BĐRBĐRĐNĐ ÜRETEN BEDEN(LER) ve MEKAN(LAR): Beden-mekan ilişkisine hareket eden beden üzerinden bir bakış Şafak Uysal GĐRĐŞ Mekan örgütlenmesiyle uğraşan her pratiğin kabaca “yapılı çevreye düzen getirmek” olarak tarif edilebilecek temel bir arayışla meşgul olduğu söylenebilir. Beden ise – en hareketsiz haliyle dahi – bu sonu gelmez düzen arayışını tehdit eden bir şiddet unsuru olarak karşımıza çıkar. Ancak, ne kadar ciddi bir tehdit oluşturursa oluştursun, insan bedeninin varlığı mekan organizasyonunda temel girdidir. Çünkü başta mimarlık olmak üzere her mekansal pratik, basitçe, birer çerçeveleme pratiği olarak hayata geçer: bedensel karşılaşmalar organize eder ve bu karşılaşmalar aracılığıyla da bedenler kurar. Benzeri bir biçimde beden de, deneyimleri aracılığıyla yeniden şekillendirmek suretiyle, içinde bulunduğu çevreyi ve bu çevrenin cisim kazandığı mekanı üretir. Dolayısıyla bedenin ve mekanın karşılıklı olarak ortaya koydukları şiddeti tüm incelikleriyle kavramaya çalışırken yapmamız gereken, mekana biçim veren formların ya da bedenin aldığı pozların ötesine geçmektir. Bu bağlamda bu yazının yapmaya çalışacağı da, beden ve mekan arasında işlemekte olan oldukça karmaşık ilişki biçimlerini yeterince soyut bir düzlemde kavrayabilmek adına, farklı dönemlerden tiyatro ve dans örneklerini ele almak ve bunların önerdiği sahneleme biçimlerini dramatize etmek olacak. ÖZNE-BEDENĐN ÖNCELĐĞĐ Elimizdeki problemi bedenle mekan arasındaki ilişkinin terimleriyle kurmaya kalktığımızda farkına varırız ki, konu çoğu zaman salt bedenle kalmayıp özneye kayma eğiliminde bulunur. Dolayısıyla mesele sıklıkla özne ve mekan arasında tarif edilen bir ilişki olarak ifade kazanır. Bu denklemde ise özne her zaman önce gelir. Tüm mekansal kategoriler bir merkez olarak özneyi referans alır ve kendini içinde varolduğu mekana yansıtan bir özne-beden tarafından tanımlanır. Bu sadece yapılı çevre için değil, aynı zamanda doğal çevre için de geçerlidir. Doğa, özne tarafından, bedenin yetileri ve kapasitesine bağlı olarak algılanır. Bu sayede farklılaşır; mesafe ve yakınlık, yükseklik ve derinlik, tehdit oluşturma ya da sıcaklık verme, erişim ya da uzaklık, güzellik ya da çirkinlik gibi kategoriler çerçevesinde tanımlanabilir hale gelir. Bunlar öznenin çevresini betimleme biçimleri, çevresiyle ilişkiye girme araçlarıdır; ancak doğal çevrenin kendisini doğrudan yansıtmaktan uzaktır. Bu yüzden, beden-mekan arasındaki ilişkiyi tanımlamaya çalışırken ilk yapmamız gereken, bedenin, mekanın tanımlanması ve kurulmasında kaçınılmaz bir öncelikli pozisyona sahip olduğunun farkına varmaktır. ESTETĐK DÜZLEM Ancak estetik düzlemde (ki dans/tiyatro gibi farklı boyutları ile performans kuşkusuz estetik bir olgudur) bu probleme farklı bir açıdan yaklaşmak gerekir. Çünkü estetik objeyi diğer herhangi bir nesneden ayıran özellik, onu oluşturan kategorilerin belli bir özerkliğe sahip olmasında yatar. Modern sahne sanatları tarihi, pek çok açıdan bu tip hususi teatral kategorilerin bağımsızlıklarını kazanma süreçlerinin izlerini sürmemize olanak sağlar – ki 20. yüzyılda sahne mekanı, ister kavramsal bir düzlemde isterse statü itibariyle, en radikal değişikliklere maruz kalmış kategorilerden bir tanesidir. Sahne tasarımcısı addettiğimiz figürün geleneksel teknisyen rolünden sıyrılması ile birlikte sahne mekanının statüsünde radikal bir değişim gözlenir. Bu durum, modern sahne sanatlarında tipik örneklerine rastlandığı üzere, beden ve mekan arasında anlamlı bir ilişkiden bahsedilebilir hale gelinmesini ve bu sayede set tasarımının kurumsallaşmış bir saha olarak ortaya çıkmasını mümkün kılmıştır. Bu dönemde, sahne mekanının bedenle başa çıkma biçimleri, illüzyona dayalı bir dekoratiflikten başlayıp kavramsal bir tertibe ve hatta otonom bir fiziksel aktivite ortamı oluşturmaya dek uzanan çok ciddi bir çeşitlilik gösterir. Teatral mekanın kavramsal bir biçimde ele alınmaya başlaması, sahneleyen bedenin özerklik kazanma sürecini en çok etkileyen faktörlerden birisidir – ki bu sayede beden daha önceki dekoratif niteliğinden ya da konvansiyonlarla sınırlı hareket rejimlerinden arınır ve mekanla belirgin bir ilişkiye giren, otonom bir beden olarak yeniden ele alınmaya başlanır. DEKORATĐF ĐLĐŞKĐNĐN DIŞINA ÇIKMAK Sahne sanatlarının ideal dünyalar sunmak, yapay ve eğlencelik özdeşleşme imkanları sağlamak gibi işlevlere hizmet eden illüzyon konvansiyonuna dayalı olduğu dönemlerde, mekanın bedene göre rolü dekoratif kalmıştır. Burada bahsettiğimiz, bağımsız bir unsur olarak değil ama estetize edilmiş bir fon olarak çalışan, herhangi bir kuvveti açığa çıkarmaya ya da şekillendirmeye yaramaktan çok, sabit bir biçimde durmak ve süslemekle yükümlü olan bir mekansal öğedir. Ön plandaki oyuncu/dansçı ile arka plandaki fon arasında, ne fiziksel ne de kavramsal düzlemlerde bir temas yoktur. Çok genel bir izlenim yaratmayı amaçlayan, orta-sınıfın duyu ve zevklerine hitap etmeyi hedefleyen bu donatma biçiminde söz konusu olan tamamıyla figüratif bir ilişki biçimidir. Özellikle büyük ölçekli ulusal tiyatro ve bale kurumlarının repertuarlarında hala sıklıkla rastladığımız bu yaklaşımda beden-mekan ilişkisi dekoratif bir düzlemde seyreder. Set, açıklama yapmak ve oyuncu/dansçıyla birlikte anlatıda geçen olay örgüsünü desteklemekle yükümlüdür. Oyuncu ve dansçının da, klasik anlatı yapılarının dikte ettiği zirve ve çözülme noktaları itibariyle, bu tip bir açıklayıcı sete bir o kadar ihtiyacı vardır. Bu çalışmalar bağlamında, bedenden başlı başına bir kategori olarak bahsetmek mümkün değildir; çünkü gündemi bağımsızlığı ile kaplayan şey, rolün kendisidir. Rol kategorisidir ki geri kalan tüm kategorileri dikte eder. Rolü kurarken, ve onunla özdeşleşme koşullarını yaratmaya çalışırken, oyuncu/dansçı ve set el ele çalışır; beden de mekan da fikir ya da anlam bazında referanslarca tanımlanan, içerik ya da forma getirilen açıklığın ön planda olduğu dekoratif bir statüde kalmak zorundadır. Dolayısıyla, bedenin ya da mekanın ayrıca ele alınması ancak rol-temelli bir ilişkinin dışında söz konusu olabilir. Özerk mekan, özerk bir bedence eşlik edilmek durumundadır. “FELT VOLUME” Bu yazının geri kalanında bu problemi, geleneksel dekoratif ilişki biçimlerinin dışına çıkan üç farklı örnek üzerinden tartışarak bir kavramsal çerçeve oluşturmaya, ve beden-mekan arasında gözlemleyebileceğimiz ilişki tiplerini sınıflandırmakta referans oluşturabilecek çok ilkel bir şemaya ulaşmaya çalışacağız. Ancak bu üç örneğe geçmeden önce, Oskar Schlemmer’in 1920’lere damgasını vurmuş mekan tartışmaları sırasında ortaya attığı “felt volume” nosyonuna kısaca bir değinmekte fayda var. Schlemmer’e göre hareket eden insan figürü, salt geometrinin “mekanın stereometrisi” olarak adlandırılan ilişkiler ağına evrilmesinde önemli bir rol oynar. Burada düzlemin geometrisi ile mekanın stereometrisi arasındaki ilişkiye büyük önem atfedilir. Bu nosyonu anlamak üzere Schlemmer’in önerdiği şey, normalde boşluk olarak gördüğümüz mekanı dolu ve katı bir hacim olarak gözümüzde canlandırmak ve bu dolu hacmin, onu işgal eden figürün hareketleri tarafından oyulduğunu hayal etmektir. Schlemmer, bu ilişkiyi tarif ederken iki farklı düzenden bahseder; “soyut mekan” ile “organik insan” arasında bir karşıtlık kurar. “Soyut mekan”ın kuralları, gözle görülmeyen bir düzlemsel ve stereometrik çizgiler ağının kübik bir hacmi bir zarf gibi sarması ile tanımlanır. Bir seri noktadan oluşan bu zarf, aslen, Kartezyen koordinatlar ve bu koordinatlar arasında işlemekte olan gerilim tarafından tarif edilir. Matematiksel olarak kurulan prensiplerin mekanik ve rasyonel doğasını, insan doğasının organik ve duygusal dürtüleri ile kıyaslarken Schlemmer, Tanzermensch olarak adlandırdığı insan figürüne varır. Bütün bu kurallarla ilişkide olan insan, bir taraftan kendi bedeni, diğer taraftan ise mekan tarafından ortaya konan kuralların her ikisine birden talim eder. Dolayısıyla başlangıçta bir karşıtlık olarak ortaya konan beden- mekan ikilisi, insan üzerine aynı anda etki eden iki farklı kuvvet tipi olarak yeniden formüle edilir. Yazının geri kalanında, üç örneğimize bakarken de, aynı anda ve karşılıklı etkileşim içerisinde çalışan bu iki farklı kuvvet tipini aklımızda tutmakta fayda var. Çünkü en basit haliyle bütün ilişki tiplerimizi bu kuvvetlerden birinin diğeri üzerinde görece baskın çıkması ya da bu iki kuvvetin birbirine denk düşmesi üzerinden tanımlıyor olacağız. “Soyut mekan”ın kurallarına karşı “organik insan”ın normları (Schlemmer 1961). 1. BEDENmekan: Bir zemin olarak mekan Belçikalı koreograf Anne Teresa de Keersmaeker’in Hoppla isimli eserinde karşımıza bir kütüphanenin okuma salonunun kısmi bir görüntüsü çıkar. Normal işgalcileri olan masalar, sandalyeler ve kitap raflarından arındırılmış hali ile salon, tamamıyla yüzeylerden oluşan boş bir hacim tarif eder. Odanın sunduğu kübik çerçeve bu mekanda nasıl “ol”unması gerektiğine dair hiçbir ibare taşımıyor gibidir. Normal işlevi ve içeriğinden arınmış haliyle mekan sadece, Schlemmer’in kübünde olduğu gibi, gözle görülmez düzlemsel ve stereometrik ilişkilerden oluşan yapısal bir set olarak vardır. Keersmaeker’in genel koreografik çizgisinin izleri bu kuartette rahatlıkla takip edilebilir. Dört kadın dansçı hareketleriyle sürekli şekil ve güzergah değiştiren iki ve üç boyutlu geometrik kompozisyonlar oluşturur. Zaman zaman dansçılardan bir tanesi grupla kurduğu senkronun dışına çıkar ve sonra, genel bütünlüğü kaybetmeden, sürmekte olan hareket serisine geri katılır. Dansçıların okuma salonu ile girdikleri ilişki daha çok bu boş hacme hükmeden mekansal gerilimlerle girilen geçici etkileşmeler ve karşılaşmalar şeklini alır. Örneğin, odanın sağ ve sol uçları arasındaki gerilim dansın üçüncü bölümünün iskeletini oluşturur. Tekrar, hem eleştirel bir unsur hem de mekanın dinamiklerinin okunur kılınmasında aktif bir araç olarak öne çıkar; keyfi ya da rastlantısal olana anlam kazandırır. Odayı bir “mekansal gerilimler koleksiyonu” olarak ele alan dansçılar bu mekanı oluşturan süreçleri analiz etmekten çok, ima edilen mekansal ilişkiler ve bunların uzantılarını, mekanın dikey/yatay yüzeylerini ve çizgilerini ödünç alır ve bir zemin olarak yeniden işlerler. Dolayısıyla Hoppla, bir yandan mimarinin olgusal karakteristiklerine odaklanarak çizgi, yüzey ve desenlerden oluşan kompozisyonunu kabul eder ve bu dokudan yapısal anlamda parçalar ödünç alır; öte yandan da bu kompozisyon üzerinde beden aracılığı ile değişiklikler yapar ve onu dönüştürür. Çizgisel ve düzlemsel dizilimleriyle sınırlar ve hacimler tarif eden bu dört beden içinde bulundukları mekanı formal olarak yeniden inşa eder – yer döşemesinin oluşturduğu ızgaraya eşlik eder, sıçrar, döner, düşer, duvara karışır, senkronize ya da kanon hareket setleri ile gruplara ayrışır, ya da belli bir ritim oluşturmak üzere hareket setlerini, zaman zaman ayak sesleri ile, tekrara taşır. Bu esnada izleyiciye düşen ise boşlukları doldurmak, dansçıların hareketlerinin önerdiği düzlemsel ya da hacimsel ilişkileri, uzantı ve imaları ile birlikte teşhis etmektir. Hoppla’da ön plana çıkan bir başka durum da dansçıların, mekanın bir oda olarak halihazırda tanımlanmış işlevi ve içeriği ile artık ilgilenmiyor olmalarıdır. Dansçılar, odanın kendi içinde tutarlı ve bölünmez bir mimari bütün olarak ele alınmasına bir alternatif olarak, sadece bu odayı dolduran mekansal kuvvetlere odaklanır. Ona üç-boyutlu ve belli bir düzene sahip bir bütün olmaktan çok, birbirinden izole edilmiş bir ilişkiler ağı olarak yaklaşır ve bu ağı bir anlamda montaja tabi tutarak yeniden dokur. Mimari öğeler tarafından tarif edilen boşlukla ilişkiye girerken yere düşmek, yönelim değiştirmek, kaymak, dokunmak, mekanın önerdiği hizaları taklit etmek gibi çeşitli yöntemlere başvuran bu dört beden, Lefebvre’in beden-merkezli formülasyonlarında olduğu gibi, mekanı adeta yeniden üretir. Yaslandıkları kolonlardan kopuş biçimleri ile eski Yunan mimarisinin karyatid figürlerini anımsatan ve bu figürlerin cana gelmiş hallerini düşündürten bu dört beden, sonuç olarak kendi seçimleri olan pozisyon, yönelim ve seviye kullanımları ile yepyeni bir mekansal kimlik oluşturur ve bir anlamda bu coğrafyanın tarihini yeniden yazarlar. Hoppla’nın örneklediği haliyle BEDENmekan, ağırlıklı olarak bedenin kurucu öğe olarak çalıştığı bir ilişki tipi öngörür. Bedenin kendi öznel kurallarına göre tanımladığı, tarif ettiği, algıladığı ve dolayısıyla hüküm sürdüğü mekandır. Önceden belirlenmiş ve tasarlanmış hareket düzeni aracılığı ile mekanı organize eden ve kurduğu mekansal ilişkiler aracılığı ile ona anlam kazandıran, bedendir. Bu ilişki tipinde mekansal ilişkilerle oynama yetisine sahip olan beden, bir soyutlama sürecinden geçerek mekanın meskeni haline gelir. Yukarı ve aşağı, sağ ve sol, ön ve arka gibi tanımların her biri anlamlarını yitirmeye ve mekanda hareket etmekte olan beden tarafından olumlandıkları biçimleri ile yeniden tarif edilmeye başlar. Avangard dans örneklerinin pek çoğu mekanın biçimlenmesinde böylesi bir yapı elemanı olarak çalışan bir bedenin izini sürer. Bu örneklerde mekan tarafından ortaya konan tanımların belli bir dereceye kadar kabulü söz konusudur. Ancak beden bu mekanın içerisinde daimi olarak hareket halinde bir başka mimari öğe niteliği taşır. Başka bir deyişle beden, mimari terimlerle tanımlanmış olan mekanı keşfetmekle ve bu üç-boyutlu düzenin kurallarını yapabildiğince bozarak yeniden kurmakla meşguldür. 2. BedenMEKAN: Harekete geçiren mekan 1910’lu yıllar, Sovyetler Birliği’nden sahne tasarımcılarının önderliğinde yüzyılın en radikal sanatsal denemelerinden bir tanesine şahit olur. Sonradan Konstrüktivizm olarak adlandırılan bu avangard yaklaşım, yeni estetik fikirlerin yayılmasında deneme sahası olarak sahne mekanını hedef almıştır. Teatral illüzyondan arınmış, işlevsel ve faydacıl bir model arayışı içerisindeki bu yaklaşım, mekansal elemanları en temel formlarına indirgemeye odaklı bir seri strateji izler. Süslemeli ya da boyama dekorların yerini üç boyutlu yapıların aldığı bu ekolün en önemli temsilcilerinden birisi Vsevolod Meyerhold’dur. Meyerhold, uzun yıllar Stanislavski’nin ünlü Metod anlayışı ile oyunlar yaptıktan sonra, Moskova Tiyatrosu’nu terk eder ve kendi fikirleriyle kendi tiyatrosunu oluşturmaya başlar. Natüralizmin bir çeşit hipnotizma olduğunu düşünen Meyerhold, (sahnede olup bitenler üzerindeki kontrolü oyuncudan alarak kurgusal bir karaktere yüklemek olarak gördüğü) gerçekçilikten uzak durmaya ve seyircinin hayal gücünü uyaracak farklı teknikler geliştirmeye çalışır. Sahneyi tüm detaylarından arındırır ve bunun yerine oyuncunun biyomekanik adı verilen hareket tekniğinin prensipleriyle içinde var olabileceği büyük ölçekli konstrüktivist yapılarla ilgilenmeye başlar. Temel derdi, zamanın kutu-oditoryumlarından kurtulmak, herhangi bir yerde kurulabilecek ve kendi başına bir sahne olarak çalışabilecek bir set kurmaktır. Sonunda Liubov Popova’yla girdiği işbirliği sonucunda Magnanimous Cuckold doğar. Popova Magnanimous Cuckold’da bir dekor resmetmekten çok bir yapı, bağımsız bir yerleştirme inşa eder. Đki pencere, iki kapı, bir seri merdiven, platformlar, tekerlekler ve değirmen kanatlarından oluşan bu ahşap strüktür, karşılıklı ilişki ve alışverişleri minimuma indirgenip soyutlanmış bileşenlerden oluşan, oldukça yapısal bir ifadeye sahiptir. Kavramsal olarak serbest bir iskelet şeklinde tasarlanan bu set pek çok sahne deneyinin gerçek hayata taşınmasına olanak sağladığı gibi, hem Popova’nın hem de Meyerhold’un illüzyondan uzaklaşma ve işleve odaklanma yolundaki hayallerine hizmet eden, dolayısıyla Konstrüktivist ideolojinin tüm izlerini taşıyan bir niteliğe sahiptir. Normal şartlarda oyuncular belki de boyanmış bir arka perdenin varlığını göz ardı edebilirler; ancak bu yapının öğelerini hesaba katmamak ellerinde değildir – çünkü bu yapı, oluşturduğu alt mekanlar ve ritimle oyuncuların bütün hareket olasılıklarını tayin eder. Cuckold’un böyle bir strüktür kullanıyor olması, beraberinde sadece belli bir teknikle yoğrulmuş bedenler değil aynı zamanda farklı bir kostüm kullanımını da zorunlu kılar. Bütün oyuncular tıpatıp işçi üniformalarına bürünmüşlerdir. Đşçilerin çalışmalarını daha etkin biçimlerde organize etmeye odaklı Taylorist yöntemlerden faydalanan biyomekanik prensipleri, işçinin ritmik, akıcı, doğru konumlandırılmış, üretken ve ekonomik hareket kalitesini hedef alır; düzen, kontrol, kesinlik ve kolektif uyum öngörür. Bedeni temelde bir makine olarak gören bu anlayışa göre işçi/oyuncu bir makine operatörüdür; hareketlerini sahne mekanı ve çevreleyen diğer figürlere göre koordine etmekle yükümlüdür. Bu anlayışla eğitilen oyuncu da, kısmen atlet, kısmen akrobat, kısmen ise bilişsel yetilerle donatılmış bir makine olarak çalışır. Hiçbir duygu sergilememekle yükümlü olan oyuncu, mekan içindeki pozisyonuna ilişkin daimi bir farkındalık geliştirmeye uğraşır. Bu sayede bir yandan dışarıdan kendisine dikte edilen işleri gerçekleştirirken, bir yandan da herhangi bir başka eylemi nötr bir biçimde yerine getirecek bir beden koordinasyonuna sahip olmayı hedefler. Popova’nın yeni bir oyunculuk stili gerektiren konstrüktivist sahnesi, aynı zamanda mekanizasyon prensipleri ile mükemmelleştirilmiş yeni bir insanın yaratılması fikrinin de çıkış noktasıdır. Yaşayan bir organizmanın iç yapısının teşhir edilmesini andıran bu yapı, derisi soyulmuş ama en önemli organik bileşenleri açıkta bırakılmış bir bedeni andırır. Oyuncuların hareketleri ile hayata geçen bu sette, eylem ve yapı birbirinden ayrılamaz gibidir. Enerji, çapraz kirişler ve düzlemler boyunca, oyuncuların performanslarının kaynağını oluşturur ve nabzını tutar. Yapının ortaya koyduğu enerji dinamiği, grafik saflık ve uyum da oyuncuların hareketlerinin plastiğinde açığa çıkar. Oyuncu ve set arasında hem fiziksel hem de kavramsal düzlemlerde işlemekte olan daimi etkileşim, daha sonraları konstrüktivist performansın temel prensiplerinden birisi olur. Makine-vari ritimler, hareket ekonomisi ve süsten arınmışlık, yeni yeni sanayileşmeye başlayan bir ülkenin çağdaşlık anlayışının da en karakteristik ifadelerinden birisi haline gelmiştir. Bu anlayışın farklı koreografik formlara taşınmış biçimlerine Alman Dışavurumculuğu’nda ve beraberinde gelen Ausdruckstanz akımında sıklıkla rastlanır. Çevresel faktörlere ve kuvvetlere aşırı bir duyarlılıkla çalışmaya başlayan beden, kendisinden daha üstün bir bütünün parçası haline gelir; onun genel dinamiği ve bütünlüğüne hizmet etmeye başlar. Setin kendisi mekanik bir bedene dönüşerek, bağımsız bir yeni evren olarak işlerken, oyuncunun organik-bedeni kendi içinde parçalanmaya ve dönüşmeye başlar. Cuckold’da örneklendiği haliyle bedenMEKAN, mekanın beden üzerinde öncelikli bir pozisyona sahip olduğu bir ilişki tipi sunar. Bu ilişki tipi, mekansal öğeler tarafından kurulan kavramsal/yapısal çerçeveye karşılık vermesi dayatılan, dönüşmüş bir beden talebinde bulunur. Sahne mekanı sadece bir art alan, bir zemin değil, performansın diğer bileşenlerini de yansıtan, yapılı bir çevre halini alır; varoluş koşulları yeniden tanımlanan bedenin işleyiş biçimlerinin gözlemlenebileceği, yeni bir bakı noktası sağlayan özerk bir dünya olarak çalışır. Bu ilişki tipinde beden, yeni çevrenin işleyişinde aktif bir rol alıyor olmasına rağmen, görece pasif bir pozisyon işgal eder. Mutlak ve totaliter bir düzen önerisi getiren yapılı çevre, çoğunlukla soyutlanmış bir figür olarak karşımıza çıkan bedeni dönüştürür ve onu yeni bir mekan için yeni bir beden olarak yeniden kurar. Bir başka bağlamda Schlemmer, Triadic Ballet isimli denemesinde benzeri arayışlara gider. Schlemmer’in insanı fiziksel kısıtlarından serbest kılmak ve hareket özgürlüğünü bir insanın yapabileceğinin ötesine genişletmek yolundaki bu çabalarına eşlik edenler arasında E.T.A. Hoffman ve Heinrich von Kleinst da vardır. Sonuç, yeni kalıbına uydurulan organizmanın yerini mekanik insan figürlerinin almasına kadar uzanır. Gordon Craig, oyuncusunun yerine sahneye cansız bir Ubermarionette yerleştirmesiyle, bu tip bir tiyatro önerisi getiren bir başka figürdür. En radikal şekliyle Bauhaus tarafından ortaya atılan bu olasılıklar, insan bedeninin kelimenin tam anlamıyla sahne mekanını terk ettiği, tamamı mekansal bileşenler olan formlar, renkler ve ışığın hareketi dışında başka hiçbir şeye yer vermeyen anlatı örüntülerine kadar uzanır. Dolayısıyla bedenMEKAN’ın yeni mekanı, ya bedenin otomatonlar ya da zeki makinelerle yer değiştirdiği mekanik ve yapay bir ortam olarak karşımıza çıkar ya da insan bedenini tamamen reddetmek yerine, ondan yeni ifade biçimleriyle donanmasını talep eder. 3. BEDENMEKAN: Dialoğa girilen bir partner olarak mekan Sahne sanatları yüzyıllar boyunca sahne mekanları ile anılagelmiştir – ki bu sahneler, sıklıkla proscenium tabir edilen kemerlerle süslenmiş Đtalyan kutu-sahne tipolojisinin örnekleridir ve zaman zaman kendileri birer sanat eserine dönüşürler. Ancak özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında, dans eden beden sokağa taşınmış ve modern dünyayı işgal etmenin yeni yollarını aramıştır. Bu yaklaşım zaman zaman pratik koşulların, zaman zaman ise estetik/politik tercihlerin sonucu olmuş, çoğunlukla kamusal kurumların ya halihazırda kullanılan ya da terk edilmiş binalarını kendisine mesken edinmiştir. Bu performansların temel eleştiri noktası, şehir mimarisini kat eden ve onunla doğrudan etkileşime giren bedenin hareketinde yatar: çağdaş/kapitalist metropol koşullarında yaşamanın beraberinde gelen değerlerin ve zaman-mekan kurgularının reddi. Roxanne Huilmand’in koreografisini yaptığı Muurwerk, bu yaklaşımın tipik örneklerinden birisini sergiler. Bir “kendisine yabancı olanla karşılaşma” anlatısı olarak gelişen tek kişilik bir performans olan Muurwerk’in ana karakteri bir yandan kendi kent deneyimini üretirken, aynı anda kendisini kurar. Burada söz konusu olan, yol, elektrik direği, kapı, kaldırım, duvar, pencere gibi farklı altmekanlar ve öğelerle girilen kısa süreli ilişkilerdir; dolayısıyla eser, mimari mekanla girilen ilişki itibariyle Hoppla ile benzerlikler taşır. Ancak burada bedenin mekanla ilişkisi görsel olmaktan çok fiziksel ve dokunsaldır. Dansçı, ilişkiye girdiği mikro-mekanlarla fiziksel anlamda temasa geçer. Ancak bu temas sırasında sokak mekanına “gerçek” karakteriyle yaklaşmaktansa, bir yapısal objeler koleksiyonu olarak bakmak gibi bir strateji takip eder. Dansçının bedeni başlangıçta, ağırlık merkeziyle başa çıkış biçimi ve duruşu itibariyle, tamamıyla mekan-bağımlı bir hareket rejimine talim eder. Eserin sonunda ise halen mekansal gerilimlere tabi olmakla birlikte, artık kendini fiziksel çevresinden koparabilir ve sokak mekanının hacmini daha serbest bir biçimde kullanabilir hale gelir. Kurulan anlatı bir bebeğin öğrenme sürecinin ara aşamalarını takip eder gibidir. Dans eden beden, bir şeyleri değiştirebilmek üzere, başka şeyleri referans noktası gibi çalışan sabitler olarak bırakır; bu sayede saçı ve kostümünden başlayarak, aşama aşama, önce kendisi sonra da çevresi üzerindeki kontrolünü artırır. Dolayısıyla tekrar unsuru, Hoppla’da kullanılış biçimine ek olarak, burada bir güvenlik ağı olarak çalışır çünkü dansçı, daimi bir “bedeninin sınırlarını test etme ve bu sınırları her seferinde biraz daha ileriye itme” süreci içindedir. Her aşamada, bedenin repertuarına yeni bir hareket katılır. Bu sayede bir yandan mekanın her bir parçası/köşesi ayrı ayrı tecrübe edilir ve birbirinin ardına dizilirken, bir yandan da bedenin çevresiyle temas biçimleri, bu temaslardan doğan bir hareket repertuarı ve dolayısıyla kendisi kurulur. Dansçı duvara sıçrar ve duvarın dikeyliğini deneyimler; kaldırıma çarpar ve “ön”ünün burada bittiğini kavrar; yere iner ve spirallerle yerden doğrulur. Yapılı çevresinin parçalarıyla denemelere girmek yoluyla çevresi ve bedeninin parçaları hakkında bilgi ve deneyim toplar, bunların her ikisini birden inşa eder. Başka bir şekilde söyleyecek olursak: Muurwerk mimari elemanlar arasındaki ilişkilere özgü bir potansiyelin açığa çıkarılması ve bu esnada bir anlatının kurulması çabasından ibarettir. Beden, bir mikro-mekanla (örneğin bir köşe ile) ilişkiye girer. Daha sonra başkalarına, örneğin bir pencereye ve sonra da kapıya yönelir. Bir yandan kendi doğrudan deneyimi sayesinde, mekanın farklı köşelerine göreli olarak belirginlik kazandırır ve bunları mercek altına yatırarak vurgular; öte yandan bu parçaları kendi aralarında organize eder. Bunları bir araya getiren ne yapısal ne de işlevsel bir mantıktır. Bu esnada açığa çıkan, bütüncül bir mekan algısından çok, parçalardan oluşan öznel bir mekan kurgusudur. Takip edilen güzergah daha çok bedenin kendi temas biçimleri ve hareket repertuarının sınırları dahilinde çalışır; ve bu esnada mekana yeni bir kimlik kazandırır. Mimari mekanı bir anlamda kucaklayan bu stratejiler, sürekliliği olmayan bir seri yüzey, sınır ve çizgiyi alarak bunları beden, mekan ve kostüm arasında bir seri karşılaşma olarak yeniden kurar. Mimari mekanın tekrara ve sabitlemeye dayalı düzeni, zaman ve mekanda merkezsizleştirilir ve başka bir düzlemde yeniden bir araya getirilir. Normal şartlarda sadece iki seri bina tarafından tarif edilen bir çizgi olarak soyutlanabilecek ve bütünlüklü bir biçimde kavranabilecek olan basit bir sokak mekanı, bir anda bir seri mikro-mekana ayrılır, parçalanır ve kullanıcısının yaşantısında yeniden üretilir. Muurwerk’in örneklediği haliyle BEDENMEKAN, beden ve mekan kategorilerinin birbirleri ile tam bir işbirliğine gittikleri ve böylece mutlak bir özerklik kazandıkları ilişki tipidir. Dolayısıyla söz konusu olan ne salt yeni bir beden talep eden bir mekan ne de mekanı salt kendi kinetik ilişkileriyle ören bir bedendir. Bunun yerine, beden ve mekan fiziksel bir düzlemde birlikte varolurlar – ki bu varoluş çoğu zaman somut, fiziksel temasa dayanır. Đlk bakışta, her iki kategorinin birden mutlak bir özerkliğe sahip olması önermesi paradoksal gözükür. Biliriz ki hareketine izin vermeyen bir mekan içinde bedenin hareket etmesi mümkün değildir ve tabiatına aykırıdır. Çünkü mekanın katılığı her zaman bedene belli seviyede bir kısıtlama getirir ve bunun beraberinde bir uyum gerektirir. Hareket edebilirliği ile beden, mekansal çevresine göre şekil alır. Burada kabulümüz, bedenin özerkliğinin mekan tarafından her zaman kısıtlanacak olduğunun ifşasına karşılık gelir. Örneğin, mekansal bir öğe olarak duvar sadece bedenin önünde bir engel teşkil etmekle kalmaz, aynı zamanda kavramsal düzlemde bir sabit olarak işler: duvar olmadan hareket, hareket olmadan duvar yoktur. Dans eden bedenin duvarla çarpışması, duvarın (sıçrama ya da çarpma gibi bir ilişkiye girilmesi gereken) bir engel olarak varolmasından çok, bedenin fiziksel anlamda kendini gerçeklemesi için somut bir mekansal sabit olarak duvarla yüzleşmesinin gerekliliğinden ileri gelir. Böylelikle BEDENMEKAN, bedenin fiziksel gücünün tamamıyla fiziksel anlamda mekanı tanımladığı ve yeniden organize ettiği, mekanın ise hareketi kavramsallaştırıp biçimlendirdiği bir ilişki olarak karşımıza çıkar. Seyirci olarak izlediğimiz, bedenin fizikselliğinde ve mekanda gerçeklik kazanan karşılıklı bağımlı bir hareket ilişkisidir. Bu yazıyı bitirirken dikkat çekilmesi gereken bir diğer nokta, bahsettiğimiz örneklerin hiçbirisinin temel hedef olarak belli bir ilişki tipini örneklemek gibi bir kaygıya sahip olmadıkları gerçeğidir. Bu örneklerin asıl yaptığı, farklı ilişki tiplerini bir o kadar farklı anlatılar kurmakta araç olarak kullanıyor olmalarıdır. Bu anlamda, bu örneklerin her biri hem gerçekleştirildikleri dönemler ve bağlamlar hem de öncelik tanıdıkları konular itibariyle ciddi farklılıklar ortaya koyar. Önemli olan her birinin, farklı derece ve vurgularla da olsa, beden ve mekan arasındaki karşılıklı bağımlı ilişkiye dikkatimizi çekiyor olması ve bu anlamda farklı tavırları ve ilişki tiplerini tartışmamıza olanak sağlayan birer zemin oluşturmasıdır.