Menderes bu zihniyeti şöyle
anlatıyor: “Esasen öteden beri
milletçe kalkınmamızın düşmanı kesilmediler mi? Şimdiye kadar memleketin muvaffakiyetlerinden birisini dahi
kale alıp bahsettiler mi? Türk
milletinin zeka ve gayretinin
mahsulü olan bin bir eserden
birisine dahi başlarını çevirip
baktılar mı? Milletin olan her
güzel şeyden, birisini dahi benimsemek faziletini gösterdiler mi? Hayır. Aksine olarak
her muvaffakiyeti bir felaket,
her güzel ve muhteşem eseri
bir zarar diye göstermek için
seneler ve senelerdir nasıl
çırpındıklarını milletçe bilmiyor muyuz?”. Bugün Taksim
Darbe Platformuna dönüşmüş
olan yapı içerisindeki sendikalar ve meslek odalarının tavır
ve tutumlarının iktidara bakışı
bundan farklı mı? Söz konusu
Menderes, Özal, Erbakan ve
Erdoğan olunca bu zihniyet
ortaya çıkıyor ve darbeleri savunmaya başlıyorlar. Toplumda nasıl bir karşılıkları olduklarına bakmadan üstenci bir
yaklaşımla hep bir ders verme
ve hizaya getirme kıvamında
konuşuyorlar. Darbe karşıtlıkları sağcı siyasetçiler iktidara
geldikten sonra darbeciliğe
evriliyor. Ülkemizde demokratik standartları yükselten tüm
sağcı siyasetçiler bunlar için
diktatördür. Milleti on yılda
bir terbiye eden, emekçilerin
haklarında geriye gidişe neden
olan darbeci zihniyete sahip
siyasetçiler ise bunlara göre
demokrat ve çağdaşdır. Ancak artık mızrak çuvala sığmıyor, maskeler düşüyor. Tarih
söylenen her sözü verilen her
beyanatı kaydediyor. Nitekim
gezi eylemlerinde bu sendikal
zihniyet tutumları ve söylemleriyle yeniden karşımıza çıktı.
Ülkemizde kimi sendikaların
darbe taraftarlığının uluslararası sendikalar tarafından da
desteklenmiş olması, operasyonun uluslararası boyutuna
işaret etmektedir.
XYZ gençliğinin
isyan hareketi, talep
yönetimi diye topluma
sunulan gençler hakkında
ne düşünüyorsunuz?
Eylemlerdeki gençlerin
sendikalarla bir bağı var mı?
Yeni Gençlik Dedikleri
Aslında Daha Önce de
Vardı
Eylemlerde yer alan tüm gençlerin siyasal hiçbir faaliyete
katılmadıklarını
söylemek
bilinçli bir saptırma. Elbette
eylemde yer alan ancak azınlık olduğunu düşündüğüm
hiçbir siyasi faaliyete katılmamış gençler vardır. Ancak
ülkemizde 2010’da üniversite
öğrencilerinin yoğun eylemlerine tanık olmuştuk. O dönemde protesto gösterilerinde
bulunan sol öğrenci gruplarını
bu eylemlerde de gördük. Sol
öğrenci gruplarının o dönemde kullandıkları şiddet dilini
Gezi Parkı eylemlerinde de
görüyoruz. Grupların bildirileri, yayınları ve internet siteleri kin,nefret ve hakaretler
içeriyor. 2010’da bu gençlik
gruplarının jargonlarına hakim olan baskıcı, dayatmacı
ve otoriter dil, yumurta atma,
insanları konuşturmama ve
sopalarla şiddet uygulama biçiminde davranışlarına yansıyan şiddet, Gezi parkı eylemlerinde farklı biçimde karşımıza çıkıyor. Özgürlükçü bu
gençler “başörtülüleri üniversitelerde istemiyoruz” diyorlar.
Farklı grupların ortak tek ortak noktası AK Parti karşıtlığı.
Dolayısıyla bugün bize siyasetten uzak bir nesil diye sunulanların, ezici çoğunluğunun
üniversitelerde yıllardır karşıtlıklar üzerinden siyaset yaptıklarını biliyoruz. Hatta 2010’da
kullandıkları sloganlar ile
bugün kullandıkları sloganlar neredeyse aynı: “AKP’ye
meydan okumaya 6 Kasım’da
Ankara’ya”, “Üniversiteler bizimdir, AKP Defol”, “AKP’yi
Yeneceğiz”, “AKP Yıkılacak”.
Eylemlerdeki gençlerin
sendikalarla bir bağı var mı?
2010’daki öğrenci eylemleriyle Gezi Parkı eylemlerinin
bir başka ortak noktası ise
öğrencilerin sendikalarla ilişkileri. Öğrenci grupları faydalı
linkler olarak KESK, EğitimSen, Halkevleri, İşçi Partisi
ve DİSK gibi örgütleri gösteriyor. 2010’da Dolmabahçe’de
rektörlerle görüşmeyi protesto eden öğrenciler arasında
Genç-Sen flamaları vardı,
Gezi parkı eylemleri organize edenler arasında yine aynı
gruba rastlıyoruz. Genç-Sen
öğrencilere DİSK tarafından
kurdurulmuş ve DİSK ile aynı
çatı altında faaliyet gösteriyorlar. Gezi eylemleri halka
sürekli kendiliğinden oluşan
sivil bir hareket ve yeni gençliğin tepkisi olarak ambalajlandı. Ancak gençlik örgütlenmeleri de dahil olmak üzere
kurumsal ve kamusal destekli
eylem olduğu bilerek gözden
kaçırılmaya çalışıldı. Zira Taksim Platformu adına Başbakan
vekili Bülent Arınç’la görüşenler içinde DİSK, KESK.
TTB, TMMOB’un olması
eylemlerin kendiliğinden oluşan bir hareket olmadığının
en önemli delilidir. Ayrıca bu
kurumların son yıllarda üniversite gençleri üzerinde çalışmalar yaptığı ise bilenen bir
gerçektir. Kurumsal bağları
olan gençler öne sürülmüştür. Gençlik hareketi olarak
sunulan eylemler görüşme sırasında ortaya çıkan aktörler
nedeniyle deşifre olmuştur.
79
Bu bakımdan eylemlere katılanların tamamını siyasete hiç
bulaşmamış yeni nesil gençlik
olarak sunmak tam bir psikolojik harp taktiğidir.
Ayrıca gezi gençlerinin özgürlük düşkünü olduğu sıkça söyleniyor. Mesele gezi eylemleri,
okullara alınmayan, çalışma
hayatında yer bulamayan ve
toplumsal dışlanmaya maruz
kalan başörtülüler öncülüğünde başlamış olsaydı. Sonra
bu eylem toplumsal destekle
kamu mallarına ve araçlarına
zarar veren bir eyleme dönüşseydi, bugün gezideki gençlere
güzellemeler yapanlar acaba
ne derdi? Böyle bir tablo ortaya çıksaydı bugün o gençleri ve eylemcileri yere göğe
sığdıramayanlar, “dinci bir
kalkışma” yapılıyor diyerek
ortalığı ayağa kaldırırdı.
Yaşam tarzları tehdit
altında olan bir kesim var.
27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat
ve 27 Nisan deneyimlerinde
yaşam tarzlarına dönük
saldırılar var. Bu antidemokratik süreçlerde
gezici sendikaların tavırları
nasıldı?
Başörtülü Çalışanlara
Ayrımcılığı Savunan
“Hayat Tarzı”
Sendikacıları
Bugün yaşam tarzlarının tehdit altında olduğunu söyleyen
KESK, birkaç ay önce MemurSen’in başlattığı kamuda
başörtülü çalışma yasağının
kaldırılmasına yönelik imza
80
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
kampanyası için 28 Şubat’ın
ruhunun yeniden geri döndüğünü çağrıştıran bir basın
açıklaması yaptı. 28 Şubat’ı
desteklemediklerini söyleyen
KESK, bu açıklamasıyla neredeyse 28 Şubat’a rahmet okutacak ifadeler kullandı.
hit olmadık. Başörtülü olduğu
için işyerlerine alınmayan kadınların psikolojisini anlamak
için çaba göstermeyenlerin,
kadınlara karşı ayrımcılığın
sürmesini savunanların sosyoloji ve psikolojiye atıf yapmaları samimiyet değil.
Onlara göre başörtülü çalışma
talebi “Gericiliğin meşrulaştırılması” imiş. Basın açıklamasında 28 Şubat’ın karargahlarından çıkmış intibaı
veren şu ifadeler var: “KESK,
kamu hizmeti veren emekçilerin herhangi bir dinsel simge
(türban, sarık, takke, haç vb)
kullanarak kamu kurumlarında çalışmasına karşı durmaya
devam edecektir” dedikten
sonra “eşitlikçi ve özgürlükçü
bir zeminde gerçek bir laikliği
savunmak, aynı zamanda toplumda gelişen muhafazakârlık
ve gericiliğe karşı mücadelenin ilerici adımları olacaktır” diye fetva vermektedir.
Aynı zihniyet üniversitelerde
okuyan öğrencilere başörtüsü özgürlüğü getiren yasa çalışmasını da meclis önünde
protesto etmişti. Özgürlükçü
olduklarını ve hayat tarzlarına müdahale edilmesine karşı durduklarını iddia eden bu
yapıların, başkalarının hayat
tarzına karşı müdahale etme
hakkını kendilerinde görmeleri anlaşılır gibi değil. DİSK
genel sekreterinin gezi eylemlerini “sosyolojik olay” nitelerken, ayrımcılığa tabi tutulan
başörtülü çalışan kadınları
sosyoloji bilimi açısından anlamaya çalışma gayretlerine şa-
Eylemlere destek veren
sendikaların sermayeyle
ilişkileri nasıl?
Anlattıklarınızdan gezi
olaylarının profesyonelce
hazırlanmış ve sahneye
konmuş, uluslar arası
ayaklarının da olduğu
anlaşılıyor. Doğru mu?
Sermayeyle El Ele Veren
Sınıf Sendikacıları
Gezi Parkı Olayları
1 Mayıs’ta Planlanmıştı
Gezi parkı eylemlerinde kendilerini emekçi olarak tanımlayan DİSK ve KESK, emperyalizmin ve kapitalizmin
değirmenine su taşıdıklarının
farkında değiller mi? Yıkmaya çalıştıkları Ak Parti ve
Başbakan’a en fazla saldıran sınıfın sermaye olduğunun hala
farkında değiller mi? Olayların başından beri, Ak Parti ve
Başbakanı yıpratmak için operasyonel haberlere imza atan
“The Economist” ile hangi sınıf birliğinde buluşuyorlar? Bu
derginin son sayısında Türkiye ekonomisinin yapısal zayıf
yönlerinin aşırı düzenlenmiş
işgücü piyasaları ve asgari ücret demesine karşı tek açıklama yapamadılar. Asgari ücreti
fazla gören Çalışma Bakanına
demediğini bırakmayan bu
kurumlar, eylem birliği yaptığı emperyalizmin savunucusu
The Economist’e karşı bir çift
laf edememiştir. Esnek çalışma getiriyor diye Hükümete
demediğini bırakmayan bu
sendikalar, derginin esnek çalışma getirilsin önerisini nasıl
Marjinal sol örgütlerin 1 Mayıs
2013 çağrılarında kullandıkları dil “savaş dili”ydi. Bildirilere yansıyan bazı cümleler:
“AKP’ye karşı üniversiteliler
isyanda, 1 Mayıs’ta alanlarda”,
“AKP’YE gününü göstereceğiz”, “Komünistler, sendika
militanlarının yetişmesi için
var güçleriyle işçi yataklarında, fabrika ve işliklerde uzun
erimli bir savaşımın içinde,
görevlerinin başındadır”, “Liseliler Alanlarda Savaşmaya
Hazır”. Bu dil 1 Mayıs’ta yaşanan görüntülerin nedenini de
ortaya koymaktadır. Marjinal
sol örgütlerin amacı emekçilerin haklarını dile getirmek ve
sorunlarına çözüm bulmak değil, emekçileri ideolojik amaçlarına alet etmektir. Ölen
tersane işçileri, madenlerde
can verenler, hala cenazesine
ulaşılamayan enerji işçileri,
kamu çalışanlarının sorunları,
sefalet ücretiyle çalışmak zorunda kalan işçiler bunların
bildirilerinde de gündeminde
de yoktur.
içine sindirebiliyorlar? Yoksa
Ak Parti düşmanlığı ve gecikmiş devrimcilik duygularını
tatmin etme her türlü işbirliğini gerektiriyor mu?
Bu yıl Taksim inadının bir nedeni de uluslararası sendikal
alanda Ak Parti’yi zor durumda bırakmaktı. Zira son yıllarda DİSK ve KESK yöneticileri
sürekli olarak terör örgütü
iddiasıyla tutuklanan sendikacıların, sendikal faaliyetler
nedeniyle tutuklandıklarını
ve Ak Parti’nin tüm muhalif
kesimlerin sesini kesmek için
sendikalara operasyon yaptıklarını söylüyorlardı. Bu yıl
ITUC Genel Sekreterini bu
iddialarını destekleyecek olaylara şahit olması için davet ettiler. 1 Mayıs için ülkemize gelen genel sekreterin biber gazı
yemesi ya da çıkan bir arbede
sonucu gözaltına alınacak olması tam da “dikta ve faşizm”
iddialarını güçlendirecek bir
sonuç getirecekti. Bu plan
hayata geçirilemedi. Ancak
bu konfederasyonlar amaçlarına ulaştılar. Uluslararası
Sendikalar Konfederasyonu
(ITUC) Genel Sekreteri Sharan Burrow, 1 Mayıs sonrası
ülkemizden ayrılırken onların
istediği açıklamaları yaparak
şunları söylemişti: “Taksim
Meydanı’nın kapatılması “demokrasinin hakiki olmadığı”nı
göstermiştir”, “Türk hükümeti
dünyanın gözünde ayıplandı”,
“demokrasi tehdit altındadır”,
“2015’te G20 liderliğini devralması beklenen bir ülkeden
böyle bir davranış beklenemez” demiştir. İşçilerin dışında alanları dolduran marjinal
sol örgütlerin savaş bildirilerini incelemeyen, sapanlarla,
taşlarla, molotoflarla ve demir
bilyelerle sivil halka ve polise saldıranları görmeyen bu
hanımefendi Türkiye’nin gelişmesinden rahatsız olan emperyalist ülkelerin sözcüsü gibi
konuşuyor. Bu genel sekreter
Türkiye’nin G20 Liderliğini
yapmasından neden rahatsızlık duyar? Aynı kadın Gezi
Parkı eylemleri nedeniyle kendilerine gönderilen mektuplardan sonra 20-21 Haziran’ı,
Başbakanı ve Hükümeti protesto etme günü olarak ilan
etti.
Kamuoyuna yansıyan
açıklamalarınız ve bazı
makalelerinizde uluslar arası
sendikal alanda Türkiye’ye
81
ve Ak Partiye karşı bir
kampanya yürütüldüğünü
söylüyorsunuz. Gezi
eylemlerine uluslar arası
sendikal destekler nasıl
geldi? Bu örgütler hangi
bilgileri esas alıyor?
DİSK ve KESK’in Yalanlarla
Dolu Şikayet Mektupları
DİSK ve KESK yurtdışına ülkemizi sürekli kötü göstermeye bu süreçte de devam ettiler.
Yalan bilgilerle ve iftiralarla
ülkemizi üçüncü dünya ülkesi
gibi gösteren resimler kullandılar. Ülkemize yönelik operasyonun bir parçası olan uluslararası sendikal örgütler gelen
bilgileri hiç araştırmadan anında tüm dünya sendikalarını iki
gün boyunca (20-21 Haziran)
eyleme davet etti. Ama çok
çabalamalarına rağmen Başbakana karşı eylem kararını
takan olmadı. Ancak ülkemizin imaj kaybına uğraması
hedeflerine maalesef ulaştılar.
Ergenekon ve KCK soruşturmalarından sonra, bu sendikalar yurt dışında sürekli olarak
Başbakanı diktatör, Hükümeti
82
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
otoriter ve emek düşmanı olarak kayıtlara geçirdiler. Faşist
baskılar, diktatör, dikta rejimi,
muhalifler tutuklanıyor sözü
birkaç yıldır zaten söyleniyordu. Bu ifadelerin bugün kullanılması operasyonun bugün
değil yıllar önce başladığını
göstermektedir. Son iki yıldır
uluslararası sendikalara ülkemiz demokratik durumunu ve
Hükümeti olumsuz gösteren
onlarca rapor gönderildi ve
bizzat yurt dışında sendikalar
ziyaret edilerek kara bir kampanya yürütüldü.
Gezi eylemlerine uluslar
arası sendikal destekler nasıl
geldi? Bu örgütlere kimler
nasıl bilgiler gönderdi?
KESK’in
3
Haziran’da
EPSU’ya gönderdiği mektuptaki ifadeler yalan ve iftira
dolu. Bu mektuptan bazı ifadeler şöyle: “Gezi Parkı’ndaki
yıkıma karşı çıkmaya başlayan
barışçıl protestoculara karşı
devlet terörü başlatılmıştır.
Devletin bu barışçıl Gezi protestocularına verdiği terörist
cevap insanların hayat güvenliklerini ciddi biçimde tehdit
ederek devam etmektedir.”
İsrail’e devlet terörü uyguluyorsun diyen Başbakana sanki
İsrail adına cevap veriliyor. Bir
başka paragrafta bu kadar da
olmaz denecek şu ifadeler yer
alıyor: “Polis saldırıları sonucu yüzlerce sivil zarar görmüş,
çoğu ciddi şekilde yaralanmıştır. Binlerce insan gözaltına
alınmıştır. Şehirlerdeki bütün
ana bölgeler polis kuşatması
altına alınmış ve gece düzen-
lenen polis baskını şeklinde
avlanmalar
başlatılmıştır.
Bu polis baskınlarının hedefi
bütün devlet karşıtı olanlardır.” Yukarıdaki ifadelerin 3
Haziran’da yazıldığını düşündüğümüzde, polis avını, şehir
kuşatmasını, binlerce insanın
gözaltına alınmasını bu sendikaların öngörüleri mi yoksa
operasyonun bir parçası mı
oldukları olarak anlamalıyız.
Mektubu “demokrasinin ve
emeğin bütün güçlerini dayanışma içinde olmaya ve mütecaviz ve diktatör devlete karşı
mücadeleye davet ediyoruz”
diye bitiriyorlar. PKK’nın devletimiz için kullandığı diktatör
ifadesini kullanmaları dikkat
çekici. DİSK ise gönderdiği
mektupta benzer ifadelerin
yanı sıra Başbakanın topçu kışlasını yapma amacının
Cumhuriyetin
sembollerini
yıkıp yerine Osmanlı ve İslam
sembollerini koymak olduğu
yalanını yazdı. Aynı mektupta
Başbakan Erdoğan’ın otokratik yönetimine karşı eylem
yaptıklarını, Polisin sert Müdahalesi nedeniyle 5 kişinin
öldüğünü ve yaklaşık 7.500
kişinin yaralandığını söylediler. Mahcup olma duygusu
insandan alınınca her türlü
tahribatı ve yalanı söylemeye
müsait olur. Barışçıl olduğu
söylenen eylemlerde yapılan
barbarlığı ve vandallığı nereye
koyacağız. Başbakan’a barışçıl
eylemcilerin tempo tutarak
ettiği küfürleri nereye koyacağız. Eylemlerde 45 ambulans,
90 belediye otobüsü, 214 özel
araç ve 240 polis aracının tah-
rip edilmesi, 58 kamu binası
ve 337 işyeri zarar görmesi,
600 polisin yaralanması ise
gözlerden kaçırılıyor.
Uluslararası sendikalar
ile bizde ki gezici sendikalar
Mısır olayına nasıl tepki verdiler?
Mısır’da yaşanan darbe, gezi
eylemlerinin uluslar arası bir
darbe operasyonu olduğunu
gösteren iki delili var. Birincisi
gezi eylemlerinde özgürlükçü
olan sendikalarımız, Mısır’da
yaşanan darbeyi desteleyen
açıklamalar yaparak “Mursi’ye
Mısır’ın “yeni firavun”u dediler. Bence utanç verici bir
açıklamaydı. İkincisi ise bize
demokrasi ayarı vermeye çalışan uluslararası sendikalar
Mısır Darbesine destek vererek, Mursi’yi suçlu gösterdiler.
Uluslar arası sendikal örgütler
ile bizde gezici sendikaların
Ak Partiye ve Başbakana olan
kinlerinin Mısır’daki hedefinin Mursi olması ve askeri
darbeyi savunacak duruma
düşmeleri bana hiç de tesadüf
görünmüyor. Dünyada yükselen İslamofobyanın sendikacılıkta da bir karşılığı olduğunu
maalesef görüyoruz.
Eylemler bu kadar
uluslararası aktörün içinde
olmasına rağmen neden
tutmadı? Türkiye’nin eski
Türkiye olmamasının nasıl
bir etkisi olmuştur?
Sonuç
Gezi parkı eylemlerinden devrim bekleyenler ütopyalarını
başka bahara saklamalılar.
Zira eyleme katılanların tüketim kalıpları, sosyal durumları
ve yaşayış biçimlerine bakıldığında burjuva olduklarını söyleyebiliriz. Daha sonra bunlara
sol fraksiyonların neredeyse
tamamı katıldı. Şiddeti mücadele yöntemi olarak benimseyen gruplar iktidarı gayri meşru yollarla ele geçirme vehmine kapıldılar. Bunların tek
ortak özelliği Başbakana düşman olmalarıdır. Burjuvalarla
proleterya devrimi bekleyenler yanıldıklarını anlayacaklar.
Ancak eylemlerin tansiyonu
düşse de devam ettirilecektir.
Gezi Parkı eylemleri başka eylemlerin provasıydı. Buradan
aldıkları motivasyonla başka
taktiklerle Cumhurbaşkanlığı seçimi ve sonrasına kadar
provakasyonlar
sürecektir.
Yeni dönem darbeleri, sivil
toplum eliyle hazırlanıyor ve
meşrulaştırılıyor. Ülkemizde
28 Şubat’ta silahlı kuvvetler
üzerine düşeni yaptı artık iş
silahsız kuvvetlerdedir denilerek, sivil toplum örgütleri eliyle bir darbe yapılmıştı.
Gezi eylemlerinde darbelere
daha önce de destek veren
sendika ve meslek odalarını
görüyoruz. Önümüzdeki günlerde özellikle darbe tecrübesi
olan bazı sendikaların ve meslek odalarının ülke çapında
yeni eylemler planlama ihtimallerini gözden kaçırmamak
gerekir. 28 Şubat’ta Türk-İş,
DİSK, TESK, TİSK ve TOBB
beraberce anti-demokratik sürecin zeminini hazırlamış ve
yapılan darbeyi meşrulaştırma
çalışmaları yürütmüşlerdi. O
dönemin örgütlerinden sadece DİSK kalmış ve yanına
KESK, TTB ve TMMOB’u
alarak gezi eylemlerine destek
vermektedir. Önümüzdeki süreçte ülkemizin temsil açısından önemli kuruluşlarından
sayılan Türk-İş, TESK, TİSK
ve TOBB’un desteğini almaya
çalışacaklardır. Ancak bu kurumların mevcut yönetimlerinin sağduyulu olması ve oyunun farkında olmaları ülkemiz
açısından umut vericidir. Gezi
sürecinde demokrat sivil toplum kuruluşları daha fazla inisiyatif almalı ve Geziyi doğru
bilgilerle ülke içinde ve uluslararası alanda ilişkide olduğu
tüm kesimlerle paylaşmalıdır.
Geziye destek veren sendikaların önümüzdeki günlerde
daha fazla eylemlilik içine girecekleri tahmin edilmektedir.
Darbe yanlısı örgütlerin yaz
boyunca gençlik çalışmaları
yaptıkları ve eylül ayıyla birlikte gençleri yeniden alana sürmeleri mümkündür. Uluslararası alanda önemli çalışmalar
yapılmalıdır. Bu süreçte ülkemiz aleyhine yürütülen kara
kampanya uluslararası sendikal alanda maalesef imajımıza
zarar verdi. Uluslararası sendikaların doğru bilgilendirilmesi
için hazırlanan raporlar muhataplarına ulaştırılmalıdır.
Ayrıca vandalların şiddet görüntüleriyle ilgili görsel materyaller hazırlanmalı, yurt içinde
ve dışında seri konferanslarla
oynanan oyun bütün boyutlarıyla deşifre edilmelidir. Tüm
bunlar vakit kaybetmeden yapılmalıdır.
83
RÖPORTAJ
Doç. Dr. ERDİNÇ YAZICI:
YENİ SÜRECİ SAĞLIKLI BİR BİÇİMDE
YÖNETEREK TÜRKİYE’Yİ ÖNÜMÜZDEKİ
ON YILIN İSTİKRAR HALKASINA
BAĞLAMAK VE VARMAK İSTEDİĞİMİZ
YERE EMİN ADIMLARLA YÜRÜMEK
GEREKİYOR
Röportaj: M. Fatih SEZGİN
Gezi Eylemlerini
yeni bir muhalefet
biçiminin yükselişi olarak
değerlendirebilir misiniz?
Bu eylemlerin Uluslararası
boyutu nedir?
Gezi Parkı eylemlerini evet
gereğinden fazla abartmamak
gerekiyor ancak sonuçları
itibariyle yeni bir dönemin
başlangıcını oluşturduğu zamanla daha iyi anlaşılacaktır.
Tarihin bu kırılma ve yeni
bir sürece evrimle anını süreç
üzerinde sorumluluk üstlenmiş çevrelerin iyi anlaması
gerekiyor. Aksi halde gerçekten ipin kopma ihtimali var ve
bu kopuş çok farklı sonuçlar
doğurabilir. İpin koparılmasına da hiç gerek yok ayrıca.
Çünkü bugün Türkiye, gerek
iç politikada gerekse dış politikada çok büyük mesafe alınmış durumunda. Çok parlak
bir geleceğe yürünebilme fırsatı ve kapasitesi var. Türkiye
bu krizi çözerek daha parlak
bir geleceğe daha büyük bir
Türkiye’ye ulaşabilme fırsatına donanımına sahiptir. Bu
bakımdan meseleye romantik
duygusal bir pencereden anti
reflekslerle bakmak yerine
meseleye genel karakteri itibariyle anlayarak ciddi bir kriz
süreç yönetimiyle bu süreci atlatmak ve Türkiye’yi önümüzdeki on yıllık istikrar halkasına
bağlayarak varmak istediğimiz
yere varmak gerekiyor. Bunun
içinde bu tabloyu bütün hücrelerine kadar okuyup çalışıp
anlayarak bu işe başlamak gerekiyor.
Gezi parkı olaylarına alışılmışın dışında, farklı bir açıdan
bakacak olursak şöyle bir değerlendirme yapmak mümkündür. Toplumsal eylemler
mahiyeti itibariyle bazen organik bazen sentetik bazen her
ikisi de iç içe yapılar olarak
karşımıza çıkabiliyor. Hele bugünün dünyasında sosyal medyanın twitter’ın, facebook’un
bu kadar etkili olduğu insanların algı haritasının oluşmasında bu kadar etkili olduğu bir
dünyada gayet tabiî ki provokatif, operasyonel araçlar çok
daha etkililer bu süreçler üzerinde. Bu konuda fazla konuşulabilecek bir şey yok. Fakat
bu tabloya bakıldığı zaman bu
organik ve sentetik karakterli
toplumsal hareketler bağlamında mesela ele alındığı zaman gezi olayları, her iki boyutu da içinde taşıyan çok bağlamlı, çok dinamikli, çok unsurlu bir olgu olarak karşımıza
çıkıyor. Gezi olayları denildiği
zaman ve bütün bu boyutlarıyla aslında meseleyi ele almak
gerekiyor meselenin anlaşılabilmesi açısından. Bir defa
Türkiye’nin politik tarihinin
bence bu yakın geçmişi açısından en kritik noktalardan
birisini 12 Eylül 2010 oluşturuyor. Yani Türkiye’deki
vesayet düzeninin bitmesi ve
bu toplumsal çevreden politik
merkeze doğru kitlelerin akışının intikalini tamamladığı dönem. Bu aynı zamanda daha
önce bahsedildiği gibi bunların ideolojik yapılarının bir
kısmı yapısal kronik, bir kısmı
konjektürel ideolojik yapılar.
Ebedi bir muhalefet ideolojisi
olarak kurgulanmış İslamcılığın muhafazakâr gelenekçi
vesaire bir üslup üzerinden yeniden bir iktidar projesi olarak
modifiye edilmesinin Türkiye
tarihi açısından önemli bir
hadise olduğunu, bunun 10
yılı aşan tecrübesinin de bugünkü şartlarda ciddi olarak
yeniden okunması gerekiyor.
Bu aynı zamanda Mısır tecrübesinin de sağlıklı bir geleceğe ulaşabilmesi açısından son
derece önemli. Yani burada
aslında farklı algı haritaları,
bağlamları açısından meselenin ele alınarak yeniden
değerlendirilmesinde
fayda
görülüyor. Burada tecrübeyi
yeni okumalarla güçlendirerek yola devam etmek gerekli
görünüyor.
Bence iktidara
dönük anti-demokrasi eleştirileri karşı tarafın stratejik bir
aracını oluşturuyor. Öyle ki
iktidarın blokunda mükemmel bir demokrasi algısı gelişmiş olsa da bu konu istismar
edilecektir. Fakat özellikle bu
bağlamda iktidar bloku içinde
işin tanzim edilmesi, karşıdaki
bu araçların kullanılmasındaki
etkinliğin azaltılabilmesi hatta sınırlanabilmesi açısından
büyük bir gereklilik bugünkü tablo içerisinde. Yani bize
oy vermeyenlerin hatta bize
düşman olanların demokratik
toplumsal politik bir kültür
içinde bir barış iklimi içinde
bir arada yaşamamızı mümkün
kılacak bir yaklaşımı derinleştirmek, bu bağlamda ikna me-
85
kanizmalarını güçlendirmek
gerekiyor. Bu konu çok önemlidir. Sorun bugüne kadar,
her ne kadar belli esnemelerle
başarıyla taşınabilmiş olsa bile
bunu yarına taşıyabilmenin
önünde büyük güçlükler var.
Bugün gezi parkına katılanların sosyolojisini biliyoruz,
bu konu çok tartışıldı konuşuldu. Burada asıl dinamiği
bu sosyal medya gençliğinin,
twitter gençliğinin oluşturduğunu, orada yakıcı bir enerjinin, öfkenin ortaya çıktığını
görüyoruz ve bu öfkeyi anlamak durumundayız. Bu öfkeyi
anlamak yerine, onların yüzde 3’ünü 5’ini oluşturan sol
ideolojik grupların şiddetine
odaklanmak, vandallık fotoğraflarını krizin merkezine koyarak güvenlik ve komplo temelli- ki bu dorudur- bir bakış
açısını derinleştirmek bizi ana
dinamiğin sağlıklı algılanabilmesinden uzaklaştırır. Evet,
politik savunma yapılmaya
devam edilmelidir ancak bu
durum bizi meselenin gerçek
boyutlarıyla hesaplaşmaktan
uzaklaştırmamalıdır.
Niye kaçıyoruz?
Çünkü kendine karşı sivil
alandan bir muhalefet dili ve
tarzına pek alışkın olmayan bir
iktidar yapısı, birazda pek öngörülemeyen bir gelişmeye hazırlıksız yakalandı. Ancak kabul edelim ki bu süreç iktidar
açısından da öğretici bir süreç
haline dönüşmüş durumda.
İlk şok atlatıldı şimdi süreç
denetim altına alındı ve ol-
86
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
guyu anlama yönünde önemli
adımlar atılıyor. O bakımdan
ilk günler sorundan kaçış gibi
algılanan durumun oldukça
değiştiği söylenebilir. Şimdi
yapı bir sorunu çözerek kendini sağlıklı bir geleceğe taşıma
açısından bir testten geçiyor.
Hangi yapıyı kastettiniz
orda?
İktidar, Ak parti ve müttefiklerinden tabiî ki. Çünkü ilk
defa ciddi bir krizle kendisini kantara alıyorlar. Burada
eksikliklerden birisi şu oldu:
Türkiye aslında 150-200 yıllık modernleşme tarihi içinde
devşirme, batıcı, modernist,
laik vesaire kavramları ile ifadelendirilen sentetik, bizim
uygarlık ve kültür dünyamıza
ait olmayan bir zümre olarak
bir aydın kuşağı yetiştirdi. Aslında bunlarla hesaplaşarak
son 30 yılda iktidar alanı açıldı. Bunlarla hesaplaşmanın
başladığı son etap 28 Şubat
sürecini hatırlarsak, İslamcı
aydınların bu aydınlar karşısında üstünlük sağlandığı ve
dönemin bütün ezici şeyini
yıkıp attıklarını, bütün entelektüel tartışmalardan büyük
bir başarıyla çıktıklarını biliyoruz. Oysa gezi olayları etrafındaki oluşmuş tartışmalar ve
basın alanındaki tartışmalara
baktığımızda bir felaket yani
bütün bu anlatılan liberal solcu şucu bucu aydınların yahu
kardeşim biz bile oy verdik
ama ne oluyor nereye gidiyor
bu iş diye başlayan ve altını
kendi entellektüel ajandala-
rıyla literatürü ile doldurdukları söylem karşısında iktidar
blok’unun sözcüleri yeterli
olamadılar. Yeterli cevabı veremediler, veremedikçe de o
yüzde 3’lük marjinal alana sıkışarak ‘burada vandallık var,
kimse kabul etmez, burada büyük bir şiddet anaforu var’ dan
öte gidemediler. Tüm bunlar
ise, şimdiye kadar kendisinin
karşı taraf için kullandığı silahları kullanma gibi bir ironik
fotoğrafın içine soktu. Polis
devleti, otoriter devlet fikri,
hiyerarşi, düzen 10-15-20 yıl
içinde var olduğu iklimi itiraz
ettiği iklimi savunan müesses
nizam algısı üzerinden araçlar geliştirmek üzere olan bir
yapı üretti. Bu bir. İkincisi ise
bunun üzerinde duracak olursak, bu aynı zamanda Türkiye
sosyolojisinin yazık ki doğal
bir sonucu. Yani 11 yıllık iktidar ve bu iktidar etrafında
oluşmuş siyasal toplumsal yapı
bu sentetik modernist aydının
yerine yeni bir aydın zümresi
geliştirmekte bunları oluşturacak entelektüel muhit geliştirmekte, kurumsal sistem
geliştirmekte yeterli başarıyı
kazanamadı anlamına geliyor.
Bence, bu gezi parkı olayları
üzerine tartışmalardan Türkiye iktidar bloku bağlamındaki aydın sorununu daha fazla
yüreğinde hissetti. Bu musibet
Ak Parti ve müttefikleri açısından bu bağlamda hiç kuşku
yok ki hayırlı sonuçlar ortaya
çıkaracaktır. çünkü bu entellektüel boşluk ilk defa bu ka-
dar ciddi olarak hissedilir hale
gelmiş, bu durum ise yükün en
önemli bölümünün bu olayda
bizzat başbakan tarafından taşınması zorunluluğunu doğurmuştur. Bu sorun politik dilimizi, vitesimizi yukarı alarak,
daha çok bağırarak daha rijit
bir dil üzerinden söylem geliştirerek aşılabilecek bir mevzu
değilken maalesef entelektüel
katkının yetersizliği tabloyu
buraya kilitlemiştir. Entelektüel boşluğun doğal sonucu
olan Öfkeliyiz, kararlıyız, mücadele edeceğiz sizinle mesajı
bazı pozitif sonuçlar yaratsa
bile nihayetinde siyasi boyutu,
toplumsal boyutu, algı yönetimi boyutu açısından sorunlu
bir yaklaşım olarak görülebilir.
Yani buradan sorun çözemiyo-
ruz. Sorunu daha da yakıcı ve
kalıcı hale getiriyoruz.
Bir diğer taraftan, gezi olayları
henüz daha sürecin başlangıcı
bunu da anlamamız gerekiyor.
Bu süreç yönetilmesi gerekiyor. Burada büyük bir enerji birikmiş durumda. Biz bu
enerjinin havasını alabilmiş
durumda değiliz. Kabul edelim
ki gerçekten alamadık. Çünkü
sonunda 150 yıllık Türkiye’nin
modernleşme tarihinde kabul edelim etmeyelim önemli
bir sosyolojik ayrışma ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Avrupa’ya, Amerika’ya Dünyanın her yerine gittiklerinde
Türklerin doğal ayrışmasını
da görüyorsunuz. Hemen iki
kampa ayrılıyorlar. Camiye giden, Ramazanla alakası olan,
gelenekle dinle alakası olan
taşra çocukları bir yerde, diğer
tarafta ise farklı bir modernist
Kemalist eğitimden gelmiş,
şehirden gelmiş, farklı alanlarda kendilerini geliştir farklı
bir kuşak. Yani Türkiye’nin
yanıldığı noktalardan birisi
de bu. Dolayısıyla Türkiye’de
CHP’nin aldığı oylar üzerinden bile basitçe bakıldığında
bu zümreler Türkiye’nin yüzde
20’sini oluşturuyorlar, yüzde
25’ini oluşturuyorlar. 20-25
bandında bir kitleden bahsediyoruz ve bunlarda toplumun
bir parçası. Bu yapıyı bir algı
ve kriz yönetimi ile ana yapıya
eklemlemek bugün iktidarın
ve siyaset kurumunun önemli
işlerinden birisi olmalıdır. Buradaki eksiklik açıkça hisse-
87
aslında aynı zamanda yönetmesi gereken bir kriz sürecinin
başlangıcı oldu. Türkiye’nin
lehine olursa Tüsiad’ın da
IMKB’nin morali bozuluyor,
niye? Tüsiad denen örgüt
küresel sermayenin Türkiye
distribütörleri derneğidir. Küresel enerji şirketinin Türkiye
distribütörü. Dolayısı ile ister
istemez AB, Türkiye’yi iktisaden ve politik olarak o sisteme
bağımlı götürmesi gereken,
vazifesi çıkarları itibariyle böyle konumlanmış ve geleneksel olarak kuvvetli yapılardan
bahsediyoruz. Burada sorun şu
bağımlık ilişkilerinden çıkıp
imparatorluk coğrafyasından
yeniden dönen büyük ve güçlü
bir Türkiye mi kurmak istiyorsunuz önce bütün bunları bu
dilmekte bu enerji gezinin temel motivasyonlarından birisi
haline gelmiş bulunmaktadır.
Bu bağlamda hiç kuşku yok ki
politik azınlıkların çoğunluk
haline gelebildiği, kendi yaşama tarzlarına sahip olabildiği
liberal özgürlükler açısından
meseleyi niye ele almıyorsunuz
eleştirilerine bir cevap vermek
gerekiyor ve bu cevap yeterli
ve ikna edici olması gerekiyor.
Gezi Parkı eylemlerinin dış
boyutu ile ilgili bir şey söyleyecek olursak, Ak Parti
ve Tayyip Erdoğan’a Batı ve
Küresel sitemde var olan desteğin şimdi kösteğe ve itiraza
dönüştüğü görülüyor. Niçin?.
88
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
Aslında Türkiye uluslar arası
sistemde kendine tanımlanmış konumlanmış modern tarihi içindeki rolü son 10 yılda
tasfiye ederek imparatorluk
bakiyesi coğrafyasına yeniden
dönüyor batıyla bağımlılık batıyla mutlak bağımlılık ilişkilerini mütekabiliyet esasında
bir ilişkiye çevirmeye çalışıyor siyasetten ekonomiye her
alanda bunda da hatırı sayılır
bir başarı kazanmış durumda.
Afrika açılımından tutun IMF
ilişkilerine vesaireye kadar bu
aynı zamanda küresel bölgesel liderlik, bölgesel etkiler
bağlamında da somut ve çok
başarılı sonuçlar ortaya çıkarıyor. Bu bağlamda iktidar blo-
denklemleri bozduğunuzda ortaya çıkacak enerjiyi yönetecek bir mutfağı aklı iradeye organize etmeniz gerekiyor yani
dolayısıyla bugünkü tabloda
ortaya çıkan sonuçlardan hayıflanmamak gerekir bu normal. Türkiye’nin bu milli yerli
güçlü bir iktidar bloğu oluşturması güçlü bir Türkiye’nin
oluşması açısından çok ciddi
adımlar attı. Türkiye bunun
küresel sistemde rahatsızlıklar
yaratması çok tabii. Bu gezi
olaylarının bunlarla bağlantısı
%100 var bunu görüyoruz da
haber kuruluşlarının verdiği
haberde üslupta bunu anlayabiliyoruz. Türkiye Ankara’dan
politika aklıyla bütün bu süreçleri de yönetmek gerekiyor
ve bu çok zor bir süreç. Çün-
kü bağımlık döneminde çok
kolaydı bu 69, 78, 80 yılında
Türkiye’nin dış işleri bakanının kim olduğunun ne önemi
vardı? Batı karargahı’nda bir
şef bunları organize ediyordu
şimdi çünkü önemli. Türkiye
kendine geldikçe kendi enerjisini de etrafındaki yapılarla
ilişkilerini de tanzim etmek
yönetmek gerekiyor. Üzerinde durduğum konu şu sorun
ciddi büyük sorunun organik
iç dinamikleri var yönetilmesi
gereken anlaşılması gereken
dış boyutları gayet tabi var bütün bu boyutlarıyla en sağlam
bir şekilde anlayarak soruna
bir refleks geliştirmek ve bakış açısı geliştirmek bir kriz ve
süreç yönetimi üzerinden bu
süreci yönetmek gerekir.
kunun yürüttüğü başarılı bir
siyaset var ve bunun sonuçları
var. Bu sonuçlar, istikrarlı bir
şekilde geleceğe yürüyebilmesi ve Türkiye’nin güçlü bir
bölgesel rol oynayabilmesi lider olabilmesinin tek yolu en
önemli ön koşullarından birisi
İsrail’e karşı bir yerde durmak
ve onunla mesafeli, onun dışındaki kriz dünyasının lideri
olarak moral alanı toparlayarak bölgesel güç olma yolundan geçiyordu.
Türkiye bunu başararak çok
büyük güç kazandı, ama aynı
zamanda bu küresel sistemle
kendi iç ekonomisiyle bölgesel ilişkiler dikkate alındığında
89
PKK TERÖRÜNÜN
ÇÖZÜMÜ KONUSUNDA
PARADİGMA DEĞİŞİKLİĞİ
Türkiye sivil siyasi iradenin ülke yönetiminde etkin
bir konuma geldiği, vesayetçi yaklaşımların sona
erdiği, demokratikleşmenin hızla ilerlediği bir dönemi
yaşamaktadır. İçeride ve dışarıda “Yeni Türkiye” ya
da “Yeni Ankara” vizyonu olarak tanımlanabilecek bu
değişim süreci, içeride demokratik reformları ve açılımları
adım adım güçlendirirken, dışarıda Türkiye’nin uluslar
arası profilini yükselterek komşu ve bölge ülkeleriyle
ilişkilerde yeni bir güç inisiyatifi oluşturmuştur.
Prof. Dr. Aytekin GELERİ
SDE Savunma ve Güvenlik Programı Koordinatörü
Giriş
iÇ POLiTiKA
O
tuz yıldır devam eden
PKK terörü ülkenin
sosyal barışını bozan,
demokratikleşmesini, ekonomik kalkınmasını, bölgesel
ve küresel güç olma yolunda
atılan kararlı adımlarını yavaşlatan en büyük engel olarak karşımızda durmaktadır.
1980’li yıllardan itibaren farklı
zaman ve zeminlerde hayata
geçirilmeye çalışılan çözüm
girişimleri yoğun bir şekilde
sabote hamlelerine maruz kalmış ve başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Benzer şekilde son dönemlerdeki Habur girişimi ve
Oslo görüşmeleri de sorunun
çözümünü istemeyen iç ve dış
derin yapıların provokasyonlarına maruz kalmıştır. Bütün bu
olaylardan çıkarılan dersler,
2012 yılında PKK terörüyle
etkin silahlı mücadele ile elde
edilen başarılı sonuçlar, demokratik, ekonomik, sosyal,
siyasal, uluslar arası boyutta
izlenen kararlı politikalar ile
PKK terörünün sonlandırılması konusunda yeni ve farklı
bir barış inisiyatifinin önü açılmış bulunmaktadır.
Ulus Devlet İnşa Süreci ve
Otoriter Devlet Modeli
Bölgesel ve küresel güç dengelerinin değiştiği bir dönemde
Türkiye’nin de iç ve dış politikalarında çok önemli paradigma değişiklikleri yaşanmaktadır. Türkiye sivil siyasi iradenin ülke yönetiminde etkin
bir konuma geldiği, vesayetçi
yaklaşımların sona erdiği, demokratikleşmenin hızla ilerlediği bir dönemi yaşamaktadır. İçeride ve dışarıda “Yeni
Türkiye” ya da “Yeni Ankara”
vizyonu olarak tanımlanabilecek bu değişim süreci, içeride
demokratik reformları ve açılımları adım adım güçlendirirken, dışarıda Türkiye’nin
uluslar arası profilini yükselterek komşu ve bölge ülkeleriyle ilişkilerde yeni bir
güç inisiyatifi oluşturmuştur.
Gelinen noktada toplumsal
dinamikler ve uluslar arası koşullar Türkiye’nin demokratik
değişimini ve PKK terörünün
çözümünü daha da elzem hale
getirmiş bulunmaktadır.
Türkiye’de Cumhuriyetle birlikte Türk etnisitesi üzerinden
bir Ulus Devlet oluşturulmaya
çalışıldı. Bu bağlamda diğer
uluslar yok sayıldı: Kürtler,
dindarlar, milliyetçiler, sosyalistler ve diğerleri zaman
içerisinde farklı şekillerde zulüm gördüler, tasfiye edildiler.
Devlet her zaman otoriter ve
baskıcı oldu, vatandaşından
uzak durdu. Ulus devlet inşa
edildikten sonra Türkiye
Türkleştirilmek istendi. Bu
Türkleştirme politikası şiddetle ve eğitim marifetiyle uygulamaya konuldu. Asimilasyonu başaramayan devlet zaman
zaman sertleşti, çok radikal
kararlar aldı ve uyguladı; demokrasiyi askıya aldı, zulümler
yaptı ama yine de tam olarak
başarılı olamadı. Devlet Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki
isyanları zorla bastırdı. Bu proje toplumun diğer kesimleri
bakımından kısmen başarılı
olsa da Kürtler bakımından
başarılı olmadı. 60’lı ve 70’li
91
mıyordu. Kürt milliyetçiliği
yapan sosyalistler, demokratlar ve liberaller şiddeti öngörmüyor, tasvip etmiyorlardı.
Şimdi de Kürt vatandaşların,
Kürt aydınların, sivil toplum
örgütlerinin büyük bir çoğunluğu ve bazı Kürt siyasi partileri (Hak-Par gibi) asla şiddeti
bir hak arama, hak elde etme
aracı olarak kabul etmiyorlar.
Türkiye’de Yaşanan
Paradigma Değişiklikleri
yıllarda Kürt örgütleri barışçı bir şekilde ortaya çıkarken
PKK ile bu durum değişti.
Demirel’in “Kürt realitesini tanıyoruz” ve Çiller’in de
“Bask modelini tartışabiliriz”
dediği dönemler ne gariptir ki
şiddetin ve yargısız infazların
en yoğun olduğu dönemlerdir.
1970’li yıllarda Kürt siyasi elitleri siyasete dâhil edilemedi.
Kürtlerde Ulus devletin kurduğu hiyerarşinin dışında kendini ifade etme arayışları oldu.
PKK da bir ölçüde Kürtlerde
var olan farklı arayışları kendine malzeme olarak kullandı,
bu beklentilerin bir karşılığı
olmaya çalıştı. Bu nedenle
konu sadece PKK’nın silahsızlandırılması odaklı değil bunun da ötesinde PKK’nın istismar ettiği alanların demokrasi
içinde doldurulması, böylece
toplumsal yapının sağlam bir
çerçeveye oturtulması büyük
önem taşımaktadır.
Türk Ulus devleti Kürtlere
ilişkin paradigmasını bugüne
kadar inkâr, asimilasyon ve
şiddet temelinde sürdürebildi.
Bu bağlamda Kürtlerin talepleri şiddetle bastırılabilecek
şeyler olarak görüldü ve ona
göre hareket edildi. Aslında
Kürt toplumunun talepleri
PKK’nın ortaya çıkışına kadar
olan süreçte şiddet barındır-
Türkiye’de son 10 yıldır önemli bir demokratikleşme süreci
yaşanmaktadır. Paradigma değişikliği konusunda halk hep
devletin önünde olmuştur. Mevcut PKK sorununun çözümü
konusunda da bu yüzden halkta çok ciddi bir değişim talebi
ve barış girişimine destek bulunmaktadır. Süreci sağlıklı
kılan da zaten meydana gelen bu kapsamlı rüzgârdır.
92
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
Türkiye’de demokratik bir
paradigma oluşmaya başlamıştır. Bürokratik vesayet statükosunun tasfiyesi, askeri ve
yargısal vesayetin kırılması,
halka dayanan sivil siyasetin
güçlenmesi, Kürt sorunu ekseninde inkar ve asimilasyon
politikalarının sona erdirilmesi, Ergenekon, Balyoz ve darbe
davaları sürecinin yaşanması,
“beyaz devrim” olarak nitelendirilebilecek demokratikleşme
reformları devletteki paradigma değişiminin önemli işaretleridir.
rın kendilerini devletin eşit
vatandaşı olarak görmemeleri
bu paradigmanın sonucudur.
Bu durum insanların farklılığını inkâr eden bir proje olarak
yıllarca Türkiye’de hâkimiyet
alanı bulmuştur. Bu proje artık
yürütülemez bir hale gelmiştir.
Türkiye’ye biçilen elbise artık
bu ülkeye ve millete çok dar
gelmektedir. Bugün uzlaşmacı
bir yaklaşım kendisini iyiden
iyiye hissettirmektedir.
Paradigma değişikliği konusunda halk hep devletin önünde olmuştur. Mevcut PKK sorununun çözümü konusunda
da bu yüzden halkta çok ciddi
bir değişim talebi ve barış girişimine destek bulunmaktadır.
Süreci sağlıklı kılan da zaten
meydana gelen bu kapsamlı
rüzgârdır. Halkın desteğinin
Kürtler ve Türkler tarafında
yüksek seviyede olması hatta
çoğu konuda Kürtlerin bu çabalara daha fazla destek vermesi çözüm adına kullanılması
gereken değerli bir kredidir.
Bugün çok önemli adımlar
atılıyor. Muhalefetin ve kamuoyunun bir kısmında bu
paradigmanın halen böyle devam etmesini dileyen bir görüş
mevcut olmakla birlikte bugün
iktidar partisi başta olmak üzere toplumun büyük çoğunluğu
bu türden yaklaşımları ırkçılık
olarak görmekte ve paradigma
değişikliğini benimsemektedir.
Bir ulus devlet paradigması
içinde 1920’lerden itibaren
sürece baktığımızda bu paradigmanın AB üyelik süreci ve
AK Parti ile birlikte değiştiğini
görmekteyiz. Bölgesel ve küresel gelişmeler ile toplumsal
dinamikler bu konudaki deği-
şimi tetiklemektedir. Aslında
bu sürece Özal dönemini de
katmak gerekir. Özal o dönemde sorunun çözümü adına “federasyonu tartışabiliriz”
diyebilmiştir. Özal zamanında
PKK’nın, silahların karşılıklı
susması, işkencenin son bulması, olağanüstü halin kaldırılmasını isteyen demokratik
talepleri vardı. Özal o dönemde devlete, devlete hâkim olan
askere ve istihbarata rağmen
bunları düşünüyor ve çözüm
adına köklü yaklaşımlar ortaya koymak istiyordu. Ancak
Özal bu sürece çok fazla dâhil
olamadı. O dönemlerde sorunun çözümüne yönelik oluşan
irade ve atılmak istenen adımlar Bingöl’de 33 askerin şehit
edilmesiyle kesildi. Öcalan’ın
1999’da
yakalanmasından
sonra umutlar yeniden filizlendi ancak sonuç alınamadı. Bu
Bu değişimin nedenlerinin ve
koşullarının çok iyi anlaşılması ve ortaya konulması gerekmektedir. Türkiye’de son
10 yıldır önemli bir demokratikleşme süreci yaşanmaktadır. Sorunun kaynağı olan
paradigma otoriter, baskıcı
bir yönetimi benimsemiş, eşit
ve özgürlükçü bir yaşam alanı oluşturamamış, vatandaşı
potansiyel bir tehdit olarak
görmüş, vatandaşlık tanımını
yapamamış, kendine has kimlikleri inkar etmiştir. İnsanla-
93
35. MADDE DEĞİŞİKLİĞİ:
DARBE DEVRNN
SONU MU?
Doç. Dr. Hamit Emrah BERİŞ
dönemde Öcalan’la cezaevinde görüşenler silahları susturmak için değil, PKK’yı istedikleri zaman kullanabilmek için
çaba harcadılar. Bütün bunlar
Kürtlerin zorla Türkleştirilmesi çabalarının geride kaldığını,
devlet tarafında çok olumlu
çözüm odaklı adımlar atıldığını göstermektedir.
Sonuç
PKK sorununun sadece askeri
yollarla değil, ülkenin demokratikleşme seviyesinin yükseltilmesi yoluyla çözülmesi artık
Türkiye’nin en önemli gündemi haline gelmiş bulunmaktadır. Cumhurbaşkanı Sayın
Abdullah Gül’ün açıklamaları,
Başbakan Sayın Recep Tayyip
Erdoğan’ın Diyarbakır’da Kürt
sorununu tanıdığını, inkâr ve
asimilasyon
politikalarının
sona ermiş olduğunu ifade
etmesi, TRT Şeş’in açılması,
okullarda Kürtçe’nin seçmeli
ders olması, Üniversitelerde
94
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
Kürtçe ile ilgili bölümlerin
açılması, köylerin eski Kürtçe isimlerinin iade edilmesi,
kamu hizmetlerinde Türkçe
bilmeyen vatandaşlarımıza bu
konuda Kürtçe bilen personel tarafından destek sağlanması, cezaevlerindeki tutuklu
ve hükümlülerin yakınlarıyla
Kürtçe görüşme imkânına sahip olması, yargılamalarda sanıklara kendilerini en iyi ifade
edebilecekleri dilde savunma
hakkının verilmesi ve atılmaya devam eden yeni adımlar
Demokratikleşme, Kürt meselesi ve terörün çözümü konularında Türkiye’de önemli
bir paradigma değişikliğinin
yaşandığını göstermektedir.
başlamıştır. Burada ulaşılmak
istenen temel hedef sadece
PKK’nın silah bırakması değildir. Şüphesiz bu çok önemli
bir konudur ve mutlaka başarılmalıdır. Ancak meseleyi sadece silahların susması olarak
almak çok sınırlı bir tanımlama olur. Süreç en başta Kürt
meselesinin çözülmesidir ve
bu anlamda Türkiye’nin temel
sorunu demokratikleşme sorunudur. Türkiye ancak nitelikli demokratikleşme ile terör
sorununu ve Kürt meselesini
gündeminden çıkarabilir. Bu
süreçte PKK’nın silahsızlandırılması öncelikli konulardan
birisidir.
PKK ve Kürt meselesi bir sebep
değil sonuçtur. Paradigmayı
yaratan sosyal ve tarihi dinamiklerdir. Türkiye’nin değişim
sürecinin aktörü olarak AK
Parti’nin, kendisi de değişerek,
bugünkü paradigmayı ortaya
çıkarmaya,
şekillendirmeye
Yukarıda ifade edilen bu paradigma değişikliğine Türkiye’nin
her yönüyle yeterince hazır olduğunu söylemek çok zordur.
Bu bir süreçtir. Bu süreçte
zamana, sabırlı ve kararlı politikalara ve entegre çabalara
ihtiyaç bulunmaktadır.
iÇ POLiTiKA
SDE Uzmanı
2013 Temmuz ayında siyasal
tartışmalar bağlamında öne
çıkan en önemli gelişmelerden biri, Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununun
ordunun görevini niteleyen
35. maddesinin değiştirilmesi
oldu. TBMM tarafından kabul
edilen düzenleme aracılığıyla darbelerin gerekçesi olarak
gösterilen "Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve
Anayasa ile tayin edilmiş olan
Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır" şeklindeki ifade yürürlükten kaldırıldı.
Bunun yerine "Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; yurt dışından
gelecek tehdit ve tehlikelere
karşı Türk vatanını savunmak,
caydırıcılık sağlayacak şekilde
askeri gücün muhafazasını ve
güçlendirilmesini sağlamak,
TBMM kararıyla yurtdışında
35. Maddede yapılan son düzenleme ile silahlı kuvvetlere
tüm demokratik ülkelerdeki benzerlerine benzer bir işlev
ve görev alanı kazandırıldığı dikkat çekmektedir. Bu
bağlamda, TSK İç Hizmet Kanununun 35. Maddesinde
yapılan değişiklikleri son on yıl içerisinde Türkiye’nin
demokratikleşme açısından yaşadığı gelişmelerin belki
sembolik; ama oldukça önemli sonuçlarından biri olarak
görmek gerekir.
verilen görevleri yapmak ve
uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır" hükmü ordunun yeni görev alanı
olarak belirlendi.
Bilindiği gibi söz konusu madde, 1960 darbesinden itibaren
siyasete askerin müdahalesinin yasal gerekçesi olarak
gösteriliyordu. Başka bir ifadeyle, darbeciler, kendilerine
siyasete müdahale yetkisini
TSK İç Hizmet Kanununun
35. maddesinin verdiğini savunmuşlardı. Aynı gerekçe
daha sonra 12 Eylül darbesini
yapan askerler tarafından da
kullanıldı. Kuşkusuz darbecilerin öteden beri planladıkları
eylemi gerçekleştirmek için bu
tür yasa maddesine ihtiyaçları
yoktur. Kaldı ki anayasayı ortadan kaldıran bir girişimin bir
yasa maddesine dayanılarak
haklı kılınmasının mantıksal
bir zemininin olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu
bağlamda maddede yapılan
değişikliklerin aslında sembolik bir anlam taşıdığını görmek
gerekiyor. Nitekim Stratejik
Düşünce Enstitüsü tarafından 2012 yılında yayımlanan
Yüksek Askerî Şura (YAŞ) ve
Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Sistemdeki Rolü: Tespitler
ve Öneriler başlıklı raporda
da 35. maddenin bu sembolik
önemi belirtilmiş ve kaldırılması gerektiğinin altı çizilmiştir. Bir bakıma 1960 yılından
beri hukuk sistemimizde maddenin olduğu şekliyle muhafaza edilmiş olması geçmişteki
darbelerle
hesaplaşmaktan
kaçınma çabasıyla da yakından bağlantılıdır. Darbelere
ve darbe girişimlerine yönelik
yargılamaların devam ettiği bir
dönemde 35. maddede yapılan
bu değişikliğin daha anlamlı
bir yön taşıdığı söylenebilir.
Darbe geleneğini başlatan 27
Mayıs 1960 hareketine neden olan çok sayıda etmenin
bulunduğu bilinir. Daha doğrusu her kesim kendi ideolojik pozisyonuna göre darbeyi
açıklama yoluna gitmiştir.
Ancak Türkiye’nin siyasal geleneğinde daha önce çok fazla
benzeri olmayan bu darbenin
“rol modeli” üzerinde çok fazla durulmamıştır. Gerçekten
de 1960 yılında genellikle alt
rütbeli subayların yaptığı askeri darbenin kaynağı 1951’de
Cemal Abdünnasır’ın önderliğinde Hür Subaylar (Zebut elAhrar) adıyla örgütlenen 10
subayın Kral Faruk’u işbaşından uzaklaştıran askeri darbe-
sidir. Hür Subaylar monarşiye
olduğu kadar adları çeşitli yolsuzluk söylentilerine karışan
ve Kralla işbirliği yapan ordunun üst komuta kademesine
de karşıdırlar. Bu bağlamda,
Hür Subaylar kendilerine lider
olarak ordu içinde saygın bir
yeri bulunan General Necib’i
seçmişlerdir. Ancak darbenin
gerçek lideri Cemal Abdünnasır olmuştur. Ordu, darbeden yalnızca yirmi dört saat
önce haberdar olan General
Necib’in görünüşte liderliğinde 23 Temmuz 1951’de ülke
yönetimine el koymuştur.
Kral, darbecilerin isteği ile General Necib’i Silahlı Kuvvetler
Başkomutanlığına terfi ettirmiş ve ordudaki pek çok subay
tasfiye edilmesini sağlamıştır.
Verdiği tüm tavizlere rağmen
Faruk orduyu tatmin edememiş ve Mısır’ı terk etmek zorunda bırakılmıştır. Devlet yönetimi 1954’e kadar Necip’in
elinde bulunmasına rağmen
bu yıldan sonra Nasır’ın tek
adam yönetimi başlamıştır.
Arap Baharına kadar devam
eden bu süreçte askerî vesayet
kendisini tüm ağırlığıyla siyaset mekanizması üzerine yerleştirmeyi başarmıştır.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin
emir-komuta
hiyerarşisinin
dışında, tıpkı Mısır’da olduğu
gibi albay ve daha alt rütbeli
subayların öncülüğünde gerçekleştirilen 1960 darbesinin
hukuksal bir gerekçeye dayanmadığı açıktır. Darbeciler,
TSK İç Hizmet Kanununun
97
bir ücret karşılığı kendilerine
verilen işi yerine getiren kamu
görevlileri olduklarının altı
çizilmeye başlanmıştır. Dolayısıyla 35. Maddede kabul
edilen değişikliğin her alanda
yaşanan normalleşmenin yeni
göstergelerinden biri olduğu
söylenebilir.
35. maddesini darbeye hukuksal bir kılıf bulmak için uygun
bir araç olarak kullanmışlardır. Ancak darbeden sonra
demokratik siyasete dönülmesinin ardından söz konusu
madde bağlamında siyasetçiler
tarafından bir değişikliğe gidilmemiş veya maddenin bu
şekilde yorumlanmasının yanlış olduğunun altı çizilmemiştir. Nitekim 12 Eylül 1980’de
gerçekleşen bir başka askerî
müdahale esnasında da aynı
maddeye yaslanılarak darbe
hukuksal açıdan haklılaştırılma yoluna gidilmiştir. Burada
ilk görülmesi gereken nokta,
darbecilerin bu eyleme zaten
başka nedenlerle karar verdikleri ve uygulamaya geçtikleridir. Dolayısıyla zaman içinde
98
STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
maddenin bir bakıma darbeler
için meşruluk gerekçesi üreten bir görünüme büründüğü
söylenebilir. Aynı zamanda
maddenin ilk şekliyle korunması, sistem üzerindeki askerî
vesayet perdesinin gücünü korumasının örneklerinden biri
şeklinde de görülebilir. Hatta
daha da ileriye gidilerek maddede değişikliğe yanaşmayan
siyasetçilerin, TSK’nın “gerekli koşullar oluştuğunda”
siyasete müdahale edebilmesine zımnen onay verdikleri de
iddia edilebilecektir. Bu nedenle, normal koşullar altında
hiçbir şekilde darbe yapmanın
gerekçesi olarak gösterilemeyecek 35. maddenin içeriğinde
yapılan değişikliği bu bağlamda ele almak gerekir.
Son on yılda askeri vesayet
başta olmak üzere siyaset kurumunun yerini doldurmak
isteyen alternatif güç odaklarının etkilerinin ortadan kaldırılması yolunda önemli bir
mesafe alınmıştır. Bu normalleşme sürecinde ülke yönetimi üzerinde siyasetin etkisi ve
ağırlığı artmıştır. Siyaset dışı
kurumlar, daha önce izledikleri siyasetten rol çalma arayışları yerine aslî işlevlerine dönmeye başlamışlardır. Demokrasilerde asıl olan, ülke içinde
kararların halkın seçilmiş temsilcileri ve onların yetkilendirdikleri hükümetler tarafından
alınmasıdır. Türkiye’de normalleşme süreci ile birlikte askerlerin devletin diğer birimlerinde çalışanlar gibi belirli
Öte yandan maddenin kabul
edilen yeni şeklinde TSK’nın
görev alanının doğrudan yurtdışı tehditlerle ilişkilendirilmiş
olması da dikkat çeken bir
durumdur. Demokratik ülkelerde dış tehdit algısı da dâhil
olmak üzere ülkelerin savunma öncelikleri siyasal irade
tarafından yapılır. Buna göre,
demokrasilerde ülkenin karşı
karşıya bulunduğu tehdit ve
riskler, hükümet tarafından
ortaya konulmalı, askerler,
diğer bazı kurumlarla birlikte
sahip oldukları teknik bilgileri
paylaşarak hükümete yardımcı
olmalıdırlar. Zira sivil siyasetçiler, yaptıkları işin doğası gereği, belirli bir zaman diliminde ülkenin içinde bulunduğu
somut koşullar hakkında daha
fazla bilgi sahibi olabilmektedir. Ayrıca, askerlerin aksine
siyasetçiler, tüm bakış açılarını güvenlik gibi belirli bir
alanla sınırlamadıklarından ve
toplumun her kesimiyle temas
ettiklerinden daha gerçekçi ve
soğukkanlı değerlendirmeler
yapma şansına sahiptirler. Bu
bağlamda, silahlı kuvvetlere
düşen rol, tehdit algılarını ortaya koymak değil, siyasetçilerce belirlenen savunma konsepti çerçevesinde ve mevcut
bütçe imkânlarını göz önünde
bulundurarak strateji planlamaktır. Dolayısıyla silahlı kuvvetlerin görevi, sivil otoritenin
belirlediği genel çerçeve doğrultusunda savunma stratejisinin planını yapmaktır.
35. Maddede yapılan son düzenleme ile silahlı kuvvetlere
tüm demokratik ülkelerdeki
benzerlerine benzer bir işlev
ve görev alanı kazandırıldığı
dikkat çekmektedir. Bu bağlamda, TSK İç Hizmet Kanununun 35. Maddesinde yapılan değişiklikleri son on yıl
içerisinde Türkiye’nin demok-
ratikleşme açısından yaşadığı
gelişmelerin belki sembolik;
ama oldukça önemli sonuçlarından biri olarak görmek gerekir. Ancak şu noktanın da
altı çizilmelidir: Darbe yapma
niyetinde olan ve bunun için
yeterli gücü bulan bir orduyu
engelleyecek ya da tam tersine
teşvik edecek unsur bir yasa
maddesi değildir. Darbelerin
gerçek anlamda önlenmesi,
her şeyden önce demokrasi
fikrinin toplumun tüm kesimleri tarafından içselleştirilmesiyle olur. Ülke içindeki
demokratik standartların yükselmesiyle birlikte kurumlar
gerçek görev alanlarına çekilecek; ülkenin geleceği konusunda son sözü söyleyebilecek
yegâne gücün siyaset kurumu
olduğu tartışmasız bir gerçek
olarak kalacaktır.
Dipnotlar
1
Hamit Emrah Beriş, Yüksek Askerî Şura (YAŞ) ve Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Sistemdeki Rolü: Tespitler ve
Öneriler, Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE), Ankara, 2012, s. 33.
2
Hamit Emrah Beriş, “Ordu ve Siyaset”, Siyaset, der. Mümtaz’er Türköne, Lotus Yay., Ankara, 2003, s. 424.
99
RÖPORTAJ
Prof. Dr. DARON ACEMOĞLU
Türkye ve Dünya
Ekonom Gündemn
Değerlendryor
Röportaj: Burak YİTGİN
Hocam Türkiye de ‘Ekonomide
Türkiye mucizesi’ diye bir algı
var, sizce gerçekten böyle bir
mucize var mı? Gelişmekte olan
ülkelerin ekonomilerinin büyüme
rakamlarına baktığımızda özellikle
son 10 yılda Türkiye’nin bunu
altında olduğunu görüyoruz? Siz
bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bence Türkiye ne altında ne çok
üstünde. Mucizeyle ne demek istediğimize bağlı. Türkiye’nin son 12
sene içersindeki ekonomik gelişmesi
gerçekten kayda değer ve bundan
önceki 12 sene olsun bundan önceki
30 sene olsun ona rağmen çok daha
iyi. Tabi bunu göz önüne alırken
aynı zamanda da nerden başladığımızı düşünmek lazım. Başladığımız
nokta örneğin Türkiye’nin çok ciddi
bir krizden sonra ve bu krizden sonra Türkiye’nin daha hızlı büyümesi
aslında beklenen bir şeydi. Bence
daha önemli olan bu büyümeyi hiç
değilse ilk 8 sene içinde olsun yani
dünya krizinin başına kadar gayet
sağlıklı bir şekilde yapmış olması.
Enflasyonu ve bütçe açıklarını
eskisine göre düşük tutarken
genel makro ekonomik büyümenin ülkenin birçok sektöründe ve birçok şehrinde yaygın bir şekilde olması önemli
unsurlar. Bu gelişmeler aynı
zamanda Türkiye de problem
yok anlamında değil. Bu büyümenin de özellikle son kriz
sonrasındaki 4-5 sene içindeki
birçok faktörü de büyümenin
belki de eskisinde olduğu kadar sağlıklı olmadığı anlamına
geliyor, bu da mucizenin aslına
belki de mucize lafını hak etmeyecek düzeyde olduğu konusunda soru işaretlerine yol
açıyor. Özellikle Türkiye’nin
cari açığının bir istikrarsızlık
yaratması dışında aynı zamanda Türkiye’nin çok tüketip
yeterince üretmediği ve yeterince yatırım yapmadığıyla
ilgili bir sinyal. Bunlar bence
önemli şeyler ve özellikle şimdi sıcak paranın Türkiye’den
kaçma olasılığı ortaya çıkınca
Türkiye için önemli riskler
öne çıkartıyor. Son bir şey
de söylemek istersem bunda
bence Türkiye’nin son 12 senedeki büyümesi gerçekten
çok kayda değer ama aynı zamanda bence Türkiye’nin çok
yüksek potansiyeli var ve gelecekte daha da sağlıklı büyüme
potansiyeli var bunu da göz
önünde bulundurmamız lazım.
Hocam peki bu
potansiyeller çerçevesinde
Türkiye’nin sizce orta gelir
tuzağına yakalanma şansı
var mı?
Türkiye’nin son 12 sene içersindeki ekonomik gelişmesi
gerçekten kayda değer ve bundan önceki 12 sene olsun
bundan önceki 30 sene olsun ona rağmen çok daha iyi.
Tabi bunu göz önüne alırken aynı zamanda da nerden
başladığımızı düşünmek lazım.
Çok var. Ben aynen onun
altını çizmek için zaten bu
potansiyelden bahsediyorum
potansiyel olarak yani. Eğer
bana sorarsanız Türkiye gelecek 10 sene içinde %5 % 6
hatta %7’yle büyüyebilir mi?
Büyüyebilir ama büyür mü
hayır. Bence büyümemesinin
nedeni de gerçekten orta gelir tuzağı diyelim , başka siyasi
ve kurumsal tuzaklar diyelim
bunlara düşme olasılığımızın
yüksek olmasında. Yani bizim
ekonomiyi çok daha modern
bir şekle getirmemiz lazım ki
Türkiye şu anda bulunduğu
konjonktürlerden, şu anda
bulunduğu çok iyi bir yerden
yeterince
faydalanabilsin.
Yani Türkiye’nin piyasaları çok açık çok iyi bir yerde,
teknolojisi iyi, teknolojiyi almaya başladı yurt dışından
ve bunları giderek daha fazla
değerlendirmesi lazım. İnsan
kaynaklarına daha fazla yatırımda bulunması lazım. Yurt
dışındaki bilgiyi ve sermayeyi daha iyi bir şekilde alması
lazım ve en önemlisi kendi iş
adamını daha dinamik bir hale
getirmesi lazım ki şu anki politikalar olsun kurumlar olsun
buna çok yol açmıyor.
Peki, hocam Türkiye’deki
tasarruf gelişmeler hakkında
ne düşünüyorsunuz? Bilindiği
üzere Türkiye’de tasarruf
seviyesi yeterli düzeyde değil
ama buna ilgin çok güzel
düzenlemeler var bireysel
emeklilik gibi. Buna yönelik
kısa vadede yapılabilecek
temel önlemler nelerdir? Ne
önerirsiniz?
Tasarrufların artması için bireysel teşvikler önemsiz değil
ama aynı zamanda ekonominin makro ekonomik dengeleri de önemli. Faizler çok düşük
olup tüketime çok destek verildiği sürece tasarruf normal
olarak düşük olur. Şu anda
aynı problemler Amerikan
ekonomisinde de yaşanıyor.
Amerikan ekonomisinde de
çok güzel planlar var, 401k
gibi onunu yanında pek çok
geliştirilen şeyler var ama
101
Kim?
DARON ACEMOĞLU
Daron Acemoğlu, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nde (MIT)
İktisat Profesörüdür. IDEAS/RePEc araştırma veri tabanına göre,
"Dünya'daki En Çok Alıntı Yapılan ilk 10 Ekonomist" arasındadır.
1967 yılında İstanbul'da doğmuş olan Acemoğlu, Ermeni asıllıdır.
[2] 1986 yılında Galatasaray Lisesi'ni bitirmiştir. Lisans derecesini
İngiltere’nin York'nde alan Acemoğlu, yüksek lisans ve doktora
derecelerini ise bu dalda en prestijli okullardan olan Londra
Ekonomi Okulu'ndan almıştır.[1] 1992-93 yılları arasında Londra
Ekonomi Okulu'nda ders veren Acemoğlu, 1993'te ABD'deki
Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nde ders vermeye başlamıştır.
MIT'deki akademik kariyerinin ilk yıllarında, iktisat alanındaki
tarihi yayınlardan biri olan The Economic Journal'da yayınlanan
bir çalışması "1996 Yılının En İyi Makalesi" ödülünü almıştır.
Daron Acemoğlu, 2000 yılında profesörlüğe yükselmiştir.
Acemoğlu'nun üstün başarılarından biri de 2005 yılında John
Bates Clark madalyası ile ödüllendirilmesidir. John Bates Clark
madalyası, her iki yılda bir ekonomi bilimine en büyük katkıyı
yapan 40 yaş altındaki bir bilim adamına verilir.
Acemoğlu'nun ilgi alanı içine giren başlıca konular, siyasal
ekonomi, ekonomik kalkınma, ekonomik büyüme, gelir ve ücret
dengesi eşitsizliğidir. En güncel çalışmaları ise "kurumların
ekonomik gelişim ve siyasal ekonomideki yeri" üzerinedir.
Bu alandaki çalışmaları, Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA)
tarafından 2006 yılında "Bilim Ödülü"ne layık görülmüştür.
Acemoğlu, ayrıca "Review of Economics and Statistics" ve
"Journal of Economic Growth" dergilerinin yardımcı editörlüğünü
yürütmektedir.
102 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
tasarrufu arttırmıyor çünkü
makro ekonomik olarak faizler
düşük. Amerikan ekonomisi
kolaylık borç alabiliyor ve bunun üzerine insanlar tasarrufa
çok büyük bir neden görmüyor. Tabi ki tasarrufu da hızlı
bir şekilde arttırmamak lazım.
Eğer tasarrufu çok hızlı bir şekilde arttırırsanız bu sefer ekonomide büyük bir durgunluk
yaratırsınız çünkü tüketimde
hızlı bir düşüş olur. Yani tasarrufu arttırmak uzun orta vadeli bir sürecin bir parçası olması
lazım.
Hocam Türkiye’yle ilgili
son soruma geleceğim.
Türkiye yanlışları olduğu
kadar bu bahsettiğimiz
süreçte aslına bakarsanız
doğruları da olan bir
ekonomi diyebiliriz. Çok
temel alırsak, Türkiye’nin en
doğru ve en yanlış yaptığı
3’er şeyi başlıklar altında
söylememiz mümkün mü
acaba?
Tabi. Düşünmem lazım ama
şöyle diyebilirim. Birincisi, en
doğru yaptığı şeylerden bir
tanesi son 12 sene içerisinde enflasyon ve bütçe açığını
kontrol altına almak. İkincisi,
Türkiye’deki ekonomi üstündeki İstanbul ve çevresindeki
başka büyükşehir ve büyük şirketlerin tamamen olan kontrolünün ve öneminin azalması, yani ekonomi tabanının
daha genişlemesidir. Üçüncüsü ki bunu hem doğrulara hem
yanlışlara koyacağım, bundan
12 sene önce başlatılan daha
fazla bir şeffaflaşma süreci var
özellikle ihalelerde kim hangi ihalelere başvuruyor, 2001
senesinden başlayarak bunun
çok güzel tasarımları vardı ve
kanunlar çıktı. Şimdi en kötü
3 şeyine geçiyim, aynı şeyle
başlayacağım bu açıklık süreci devam edilmedi ve giderek
kaybediliyor. İhaleler eskisinde olduğu kadar bu süreç
içerisinde geldikleri yerden
geri dönmeye başladılar. Bir
sürü değişiklikler yaratılmaya
başlanıldı ve bence bu ihale
sürecinin doğru tutulması açık
ve şeffaf tutulması çok önemli.
Benim kanaatimce 2. yanlışa
geleyim ki bu tabi benim şahsi
kanaatim, Türkiye’de devlet
ve politikacılar ekonomiye çok
karışıyorlar. Yani bir orta gelir
tuzağından kurtulması için bir
ülkenin iş adamlarının, şirketlerinin dinamik olması lazım.
Eğer şirketler sürekli ihale almak için çalışıyorlarsa, sürekli
hükümetten teşvik almak için
hükümetle ilişki içindelerse,
nerden teşvik alabilirim gibi
şeyler içindelerse bu dinamikliklerini azaltır ve bu nedenlerden dolayı politikacıların
şirketlere karışmasına izin
veriyor. Türkiye’de çok fazla
bu tür karışma var ve bence
teşviklerin çoğunun kesilmesi,
ihalelerinde çok daha devlet
dışında yani bu tür politikacılar dışında kurumlar vasıtasıyla yapılması ve böylece politikacılarla devletin arasındaki
ilişkilerin giderek kesilmesi
gerekiyor. Türkiye de iyi bir iş
adamı hiçbir politikacıyla bir
gün bile görüşmeden başarılı
iş yapabilir hale gelmesi lazım.
Üçüncüsü ise Türkiye’nin çok
daha fazla reforma ihtiyacı
var. Yargı kurumlarımız çok
kötü. Yabancı sermayenin gelmemesinin nedenlerinden bir
tanesi budur. Eğitim kurumlarımız çok kötü bu yüzden
Türkiye bugün kişi başı gayri
safi milli hâsıla oranına göre
kendi düzeyindeki ülkelerden
çok daha düşük eğitimli bir iş
gücüne sahip. İş piyasamız çok
hantal çünkü iş piyasasındaki
kurumlar çok kötü çalışıyorlar. Rekabete yeterince açık
değil, dıştan gelen rekabete
açık değiliz, sürekli buraya
gelmek istiyorsan bunları yapman gerekir şeklinde kurallar,
kanunlar getiriyoruz ve bu
da ekonominin üretkenliğini
azaltıyor.
Hocam, Türkiye’den
çıkıp biraz daha global
kontekste soracağım, bu çok
tartışılan Bernanke’nin bir
açıklaması var yavaş yavaş
frene basılacağı hakkında bu
geçtiğimiz günlerde doların
aniden yükselmesine sebep
olmuştu. Bu açıklamanın
zamanı, üslubu, global
kontekste etkisi, merkez
bankasının rezervlerinin
ateşi söndürmesi
ve söndürebilmeye
yeterliliği konusunda ne
düşünüyorsunuz?
Aslında vakti çok doğru bir şekilde yaptılar. Ben “Quantitative easing” politikasının zaten
son bir sene içinde çok büyük
bir etkisi olduğunu düşünmüyorum, yani artık “Diminishing returns’e” girmişti etkisi
azalmaya başlamıştı ve birçok yerden artık bunun sona
ereceği konusunda sinyaller
vardı. Bernanke bu sinyalleri
mart ayında, nisan ayında vermeye başlamıştı ve sonunda
bunu çok daha net bir şekilde
açıkladı. Bence bunu doğru bir
şekilde yaptılar çünkü bunu
yaptıkları anda piyasaya negatif etkisi Amerikan piyasası
olsun, gelişmekte olan ülkelerin piyasasına olsun olacağını
biliyorlardı. Bunun nedeni de
çünkü quantitative easing, piyasadaki likiditeyi arttırıyordu
belki de olması gereken düzeyi
arttırıyordu. Bu likidite hem
Amerika’daki assetlere hem
de emerging market’daki gelişmekte olan ülkelerdeki as-
103
setlere yatırımı arttırıyordu.
Bunu kestiğin anda Amerikan
piyasasında bir negatif etkisi
olacak ama aynı zamanda gelişmekte olan ülkelere Güney
Afrika, Brezilya, Türkiye gibi
ülkelere de negatif etkisi olacağı bekleniyordu ve oldu.
Hocam Amerika’dan
karşı kıyıya geçip biraz
Avrupa konuşmak istiyorum.
Her ne kadar Yunanistan ve
İspanya ve çeşitli ülkeler için
bazı veriler kötü gelmeye
devam etse de sizce Euro
paçayı kurtardı demek doğru
olabilir mi? Doğru şeyler
mi yapılıyor bu Euro krizini
atlatmak adına?
Hayır, doğru şeyler yapılmıyor; daha doğrusu doğru şeyler yeterince yapılmıyor. Euro
krizi hala devam ediyor ve
problemler bence çok derin.
104STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
Batacak mı Euro hayır sanmıyorum, emin değilim ama
şu ana kadar getirilen sonuçlar çok yarım yamalak. Niye?
Çünkü Euro’daki problemlerin başında birkaç tane neden
var: birincisi bankalarda çok
büyük borçluklar var ve borçlukların nereden geldiği, ne
kadar risk alındığı bilinmiyor.
Bu bankalar konusunda ciddi bir şey yapılmadı. İkincisi,
Euro’nun içinde bir governance problemi var; kim kimden
para alıyor, kim kime sorumlu,
bu konuda çok ciddi bir şey
yapılmadı. Üçüncüsü de bu
süreç içindeki zorluklardan
dolayı bir talep problemi var,
yani Euro’da herkes geleceğin
ne olacağını bilmiyor; parasını harcamak istemiyor, yatırımda bulunmak istemiyor.
Bu üç konuda da ciddi bir şey
yapılmadı. Birkaç bir şeyler ya-
pıldı. Örneğin; Yunanistan ve
ispanya’daki bankalar ve Kıbrıs’taki bankaların durumu
biraz daha iyi eskisine göre.
Governance’a biraz daha açıklık getirildi. Yunanistan’ın ya
da İtalya’nın ya da İrlanda’nın,
kendi başlarına olmasa da tamamen Almanya ve Avrupa
desteğiyle devam edemeyeceklerine açıklık getirildi ama
bunların hepsi yarım yamalak
oluyor ve en önemlisi olması gereken şeyler yapılmıyor.
Bunların içinde en önemlisi
bir bankacılık reformu. Bunu
Almanya şu anda seçimlerden
önce yapmak istemiyor. Bankacılık reformu tüm Avrupa
bankalarını bir denetlemem
sistemi altına getirip aynı zamanda deposit insurance getirilmesi. Bu yapılmıyor ve yapılması çok önemli. İkincisi,
Yunanistan gibi yerlerdeki
devlet sektöründeki üretkenliği arttırmak ve oradaki
reformlara devam etmek. Bu
da çok yavaş bir şekilde devam
ediyor. Üçüncüsü de aynı zamanda ekonominin büyüme
hızını arttıracak daha sektörsel reformlar başlatmak ki bu
aynı zamanda hem üretkenliği
hem talebi arttırsın. Bunlar da
çok yavaş oluyor. Bu konuların hepsinde biraz arayışlar var
ama hiç biri tam olarak yapılmıyor çünkü politik bir şeyler
var. Örneğin; Almanya bunun
kendisine getireceği zararlardan korkuyor. Yunanistan da
olsun, İtalya da olsun, Fransa
da olsun politikacılar kendilerinin bundan faydalandığı
sistemi çok hızlı bir şekilde değiştirmek istemiyorlar.
Hocam biraz daha
doğuya gidiyorum ve
Çin hakkında konuşmak
istiyorum. Çin’de biraz frene
basma eğilimi görüyoruz.
Sizce bu frene basma eğilim
global kontekste yeni bir
krize ülkeleri gebe yapar mı?
Sanmıyorum, çünkü Çin zaten büyük bir dünya talebi
yaratmıyor. Çin son zamanlarda biraz cari artısını azaltmaya başladı. Tabii ki Çin’in
giderek iç taleple büyümeye
geçmesi lazım. İç taleple büyümeye geçtiği zaman daha
fazla ithal etmeye başlayacak
ama çok büyük bir ithalatçı
değil. Çin daha çok özellikle Avrupa’ya ve Amerika’ya
ucuz mal edilen eşyaları satarak ve kendi çok büyük iş gü-
cünü buralara entegre ederek
dünya ekonomisine katkıda
bulunmaya başladı ve zaten o
süreçte kendiliğinden zorluklara girmeye başlamıştı çünkü
Çin’deki en ucuz iş gücü artık
sona erdi. Şehirlere daha fazla ne kadar insan getirilebilir
ki genç insanların çoğu zaten
şehirlerde. Ücretler artmaya başladı yani Çin sistemi
belli bir zorluklara girecekti.
Bu yakın zamanlardaki daha
makro ekonomik yavaşlama
onu çok çok fark ettireceğini
sanmıyorum.
Hocam son soru olarak
global kontekstli bir soru
soracağım. 2007deki krizden
sonra altın fiyatları neredeyse
3-3,5 kat arttı. Bugünlerde
aşağı doğru bir eğilim görüyoruz. Altın güvenilir liman
olmaktan çıktı mı? Yoksa
hala bir güvenilir liman mı?
Ben hiçbir zaman altının güvenilir bir liman olduğunu
düşünmemiştim zaten. Tabi
ki bu konuda piyasa ne düşünürse o olur ama sonuçta altın
hiçbir gerçek değeri olmayan
bir madde. Eğer bugün altını
insanlar tasarruf için kullanmazlarsa da bir tek takı için
kullanırlarsa, altının fiyatı bugünün %10’una düşer. Altının
değerini olması bizim balon
dediğimiz şeylerden kaynaklanıyor. İnsanlar altını bir yerde
çok değerli olacak diye düşündükleri için altına para koyuyorlar. Balon olarak değeri
olan assetler, genelde riskli
olurlar çünkü balon bazen
patlar, bazen artar. Bu yüzden
ben her zaman altının daha
güvenilir bir tüketim aracı olduğunu düşünmüyordum ama
kriz zamanında insanlar gerçekten bir belirlilik arayışında
oldukları zaman altına girdiler
ve bu böyle devam etti. Şu an
görüyoruz ki bu tam böyle değilmiş. Gelecek ne
gösterir yine bilmiyorum
biraz piyasaların psikolojisine bağlı. Ben hiçbir zaman altının bazen insanların düşündüğü kadar
önemli bir asset olduğunu
düşünmüyorum ama tabi
ki yanlış olabilirim bu konuda.
Hocam, uzun vadede
Türkiye’ye dönüş planlarınız var mı?
Geliyorum zaten senede
iki ay geçiriyorum ama
şu an olduğum yerde çok
rahatım.
105
İslam Dünyası Suriye olaylarının, ülkemizde meydana
gelen Gezi Parkı olaylarının ve akabinde Mısır’daki
darbenin gündemi işgal ettiği hüzünlü, kaotik ve endişeli
bir hava içerisinde mübarek Ramazan ayını idrak etmiş
durumda. Birbiriyle bağlantılı olayların oluşturduğu
manzara, 11 Eylül hadisesinden beri belirli merkezler
tarafından İslam dünyasına yönelik emperyalist bir
savaşın siyaset, ekonomi ve askeri alanlarda devam
ettiğini göstermektedir.
İ
İSLAM
DÜNYASINA
RAMAZAN
RAHMETİ
Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ
SDE Uzmanı
slam Dünyası Suriye olaylarının, ülkemizde meydana gelen Gezi Parkı olaylarının ve akabinde Mısır’daki
darbenin gündemi işgal ettiği
hüzünlü, kaotik ve endişeli
bir hava içerisinde mübarek
Ramazan ayını idrak etmiş
durumda. Birbiriyle bağlantılı
olayların oluşturduğu manzara, 11 Eylül hadisesinden beri
belirli merkezler tarafından
İslam dünyasına yönelik emperyalist bir savaşın siyaset,
ekonomi ve askeri alanlarda
devam ettiğini göstermektedir. Kullanılan yöntemler,
üsluplar, araçlar, taşeronlar
değişse bile, bu savaş yeni bir
şey değil! Batı dünyası ve global aktörler, dünya siyasetinde
ve Birleşmiş Milletler ‘de söz
sahibi olacak gelişmiş ve güçlü
bir İslam dünyası görmek istemiyorlar. İslam dünyası söz konusu olunca demokrasi, insan
hakları ve hukukun üstünlüğü
gibi öne çıkartıp üzerinden
siyaset yaptıkları değerleri yemeleri, onlara ters bir duruş
sergilemeleri, çifte standartlı
uygulamalar içerisine girmeleri
bundandır. Bu çifte standartlı
durum insanı kutsaldan koparan, onun Allah’la bağlantısını ve manevi yönünü hiçe
sayan Aydınlanma, Pozitivizm
ve modernite değerlerinin anlam ve kıymetini kaybettiği bir
dünyada, Batı’nın felsefi ve
ideolojik olarak üzerine dayanıp siyaset yaptığı bütün kozlarını kaybetmiş olduğu anlamına gelmektedir.
Türkiye başta olmak üzere
İslam ülkelerindeki halkların kendi kaderleri üzerinde
söz sahibi olma çabalarının,
barış, huzur ve istikrara yönelik demokratik ve hukuki
açılımların, ekonomik gelişmelerin önünün kesilmesine
yönelik provokasyonlar, plan
ve senaryolar bitmek bilmiyor. Amaç, İslam dünyasının
etnik, mezhebi ve ideolojik
kutuplaştırmalar ve çatışmalar
üzerinden kaos, darbe ve iç savaş ortamlarına sürüklenmesidir. Müslümanı Müslüman’a
kırdırma siyasetinin temelle-
rinin Sovyetler Birliği’nin dağılmasını müteakip 11 Eylül
Hadisesi’nden önce atıldığını
biliyoruz. Dolayısı ile taraf alışlara yönelik değerlendirmelerin bu ana eksen üzerinden yapılması önem kazanıyor. Hangi ideolojik veya siyasi gerekçelerle ortaya çıkılırsa çıkılsın,
bir tarafta Batı emperyalizmi
ve onun İslam dünyasındaki uzantıları ve taş örenleri,
diğer tarafta ise tarihi, kültürü, değerleri ve imkânlarıyla
topyekûn İslam dünyası! Aşağıdaki ayet-i kerime de bfu ana
eksene işaret ediyor:
“Dinlerine uymadıkça Yahudi
ve Hıristiyanlar asla senden razı
olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur.
Sana gelen ilimden sonra onların
arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir
dost ne de bir yardımcı vardır.”
(Bakara, 2/120)
Olayların
değerlendirilmesinde söz konusu ana eksen
dikkate alındığında, diktatör
Suriye rejiminin elinde ger-
107
çekleşen hukuk ihlallerine,
katliam ve tecavüzlere seyirci
kalan BM ve Batılı devletlerin ve onların iç uzantılarının
Türkiye’nin gerçekleştirdiği
demokratik açılımların, hukuk reformlarının ve barış sürecinin mimarı olan ve halkın
büyük çoğunluğunun destek
ve onayı ile iktidar olan bir
hükümeti ve Başbakan’ı diktatör (!) olarak yaftalamaları
anlaşılabilir. Aynı çevrelerin
savaş muhabirlerini göndererek Gezi Parkı olaylarını kışkırtmaları, illegal sol örgütleri
maniple ederek sokağa dökmeleri, Mısır’da darbecilere
destek vermeleri; çetecilik,
darbecilik ve hıyanet suçlarından yargılanan Ergenekon
ve Balyoz sanıklarına sahip
çıkarak serbest bırakılmaları
108STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
noktasında Türkiye’ye baskı
uygulamaları
düşündürücü
değil mi?
İşte İslam dünyası kendisine karşı belirli merkezlerden
idare edildiği açıkça belli olan
olayların birbirini izlediği bir
ortamda rahmet, mağfiret ve
günahlardan kurtuluş ayı olan
mübarek Ramazan ayına girmiş bulunmaktadır. Irki, etnik, kültürel, dini ve mezhebi
farklılıklar üzerinden sömürülen ülkelere yönelik kutuplaştırma, çatıştırma, bölme ve
parçalama politikalarının karşısında İslam, ortaya koyduğu
itikadi, ahlaki, hukuki, insani
ve vicdani ilke ve değerleriyle
insanı tanrılaştıran, kuvveti
ve sermayeyi putlaştıran, kuvvetlinin zayıfı ezmesini meşru
gören, dünyevileşmeyi, şehvet
ve ihtirasları sonuna kadar
pompalayarak sömürü ve hedonizmi teşvik eden modernite karşısında tek alternatif
görünmektedir.
İslam’ın birileri tarafından sermaye ve kuvvetin tanrılaştırılması karşısında tevhidi, adaleti, hakkaniyeti, güzel ahlakı,
kardeşlik ve paylaşmayı öne çıkaran değerleri, özellikle oruçla, iftar sofralarıyla, teravih namazlarıyla, fitre ve zekâtlarla
hayatımıza giren Ramazan’da
daha yoğun bir şekilde hissedilmektedir. Hele umre ziyaretlerinin yoğunluk kazandığı
Mekke ve Medine’de Ramazan daha bir başka! Dünyanın
her yerinden farklı ırklara, etnik yapılara, dil ve kültürlere
mensup milyonlarca mümin,
kefeni andıran bembeyaz ihramları içerisinde yan yana
ve omuz omuza Beytullah’ta
tevhidin sembolü Kâbe’yi tavaf ediyor, Mescid-i Haram’da
ve Mescid-i Nebevi’de açılan
iftar sofralarını paylaşıyor,
teravih namazlarında huşu
içerisinde yan yana saf bağlıyorlar. Yoğun bir ibadet ve
dua ortamında ruhlar adeta
formatlanıyor, yapılan dualar
Arş’a yükseliyor. İslam dünyası üzerine kurulan hile ve
tuzaklar müminler arasında
geçen karşılıklı konuşmaların,
vaaz ve hutbelerin ana temasını oluşturuyor. Ramazan’ın
nurlu atmosferinde bu konularla ilgili ortak bir bilincin ve
sağduyunun mevcut olduğundan söz edebiliriz. Bu bağlamda Temmuz ayının 3. haftasına tekabül eden Cuma günü
Harameyn’de verilen hutbede
bütün bir ümmet önemli mesajlar sunulmuştur.
Şüphesiz Ramazan nefis ve
ruh terbiyesi açısından Müslümanlar için son derece önemli
bir fırsat oluşturmaktadır. Her
Müslüman bu ayı bir yenilenme vesilesi telakki ederek
düşünce ve ruh dünyasını bir
revizyona tabi tutmalıdır. Bir
Müslüman için düşünce, niyet
ve eylem planında asıl olan
şey takvadır. Takva, tevhid
esasına dayalı olarak İslam’ın
iman, ibadet, ahlak, muamelat
ve hukukla ilgili öne çıkardığı
değerlerin içselleştirilmesini,
ibadet ve amellerin yalnızca
Allah’ın rızası gözetilerek huşû
Ramazan, Müslüman’ın ilahi vahiyle aydınlanan zihin ve ruh
dünyasının ırkçılık, kabilecilik, etnik milliyetçilik ve cinsiyet
ayrımcılığı gibi cahiliye dönemi kalıntılarından arınmasına
da vesile olmalıdır.
ve ihlasla yerine getirilmesini,
insanı Allah’ın rahmetinden
uzaklaştıracak, O’nun gazabını celp edecek günahlardan,
haramlardan, kötü düşünce ve
eylemlerden uzak durulmasını
gerektirir. Takva, Allah katında üstün olmanın da biricik
kriteridir:
“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi
bir erkekle bir dişiden yarattık.
Ve birbirinizle tanışmanız için
sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında
en değerli olanınız, en takvalı
olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.”
(Hucurat, 49/13)
İnsanların erkek ve dişi olarak
yaratılmış olmaları, farklı ırk,
etnik yapı ve kavmiyetlere sahip olmaları asla bir üstünlük
nedeni, başkalarını ötekileştirip alçaltma nedeni olamaz.
Oruç ve diğer ibadetlerin kabul
edilmesinde güzel ahlak sahibi
olmak, adalet, doğruluk, emanetlere riayet ve hakkaniyet
son derece önemli! Hadiste de
geçtiği gibi, herhangi bir kimse yalan sözle iş yapmaktan ve
başkalarını aldatmaktan vazgeçmediği müddetçe Allah’ın
onun yemeyi ve içmeyi terk
etmesine ihtiyacı yoktur. Müminlerin iman ve amellerinde
samimiyet, ihlas ve takva üze-
rine olmaları, Allah’ın onlara
yardımı ve zafer vermesi, onları başkalarına üstün kılması
için gerekli.
Ramazan, Müslüman’ın ilahi
vahiyle aydınlanan zihin ve
ruh dünyasının ırkçılık, kabilecilik, etnik milliyetçilik ve
cinsiyet ayrımcılığı gibi cahiliye dönemi kalıntılarından
arınmasına da vesile olmalıdır.
Ne yazık ki İslam dünyası hala
ulusalcılık, baasçılık, milliyetçilik şeklinde nükseden,
Kur’an’da “cahiliye hamiyeti”
olarak isimlendirilen zihniyetlerin etkisi altında bulunmaktadır. Birilerine körü körüne
bağlanıp onları şuursuzca taklit etme esası üzerine kurulan
mezhepçilik de bu kategoriye
dâhil edilebilir. Bir dinin anlaşılıp yaşanmasında mezheplerin olması normal ve kabul
edilebilir bir şey olmakla beraber, mezhepçilik dinin özüne,
tevhit ilkesine ve evrensel ilkelerine ters düşen bir durumdur. Kur’an’da müşriklerin
kalplerine cahiliye hamiyetini
(kabilecilik taassubunu) yerleştirdiklerine işaret edilirken,
müminlerin bağlanma noktası
“takva kelimesi” olarak ifade
edilmektedir:
“O zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, cahiliye taassu-
109
lelerini iman kardeşliği çerçevesinde birbiriyle barıştırarak
aralarındaki husumet ve düşmanlığı sonlandırması, Medine toplumunda cahiliye zihniyetinin tasfiyesi açısından son
derece önemli bir örnek teşkil
etmektedir. Ne yazık ki, günümüzün dünyasında kabilecilik, etnik milliyetçilik, ırkçılık, mezhepçilik gibi durumlar
Müslümanların kardeşliğinin
ve ittifakının önündeki en büyük engellerden birini oluşturmaktadır.
bunu yerleştirmişlerdi. Allah da
elçisine ve müminlere sükûnet ve
güvenini indirdi, onların takvâ
sözünü tutmalarını sağladı. Zaten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi. Allah her şeyi bilendir.”
(Fetih, 48/26)
Allah’ın peygamberler aracılığı ile insanlığa gönderdiği
tevhit dini hitap ettiği insan
ve toplumu bütün hayat alanları ve ilişkileriyle kuşatan bir
mahiyete sahiptir. İnsanın yaratılışının/varlığının anlam ve
gayesini, hedefini belirleyen
bu din, Müslüman birey ve
toplumun dünya görüşünün
oluşturulmasında, kimliğinin
belirlenmesinde ve hayatının
organizasyonunda
getirmiş
olduğu evrensel prensip ve
ilkeleriyle merkezi bir konuma oturmak durumundadır.
110 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013
Dolayısı ile, Müslüman birey
ve toplumun inşasında İslam
üst kimliği oluştururken, kabile, aşiret, sıhriyet, akrabalık,
cemaat, meslek ve mezhep
olguları, üst kimliğin altında
kalan nesnel olgulardır. Bu
nesnel olgular, ancak İslam’ın
evrensel değer ve prensipleri
aracılığı ile olmaları gereken
yerlerine oturtularak anlam
kazanırlar.
Cahiliye toplumuna gelince,
orada bir din vardır. Ancak
artık bu din, Hz. İbrahim’e kadar uzanan vahyi bir gelenekle
bağlantısı olsa bile, dönemler içerisinde beşerin elinde
değişim geçirerek tevhitten
uzaklaşmış, putperestliğe intikal etmiş, merkezi konumunu
kaybetmiş, kabile dinine dönüşerek evrensel mesajını kay-
betmiş bir dindir. Artık cahiliye toplumunun din ve toplum
anlayışında merkeze yerleşen
şey, Allah’ın bütün insanlığa
hak olarak gönderdiği dinin
öne çıkardığı evrensel ilkeler değil; kabilenin, ulusun,
ataların veya milletin kendisi
olmuştur. Böyle bir algı içerisinde din, kabilenin dini, atalar dini olduğu için önemlidir;
yani asıl olan, üst kimliği oluşturan şey kabilenin veya ulusun kendisidir. Dine gelince
o, kabile/kavim/ulus kimliğini
oluşturan unsurlardan biri olduğu için; yani kabileciliğin
alt kimliğini oluşturduğu için
önemlidir.
Hz. Peygamberin Medine’ye
hicretle beraber muhacirlerle Ensar’ı birbirleriyle kardeş
kılması, Evs ve Hazreç kabi-
Bu bağlamda üzerinde durulması gereken önemli bir nokta, Müslümanların birtakım
dünyevi korku ve endişelerle,
kabilecilik, milliyetçilik, grupçuluk veya hizipçilik mantığı
ile İslam kardeşliğini, birlik ve
beraberliğini zaafa uğratacak
durumlardan kaçınmalarının
gerekliliğidir. İslam dünyasına
karşı her cepheden saldırıların
yoğunlaştığı bir ortamda Müslümanın sergilemeleri gereken
tavır bellidir. Müslümanların,
kendi kardeşlerini bırakarak
inkârcı ve zalimleri dost edinmeleri, onlarla yardımlaşmaları, maddi kuvvet ve iktidar
sahibi olmalarından korkarak
onlara teslim olmaları, onların
karşısında küçülmeleri, onların ürettikleri slogan ve söylemlere, asılsız ve yalan haberlere itibar etmeleri asla doğru
değildir. İnkârcı bile olsalar,
insanlara dini tebliğ etmek,
adaletle, dürüstlük ve nezaketle davranmak, iyi ve güzel
söz söylemek başka; onları
dost edinerek onlar karşısında
küçülmek, müminleri bırakıp
onlarla yardımlaşmak, onlara
teslim olmak daha başka bir
şeydir. Ne yazık ki birbirinden farklı bu iki durum bazen
birbiriyle karıştırılmaktadır.
Allah, müminlerin bırakılarak inkârcı ve zalimlerin dost
edinilmesini yasaklamıştır.1
Müslümanlar, İslam’a karşı
düşmanlık ve zulüm sergileyen
inkârcılar karşısında, Allah’a
teslimiyeti ve O’nun dostluğunu öne çıkararak vakarlı ve
onurlu dik bir duruş sergilemek durumundadırlar. Fetih
suresindeki şu ayet bu önemli
noktaya işaret etmektedir:
“Muhammed Allah’ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da
kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları
rükûya varırken, secde ederken
görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza
isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların
Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar
filizini yarıp çıkarmış, gittikçe
onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir
ekine benzerler ki bu, ekicilerin
de hoşuna gider. Allah böylece
onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah
onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat
vâdetmiştir.” (Fetih, 48/29)
Mübarek Ramazanın bütün
Müslümanlar için günah ve
hatalardan arınmaya, nefis
terbiyesine, yenilenmeye, kardeşlik ve ittifaka vesile olması
dileği ile…
Dipnot
1
Maide, 5/51; Mumtehine, 60/9
111
ABONELK FORMU
YAYIN ADI
Stratejik Düünce
(AylLk UluslararasL likiler ve Strateji Dergisi)
12 AylLk Yurtiçi Abonelik Bedeli
12 AylLk YurtdLL Abonelik Bedeli
84 TL
100 $
* Lütfen abone olmak istediiniz yayLnLmLzLn yanLndaki kutuyu iaretleyiniz.
* Stratejik Düünce Dergisine SayL.’den itibaren abone olmak istiyorum.
Firma AdL:
Vergi Dairesi ve No:
/
AdL SoyadL:
Adres:
Posta Kodu:
Telefon:
Faks:
ehir / Ülke:
Cep Telefonu:
e-posta:
Ödeme ekli:
Nakit
Banka Havalesi
Posta Havalesi
Kredi KartL
VISA
MASTER CARD
Banka AdL:
AdL SoyadL:
Kart No:
Son Kullanma Tarihi:
Güvenlik No:
(KartLnLzLn arka yüzündeki imza bölümünde bulunan numaranLn son 3 hanesi)
MZA
TAR
H
..
//20
Türkiye Finans KatLlLm BankasL / Balgat-Ankara ubesi
ube Kodu: 82
IBAN:TR440020600082009721510001
Stratejik Düünce ve AratLrma VakfL
ktisadi letmesi HesabL
TL HesabL
: 972151 - 1
USD HesabL : 972151 – 101
EURO HesabL: 972151 - 102
Önemli Not: Banka ve Posta Havalesi ile yapLlan ödemelerde, ilgili dekontun Abone Formu ile birlikte posta, faks veya e-posta
yoluyla abonelik merkezimize ulatLrLlmasL zorunludur.
ABONE LER
Tel: 0 312 473 80 41 Faks: 0 312 0 312 473 80 43-46 e-posta: abone@sde.org.tr
Adres: Stratejik Düünce Enstitüsü (SDE), Çetin Emeç BulvarL, A.Öveçler Mah. 4. Cadde 1330. Sokak No:12
06460 - Dikmen/ANKARA
Download