Yıl: 8, Sayı: 31, Ekim - Aralık 2016 Yayın türü: Yerel süreli ( 3 ayda bir yayınlanır ) Editörden Değerli okuyucularımız merhaba, B u yılın son sayısında da yine sizlerle birlikteyiz. Öncelikle 15 Temmuz kanlı kalkışma olayına ayırdığımız özel sayımıza gösterdiğiniz ilgi için teşekkürlerimizi sunuyoruz. Olağanüstü şartlarda ve zaman darlığı nedeniyle sözkonusu sayıda yer alan bazı hatalar için siz okuyucularımızdan ve dergimiz yazarlarından bağışlanma diliyoruz. Sekiz yıldır aralıksız çıkarmayı sürdürdüğümüz dergimizde, derneğimizin kuruluş amaçlarını ilke edinen bir yayın çizgisi takip ettik, bundan sonra da öyle olacaktır. Hayatın her alanına dair konuları usta kalemlerin düşünceleriyle sizlere aktarmayı da Yeni Ufuklar Derneği’nin amaçları arasında görmekteyiz. Yeni sayımız bu ilke doğrultusunda yine ilginizi çekeceğini umduğumuz bir içeriğe sahip. Derneğimizin geçen dönem İstanbul Şube Başkanlığı görevini yürüten Prof. Dr. Yakup Çelik’in nefis üslubuyla kaleme aldığı edebiyatımızın köşetaşlarından Attilâ İlhan’a dair yazısı, bir geleneğin de başlangıcı olacak diye umuyoruz. Bundan böyle her sayı, bir usta edebiyatçımızın hayatı, sanat anlayışı, eserleri ve toplumdaki etkilerini konu alan yazıları paylaşmayı kararlaştırdık. İlki, Attilâ İlhan... Prof. Dr. Yakup Çelik’in kaleme aldığı yazıyı okuyunca bize hak vereceğinizi düşünüyor ve Sayın Çelik’e hem dernek yönetimindeki hizmetleri hem de yazısı için bir kez daha teşekkür ediyoruz. Dedik ki hayatın her alanı ve özellikle de düşünce... Sayfalarımıza konuk ettiğimiz düşünce hayatımızın önemli sîmalarından biri olan Prof. Dr. Şahin Uçar ile Rus edebiyatının unutulmaz kalemi Lev Tolstoy üzerinden bir fikir turuna çıkalım istedik. Uçar, Prof. Dr. Numan Konuk’un gerçekleştirdiği röportajda ‘insan’, ‘varlık’, ‘sistem’, ‘ölüm’ başta olmak üzere, varoluş tarihimizin kadim sorularına ilişkin düşündürücü anlatımı ile bizlere yeni kapılar aralıyor. Türkiye gibi kaderi jeopolitiği ile doğrudan bağlantılı ülkelerin en çetrefilli konularından biri de doğal olarak dışpolitika. Nitekim çok ciddi risklerin yaşandığı bölgemizde hararet iyiden iyiye yükselmiş durumda. Bu minvalde, Jeopolitikçi -Stratejist Aydın Çetiner, Dr. Nejat Tarakçı ve Dr. Aslan Yaman’ın hem bölgemizde hem de dünyada olup bitenlere dair yazı ve çevirileri okurlarımıza farklı bir açıdan gözlem imkânı sunuyor. Naif kalemleriyle, zarif üsluplarıyla bizlere hayata hoş bakmayı, olanla yetinmeyi öğütleyen iki usta kalem H. Neşe Koçak ve Kudret Altun son sayımızın iki önemli ismi. Detaycı bakışları ve özgün anlatımlarıyla Koçak ve Altun’un dergimize renk kattıkları inancındayız. Yurdalgül Konuk’un da yazılarıyla yeniden aramızda olduğunu müjdelerken, kendisine ‘hoşgeldiniz’ diyoruz. Doç. Dr. Mustafa Aksoy’un kültürümüzün izlerini sürdüğü, geniş bir coğrafyayı kapsayan gezilerinden tadımlık bir metin ve görselleri de 31. sayımızın sayfalarında ağırlıyoruz. “Yok olan meslekler, son ustalar” başlığı altında derlediğimiz nostaljik turda fotoğraf tutkunu dostların katkılarına da değinmeden geçemeyeceğiz. Değerli çalışmalarıyla dergimize katkı sunma nezaketini gösteren Enver Manço, Deniz Senyeşil, Oğuz Arat, Ali Başarır ve Bilal Akar beylere teşekkürlerimizi sunuyoruz. Esen kalınız... Dr. Zekeriya Kökrek YENİ UFUKLAR DERNEĞİ adına imtiyaz sahibi: Prof. Dr. Mustafa Argunşah Genel Yayın Müdürü: Dr. Zekeriya Kökrek Yayın Koordinatörü: Doç. Dr. Mustafa Aksoy Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Zekeriya Muhiddin Arık Yayın Kurulu Prof. Dr. Mustafa Argunşah, Prof. Dr. Yakup Çelik, Prof. Dr. Gökhan Antalya, Doç. Dr. Mustafa Aksoy, Dr. Zekeriya Kökrek Tasarım A.Kadir Karataş Reklam Türkiye Yeni Ufuklar Reklam Rezervasyon 0212 230 86 59 Baskı Yek Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti. Matbaa Sertifika No: 32287 100. Yıl Mah. Mat.Sit. Matbaacılar Sitesi. 4. Cad. No: 122 34204 Bağcılar/İST. Tel: 0212 430 50 00 Yönetim Yeri Merkez Mah. Abide-i Hürriyet Cad. Yonca Apt. 148 Kat: 3 Daire: 8 Şişli - İstanbul 0212 230 86 59 - 230 94 43 bilgi@yeniufuklaristanbul.org Kayseri İletişim Cumhuriyet Mah. Tennuri Sok. (Tennuri Geçidi) Hüsrevoğlu Kardeşler İşhanı No: 20/3 Melikgazi - Kayseri Tel: 0352 221 30 60 (3 hat) kayseriyeniufuklardernegi@gmail.com Türkiye Yeni Ufuklar, T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Dergide yayınlanan yazı, fotoğraf ve haberlerin her hakkı saklıdır. İzinsiz kullanılamaz. İmzalı yazılardaki ifadeler yazarlarına aittir. sayfa Edebiyat 04 kültür Gezi 48 içi n de k i l er KAPAK 30 ABD Ankara’daki Adamını Kaybediyor 04 Attilâ İlhan’a Yeniden Bakmak 32 İsrail-Türkiye Anlaşmasının Jeopolitik Şifreleri Prof. Dr. Yakup Çelik RÖPORTAJ 08 Prof. Dr. Şahin Uçar: Hiçbir şeyi olmayan insanlığın arama arayışı da yok... Prof. Dr. Numan Konuk etkinlik 20 Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu 2015-2016 Dil Ödülü Codex Cumanicus’a verildi. Dr. Aslan Yaman Dr. Nejat Tarakçı DENEME 22 Sahafın Eşiğinde Yurdagül Konuk 36 Derviş Ağa Kudret Altun STRATEJİ 52Bahçede 26 Soft Power (Yumuşak Güç) Aydın Çetiner H. Neşe Koçak DÜŞÜNCE 40 Küreselleşme ve İslam’ı Yeniden sayfa 64 Belgesel sayfa 56 Fotoğraf EKİ M - KASI M - AR ALI K 2 01 6 Düşünmek Prof. Dr. Hasan Onat 44 Karacaoğlan’ın Torunu: Mehmet Zeki Akdağ 70 Kitap Tanıtımı: Tarihsel Bunalım ve İnsan, Ortega y Gasset / Ölümcül Kimlikler, Amin Maalouf Anuş Gökce Bayram Akcan S. Orhun Altıparmak 48 Doğu Anadolu, Nahçıvan ve Tebriz’de Saha Araştırmaları 66 Bir Barış Filmi: İnsanları İnsanlığa Çağıranlar 68 Okulun İlk Günleri Doç. Dr. Mustafa Aksoy eğitim ENERJİ 54 Enerji Arz Güvenliği ve Tehdit Altındaki Ağırlık Merkezlerimiz spor Dursun Yıldız kültür - sanat 56 Fotoğraf Tutkunlarının Gözünden Son Meslekler 64 “Kuzeydeki Yavru Vatan Kırım” Okuyucuyla buluştu Arş. Gör. Hilal İlknur Tunçeli 72 Bişkek’te Türk Sporları Sempozyumu Ahmet Tüzün 78 Atın İnsan Ruhuna Dokunuşu Lale Özen MAKALE Attilâ İlhan’a Yeniden Bakmak Ö Yakup ÇELİK* Duvar’ı oluşturan şiirlerin kaleme alınmaları ile Sisler Bulvarı’nın yayınlandığı, daha doğrusu sosyal realizm düşüncesinin ortaya konduğu dönemde Attilâ İlhan; toplumsal mesajda heyecanı ön plana çıkaran bir şairdir. Yani estetik tavır heyecanla şekillenmiştir. Duvar’daki Gavurdağları’ndan Rivayet bölümünde, memleketimizin bir bölgesindeki bağımsızlık mücadelesi, o bölge insanının gerçekliği gözler önüne serilerek destanlaştırılmıştır. lümünün üzerinden 11 yıl geçti. Birçok şair ve yazar ölümünden birkaç yıl sonra unutuluverir. Şiirleri ve romanları okunmaz, tek tük kaleme aldığı düşünce yazıları da geçerliliğini kaybeder. Ancak Attilâ İlhan, öyle sanıyorum ki gün geçtikçe değerini artıracak bir şair, yazar, eleştirmen, düşünce adamıdır. Gençler şiirlerini, aydınlar ve halk romanlarını ve düşünce yazılarını okumaya, eskisinden çok daha fazla devam ediyor. Attilâ İlhan, İzmir’in Menemen ilçesinde Gürün’lü (Bedri Bey) bir baba ile Menemenli eşraftan aile kızının (Perihan Memnune Hanım) çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Kökeninde Anadolu olan bir baba ile nispeten Batılı diyebileceğimiz bir annenin çocuğu olarak. Ancak yetişmesinde yalnızca bunlar etkili değildir. Zekiye Nine’nin masalları ve Bahri amcasının türküleri, Batılı bir yaşama tarzının içerisine Anadolu serpintileri olarak yerleşir ve ömrü boyunca çıkmaz. Bir bakıma, daha sonra elde edeceği modern kültürün kökenine henüz çocukluktan itibaren geleneksel olan yerleşir. Küçük yaşlardan itibaren inanılmaz okuma faaliyetlerinde bulunur. Bir taraftan Necip Fazıl, Faruk Nafiz Çamlıbel, Mehmet Akif okurken diğer taraftan Jules Verne gibi macera ve bilim kurgu ile dünyaya bakışını farklı ve meraklı bir çocuk ekseninde geliştirir. Bu nedenle çocukluğundan itibaren hep astronot olma merakı dikkati çeker. Henüz ortaokulda iken kaleme aldığı “Merih’e Seyahat” adlı roman ‘meraklı ve zeki’ çocuğun işaretleridir. Bu farklılığı, hiç eksilmeden, ölümüne kadar devam eder. Şair Attilâ İlhan *Prof. Dr. , Yıldız Teknik Üniversitesi 4 Attilâ İlhan’ı ortalama okuyucular öncelikle şairliği çevresinde tanır ve sever. İlk şiirini 1941’de yayımlayan Attilâ İlhan’ın şiir serüveni, 50 yılı aşkın süre içerisinde farklı arayışlar çerçevesinde gelişir. Bu gelişme çizgisinin birinci aşaması 1941 ilâ 1954 arasıdır. Yani Duvar’ın oluşumundan Sisler Bulvarı’na kadar olan dönemdir. İkincisi, Sisler Bulvarı ile Yasak Sevişmek (1955-1968) arasıdır. Yasak Sevişmek’ten ölüm tarihi 2005’e kadar yazdıkları da şiirinin üçüncü aşamasıdır. Duvar’ı oluşturan şiirlerin kaleme alınmaları ile Sisler Bulvarı’nın yayınlandığı, daha doğrusu sosyal realizm düşüncesinin ortaya konduğu dönemde Attilâ İlhan; toplumsal mesajda heyecanı ön plana çıkaran bir şairdir. Yani estetik tavır heyecanla şekillenmiştir. Duvar’daki Gavurdağları’ndan Rivayet bölümünde, memleketimizin bir bölgesindeki bağımsızlık mücadelesi, o bölge insanının gerçekliği gözler önüne serilerek destanlaştırılmıştır. Yine bir destan denemesi olan Şafak Vakti Dünya’da ise, “ben”in toplumcu kimliği heyecanıyla ve duyumlarıyla birleşerek destanı yapar. Hürriyet Yürüyor, Karanlıkta Kaynak Yapan Adam ve Harb Kaldırımında Aşk bölümlerinde; toplumcu gerçekçi çizgi «ben”in düşünceleri çevresinde verilir. Ön planda «ben” değil, “ben”in düşünceleri çevresinde dile getirilen toplumsal mesajlardır. Fakat toplumsal mesajların sunulmasında, toplumcu gerçekçi şiir anlayışına uygun olarak şiirsel olandan vazgeçilmemiştir. Halk şiiri kaynaklarından yararlanma ve mesajı bu anlatımla ahenkli kılma arzusu da bu dönem şiirlerinin ortak özelliğidir. Duvar’daki şiirlerde, toplumcu düşüncelerin estetik süzgeçten geçirilerek sunulmasında bilinçli bir tercihin varlığını iddia etmek oldukça zordur. Denilebilir ki Attilâ İlhan, biraz etkisi altında kaldığı şairlerin, biraz da sezgilerinin yardımıyla bu çizgiyi yakalamıştır. Bu toplumcu çizgi Sisler Bulvarı’nın Yeraltı Ordusu, Bursa’dan Yaylımateş, Barakmuslu Mezarlığı; Yağmur Kaçağı’nın Acı Ninni bölümlerine kadar sürer. Adı geçen bölümlerdeki şiirlerde, halk şiiri kaynaklarından yararlanma, köy hayatı, “ben”e ait heyecan ve toplumsal mesajların ön plana çıkması, bizi bu bağlantıyı kurmaya yöneltmiştir. Ben Sana Mecburum’un Memleket Havası şiirleri de, Anadolu gerçeğine temas etmesi, halk şiiri kaynaklarına başvurması ve Anadolu’dan insan manzaralarını sunması bakımından Gavurdağları’ndan Rivayet bölümüne bağlanabilir. Yeni Ufuklar, sayı 23 31 MAKALE Attilâ İlhan, bu dönemde kaleme aldığı, özellikle halk edebiyatı etkisinin belirginleştiği şiirlerde, anlattığı konuya uygun bir anlatım tarzını seçer. Şiire konu seçtiği insanı; dili, zevkleri ve yaşama tarzları ile birlikte ele alır. Şiirde köy insanı veya köy hayatı anlatıyorsa, o konuya uygun bölge ağzını kullanır. Toplumcu gerçekçi şiir anlayışı, Sisler Bulvarı ile birlikte değişik bir yapıya kavuşur. Attilâ İlhan’ın kendine has şiir çizgisi de böylece ortaya çıkmış olur. Sisler Bulvarı ile Yasak Sevişmek çizgisinde büyük şehir yaşantısı içerisindeki ferdin aşkları, isyanları, toplumcu mücadeleden ve büyük şehir hayatının karanlık yaşayışından kaynaklanan gerilimleri söz konusudur. Bu dönemdeki şiirlerde, daha doğrusu “ben”in ön planda olduğu şiirlerde, toplumcu gerçekçi düşünce, imgeler yumağı içerisinde, ferdin yaşadıklarının arkasında sezdirilir. Yani bu defa estetik süzgeç “ben”dir. Bu safhanın ilk şiirleri Sisler Bulvarı’nın Başka Yerde Olmak ve Kaptan bölümlerindedir. Yağmur Kaçağı’nda bu çizgiyi Fabrika Durağı ve Bulvardia bölümleri devam ettirir. Aynı çizgi, Ben Sana Mecburum’un Askıda Yaşamak ve Tension a Smyrne’de şiir bölümlerinde büyük şehir hayatının (İstanbul ve İzmir) sunduğu gerilim “ben”in yaşadıkları çevresinde estetik süzgeçten geçirilerek yansıtılır. Belâ Çiçeği›nin, Türkiye’nin eğlence merkezi Beyoğlu’nun şiir formu içerisinde bütün gerçekliğiyle dikkatlere sunulduğu Belâ Çiçeği ve Cinnet Çarşısı bölümlerinde de yine “ben” vardır. XX. yüzyıl insanının büyük şehirde yaşadıklarıyla birlikte. 1968 sonrasında Attilâ İlhan, şirini form ve söyleyiş çerçevesinde yeni arayışlarla kaleme alır. Artık duygu yoğunluğunun yerini sanat hünerleri, şairlik yetenekleri almaya başlamıştır. Bir tarafta hatıraları, geçmişte yaşanan tutuklanmaları, gerilimleri gözden geçirme, böylece toplumsal problemleri sezdirme; bir tarafta insan hayatını ve tabiatı sorgulama, hayatın anlamını araştırma söz konusudur. Yine bu dönem şiirlerinde cinselliği ‘bireysel diyalektik’in bir parçası sayma ve cinsel çelişkileri konu almak ile tarihin yeniden yorumlanması demek olan tarihsel dönemlerin şiir sentezi içerisinde sunma gayretleri dikkati çeker. Ayrıca gazeteciliğin verdiği tecrübeyle şiire, teleks haberlerinin faklı yapısını (Tutuklunun Günlüğü-Teleks) katmıştır. Attilâ İlhan Tutuklunun Günlü- ğü’ndeki Zincirleme Rubailer ile tabiatı ve zamanı yorumlamaya, insanın tabiat içerisindeki yerini araştırmaya başlar. Bu, ölüme yaklaşmış veya ölümü hissetmeye başlamış “ben”in, kendini yeniden tanımlaması ya da metafiziğin “ben”i etkisi altına alması şeklinde yorumlanabilir. Aynı şiir damarını Böyle Bir Sevmek’te Gözlüklü Hamdi’nin Notları, Elde Var Hüzün’de Rubaiyat, Korkunun Krallığı’nda Yalnızgezerin Notları, hattâ Ayrılık Sevdâya Dâhil’in Şairin Not Defteri bölümlerinde izlemek mümkündür. Bunlara divan şiiri etkisiyle yazılmış Elde Var Hüzün, Korkunun Krallığı ve Ayrılık Sevdâya Dâhil’de bulunan Serbest Gazeller adlı bölümleri de ekleyebiliriz. Attilâ İlhan’ın şiirlerindeki önemli bir farklılık da tarihsel dönemlerin şiir formu içerisinde yeniden yorumlanmasıdır. Bu tarz şiirlerin ilkini Gavurdağları’ndan Rivayet olarak kabul edebiliriz. İkinci Dünya Savaşı destanı olma gayesiyle kaleme alınmış olan Şafak Vakti Dünya ve onun devamı olan Yeraltı Ordusu’nda; duyumlar çevresinde, İkinci Dünya Savaşı’nın insanlarda meydana getirdiği çöküntü sezdirilir. Ben Sana Mecburum’un Cehennem Dairesi bölümünde ise çağrışımlar vasıta- 5 MAKALE İlk roman Bıçağın Ucu’nda Demokrat Parti-Menderes Dönemi; intihar girişiminde bulunan Suat-Yüzbaşı Demir ve Miralay Ferit çevresinde anlatılır. Sırtlan Payı’nda, Mütareke ve Kurtuluş Savaşı yılları ile 27 Mayıs Devrimi’nin hemen sonrasındaki dönem vardır. Döneme Miralay Ferit’in anıları hareket noktası alınarak girilir. sıyla tarihsel gezinti; Yasak Sevişmek’in Şehnâz Faslı bölümündeki Eski Rumeli, Hasköy Bahriye Kahvesi, Bir Özge Muammer Bey serilerinde, Türk milletinin Balkan Savaşı yıllarından itibaren yaşadığı acılı dönem işlenmiştir. Yasak Sevişmek’teki Ç Koçaklaması da, Türk tarihinin belirli dönemlerini, o dönemlere uygun nazım şekilleri içerisinde konu almaktadır. Elde Var Hüzün’ün Drang Nach Osten, Ayrılık Sevdâya Dâhil’in O Hangi Zamandı şiirlerinde de Türk ve Dünya tarihinin (Rusya – Sultan Galiyev) çeşitli dönemleri gözden geçirilir ve yeniden yorumlanır. Attilâ İlhan, Ben Sana Mecburum’un Cehennem Dairesi bölümüyle başlayan, divan şiiri kaynaklarından nazım şekli ve ses açısından yararlanma işini son şiir kitabı Kimi Sevsem Sensin’e dek sürdürür. Divan şiirine ait ilk önemli denemeler Belâ Çiçeği›nin Mahur Sevişmek adlı bölümündedir. Yasak Sevişmek’le birlikte şarkı, kaside ve gazel formlarından yararlanmalar dikkati çeker. Bu nazım şekillerinin seçilmesinde, hem konunun tarihin belli bir dönemini ele almasının hem de şiirde mesajın gizlenmesinin payı vardır. Divan şiiri kaynaklarından yararlanma, Elde Var Hüzün’le birlikte kesik mısralı yapı içerisinde gerçekleştirilir. Kesik mısralı şiirlerin şekli üzerinde yapılacak düzenlemelerle, divan edebiyatına ait formlara ulaşılması da dikkat çekicidir. Şiirinde çok boyutlu arayışlara yönelen Attilâ İlhan; şiirsel zenginliği, hem dil, hem de imge seviyesinde kendi sistemi içerisinde oluşturabilmiş nadir şairlerdendir. Romancı Attilâ İlhan Attilâ İlhan’ın ilk romanları Sokaktaki Adam ve Zenciler Birbirine Benzemez; Kaptan, Başka Yerde Olmak, Fabrika Durağı, Askıda Yaşamak şiirlerindeki “ben’in roman kahramanı (Hasan – Mehmet Ali) olarak düzenlenmiş hâlidir denilebilir. Korku, arayış ve gerilim içerisindeki insanın İstanbul – Paris ikileminde yaşadığı imkânsız aşkların ve maceraların yansıması. Cinayet, gazetecilik ve aydın probleminin Mahmut Ersoy ve Gazeteci Ümit gibi roman kahramanları çevresinde kurgulandığı Kurtlar Sofrası; iktisadî hayatın, eğlence ve düşünce dünyasının karşı karşıya getirildiği bir çerçevedir. Bu roman, Attilâ İlhan ile bütünleşecek Aynanın İçindekiler’e zemin hazırlaması bakımından son derece önemlidir. Aynanın İçindekiler roman dizisinde Türkiye’nin 20. yüzyıldaki toplumsaltarihsel macerası sorgulanır. Bu roman dizisindeki kahramanların bir kısmı dizi boyunca varlığını devam ettiririr. Demir, Ferit, Gazeteci Ümit, Suat gibi. Bu roman dizisini oluşturan altı kitap, yakın tarihimizin 1906–1960 yılları arasında kalan dönemindeki olayları konu edinir. İlk roman Bıçağın Ucu’nda Demokrat Parti-Menderes Dönemi; intihar girişiminde bulunan Suat-Yüzbaşı Demir ve Miralay Ferit çevresinde anlatılır. Sırtlan Payı’nda, Mütareke ve Kurtuluş Savaşı yılları ile 27 Mayıs Devrimi’nin hemen sonrasındaki dönem vardır. Döneme Miralay Ferit’in anıları hareket noktası alınarak girilir. 1919 Mayıs’ından 1960 Ağustos’una kadar. Bir askerin yaklaşık Türkiye’nin kırk yılına ait sorgulamaları da diyebiliriz romanda anlatılanlara. 6 Yeni Ufuklar, sayı 31 MAKALE Yaraya Tuz Basmak’ta, Kore savaşı ve Nato’ya girişimiz ile 27 Mayıs 1960 sonrasındaki kadro meselesi işlenmiştir. Yassıada duruşmaları, ihtilal sonrası askerî çevrelerde yaşananlar, Binbaşı Demir ekseninde okuyucuya aktarılır. Dersaadet’te Sabah Ezanları romanında ise Münif Sabri – Neveser ve Bacaksız Abdi tipleri çevresinde, İttihat ve Terakki öncesi ve sonrasındaki oluşumlar, Anadolu’da filizlenen Milli Mücadele dönemine kadar gelir. Burada ezan sesinin Milli Mücadeledeki simgesel rolü, inançla şekillenmiş bir kurtuluşun hikâyesini naklettiğinin göstergesidir. O Karanlıkta Biz romanında; II. Dünya Savaşı’nın dışında kalmak isteyen Türkiye’nin bu uğurda harcadığı çaba ve izlediği denge politikası anlatılır. Dersaadet’te Sabah Ezanları’ndaki kimi kişilerin (Ahmet Ziya, Mizrahiler) varlıklarını sürdürdüğü bu romanda “Donanma Olayı” ve “Karartma Geceleri” gibi bir döneme damga vuran siyasal ayrıntıların işlendiğini de görmekteyiz. Aynanın İçindekiler serisinin son romanı olan Reis Paşa – Allah’ın Süngüleri, “İstanbul’daki ezan sesi”nin Anadolu’ya dalga dalga gelişidir. Roman, Milli Mücadele’de Gazi Mustafa Kemal’in verdiği mücadeleyi konu alır. Attilâ İlhan’ın diğer iki romanından Fena Halde Leman’da, Leman Korkut’un İzmirli sermaye sahipleriyle ilişkileri ve lezbiyenlik meselesi; Haco Hanım Vay’da ise Şam Defterdarı Feridun Hakkı’nın eşi Haco Hanım’ın yine eşcinsel ilişkileri ele alınır. Attilâ İlhan bu iki romanında kurguladığı problemleri Hangi Seks ve Yanlış Kadınlar Yanlış Erkekler araştırma kitaplarında ayrıntılı olarak araştırmacı kimliğini de ispatlayarak dile getirmektedir. Düşünce Adamı Attilâ İlhan Attilâ İlhan, kültürün bir milletin varlığındaki önemini ve hassasiyetini 1951 yılında Fransa’da görmüş ve bunu “Türk şiirinin bileşenleri arama” yolunda çabalarıyla kendisine dert edinmiş bir aydındır. Kültür tanımını “evrensel” ve “ulusal” başlıkları üzerinden yapar. Evrensel kültürü “Yahudi/Hristiyan tabanlı batılı emperyalizmin, dünyaya evrensel diye cebren ve hile ile kabul ettirmeye uğ- raştığı, Yunan/Latin kökenli batı kültürü-kendi kültürü” (Ulusal Kültür Savaşı, İstanbul 1986, s.11) olarak değerlendirir. Kültür emperyalizminin işte bu noktadan başladığını belirtir. Attilâ İlhan Batı toplumlarının medeniyet adı altında kendi kültürlerini Osmanlı toprağına taşıdığını, böylece etki altına aldıkları milleti, kendine özgü geçmiş değerlerinden uzaklaştırdığını açıklar. Batı’nın, Yahudi/Hristiyan tabanlı kültür dairelerinin etkisi altına girmeyecek toplumların da ulusal kültür bileşimini gerçekleştirmelerini engelleme politikasından söz eder. Bunu da “ulusal nüfuz politikası” ve “emperyalist yayılma planları” (s.13) için zorunlu gördükleri düşüncesindedir. Attilâ İlhan, asıl tehlikenin kültürel aşamadan sonra gerçekleştiğini bildirir. Batılı emperyalizmin ikinci işi bir “işbirlikçi” kesim oluşturmaktır. Emperyalizmin etkisi altına giren ülkelerde yaptıkları ikinci iş, isteklerinin gerçekleştirilebilmesinde kendilerine yardımcı olabilecek bir “işbirlikçi” kesimi oluşturmaktır. Emperyalizmin girdiği ülkelerde “işbirlikçi” kesimin iki katmandan, burjuva ve aydından oluştuğu düşüncesinde olan İlhan, bu işbirlikçilerin kültürel bileşimini gerçekleştirememiş ülkelerde hazır olduğunu da belirtir. (Geniş bilgi için bakınız: Ulusal Kültür Sentezi, İstanbul 1986). Attilâ İlhan, “Hangi” serisi kitaplarında muhafakâr düşüncenin, ülkemizdeki solun, batı algısının ve batı gerçeklerinin, küreselleşmenin boyutlarında farkındalıklarını, araştırmalarını ve sezgilerini ortaya koyar. Adı geçen kavramların ve düşünce hareketlerinin en ihtişamlı zamanlarında yapılan eleştiriler ve uyarılar; yıllar sonra “şair”in haklılığını ortaya koymuştur. Attilâ İlhan, kültürün bir milletin varlığındaki önemini ve hassasiyetini 1951 yılında Fransa’da görmüş ve bunu “Türk şiirinin bileşenleri arama” yolunda çabalarıyla kendisine dert edinmiş bir aydındır. O; İnce bir seziş, zekice bir bakış ve dikkatli bir muhakeme ile tarih ile hâl arasında kurulan irtibatlarla yaşadığı zaman dilimine bakmış ve hep haklı çıkmıştır. Attilâ İlhan’a tekrar tekrar dönüşün temelinde bu ince sezgi yeteneğinin bulunduğunu düşünüyorum. 7 RÖPORTAJ Prof. Dr. Şahin UÇAR: Hiçbir şeyi olmayan insanlığın arama arayışı da yok... Röportaj: Numan KONUK* İstanbul’un tarihî semti Samatya’da buluyoruz Şahin Uçar’ı. Konu insanlığın ahvaline geliyor. Bir tasvir istiyoruz Hoca’dan. Tarih, felsefe, sanat, tarih felsefesi, ilim diye sayıp sıraladığı hikmetin direklerinden… Hem sanatkâr vasfı hem kendine mahsus tarih felsefesi ile etkilendiği Tolstoy şimdi yaşasa ne derdi acaba? Söz kendi akışını belirliyor… Prof. Dr. * 8 M arx’ın kendi tarih felsefesini hayata tatbik etmesi bakımından diğer felsefi görüşlerden farklılaştığını ifade etmiştiniz. Bu çerçevede Tolstoy’un görüşlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Tolstoy’un tarzı bu şekilde. Herkes kendi ihtiyacını kendi üretsin. Ayakkabısını bile kendi yapsın. O da oturup kendi yapıyor ayakkabısını, bilmem köylü kıyafetini… Otursun, bir toprak parçasını eksin, biçsin mujikler gibi… Efendim iyi de, bu birkaç kişinin yapması mümkün olan bir şey de, dünya çapında uygulanması mümkün olan bir şey değil yani. Gençlik ve yabancılaşma diye bir makalemde de söylemiştim gerçi. Tolstoy böyle şeyler söyler ama alienasyondan (yabancılaşmadan) kurtulmak için emeğin yabancılaşmasını önlemek lazım, başka türlü olmaz. O konuda Marx haklı. Çünkü o zaman medeniyeti de reddetmek zorunda kalırsın. İptidai hayata dönmek mi? Nasıl döneceksin? Hadi diyelim ki kabul ettik. Peki. Tolstoy Abinin dediği gibi olsun. Biz bu sanayiden de vazgeçtik. Ziraat şartlarına döneceğiz. Ee tamam, güzel… Yeryüzünde bir gün elektriği kes, hayat durur öyle değil mi? Sanayi dediğin şeyin o kadar içindeyiz ki… Öyle bakınca Marksizm de başarısızlıkla sonuçlandı… Hayata tatbik edilebilir bir vizyon, insanlığın şimdiki me- Yeni Ufuklar, sayı 31 RÖPORTAJ mesela. Bunu Osmanlı da yaptı. Müesseseler kuruyor. Tolstoy’un Hristiyanlığa karşı çıkışı müesses oluşuna mı, dinin özüne mi idi? Dinin özüne karşı çıkmıyor. Zaten Tolstoy dindar. Hatta belki bir açıdan aşırı derecede dindar. “Tanrı insanları yarattı, şeytan da kurumları…” anlayışından bir itiraz da o zaman sizin devlete karşı duruşunuz? Kurumsallaşmış hali ile modern insanın ihtiyaçlarına hitap etmiyor eski kurumlar? Din gibi, devlet gibi… Sisler içinde bir durum Evet tabi. Bir kere varlığı lüzumsuz? Niye var ki? He şundan dolayı var; işte ziraat başladı, ziraat başlayınca yerleşik hayat başladı, yerleşik hayat başlayınca da hem mülkiyet problemleri başladı hem büyük çapta organizasyonlar, sulama kanalları falan gibi şeyler gerekti. İnsanlar yavaş yavaş devleti bir şekilde inşa ettiler. Orası da sisler içinde bir durum. Tam manasıyla doğru değil. Tahminlerini konuşuyor tarihçiler orada. Efendim sonuç olarak büyük çapta topluluklar olarak bir arada yaşayınca bazı mecburiyetlerden ister istemez düzen teşkil edecek bir şey lazım oluyor. Bir defa eski insan toplulukları ailesi ile dağda, bayırda gezip, avlanıp, yenebilecek nesneleri toplayıp yiyen avcı-toplayıcı bir insan nesli değil mi? Ama şimdi yerleşince toprak benim diyor. “Şu arazi şuradan şuraya kadar…” Mülkiyet ortaya çıkıyor… selelerine hitap eden....? Sanayiyi bırakıp tarım toplumuna dönmek de benzer biçimde sonuçsuz mu kalacak…? Evet… Kim kabul edecek? Sen şimdi diyorsun ki devlet kötü bir şeydir. Böyle olur sanıyorsun. Adam diyor ki devletsiz olmaz! Sen şimdi diyorsun ki, yahu arkadaş insanlık yeryüzünde 250 bin senedir yaşıyor bunun 240 bin senesini hatta 245 bin senesini devletsiz yaşadı. Son 5-6 bin senenin eseridir devlet. Medeniyetle birlikte başlamaz. Biraz daha sonra, şehirleşme başlar, arkasından yavaş yavaş devlet çıkar. Ee neyse… Halen de yeryüzünde devletsiz yaşayan sayısız kavim var. Siz incelemiyorsunuz, farkında da değilsiniz. Küçük küçük kavimler var. Uganda’daki ormanlarda yaşayan pigmelerin devleti mi var? Devlet mi tanıyorlar? Devlet diye bir şeyden haberleri mi var hatta? Amazonlar’da, Asya’da böyle yüzlerce iptidai kültür var. Yani insan toplulukları küçük topluluklar olmak kaydıyla pek âlâ devletsiz de yaşıyor. Ezelden beri. Din mi yoksa devlet mi daha eski bir kurum hocam? Din daha eski, 50 bin yıllık, Şamanizm diye başlarsan. Dinle devlet kavga ederse devlet kaybediyor. Hep tarihte olan o. Ama devlet dini ehlileştiriyor. Bizans’tan itibaren Bazı büyük teşebbüsleri korumak için devlet gerekiyor. İdareciler olacak, vergi gibi bir sürü şey çıkıyor. Zamanla olmuş şeyler… Ee tabi durum böyle olunca sömürgecilik devirleri, ondan sonra da beraber kapitalizm, ardından da sanayi doğuyor. Sanayileşme zaten her şeyi değiştiriyor. Şimdi de sanayiyi falan aştık. Tamamen sanal bir dünyada yaşıyoruz. Artık ne önemi var araba fabrikası yapmanın… Ağır sanayi kurmanın bir önemi kalmadı. Sonuçta sanal bir sermaye, sanal bir dünya var. Bilgisayarlarla, telefonlarla bambaşka bir şeye dönüşüyor dünya şimdi. Dönüşüyor da, bu durum kendi problemlerini beraberinde getiriyor… ‘Alienasyon’un belki had safhası… Gittikçe de artacak. Bak sanal realite diye bir şey var. Gözlüğü takıyorsun istediğin hayatı yaşıyorsun. İstersen uçuyorsun, istersen Brigitte Bardot ile zaman geçiriyorsun, istersen Hindistan’a gitmene gerek yok, Tac Mahal’i dolaşıyorsun, bilmem ne. İş bu safhaya gelmedi, geldiyse de yaygın değil en azından. Bu dereceye geldiği vakit insanlar birbirleriyle münasebetlerini dahi kesmek isteyecekler. Daha şimdiden kimse kimseye zaman ayırmıyor. Konuşurken bile herkes telefonlarına bakıyor değil mi? ‘Suretler’ diye filmi bile yapılmıştı böyle, bir hayatı tasvir eden… Evet. Kendisi makineye bağlı evinde yatıyor… Yani giderek faaliyetlerimizin neticesinde hayatı imkânsız hale getiren bir faaliyet tarzı içine giriyoruz. Giderek öyle bir 9 RÖPORTAJ KİTAP faaliyet tarzını seçiyoruz ki bir adamın bir şekilde intihar etmesi gibi. İnsanlık intihar ediyor, farkında da değil. Yapabileceği bir şey de yok. Şimdi sen bu yemeği yedin mi, affedersin çıkarmaya da mecbursun. Yani tükettiğin kadar da kirleteceksin. Bu önemli değildi eskiden. Nüfus azdı. Eski devirler için neler söylemişler… “Çin’in toprağı insan gübresinden yapılma” derlerdi çok kalabalık olduğu için. Böyle bir atasözü var Çinlilerin. Hayvan gübresi, insan gübresi mühim değil. Ama senin ürettiğin sanayi atıkları ona benzemiyor. Toprağa dönüşmüyor. Bir de toprağı zehirliyor! İçinde kimyevi atıklar var, plastiği var, petrolü var. Havayı da suyu da zehirliyor. Bir şişe deterjan 40 ton suyu kullanılmaz hale getiriyor. Dünyada su çok, fakat her gün yedi milyar insan da deterjan kullanıyor değil mi? Şimdi hesapla bakalım: 5-10 senede ne kadar deterjan kullanılıyor? Okyanuslar çok büyük de nihayetsiz değil. Dönüştürülememesi neyse de bazıları zehirli. Hatta o kadar zehirli ki kadmiyum gibi, cıva gibi şeyler. “Midyede kadmiyum çoktur” derler. Bunlar yazılalı neredeyse 40 sene oldu. Hatta insanların DNA’larını bozup genetik dejenerasyona sebep olacak kadar kötü atıklar. Genetik mirasını bozuyor yani canlıların. Daha ötesi var mı? Yani öyle sıradan kirli veya mikroplu atık değil. Ben yine Tolstoy’dan soracağım. Onun insanlığın bu problemleri karşısında durduğu yer… Yani “Bir toprak al, ek biç” diyor. Yani güzel de, “Ben toprağımı eker biçerim, devlete de asker vermem, vergi de vermem…” İyi güzel de, bugün küçük Tolstoycu cemaatler var. Şimdi de var belki. Fakat küçük, iptidai kültürlere mahsus bir şey yani. Olmaz ki şimdi nasıl döneceksin? Şöyle diyelim: Hadi Türkiye’yi kurtardık bir şekilde. Ve Türkiye’yi cennet yaptık. Hiçbir problem yok Türkiye’de. 10 İyi de dünya Türkiye’den ibaret değil ki. “Canım dünyadan bize ne” diyebilirsin de dünya seni etkiliyor. Dünyada iklim değişikliği olunca Türkiye de gidecek. Cemiyetin organizasyonu olmasa hayat durur Tolstoy’un zamanında yoktu böyle bir problem, tıp bile gelişmemişti. Tıpla dalga geçiyordu adam. Düşün antibiyotik yok, bilmem ne yok. İşte Çehov’la dalga geçiyor Tolstoy’un oğlu… “Bana, ‘baban bu zatürreyi atlatamaz, çok da ağır durumu. Yaşlı, artık takati yok. Ölümüne hazırlıklı olmamız lazım’ diyor. Bunu söyledikten bir sene sonra Çehov öldü, babam 10 sene daha yaşadı.” diyor. Yani şimdi son yüzyılda çok değişiklik oldu. Tolstoy’un çağına gittiğin vakit çok sade bir insanlık var. Adam ata biniyor kardeşim. Ya trenle seyahat ediyor, ya buharlı vapurla ya da at. Uçak yok, otomobil yok. O devrin adamı. O devrin safiyeti içinde Tolstoy’un düşündüğü gibi düşünmek mümkün. Şimdi ise yani bu sanayi, etrafımızdaki cemiyetin organizasyonu olmasa hayat durur. Mümkün değil. Şimdi sen düşün ki hiçbir motorlu vasıta kullanmayacağız diye karar alalım. Peki yiyecekleri nasıl taşıyacağız? İnsanların yüzde 92’si şehirlerde yaşıyor bugün. Tolstoy’un zamanında yüzde 90’ı köylerde yaşıyordu. Babam ticaretten bıktı. “Köye dönüyorum” dedi. “Dön baba” dedim. Üniversitede talebeyken yazları yanına gidiyoruz… Şimdi adam almış 200 tane koyun. Büyük bir ahırı var. Çobana veriyor işte senede 20 tane kuzu. Koyunlar yavrulayacak. Adam parayla alışverişi de kaldırıyor. Köyün şartları öyle. Ziraat. Tolstoy’un devir öyle. Evde de birileri hizmet ediyor. Veriyor ona da bir şeyler işte. Yani sonuç olarak adam hiçbir Yeni Ufuklar, sayı 31 RÖPORTAJ şey yapmıyor. Koyunları çoban güdüyor dağda bayırda. Koyunun sütü var, yağı var, peyniri var, eti var. Koyun bir sene 100 ise ertesi sene 180, 190 oluyor. O durum bugünkü şartlarda tasavvur edilebilir mi….? Tamam efendim şimdi, bu uymuyor. O zaman şunu soramaz mıyız: Tolstoy’u farklı kılan özellikleri ne idi? Günümüz şartlarına onu farklı kılan şey ile nasıl bakabiliriz? Tolstoy’u insan yapan özelliği ne idi? Tamamen farklı bir hayat onunki. Özel bir şey. Yani adam durmadan ölümle karşılaşıyor. Anası, babası ölüyor küçük yaşta… Sonra gidiyor Kafkasya’da savaşıyor. Gençken canı sıkıldığı için ağabeyinin yanına gidiyor. Bir sürü kumar borcu birikmiş falan. Prens olan dedesinden kalan evi satıyor. Bir kere adam aristokrat olarak yaşam sürmüş. El bebek gül bebek. Sonra da kendi hayatında o Allah vergisi sanat kabiliyetinden dolayı gelmiş geçmiş en büyük romancı. Herkes de bunu görüyor ve çok büyük başarı kazanıyor. Bir de kitaplarından su gibi para geliyor. Öyle Dostoyevski gibi açlıkla talim eden bir adam değil. Zaten ihtiyacı da yok. Hem çifti çubuğu var hem de kitapları çok satılıyor. Şimdi başarısı var, mutlu bir hayatı var. Çok güzel, her şeyi var fakat devamlı da ölümle karşılaşmış. Harpte, yerine göre bir insan öldürüyor, yanındaki arkadaşı ölüyor… Sadece akrabalarının ölümü değil. Savaşmış bir insandan bahsediyoruz. Kafkasya’da Şeyh Şamil’e karşı savaşan bir adamdan bahsediyoruz. Sonra Sivastopol’da topçu teğmeni olarak Osmanlılarla savaştı. Daha sonra ayrılıyor askerlikten, çiftliğine çekiliyor. Evleniyor falan. Ama bu adam birçok şey yaşamış. Çok geniş bir hayat tecrübesi var bir kere. Yani ölüm fikri ister istemez onu hayatın anlamlandırılması, dinî meselelere doğru sürüklüyor, mecbur ediyor yani. Bir de yaşadığı hayat tatmin etmiyor adamı her şeyi var ama anlamı yok. Tam da şimdi o durumda değil mi insanlık? Hayır, insanlığın şimdi hem hiçbir şeyi yok hem de anlamıyor. Anlama arayışı falan da yok. Şimdi insanların hepsi köle. Bir kere Tolstoy’un hürriyetine sahip kim var? Tolstoy, Çar’ı da tenkit eder kiliseyi de… Solculardan bir iki kişiyi Çar idam etmiş. Yanlış bir şey diye oturup Çar’a mektup yazıyor. “Şiddeti şiddetle yok edemezsiniz” diyor. Adamın muazzam bir itibarı var. Kimse “Sen kim oluyorsun?” demiyor, diyemiyor yani. Hem yüksek aristokrasiye mensup hem de aristokrasiyi en ağır şekilde tenkit eden kim var? Herkes ‘Dostoyevski güzel’ diyor. Diyor da, Dostoyevski’nin tasvir ettiği tiplerin içinde bir sürü halk var, bir sürü aristokrasi var ama Aristokrasi hakkında ne söylemiş? Hiçbir şey. Tolstoy ise aristokrasinin bütün rezilliklerini yazmış. Anna Karenina’sıyla… Ne kadar ahlaksız bir hayatları var, ne kadar mürai, ne kadar sahte… Bunları aristokrasinin en yüksek tabakasından biri olarak yapıyor üstelik. Mesela romanında Anna Karenina evli ve çocuklu olduğu halde Bronski diye bir konta âşık olur, onunla evlilik dışı yasak aşk yaşar. Fakat aşırı cesaretli de bir kadın. Saklamaz bunu. Bu sefer toplum onu dışlar. İyi ama yüksek tabakada herkes zina yapıyor, bunu da herkes biliyor ama söylemiyor falan. Yani bunun cezalandırılışında Anna Karenina’nın durumunu düşündüğünde Anna Karenina as- Yani şimdi adam daima ölümle karşılaşıyor ya. Bir lafı vardır onun biyografisindeki kitaplardan birinden okudum. “Düşünmesini öğrenen insanın ilk düşündüğü şey ölümdür. Bilhassa da kendi ölümüdür.” Tabi ölümle başladığın zaman hayatın anlamı ne? Ölümden sonra ne var? lında onlardan daha dürüst. Ötekiler daha sahtekâr. Bunu bütün tafsilatıyla en ince detayına kadar hem de içinde yaşıyormuşçasına size hissettirecek kadar kudretle. Yalan yanlış bir tasvir değil yani adamın sanatı da acayip bir şey. Tam manasıyla gerçek hayatmış gibi tasvir edebilen bir adam. Yazmış yani şimdi, görüyorsun Rus sosyetesinin hayatını orada değil mi? İstisnai bir insan... Onu o şartlara getiren ölüm duygusu… Orası muhakkak. Bir defa yaradılışı farklı. Allah vergisi, onun gibi yoktur dünya tarihinde roman yazabilecek insan. Çünkü hiçbiri hayatı olduğu gibi resmetme kudretine sahip değil. Tolstoy gibi değil hiçbiri. İstisnai bir anlayış kabiliyetiyle yaratılmış. Adam dahi. Hem de o işin en iyisi. Hiçbiri kenarından bile geçemez dünya tarihindeki romancıların. Devlet mi eski, din mi eski diye konuşmamız bağlamında Tolstoy’un söylediklerinin ehemmiyeti nedir? İşte, Walter Kaufmann -Amerikalı bir profesör, Amerika’da felsefe profesörüdür.- yazmış: ‘Religion From Tolstoy to Camus.’ Kitabın zaten üçte birini ona ayırıyor baştan girişte. Sonra da “Kitabın geri kalan kısımlarında da Tolstoy’a sık sık atıf yapmaya devam edeceğim. Buna da mecburum çünkü Tolstoy’un fikirlerini söylemeden din fikirleri hakkında konuşmak insan aklına ihanet gibi bir şey, ne yapabiliriz. Mecburuz Tolstoy’dan bahsetmeye” diyor. Kalan kısmında da sık sık Tolstoy’a atıf yapıyor. Yani zaten kitabın üçte birini ona ayırmış. Orada 20 adamdan bahsediyorsun. Şiddete şiddetle karşılık vermeyin Hocam Din şuuru denince Tolstoy’la zenginleştirdiğimiz kavram. Tolstoy’un hayatı, biyografisi, eserleri çok uzayabilir. Kısaca izah edebilir misiniz? Din şuuru Tolstoy’da nasıl anlaşılmıştır? Bu noktada Tolstoy ne yönden farklılaşıyor? Bu konu böyle bir röportajla anlatılamaz. Konferans düzenlesek 3-4 saatlik bir konuşma. Onu da yapalım hocam. Burada söyleyecekleriniz girizgâh olsun. 11 RÖPORTAJ MAKALE Yani şimdi adam daima ölümle karşılaşıyor ya. Bir lafı vardır onun biyografisindeki kitaplardan birinden okudum. “Düşünmesini öğrenen insanın ilk düşündüğü şey ölümdür. Bilhassa da kendi ölümüdür.” Tabi ölümle başladığın zaman hayatın anlamı ne? Ölümden sonra ne var? Tanrı var mı, yok mu falan gibi büyük meseleler -Rusların dediği gibi- bütün lanetli sorular sökün edip geliyor. Şimdi bu adam devamlı ölüm tecrübesi yaşamış bir adam. Sonra gençliğinde bir Avrupa seyahati yapıyor. Orada bir adamın kafasını giyotinle ayırdıklarını görüyor. İsyan ediyor. Diyor ki “Bu olmaz! ‘Bir cemiyet ya da devlet böyle insanın kafasını gövdesinden ayıracağım’ diye bir karar vermek hakkına sahip değildir. Benim bunu kalbim kabul etmiyor.” Aslında Hristiyanlık da şiddeti reddediyor. İsa’nın sözlerine eğer itibar edilecekse. Pek itibar etmemiş Hristiyanlar, her türlü lanetli savaşı yapmışlar. Haçlı seferleri falan. Halen de yapıyorlar. Ama ‘Harp ve Sulh’u okurken bakıyorsun Tolstoy, dalga geçiyor. İşte Rus ordusunun galip gelmesi için papaz dua ediyor. Sanki karşı taraf Hristiyan değil. Hristiyan iki taraf savaşıyor. Rus Kilisesi Rusların galibiyeti için dua ediyor falan. Bu adam bu sıkıntıları yaşarken her türlü felsefe metni, her türlü dinî kitapları inceliyor. Çok dil bilen biri olarak kolay da onun için. Ondan sonra yani Hristiyanlığın aslında İsa’nın dağdaki vaazından etkilenmiştir. Hristiyanlığın aslında şiddeti reddetmek olduğu için “Bir yanağına tokat atıldığında öbür yanağını çevir” diyor. “Şiddete şiddetle karşılık vermeyin” diyor. İyi ama Hristiyan kilisesi böyle yapmıyor… Bir şekilde şiddeti meşrulaştırıyor. Devleti, askerliği, savaşı… Kendisi zaten arayış içinde bir adam. Öyle mürai biri de değil. “Hristiyan kilisesi halt etmiş” diyor. Yani Hristiyanlığın aslı Tolstoy’un tasavvur ettiği gibi de olmayabilir. Onu Allah bilir fakat İncillerden aldığı intiba bu. Adamın söylediği “kardeşim ben şiddete karşı çıkarım” diyor. “Şiddete karşı çıkarım, insan öldürmeye karşı çıkarım” diye başladığın zaman askerliği de reddetmek zorunda kalıyorsun, devleti de reddetmek zorunda kalıyorsun… Şiddeti uygulayan unsurlar bunlar çünkü. Yani derken kendi kafasına göre yepyeni bir din tasavvuru yerleştiriyor adam. Tabii bu din tasavvurunun Hristiyanlıkla bir ilgisi yok. Bu adama “Muhammed peygamber midir?” diyorsun “Tabii peygamber” diyor. 40 hadisini tercüme etmiş Rusçaya. “İsa Tanrı’nın oğlu mudur?” diyorsun, “Ne münasebet, böyle saçmalık mı olur. Kilisenin uydurmasıdır o. İsa peygamberdir en büyüklerinden” diyor. Adam Yunanca, İbranice öğrenmiş tercüme hatalarını ortaya koymak için. Sonunda Tolstoyizm diye kendi kafasına göre bir şey icad etti işte. Halkın karar verme yetkisi nereden geliyor? Bu Tolstoyizm’de ne var? İtikad olarak Müslümanlığa benziyor. İsa sadece peygamberdir. Büyük peygamberlerdendir ama peygamberdir. Muhammed de bir peygamberdir. Allah vardır. “Ben dinî anlayış olarak insanların kötülükle mücadele ederken şiddet kullanmasını kabul etmiyorum eski Hristiyanlıkta olduğu gibi” diyor. Yani savaş da dahil askerlik de dahil. Veya cemiyetin insan- 12 ları cezalandırması da dahil. Hepsine karşı çıkıyor. Anna Karenina’nın başında ne yazar: “Vengenance is mine and I will repay...” “İntikam benimdir, onu ben alırım” diyen Tevrat’tan bir ayet… Sen cezalandıramazsın cemiyet olarak. Ceza verme hakkı Tanrı’ya aittir. Ama şimdi modern zihniyette öyle değil. Modern zihniyette nasıl? Cemiyet veya devlet cemiyete zararlı gördüğü şeyi cezalandırma hakkına sahiptir. Sen kanun yaparsın, suçtur dersin, sonra da cezalandırırsın. Aslında “do not judge otherwise you will be judged” (Yargılamayın, nasıl yargılarsan öyle yargılanacaksın) Öyle oluyor. Ben de soruyorum, sen giyotinle adamın kafasını ayırma hakkını nereden alıyorsun? Sana ne? Biri sana gelir saldırırsa nefsini koruyabilirsin. Yani adam gelip sana yumruk atıyorsa sen de ya sakınacaksın ya mukabele edeceksin değil mi? Ama hiç tanımadığın bir insanı, hiç alakan olmayan bir şeyden dolayı cezalandırıyorsun kurumlar marifetiyle... Yani hakim var, savcı var, polis var, bir mahkeme var, cemiyet var, kanunlar var falan. Nereden alıyorsun bu hakkı kardeşim? Kim verdi sana kanun yapma yetkisini? Şimdi mesela modern devlet? Bizim devlet kanun yapma yetkisini nereden alıyor? Anayasamız var, halk seçti değil mi? Oradan. Anayasa işte umumun üzerinde Yeni Ufuklar, sayı 31 RÖPORTAJ MAKALE Oğlum Ertuğrul’la bir kitabevine gitmiştim. O sıra “Tolstoy’un Hayatı” diye küçük bir kitap vardı. Hadi bunu da okuyalım, bu Tolstoy çok büyük adam, hayatı kim bilir ne kadar enteresandır diye… Okuyunca da mest oldum. Çünkü ben ne düşünüyorsam aynısını düşünüyor her konuda... Mistik ama bizim alıştığımız anlamda mistik değil. Yani böyle din takıntısı, Tanrı takıntısı, ölüm takıntısı falan olan. Bunlar var tamam ama aşırı derecede rasyonel bir adam. Hiç mistik hezeyan yok adamda. Sembollere kendini kaptırıp saçmaladığı bir tek metni yok. Çok akılcı, aklı başında bir adam. Hem hakikatin kaynağına inecek kadar anlayışı yüksek hem de saçmalamayacak kadar aklı başında. O yüzden severim ben Tolstoy’u. O yüzden özellikle “conscious” diyorum yani din şuuru bahsinde. Bakıyorsun din şuuru bahsinde bir müddet sonra mistik hezeyanlar başlar, “İki cihan bende, ben bu cihane sığmazam” der bizim Nesimî değil mi? Halbuki garibanın teki işte. Laf olsun diye söylüyor. Tolstoy’da öyle zırvalar göremezsin yani. Asla mistik hezeyan göremezsin. Varsa bile punduna getirip ifade etmiştir. Adam çok iyi bir yazar. İster istemez kabullenmek zorunda kalıyorsun yani. Sesini çıkaramıyorsun. Öbür adam bilmiyor bir şey zaten. Anlatır işte. Bilse bile ifade edemiyor kendini. Bu adam onun zaten ustası değil mi? Bunun için yaratılmış. O yüzden etkili yani. Ne kadar dersen. İnsanların anlayışı sınırlı olduğu için çok fazla üzerine gitmez. Bir romanını okur bırakır. “Güzelmiş” der. ittifak ettiği bir şey. İyi de halkın karar verme yetkisi nereden geliyor? Halk kim oluyor yani? Tanrı mı yani halk dediğin? Bir kere insanlar kalabalık oldu mu seviyeleri düşer. Yani ne işe yarar çoğunluk olmak. Niçin halkın cezalandırma yetkisi olsun? Jeremy Bentham demiştir ki, “En büyük çoğunluğun en büyük mutluluğu. Herkesin ortak menfaati, çoğunluğun mutluluğu!” İyi de menfaat gibi son derece materyalist, son derece süfli bir kavrama dayanarak nasıl bir hukuk inşa ediyorsun yani? Hak hakikat arayışı karşısında ne önemi var ki mutluluğun? Evet. Tolstoy’unki o işte. Kendi yaşadıklarıyla, tespitleriyle, müşahedeleriyle adam çok güzel anlattığı için “Tolstoy olmadan din şuuru olmaz” deyişimin sebebi o. Yani “Tamam Müslüman olabilirsin. Hristiyan olabilirsin” tamam. Ortalama bir Müslüman, ortalama bir Hristiyan. “Ben farklı anlayacağım Müslümanlığı, daha yüksek seviyeden anlayacağım” diyorsan Tolstoy’a müracaat etmeden olmaz. “En büyük çoğunluğun mutluluğu, cemiyetin mutluluğu, halkın sağlığı, neslin korunması” gibi birtakım laflar söylersin değil mi? Bu adam mistik ama… Tam onu soracaktım. Tolstoy’un mistik tecrübesi? Olur mu hocam? geçen konferansınızda söylemiştiniz takipçileri tüm külliyatını internete koymuşlar diye… Tabii var. Duhoborlar falan. Tolstoyistler. Ama bu Marx’ın binde biri kadar bile değil. Marx’tan daha etkili birisi Marx’tan sonra hiç dikkati bile çekmedi Tolstoyizm hayata tesiri bakımından. Ama yok da değil, bir sürü müridi var. Onun adına kurulmuş şeyler var. Marx gibi değil. Ama ötekilerden daha tesirli… Anarşistler mesela, öyle çıngar çıkarırlar habire. Bu da anarşist ama şiddet taraftarı anarşistler bunun kadar etkili değil mesela. Diğer tarih filozoflarından da etkili. Marx kadar etkili olmama sebebi nedir hocam? Marx’ınki siyasete dönüşüyor artık. Sınıf kavgası, proleterya bilmem ne… Artık devrim falan bir sürü hayali var Marx’ın. Zaten kasıtlı olarak öyle yapmış. Bu adam zaten oralarda değil, öyle bir siyasi kavga adamı değil. Müdahale ediyor, yanlış yapıyorsunuz diyor, ama onun kavgasını veren bir adam değil. Bu zaten devlete bile karşı. Askerlik yapmaz, vergi de vermez. Tolstoyizm etkili olmuştur. Şimdi diyelim ki, “Sen Tolstoy’u incele, çok faydalı olur” diye tavsiyede bulundum. Sen de incelemeye karar 13 RÖPORTAJ MAKALE verdin. Hangi birini inceleyeceksin ve nereden bulacaksın o kaynakları falan. Benim kadar uğraşman lazım. O da bir ömür yani. Zor iş yani. İnsanoğlu her hâlükârda hüsranda vesselam. Acaba nereye kadar, ne kadar okuyacak da anlayacak acaba? Benimki de tesadüftür mesela. Lise ikiye kadar romanları okudum. Sonra romanı bıraktım, hep ilmî kitap okudum. Romanları toptan devrettim, ilmî kitaplar aldım. Fakat Tolstoy’dan ne okumuştum çocukluğumda? ‘Diriliş’ bir de ‘Kroyçer Sonat’. Tamam etkilendik güzel. Elbette etkileyecek en iyi yazar. Ama başka bir şey de okumadım. Hiç merak da etmedim. Herkes gibi ben de Dostoyevski’yi yeniden okudum İngilizcem gelişsin diye. Kitap okumam kolay olsun diye. Dostoyevski’yi biraz tanıdıktan sonra tabii… Hocam, Ordinaryus Profesör Süheyl Ünver’in ‘dikkat namustur’ dediğini aktarmıştınız bir eserinizde… böyle bir dikkatle yaşayacaksınız, Tolstoy’u başka tecrübelerinizin yanında tetkik edeceksiniz de sizin Tolstoy anlayışınıza ulaşılsın… Putlaştırdığım yok adamı Amerika’dan döndükten sonra oğlum Ertuğrul’la bir kitabevine gitmiştim. O sıra “Tolstoy’un Hayatı” diye küçük bir kitap vardı. Hadi bunu da okuyalım, bu Tolstoy çok büyük adam, hayatı kim bilir ne kadar enteresandır diye… Okuyuverdim tabii kitabı. Küçücük de bir kitap zaten. Okuyunca da mest oldum. Çünkü ben ne düşünüyorsam aynısını düşünüyor her konuda. Yani sanki ben yazmışım. Bu kadar fazla fikir birliği olunca tabii çok hoşuma gitti. Ondan sonra da hadi şu ‘Harp ve Sulh’ü de okuyalım… Çünkü anlıyorsun tabii bu adam benim düşündüğüm gibi düşünüyor, diğerlerinden çok daha önemli. Ayrıca insan olarak da büyük bir insan belli. Sadece romancı değil. İşte okudum 10-15 eserini, birkaç biyografiyi filan… Hangileri? Canım birkaç biyografi okudum tabii. Çok fazla da değil 4-5 tane. 14 Romain Rolland’ı okudum. Henry Troyat’ı okudum, Stephan Zweig’ı okudum. Şimdi yani oturup bütün külliyatını da okuyacak halim yok. Okusam okurum da yani niye okuyacaksın. Önemli eserlerinden bazılarını bile okumadım. ‘İtiraflar’ını okumadım mesela. Var bende, aldım. Hatta Rusça orijinali bile var. Okumadım. Böyle çok aşırı putlaştırdığım falan yok adamı. Fakat yani adam her yö- nüyle büyük bir adam. Övmeyip de ne yapalım yani. Tolstoy’u konuşma sebebimiz de zaten putlaştırmak değil. Şimdi modern insanın problemleri adına bir fayda elde edebilir miyiz üzerine. Ancak bir yandan da herkes kendisi tecrübe edecek. Tecrübe de aktarılamıyor… Şimdi ben sana söylesem ne ola- Yeni Ufuklar, sayı 31 RÖPORTAJ MAKALE cak sen okuyacaksın da anlayacaksın da… Bu manada Tolstoy’un da öne sürdüğü fikirler kendi çağına hitap ediyor… Ben bununla ilgili 1985’te “Gençlik ve yabancılaşma” isimli bir tebliğ sundum. Bu konuda yani emeğin yabancılaşması konusunda, en doğru şeyi Tolstoy söylemiştir ama Tolstoy’unki de ‘gayri kabil-i tatbik’tir dedim, bugünkü dünyanın şartlarında. En çok etkisinde olduğum yeni biyografilerini okuduğum zamanlarda bile öyle demişim yani. Tolstoy’un benimsediğim tarafları var. Dinî şuur bakımından, anlayış bakımından, şiddet aleyhtarlığı bakımından… O da demokrasiden falan hoşlanmaz benim gibi. Neyse yani benimsediğim şeyleri var, benim üzerimde etkileri var elbette. Benim kendi dünya görüşüm var onun üstünde de epeyce yüklüce bir etkisi var adamın. O yüzden konuşmaya değer zaten başka sebep olmasa bile. Dünya görüşümü şekillendiren birçok unsur var Tolstoy’dan. Ben Mülk ve Hilafeti yazarken bile Tolstoy’dan bahsetmişimdir bir şekilde. Din şuuru, başka türlü olmaz. Yani şimdi bu adamı yok sayamazsın, çok büyük ağırlığı var. Ama insanlar bunun farkında değil. Ben farkındayım, söylüyorum. İnsanları da aslında hâlâ en çok etkileyen yazarlardan biri. Ama bu kadar çok yönlü benim kadar dalmamışlardır yani. Herkes derece derece bir şekilde etkilenmiş. Artık herkes kendi anlayışına, kendi nasibine göre ne kadar etkilendiyse. Bizim delikanlı bile etkilenmiş. ‘Halk İçin Hikâyeler’i okudu, ondan sonra başladı namaz kılmaya… Ondan sonra Rusçayı öğrendikten sonra Voskreseniye’yi Rusçadan baştan aşağı dinledi. İnsanların haberi yok yahu! Bu Diriliş ne kadar güzel falan diyor anlatıp duruyor. İster istemez. Oluşuyor bu. Keşke biz de öyle şeyler yazabilseydik. Yazamadık. Ne yapalım öyle bir kabiliyet vermemiş Allah. Ama ben de kendi çapımda iyi şeyler yapmadım değil. “Varlığın Anlamı”na benzer bir kitap da yazılmamıştır yani. Buna benzer bir kitap da yok ne Türkiye’de ne dünyada. Bu tarzda yazmıyor… Tabii bir de Tolstoy’a tercümeler vasıtası ile ulaşma problemi var… Dilin bıraktığı intiba Tabii. sen Tolstoy’u Türkçeden okuyacaksın da ne anlayacaksın... Sadettin Elibol diye bir delikanlı var. Tarih felsefesine meraklı. Ahmet Turan Alkan ve Ali Birinci tavsiye etmişler gitmiş, o Tolstoy’un elli sayfalık tarih felsefesi bölümü var ya, son söz. Onun fotokopisini yapmış. Dağıtmışlar. Ben de bunu elinde gördüm. Şöyle bir iki sayfa okuyayım falan dedim. Ya okuyorum, okuyorum saçma sapan lakırtılar kardeşim. Çok kötü, çok lezzetsiz, tatsız tuzsuz bir şey. Bunu bir karşılaştırayım aslı ile diyorsun. Tercüme doğru mu? Doğru. Yani böyle oluyor maalesef. Şimdi o çocuk onu okudu da ondan ne anladı? Anladığından ne kadar etkilendi? Problem yani. Mesela ben konferansımda anlatmıştım. Dostoyevski ‘Karamazov’lardaki ‘Büyük Engizisyoncu’yu okuyunca yahu ben daha evvel niye dikkat etmemişim diyorum. Kimisinde o bölümü tamamen George Orwell’in 1984’ünün sonunda bir dil programı var. Diktatörler insanları ‘hayvan gibi olsunlar, düşünemez hale gelsinler, kolay yönetelim’ diye dili bozuyorlar kasıtlı olarak. Savaşı kastediyor, barış diyor mesela. Ön ek diyor, son ek oluyor mesela... atlıyorlar kimisinde o kadar berbat ediyorlar ki… İşte Ahmet Turan basmış gazetede Büyük Engizisyoncu’dan birkaç paragraf. Bunlar zırva. Karşılaştırıyorsun. Anlamı veremiyor. Tercüme doğru mu? Doğru. Dilin bıraktığı intiba. Ama zaten sıradan hem de vasıfsız bir Osmanlı münevverinin bugünkü Türk münevverleri ile karşılaştırdığın vakit öbürü epey kerli ferli esaslı bir adam intibaı bırakacaktır yani. İnsan kalitesindeki düşüş hâlâ da sürüyor. Türkler şanssız millet yahu. Dil de büyük problem. Adam bozulmuş mozulmuş yazmış. Ama yani ne okuyacaksın bu dille ? Okusan ne anlayacaksın, ne kadar anlayacaksın? Ne kadar etkili olacak? Yani Korzibsky’nin dediği gibi, ha bir bardak zehir içmişsin ha bunların kelimelerini yutmuşsun. Halbuki zararsız değil. Şuuru biçimlendiriyor. Bu manada felaketin boyutları daha da büyük. Gazete, roman neşriyatı çoktan geçtik. Televizyon, radyo, internet… Sınırlı bir akletme melekesi Bunlar habire insanın süflileşmesi için gereken bütün zehirli kelimeleri boca ediyorlar insanın zihnine… Böyle bir kastı yok belki ama olan bu. Sonuç bu. İnsanın tefrik etmesi eskiden de zordu. Bu nispette enformasyon bombardımanında daha da zor… Tabii canım. Temyiz tefrik kabiliyeti… Zaten ‘Upanishad’larda bir fasıldır yanlış hatırlamıyorsam, tefrik etme meselesi. Yani şimdi insanlar yanlışı doğruyu, iyiyi kötüyü, güzeli çirkini bunları tefrik edemiyorlar. Çoğu zaman güzel dediği şey çirkin, çirkin dediği şey güzel. Doğru dediği şey yanlış. Hem de çok yanlış. Onun farkında değil. Yani maalesef böyle bir şey de var. Neden kaynaklanıyor dersen… Geçen gün derste söyledim. George Orwell’in 1984’ünün sonunda bir dil programı var. Diktatörler insanları ‘hayvan gibi olsunlar, düşünemez hale gelsinler, kolay yönetelim’ diye dili bozuyorlar kasıtlı olarak. Savaşı kastediyor, barış diyor mesela. Ön ek diyor, son ek oluyor mesela. Bizim Türk Dil Kurumu’nun uyguladığı her şeyi yazmış. Harfiyyen uygulamışlar romana. Hatta örnek de verdim. Biz Kıbrıs’a Harekât yaptık. Adına Kıbrıs Barış Harekâtı koyduk. Savaş yaptık adına barış dedik... Aynen ve harfiyen. Savaşa barış diyeceksin diyor mesela. Amerika da demokrasi getiriyor mesela. İnsanlar da demokrasi getiriyor bak diyor. Savaşarak demokrasi getirecek başka bir ülkeye! Sana ne el âlemin demokrasisinden kardeşim. Ama öyle işte. İnsanlar 15 RÖPORTAJ bu dili kullanarak çok fazla manipüle ediliyorlar. İnsanoğlu oldum olası işte Kur’an’da denildiği gibi. “Asra yemin olsun ki insan hüsrandadır…” Yani aslında insanın bir numaralı problemi, tamam hayvanlara göre çok zeki, çok yüksek dimağının faaliyetleri, akletme melekesi, muhakemesi falan her şeyi hayvandan çok üstün. Ama bu yetmiyor. Melekiyyet seviyesinde de değil insan sonuçta. Sınırlı bir akletme melekesi var, sınırlı bir anlayışı var. İstisnai insanlar var tarihte. Anlayışı geniş, karihası geniş, zekâsı farklı. Ama çoğunluk çok sınırlı yaratıklar. Hiçbir şey anlamıyor. Anladığını vehmediyor bir de işte. Anladığını sanıyor. Ona ne söylerlerse o söylenen saçma sapan fikrin peşine takılıp gidiyor. Hatta ölüme bile gidiyor o saçma sapan sözlerin peşinde. Savaşa bile gidiyor değil mi? Bir tanesi dolduruşa getirmesin yeter ki. En saçma bahanelerle gerekçelerle. Deminki anlayış olmazsa bu söylemleriniz de siyasi boyuta çekiliyor. İnsanı merkeze koyan, insanın hakikat arayışını merkeze koyan bir anlayış olmazsa… Tasvir kabiliyeti Evet. Seni başka bir şey olmakla itham edecek. İnsan çok sınırlı bir yaratık. Anlayışı çok sınırlı bir varlık. Her söze, her dolduruşa geliyor. Sonuçları da böyle oluyor. Anlamıyor yeteri kadar. Emek vermek de istemiyor. Zaten tembel. Herkes konforunun peşinde. Kim uğraşacak kardeşim, tonlarca kitap okuyacak, düşünecek sıkıntı çekecek, hayatı kolayca yaşamak, güzelce yaşamak varken? Adam intihar etmenin eşiğinden dönüyor değil mi? Aynen Krilov gibi. O kadar sıkıntı yaşamayan adam o sonuçlara varabilir mi? İşte anlatıyor Anna Karenina’daki Levin de. Tamam her şeyi var. Parası, pulu, karısı, sevgilisi. Ama yetmiyor. Üç aile var ya Anna Karenina’da. İşte biri de Levin ve Kitty ailesi. Sevdiği kızla bir sürü maceradan sonra evlenir. Adam zaten toprak ağası. Orada anlattığı Levin Lev aslında Tolstoy’un kendisi. Her şeyi var, ama her şeyi. Ne eksik? Niye intihar etmek istiyor? Şimdi anlatırım birkaç cümle ile ama ne anlaşılacak? En detaylı tasvirleri ile okuyup esaslı bir şekilde romanda anlatılmış. Oradan etkilenebilirsin. Benim sözlerimden ne özetliyorsun. Sonuçta her söz eksik kalıyor. Yani derdi ne yahu? Bu şartlar dahilinde bir adam böyle davranır mı? İyi de adam hem bunu yaşamış hem de sana inandırıcı biçimde anlatıyor. Sana da kabul ettiriyor değil mi. Problem orada, benim kastettiğim de o. Yani bir şeyi bilmek başka, anlatabilmek başka. Herkeste yok ki o kadar tasvir kabiliyeti. Adam anlatabiliyor. Anlatmış. O yüzden büyük. Şimdi sana ben diyorum, falan kitabı okudum, o kitap çok değerli. Ama adam Prof. Dr. ŞAHİN UÇAR kimdir Doğum Yeri, Tarihi: Acıyurt, Sivas 1949 Doktora Tezi: “640-750 tarihleri arasında Araplar’ın Anadolu Seferleri” (“Anadolu’da İslam-Bizans Mücadelesi” adıyla yayınlanmıştır.) 1982 Üniversite Mezuniyeti: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Umumi Türk Tarihi 1972 Özel Eğitim: Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver, Kemal Batanay, Münir Nureddin Selçuk, Hâmid Aytaç gibi Türkiye’nin tanınmış üstatları nezâretinde Klasik Türk Mûsikisi ve Hat-Tezhib sanatları 1968-1972 Orta Öğretim: Kızılırmak İlkokulu, Atatürk Ortaokulu, 4 Eylül Kongre Lisesi Öğretim ve Kariyer Tecrübesi: Sofya Yüksek İslam Enstitüsü Rektör Yardımcısı, Bulgaristan 2003 16 İslâm Araştırmaları Merkezi ve İslam Ansiklopedisi Başkanı, İstanbul 2001 Mütevelli Heyet Başkanı Danışmanı, H. A. Yesevi Türk-Kazak Üniversitesi 1999 Tarih Bölümü Başkanı, H. A. Yesevi Türk-Kazak Üniversitesi, Türkistan 1999 Rektör Yardımcısı, Niğde Üniversitesi 1995 Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü, Niğde Üniversitesi 1994 Profesör: Eğitim Fakültesi, Niğde Üniversitesi, Nığde 1993 Doçent: Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, Selçuk Üniversitesi. Konya 1988 Yardımcı Doçent: Selçuk Üniversitesi, Konya 1983 Doktora: Edebiyat Fakültesi,Tarih Bölümü, Atatürk Üniversitesi 1977 Paleografya ve Epigrafya Uzmanı: Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Atatürk Üniversitesi, Erzurum 1976 Yeni Ufuklar, sayı 31 RÖPORTAJ meramını iyi anlatamıyor seni de etkilemiyor. Ne anladık? Okudun ama bir şey anlamadın. Tolstoy’u özellikle tavsiye edişimin sebebi dünya tarihinin en seçkin yazarı olması ve bu etkisi yüzünden onu okuyup da etkilenmemek mümkün değil. Kim okursa okusun etkileniyor dünya anlayışı bakımından. İnsanlık intihar ediyor dediniz. Bu manada Krilov’un intiharı ile benzer mi? Krilov’unki mantıklı bir kere, kendine göre birtakım gerekçelerle falan. Bizimki şuursuzluktan, cehaletten, ahmaklıktan intihar. İntihar etmek istediğinden değil. Gayri iradi. Anladığı da yok ne olup bittiğinden. Kendi aptallığından. Aşırı aptallığın yol açtığı çok zararlı neticeler diye özetlenebilir yani insanlığın durumu. Yoksa intihar etmek istediğinden intihar etmiyor. Teşekkür ederiz hocam… Şahin Uçar’ın Voltaire’den naklettiği “Tarih beşeriyetin çılgınlıklarının hikayesidir.” ifadesini duyumsayarak, biraz buruk, hüsranda insanlar olarak, bu seferki çılgınlığın insanın kendi kendini şuursuzca yok etmekte oluşunu idrak ederek “insanca” ayrılıyoruz… Kim bilir belki de yine Will Durant’tan nakille kendisinden duyduğumuz “Tarihin çoğu tahmin, geri kalanı da peşin hükümdür.” sözüyle umutlanarak, peşin hükümlerden vazgeçme zamanı… Sanat Tarihi Öğretmeni: Öğretmen Okulu, Sivas 1975 Müzik Öğretmeni: 4 Eylül Lisesi, Sivas 1974 Sosyal Bilgiler Öğretmeni: 4 Eylül Ortaokulu, Sivas 1973 Müzik Öğretmeni: Yeni Levent Lisesi, İstanbul 1972 Basılmış Kitapları: Şeyda Divanı (Klasik Osmanlı tarzında şiirler) Sivas, 1980, İkinci Baskı, Niğde,1987 1980 “Patterns and Trends in History” (Tarih Felsefesi hakkında İngilizce Makale, Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Sayı: 3, Sayfa: 157-194), Konya 1986 Anadolu’da İslam–Bizans Mücadelesi, İşaret yy., İstanbul 1990 Tarih Felsefesi Açısından İslamda Mülk ve Hilafet, Konya, 1992.Türkiye Yazarlar Birliği’nden “Yılın Fikir Adamı” ödülü almıştır. İkinci Baskı, İstanbul Tarih Felsefesi Yazıları, Vadi Yayıncılık, Ankara 1994 Varlığın Mâna ve Mazmûnu, İstanbul, Türkiye Yazarlar Birliği’nden bu eserle ikinci defa “Yılın Fikir Adamı” ödülü almıştır 1995 Malihülya, (Modern Türkçe Şiirler) Ötüken yy., İstanbul 1997 Tarih Felsefesi Meseleleri, Nehir yy., İstanbul 1997 İnsanın Yeryüzü Macerası, Gelenek yy., İstanbul 2003 1989’da Ankara Valisi himayesinde İl Kültür Sergi salonunda “hat ve tezyinat” sergisi açmıştır ve Klasik Osmanlı Tarzındaki bazı besteleri de TRT Denetleme Kurulu’ndan geçerek TRT Repertuarı’na girmiştir. Yabancı Dil: İngilizce, Arapça, Farsça, Latince. 17 MAKALE 18 Yeni Ufuklar, sayı 28 MAKALE 19 ETKİNLİK PROF. DR. NECMETTİN HACIEMİNOĞLU 2015-2016 DİL ÖDÜLÜ CODEX CUMANİCUS ‘A VERİLDİ Yeni Ufuklar Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa Argunşah ve Doç. Dr. Galip Güner tarafından hazırlanan Codex Cumanicus ile Doç. Dr. Figen Güner Dilek tarafından hazırlanan Güney Sibirya Altay Türkçesi Ağızları adlı eserler ödüle layık görüldü Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu adına her iki yılda bir verilen dil ödülleri son sahiplerini buldu. 2015-2016 yılı ödülleri Yeni Ufuklar Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa Argunşah ve Doç. Dr. Galip Güner tarafından hazırlanan Codex Cumanicus ile Doç. Dr. Figen Güner Dilek tarafından hazırlanan Güney Sibirya Altay Türkçesi Ağızları adlı eserlere verildi. Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu’nun eşi Meral Hacıeminoğlu’nun himayesinde, Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun, Prof. Dr. Kemal Eraslan, Prof. Dr. Hamza Zülfikar, Prof. Dr. Leylâ Karahan ve Prof. Dr. Vahit Türk’ten oluşan jüri tarafından seçilen eserlerin sahiplerine 27 Ekim 2016 tarihinde Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi 75. Yıl Salonu’nda yapılan bir törenle ödülleri takdim edildi. Ödül törenini yöneten Prof. Dr. Ercilasun, Hacıeminoğlu adına verilen ödüllerin tarihçesinden bahsettikten sonra sözü Prof. Dr. Leylâ Karahan’a bıraktı. Karahan, fotoğraflar eşliğinde Hacıeminoğlu’nun hayat hikâyesini, fikirlerini ve eserle- 20 rini tanıtan bir konuşma yaptı. Tören sonunda ödül kazanan üç bilim insanına plaketleri Prof. Dr. Ercilasun, maddi ödüller ise Meral Hacıeminoğlu tarafından takdim edildi. Törende bir teşekkür konuşması yapan Argunşah, Hacıeminoğlu’nun büyük bir dil âlimi ve milliyetçi bir fikir adamı olduğunu, onun fikirlerinin ve hatırasının yaşatılması için her Türk’ün çalışması gerektiğini belirttikten sonra çalışmalarını ödüle layık gören jüri üyelerine teşekkür etti. Törende ödül alan Güner Dilek de bir teşekkür konuşması yaptı. Törene Hacıeminoğlu’nun eşi Meral Hacıeminoğlu, kızı Oytun Şahin ile Ankara’daki üniversitelerden çok sayıda öğretim üyesi ve öğrenci katıldı. PROF. DR. NECMETTİN HACIEMİNOĞLU KİMDİR? 10 Kasım 1932’de Maraş’ta doğmuştur. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ile Yüksek Öğretmen Okulu’nu tamamlamış, aynı fakültede Türk Dili alanında doktor, doçent ve profesör olmuştur. Türk dili uzmanı olan Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu aynı zamanda yazar ve Türk milliyetçiliği hareketinin önemli bir şahsiyetidir. Aslen Darendeli Hacıeminzadeler sülalesinden olan Hacıeminoğlu, 10 Kasım 1932’de Maraş’ta doğmuştur. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ile Yüksek Öğretmen Okulu’nu tamamlamış, aynı fakültede Türk Dili alanında doktor, doçent ve profesör olmuştur. Hacıeminoğlu, 1960’lardan iti- Yeni Ufuklar, sayı 31 MAKALE baren Hergün, Tercüman, Ortadoğu gazeteleriyle Türk Edebiyatı, Töre, Milli Kültür ve Yeni Düşünce dergilerinde dil, edebiyat, kültür, tarih konularıyla siyasi yazılar yazdı. 12 Eylül sonrası yazıları dolayısıyla üniversitedeki işine son verildi. 1985 yılında üniversiteye dönerek Edirne’de Trakya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü kurdu. 1993 yılında tekrar İstanbul Üniversitesi’ndeki kadrosuna dönen Hacıeminoğlu 26 Haziran 1996’da Ankara’da vefat etti. Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu’nun bazı eserleri şunlardır: • Kutb’un Hüsrev ü Şirin’i ve Dil Hususiyetleri • Türk Dilinde Edatlar • Karahanlı Türkçesi Grameri • Harezm Türkçesi Grameri • Yapı Bakımından Türk Dilinde Fiiller • Türkçenin Karanlık Günleri • Milliyetçi Eğitim Sistemi • Milliyetçilik-Ülkücülük-Aydınlar • Türkiye’nin Çıkmazları • Yeni Bir Dünya (Hikâyeler) • Millet ve Aydınlar 21 Sahaf DENEME ‘ın eşiğinde… Yurdagül KONUK* Sen içerden dışarı yayıldığında Çarşamba’nın devamındaki sokağa, biz gazetelerin iplerini koparttığında çıkan çatırtıdan biliriyoruz yoksa Türk Yurdu dergilerinin yan yana durduklarında giderek artan nemin hamura karışıp küflü buğuya dönüşen kokusundan mı bilemiyorum. 22 Gidenler duyar. Fatih’li günleri anlatırken seni, seni anlatırken kendimizi, bütün bunları söylerken şehrin tarihini aktarabilmenin yegane imkânlarından birini fısıldarken duy şimdi. Herkes gibi sana Dayı diyen kumral babayla kızını. Ne garip, hayatımızın boşlukları kendilerine minnet besleyeceğimizi peşinen bilemeyeceğimiz varlıklarla kurulan ilişkilerde örülüp dile geliyor. Şimdi çok yerel olan bu metnin en hakiki kahramanı olarak, orada öylece duradurmanı hiç istemiyor insan. Mevziî ve kişisel acıları da îma ediyor olması umurumda değil de, keşke seninle tek sefer bile olsun konuşma kabul edebileceğim bir cümle hatırlayabilseydim yazıya ses verebilecek olan…Fatihin nohut oda bakla sofa evlerinin kömürlüklerinden birinde açtığın kültür atölyesinin içinden çınlayan… Darüşşafaka Lisesi’nın yamacına yaslanan bodrum dükkân. Kahve kumrular girişin sağında solunda , parke taşların aralarını didikliyorlar. Tahta tezgah girişin tam önüne kuruluyor. Sen içerden dışarı yayıldığında Çarşamba’nın devamındaki sokağa, biz gazetelerin iplerini koparttığında çıkan çatırtıdan biliriyoruz yoksa Türk Yurdu dergilerinin yan yana durduklarında giderek artan nemin hamura karışıp küflü buğuya dönüşen kokusundan mı bilemiyorum. Matbuatı dışarı yayıp, bizi asılı bir vaade bağlayıp içeri girdiğinde, biz, hakikatle karşılaşmak isteyip de onun için gösterilecek her çabayı kutsal bilenler misali bekliyoruz dışarı çıkmanı. İçeri almazsan biz kendiliğimizden giremeyiz. Anlamıyorum. Satmak istemiyor mu gönlün bu desteleri? İçeriye dair bir bilinç oluşuyor giderek; içeri kıymetli, dışarı gözden çıkarılmış. Fakat bu akşam söylemeliyim; senin için kesekağıdı, benim için bir kainat olan serdiğin Akbabaların hiç birine doymuş olarak ayrılamıyorum tezgahtan o yıllarda. Çünkü henüz okul yok hayatımda. Okumam yazmam yok yani. O uzun gagalı akbabanın Demirel’i güldüren Ecevit için ne söylediğini, bir gün muhakkak sökmeye söz vererek yerine geri bıraktığımı görüyor musun? Aslında eve almak için çok pahalı, biriktirmek içinse çok ucuz olmasa babam alır onu bana. Fakat biz öyle büyüdük, bilirsin işte, büyüklerine gücünün üstünde isteklerde bulunmamalısın, yoksa almaya çalışırlar, çok üzülürsün. Bütün sahaflar gibi, kitaplardan kafanı kaldırmasan da bu gerçeği senden saklayamadığımız olurdu. O zaman da yüzüme bakmaksızın ‘ver çocuğa’ işareti yaparken dışarının bilinci miydi seni harekete geçiren, yoksa içinin bilmesi mi? Eve getirdiğimde de sökemiyorum ben o mereti, galiba çizgi de yazıdan fazlası var. Çınarlı yolda... Pazarlıkta iyisin. Yine de her seferinde sen kazanmıyorsun. Buna seviniyorum. Babam kaybederse de çok üzülmüyorum. Olsun. Biz kitabın sahibiyiz artık. Biz diyorum çünkü biz onunla ortağız bu konuda. Hatta bazı eserleri daha sana gelmeden peyliyoruz. Kitapla eser, eserle, Mushaf, Kitabı Kadim ile Hikâye arasında farkları bu çınarlı yolda öğreniyorum. Serisi olmasa da dergilerin başlı başına değerli olabileceklerini, dergilerde yazı yazanlara hürmet edilmesi gerektiğini, bazı gazetelerin dergiler kadar mühim, Yeni Ufuklar, sayı 31 DENEME bazı kitaplarınsa paket kağıdı olarak kullanılabileceğini. Bir de güç kuvvet yetirme kısmı var kitaba. Barınmanın hemen ardından gelen zorunlu masraf ortağımın dünyasında. O bana eseri tarif ediyor, ciltli ise ne kadar, içinde süsleme varsa ne kadar eder ondan bahsediyor, fiyatı artırmaman için kitabın nasıl senin karşında değerini hafife alacağını anlatıyor. Çok çelişkili, ama, mesela diyelim ki Kalem Güzeli babamın talebi karşısında senin ne kadar dirençle kalabildiğine bağlı olarak kendi varlık değerini koruyor. Mahmud Bedreddin Yazır Hoca kitabın bu mezatta çekişe çekişe bizim sınırlarımıza dahil olduğunu bilirse diye şimdi yazarken biraz mahcup oluyorum. Çünkü bence alıcı da satıcı da, kitabın ne o andaki ne de daha sonraki eklenecek özel kıymetini bilmiyor henüz. Bazen anlamıyorum, neden Çömlek Yapım Sanatı için bu kadar tiyatro yapmak zorundayız? ‘ ‘Belki bir gün lâzım olur’, ‘Bunları bir daha nerede bulacaksın’,’ Şunun hamurunun kalitesine bak’, ‘Bunun bir de ‘Tavşan Bakım Sanatı’ diye serisi var’, ‘Araştırmacıyız biz’, ‘Binbir Temel Eser de lâzım, bu da lazım’, ‘ Yarın sen de çocuk büyüteceksin’, ‘Kültür her şeydir ’diyor babam ciddileşerek. Hiçbir kağıt parçasını istihfafa niyeti yok. Yine de, nasıl olup da ‘Geometrik Desen Kitabı’nı alınca araştırmacı olacağımı kestiremiyorum. Hafsala henüz hacmen yetersiz yani. Ulama desenler... Raport Desenler kitabını alıyoruz ve ilk defa desenler ulama olduğunda onları nizamî boyamanın, sağından solundan-üstünden altından- altı cihet üç boyuttan sonsuz kere aynalanan durumundaki imkansızlığı ile yüzleşiyorum. Ama motifler varlar, Bir varlık tarzı olarak hareket ediyorlar. Ve geometri hayatıma kendini dayatan sınırsız imkân bolluğu ile giriyor. Artık Fatih Camiinin Kadınlar mahfelini ayıran balkondaki Selçuklu on kollu yıldız geçmeleri ile desen kitabımdaki ulama desenlerin farkını görebiliyorum. Biliyor musun, bu müthiş sapa bilgi, bilginin kıdem hiyerarşisi içerisinde, birinci sıradan lâzım oluyor bana şimdi. Şöyle ki;(biraz diren şimdi!) -Böyle bir bilmenin diğer bilmelere olan geniş ve derin açılımlarına tutunup yaşarken, - hayat düzenimi böyle zincirleme bozarken, - hizanın fezadan bizim seçtiğimiz kadarıyla inşa oluşturduğunu aksi takdirde bütün düzgün doğrusal sıralamaların yanılgılardan ibaret olduğunu keşfederken, -dokunma tecrübelerimizin çizgiye değdiğindeki yaşayabileceği mahrumiyetleri peşinen bilemeyeceğimizin katı hakikati karşısında sınırlarımızdan birine daha vardığımızı hissederken, -çizgilerle gösterilecek hareketin aktarilabilen, şeyleştirilebilen birer malumat olmaktan ziyade anlamı bir adım ötede başka bir anlamaya taşıyan tezahürler olduğunu itiraf ederken, -kudret içeren bir eyleme mecbur ve mahkum olan desenleri bu mevcudiyetlerini ‘güzel’ daveti olarak ele alırken, 23 DENEME -âlemi gözün gördüğü bir nesne değil, gören görülen karşılıklılığında bir deveran olarak sezmeye başlarken, -klasik çizim eserlerinin çoğunlukla görülen eserin bütünün yöneldiği eserin desen ve helezon gruplarını aynı harekete tabi tutan bir iradeye eğilir gibi olduklarını fark ederken, -hattın birbiri üzerine yığılan hareketini sade ama en sade haline getirebilmekte maharetin, insan olma mahareti ile benzeştiği manalarını işleyişten seçerken, kimse bana itiraz edemeyecek; O Batılı Raport Desen Kitabı şüphe yok ki bizim için de lazımdı. Keşke bunun Barok Rokoko Sanatı olanını da saklasaydın bizim için. Keşke Karamemi Süslü bir şehzade Elifbâsı’nı buluverseydim yığınların göz korkutan tepeciklerinde. Keşke, Mehemmed Kara Kalemin mürekkep çizimli kopyalarına varabilseydi seninle alışverişimiz. Ev-İş dergilerini kadınlar için olduğundan çok ehemmiyetli görmediğinden dışarıda tutarken, Türk Edebiyatı fasiküllerini içeride muhafaza etmen muhakkak ki cinsiyetçi bir ayrım değil de dünyanın kaç pula döndüğü ile ilgili olmalı. Fakat dergilerin muhtevasına hiç göz atmış mıydın, meraktayım bu akşam. Farkında değilken de böyle şeyler yapabiliyor insan. Bak şimdi ne okuyacağım sana; Ev-iş dergisi ( Kütüphanemin alt rafındalar ve inanmayacaksın ama çok kıymetliler) … Neyse üzülme, beni zaten Kız Meslek Lisesi’ne vermediler. Karar verildi. ‘Adam gibi Fatih Kız Lisesi’ne devam edilecek.’ Hâlbuki kız mesleğe gitse insan, şu antika yapma işini hızla çözer, Dantel Anglez sehpa örtüsünü mutlaka dokur, Vita yağıyla dereotlu 24 Hikâyeden kalan bu işte. Yeniden dirilişte biri ‘-Mustafa Dayı’ diye isim seslese, sadece sen çıkıp ‘-buradayım’ diyecekmişsin gibi geliyor bu alacakaranlıkta. O gün konuşur muyuz ki? çöreği her seferinde aynı kıvamda yapardı. Şunu eklemeliyim duyacaklarına; Boşuna kıyın kıyın kaçırırdın Banarlı’nın Resimli Türk Edebiyatı’nı. Biz, ortağım ve ben, çok talip değildik ona. Zira o, bize eve postayla gelirdi. Her fasikül ayrı bir pastel renkken ilgimi çekmediğini düşünmezsin elbette. Tahmin et, noldu, ilkokul bitmeden bu ansiklopedi bence okunmuş olduğundan Türkçe’nin Sırları’ da ona eklenmiş olduğundan hızla resimli dergilerden çıkmış oldum. Zaten bir gün postayla ‘Türk Dünyası el Kitabı’ gelince anladım; artık sendeki kitaplardan fazlası var İstanbul’da. Yani sonraki yıllarda ben, karikatür yerine Peyami Sefa’ya geçtiğimde dergileri boşuna sakladın. Hem sonra biz bazen okuyup getirirdik onları geri. Gücendin mi? Affet demiş miydim? Mutlaka demeliyim. Affet, ama kız çocuğu da olsam, tarihin derinlikleri beni de cezbetti. Arkandaki Darüşşafaka’ya gidemediğim için üzülmeyi Tanzimat Dönemi’yle ilgili Doktora yaparken bıraktım. Galatasaray Mektebi Sultanisi ve Darüşşafaka okulunu attığın yıllıklardan tanıyarak başlayan maceranın, yazıda varacağı sakinliğe ulaşmak az zamanımı almadı. Ağır payını nereden nasıl vereyim, sığındığımız geleneğin müşfik kollarından başkaca hakkaniyetli bir yol yok sanırım. Kapısının tokmağını bizim için çevirdiğin merdiven-altının Fatih’in büyüttüğü bir kadının anlamlarının eşiği olarak görünmesi haklı bir gurur olabilir mi melekût âleminin karşısında? Dışarıda hiç karşılaşmazdık ve başkalarıyla olduğumda dükkanını açık bulmazdım. O sayfa katmanlarının haricinde hiçbir yerinde yoksun Fatih’in. Babam sen ve ben. Kabul et, iyi bir üçlüyüz biz. Hikâyeleri alan-satan ve şimdi anlatan. Hikâye olan-bulan-sanki olmamış olan. Seni çıkartsam bu üçlüden insaniyetimi sürdüregelen bir çok insanlık halini silsileyle çıkarmanın dehşeti ile yüzleşiyorum şimdi. Hiç de ürpertmeyen, saçsız kafalı, az yiyen içen, kısa kollu beyaz gömlekler ve mavi pantolonlar giyen biri olman dışında, hatırladığım teferruatın, hep şahsiyetimize açılmasını, yıllar sonra tabir edilen bir düş gibi, hayra yordum geleneğe uyarak işte; Bir emri bir kereliğine iletmek üzere görevlendirilmiş bir elçinin, medeniyeti, kendi feleği ile tamamlaması. Emri vâki ile vazifesini itaatkâr bir tavırla yerine getiren efsunlu kişilerin sessizliği. Ya da ne bileyim, işaretçi rüyalardaki, kurtarıcı şahsiyetlerin nutukları kesen nutuksuzluğunun haşmeti. Hikâyeden kalan bu işte. Yeniden dirilişte biri ‘-Mustafa Dayı’ diye isim seslese, sadece sen çıkıp ‘-buradayım’ diyecekmişsin gibi geliyor bu alacakaranlıkta. O gün konuşur muyuz ki? Keşke iki kelam edebilseydik... Belki de sırtının nereye iliştiğini hiç bilmediğimiz o köhne girişin muradıyız biz Fatih’in kızları. Aslında İstanbul hanımefendisi ile İstanbul kızını ayırt ede ede söylerken, şehrin büyüttüklerinden bahsederken biraz da senden bahsediyorum, anla işte!… Şimdi, mânanın burası için de kıymetli olduğuna dair itikadımı yineliyor ve o âlelâde eşiğin, sınırlarımla kendine mahsus bir ilişkisi olduğunu ihbar ediyorum sana. Keşke bir de iki kelam edebilseydik… Belki de o ‘kocanız için şık bir plover’ kısmını bir daha okumalıyım Ev-iş Dergilerinin… Yeni Ufuklar, sayı 31 MAKALE Ahmet ÖZDEMİR* Çocukluğun mutlu çağından uzaklaşan şair, değişen ellerine’ bakarak, yaşamış olduğuna bir türlü inanamadığı anılarını ve çocukluk özlemini dile getiriyordu, Dağlarca Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde gerçek bir kilometre taşından söz edeceğim. Ama önce bir şiirinden baş ve son iki kıta okuyalım; “Bu eller miydi masallar arasından Rüyalara uzattığım bu eller miydi? Arzu dolu, yaşamak dolu. Bu eller miydi resimleri tutarken uyuyan? Bilyaların aydınlık dünyacıkları, Bu eller miydi hayatı o dünyaların? …….. Ayrılmış sevgili oyuncaklardan, Kırmış küçük şişelerini. Ve her şeyden ve her şeyden sonra Bu eller miydi Allah’a açılan! Bu şiir Cumhuriyet döneminin en geniş ufuklu şairleünden biri olan Fazıl Hüsnü Dağlarca ‘nın Çocuk ve Allah adlı şiir kitabından alınmıştı. Çocukluğun mutlu çağından uzaklaşan şair, değişen ellerine’ bakarak, yaşamış olduğuna bir türlü inanamadığı anılarını ve çocukluk özlemini dile getiriyordu. 26 Ağustos 1914’de İstanbul’da doğan Fazıl Hüsnü * Gazeteci, yazar Dağlarca, Kuleli Askeri Lisesi ve Harp Okulu’nu bitirdikten sonra, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde subay olarak görev yapmıştı. Zorunlu hizmeti doldurarak ordudan ayrıldı. Bir süre Çalışma Bakanlığı’nda müfettiş olarak çalıştı. Kitabevi, dergi yayıncılığı gibi uğraşılarda da bulunan Fazıl Hüsnü, 15 Ekim 2008’de bedenen aramızdan ayrıldı. Fazıl Hüsnü Dağlarca şiire hece ölçüsüyle başladı. Otuzun üzerindeki şiir kitabında duygu ve aklın baskın olduğu iki dönemi yaşadı. İlk döneminde; büyük bir hayal gücü, zengin ve yarı karanlık bir imaj örgüsüyle dikkati çekmişti. İkinci döneminde titiz bir Türkçe ve kendine özgü dil yapısıyla sanat hayatını sürdürdü. Dağlarca, başka şairlerin etkisinde kalmadığı gibi kendini tekrarlamaktan da kaçındı. Her yeni eserinde bir öncekine benzemeyen atılımlar yaptı. Zaman zaman vezinli, kafiyeli yazdı, zaman zaman da şekli hiçe sayarak, açık seçik söylemek istediklerini söyledi. İşte ağlamadan okuyamadığım bir şiiri: “Yediyordu Elif kağnısını, Kara geceden geceden. Sankim elif elif uzuyordu, inceliyordu, Uzak cephelerin acısıydı gıcırtılar, İnliyordu dağın ardı, yasla, Her bir heceden heceden. Mustafa Kemal’in kağnısı derdi, kağnısına Mermi taşırdı öteye, dağ taş aşardı. Çabuk giderdi, çok götürürdü Elifçik, Nam salmıştı asker içinde. Bu kez yine herkesten evvel almıştı yükünü, Doğrulmuştu yola önceden önceden. Öküzleriyle kardeş gibiydi Elif, Yemezdi, içmezdi, yemeden içmeden onlar, Kocabaş, çok ihtiyardı, çok zayıftı, Mahzundu bütün bütün Sarıkız, yanı sıra, Gecenin ulu ağırlığına karşı, Hafifletir, inceden inceden. İriydi Elif, kuvvetliydi kağnı başında Elma elmaydı yanakları üzüm üzümdü gözleri, Kınalı ellerinden rüzgâr geçerdi, daim; Toprak gülümserdi çarıklı ayaklarına. Alını yeşilini kapmıştı, geçirmişti, Niceden, niceden. Durdu birdenbire Kocabaş, ova bayır durdu, Nazar mı değdi göklerden, ne? Dah etti, yok. Dahha dedi, gitmez, Ta gerilerden başka kağnılar yetişti geçti gacır gucur Nasıl dururdu Mustafa Kemal’in kağnısı. Kahroldu Elifçik, düşünceden düşünceden Aman Kocabaş, ayağını öpeyim Kocabaş, Vur beni, öldür beni, koma yollarda beni. Geçer götürür ana, çocuk, mermisini askerciğin, Koma yollarda beni, kulun köpeğin olayım. Bak hele üzerinden ses seda uzaklaşır, Düşerim gerilere, iyceden iyceden. Kocabaş yığıldı çamura, Büyüdü gözleri, büyüdü yürek kadar, Örtüldü gözleri örtüldü hep. Kalır mı Mustafa Kemal’in kağnısı, bacım, Kocabaşın yerine koştu kendini Elifçik, Yürüdü düşman üstüne, yüceden yüceden.” 25 STRATEJİ Aydın ÇETİNER* SOFT POWER (YUMUŞAK GÜÇ) Türkiye’nin bölgesindeki ülkelere nazaran görece demokratik gelişimi, ekonomik potansiyeli, büyüme hızı ve görece sosyal refahı komşu ve yakın ülkelerde ciddi etkileşimler oluşturabilirdi. * Jeopolitikçi ve Stratejist 26 Türk dış politikasının son yıllarına bu kavram damgasını vurdu. Ülkemizin dış politikasını oluşturan siyasi irade iki temel dış politika kavramı üzerinden hareket etmiş, öncelikle ifade edilen ve uygulamaya konulan ‘’komşular ile sıfır sorun’’ politikası iddialı bir şekilde dillendirilmiş ise de ülkemizin komşuları ile sorunları yerli yerinde durmakta, hatta geçen yıllar içerisinde yaşanan gelişmeler nedeni ile ilişkilerimiz ‘’daha sorunlu’’ olarak tanımlanmaktadır. Takiben ifade edilen ‘’soft power’’ (yumuşak güç) politikasının ise kavram ve kuram olarak orijinali Amerikalılara aittir. Amerikalı Joseph Nye tarafından 1990 yılında ilk kez ortaya atılan bu kavram dış politikada güç kullanımına yeni bir anlam yüklemekte idi. Devletlerarası ilişkilerde belirleyici olan güç kullanımının, ordularınızın gücü, kaba güç ve buna dayalı direkt ve dolaylı tehlikeler ile şekillendirilmesinden ziyade ABD’nin millî varlık ve gücünün sahip olduğu potansiyel argümanları devreye sokarak aynı sonuçları elde edebileceği tezidir. 2004 yılında konuyu şekillendiren Joseph Nye ABD’nin dünyaya açıldığı I. Dünya Savaşı ile II. Dünya Savaşları arasında kalan dönemde kendi millî gücü kültürel unsurlarının çekiciliği Hollywood filmlerinden, savaşlar ve yoksullukların ezdiği dünyada onların cazibe merkezi olarak algılanmalarına yol açan ‘’American Dream’’lerine kadar zaten uyguladığı politikaları yeniden dünyaya sunuyordu. Buna göre Nye Dış politikanın temel argümanı ‘’Hard power’’ (sert güç) yerine işbirliğini öne çıkaran, muhatabınıza kendi cazip şartlarınızı göstererek oluşturulacak politik dil ile hayranlık uyandırılarak politik çıkarların gerçekleştirilebileceği yaklaşımını önerir. Yeni Ufuklar, sayı 31 STRATEJİ Kısaca ABD’nin sağlamayı istediği dış politika çıkarlarına ulaşmak için karşısındaki muhataplarının düşünce ve davranışlarına etki edebilme yeteneği değerlendirerek bir strateji önermektedir. Aslında birbirine zıt gibi görünen bu iki kavram söz konusu alan dış politika ve strateji olunca birbirinden direkt etkilenen birçok özelliğe de sahiptir. Son yıllarda Türk dış politikasına yön verenler ise Soft Power (yumuşak güç) kavramına yeni bir anlam ve yorum getirmek istediler. Onlara ilham kaynağı olan bu Amerikan yorumu Türkiye’nin bölgesindeki durumu ile benzeyen özellikler içeriyordu. Türkiye’nin bölgesindeki ülkelere nazaran görece demokratik gelişimi, ekonomik potansiyeli, büyüme hızı ve görece sosyal refahı komşu ve yakın ülkelerde ciddi etkileşimler oluşturabilirdi. İlk yıllarda uygulamaya konulan ‘’komşular ile sıfır sorun’’ politikası Osmanlı İmparatorluğunun her bakımdan mirasçısı olan Türkiye’de uygulanmaya çalışıldı. Üstelik Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan beri Batı ile iyi ilişkiler geliştirerek yüzü batıya dönük, II. Dünya Savaşından sonra tamamen Batı yanlısı politikalar takip etmişti. Sadece yüzyıl önce bugünkü Türkiye’nin hemen bütün komşuları Osmanlı tebaası idi ve Türkiye’nin komşuları ile isterse Batı yanlısı ülkeler olsun, ilişkileri soğuk ve gergindi. Ekonomik işbirliği arttırılarak var olan sorunların güvenlikçi politikalar yerine ekonomiyi önceleyen yaklaşımlar ile aşılmasına çalışıldı, ancak dünyanın bu en sıcak bölgesinde gerek yerel çıkarlar gerekse direkt ve dolaylı çıkar sahiplerinin politikaları Türkiye Cumhuriyeti politikalarına galebe çaldı. Özellikle İran, Irak, Irak’taki Kürt Federe Devleti, Suriye gibi ülkeler ile sıkı ilişkiler geliştirilmeye çalışıldı. Politik meselelerde birlikte hareket edebilmenin yolları arandı. Geçen yılları hatırlayacak olursak İran’ın Batı ile nükleer müzakerelerinde arabulucu olmaktan tutun da Irak’ta hem merkezî hükümet hem de Kuzey Irak Kürtleri ile ciddi işbirliğine girişildi. Oğul Esad ülkemizde ağırlanırken iki kardeş ülkenin tam bir ortaklık içinde hareket etmesi konuşuldu. Suudi Arabistan, Katar, Mısır gibi ülkelerle ciddi işbirliği geliştirildi. Bu politikaların yansımaları Türk dış politika yapıcılarına cesaret veriyordu. Bu dönemde Arap sokaklarının kahramanı konumuna yükselen Türkiye başbakanı özellikle Filistin me- selesi ve İsrail’e karşı sert tutumu ile ezgin Arap kitlelerinin gözünde büyüyordu. Arap baharı olarak başlayan gelişmeler zamanla kaos ve kargaşaya, iç çatışmaya ve savaşlara, takiben hızla bir sonbahara dönüştü/ dönüştürüldü. Bu dönemde Türkiye Mısır’da Mursi yönetimini, Suriye’de İhvan-ı Müslim’i, keza Libya’da İhvancı grupları destekliyordu. İlk başlarda ABD ve Batı, Arap baharına temkinli yaklaşırken özellikle Libya’da ABD büyükelçisi Chris Stewenson’un öldürülmesi sonrasında direkt ya da dolaylı olarak gelişmelere kendi lehine müdahale etmeye başladı. Türkiye’nin Libya’daki müdahaleleri yetersiz ve etkisiz kaldı, Mısır’da Mursi’ye karşı darbe yapan Sisi hükümetini ABD, İsrail ve Batı açıkça destekledi. Bölgede yaşanan kaos ve kargaşa iç savaşlar ile sürerken Türkiye ‘’Hümaniter’’ ve ‘’Realist’’ söylem arasında sıkışan ancak son derece sert bir siyaset söylemi ile ele aldığı bölge meselelerini yüksek tonla seslendirmeye devam etti. Türk dış politika yapıcıları hem Güney Batı Asya coğrafyasında hem Arap yarımadası ve Kuzey Afrika’da ABD, Batılı politikalar ve bölgede İsrail’in saldırgan tutumunu kuvvetle eleştirirken Türk dış politikasının yaşanan gelişmeler 27 STRATEJİ Türk dış politika yapıcıları hem Güney Batı Asya coğrafyasında hem Arap yarımadası ve Kuzey Afrika’da ABD, Batılı politikalar ve bölgede İsrail’in saldırgan tutumunu kuvvetle eleştirirken Türk dış politikasının yaşanan gelişmeler karşısında söylemleri ile eylemlerinin etkinliği ters orantılı idi. 28 karşısında söylemleri ile eylemlerinin etkinliği ters orantılı idi. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de İsrail ile yaşadığı gerginlik sonrası İsrail; Kıbrıs Rumları, Grekler hatta Rusya ve Mısır arasında Doğu Akdeniz’deki stratejik Türk varlığını sıfırlayacak adımlar atmış, buna karşılık Türkiye’nin Mursi dönemi Mısır donanması ile Doğu Akdeniz’de yapmayı planladığı donanma tatbikatı Mursi’nin devrilip Sisi’nin işbaşına gelmesi ile suya düşmüş, ancak Türk dış politika yapıcıları Mısır’a dönük yüksek sesli eleştirilerini söndürmüşlerdi. Yemen’de yaşanan iç savaşta Türkiye’nin takındığı tavır Suriye Siyaseti’ne benzer bir yaklaşım ile hem ABD ve Batının pek tasvip etmediği bir siyaset yaklaşımını içermekte hem de Sünni olmayan Müslüman dünyası tarafından eleştirilen ‘’Sünni Ortadoğulu’’ bir tona sahipti. İran’ın ABD ile sorunlarını çözerken Türkiye’siz hareket etmesi, diğer yandan bölge sorunlarında daima mazlumun yanında ve emperyalizmin karşısında yer alan bir politik görüntü oluşturması her ne kadar anti emperyalist bir siyasal söyleme sahip olsa da ‘’ ‘’ askerler ile törenler yapılması Neo Osmanlıcı bir algıya yol açtı. Arap intelijansiyasına Türk dışı politikasına eleştirileri yükseltmeye başladı. Genel hatları ile Suriye’de sıkıntılı bir siyaset takip eden Türkiye, Işid ve CephetülNusra gibi örgütlere sıcak yaklaşmakla suçlandı. Türkiye’nin siyasal söylemi ile bölgede yaşanan olaylar karşısında fiilî etkisizliği bugün Türk dış politikasının temel sorunlarından biri olarak karşımızda durmaktadır. Asıl çarpıcı örnek olan Suriye siyasetinde Türkiye; 4 yıl önceki politikalarından farklı hareket etmek durumunda kalmaktadır. En önemlisi sonunda Türkiye, IŞİD karşıtı çekirdek ABD koalisyonuna katılmış ve ülkesindeki İncirlik, Batum, Diyarbakır gibi yerleri çekirdek koalisyona daha doğrusu ABD kullanımına açmışlar. Her bakımdan bu gelişme Türkiye’nin Bağımsız ‘’Soft power’’ politikalarının sonu olmuş. Bölgede siyasal ilişkilerini domine eden ABD ile arasında uzun yıllardır var olduğu söylenen ‘’stratejik partner’’ ilişkisi pragmatik ilişkilere dönüşmüştür. Kırım ve Ukrayna karşısında etkisiz kalan Türkiye Libya’dan Yemen’e, Mısır’dan İran’a İslam dünyasında en azından ciddi tereddütler ile karşılaşmakta, bu durumda Türk dış politikasının yeni dönemde yeni bir yön tayinine ama en önemlisi uzun iradeli stratejik öngörü ile geliştirilmiş, ülkenin millî çıkarları ile uyumlu siyaset yapılarına ‘’consolide opinion’’ (düzenlenmiş açıklamalar) kurallarına özellikle bağlı olduğu yeni bir yaklaşıma ihtiyacı vardır. Zira ABD’de dış politika ile ilgili uygulamalar bu çerçevede yürütülür. Bir ABD başkanı, dışişleri bakanı veya diğer devlet adına konuşmaya yetkili kişiler ilk bakışta birbirine zıt açıklamalar yapıyormuş gibi görünse de dikkatle analiz edildiğinde tamamen ABD politik çıkarlarına uygun, birbirleri ile koordineli açıklamalar yaptıkları anlaşılmaktadır. Bu sebeple ülkemiz dış politikasına yön veren yetkililer de öncelikle devletin çıkarları açısından kısa, orta ve uzun vadeli planlamalar yapmalı, devlet politikasını daima bu politikaları belirleyenler siyasi yetkililere servis etmelidir. İktidar hatta muhalefet yetkilileri bir koordinasyon içerisinde siyasal beyanatlar vererek politik deklarasyon yapmalıdır. Dış politikanızda adını ne koyarsanız koyunuz nihayetinde uygulanacak politikalar ‘’devletin âli menfaatleri’’ doğrultusunda önceden belirlenmiş, gücünüz ile mütenasip planlamalar olmalıdır. Ülkemiz Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından beri çok önemli bir eksikle iç ve dış siyasetini şekillendirmeye çalışmaktadır. Millet, Meclis, ordu sac ayağı üzerine kurulmuş Cumhuriyet’in başından beri en büyük eksiği millet ayağıdır. Belirlenecek dış politikanın önceden toplumun geniş kesimlerine benimsetilerek uygulamaya konması ve uzun vadeli uygulamalar içermesi son derece önemli bir husustur. Günümüze kadar bu planlama yapılmadığı için Türk dış politikası daima reaksiyoner gelişmeleri yeniden takip eden bir yapı ile hareket etmiş, gelip giden iktidarlar topyekûn millî menfaatler doğrultusunda uzun iradeli uygulamalara gidememiştir. Bu durum Türkiye üzerinde planları olan güçler tarafından güçleri ve etkileri oranında kolaylıkla uygulana- Yeni Ufuklar, sayı 31 28 STRATEJİ bilen dış politika dayatmalarını yaşamamıza sebep olmuştur. Ülkesinin gerçeklerinden habersiz ‘’monşerlerin’’ yönlendirdiği Türk dış politikasında yerli ve millî olmak adına ‘’gücünün üzerinde sertlikte politik beyanatlar vererek’’ kendi kendisini zora sokan ‘’komşular ile sıfır sorun’’ diyerek sorunlar yumağına dönüşen bir dış politika ortamından ‘’Soft Power’’ (yumuşak güç) yorumlamalarına gelen Türkiye’nin ufukta bekleyen Suriye meselesinin çözümü, 2018 yılından itibaren Türkiye’yi ciddi şekilde dış politikadaki hak ve menfaatleri bakımından zorlamaya hazırlanan ‘’Doğu Akdeniz’’ meselesi gibi uluslararası sorunlara yeni bir bakış açısı geliş- tirmesi gerekmektedir. Öncelikle TBMM ve TSK ülkedeki demokrasi ve din algısı gibi farklı düşüncelerin ahenkli birlikteliğinin sağlanması gibi sorunlara odaklanıp ekonomik, sosyal ve siyasal alanlarda gücünü geliştiren Türkiye’nin bunu teknolojik potansiyeli yüksek askerî gücü ile tamamlayarak hareketini yeniden başlatmalıdır. 29 STRATEJİ Amerika Ankara’daki ADAMINI KAYBEDİYOR Tercüme: Dr. Aslan YAMAN By John HUDSON, Senior Reporter, Foreign Policy, 5 Mayıs 2016 Birleşik Devletlerin Ankara’da Davutoğlu gibi Kürtlere çok daha ılımlı yaklaşımları olan bir muhatabı vardı. Davutoğlu; zayıf bir Başbakan ve Cumhurbaşkanı’na bağımlı hareket etmeyi kabul etmiş olmasına rağmen, Birleşik Devletlerden pek çok yetkilinin düşünce ve endişelerini iletmek için Ankara’daki en önemli kanalı idi. Birleşik Devletlerin İŞİD ile savaşında Türkiye’de sahne gerisindeki müttefiki Başbakan Ahmet Davutoğlu idi. Bakalım istifadan sonra neler olacak ? Perşembe günü sürpriz bir şekilde gerçekleşen Başbakan’ın istifası; mevcut halde, her iki taraf için de endişe verici bir şekilde yürüyen, ancak, işlev görmeye devam eden Ankara-Washington ilişkilerinin tamamen sorunlu bir hale gelmesi riskini de beraberinde getiriyor. Birleşik Devletler ve Türkiye, birbirlerine karşı temkinli adımlar atmakla birlikte; İŞİD’e karşı yürüttükleri mücadelede birbilerine sıkı sıkıya ihtiyaç duyan müttefiklerdir aynı zamanda. Davutoğlu, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın idaresi altında gittikçe otoriter bir yönetime kayan Türkiye’de, Cumhurbaşkanı’nın etkisi altında kalmayan sağduyulu yaklaşımlarıyla Birleşik Devletlerin itimat edebildiği Ankara’daki tek müttefiki gibi görünüyordu. Davutoğlu; hakkında yapılan değerlendirmelerde, çoğunlukla becerikli bir diplomat olarak görülürken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a kıyasla Amerika’nın İŞİD’e karşı kara gücü olarak yetkilendirdiği Kürtlere karşı da oldukça toleranslı bir kişilikti. Obama idaresinin İŞİD ile savaşta en önemli adamı olan general John Allen Foreign Policy’ye “ Davutoğlu ile oldukça uyumlu bir şekilde çalışabilmiştik…onun halefi ile çalışma farklı bir zeminde gelişebilir…” diyor. Aynı şekilde Birleşik Devletler Dışişleri Bakanlığı’nın şu andaki ve eski yetkilileri de “… Davutoğlu’nun gitmesi ile bir Türk Başbakan’ın Birleşik Devletler diplomatları ile yakın çalışma ilişkisi içinde olması da kaybedilecek…” diyorlar. Dışiş- 30 leri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Mark Toner Davutoğlunun bu ani harketini “ Türkiye’nin iç politika konusu” olduğu değerlendirmesini yaparak konu hakkında ilave yorumdan kaçınıyor. Birleşik Devletler, hemen hemen iki yıl boyunca, Türkiye’nin ilgisini Irak ve Suriye’yi hırpalayan Sünni radikallerin oluşturduğu İŞİD’in üstüne çekmeye çalışmış, fakat, Erdoğan yönetimindeki Ankara Amerika ve Türkiye’nin terörist grup olarak ilan ettiği ayrılıkçı PKK ile mücadeleye daha çok önem vermişti. Birleşik Devletler, İŞİD militanlarının ülke sınırlarından Suriye’ye geçişlerinin önlenmesi için Türkiye’ye bağımlı olması yanında Türkiye’nin ancak bir yıl kadar önce izin verdiği İncirlik Hava Üssü’nden Irak ve Suriye’ye askerî müdahalede bulunabilme iznini kullanmaya devam edebilmek istiyor. Türkiye ise; İŞİD’in daha fazla yayılmasının önüne geçilmesi ve kendi arka bahçesinden ötelere itilmesinde Birleşik Devletlerin hava harekâtına bel bağlıyor. Bu karşılıklı bağlılık konumunun varlığına rağmen, her iki başkent Amerika’nın Suriye’deki Kürt savaşçılara olan desteği konusunda keskin bir görüş ayrılığına da sahipler. Sert ve kanlı geçen 4 aylık bir savaştan sonra, YPG’nin (People’s Protection Units) 2015’in başlarında Kobani’nin kontrolünü İŞİD’in elinden almasından sonra, Batı’nın saygısını kazanmış ve bu tarihten sonra militan gruplara karşı Washington’un en etkili kara gücü olarak kabul edilmişti. Yine de; YPG’nin PKK ile bağlantılı olması Suriyeli Kürtlerin Türkiye tarafından millî güvenliklerini tehdit eden en önemli grup olarak nitelendirilmelerine yol açmaktadır. Erdoğan’ın Kürt militanlara güvensizliği Ankara’da 37 kişinin ölümü ile sonuçlaran intihar saldırıları sonrasında sorumluluğun PKK’ya ait olduğunun ilan edilmesi ile büyümüş, en sonunda da bu saldırıların sorumluluğunu PKK hareketinden ayrılan Kürdistan Freedom Falcons (Kürdistan Özgürlük Şahinleri) TAK üstlenmişti. Menbiç konusundaki tartışmalar Ankara ile Washington arasındaki temasların kesilmesi yabancı savaşçıların Türkiye’den Suriye’ye geçmekte kullandıkları en önemli geçiş noktası olan Menbiç paketinin oluşturulması sırasında oldu. New America düşünce kuruluşunun uzmanlarından Barak Berfi “…Ankara, Kürt savaşçıların Menbiç’i kontrol etmesini istemiyor… Menbiç bölgesini Kürt kontrolünün dışına çıkararak Şam rejimini devirmek üzere harekât merkezi haline getireceği güvenli bir bölge oluşturmak istiyor….” diyor. Birleşik Devletler ise Menbiç paketini İŞİD’in başkenti olan Rakka’nın geri alınması için konuşlanacak en önemli mevzi olarak görüyor. Kürt savaşçılar üzerindeki görüş ayrılıkları; bu yılın başlangıcında İŞİD’e karşı yürütülen kampanyanın başına atanan Dışişleri yetkilisi Brett McGurk’un Kobani’de YPG yetkilileri ile buluşması sonrasında kamuoyu önünde ağız Yeni Ufuklar, sayı 31 STRATEJİ dalaşına dönüştü. Bu toplantıdan bazı fotoğrafların yayımlanmasından sonra Erdoğan Türkiye’nin düşmanlarını koruduğunu söyleyerek Birleşik Devletlere saldırdı. Konuşmasında “…Size nasıl güveneceğiz, sizin ortağınız biz miyiz yoksa Kobani’deki teröristler mi ?...” diye sordu. Birleşik Devletlerin Ankara’da Davutoğlu gibi Kürtlere çok daha ılımlı yaklaşımları olan bir muhatabı vardı. Davutoğlu; zayıf bir Başbakan ve Cumhurbaşkanı’na bağımlı hareket etmeyi kabul etmiş olmasına rağmen, Birleşik Devletlerden pek çok yetkilinin düşünce ve endişelerini iletmek için Ankara’daki en önemli kanalı idi. “…Davutoğlu’nun yokluğu Erdoğan’ın pragmatik Kürt yaklaşımına hükümet içinde çok daha az aykırı düşünce iletilmesi anlamına gelecek...” diyor Washington merkezli Türkiye ve Suriye uzmanı Adrew Bowen ve “…iletilse bile bu düşünceleri Erdoğan dinler mi ki…” diye de ekliyor. “… Başbakan’ın bu resmin dışına çıkması ile, muhtemel bir kara harekâtı sırasında Ankara, Suriye’deki Kürt savaşçılarla işbirliği yapmaya daha fazla direnecektir…” diyor ismini açıklamak istemeyen bir Birleşik Devletler yetkilisi. Aynı yetkili Türkiye’nin daha ileri giderek Türkiye ile Suriye sınırını tümüyle kapatabileceğini de ilave ediyor. Davutoğlu’nun istifası büyük ölçüde Erdoğan ile ekonomik konulardaki görüş ayrılıklarından, genişleyen Cumhurbaşkanlığı gücünden ve muhaliflerin yargılanmaksızın gözatına alınmasından kaynaklanıyordu. 22 Mayıs tarihinde ofisini boşaltacak olan Başbakan perşembe günü açıkladığı istifası ile bu farklılıkların önemsiz olduğunu göstermek istedi. İstifasını açıkladığı konuşmada “ …Kimseye karşı bir suçlamam yok, öfke veya kırgınlık hissetmiyorum…. hiç kimse benim Cumhurbaşkanımız aleyhine bir şey söylediğimi iddia edemez ve bundan sonra da bu şekilde bir konuşmamı kimse duymayacak…” dedi. Böyle açıklamakla birlikte, iki politikacının da pek çok konuda cebelleştikleri bilinen bir gerçek. Mesela, ülkenin müzmin problemi olan Kürt azınlığa karşı izlenen tutumdaki fark gibi -bu konuda Davutoğlu çok daha uzlaşmacı bir görüşü benimsemektedir.Geçen ay Davutoğlu Türk gazetecilere hükümetin PKK’nın silahları bırakması durumunda, hükümetin kendileriyle müzakereleri yeniden başlatmayı göz önünde bulundurduğunu söylemişti. Başbakan’ın bu açıklamalarının yayımlanmasından hemen sonra, Erdoğan, Başbakanı açıkça azarlayarak PKK’nın tümüyle yok edilmesinin ileriye doğru düşünülebilecek tek politika tercihi olabileceğini söyledi. Bunun üzerine Davutoğlu pozisyonunu yeniden ve Erdoğan’ın görüşleri doğrultusunda ayarlayarak, Cumhurbaşkanının söylediklerini tekrar etmeye başlayıp hükümetin Kürtlerle müzakere etme konusunda bir düşüncesi olmadığını söyledi. Kontrol etme arzusu Erdoğan’ın açıklaması kendisinin daha evvel barış açılımı konusunda göstermiş olduğu çabaların reddi anlamına geliyor. Fakat uzmanlar uzun süren ateşkesin uzlaşmazlıkla sonuçlanması Cumhurbaşkanının gelecekteki müzakereler hakkında olumsuz bir kanaate sahip olmasına neden olduğunu söylüyorlar. Mesela Barfi : “…Erdoğan’ın Kürt konusundaki mevcut bakışı kendi esas inandığı şeylerden daha çok, önceden tecrübe ettiği şiddeti bastıramamanın mahcubiyetinden kaynaklanıyor…” diyor. Adalet ve Kalkınma Partisi yapılacak ilk toplantısında Davutoğlu’nun yerine birini seçecek. Erdoğan’ın Anayasanın değiştirilmesine daha az karşı çıkan birini aday göstereceği tahmin ediliyor. –Anaysanın Parlamenter sistem aleyhine olmak üzere, Cumhurbaşkanlığının gücünün artırılmasının istendiğini hatırlayalım- Erdoğan’ın uzun süredir Başbakan’a yönelttiği eleştiriler, gelecek Başbakan’ın gözünü korkutarak mevcut Cumhurbaşkanı’na daha bağımlı olmasına sebep olarak serbestçe konuşmaktan vazgeçirecektir. Eski milletvekili ve Demokrasinin Korunması Vakfı yöneticilerinden Aykan Erdemir “…Erdoğan kendi tercihlerine sadık kalacak bir başbakan adayı seçtirecektir…” diyor ve “… Onun Türkiye’nin hem ulusal hem de devam eden Birleşik Devletler ve Avrupa Birliği ile Suriye hakkında yapılan müzakerler, Türkiye’nin Avrupa Birliğine Üyeliği süreci ve İsrail ile yeniden yakınlaşma gibi uluslararası konuları tümüyle kontrol etmek istediğini kolayca tahmin edebiliriz…” diye ekliyor. Yine de Birleşik Devletler-Türkiye ilişkilerinde, Davutoğlu’nun görevden uzaklaştırılması ve Erdoğan’ın gücü tümüyle ele alması durumunda da esaslı bir değişiklik olmayacaktır. Atlantic Council’in daimi üyelerinden Aaron Stein “…Türk Politikasının Suriye gibi ana konularda esas karar vericisi de, harekete geçiricisi de, el sıkanı da Erdoğan’dır…” diyor. 31 STRATEJİ Dr. Nejat TARAKÇI* İsrail - Türkiye Anlaşmasının Jeopolitik Şifreleri Giriş Davos 2009 sonrası kırılganlaşan ve 2010’daki Mavi Marmara olayı ile dibe vuran Türkiye- İsrail ilişkileri 7 yıl sonra yapılan bir anlaşma ile normalleşme sürecine girdi. Her iki ülkeyi yeniden yakınlaşmaya zorlayan jeopolitik şartlar enerji ve güvenlik eksenindeki ortak çıkarlardan kaynaklanmaktadır. Bu anlaşmanın, bölgeye ve Türkiye’ye sağlayabileceği potansiyel jeopolitik avantaj ve kazançların enerjiden de öte çok önemli sonuçlar doğurması mümkündür. İsrail’in Yeni Enerji Kaynakları Türkiye, İsrail-Rusya ekseninde ortaya çıkan bu fırsata İran’ı da katarak PKK ile mücadelede yeni bir hücum stratejisi geliştirebilir. Bu stratejide ABD kontrolündeki Irak hükümeti, eli ayağı bağlı Barzani hükümeti ve bizzat ABD’nin kendisi olamayacağından mücadele oldukça güç olacaktır. İsrail ile işbirliğinin daha da geliştirilerek ABD faktörünün PKK ile mücadelede Türkiye lehine dönmesi de sağlanabilir. Dr., Jeopolitikçi ve Stratejist * 32 Bulunamayan enerji en pahalı enerji olmakla beraber, pazarlanamayan yani satılamayan enerji de boşa akan bir su gibidir. Özellikle deniz tabanından çıkarılan enerjinin güvenlik risk ve tehlikeleri çok daha fazladır. 2009 yılında İsrail’in karasuları ve Münhasır Ekonomik Bölgesinde (MEB) son derece zengin doğalgaz ve petrol rezervleri bulundu. Bu keşfi, Kıbrıs’ın etrafı, Lübnan, Suriye, Gazze ve Mısır’ın Nil Deltası1 takip etti. Özetle Doğu Akdeniz potansiyel olarak yeni bir Basra Körfezi haline geldi. Eksik olan limanlar, depolar, boru hatları, iskeleler, yükleme terminalleri ile bunların güvenliğidir. Katar, İran, Irak, Kuveyt, BAE, Suudi Arabistan petrol ve doğal gazının da boru hatları ile Doğu Akdeniz’e akıtılması projeleri gerçekleştiği takdirde, bölge dünyanın Enerji Merkezi haline gelecektir. İsrail, beş yıl önce 2016’da doğalgaz ihracına başlayacağını açıklamıştı. Ancak Ortadoğu’daki gelişmeler buna izin vermedi. Türkiye, İsrail ve Mısır hariç bölgedeki ülkelerin hiç birinde siyasi istikrar yoktur ve kısa vadede de olması beklenmemektedir. Bu nedenle Türkiye-İsrail anlaşmasının esas amacı öncelikle İsrail gaz ve petrolünün en uygun coğrafi konumdaki Türkiye üzerinden Avrupa pazarlarına aktarılmasıdır. Rusya Kilit Ülke İsrail ile Türkiye yeniden yakınlaşırken, bu sürece Rusya’nın da dâhil olması kimseyi şaşırtmamalıdır. Çünkü Suriye krizine fiilî müdahalede bulunan Rusya, hem Suriye’nin yeni siyasi yapılanmasında, hem de Doğu Akdeniz’deki enerji denkleminde söz sahibi olmuştur. Suriye 2011’de kendi karasuları ve MEB’indeki tüm enerji arama, çıkarma, işletme ve pazarlama yetkisini Rusya’ya vermiştir. Bu durumda İsrail ile Rusya’nın Doğu Akdeniz’de enerji alanında işbirliği yapması zorunlu hale gelmiştir. Rusya’nın stratejik kazancı, Doğu Akdeniz’deki enerji pazarlamasında söz sahibi olarak, kıta Avrupası’ndaki pazarlarını kaybetme riskini bertaraf etmesidir. Ayrıca Rusya’nın Güney Akım Projesini de Doğu Akdeniz projesi ile destekleme olanağı ortaya çıkabilir. Bazı enerji uzmanları İsrail’in sahip olduğu doğal gaz kaynaklarının Avrupa’yı beslemek için yetersiz olduğunu, asıl amacın fazla gazın Türkiye’ye satılması olduğunu ileri 1 ENI in Egypt! Euregas! The Italian energy giant’s strategy seems to be paying off Sep 5th 2015; http://www.economist.com/news/business/21663249-italian-energy-giants-strategy-seems-bepaying-euregas Yeni Ufuklar, sayı 31 RÖPORTAJ STRATEJİ sürmektedirler. Bu projeye sadece İsrail gazını esas alarak bakmak yetersiz kalacaktır. Proje uzun vadelidir ve bölgedeki tüm mevcut ve potansiyel kaynaklarının Türkiye üzerinden nakli söz konusudur. Türkiye Kilit Ülke: Beklentiler – Olası Kazanımlar Türkiye enerji üretim çemberi ile çevrili bir coğrafyada enerji açlığı çeken bir ülkedir. Buna rağmen Rusya hariç, hiçbir ülke ile kalıcı, güvenilir bir enerji tedarik sistemi kuramamıştır. İsrail gazı bu anlamda bir fırsat sunmaktadır. Doğu Akdeniz’de nerede petrol ve doğal gaz çıkarılırsa çıkarılsın, en verimli ve güvenilir dağıtım rotası Türkiye üzerinden geçmek zorundadır. Bu bağlamda Türkiye’nin en önemli avantajı veya kazancı petrol ve doğal gazı daha ucuz almanın dışında İsrail ve Rusya ile stratejik ortaklık statüsüne geçme olasılığıdır. Bu üç ülke bir anlamda gölge bir federal yapıda birleşmiş konumda olacaklardır. Böylece İsrail-Türkiye-Rusya otomatik olarak enerji odaklı ortak bir güvenlik sistemine de geçeceklerdir. İsrail enerji kaynaklarının öncelikle pazarlanması dikkate alındığında; son beş yıldan bu yana dile getirilen ve enerji koridoru olarak betimlenen Kürt Koridorunun engellenmesi gerekmektedir. Gerçekte Basra Körfezi petrol ve doğal gazının Akdeniz’e akıtılması için Kürt koridoruna ihtiyaç yoktur. Bu koridorun temel amacı Türkiye’yi Kürtler vasıtasıyla güneyden tamamen kuşatmak ve Türkiye Kürtleri ile birleştirmektir. Çünkü 1950’li yıllara ait boru hattı projeleri Kerkük-Musul-Hayfa boru hattı vasıtasıyla Irak petrolünün İsrail’e akıtılmasını öngörmekteydi. Ancak o dönemdeki bölgedeki istikrarsızlıklar nedeniyle, Irak petrollerinin Hayfa yerine Türkiye’deki Yumurtalık’a akıtılması sağlanmıştır. Hayfa hattı Irak-Ürdün üzerinden İsrail’e uzanmaktadır. Bu hat faaliyete geçtiğinde, Arabistan Yarımadası’nı baştanbaşa kat eden Trans-Arabistan Boru hattının da bu hatta eklemlenmesi mümkündür. Böylece Suudi petrolü de Hayfa’ya akıtılabilir. Bu hat kolayca onarılarak işletmeye alınabilir. Belki de alınmıştır. Güncel durumda Kerkük ve Musul petrollerinin kontrolünü ele geçiren ve bağımsızlık yanlısı Barzani’ye İsrail’in kayıtsız şartsız destek vermesinin temel nedeni bence budur. Ancak Irak merkezî hükümeti Felluce’den sonra İran’ın da desteği ile Musul’u IŞİD’den geri almaya çalışmaktadır. Özetle Barzani bölgesinin siyasi geleceği tartışmalıdır. Bu durumda yeniden İsrail gazına dönecek olursak, hayalî Kürt koridoru üzerinden Irak, Katar, BAE ve Suudi Arabistan’ın petrol ve doğal gazının Akdeniz’e akıtılmasının da zaman alacağı görülmektedir. Çünkü Türkiye’nin muhalefetine rağmen hattın tesisi çok zor, hem de tesis edilse bile alt yapı çalışmaları yönüyle kısa zamanda çalışması beklenmemelidir. Diğer taraftan İsrail ve bölgedeki diğer (Mısır, Suriye, Lübnan vb.) enerji kaynaklarının da pazara girmesi halinde Irak ve Katar gazına ihtiyaç duyulmayabilir. Öncelikle, İsrail-Rusya-Türkiye’yi içine alan enerji ağının arzdağıtım ve güvenlik yönüyle istikrarlı bir hale gelmesi gerekmektedir. Bu süreden sonra Avrupa ve diğer bölgelerde ihtiyaç duyulacak miktarının Basra Körfezi’nden, Mısır’dan veya Kıbrıs’tan tedariki gündeme gelebilir. Bu noktada Doğu Akdeniz’den kim enerji ihraç ederse etsin kontrol, denetim ve güvenlik Türkiye-İsrail- Rusya’nın ortak kararına bağlı olacaktır. Kürt koridorunun engellenmesi, en azından Fırat’ın batısındaki bölümün bloke edilmesi Türkiye’nin güvenlik ihtiyaçları yönüyle tercih edilen bir husustur. Türkiye, İsrail-Rusya ekseninde ortaya çıkan bu fırsata İran’ı da katarak PKK ile mücadelede yeni bir hücum stratejisi geliştirebilir. Bu stratejide ABD kontrolündeki Irak hükümeti, eli ayağı bağlı Barzani hükümeti ve bizzat ABD’nin kendisi olamayacağından mücadele oldukça güç olacaktır. İsrail ile işbirliğinin daha da geliştirilerek ABD faktörünün PKK ile mücadelede Türkiye lehine dönmesi de sağlanabilir. Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin ekonomik ve enerji alanına ilave olarak, güvenlik eksenli yeni toprak kazanımlarını da içerecek şekilde genişletilmesi mümkündür. Gazze-İsrail-Türkiye Türkiye, mezhep ve İslami kimlik üzerinden son 12 yıldan bu yana Gazze’ye destek vermektedir. Türkiye-İsrail Anlaşması, Türkiye’ye Gazze’de belirli inşaatları gerçekleştirme ve insani yardım yapma olanağı sağlamıştır. 40 km’lik kıyı şeridi olan Gazze’nin denizdeki enerji kaynakları üzerindeki hakları çok daha önem arz etmektedir. İsrail’in Gazze’ye özerklik verme gibi bir lüksü olmadığını söyleyebiliriz. Gazze, İsrail’in karasuları gibi kabul edilmektedir. 33 STRATEJİ Bu bağlamda, Filistin sorunu çözülse bile Gazze’nin statüsü İsrail’e bağlı bir eyaletten öteye geçemeyecektir. Filistin’e gelince, İsrail üzerinde güçlü bir dış baskı olmadığı sürece Gazze’siz olsa da tam bağımsız bir statü kazanmaları çok zayıf bir olasılıktır Rusya-Türkiye İlişkilerinin İyileşmesi Türkiye Rusya’nın kalbine giden bütün yolları kontrol etmektedir. İlişkilerin eski seviyesine dönmesi ABD ve NATO’nun Karadeniz ve Kafkasya’daki plan ve projelerini menfi yönde etkileyebilir. Türkiye, ABD baskısı ile kabul ettiği Kırım’ın ilhakına karşı çıkma politikasını yumuşatabilir. Çok önemli bir diğer husus, Rusya’nın Azerbaycan’la Ermenistan arasındaki Karabağ sorununu çözecek tek ülke olmasıdır. NATO üyesi Türkiye ile Rusya arasında kalıcı ve her iki tarafa da çıkar sağlayacak bir ortamın oluşması iki ülke arasındaki güvene bağlıdır. Türkiye, ülkesel ve bölgesel çıkarlarını, içinde bulunduğu ve bugün için ne işe yaradığı ciddi şekilde sorgulanacak ikili ve çok uluslu ittifaklara tercih etmelidir. Şu anda içinde bulunulan jeopolitik koşullar, Rusya gibi güçlü bir ortak ile işbirliğini dikte etmektedir. Uçak düşürme krizi Rusya ve Türkiye’nin hem ekonomik olarak, hem de bölgesel stratejik güç dengeleri yönüyle birbirlerine ne kadar muhtaç ülkeler olduğunu göstermiştir. Uçak krizi ile Türkiye’yi Rusya’dan uzaklaştıran ABD, Romanya, Bulgaristan ve Gürcistan üzerinden Karadeniz’de taarruza yönelik bir yığınak başlatmıştır. Rusya-Türkiye ilişkileri normal seyrini koruduğu sürece ABD ve NATO’nun Karadeniz üzerinden Rusya’ya yapacağı stratejik bir taarruzun başarı şansı yoktur. Aynı durum Güney Avrupa ve Baltık için de geçerlidir. Bu durumda geriye sadece Basra Körfezi-İran- Hazar ekseni kalmaktadır. Bunun için İran’ın ABD yanında yer alması zorunludur. Bu nasıl sağlanacaktır? Yine orta vadede tek bir olasılık söz konusudur. İran’da 1979’da oluşan Amerikan düşmanlığı odaklı rejimin değişmesidir. ABD’nin örtülü (covert), gizli (clandestine) ve unorthodox operasyonlarının temel hedefi bu yöndedir. Sovyetler Birliği’nin yıkılması için yarım asır bekleyen ABD, İran’daki rejimin değişmesi için de sabırla beklemeyi sürdürüyor. Türkiye-Rusya ilişkilerini analiz ederken iki ülkenin yakın tarihteki ilişkilerini de unutmamak gerekiyor; • Türkiye, 1853 Kırım Savaşı’nda müttefiklerle beraber Rusya’ya yapılan stratejik taarruzda yer almıştır • Rusya, İstiklal Savaşı’nda maddi-manevi her türlü yardımla savaşın kazanılmasında hayati bir rol oynamıştır • Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nda Alman çizmeleri altında ezilen Rusya’ya yardım için Boğazları açmamıştır Türkiye’nin, Rusya’ya karşı Karadeniz üzerinden yapılması olası bir NATO taarruzunun parçası olmaması için hem tarihsel, hem güncel hem de geleceğe yönelik çok tutarlı neden ve gerekçeleri bulunmaktadır. Buna karşılık Rusya’nın da Ermenistan, PKK ve türevleri üzerinden Türkiye’yi sıkıştırma plan ve stratejilerine ivedilikle son vermesi gerekmektedir. 34 ABD hatalı Suriye politikası ile Rusya’nın Suriye üzerinden Doğu Akdeniz’e girmesine neden oldu. Oysa 2009’da İsrail’in karasularında doğal gaz keşfinden sonra, Suriye’yi İran ve Rusya’dan koparabilseydi, bugün Doğu Akdeniz’deki enerji denkleminde Rusya olmayacaktı. İsrail-Rusya-Türkiye’nin Zamansal Yakınlaşması İsrail-Rusya ve Türkiye’nin aynı zamanda yakınlaşması tesadüf değildir. İsrail ile Rusya’nın işbirliği sadece Doğu Akdeniz’deki enerji işbirliği ile sınırlı kalmayabilir. Çünkü Rusya, Esat yönetimi, İran yönetimi üzerindeki etkin rolü ile bu ülkelerden İsrail’e yönelik kaynaklanabilecek tehditleri durdurma şansına sahip olabilir. Rusya da Türkiye’siz Doğu Akdeniz’deki stratejik çıkarlarına ulaşmanın çok zor olacağının farkındadır. Nitekim Putin Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinin normalleşmesinden memnun olacaklarını açıklamıştır. Rusya bugün ABD karşısındaki tek askerî güç olarak Ortadoğu’daki siyasi etki alanını genişletmiştir. İsrail bu gerçek üzerinden Rusya ile ilişkilerini yeniden düzenlemektedir. Diğer taraftan Soğuk Savaş dönemi dâhil İsrail, Rusya ile ilişkilerinde her zaman tarihsel dayanışmayı esas almış, ABD ile olan yakın ilişkisinin bu politikayı etkilemesine hiçbir zaman meydan vermemiştir. Eğer Rusya ile İsrail Doğu Akdeniz’de enerji ilişkisine dayalı stratejik bir ortaklık kurarlarsa bunun Rusya’ya da büyük faydaları olacaktır. Örneğin, ABD’deki AIPAC ve JStreet gibi etkili Yahudi lobileri Rusya üzerindeki ambargonun hafifletilmesi ve ABD–Rusya ilişkilerinin rekabetten ziyade daha barışçı projelere yönelmesini sağlayabilir. ABD’nin Bölgedeki Rolü ABD hatalı Suriye politikası ile Rusya’nın Suriye üzerinden Doğu Akdeniz’e girmesine neden oldu. Oysa 2009’da İsrail’in karasularında doğal gaz keşfinden sonra, Suriye’yi İran ve Rusya’dan koparabilseydi, bugün Doğu Akdeniz’deki enerji denkleminde Rusya olmayacaktı. Aynı zamanda ABD sonrası Irak’ta yaşanan sosyolojik kırılmanın yarattığı IŞİD’in de Suriye’ye yayılması önlenecekti. Bugün gelinen noktada İsrail Rusya ile işbirliğine mecbur edilmiştir. Bir noktada bu durum hem bölge, hem de İsrail ve Türkiye için çok daha iyi olmuştur. ABD’nin on binlerce kilometre öteden bölgede kalıcı bir istikrarlı düzen kurması yerine, Rusya gibi güçlü bir bölge ülkesinin bunu sağlaması daha kolay olacaktır. Çünkü Rusya; Güney Avrupa, Baltık, Kuzey Denizi, Kafkasya, Ortadoğu, Doğu Akdeniz, Hazar, İran ve Orta Asya gibi çok geniş bir coğrafyada etkili siyasi, askerî ve ekonomik mekanizmaları başarıyla kullanan bir ülkedir. Unutmayalım, ABD’nin Kanada ve Meksika olmak üzere sadece iki kara komşusu vardır. Rusya’nın onlarca. ABD ve onun politikasını destekleyen Avrupa ülkeleri bölgede ger- Yeni Ufuklar, sayı 31 MAKALE çek ve kalıcı bir barış ortamı istiyorlarsa Rusya ile işbirliği yapmaları şarttır. Rusya’nın, Finans-Kapital Sistemin emrinde hareket eden ABD’den en önemli farkı, komşularına sömürge mantığı yerine karşılıklı çıkara dayanan bir strateji ile yaklaşmasıdır. Rusya’nın Kafkasya’da, Gürcistan’da ve Ukrayna’daki sert ve kararlı politikalarla yapmak istediği, Finans Kapital Sistemin Rusya’yı sömürülebilir ve kontrol edilebilir bir ülke haline getirilmesini önlemektir. Rusya, 2008’de Güney Osetya ve Abhazya’yı, 2014’de Kırım’ı ilhak ederek küresel ekonomik sistemin Rusya’yı sömürü çarklarının içine çekmesinin ne kadar zor olacağını göstermiştir. Rusya uzun zamandan beri farkında olduğu bu düzenin feci sonuçlarını 2011’de Libya’da uçuşa yasak bölge uygulamasına çekimser oy verdikten sonra daha iyi anlamış, kararı veto etmediğine pişman olmuştur. ABD-Rusya Bölgede Yeni Bir Düzen Kurabilirler mi? Suriye-Ürdün-Lübnan-Irak’ı içine alan coğrafyadaki istikrarlı ve sürdürülebilir yeni bir düzen ABD ile Rusya arasında yapılacak bir anlaşma ile sağlanabilir. Her iki ülkenin birlikte taahhüt edecekleri (garanti verecekleri) ilk şey mezhep ve etnik köken üzerinden yapılan ve yapılacak çatışmalara izin vermemeleri olmalıdır. Bu anlaşmada her iki ülkenin kendi stratejik çıkarlarından ziyade bölge ülkelerinin kendi gerçeklerine göre şekillenecek adil bir paylaşımın hedef alınması öngörülmelidir. Bölgede çeyrek asırdan bu yana devam eden siyasi, ekonomik ve sosyolojik gerçekler aşağıdaki çözümleri dikte etmektedir: • Türkiye PKK sorunundan kurtulmalıdır. • Irak Kürtlerinin bağımsız bir devlet kurmaları sağlanmalıdır. • Suriye’de eski düzene benzer merkezî hükümet kontrolünde yeni bir sistem kurulmalıdır. • Gazze, İsrail’e bağlı otonom bir bölge olmalıdır. • Kabul edilebilir sınırlar dâhilinde bağımsız bir Filistin devleti kurulmalıdır. • Sözde bağımsız devlet statüsündeki Lübnan, referandum ile kendisine bir manda devleti seçmelidir. • KKTC, Türkiye ile bütünleşmeli, Güney Kıbrıs AB üyeliğine devam veya Yunanistan ile bütünleşme seçeneklerinden birine karar vermelidir. Doğu Akdeniz’de Güvenlik Nasıl Sağlanacak? Denizdeki petrol ve doğal gaz platformları ve deniz içinden veya dibinden geçen boru hatları güvenlik yönüyle en hassas yapılardır. Bu bağlamda D. Akdeniz’in güvenliği tamamen deniz gücüne bağlı olacaktır. Güçlü bir deniz kuvveti bölgedeki enerji üretimini kolayca durdurabilir. Güvenliğin sorumluluğu öncelikle proje ortakları olan Rusya-İsrail ve Türkiye’de olacaktır. Alanın büyüklüğü, gerçek zamana dayalı bir gözetleme sistemine, su altı ve su üstü mayın mânialarına ve karada konuşlu roket sistemlerine gereksinim olacağını göstermektedir. Osmanlı ve Venedik döneminde Akdeniz ticaretinin merkezi olan Doğu Akdeniz yedi asır sonra yeniden enerjinin merkezi olarak öne çıkmaktadır. Enerji işbirliğinin bölgeye barış getirmesi dileği ile. 35 DENEME Derviş Ağa Kudret ALTUN* Komşuluk kavramı bugün saflığını kaybetmeseydi kelimenin içini boşaltmasaydık, kardeşlik hukuku gibi idi demek isterdim. janjanlı kelimeler yoktu, insanlar gönüllerine geleni konuşur, kızmaları lazım gelince kızarlar, kimse söylenenin arkasında bir şey aramazdı. Her birimiz akşam olunca komşularımızın evinde kalır, kimse kimseye emanette kusur etmezdi. *Erciyes Üniversitesi 36 Mahallenin büyükleri emmimiz dayımız, hanımları nenemiz, daha orta yaşlı olanlar halamızdı. Vahidala’nın Hasanüsün Emmi ile Deveci’nin Memet Emmi Hacivat Karagöz gibi önümüzde tarih konusunda yarışırdı. Ondan mıdır bilmem, hâlâ bir yerlerde Hacivat Karagöz gölgesi görsem, onlardan bir iz arar dururum. “Biz İzmir’den gâvuru kovarken sen çarığını bağlayamıyordun” derken Hasanüsün Emmi, “Benim çarığımın biri iç denizde, öteki senin kafandaydı, ben bir kere baş zabittim, okuması yazması olmayan birine neyi efem (fehim kelimesinden geldiğini edebiyat okuyunca anladığım kelam ) edem ki” diyerek Deveci’nin Memet Enişteye çıkışırdı. Hasanüsün Dayı buna çok bozulur, şu yeni elifbayı bir anlatmadın yegenim der, bana sitemli gözlerle bakarken biz gülüşürdük. O, bastonuna dayanır, bir komutan edasıyla Tuna Nehri marşını (onun marşı) mırıldanarak uzaklaşırdı. Ben kendimi özel hissederdim, şöyle bir diğer bebelere (!) bakar, rap rap yürüyüp giderdim. Koskoca zabite yeni elifbayı öğretecektim bugüne bugün, akşamı iple ve odunla çekerdik. Karşılaşmanın sonu, akşam nenelerin yanında bitecekti zira. Sonra mahalleyi arşınlayıp yapılacak işleri yapar, odunu, tezeği bucağa çeker, akşamı beklerdik. Bütün bunları yaparken herkesin, hamımızın işiydi yapılanlar. Sizin ev, bizim ev, el hakika nâ-mevcud olmalıydı ki en canlı hatıralarım mahallem olduğu halde en silik hatıram odamdır. Mahallemiz gibi evlerimiz de ortaktı ve kapıları asla kilitlenmezdi. Yeni Ufuklar, sayı 31 DENEME eğer, “Haklısın, hakkın ödenmez” der, final de bu şekilde biterdi. Seyircilerini göz ucuyla süzen emmim, bir keyiflenir, cücüğüne kabaran hindi gibi bağırarak, “Kurban olduğum bu kızanlar için değil on iki, yigirmi sene daha yaparım lan Memet, haydi kavurga yapak.” diyerek, bizi tandıra doğru kovalardı. Biz üstümüzü başımızı parçalar, libaslarımızı çıkarır, oynamağa başlarken Memet Enişte hepimizi paylar, “Kork aprılın beşinden, öküzü ayırır eşinden, uşaklar!” diye bağırır, çıkardığımız yamalı hırkaları tekrar giydirirdi. Öyle mesut idik ki televizyon, face ya da internet melaneti mahallemize uğrasaydı, bütün yalanlarından utanır, insanların muhabbetinden erir, makine olmaktan çıkar, etekleri zil çalarak uçup giderdi. Hikâyenin sonu ne olacak diye sabırla atışmanın galibini beklemeye koyulurken biz de maçımızı yapar, küçücük mahallede Ali Sami Yen Stadı’nın tadını alırdık. Ben ve kardeşim hep karıştırılırdı, bu bazen benim bozulmama sebep olsa da faydası da çoktu hani. Mahalle takımımızın adı Çağlayan Spor’du, öyle uydurma bir takım falan değildik, hatta ileride şehre gidip oynayanlar bile vakidir. Akşam olur, efeler sigaralarını tütün tablasından yalap yalap sararken biz sedirlere dizilir finali seyretmeyi bekleşirdik. Bu arada “sokaktaydı o laf ebeliği, burada ne arıyorsunuz çocuklar” diyen olmazdı. Biz doğal seyircilerdik. Leylâla ve Vahidâla birisi kayısı kurusu dağıtır, diğeri kuru üzüm kıstırır avucumuza, arada bir de fitne verip veriştirirlerdi. “Bir gülleyi kaç gâvura savurdun?” dedirtir, bir de göz kırpardı Leylâla. Doğrusu Deveci Memet, çok laf ustasıydı, arada bir atasözlerini de sıkıştırınca işin içine, hepimiz onun yanına geçer, ağzının içine bakardık, askerlik anılarının galibi belli oluyordu, bazen ben “helal Memet Enişte” diye bağırır, Hasanüsün Emmiyi cûşa getirirdim. Velakin, ne zamana dek ? “Sen gaç yıl eskerlik (askerlik) yaptın, söylen bakıym lan oğlum, ona göre konuşak, bah ben söyleyem mi, tamı tamına 12 sene, on iki sene sonra bu eksik eteğin kapısına gelince sen kimsin diye beni kovduydu” diyerek göz ucuyla Vahidâla’ya bakıverirdi eski kurt. O bakışta neler neler söylerdi gözleri. Muhabbet bu olmalıydı O sert bakışların arkasındaki şefkat hâlâ yüreğimi ısıtır. Deveci’nin Memet Enişte bu söz üstüne lâl olur, başını Ramazan davulcumuz Muttaliden (Mustafa abi) bahsetmezsem beni rüyamda davuluyla döver. Hâlâ öyle davul çalan, o ahengi veren, deyişlerle, manilerle sahuru güzelleştiren bir davulcu var mıdır? “Lörgüde lörgü, Fikret Börkü, kalk elliğe kalk” diye bağrışları hâlâ kulağımda. Rahmetli Sabiha Annemin her gece kete verişi ayrı bir güzellik. O ramazan sahurlarını içimizde yaşatmasak, teravih zamanlarında bağırıp çağırarak namazlarını bozdurmasak, bu kadar sever miydik her yaratılanı… Mehmet Efendi-Gülanım Hala, “Ceviz oynamaya geldim odana” türküsünün mucidi Mehmet Efendinin kardeşi Adnan Türközlerin evi, çocukluğumda ilk cenazesi yıkanan, gözümü kırpmadan seyredip bir hafta korkuyla rüyamda gördüğüm tek kişidir. Mehmet Efendinin ağzına pamuk tıkamışlardı, heyecanla ve gizlice izlemiştik. O zamanın cenazesi bile başkaydı. Bizi kaçışırken gören Cessur Dayıyı da korkutmuştuk, adı Cesur ama yürüyen her şeyden korkar, diye bir söylenti vardı, biz de her fırsatta önüne çıkar, Hasanüsün Emminin bastonunu görünceye kadar canına okurduk biçarenin. Komşuluk kavramı bugün saflığını kaybetmeseydi, kelimenin içini boşaltmasaydık, kardeşlik hukuku gibi idi demek isterdim. Janjanlı kelimeler yoktu, insanlar gönüllerine geleni konuşur, kızmaları lazım gelince kızarlar, kimse söylenenin arkasında bir şey 37 aramazdı. Her birimiz akşam olunca komşularımızın evinde kalır, kimse kimseye emanette kusur etmezdi. Mahallemiz Orta Anadolu’nun tam ortasında küçük bir kasabadaki “Derviş Ağa” namıyla meşhur olup sakinleri, fakir Anadolu insanıydı. Bir dervişin adı konmuştu besbelli ama o dervişe, ağa namını vermek dervişin vakarından olmalıydı. Şans eseri hâlâ bu mahalle aynı isimle devam etmekte çok şükür. Mahalle isimlerinin değişmesi, hele Türkçe olmayan kelimelerle değişmesi hepimizi geçmişimizden koparıyor, tıpkı eski avlulu, cumbalı, balkonlu, bahçeli ferah evlerin lüküs apartımanlarla (!) değiştirilmesi gibi. Bugün ülkemizde hangi torun dedesinin, atasının evini dünya gözüyle görebiliyor, bu sıralar artık doğduğumuz evler de yıkılıyor, birkaç daire karşılığında üzüm asmalı yuvalarımız, ufuksuz, ruhsuz, havasız, sevgisiz apartmanlara dönüşüveriyor. Adı da kentsel dönüşüm, ben istiyor muyum dönüşümü, geçmişimle barışığım ben. İnsanın kendi doğduğu evi tanıyamaması feci bir şey olmalı. Hayallerimiz ölüyor… Yahya Kemal’in Üsküp için sevgisini, özlemini hatta ıstırabını hatırlarım, belli ki Balkanların vatan olmaktan çıkmasıyla yitirdiği güzide şehrini, sokaklarında oynadığı mahallesini, cumbalı mektebini hep yad etti, unutmadı ve en güzel İstanbul 38 şiirleri, bu hasretin neticesinde ortaya çıktı. Üsküp yerine İstanbul’u koydu. Üsküp ki Şar Dağı’nda devâmıydı Bursa’nın. Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın. Üç şanlı harbin arş’a asılmış silâhları Parlardı yaşlı gözlere bayram sabahları. Bizlerin böyle bir hasreti olmadı çok şükür. Hasanüsün Emmilerin, Memet Dedelerin kazandığı vatanı, şükrederek daha da güzelleştirmek dururken mirasyediler gibi hor, hakir kullanmakla meşgulüz. Şükretmek denince, o güzel günlerde, çocukluğumda hatırladığım şükretmek, hamd etmek kelimelerinin, yaydığı şûleleri an geldi gönlümde hissedemedim, duyamadım. Şükür mutluluktu. Herkesin maddi sıkıntısı vardı, kimsenin eli para görmezdi, lakin buğum buğum tandır ekmeği kokusu evimizden yayılır, Camici (Bizim mahallede sağcı, solcu ve dahi başkaca cı yoktu, bir meslek isimlerine eklenirdi bu ek, bir de camiden çıkanlara) çıkarken onlara dağıtılır, bu da çocukların eliyle olurdu. Vahidâla pişirdiği ekmekleri öğle ve ikindi camisinden çıkan Camicilere dağıttırır, sonra da bize ödül olarak en kızarmışını verirdi. Bütün mahalle şükrederdi, teşekkür ederdi. Dünyanın en zengini bizdik şüphesiz. Katığımız olmasa da her şey hakiki idi, Tandır ekmeği, tadındaydı sevgiler, konuşmalar hatta sitemler bile… “Kurban olduğumun Vahidâlası, bu ekmek değil lokum” diyen doymazsa bağırır, bidaha isterdi. O hiç üşenmez, aşağıya avluya iner, Hasanüsün Emmi’nin, “ verme sakın, bana kalmadı” diyen bakışlarına aldırmadan “al gadasını aldığım, kurban olsun halan sana” derdi. Bugün anlıyorum ki onlar Yesevi torunlarıydı; erkek kadın ayırımı yapılmaz, kaçma göçme olmazdı, bütün mahalleli Çalab kuluydu. Her durumda mutlak eşitti her insan. Elbette bizler müstesna idik, değerli, ve özeldik. Bir çocuğun yetişirken kendini bu kadar değerli, bir o kadar da sorumlu ve sosyal hissetmesi ne hoş duygudur. Modern yalnızları oynadığımız bugün ise, yaptığımız şükürde bile riya var, tövbede bile sahtelik var sanki. Bu kadar refah, lüks içinde doymak bilmeyen bir dünya, gönül darlığı çeken insan oğlu… “Bunca varlık içinde gitmez gönül darlığı” diyen Yunusu sevdirmek elzem belki de. Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene, Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene. (Yahya Kemal) Yeni Ufuklar, sayı 26 28 DİLMAKALE / EDEBİYAT 39 MAKALE Küreselleşme ve İslam’ı Yeniden Düşünmek... Hasan ONAT* Küreselleşme, bir yandan “dünya vatandaşlığı” gibi bir anlamda vatan bilincini kaybetmiş yeni bir “göçebelik” ve “göçebe” kültür üretirken, diğer yandan da tarih bilincinin yeniden doğmasına yol açmaktadır. Özellikle, Türkiye gibi, tarihiyle pek barışık olmayan ülkelerde tarih bilinci, kökleri geçmişin derinliklerinde yatan sorunların çözümü için tekrar, kendiliğinden devreye girmektedir. *Prof. Dr. / Ankara Üniversitesi 40 a. Küreselleşme Üzerine Küreselleşme, en basit şekliyle, insanlar arası etkileşimin küresel bir boyut kazanmasıdır. Belki de insanlık tarihinde ilk defa, bütün insanlığı küresel ölçekte böylesine etkilemek, yönlendirmek, hatta biçimlendirmek mümkün hale gelmiş bulunmaktadır. Demokrasi, laiklik, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi değerler, tüm insanlık için ortak hale gelmiştir. Tüketim ve eğlence kültürü, bütün insanlığı birden kucaklamaktadır. Terör bile küresel bir nitelik kazanmıştır. Hayatın bütün alanlarında, küresel bir etkileşim söz konusudur. Öyle ki, karşı çıkmak ya da taraf olmak, küreselleşmenin etki çemberine girmek veya bundan çıkmak anlamına gelmemektedir; belki etkileşimdeki yoğunluk ve bilinçlilik düzeyi farklılaşmaktadır. Bu sebepten, küreselleşmeye taraf, ya da karşı olmaktan ziyade, küreselleşmenin etkilerini ve sonuçlarını, bütün insanlığın geleceğini de göz önüne alarak tartışmakta fayda vardır. Belki bir adım daha atarak, tüm insanlığın yararına olacak, bir yeni “orta yol” arayışından söz etmek de imkan dahilinde görünmektedir. Buna ihtiyaç vardır; çünkü insanların üzerinde yaşayabilecekleri yeni bir dünya henüz keşfedilmemiştir. Küreselleşme, yer yer modernleşmenin yeni bir aşaması, yer yer de Amerika eksenli yeni bir kültür dalgasının dünyayı istila etmesi olarak anlaşılabilir ve yorumlanabilir. Her iki halde de, küreselleşmenin, güçlü bir ekonomik ve kültürel yapıya sahip olmayan, demokrasiyi içselleştirememiş kültürler için bir tehdit olarak algılanmasının kaçınılmaz olduğu açıkça görülebilmektedir. Küreselleşme önüne çıkan her şeyi çepeçevre kuşatmakta, hiçbir şey onun etkisinden uzak kalamamaktadır. Bu arada, birtakım bastırılmış yerel kültür öğeleri ve değerlerin de yeniden dirilme fırsatı buldukları gözden kaçmamaktadır. Üst üste bindirilmiş süreçlerin oluşturduğu küreselleşmenin, hızlı sosyo-kültürel değişmenin beraberinde gelen yeni bir algı biçimi olduğu da ortadadır. Değişimin hızı, değişimin doğru anlaşılmasını engellemektedir. Bu öylesine ilginç bir hal almıştır ki, değişime direnenler farkında olmadan değişmekte; bir müddet sonra, belki de karşı çıkmak adına karşı oldukları değerleri savunmaya başlamakta; tüm varlıklarıyla değişime açık olduklarını söyleyenler de değişim adına muhafazakar bir çizgiye sürüklenebilmektedirler. Bu durum, büyük ölçüde, küreselleşmenin kontrol edilemez boyutu ile ilgili olmalıdır. Kontrol edilebilir boyutta, yeni kültürler, yeni insanlar, yeni toplumlar yaratma hedefi, her ne pahasına olursa olsun gerçekleştirilmek istenmekte; direnme, bir şekilde kırılmaya çalışılmaktadır. Ancak, görünen o ki, bütün dünyayı etkileyen Amerika eksenli bir küresel kültür vardır ve severek, okşayarak, döverek, azarlayarak, bazen de öldürerek kendisini kabul ettirmektedir. Mevcut koşullarda küresel kültür, dünyanın tek kutuplu olarak devam etmesini, daha açık bir ifadeyle hayatın bütün alanlarında Amerika’nın etkin olmasını sağlamaya yönelik bir işlev görmektedir. Bu doğrultuda, küreselleşmenin Amerika’nın ideolojisi haline geldiğini söylemek bile mümkündür. Tarih bize, resmi ideoloji haline gelen anlayış biçimlerinin, bir şekilde kendi kendilerini yok etmeye başladıklarını göstermektedir. Yeni bir uygarlık ihtiyacı Bize öyle geliyor ki, küreselleşme, belki de Türkiye’de, ya da Türkiye gibi yeni bir uygarlığın yeşermesi için uygun olan yerlerde, yeni bir uygarlığın mayalanmasına imkan hazırlamaktadır. İnsanlığın yeni bir uygarlığa ihtiyaç duyduğu, artık gizlenemez hale gelmiştir. Uygarlıkların yaratılması, biraz da birleşik Yeni Ufuklar, sayı 31 MAKALE kaplar teorisini çağrıştırmaktadır. Müslümanlar, yaratıcı yeteneklerinin varlığını unutup, kendilerini tekrarlamaya başlayınca, özellikle Endülüs’te gerçekleşen aşılanma, modern Batı uygarlığının mayasını oluşturmuştur. O zamanki Endülüs’ün yerinde bugün Türkiye vardır. Batı uygarlığının meydan okuması, en iyi Türkiye’de hissedilmektedir. Bu meydan okumanın cevapsız kalacağı herhalde düşünülemez. Küreselleşme, bize tıkanan damarlarımızı açma, kendi varlığımızın farkına varma ve kendimizi ifade etme imkanı sağlamaktadır. Bizim en büyük sorunumuz, birey olduğumuzun bir türlü farkına varmayı başaramayışımızdır. Sağlıklı demokrasi kültürü üretemeyişimizin de geleneğin pençesinde kıvranışımızın da yeterince özgür olamayışımızın da temelinde birey bilinci eksikliği yatmaktadır. İşte küreselleşmenin bize sağlayacağı en büyük katkı burada ortaya çıkmaktadır. “...Kültürel küreselleşmenin değişik kesimleri arasında hem elit hem de halk düzeyinde hem gerilimler hem de yakınlaşmalar vardır. Hepsinin paylaştığı ortak bir tema varsa o da bireyleşmedir; yükselen küresel kültürün bütün kesimleri, bireyin gelenek ve cemaat karşısındaki bağımsızlığını artırır. Bireyleşme, kişilerin bu konudaki görüşlerinden bağımsız olarak, davranışlarında ve bilinçlerinde gözlenebilecek biçimde ortaya çıkan toplumsal ve psikolojik bir süreç olarak görülmelidir” Küreselleşme, birey bilincinin öne çıkmasının yanında, özellikle, gelişmekte olan ülkelerde geleneğin ve toplumun baskısını büyük ölçüde hafifletmektedir. İnsanlar, bir yandan kendi geleneklerini, kültürlerini ve içinde yaşadıkları ortamları sorgulama imkanına sahip olabilmekte; diğer yandan da, farklı kültürlerin, geleneklerin ve ortamların farkına varabilmektedirler. Bu durum, evrensel ve yerel kültür ve değerler açısından çift yönlü bir etkileşim sürecinin ortaya çıkmasına yol açmaktadır: Küllenmiş yerel kültür ve değerlerin, eski kültlerin su yüzüne çıkma fırsatı bulması, tekrar dirilmesi; başta kültür ve değerler olmak üzere evrensel boyut taşımayan hemen her şeyin, tarihin çöplüğüne doğru hareket etmeye başlaması. Bir başka ifadeyle, küreselleşme, yerel olan pek çok şeyin önce önünü açıp, biraz dirilmesine imkan sağlamakta; arkasından da onu evrensel boyutlu anaforların içine çekmektedir. Ayakta kalabilecek olan, sadece evrensel boyut taşıyan ya da evrensel nitelik kazanabilenlerdir. Tarih, bilginin ve paranın, daima özgür ortamları sevdiğini göstermektedir. Küreselleşme, hem bilginin hem de paranın önündeki bütün engelleri ortadan kaldırmıştır. Bu, bilginin de paranın da dolaşım imkanının ve etki gücünün tahmin edilebilenden daha ileri düzeyde artması anlamına gelmektedir. İşin ilginç yanı, bilgi de para da biriktiği yere güç kazandırmaktadır. Bu gücü elinde bulunduranlar, onun bumerang gibi olduğunu hiç düşünmeden, insanlığın geleceğini, kendi istedikleri doğrultuda biçimlendirmeye kalkışmakta, kısmen de başarılı olabilmektedirler. Ancak, bilginin ve paranın, küreselleşme ile birlikte mutlak kontrol alanının dışına çıkması, farklı ve alternatif cazibe alanlarının oluşmasının imkan dahilinde olduğunu da ciddi olarak düşündürmektedir. Tarih bilinci Küreselleşme, bir yandan “dünya vatandaşlığı” gibi bir anlamda vatan bilincini kaybetmiş yeni bir “göçebelik” ve “göçebe” kültür üretirken, diğer yandan da tarih bilincinin yeniden doğmasına yol açmaktadır. Özellikle, Türkiye gibi, tarihiyle pek barışık olmayan ülkelerde tarih bilinci, kökleri geçmişin derinliklerinde yatan sorunların çözümü için tekrar, kendiliğinden devreye girmektedir. Bu durumun bize geçmişimizi yeniden keşfetme ve doğru anlama-değerlendirme imkanı sağlayacağını düşünüyoruz. Çünkü, bizde hem tarihi yok farz eden, geçmişe küfrederek tatmin olan insan tipinin hem de geçmişi kutsallaştıran insan tipinin var olduğu görülmektedir. Oysa her iki halde de geçmişin anlaşılma imkanı ortadan kalkmış olmaktadır. Aslında, yok farz etmekle kutsallaştırmak arasında fazla bir farkın olduğu da pek söylenemez. Öte yandan, küreselleşme, sorunların da küresel ölçekte ortaya çıkmasını ve algılanmasını beraberinde getirmektedir. Artık, dünyanın bütününü ilgilendirmeyen, hiçbir köşe, bucak kalmamıştır. Çevre kirliliği, nükleer tehdit, az ya da çok bütün dünyayı ilgilendirmektedir. AIDS, SARS, SARILIK gibi hastalıklar, belirli toplumların, ya da yörelerin değil, bütün insanlığın ortak sorunu haline gelmiştir. Bugün, yaşanılabilecek başka bir dünyanın olmadığı, bu dünyanın da çok küçük olduğu, iyice anlaşılmış durumdadır. Öyleyse, bu küçücük dünya üzerinde, insanca yaşamayı öğrenmek için, kıyametin kopmasını mı bekleyeceğiz. İnsanlığın bugüne kadar üretmiş olduğu bütün kültür ve uygarlıkların, bütün değerlerin tüm insanlığın barış ve mutluluk içinde yaşatılması için seferber edilmesi çok mu zor? b. Küreselleşme ve Din İnsanlık zor, fırtınalı bir zaman diliminden geçmektedir. “Dünyanın böyle fırtınalı bir döneminde insanlığın sadece politik programlara ve hareketlere ihtiyacı yoktur. Onun, halkları, etnik ve ahlaki grupları ve dinleri gezegenimiz dünyanın ortak sorumluluğunun bilinciyle barış içinde birlikte yaşatacak bir geniş görüşe (vizyon) de ihtiyacı vardır. Geniş bir görüş ise ümitleri, hedefleri, idealleri ve değerleri gerektirir. Maalesef dünyanın her yerinde insanların çoğu, bunları kaybetmiş durumdadırlar. Yine de şundan emin olabiliriz: Dinler, istismar edilmelerine ve tarih içinde zaman zaman görülmüş başarısızlıklarına rağmen, ümitleri, hedefleri, idealleri ve değerleri canlı tutacak, kuracak ve yaşatacak sorumluluğu içlerinde taşımaktadırlar...” . İnsanlığın barış içinde yaşayabilmesi, barışın kalıcı olabilmesi, demokrasinin evrensel bir ahlak anlayışının kılavuzluğunda gelişmesine bağlıdır. Hans Küng ve Karl Josef Kuschel’in kaleme aldıkları, farklı dinlere mensup pek çok insan tarafından imzalanan “Dünya Ahlakı Hakkında Açıklama”da yer alan şu tespitleri dikkat çekicidir: “Kişisel tecrübelerden ve gezegenimizin sıkıntılarla dolu tarihinden öğrenmiş bulunuyoruz ki; *Sadece kanunlar, düzenlemeler ve gelenekler yolu ile daha iyi bir dünya düzeni oluşturulamamıştır; zorlama ile de oluşturulamayacaktır; *Barışın, adaletin ve yeryüzünün korunmasının başarılabilmesi, insanların, adaletin sağlanmasında 41 MAKALE hemfikir ve işbirliği içinde olmalarına bağlıdır; *Adaletin ve hürriyetin gerçekleşmesine katkı, bir sorumluluk ve görev bilincini gerektirir ve bunun için de insanların hem kafalarına hem kalplerine hitap edilmelidir; *Ahlâkî davranış olmaksızın hukukun devamını sağlayacak bir dayanak söz konusu olamaz ve bunun içindir ki, bir dünya ahlâkı olmadan yeni bir dünya düzeni olmayacaktır” İşin gerçeği, küreselleşme, insanlığı bir “Dünya Ahlâkı” arama noktasına getirmiştir. “Dünya ahlâkı ile anlatılmak istenen şey, yeni bir dünya ideolojisi değildir; mevcut dinlerin ötesinde yeni ve birleşik bir dünya dini de değildir. Dünya ahlâkından kastımız, halihazırdaki bağlayıcı değerler, değiştirilemez ölçütler ve şahsi tutumlar alanında temel bir uzlaşmadır. Ahlâkta bir temel muvafakat olmazsa kaos veya bir çeşit diktatörlük, toplumları er ya da geç tehdit edecektir ve insanlar ümitsizliğe düşeceklerdir” . İnsanlığın geleceği, “doğruların”, “iyilerin”, “gerçeklerin” hiç kimsenin veya hiçbir grubun ve 42 toplumun tekelinde olmadığının, olamayacağının anlaşılmasına bağlıdır. Bu durum, kötülerin içinde iyi olmak yerine, iyilerin içinde daha iyi olmak şeklinde yeni bir düşünce kalıbının etkin ve yaygın olmaya başlaması anlamına gelecektir. İnsanlığın geleceğinde barıştan, güvenlikten, insanlıktan söz edilecekse, bilim ve teknolojiye bağlı olarak artan gücün kontrol edilmesini sağlayacak, tüm insanların insanca yaşayabilecekleri eşiğin altında kalmayacakları şekilde zenginliğin paylaşımını kolaylaştıracak ve açgözlülüğü dizginleyecek bir yüksek evrensel değerler sistemine ihtiyaç olduğu açıkça görülmektedir. Bu, ya insanların benimsemeseler bile hayır diyemeyecekleri, insanî boyutu, amaçları, yararları tartışma götürmeyecek kadar açık seçik olan bir evrensel ahlâkla sağlanabilir ya da örgütlenmiş dinlerin küreselleşmenin gereklerine göre yeniden yapılanarak, egemenlik ve üstünlük yarışından çıkıp, sevgi, barış ve hoşgörüde evrensel boyutu ön plana çıkartmaları ile mümkün olabilir. Ancak, her ikisinin de kolay olmadığını belirtmekte fayda vardır. Yüksek güven kültürüne olan ihtiyaç, gücün kontrolü, çevre sorunlarının üstesinden gelinmesi, evrensel ölçekte adaletin tesisi, dinin insanlığın sonuna dek varlığını ve etkinliğini sürdüreceğini göstermektedir. İnsanın gelişmişlik düzeyi ve gücü arttıkça dine olan ihtiyaç daha da artmaktadır. Toynbee’nin şu tespitleri dikkat çekicidir: “Din bana, bilince sahip ve sonuçta kaçınılmaz bir seçim yapma gücü ve buna bağlı olarak seçim yapma gerekliliği olan bir varlığın yaşamı için zorunluluk olarak görünüyor. İnsanın gücü ne kadar büyürse dine gereksinimi de o kadar artıyor. Eğer bilimin uygulaması din tarafından ilham ve idare edilmezse, bilim hırsa göre uygulanacak ve hırsa o kadar etkili hizmet edecektir ki yıkıcı olacaktır”. Küreselleşme, bir yandan dine olan ihtiyacı artırırken, diğer yandan da dinlerin öz ve yapı açısından kendilerini yenilemelerini, bir anlamda zorunlu hale getirmektedir. Küreselleşme, bilimsel anlayışın ve bilimsel bilginin dünya ölçeğinde yaygınlaşmasını sağlayarak, dinin bilim- Yeni Ufuklar, sayı 31 MAKALE sel yöntemlerle araştırılmasının, hatta anlaşılmasının kapılarını aralamıştır. Bilimin sadece doğa bilimlerinden ibaret olmadığı, dinle ilgili disiplinlerin insan bilimlerinin bir alt kümesi olduğu yavaş yavaş bilim çevrelerinde konuşulmaktadır. Dinin, en genel anlamda bilimin konusu yapılması, din alanına yeni ufuklar açacaktır. Küreselleşme, “dinler arası diyalog” arayışlarını da hızlandırmıştır. Farklı dinlere mensup insanlar, insanlığın küresel çaptaki ortak sorunlarına çözüm bulabilmenin yolunun, “anlama”dan geçtiğini, bunun da ancak diyalogla mümkün olabileceğini anlamaya başlamışlardır. Ancak, “dinler arası diyalog” çağrılarına ve bu doğrultuda yapılan toplantılara rağmen, “misyonerlik”in, bütün hızıyla devam ettiği de gözden kaçmamaktadır. Küreselleşme, misyonerlik faaliyetlerine “küresel” bir boyut kazandırmıştır. Bütün bunlara rağmen, “insanoğlunun geleceğine yönelik bugünkü tehdit, ancak birey olarak insanlarda devrimsel bir ruh değişikliği sağlanarak ortadan kaldırılabilir. Bu ruh değişikliğinin zor yeni idealleri uygulamaya sokabilecek irade gücünü ortaya koyabilmesi için din tarafından ilham edilmiş olması gerekir İnsanoğlu, gelişen bilim ve teknoloji sayesinde, dünyayı, gerçek anlamda bir bütün olarak görme, kavrama imkanına sahip olmuştur. Geleceğimizi tehdit eden sorunları ve bunların çözüm yollarını da küresel ölçekte algılamaya, değerlendirmeye başladık. İletişim imkanlarının artması, farklı kültür çevrelerine, farklı dillere, farklı dinlere mensup insanların birbirlerini anlamalarını kolaylaştırdı. Berlin Duvarı ile birlikte, insanların birbirlerini tanımalarını, anlamalarını engelleyen duvarlar da bir bir yıkılmaya başladı. Ancak, birey ve toplum planında insanların birbirlerini anlamalarının zannedildiği kadar kolay olmadığını da açıkça görmeye başladık. Yıkılan duvarlar, daha ziyade görülebilen, ekonomik ömrünü doldurmuş olanlardı. Bunların yanında, görülemeyen, hissedilmeyen, fakat etkin olan, insanın düşünce, tutum ve davranışlarını biçimlendiren duvarlar da vardır. Bunların başında da, tarihte örülen, kan, kin ve gözyaşı ile tahkim edilen, gizli duvarlar; ya da Kur’an’ın “ataların “İslâm’ı Yeniden Düşünmek”, bir anlamda insanlığın geleceğini yeniden düşünmek demektir. Türkiye, İslâm anlayışında sağlıklı, tutarlı, gerçekçi ve akılcı bir çizgi yakalayabilirse, bu, yeni bir zihniyet değişikliğini beraberinde getirebilir. dini” adı altında eleştirdiği düşünce gelenekleri gelmektedir. İslâm dini, ondört asrı aşkın bir zamandan beri, insanların inanç, düşünce ve davranışları üzerinde etkin olmaktadır. Küreselleşme, insanlığın geleceği açısından, Müslümanların da Müslüman olmayanların da İslâm dini hakkındaki bilgilerini yeniden gözden geçirmelerini, bir anlamda zorunlu hale getirmiştir. İslâm, öncelikle, ondört asırdır insanların temel paradigmalarının oluşmasında etkin bir din olarak, bir bütün halinde yeniden düşünülmeyi beklemektedir. İslâm’ı yeniden düşünmek, onu, Hz. Muhammed’in ilk vahyi aldığı zamanki tazeliği, sadeliği ve sıcaklığı ile anlamaya ve yaşamaya çalışmak demektir. Bir başka ifadeyle, İslâm’ın evrenselliğinin gereklerini yerine getirmek demektir. İslâm, bizden önceki insanlar tarafından, birikimleri ve yetenekleri elverdiğince anlaşılmıştır. Daha önceki anlaşılma biçimleri, bize, İslâm’ı daha iyi anlama konusunda yardımcı olacaktır. İslâm, dinamik bir dindir; her zaman ve mekanda yeniden anlaşılabilir ve yorumlanabilir. Hz. Muhammed, sağlığında bir “model” ortaya koymuştur. Bize düşen, Hz. Muhammed’i örnek alarak, İslâm’ın çağımıza uygun anlaşılma biçimini ortaya koymaktır. Üzülerek belirtmek gerekir ki, Müslümanlar, “Sanayi Toplumu”na uygun bir din anlayışı üretmekte başarılı olamamışlardır. İnsanlık, bugün “Bilgi Toplumu” aşamasındadır. Müslümanların geleceği, çağımıza uygun bir din anlayışı üretmeye bağlıdır. Müslümanların, laiklik, demokrasi, din-hukuk, din-siyaset ilişkisi gibi alanlardaki mevcut sorunları, daha çok din anlayışının “fukaha”ya endeksli olmasından ve geleneğin kutsallaştırılarak din gibi algılanmasından kaynaklanmaktadır. Bizden önceki Müslümanların din anlayışlarını, ağırlıklı olarak “Fıkıhçılar” belirlemişlerdir. Bu durum, bir yandan Müslümanların üretmiş oldukları “hukuk”un “insan ürünü” olduğu gerçeğinin göz ardı edilerek dinle özdeş hale getirilmesine yol açtığı gibi, diğer yandan da “hukuk”un değişmez kurallar bütünü halinde algılanmasına sebep olmuş ve hukuk işlevsiz hale gelmiştir. Müslümanlar tarafından tarih içinde üretilmiş olan “hukuk”un din olmadığının anlaşılması, Türkiye ölçeğinde dinsel sorunlarımızın önemli bir kısmının gerçek anlamda sorun olmadığının farkına varmamızı sağlayacaktır. Çünkü, dini savunur görünerek ya da dine küfrederek din ticareti yapanların malzemeleri ellerinden alınmış olacaktır. Bugün gelinen noktada İslâm’ın yeniden anlaşılabilmesi için, öncelikle dine bakış açımızın değişmesi gerekmektedir. Artık, İslâm’ı hayatın bütün alanlarında “ontolojik” olarak aramanın dönemi geçmiştir. İslâm’ın selameti, insanları, insanlığın sonuna dek mutlu kılabilmesi, İslâm’ın siyasîlerin elinde oyuncak olmaması, çarpık din anlayışının insanlara dünyayı “Müslümanlık” adına zehir etmemesi ve toplumu parçalamaması için, toplumsal hayatın akışında etkin olan alanların, birbirlerinden ayrılması ve birbirlerinin egemenlik alanlarına tecavüz etmeden, hayatın daha da sağlıklı ve güzel olması için etkin olması gerekmektedir. Din, tıpkı güneş gibi, yukarıda olmalı, ışıtmalı ve ısıtmalıdır. “İslâm’ı Yeniden Düşünmek”, bir anlamda insanlığın geleceğini yeniden düşünmek demektir. Türkiye, İslâm anlayışında sağlıklı, tutarlı, gerçekçi ve akılcı bir çizgi yakalayabilirse, bu, yeni bir zihniyet değişikliğini beraberinde getirebilir. Köklü zihniyet değişiklikleri, yeni uygarlıklara aralanan kapılardır. Türk milletinin köklü devlet geleneği ve uygarlık yaratmadaki birikimi, Türkiye’nin, tüm insanlığın muhtaç olduğu yeni bir uygarlığın beşiği olmasını sağlayacak niteliktedir. (Devamı gelecek sayıda) 43 EDEBİYAT KARACAOĞLAN’IN TORUNU MEHMET ZEKİ AKDAĞ Mehmet Zeki Akdağ kimdir? Anuş GÖKCE* Prof. Dr. Saim Sakaoğlu, Akdağ için “Şiiri yakalamıştı.” der şairin “Yağmura Duran Bulut” adlı şiir kitabının ön sözünde. “Benim sevmek zorunda olduğum şairler vardı. Güzel şiiri yakalamıştı çünkü onlar. Belki o güzellikler bana göre idi de başkalarına göre değildi; olabilir. Ben şiirin kurak ikliminde “Yağmur’a Duran Bulut”un şairini sevmek zorundaydım. O bize soluk aldıracak şiirler sunuyordu, o bizi yeni ufuklara çekip götürüyordu çünkü…” *Gazeteci-Yazar 44 Torosların Yağız Ozan’ı, halkın gözü kulağı, milletinin derdiyle dertlenen, sevinciyle kanatlanan bir şairimiz ve gönül adamıdır Mehmet Zeki Akdağ. O, 1940’ların, 50’lerin kıtlık dönemini görmüş yoksul bir ailenin yetiştirdiği, köyünün umut ışığı bir aydın ve mütefekkirdir. Şiirleri sadece mahalli olmakla kalmamış, kalemi, kalbi, vatan ve millet sevgisi tüm milleti kucaklamıştır. Millî birlik ve beraberliği, Türkçenin garipliğini, dildeki yozlaşmayı kendine dert edinen Akdağ, bu dili geliştirmek için tüm şairleri ve edipleri Türkçeyi en iyi bir şekilde yazmaya davet eden milletin şairidir. Aşk, sevgi, umut, kahramanlık türünde de şiirler yazan Mehmet Zeki Akdağ, bazen Yunus’ça tozmuş, Mevlana’yla sema dönmüş, Ziya Gökalp›a giderek onun harsından kendisine saraylar yapmış. Gönlü bunlarla gezdiğinden beri, “Ben ulu bir ırkım diye Yok, dünyadan korkum diye Türküm diye Türküm diye Gezdiğimden beri şenim”1 diyen şair ve yazarımızdır. Hayatı Mehmet Zeki, 28 Haziran 1929 yılında Karaman’ın Sarıveliler İlçesi Göktepe (Fariske) beldesinde doğdu. 1943’te Göktepe İlkokulunu, 1948’de Veteriner Sağlık Teknisyeni Okulunu, 1960’ta Ordu dil Okulunu tamamladı. 1968’de emekli olduktan sonra basına merhaba dedi. Milliyet, Akşam, Güneş, Yeni İstanbul, Son Posta, Hergün 1 Akdağ, M. Zeki, “Dalga Dalga bayrak Olmuş sevincim”,Dar Saat, s,40, Hisar Yay, 1973/İST ve Ortadoğu gazetelerinde muhabir, haber müdürü, yazı işleri müdürü, genel yayın müdürü olarak görev yaptı. Sürekli basın kartı sahibidir. 1945 yılından beri şiirle iştigal eden Mehmet Zeki Akdağ’ın ilk şiiri, 1947’de Erciyes dergisinde yayınlandı. Çınaraltı, Hisar, Türk Edebiyatı, Türk Dili, Milli Kültür, Yeni Ufuklar, Türk Yurdu, Türk Dünyası, Kültür Dünyası, Orkun, Ülkü, Doğu, Köye Doğru, İvriz Kültür Dergisi, Yurt, Filiz, Çaba, Çağrı, Tarla, Kızılelma, Türk Sanatı, Petek, Dokuz Eylül ve Sarmaşık Kültür gibi çok sayıda dergide kalemiyle, mısralarıyla yer aldı. 1977 yılı Gazetecilik Araştırma dalında “Yılın Gazetecisi” ödülüne layık görüldü. Ayrıca 75. Yılında Cumhuriyet Şiiri Güldestesi, Cumhuriyet Devri Türk Şiiri, Türk Edebiyatı, Resimli Türk Edebiyatı, Türk Kahramanlık Şiirleri Antolojisi, Mevlana Şiirleri, Yeni Şiirler, Hamasî Türk Şiirleri Antolojisi gibi edebiyat eserleri ve ders kitaplarında geniş şekilde yer aldı. Otuzu aşkın şiiri bestelendi ve TRT repertuvarına girdi. Bu şiirlerden bazıları Zeki Müren, Ahmet Özhan, Bilge Pakalınlar tarafından seslendirildi. Kültür Bakanlığına yaptığı 7500 kitaplık bir bağışla doğup büyüdüğü, ilköğrenimini gördüğü köyünde adına bir kütüphane açtırdı. Türk Dünyası Yazarlar ve Sanatkârlar Vakfı kurucu üyeliği, İLESAM İstanbul temsilciliği yaptı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Gazeteciler Sendikası üyesidir. Edebiyat dünyasında asrın Karacaoğlan’ı olarak bilinir. Eserleri: Kırk İkindi (1967), Dar Saat (1973), Uzun Hava (1991), Yağmura Duran Bulut (1999), Önce Şiir Vardı (1999), Boşa Çiğnemedim Yalan Dünyayı (2003), Gecenin Gözleri (2006).2 Edebî kişiliği Akdağ şiir anlayışını tarif ederken kendisinin Cumhuriyet Devri Millî Edebiyat Akımı ve Hisar ekolünün içinde gördüğünü söyler. Zaten hece vezniyle yazdığı şiirlerinin büyük bir bölü Hisar dergisinde yayımlanmış, 2 Haz: Ahmet Özdemir, Şiir İkindileri, C:2, s.45 v.d Hoca Ahmet Yesevi Vakfı Yay. 1999/İST EDEBİYAT Serbest tarzda yazdığı ve dizler arasında güçlü bir ses ahenginin sağlandığı “Dar Saat” adlı şiirinde Akdağ’ın duruşu millîdir. 1970’li yıllarda Türkiye’nin içine düştüğü iç savaş döneminde halkın sesi, kulağı olur. Onların sıkıntılarını, dertlerini dile getirir, bozulan adalet sisteminin tesisi için uğraşır. daha sonra yine Hisar Yayınevi tarafından kitap haline getirilmiştir. Hece veznini başarıyla kullanan Akdağ, serbest tarzda da şiirler yazmıştır. Fakat hece vezniyle yazılan şiirleri halk tarafından daha çok tutulmuş, bazıları bestelenmiş ve sanatçılar tarafından sevilerek okunmuştur. Rüştü Erinç şairin bazı şiirlerini bestelerken, Zeki Müren de sevilen şiirlerini seslendirmiştir. Edebiyat tarihçileri, Akdağ’ın şiirlerine önem vermişler ve onun durduğu yeri tarif etmişlerdir. Kabaklı Türk Edebiyatı’nda, “Şekil ve muhtevası yeni, ama duyguları, nağmeleri bilinenlere benzeyen türküler yazıyor.” tespitinde bulunmuştur. Kabaklı, Akdağ’ın şiirlerini modern türkü olarak yorumluyor. Şairin bütün şiirlerine baktığımız zaman, genellikle türkü tarzında olduğunu, hatta birçok şiirinin başlığının Türkü adını taşıdığını görüyoruz. Zeki Akdağ’ın şiirlerindeki temalara değinen Mehmet Nuri Yardım, onu çok yönlü bir şair olarak kabul ediyor: “Zira Akdağ sadece bir aşk, sevgi şairi değildir. Yeri gelir en hamasi şiirleri yankılanır, bazen de mistik duyguların yoğun olduğu mısralarla yüz yüze gelebiliriz. Tabiat, insan sevgisi, din, Allah korkusu, vatan sevgisi, Türkçeye bağlılık, Türk dilinin inceliklerini gözeterek güzel konuşmak ve yazmak gerektiğine dair şiirler onun ne kadar çok yönlü bir şair olduğunun apaçık bir göstergesidir.3 21 Nisan 2015’te Fatih’teki Ali Emiri Kültür Merkezinde Mehmet Zeki Akdağ adına bir vefa gecesi düzenlendi. Törende konuşan Abdurrahman Şen, Akdağ’ın edebî kişiliğini; “Ömrünü kültürümüze, şiirimize ve sanatımıza adamış biri olarak tanımlıyor.”4 Prof. Dr. Saim Sakaoğlu Akdağ için, “Şiiri yakalamıştı.” der şairin “Yağmura Duran Bulut” adlı şiir kitabının ön sözünde. “Benim sevmek zorunda olduğum şairler vardı. Güzel şiiri yakalamıştı çünkü onlar. Belki o güzellikler bana göre idi de başkalarına göre değildi; olabilir. Ben şiirin kurak ikliminde “Yağmur’a Duran Bulut”un şairini sevmek zorundaydım. O bize soluk aldıracak şiirler sunuyordu, o bizi yeni ufuklara çekip götürüyordu çünkü…” 5 Türkü’nün Akdağ’ın hayatında önemli bir yer işgal ettiğini söyleyen Sadeddin Kaplan, her sanatçı gibi onun da ahde vefa konusunda çok duyarlı olduğunu, sanatçıya değerinin ölmeden önce verilmesi gerektiğini benimsediğini ifade etmektedir. 6 3 Yardım, M. Nuri, Günümüzün Karacaoğlan’ı MEHMET ZEKİ AKDAĞ, s.17, Akıl Fikir Yay., Nisan 2015/İST 4sanatalemi.net 5 Yardım, a.g.e, s.66 6 Yardım, a.g.e,s.63 45 EDEBİYAT İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Kültür Müdürlüğü tarafından ESKADER’in katkılarıyla geçen yıl düzenlenen “Günümüzün Karacaoğlan’ı Mehmet Zeki Akdağ’a Saygı Gecesi”ne katılan şair ve yazarlar, Akdağ’ın geleceğe kalacak sanatkârlar arasında olduğunu belirterek, “Akdağ türkünün şiirini yazdı” dediler. Akdağ şiirleriyle halkın sesi, kulağı demiştik. Doğup büyüdüğü köyün düzgün bir yolu yoktur. Her seçimde yolunuzu yapacağız, köye elektrik getireceğiz diye söz verirler. Ama ne yol yapılır ne de elektrik getirilir. Akdağ’ın Şiirlerinde vezin ve şekil ve edebî sanat Geleneğe bağlı olarak hece vezniyle dörtlükler halinde şiirlerini yazan Akdağ, bazen de serbest vezinde şiirler yazmıştır. Serbest şiirlerinde söz ahengini ve konu bütünlüğünü muhafaza etmiştir. O, Torosların yetiştirdiği, coşkun akan bir ırmaktır ve suyunu Türk milletinin hafıza denizine akıtmaktadır. Dörtlükler halinde hece vezniyle yazdığı şiirlerinde mahlası yoktur. Şiirlerinde a-b-a-b, c-cc-b ve a-b-c-a tarzında sarmal kafiye kullanmıştır. Bahar ve Sen 46 “Haz yüklü dallarda gül ışık ışık Gökte kucak kucak huzur döken kim? Düşüncem saçların kadar karışık Sensiz çıldırtıyor beni bu mevsim Haz yüklü dallarda gül ışık ışık” Şiirlerinde yöresel konuşmaya da yer veren Akdağ, geçmiş ile gelecek arasına bir köprü vazifesini görerek unutulmaya yüz tutmuş kelimelerin canlı kalmasını sağlamıştır. “Ayrılık” adlı şiirinde “alafladık” kelimesi, alevlendirmek, ateşi harlatmak anlamına kullanılmaktadır. Dar Saat’te “epil epil”, “kurşun çalımı” gibi ifadeler onun edebiyat dağarcığımıza kazandırdığı kelime gruplarıdır. Şiirlerini halkın anlayacağı dilde, sade bir üslupla yazan Akdağ, edebî sanatları pek kullanmamakla birlikte tecahü’l-i arif, istifham, teşbih ve telmih sanatlarını bazı şiirlerinde kullandığını Yeni Ufuklar, sayı 28 EDEBİYAT toplumsal barış ve güven ortamı karşısında şair karamsar olmakla birlikte yine de onlara gelecek aydınlık günlerin çok yakın olduğunu söylemektedir. Biraz karamsar olmakla birlikte yine de umudunu yitirmemektedir. Onun yüreği, kalbi mutlu bir geleceği beklemektedir. Dar Saat Acı bir şarkı söyleniyor plakta Akşam’ın gece karanlığına Bir dul oturmuş yönünü geceye Düşlerine esir, korkulu Ağlamakta. Baskının düşünden uyanmış yeşil Savaş sonu hali… köşe bucakta Ağaçlar gölgesini toplamış hırsından Zamancasına ayakta. Sevdiğimizi vurmuşlar Hasret topraklarına dökülmüş kanı Kimin vurduğunu herkes biliyor Gene de bir suçlu aranmakta… Çöl güneşi epil epil mutluluk Bir yağmur başlayacakmış gibi sıcakta Bütün peygamberler birleşti Aminsiz dualar boşlukta Meryem bekârlığınca umut Çarmıha gerilmiş İsa Kancık bir boşlukta sallanmakta. Zamana kafa tutan kardeşlik ana Kopan sevgileri ulamakta Kutsal güneşimiz doğacak mutlak Bir kurşun çalımı uzakta. 7 görmekteyiz. Zeki Akdağ’ın şiirlerinde tema Zeki Akdağ’ın şiirlerinde çoğunlukla engin bir memleket sevgisi, millî şuurun oluşması, birlik beraberlik, doğa, ayrılık, aşk, elem, umut,karamsarlık vs. konularını işler. Halkın içine düştüğü sıkıntı, fakirlik, köylere hizmet götürülmemesi onun şiirlerinin temelimi oluşturur. O halkın şairidir ve halkının sıkıntıları onun dertleridir. Serbest tarzda yazdığı ve dizler arasında güçlü bir ses ahenginin sağlandığı “Dar Saat” adlı şiirinde Akdağ’ın duruşu millîdir. 1970’li yıllarda Türkiye’nin içine düştüğü iç savaş döneminde halkın sesi, kulağı olur. Onların sıkıntılarını, dertlerini dile getirir, bozulan adalet sisteminin tesisi için uğraşır. Halkın içine düştüğü korku, endişeli bekleyiş, bozulan Akdağ şiirleriyle halkın sesi, kulağı demiştik. Doğup büyüdüğü köyün düzgün bir yolu yoktur. Her seçimde yolunuzu yapacağız, köye elektrik getireceğiz diye söz verirler. Ama ne yol yapılır ne de elektrik getirilir. Bu durumu Zeki Akdağ şöyle eleştirir: Dağ Köyünün Türküleri/III Bayram gelmez köye her gün arefe Yapın mezarımı yoldan tarafa Her geçen jeep bir Fatiha sayılsın Bir şey gelecekmiş inşallah bu güz İnanırız inanmasak ölürüz Şu tepe çukurda namaz kılsın. Tam otuz yıl sonra hayrolmuş düşüm Devran bu ya günü gelip ölmüşüm Korna sesi duyuversem çıkarım. Kendimize vuralım ilk sopayı Deli çayı geçirtmeyen tepeyi İzin verin tırnağımla yıkarım.8 Mehmet Zeki Akdağ’ın şiirlerinde millî birlik ve beraberlik vardır. O 7 Akdağ,a.g.e., s.7 8 Akdağ,a.g.e.,s.33 şiirlerinde toplumun bölük pörçük oluşuna üzülür. Toplumunu bir arada tutan değerlere saygı duyulmasını, kin, öfke ve nefreti bırakıp birlik ve beraberliğe yönelmesi gerektiğini dizelerinde ilmek ilmek işler: Oylar Gibi Birbirini kovalayan Aylar gibi hep ayrıyız Birleşiyor görünsek de Raylar gibi hep ayrıyız Arınsın ruh beden beden Yitik çağlara girmeden Birbirini inkâr eden Soylar gibi hep ayrıyız Ermiş çağ dışında ermiş Eskimiş yılları vermiş Köprü yüzü görmemiş Köyler gibi hep ayrıyız. Ey can evimde oturan Ateşlerde gül bitiren Bozkırda aklın yitiren Çaylar gibi hep ayrıyız. Gocunduğum bir şey var ki Dualara sinmiş korku Güfteyi yitiren şarkı Söyler gibi hep ayrıyız.9 Ayrılık Bir ananın ikiziydik Bizi bile ayırdılar Duaya dönen dillerden Sözü bile ayırdılar Yaprağı yitirdi köken Yetiş artık ulu hakan Rahlenin dibine çöken Dizi bile ayırdılar Cümle kine sela verdik Dönülmez bir yola verdik Son umudu tele verdik Sazı bile ayırdılar Kurşunu inkârda fişek Göze geldi bizim kuşak Dilsiz mermere döndü uşak Nazı bile ayırdılar Büyü öksüz kuzum büyü Ninniledik her türküyü Alafladık yolsuz köyü Közü bile ayırdılar.10 Ömrünü memleketine, Türk milletine ve kültürüne, Türk halkının refah ve aydınlanmasına adamış ve bir süredir rahatsız olan Mehmet Zeki Akdağ’a sevgi ve saygılarımızı bu sütunlardan gönderiyor ve kendisine de acil şifalar diliyoruz. 9 Akdağ,a.g.e., s.9 10 Akdağ, antoloji.com 47 ARAŞTIRMA Erzincan-Çayırlı. M. Aksoy arşivi. Tarih Sosyoloji Bağlamında Doğu Anadolu, Nahçıvan ve Tebriz’de Saha Araştırmaları Mustafa AKSOY* Doç. Dr., Marmara Üniversitesi * 48 Aşağıda ifade edilen bilgiler 30 Ağustos-7 Eylül 2016’da Erzincan, Tercan, Erzurum, Tortum, Varto, Nahçıvan, Tebriz’de yapmış olduğumuz saha araştırmalarından hareketle kaleme alınmıştır. Tarih ve sosyoloji âdeta tek yumurta ikizleri gibidir. Çünkü tarih, tarihî olaylar ve olgular sosyal bir yapı ile fiziki bir coğrafyada meydana gelirler. Diğer yandan sosyolojinin araştırma alanı ile konuları da tarihî ve fiziki bir coğrafyada meydana gelir. Bu bağlamda sosyolojiyi dikkate almadan tarih, tarihi dikkate almadan da sosyoloji çalışmaları yapmak sağlıklı sonuçlar vermez. Yazılı eserler elbette araştırmacılara sönmeli bilgiler verir. Ancak bazı halde araştırmacılar için sadece yazılı metinlere bağlı kalmak son dere olumsuz sonuçların ortaya çıkmasına neden olabilir. Bu nedenle araştırmacılar özellikle kültür araştırması yapanlar ile uygulamalı sosyoloji araştırmaları yapanların araştırma alanlarını bizzat görmelerinde önemli faydalar vardır. Mesela bizim araştırma konumuzla ilgili bazı çalışmalarda Erzurum müzesinde üzerinde haç işareti olan koç-koyun başlı mezar taşlarının olduğu, Tortum’un bir beldesinde belediye binasının önünde 13 tane koç-koyun başlı mezar taşı olduğu, Erivan’daki Pir Hüseyin camisinde bir adet koç başlı mezar taşı olduğu yazılmaktadır. Ancak biz yapmış olduğumuz saha araştırmalarında bu bilgilerin doğru olmadığını gördük. Erzincan İlk araştırma alanımız olan Erzincan’da müze yetkilileriyle yapmış olduğumuz söyleşide koç-koyun başlı mezar taşlarının tarihî anlamlarından haberdar olmadıklarını üzülerek gördük. Bu anlayışı bugüne kadar yapmış olduğumuz çeşitli araştırmalarda Yeni Ufuklar, sayı 31 ARAŞTIRMA diğer müzelerde de gördük. Mesela Kars müzesinde at başlı mezar taşlarından birinin üzerinde Ermenice yazı olduğu için Ermeni, diğerinde ise yazı olmadığı için Gürcü mezar taşı yazıldığını bir başka araştırmamızdan biliyoruz. Bu tip örneklerle hemen her müzede karşılaştık. Oysa bu tip mezar taşlarını sadece üzerindeki yazılara göre tasnif etmek mümkündün değildir. Çünkü tarihî süreç içinde devletler veya halklar farklı alfabeler kullanmışlardır. Mesela Kıpçak Türkleri biz zamanlar Ermeni alfabesini, Osmanlı Devleti ise Arap alfabesini kullanmıştır. Erzincan merkezinden sonra Çayırlı ilçesinin bir köyünde iki adet koç başlı mezar taşını görmek için yola koyulduk. Uzun bir uğraşı ve araştırmadan sonra koç başlı mezar taşlarının olduğu köye vardık. Bu köyde yaşayanlar Tunceli’nin Pülümür ilçesinden buraya gelip yerleşmişler. Zazaca konuşuyorlar. 92 yaşındaki bir Alevi Dede, Pülümür’e Horasan’dan geldiklerini ve Türk oldukları söyledi. Ben de madem Türk olduğunuzu söylüyorsunuz neden Zazaca konuşuyorsunuz diye sorduğumda, onu ben bilemem, siz bilmelisiniz diye soruyu bana yöneltti. Bu sorunun muhatapları, özellikle dilciler, diğer sosyal bilimciler ve kamuoyunu oluşturanlar olmalıdır. Dolaysıyla sorunun muhatlarının bu soruya cevap vermeleri gerekiyor. Bizim bilgilerimize göre bu mezar taşlarının ilk örnekleri Rus arkeologlarının yapmış olduğu araştırmalarda 1722’de Altaylar’da bulunmuş ve onlar ile Çin araştırmacılara göre bu tarz mezar taşları Türklere mahsustur. Çayırlı ilçesindeki köyden sonra Tercan’daki Mama Hatun Türbesine gittik. Buradaki mezarlıktaki mezar taşları, Ayşe Bacı (Zile), Kırgızistan ve Kazakistan’daki bazı mezar taşlarıyla birebir aynı olup adeta onların Tercan’daki temsilcileridir. Tercan’daki Mama Hatun Türbesi’nden sonra Tercan’ın dağlık bir köyüne gittim. Bu köy Sayın Başbakanımız Binali Yıldırım’ın kayın babasının öğretmenlik yaptığı, rakımı hayli yüksek olan Alevi-Bektaşi inancına sahip bir köy. Köy mezarlığında hem tarihî hem de son döneme ait mezar taşları var. Mezar taşları arasında koç-koyun başlı olanların yanı sıra, günümüze ait mezar taşları da var. Hatta mezar taşlarından biri Baş- Tercan’da dağ köyündeki koç başlı mezar taşı. M. Aksoy arşivi. Mama Hatun Türbesi, Tercan. M. Aksoy arşivi. bakanımızın baldızının mezar taşıdır. Söz konusu mezarlık önceleri son dere bakımsız olduğundan çok sayıda mezar taşı zarar görmüş. Fakat konu bakanlığı zamanında Başbakanımıza aktarılınca mezarlığın demir çitle koruma altına alınmasını sağlamış. Gönül ister ki sadece bu mezarlık değil, tarihî öneme sahip diğer mezarlıklar da koruma altına alınsın. Çünkü mezarlıklar bir milletin veya halkın tarihî sayfalarının sergilendiği alanlardır. Tercan’dan sonra yolumuz Erzurum üzerinden Varto’ya düştü. da kaldım. Araştırma yaptığımız Varto köylerinde hem koç-koyun başlı mezar taşlarını hem de insan üsluplu yani balbal tarzlı mezar taşlarını tespit ettik. Varto araştırması olur da rahmetli Mehmet Şerif Fırat olmaz mı diyerek onun köyüne gittim. Köyüne gitmemdeki amacım mezarını görüp dua etmekti. Ancak köyde Mehmet Şerif Fırat’ın ailesinden kimlerin olduğunu sorduğumda kızının olduğu cevabını Varto Varto’da genel olarak Zazaca konuşanlar Alevi, Kürtçe konuşanlar Sünni olduğundan Zazaca aynı zamanda Aleviliği, Kürtçe ise Sünniliği temsil ediyor. Mesela Varto’da gezerken bu köy Alevi mi diye sorduğumuzda, şoförümüz yok, onlar Kürt –yani- Sünni diyordu. Bu görüşün doğru olup olmadığını Varto merkezinde de araştırdığımda şoförümüzün doğru söylediğini kabul etmek zorun- Varto’da insan üsluplu mezar taşı. M. Aksoy arşivi. 49 DÜŞÜNCE Varto’da Mehmet Şerif Fırat’ın mezarı. M. Aksoy arşivi. Varto’dan. M. Aksoy arşivi Iğdır ve çevre ilçelerinde koç-koyun başlı mezar taşları sıkça görülmektedir. Yapılan çalışmalarda genel olarak Anadolu’daki bu tip mezar taşları Karakoyunlu ve Akkoyunlu bağlamında değerlendirilmiştir. 50 aldığımda çok mutlu oldum ve doğrudan onun evine gittim. Eve vardığımda, rahmetli M. Şerif Fırat’ın kızı ile beraber torunları ve yakın akrabalarıyla görüşme imkânım oldu. Bu esnada torunlarından birinin hayli tedirgin olduğunu ve geliş amacımı sık sık sorguladığını ve kendisinin çok rahat olduğunu, her türlü soruyu sorabileceğimi söylediği halde, tedirginliği yüzünden belli oluyordu. Dedesinin kitabının özgün olduğunu, fakat giriş kısmının doğru olmadığını söyleyerek onları tartışmayacağını çünkü devletin dahi o konuları artık kabul ettiğini söyledi. Bu ifadeler karşısında ben tarihî gerçeklere bakarım, siyasilerin görüşleri beni bağlamaz dedim. Arkadaş ise siyasilerin görüşlerinin önemli olduğunu söylediği için konuyu tartışmaktan vaz geçtim. Fakat Mehmet Şerif Fırat’ın Türkiye’de önemli bir sözlü ve yerel tarihçi olduğunu ifade ederek, onu ve eserini hiç tanımayan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, FenEdebiyat Fakültesi Genel Türk Tarihi uzmanı arkadaşım Prof. Dr. Osman Yorulmaz’ın “Geçmişten Günümüze Kanglı Türkleri” (İstanbul 2012) adlı eserinden hareketle şu bilgileri anlattım: “Bilindiği gibi M. Şerif Fırat “Hormek” aşiretindendir. Hormekler’in ataları ise Çin yıllıklarında “Gao-çı” (Kao-ch) olarak geçen Kanglı Türkleri’dir. Kanglılar’ın nasıl Hormek adını aldıkları, Türklerin kadim vatanları olan Moğolistan’dan Anadolu ve Suriye’ye kadar olan göçleri, kültürleri, yer adları hakkında genel Türk tarihçisi Yorulmaz’ın on yıl çalışarak hazırladığı, kitabında ayrıntılı bilgi vardır”. Bu ifadelerim karşısında Mehmet Şerif Fırat’ın torunu heyecanla bu kitabı görmek istediğini belirterek, söz konusu kitabı edinmek istediğini ve bu konuda benden rica bulundu. Sohbetten sonra M. Şerif Fırat’ın mezarına giderek dua ettim ve mezarlıkta bazı fotoğraflar çekerek, tekrar kızının yanına dönüp ellerinden öperek köyden ayrılıp Varto’ya dönerek Muş-Erzurum arasında çalışan bir minibüs ile Erzurum’a göndüm. Erzurum ve Iğdır Erzurum’da ilk ziyaret yerim Erzurum müzesi oldu. Yazılı eserlerin aksine Erzurum müzesinde göğsünde haç olan koç-koyun mezar taşlarını göremedim. Yetkililer hafta sonları da müzede olması gerekirken, görevlerinde olmadıkları için gerekli bilgileri alamadım. Ertesi gün Tortum’un bir belde belediyesinin önünde 13 adet koçkoyun başlı mezar taşının yazılı olduğunu okuduğum eserden hareketle söz konusu beldeye gittim. Fakat beldede bir tane koç başlı mezar taşını gördüm, bir diğerinin ise kaybolduğunu öğrendim. Yani söz konusu belde Tortum’un beldesinde koç başlı mezar taşı. M. Aksoy arşivi. Yeni Ufuklar, sayı 31 ARAŞTIRMA Igdır’ın Melikli beldeside koç başlı mezar taşları. M. Aksoy arşivi. Erzurum’da bir kilimden ayrıntı. M. Aksoy arşivi. de 13 adet koç-koyun başlı mezar taşı yoktu. Doğal olarak Erzurum’dan sonra yolumuz Iğdır’a düştü. Iğdır ve Kars Türkistan’daki koç-koyun başlı mezar taşlarının âdete giriş kapısı gibi. Ancak bu coğrafyadaki koç-koyun ve at başlı mezar taşlarının kültür tarih ve sosyoloji bağlamında değerlendirildiğini söylemek mümkün değil. Iğdır ve çevre ilçelerinde koçkoyun başlı mezar taşları sıkça görülmektedir. Yapılan çalışmalarda genel olarak Anadolu’daki bu tip mezar taşları Karakoyunlu ve Akkoyunlu bağlamında değerlendirilmiştir. Belki bu görüşler doğrudur, fakat Moğolistan’da Altaylar’da, Kazakistan’da, Kırgızistan’da, Türkmenistan’da koç-koyun başlı mezar taşlarının olduğunu hesaba katarsak Karakoyunlu veya Akkoyunlu bağlamındaki çalışmaların tartışılması gerekiyor. Nahçıvan ve Tebriz Iğdır’dan hareketle önemli kültür merkezlerimizden Nahçıvan’a geçtim. Nahçıvan adeta Türkistan ile Anadolu arasında bir köprü vazifesi görmektedir. Hakasya ve Kazakistan’da yapılan çalışmalara göre Nuh peygamberin gemisinin söz konusu yerlerdeki bir dağda durduğu kabul edilmektedir. Aynı anlayış Nahçıvan’da karşımıza farklı şekilde çıkmaktadır. Nahçıvan’daki insanlara göre Nuh peygamberin gemisi önce Ağrı dağında durmuş, fakat bir süre sonra oradan hareket ederek Nahçıvan’daki Haça dağına gelerek burada kalmış. Bundan dolayı olacak ki Nahçıvan’da Nuh peygamberin temsilî mezarı var. Nahçıvan şehrinin çeşitli yerlerinde koç-koyun mezar taşları olduğu gibi Nahçıvan’daki Culfa ve Ordubad gibi bazı önemli yerleşim yerlerinde de bu mezar taşlarını görmek mümkündür. Özellikle Mümine Hatun Türbesi ve çevresinde çok sayıda koçkoyun ve at başlı mezar taşı vardır. Türkiye’deki koç-koyun başlı mezar taşlarının en yoğun olduğu yer Tunceli’dir. Fakat Nahçıvan’daki sadece Mümine Hatun Türbesi etrafınki söz konusu mezar taşları Tunceli ve ilçelerindeki koç-koyun başlı mezar taşlarından çok daha fazladır. Nahçıvan şehir merkeziden sonra Culfa ve Ordubad’da da koç-koyun mezar taşları ile damgalar hakkında araştırmalar yaparak Culfa sınır kapısından Tebriz’e gittim. Tebriz adeta bilinen kültür teorilerini yalanlamamaktadır veya o teorilerin yetersizliğini ortaya koymaktadır. Bilindiği gibi Tebriz’de Türkler ve Farslar beraber yaşamaktadır. Böyle olmakla beraber Tebriz müzesinde ve çevresindeki çok sayıdaki koç-koyun ve at başlı mezar taşlarının hepsi Türklere aittir. Dolayısıyla buradan hareketle, kültür teorilerinde ifade edilen etkileşim veya yayılma anlayışının geçerli olmadığını söylemek gerekiyor. Bundan dolayı biz yeni bir kültür teorisi ve anlayışı için “sosyal DNA” yani “sosyal genetik teorisi”ni “Tarihin Sesiz Dili Damgalar” adlı eserimizde önermiştik. Benim için Tebriz’in ayrı bir önemi daha var. Koç başlı bir mezar taşının üzerinde ok ve yay damgasını burada gördüm. Ayrı damga Moğolistan’da ve Bosna’daki Bogomil mezar taşında da vardır. Ermenistan’ın Agrak gümrük kapsından Ermenistan’a geçmek için Tebriz’den tekrar Culfa’ya döndüm. Oradan da İran’ın Nordooz gümrük kapısına gittim. Pasaportum yeşil olduğu için Ermenistan’a girebilmem için normalde bir Ermenistan konsolosluğu veya büyükelçiliğinden vize almam gerekiyordu. Ben bunları yerine getirmemiştim ve Ermenistan’ı çok görmek istiyordum. Bu heyecanla Nordooz gümrüğüne geldiğimde İranlı gümrük yetkilisi “Sizin pasaportunuz özel, bu günü kadar bu pasaportla buradan geçen olmadı, boşuna gitmeyin sizi de geri döndürürler” dedi. Ben ise evet haklısınız, fakat şansımı denemek istiyorum dedim. Aksi halde Tahran’a gitmem ya da buradan Azerbaycan’a, oradan Gürcistan’a, oradan da Ermenistan girmem gerekiyor. Fakat üniversitelerde öğretim yılı 19 Eylül’de başladığı için o tarihte İstanbul’da olmalıydım. Bu nedenle vaktim çok sınırlı olduğundan, şansımı denemek için İran sınırdan geçerek Ermenistan gümrüğüne vardım. Burada vize alarak bir ilk gerçekleşti, yani yeşil pasaportla Agarak gümrük kapısından geçerek Ermenistan’a girdim. NOT: Bir sonraki sayıda Ermenistan ve Gürcistan araştırmalarını okuyabilirsi Nahçıvan’da bir torba. M. Aksoy arşivi. Tebriz’de koç başlı mezar taşı. M. Aksoy arşivi. 51 DENEME MAKALE Yazı ve fotoğraflar: H. Neşe KOÇAK Asmalar sessiz sedasız sararmaya başlamışlar şimdiden. İri yaprakları birer ikişer yere inmedeler her gün. Mis gibi kokularından, küçük zarif mor çiçeklerinden vazgeçmeye hazırlanıyor öbek öbek lavantalar. 52 Bahçede E n güzel vakitlerinden birinde bahçedeyim. Güller, çiçekler, yapraklar ve böcekler arasında. Vakit en güzel vakit, mevsim sonbahar. Bu küçük bahçede yüzlerce çeşit bitki, toprağa kavuştuğu günden bu yana hızla büyüyerek birbirinin içinde hem-hal oldu. Her dal, her yaprak, her çiçek birbirine ait olan bölümleri zapturapt etti. Kol-kanat gerdi. Ne ki ben, en güzel vakitlerinden birinde, bu halinden zahir olan vahşiliği, karışıklığı, dağınıklığı seviyorum. El değmemiş gibi, göz görmemiş gibi. Emprestyonist bir ressamın akşam güneşinde, fırçasından dökülmüş bir gün batımını hatırlatıyor bu hali. Belki Henri Matisse’in Le Jardin”i (bahçe). Belki Claude Monet’in kendi bahçesini resmettiği tablolarından biri. Hangi ressam boyamışsa dalları, çiçekleri, böcekleri, tuval üzerinde resmedilmiş her bir nesneye, derinden şefkat ve merhamet besliyorum. Her birinin rengârenk taç yapraklarına, allı pullu kanatlarına birer öpücük kondurarak en içten sevgimi sunmak istiyorum. Hafif bir akşam rüzgârı esiyor müstesna kokularını bana getiren ve biz sadece görüntüden ibaret değiliz diyen. Mesajı alıyorum... Ve hanımeli, petunya, gül kokularını memnuniyetle ciğerlerime dolduruyorum derin bir nefesle. Yeni Ufuklar, sayı 31 DENEME MAKALE Büyük bir kuş kafesini andıran beyaz demirden kameriyeyi telaşla sarıp sarmalayan asma yaprakları anne şefkatiyle koruklarını büyütüyor. İnce, narin, koyu yeşil korukları. Eski, paslı demir sandalyelere, pervasızca uzanıp sarılmış mis kokulu hanımelleri. Çözmeye kıyamıyorum. İri yaban güvercinleri sürüyle geçiyor bahçeden. Aklı karalı teleklerinden birkaç yaz hatırası bırakıyorlar; eğilip alıyorum. Kim bilir belki bir teşekkürdür mermer kurnadaki suya. Solmuş alman papatyalarının yanında kendiliğinden boy göstermiş uzun, beyaz hatmiler. Susuz, ilgisiz ama yine de çiçeklerle bezeli. Minnetle bakıyorum kar beyazı yüzlerine. Yapraklarla dalların birbirine karıştığı yerde koyu kırmızı yuvarlak erikler gözüme ilişiyor. Onun tam karşısında dalları üzerindeki şeftalilerin yükünü taşıyamaz hale gelmiş çelimsiz ve genç şeftali ağacı var. Az ilerisinde küçük ekşi karadut ağacı son birkaç lezzetli meyvesini olgunlaştırmakla meşgul. Asmalar sessiz sedasız sararmaya başlamışlar şimdiden. İri yaprakları birer ikişer yere inmedeler her gün. Mis gibi kokularından, küçük zarif mor çiçeklerinden vazgeçmeye hazırlanıyor öbek öbek lavantalar. Lavantaların akrabası lavantenler ise açık yeşil bedenlerinde taşıdıkları sarı çiçeklerini çoktan sarartıp kurutmuşlar. Duvar dibindeki eflatun ve mahcup ortancalar zorlukla görülebiliyor otların bürüdüğü bahçede. Ortancaların hemen üstünde, acemboruları var. Turuncudan kırmızıya çalan huni biçimli güzel çiçeklerini eski taş duvarın üzerinden gururla sarkıtmışlar. Toprak saksılarda kendine ancak yer bulan biberiyeler, kaktüsler, pembe petunyalar ve mor sardunyalar, merdivenin basamaklarına bir anfitiyatrodaymış gibi dizilmişler. Biraz hüzünlü, biraz mahcup, teşrinin son sahnelerini seyretmekteler. Çünkü artık mevsimin son demleri. “ Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa, Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa” diyor üstad; heyhat! Yazlar yavaşça bitiyor ve günler kısalıyor. Güneş daha çabuk topluyor üstümüzden elini eteğini. İşte gün akşama dönmek üzere. Yerlerde gezen gazellerin üzerinde güneşin, feri sönmüş son ışıltıları geziniyor bugünlük. Akşam, Ahmet Haşim’in şiirindeki akşamın gamını taşıyor biraz, ama bahçe, o şiirdeki bir acem bahçesi midir? “Bir acem bahçesi bir seccade, dolduran havzu ateşten bade, Ne kadar gamlı bu akşam vakti, bakışın benzemiyor mutade.” Birazdan La Fontain’in haksızlık ettiği, fedakâr anne cırcır böceklerinin sesi duyulmaya başlar inceden inceye. Ama az kaldı. Ne yazık ki yakında bir kabuk kalacaklar, onlar da yakında sus pus olacaklar her şey gibi. Birazdan serin bir rüzgâr esmeye başlayacak; hissediyorum. Akşamın karanlığı sardıkça ufku, içim ürperecek. Şimdiden yazı özleyeceğim. Ve üzüleceğim. Bahçedekiler; bakışlarımdan anlayacaklar hüznümü. Birazdan; bir şal ve bir bardak sıcak çay için içeri geçeceğim. Birazdan; kış gelecek... Biliyorum... 53 ENERJİ Enerji Arz Güvenliği ve Tehdit Altındaki Ağırlık Merkezlerimiz 31 Mart 2015’te saat 10:36 da tüm Türkiye çapında başlayan bu kesinti saatler 12.36 olduğunda TEİAŞ’ın resmî açıklamasında İstanbul ve Ankara’nın sadece %15’ine elektrik verilebildiği şeklindeydi. Dursun YILDIZ* Sorunun oluşma şekli elektrik iletiminin “elektronik beyni”nin yani komuta-kontrol sisteminin bir sorun ve/veya saldırı ile karşı karşıya olduğunu ortaya koyuyor. Bu beynin, iletim fonksiyonunu düzenleyememesi şeklinde bir sorunla karşı karşıya geldiği açık. Su Politikaları Uzmanı, HPA Başkanı * 54 Türkiye’nin tümünde 31 Mart 2015 saat 10.36 itibarıyla başlayan elektrik kesintisi, ülkemizin elektrik sisteminin arz güvenliği konusunda hazırlık seviyesinin yeterli olmadığını ortaya koyması açısından çok önemli bir deneyim yaşattı. Daha önceki toplu kesinti 2012 yılında 6 ilde gerçekleşmiş ve arz talep dengesizliği nedeniyle oluştuğu açıklanmıştı. Bu, son dönemde yaşadığımız en yoğun elektrik kesintisiydi. 31 Mart 2015’te saat 10.36 da tüm Türkiye çapında başlayan bu kesinti saatler 12.36 olduğunda TEİAŞ’ın resmî açıklamasında İstanbul ve Ankara’nın sadece %15’ine elektrik verilebildiği şeklindeydi. Kentlerdeki yaşamı tüm sektörlerde etkileyen bu kesinti Türkiye sanayisinin enerjisinin %35’ini elektrik enerjisinden sağlaması nedeniyle bu sektörü de büyük oranda etkiledi. Elektrik Üretiminde Değil İletimde Sıkıntı Oldu… Türkiye’nin elektrik üretiminin yaklaşık %26’sı hidroelektrik sistemlerden, %44’ü doğalgaz santrallerinden, %25’i linyit santrallerinden,%3’ü rüzgâr, %2’si de diğer santrallerden üretiliyor. Bu santrallerin enerji kaynağı temininde sorun olmadığı biliniyor. Bu durum enerji kesintisi sorununun enerji kaynağı sebepli üretim sorunu değil, üretilen elektriğin iletilememesi sorunu olduğunu ortaya koyuyor. Bu yaklaşımımızı elektriğin saatler içinde kentlere yeniden verilmeye başlanması da doğruluyor. Ancak hemen yeni bir soru gündeme geliyor. Bu sorunun nedeni ne? Bu sorunun nakil hatlarından kaynaklandığı yorumlarını doğru kabul edebilmek şimdilik zor. Çünkü elektriğin iletim ve dağıtım sistemlerinde elektrik iletimini toplu halde engelleyebilecek sorunun sadece iletim hatlarında oluşmayacağı biliniyor. Sorunun oluşma şekli elektrik iletiminin “elektronik beyni”nin yani komuta-kontrol sisteminin bir sorun ve/veya saldırı ile karşı karşıya olduğunu ortaya koyuyor. Bu beynin, iletim fonksiyonunu düzenleyememesi şeklinde bir sorunla karşı karşıya geldiği açık. Bu durum, Türkiye’nin enerji arz güvenliğinde sadece üretim güvenliğinin yeterli olmadığı, bunun yan ısıra iletim ve dağıtım güvenliğinin de çok önemli olduğunu ortaya koymuştur. Elektrik iletimi ve dağıtımı için kullanılan stratejik önemi haiz komuta-kontrol sisteminin siber/fiziki bir saldırı ya da müdahaleye maruz kalmış olması kuvvetle muhtemel. Yeni Yüzyılda Sorunların Çözümü 20’nci yüzyılın son çeyreğinden itibaren devletler veya devlet dışı yapılar arasındaki sorunların çözüm Yeni Ufuklar, sayı 31 28 ENERJİ TARİH şekli esaslı olarak değişmiş ve değişmeye devam etmektedir. O halde, tehdidin doğası ve değişen yapısının iyi anlaşılması gerekmektedir. Artık sorunların çözümü için silahlı/ateşli çatışma neredeyse son çare olarak başvurulan ya da diğer harp vasıtalarını destekleyen bir yöntem olarak kullanılmaktadır. Rusya’nın Ukrayna’da yürüttüğü harekâtı Rusya Genelkurmay Başkanı ve Savunma Bakanı Birinci Yardımcısı Orgeneral Gerasimov “Hibrid Harp” veya “Doğrusal Olmayan Harp” kavramıyla açıklamaktadır. Bu harp türünde savaş ve barış arasındaki sınırların giderek bulanıklaştığı ifade edilmektedir. Sadece sınırların değil aynı zamanda harp alanının da tüm yerküreyi ve üzerinde yaşayan tüm varlıkları kapsadığı ve bulanıklaştığı bu dönemde devletler stratejik hedeflerinin ele geçirilmesinde sadece askerî vasıtaları değil millî gücün diğer unsurlarını da yoğun olarak kullanmaktadırlar. Stratejik iletişim yöntemleriyle psikolojik harp/harekât ile düşman kabul edilen devlet ve onun halkının düşünme ve muhakeme yeteneği topyekûn bulanıklaştırılmakta, karar verici makamlar üzerinde yoğun etki sağlanmak istenmektedir. Yeni harp dönemi askerî olmayan kaynaklarla bütünleşik askerî gücün kullanımı ile karakterize edilmektedir ve hayatın tüm alanlarını içine almaktadır. Ağırlık Merkezleri Tehdit Altında, Doğrusal Olmayan Harp Çatışmaların seviyesini tanımlayan düşük, orta ve yüksek yoğunluk seviyeleri içerisinden düşük yoğunluk tercih edilmektedir. Konvansiyonel ve nükleer savaşı da kapsayan orta ve yüksek yoğunluklu çatışmaların insani, siyasi ve ekonomik maliyetini karşılamak pek çok devlet için mümkün olamamaktadır. Düşük yoğunluklu çatışmada, siyasi, ekonomik ve psikolojik baskıdan istihbarat operasyonları ve terörizme uzanan bir yelpazede tüm araçlar kullanıma sokulmaktadır. Devletler veya ulus ötesi yapılar isteklerini karşı tarafa kabul ettirmek ve hedeflerine ulaşabilmek maksadıyla en az maliyetli ancak karşı tarafa en fazla hasarı verecek yöntemlere başvurmaktadırlar. Bu kısıtlar içinde hedeflerini ele geçirmek için karşı tarafın ağırlık merkezlerine saldırıda bulunmaktadırlar. Ağırlık merkezi, bir ülkenin veya bir teşkilin kapasitesini, yeteneklerini, hayatta kalma becerisini aldığı özellikleridir. Etkisiz hale getirilmesi durumunda karşı tarafın dengesini bozacak, zayıflatacak, hayatta kalma olasılığını azaltacak fiziki ve manevi tüm kaynak, kapasite ve yetenekleri kapsar. Nedir bu ağırlık merkezleri? Ağırlık merkezleri; bir ulusun ordusu olabileceği gibi stratejik, ekonomik, politik varlıkları veya değer atfettiği psikolojik etkisi büyük unsurları da olabilir. Stratejik unsurları içerisinde bilgi ve karar destek sistemleri, elektrik enerjisi üretim ve dağıtım sistemleri, ticari/bankacılık sistemleri yer alır. Ağırlık merkezine saldırı düşman olarak tanımlanan tarafın süratli ve geniş kapsamlı olarak şekillendirilmesine veya felç edilmesine olanak sağlar. Ulusal ve devlet olarak yaşamsal tehdit anlamına gelen ağırlık merkezlerimize saldırıların, müdahalelerin ya da benzer sonuçlar doğuracak arızaların önüne geçmek için bu merkezlerimizin korunması, gerektiğinde savunulması ve eski fonksiyonuna hızla geri dönebilmesine olanak sağlayan önlem ve yeteneklere sahip olunması giderek daha da önem kazanmaktadır. 55 FOTOĞRAF Fotoğraf tutkunlarının gözünden 56 SON USTALAR Enver MANÇO Yeni Ufuklar, sayı 31 FOTOĞRAF Kaybolmaya yüztutmuş mesleklerin izinde bir yolculuk O nlara kimi zaman izbe bir han odasında, kimi zaman Anadolu’nun ücra bir köşesinde denk gelirsiniz. “Zanaatkâr” der, geçer çoğumuz. El becerisi, tecrübe ve nesilden nesilen aktarılan birtakım kurallarla ekmeğini kazanmadır bunun anlamı. Yalnız o mu? Elbette değil, bir kültürün maddi unsurlarını onların hünerli ellerinden çıkan nesnelerle geleceğe taşırız aslında. Eyerden çömleğe, sepetten süpürgeye aklınıza ne gelirse hep o zanaatkârların el emeklerinin, alın terlerinin izi vardır üzerinde. Keçecileri, bakırcıları, dökümcüleri artık aklınıza ne gelirse sayın sayabildiğiniz kadar. Elbette değişen dünya ile birlikte onların da dünyaları değişiyor. Hoş kimileri bu değişime dirense de, birer ikişer sahneden çekiliyor emek ustaları.... Nasıl çekilmesinler ki, artık herşeyin fabrikasyon üretimi var. Bazı nesnelerin hayatımızda yeri bile yok artık... Anadolu da olmasa işler hepten kesat. Ne eyerin, ne nalın, ne de mıhın hükmü kalmış... Ömür yolculuğunun neredeyse sonuna gelmiş, elleri nasırlı, gönülleri gökçe aydınlık, yüzleri güleç o isimsiz kahramanlar en çok da belgeselcilerin, fotoğrafçıların kapılarını çaldıkları kimselerdir. Çoğu zaman kapısı çalındığında bir kenarda demlenen çaydan, sarma bir sigaradan ikram ederek konuğu hoşnut etmenin telaşına girerler. Aksileri mi, elbette var, olmaz mı? “Niye çekiyorsun, çekme istemem” diye kaş çatanından tutun, eline gerçirdiği sopa ile sizi kapı dışarı edene kadar uğraşanı bile vardır... Biraz direnir, zayıf yanlarını bulursanız aslında onların da yufka yürekli, sevecen insanlar olduklarını çabucak anlarsınız... Çok mu uzattık lafı, nedir? Dememiz o ki, bugün birçok zanaatkâr kapısına birer ikişir kilit vurma, mesleği devam ettirecek çırak bulamama hüznü ile karşı karşıya. Kimileri nispeten şanslı, turistik yörelerde, kamu kurumlarının da el uzatmasıyla işlerini sürdürebiliyorlar. Bulundukları yerin önemli birer figürü, birer rengi olarak hayatlarını idame ettiriyorlar. İşte onlardan birkaçını sizler için sayfalarımıza taşıdık. Fotoğraf ustaları Enver Manço, Oğuz Arat, Deniz Senyeşil, Ali Başarır ve Bilal Akar’ın objektifinden ‘son ustalar’ı sizlerle tanıştıralım istedik. Keyifli seyirler diliyoruz... 57 FOTOĞRAF Bir ömrü sepet, küfe örerek tamamlayan usta kadar, semer üreterek ekmeğini karşılayan amca da “Bizden sonra bu işleri yürütecek pek az insan kalacak” diye serzenişte bulunuyor... Deniz SENYEŞİL 58 Yeni Ufuklar, sayı 31 FOTOĞRAF Kasnak, elek, oklova, sini... Genç kuşağın isimlerinden bile bihaber oldukları bir dönemin vazgeçilmez eşyalarır değil mi? Şimdilerde bir kısmı dekoratif malzeme olarak kullanılmaktan başka bir şeye yaramıyor... Oğuz ARAT 59 FOTOĞRAF Bıçaklarımız lazer ile bilenir olduğundan beri, basit el arabalarıyla sokak sokak dolaşıp hizmet sunan bilyecilerin de devri kapandı dense yeridir. Kalaycılık mı? O da ne dediğinizi duyar gibiyiz. Eskiden bakır kap kacak için onların yolu gözlenirdi. Ali BAŞARIR 60 Yeni Ufuklar, sayı 31 FOTOĞRAF “Yorgancılar, keçeciler, kepenekçilerden ne haber?” derseniz, onların da pazardaki payları sadece sembolik. İşinin erbabı, yaşı kemale ermiş amcalar ne kadar kararlı olsa da, bu meslekler de tarih olma tehlikesiyle yüz yüze... Bilal AKAR 61 YAYIN Kuzeydeki Yavru Vatan Okuyucu ile KIRIM buluştu Bayram AKCAN Gazeteci-yazar Kemal Çapraz’ın Kuzeydeki Yavru Vatan KIRIM eseri okuyucusuyla buluştu. Geçirdiği trafik kazasında 44 yaşında hayatını kaybeden Kemal Çapraz’ın ardından gazeteci dostu Bayram Akcan tarafından hazırlanan “Kuzeydeki Yavru Vatan KIRIM” KOCAV yayınlarından kitapseverlerle buluşturdu. 256 sayfa olan eserde Çapraz’ın Kırım’a yaptığı seyahatler sonrası hazırladığı yazı dizileri ve röportajlar yer alıyor. Kitapta Çapraz’ın “Kırım Tatar Türklerinde Basın” isimli yüksek lisans tezi bulunuyor. İlk kez yayınlanan resim ve belgelerin olduğu kitabın arka kapağında ise Kırım Türklerinin lideri Mustafa Cemiloğlu’nun rahmetli Çapraz için yazdığı harikulade yazı dikkati çekiyor. Hayattayken “Sürgünde Yeşeren Vatan KIRIM” isimli kitabını çıkartan Kemal Çapraz’ın vefatının ardından gazeteci dostu Bayram Akcan 417 sayfalık “Kemal Çapraz’ın Kaleminden TÜRK DÜNYASI” isimli kitabı Bilge Oğuz Yayınlarından çıkartmıştı. Kemal Çapraz’ın Ufuk Ötesi ve internethaber sitesinde tazeliğini koruyan yazı ve makalelerinden oluşan bir kitabın daha basım aşamasında olduğunu öğrenildi. Kırım, denilince akla gelen birkaç isimden biridir Kemal Çapraz. Keza Kemal Çapraz adı zikredilince de kanayan Cemiloğlu’ndan yaramız, acı vatanımız tanıtım yazısı “Rahmetli Kemal kardeşim bir Kırım gelir hatırımıza… başkaydı. O büyük Türk milletinin sadık evlâdı Bazen canı pahasına, Kemal Çapraz ile Kırım bazen ekmekidi.parasını kaybetmek hafızalarda aynileşmiş, pahasına Türk’ün yaşadığı her bölgeye kalemi ile uzanmış, ideallerinden birbirini çağrıştırır asla taviz vermemiştir. Cesur yürek Kemal Çapraz, olmuştur. Türk’ün yaşadığı her yerde, kalemi ile onların yanında oldu! Türklerin yaşadığı haksızlıklara korkmadan, çekinmeden kalemi ile destek verdi. Onlarla ağladı, onlarla güldü. Bu kısa sayılacak şerefli ömründe o kadar çok işler yaptı ki, herhâlde, Türk 62 Dünyası’nda mürekkebi dökülmemiş bölge kalmamıştır. Kemal Çapraz kardeşim bir başka idi, Kırım Türkleri için. Bir başka idi Kırım, Kemal Çapraz için.” (Mustafa CEMİLOĞLU) Kırım denilince akla gelen... Kırım, Türk’ün yüreğinde onmaz bir sancı, tarifsiz bir hüzündür. Kırım denilince yaşanan işgaller, sürgünler, katliamlar, acılar, gözyaşları gelir akıllara. Kırım demek hasret demek, ayrılık demek, özlem demek, biçare kalmış vatan toprağı ve o topraktan yükselen feryat demektir… Öyle ya, Kırım’dan gelirim gelirim Adım da Sinan’dır hey yaman Kılıcımın suyu yâr suyu Kandır da dumandır hey yaman sözleri hangi Türk’ün yüreğine od düşürmez, hangi vatan evladını efkârlandırmaz ki? Rusya’nın Kırım’ı işgali gösterdi ki, Kırım sadece Türkiye için değil, bütün Avrupa için önemli bir yerdir. Bu işgalle birlikte, Kırım’ın varlığını ve önemini bilmeyenler, Kırım’ın varlığını ve önemini bir parça kavradılar. Kırım, denilince akla gelen birkaç isimden biridir Kemal Çapraz. Keza Kemal Çapraz adı zikredilince de kanayan yaramız, acı vatanımız Kırım gelir hatırımıza… Kemal Çapraz ile Kırım hafızalarda aynileşmiş, birbirini çağrıştırır olmuştur. Hâlbuki Kemal Çapraz aslen Kırımlı değildir ama onun Kırım için yaptığı emsalsiz çalışmalar, birçok insanda böylesine güzel bir düşüncenin oluşmasına sebep olmuştur. Türk Dünyası aşığı Kemal Çapraz, Kırım Türklüğüne karşı her zaman ayrı bir ilgi göstermiştir. Bunun en büyük nedeni Kırım’ın yıllarca unutulmuş olması, yüzyıllardır verdiği hayat-memat kavgasında bir başına kalması, yetim bırakılmasıdır. İşte bu nedenden ötürüdür ki; Çapraz, Kırım için elinden geleni yapmış, bir Kırım Yeni Ufuklar, sayı 31 YAYIN Türk’ü gibi çalışarak Kırım Türklerinin haklı dâvâsını başta Türkiye olmak üzere dünyaya duyurmak için yazılar yazmış, araştırmalar yapmıştır. Kemal Çapraz, kendini Kırım’a ve Kırım Türklüğünün çileli mücadelesine adamış ve bu sayede Kırım dâvâsıyla özdeşleşmiş, Kırım’ın bayrak şahsiyeti olmuştur. Aslında “bayrak şahsiyet” tabirini rahmetli Çapraz da Türk Dünyası’nın önde gelen şahsiyetlerini anlatmak için kullanmıştır. Aşağıdaki satırları her ne kadar kendisi için yazmamış olsa bile, bayrak şahsiyet tanımının Türk Dünyası aşığı Çapraz içinde geçerli olduğunu dost-düşman herkes kabul edecektir. “…büyük önderlerin mücadeleleri dâvâlarıyla öylesine özdeşleşmiştir ki, artık onlar ülkeleri ve idealleriyle anılır olmuşlardır. Biz ülkesiyle ve milletiyle özdeşleşen bu büyük önderlere bayrak şahsiyet diyoruz. Onlar ki, bayrak gibi her gittikleri yerde ülkelerini temsil etmişler, onların ismi söylendiğinde ülkeleri, ülkelerinin ismi söylendiğinde de onların adı akla gelmektedir. Onlar bayrak gibi lekesiz ve temizdir. Onlar zorluklar karşısında yılmamış, yıkılmamış, gerektiğinde dünyanın en güçlü devletleriyle bile tek başlarına mücadele etmişlerdir. Onlar hiç kimseden makam ve mevki beklemeden yalnız ve yalnız milletlerinin geleceği için hayatlarını ortaya koymuşlardır. Kimse onlara önderlik sıfatını vermemiş, onlar bu sıfatı hayatlarının her saniyesinde yaşayarak kazanmışlardır.” Kemal Çapraz’ın Kırım tarihinde müstesna bir yere sahip olmasının bir diğer nedeni ise; Kırım’a giden ve orada efsanevi lider Mustafa Cemiloğlu ile röportaj yapan ilk Türk gazetecisi olmasıdır. 10 Mayıs 1989’da Türk millî futbol takımı ile SSCB arasında oynanan Dünya Kupası grup eleme maçını takip etmek bahanesiyle Kırım’a giden Çapraz, burada Kırım Türklerinin efsane lideri Mustafa Cemiloğlu ile bir araba içinde gizlice buluşarak Türk gazetecilik tarihine geçecek olan röportajı gerçekleştirdi. Bu röportaj başta Türkiye olmak üzere dünyada geniş bir yankı buldu. Kemal Çapraz, “Kırım Türk Basını ve İsmail Gaspıralı” konulu yüksek lisans tezi ile birlikte “Sürgünde Yeşeren Vatan Kırım” isimli eseriyle Kırım Türklüğünün tarihî hafızasının oluş- masında da çok büyük pay sahibi olmuştur. Çapraz, katıldığı toplantılarda Kırım’ın tarihî, siyasî ve kültürel önemini Türk kamuoyuna aktararak, Kırım Türklüğü’nün mücadelesinin zihinlerde canlı kalmasına vesile olmuştur. Kırım’a yaptığı seyahatlerdeki gözlemlerini çektiği resimler eşliğinde paylaşan Çapraz, Anadolu insanın hafızasında ve yüreğinin derinliklerindeki Kırım hasretini ve mücadelesini yeniden gün yüzüne çıkarmıştır. Mustafa Cemiloğlu’nun “Ömrümde ilk kez soru soran bir gazetecinin ağladığına şahit oldum.” demesi Çapraz’ın ne denli Kırım sevdalısı olduğunun ve Kırım Türklüğünün acısını iliklerinde hissettiğinin en güzel misali olsa gerektir. Aylık yayınlanan Ufuk Ötesi gazetesini türlü imkânsızlıklara rağmen tam 78 sayı çıkartmayı başaran Çapraz, gazetesinde Kırım’la ilgili haberlere de özellikle yer veriyordu. Türk Dünyası’nın birçok yerine ulaştırmayı başardığı Ufuk Ötesi, Kırımlı büyük dâvâ adamı İsmail Gaspıralı’nın, “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” şiarıyla yayınladığı Tercüman gazetesinin tabiî mirasçısı olmuştu. Dünyada Türk’ün yaşadığı birçok ülkeye ve bölgeye ulaşıyor, bu sayede Türk halkları arasında önemli bir bağ oluşturuyordu. Kemal Çapraz’ın sahibi olduğu Ufuk Ötesi gazetesinin kuruluş yıldönümü kutlamalarına Mustafa Cemiloğlu’nun şeref konuğu olarak 2 kere katılması bile Çapraz’ın hayatında Kırım’ın, Kırım Türkleri arasında Kemal Çapraz’ın nedenli önemli olduğunun başka bir nişanesi olsa gerek. Kemal Çapraz ve Kırım’a dair anlatılacak o kadar şey vardır ki, inanın bu bile başlı başlı başına ayrı bir kitap konusudur. Değerli dostlar, ömrü Türk Dünyası’na hizmetle geçmiş bir ahlak ve ülkü adamı Kemal Çapraz’ın Türk Dünyası üzerine yaptığı çalışmaları, yazıları, röportajları derleyerek “Kemal Çapraz’ın Kaleminden Türk Dünyası” ismiyle sizlerle buluşturmuştuk. Bunu yapmak hem millî, hem insanî bir vazifemizdi. Şimdi de Kemal Çapraz’ın Kırım ile ilgili yayınlanmamış çalışmalarını bir kitap haline getirerek, özellikle Türk kültürüne ve Kırım basın tarihine eşsiz değerde bir eser kazandırmanın haklı gururunu ve bahtiyarlığını yaşıyoruz. Bu kitabı hazırlamamızda bizden desteğini hiçbir zaman esirgemeyen, rahmetli Kemal Çapraz’ın kadim dostu ve dert ortağı, Ufuk Ötesi gazete sinin görünmeyen abidesi Gül Öztürk’e, Kemal Çapraz’ın rahle-i tedrisinden geçmiş, değerli dostum Av. Uğur Tarhan’a, Kemal Çapraz’ın vefatından sonra ailesine desteğini esirgemeyen, çeşitli vesilelerle Kırım’da onun adını yaşatan, onun yaptığı çalışmaları unutmayan aziz Kırım Türklerine sonsuz teşekkürlerimi arz ederim… Büyük mutasavvıf Yunus Emre ne diyordu; Ölen hayvanimiş, âşıklar ölmez… Ölüler eser üretemez, Türklüğün kara sevdalısını Kemal Çapraz, hâlâ eser ürettiğine göre, ölmemiştir. Demek ki, sevgiyle, ülküyle yaşayan Kemal Çaprazlar ölmezmiş… Bu bayrak yere düşmez, ölmedikçe son Kemal ! 63 SANAT Türkiye’nin kültürel zenginliklerini yaptığı belgesel filmlerle tüm dünyaya tanıtan Prof. Dr. Sedat Cereci’nin son çalışması, uluslararası festivallerde yoğun ilgi görüyor. BİR BARIŞ FİLMİ İNSANLARI İNSANLIĞA ÇAĞIRANLAR Antakya’da var olan inançların insancıl iletileri ve bu iletiler üzerine kurulan Antakya’daki barış ve medeniyet atmosferini konu edinen ve Şubat 2016’da Prof. Dr. Sedat Cereci tarafından kurgusu tamamlanan “İnsanları İnsanlığa Çağıranlar” adlı belgesel film, Avrupa, Asya, Afrika ve Amerika kıtalarında 10 festivalde gösterime hazırlanıyor. Filmde, Antakya’nın çok unsurlu ancak tek vücutlu yapısını oluşturan parçalardan Ortodoks Cemaati temsilcici, Musevi Cemaati temsilcisi, Alevi Cemaati temsilcisi, Sünni Cemaati temsilcisinin ve Antakya sakinlerinin görkemli betimlemelerle anlattıkları Antakya’nın medeniyet ortamında, birlik, saygı ve barış içinde yaşama özlemlerini dile getirerek barış çağrısı yaptıkları öğrenildi. Prof. Dr. Sedat Cereci tarafından kurgusu tamamlanan “İnsanları İnsanlığa Çağıranlar” adlı belgesel film, Avrupa, Asya, Afrika ve Amerika kıtalarında 10 festivalde gösterime hazırlanıyor. Mustafa Kemal Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sedat Cereci tarafından yönetilen, yapımına 2015 yılının ilk günlerinde başlanan ve 2016 yılının Şubat ayında tamamlanan belgesel filmin yapım sürecinde Antakya’nın ve Anadolu’nun binlerce yıldır yaşayan halklarının Anadolu’daki medeniyetin sahibi ve barışın en güzel örnekleriyle yaşandığı bir kent olduğunun ortaya çıktığı belirtildi. Mezopotamya’dan, Roma İmparatorluğu’ndan, Bizans’tan, Selçuklu’dan, Osmanlı’dan büyük bir miras alan Antakya’nın en eski halkları olan Yahudilerin, Süryanilerin, Ermenilerin, Arapların birlikte yaşam, saygı ve paylaşımla Antakya’da yüksek bir medeniyet oluşturduğu, Antakya’nın son yıllardaki tüm olumsuz gelişemelere rağmen hâlâ bu yüksek medeniyet düzeyinde yaşadığı bildirildi. Çekimleri Antakya Musevi Havrası, Antakya Ortodoks Kilisesi, Altınözü Kilisesi, Samandağı Ziyareti, Vakıflı Köyü, Habib Neccar Camii gibi mekânlarda yapılan belgesel filmin Musevilik, Katoliklik, Ortodoksluk, Protestanlık, Sünnilik, Alevilik gibi Antakya’daki tüm inançların insancıl iletilerini ve inançların Antakya’da kurulan medeniyet ortamına katkılarını kapsayacağı öğrenildi. Binlerce yıldır Antakya’da yaşayan Yahudilerin, Süryanilerin, Ermenilerin, Ortodoksların ve diğer sosyal grupların Roma İmparatorluğundan bu yana birbirlerine saygı duyarak ve yaşamı paylaşarak yaşadıkları ve büyük özverilerle kurdukları medeniyeti 21. yüzyıla kadar taşıdıkları, filmde ortak yaşamın ve barışın örneklerinin en çarpıcı örnekleriyle yer aldığı belirtildi. İlk gösterimi Mart ayında Kocaeli’nde düzenlenen Uluslararası Barış Sempozyumu’nda yapılan filmin, 2016 yılının son aylarında ve 2017 yılında 64 Yeni Ufuklar, sayı 31 MAKALE SANAT farklılıklar zenginlik kaynağı olarak görülmeli Prof. Dr. Sedat Cereci, Türkiy e’de hem akademik çalışma yapıp hem de uygulamalı üretimleriyle tanınan ender aka demisyenlerden... Doktora çalışmasını belgesel film üzerine yapan Prof. Cereci, bugüne kad ar çektiği 15 belgesel filmle 20’nin üzerinde film festivaline katılarak ödüller alan bir yön etmen aynı zamanda. Çoğunlukla tarih ve kültür belg eselleri çeken akademisyen, filmlerinin çoğunu 21 yıl görev yaptığı Doğu Anadolu’d a çekti ve Türkçe, İngilizce, Arapça, Kürtçe çek tiği filmlerde Doğu’yu bambaşka bir yüzüyl e yansıttı. Türkiye’nin binlerce yıldır çok değişik kültürlere ev sahipliği yapmış , çok değişik uygarlıklardan miras almış bir ülke olduğunun altını çizen Prof. Cereci, “Türkiye’de 40 civarında değişik dil konuşuluy or. Bu gerçeği bilim adamı veya belgeselci belg elemeyecekse kim belgeleyecek?” diyor. Sahip olduğumuz kültürel zen ginliklerin İngiltere, Fransa, İspanya, Çekya, Romanya, Rusya, Hindistan, Singapur, Amerika Birleşik Devletleri ve Nijerya’da düzenlenen film festivallerine gönderileceği öğrenildi. değerini bilmek gerektiğine dik kati çeken Prof. Dr. Sedat Cereci görüşlerini şöy le özetliyor: “Bu kocaman varsıl dünyayı göremiyorsak, ya da görüp de görmezden geli yorsak büyük hata yapıyoruz demektir. Bun ların hepsi görülmeli ve tanınmalı. Bütünlük, birlik, barış ve uygarlık ancak farklılıkları gör mek ve tanımakla mümkündür. Şu sıralar 22. kitap baskıda. Hep iletişim yazdım. 2 roman, 2 deneme kita bım var. Onlarda da tema insan ilişkileri, iletişim. İletişimin niteliğinden haber ve röp ortaja, reklamcılıktan fotoğraf tekniğine hem en her konuya değindim. Belgesel Film, Televiz yonda Program Yapımı, Mağaradan Ekrana Görüntünün Öyküsü, Medya Yapımları ve Yapım Teknikleri, Film Yapımı son çıkanla r. Televizyon sosyolojisi baskıda. Kitaplar 30’u n üzerinde üniversitede ders kitabı olarak okutuluyor. Biz üniversitede okurken fazla kaynak yoktu. Yükseklisansta çok sıkıntı çektim . Sonra iletişimin kitaplarını yazmaya başlad ım.” başka tarihî gerçekleri de filmleri aracılığıyla ortaya çıkardığı ve her filminde barışa vurgu yaptığı dile getirildi. Filmin yapımında Prof. Dr. Sedat Cereci’nin yanı sıra Yrd. Doç. Dr. Tülay Atay Avşar, Yrd. Doç Dr. Emel Koç, Özgür Koç, Mustafa Duyuler, Nurat Kara, Yusuf Sağlamoğlu, Ömer Sağlamoğlu, Mehmet Açıkgöz, Gülay Günay, Mustafa Eniç, Fikret Doğruyol, Murat Acar ve yerel koodinatörlerin görev aldığı dile getirildi. Önceki yıllarda Van’da yaşayan Azeri kökenli Küresinliler adlı topluluğun İran’dan Van’a göçleri; Kürt kültüründe Nevruz kutlamaları, Van Türklerinin geleneksel yemeği Tırşik, Mardin’de yaşayan Süryaniler’in Müslümanlarla ilişkileri, Batman ve Siirt yöresinde yaşayan Kürtlerin geleneksel tarihleri gibi etnik konuları fimlerine konu edinen Prof. Cereci’nin, tarihin kaydetmediği veya unutulmuş 65 EĞİTİM Okulun ilk günleri... Hilal İlknur TUNÇELİ* Bazen çocuğun okula kolay alışmasına rağmen ebeveyn çocuğundan ayrılmakta zorlanmakta ve bu durum çocuklar için bir ikilem yaratmaktadır. Bu nedenle çocuk okula alıştıysa anne ve baba okula geliş gidişi abartmamalı, çocukla vedalaşma uzun tutulmamalıdır. *Araş. Gör., Marmara Üniversitesi 66 Yaz bitti, mevsim sonbahara döndü… Eylül ayının gelmesiyle birlikte okullar başladı. Bu sene itibariyle okula ilk kez başlayan çocuklar ve onların aileleri için zor bir süreç kapıda… Çocukların aile ortamından, doğduğu günden itibaren güvenli çevre olarak bildiği ortamdan tanımadığı bilmediği ve onun için zorlu birçok süreci içeren okula geçişi, bu geçiş sürecinde göstereceği uyum becerileri onlar için çok önemlidir. Okulun ilk günlerinde çocuklar ebeveynlerin kucağından inmek istemeyebilir, ağlayabilir, sınıfta sessiz kalabilir, anne babasının ne zaman geleceğini, okulun ne zaman biteceğini sorabilir, yemek yemeyerek agresif davranabilirler. Daha önce aile ortamından başka bir sosyal ortamda bulunmamış, sosyal ilişkiler kurmamış çocuklar için aileden ayrılmak ayrı bir travma, yeni bir ortama girmek ayrı bir travma olarak ortaya çıkacaktır. Bu ve benzeri sorunların yaşanmaması için çocuğun okula gelmeden önce psikolojik olarak hazırlanması, okul için heves duymasını sağlayacak yönde destekler sunulması önemlidir. Okula uyum için... Polat-Unutkan (2003), sosyal ve entelektüel olmak üzere iki tür hazırlığın okula uyum için tamamlanması gerektiğini belirtmiştir. Sosyal hazırlık; çocukların evden ve tanıdıkları yetişkinlerden uzakta bir grupta bulunma, ailelerinin dışındaki yetişkinlerin otoritesini kabul etme yönünde olumlu tecrübelerini, yaşıtlarıyla ve ilk kez bir arada oldukları çocuklarla nitelikli zaman geçirmelerini içerir. Entelektüel hazırlık; çocukların okulda karşılaştıkları yaşıtları ve yetişkinlerin dilini anlayıp kullanabilmelerini, sınıf tartışmalarında ve faaliyetlerinde öğretmen ve diğer çocuklar tarafından belirtilen fikirler ve konularla bağlantı kurabilmelerini, kendi yeteneklerine güvenmelerini içerir. Çocukların okula uyumlarını etkileyen belli faktörler vardır (Özgenek, 1992): 1. Anneye aşırı bağımlılık, 2. Özgüven eksikliği, 3. Çocuğun, okul kavramını yeterince öğrenememiş veya yanlış öğrenmiş olması, 4. Ailenin, çocuğun okula başlamasını, çocukluktan yetişkinliğe doğru geçiş olarak algılaması ve bunu çocuğa hissettirmesi, 5. Çocuğun okula ceza olarak gönderilmesi, 6. Ana-baba ve öğretmen arasındaki tutum farklılıkları, 7. Aile içerisindeki huzursuzluklar 8. Ailede yeni bir kardeşin doğması, bir yakının ölümü, hastalığı vb. sorunların olması. Okula uyumda okul, öğretmen değişikliği, arkadaşlık ilişkilerindeki eksiklik de ortak etmenler arasında yer almaktadır. Bu sonuçlardan da anlaşılacağı gibi okula uyumu sağlıklı bir şekilde yaşamak için öğretmen aile iletişiminin güçlü olması, öğretmenin aileyi hem çok iyi tanıması hem de aileye doğru bilgileri vererek çocuğun hayatındaki bu kritik yaşı iyi değerlendirmeleri için rehberlik etmesi gerekmektedir. Çocuğun okula uyum sağlaması sosyal becerilerini de desteklemektedir. Uyum sağlamakta zorlanan çocuklar ise kendilerini ifade edemedikleri ya da uygun sosyal davranışları sergileyemedikleri için akranları tarafından dışlanmaları devamlılık gösterebilmektedir (Erten, 2012). Okula başlarken uyum sağlamada sorun yaşayan çocukların yanı sıra bu süreci çok sakince karşılayan neredeyse sıfır problemle okula uyum sağlayan Yeni Ufuklar, sayı 31 EĞİTİM çocuklarda vardır. Bu çocukların özellikleri incelendiğinde ise daha dışa dönük sosyal çocuklar olduğu, aileden başka kişilerle de kolayca iletişim kurabildikleri, sosyal anlamda daha güçlü çocuklar oldukları görülmektedir. Yapılması gerekenler Çocuğun okula başlarken uyum sorunu yaşamaması için ailelerin dikkat etmesi gereken belli noktalar vardır: 1. Çocuk okula başlamadan önce ve gerekirse sonrasında kafasındaki sorular ve endişeleri hakkında onu rahatlatacak ve doğru bilgiler verilerek çocuğun süreç hakkında bilgi sahibi olması sağlanmalıdır. “Okul yeni bilgiler öğrenebileceğin çok güzel bir yer. Orada senin yaşında arkadaşların olacak ve öğretmeniniz size yardımcı olacak” denilebilir. 2. Çocuğun okulda kalacağı süre, onu kimin bırakacağı ve kimin alacağı gibi konularda net bilgiler verilmelidir. Pek çok çocuk, anne ve babasından ayrılacağı endişesini duyar. Onların kendisini bırakıp geri gelmeyeceklerini düşünür. Çocuğa okulda güvende olduğu, çıkışta almaya gelineceği, okulda sürekli kalmayacağı açıklanmalıdır. 3. Ebeveynlerin okula ilişkin kendi kaygılarını çocuğun yanında konuşmamaları önemlidir. Ebeveynlerinin okula ilişkin kaygılı olduğunu gören, hisseden çocuk daha çok kaygı duyacaktır. 4. Çocuklar okula gitmek için ne kadar hevesli olurlarsa olsunlar yine de yeni bir ortama girecekleri için özellikle okulun ilk günü endişe duymaları normaldir. Çocuk yaşadığı duyguları paylaştığında onu dinlemek gerekir. Çocuğun duyguları küçümsenmemeli ve eleştirilmemelidir. Yaşadığı endişenin normal olduğu, diğer çocukların da bu konuda endişe duydukları söylenmelidir. 5. Bazen çocuğun okula kolay alışmasına rağmen ebeveyn çocuğundan ayrılmakta zorlanmakta ve bu durum çocuklar için bir ikilem yaratmaktadır. Bu nedenle çocuk okula alıştıysa anne ve baba okula geliş gidişi abartmamalı, çocukla vedalaşma uzun tutulmamalıdır. 6. Çocukları asla okulla ya da öğretmenle korkutmamak gerekmektedir. Aynı zamanda çocuğun yanlış yorumlayabileceği şakalar, takılmalar olmamalıdır. “Okula gidince sen görürsün gününü” ya da “Seni öğretmenine şikâyet edeceğim” gibi sözler sonraki zamanlarda çocuğu okuldan soğutabilir. 7. Bazı çocuklar ilk hafta ya da ilk ay sorunsuz okula giderken beklenmeyen bir zamanda “Okula gitmek istemiyorum” diyebilir. Bu durumda öncelikle çocuğun okula gitmek istememe nedeni öğrenilmelidir. Arkadaşlarıyla anlaşamaması, anneden ayrılamaması gibi nedenler öncelikle sınıf öğretmeniyle işbirliği içerisine girilerek çözülmeye çalışılmalıdır. 8. Anne-baba, çocuğun yaş gelişim özelliklerini bilmelidir. Bazı etkinliklerden çabuk sıkılabilecekleri, oyun istekleri, yeme içme ve tuvalet ihtiyaçlarını gidermede sorunlar yaşayabilecekleri unutulmamalıdır. 9. Çocuk sınıfına girmek istemiyorsa asla zorlayarak bırakılıp kaçılmamalıdır. Anne ve baba kararlılığını korumalı, okula gitmenin görevi olduğunu çocuğa hatırlatmalıdır. Sınıfa girmek istemiyorsa yavaş yavaş alıştırma yöntemi denenmelidir. Bu yöntemde ilk birkaç gün teneffüslerde anne-baba rahatlıkla bulabileceği bir yerde beklemeli, sonra aradaki mesafe gün gün artırılmalıdır. Bu uzaklaşma süresi her çocuk için değişebilir. 10. Ailenin çocuğu okula götürmek için verdiği sözleri tutması önemlidir. Çocuğu ikna etmek için olmayacak sözler verilmemelidir. 67 MAKALE KİTAP Tarihsel Bunalım ve İnsan (Ortega y Gasset) S. Orhun ALTIPARMAK Her şey herkesin olursa hiç bir şey hiç kimsenin olur demeye getiriyor Gasset. Mesela, halk için (tabii biz biliyoruz ki oradaki kastı “kitle”) “üretilmiş” bir sanat sanat olamaz. Çünkü kitleler üretmez, kovar. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında yaşamış olan Ortega y Gasset tıpkı çağdaşları gibi içinde bulunmuş olduğu zaman diliminin ve coğrafyasının ıstıraplarını çekmiştir. Istırap onun gibiler için yarı işkence yarı keyiftir. Çünkü her daim üretme/düşünme kaygısı içerisindedir. Daha henüz tanıtmakta olduğumuz kitabının isminden bile bu anlaşılabilir. “İnsan” kelimesine yüklediği manayı her ne kadar bundan önce tanıtmış olduğumuz İnsan ve Herkes adlı eserinde söylemiş olsak da bir kez daha söylemekte fayda var. İnsan dediği “şey” gelmiş geçmiş tüm insanlık kümesini içine alabilmesine rağmen içeriği nadir insanlara nasip oluyor. İnsan, orada ki “insan”dan kapabildiği kadarını emekleri ve yetenekleri ölçüsünde gerçekleştirebiliyor. 68 Gelelim bu insan denilen “şey”in yaşamış olduğu tarihsel bunalıma. Tabii, Gasset tarih denilen şeyi tanımlama ile işe başlayıp bunalıma kadar götürüyor meseleyi. En nihayetinde asıl derdi ise “Kendini Arayan İnsan” a karşı “Kendini Unutan İnsan”ı bulmak. Yani, bazı bölümlerde de geçtiği gibi konuşma esnasında kendisini ve salon içerisindeki dinleyicileri iki farklı kümeye koyup hepimiz aynı yerdeyiz ama farklı dünyaların insanlarıyız demeye getiriyor. Biz kelimesini kullanmaktan her ne kadar çekinse de bunu demek zorunda olduğunu da biliyor. Yaşadığı ıstıraplar buradan başlıyor ama bunun da arka planında farklı meseleler var. Tarihi çağlara ayırarak irdelemek gerektiğine inanan Gasset, düşünsel anlamda tarihi iki temel parçaya ayırıyor. İnsanın inanç ile hayatını idame ettirdiği süreç ve Sokrates ile başlayan aklın öne geçmeye başladığı süreç. Yazar, artık ikinci sürecin sonuna gelindiği zaman diliminden sesleniyor bize. Onu bu denli önemli kılan da bu olsa gerek. İçinde bulunduğu koşulları sezebilen nadir Batı aydınından bir tanesi. Biraz daha açmak gerekirse; inanç ve güven ile kendisini Tanrıya odakla idare eden insan, Sokrates ile başlayan ama en çok da Galilei ve Descartes etkileriyle başlayan akılcılık hareketine yenilmiştir. Tabii bütün bu tartışmalar Batı dünyası üzerinden gitmektedir. Çünkü Gasset Batı ile Doğuyu ayırıp; Doğuyu inanç meselesinde ısrarlı, Batıyı ise akıl odaklı göstermektedir. Bahsetmiş olduğu zaman dilimini dikkate aldığımızda (1600’lü yıllardan günümüze) söylediği şeylerin çok da yanlış olmadığını düşünüyoruz. “İnanç ve sorgulamama” haline galip gelmiş olan “akl”ın da aslında kendisine “tapıldığı” kadar değerli olmadığını sezinleyen Batı düşünürleri ile yoluna devam ediyor Gasset. Tabii kendisi de bu kümenin içerisinde. Akıl ve sorgulama durumunun doğru olduğu yerler her ne kadar var olsa da “Zenon’un okunu ne yapacağız?!” diye de sormadan edemiyor. Tabii aklın eksiklerini aktarırken sosyal hayat üzerindeki etkilerini de eklemeden geçemiyor. Yani, her insanın akla sahip olması ile paralel giden demokrasi yönetim biçimi ve tabi iRomantizm akımı. Her şey herkesin olursa hiç bir şey hiç kimsenin olur demeye getiriyor Gasset. Mesela, halk için (tabii biz biliyoruz ki oradaki kastı “kitle”) “üretilmiş” bir sanat sanat olamaz. Çünkü kitleler üretmez, kovar. Bu da toplumsal hayatın düzensizliğini getiriyor çünkü herkesin görev sınırları belirlenmiş değil. Aklın noksanlığını gösterirken sadece sanat değil hayatın hemen her önemli sahasında (hukuk, kültür, eğitim vb.) ortaya çıkan kargaşaları göstermeye çalışıyor. Tabii burada kurumlar meselesine geliyor. O, kurumlardan bahsederken “Allah insanı yarattıysa şeytan da kurumları yarattı.” sözü kulaklarımızı çınlatıyor. Kuralsız ayakta kalamayan ama sadece kurallar üzerinden de pek bir yere varamayan kurumlar da hayatımızı kaplamaya başlıyor. Ama yine de “gelenek ve akıl çakışması” Gasset’in en temel vurgusu. Bir aydının ancak ve ancak geleneklerine karşı çıkabildiği kadar yeni bir şeyler ortaya koyabileceğini iddia ederken bu noktada içinde bulunmuş olduğu topraklara da (İspanya) sitem etmeden geç(e)miyor. Bu yüzden de önce Fransa ardından Almanya’da yapmış olduğu çalışmaları gözden kaçırmamak gerekiyor. Herkesin kendi görevini bildiği ve yaptığı Almanya’da, bir sanatçıya/aydına/yaratıcıya geleneklerine karşı çıkmaktan başka bir görev kalmadığını söylüyor. Okuyucunun da aklına Faust’un sahneye giriş sözleri geliyor: “Heyhat! Ateşli bir gayretle ve çok esaslı bir surette felsefe, hukuk, tababet ve hatta, maal’esef, ilâhiyat bile okudum. Böyle olduğu halde gene ben, zavallı deli! eskisinden hiç de daha akıllı değilim.”* *Recai BİLGİN tercümesi, 1966. Yeni Ufuklar, sayı 31 MAKALE KİTAP Ölümcül Kimlikler (Amin Maalouf) Sahip olduğu birden fazla kimlikten birisini seçen insan ona uygun hareket etmeye başlıyor ve o da tıpkı etkilendiği insanlar gibi kendisinden olmayanları dışlama veyahut küçümseme / büyümseme yoluna gidiyor. İçinde bulunmuş olduğumuz zaman diliminde insanlar arası kimliksel fark azaldıkça farklı kimliklere olan tepkinin kuvveti de artıyor. Amin Maaolouf daha çok romanlarıyla tanıdığımız bir yazar iken yazmış olduğu iki tane de deneme kitabı mevcut. Bunlardan da özellikle “Çivisi Çıkmış Dünya” daha sonra yazılmış olmasına rağmen daha fazla ilgi görüyor, ancak tanıtmaya çalışacağımız bu denemesi de neredeyse aynı konu etrafında yaptığı tespit ve önerilerinden oluşuyor; Soğuk Savaş döneminde daha bir hız kazanan, Soğuk Savaş’ın bitişiyle de son hıza ulaşan küreselleşme ve hayatımıza etkisi. Yani, başlıkta geçen “kimlik” kelimesi, insan olarak sahiplendiğimiz dinsel, etnik, ulusal veya bir başka aidiyet olarak tanımlanıyor. Kimlikten ve onun ölümcül niteliğinden bahsediliyorsa önce neden ölümcül yapısı var, hangi şartlar bunu sağlıyor, ölümcül olması ile birlikte kimlik ne gibi sonuçlara yol açıyor ve görünen çözüm yolları neler gibi konular tartışılmalı ki Maalouf da bunları yapıyor. Maalouf’a göre hiçbir kimlik ve bu kimliklere üye hiçbir insan eşit değildir ama her biri farklıdır. Mese- le, bu farklılığı, dolayısıyla biricikliği korumaktır. Tabii yazar bu noktaya gelene kadar kendi hayat hikâyesini anlatmakla işe başlıyor. Lübnan’da doğmuş ama hayatının büyük bir kısmını Fransa’da geçirmiş, büyükannesi bir Türk, ayrıca iç savaş sonrası İngiltere veya Amerika’ya gitmek varken Fransa’ya gitmesinin sebebi ise Katolik ve Protestan ebeveynlerinin arasında kendisinin ne usulde yetiştirileceğine dair güç mücadelesine dayanıyor. Tüm bunlardan yola çıkarak kendisinin herhangi bir kimlik ile tanımlamasının kendisine hakaret olabileceğine inanıyor. Bu yüzden mevcut konumundaki tüm kimlikleri benimseye çalışıyor ve aslında bunu kendisine benzer durumdaki milyonlarca insana tavsiye ediyor. Aslında bu tavsiyesi de sadece onlara değil tüm insanlığa. Çünkü en nihayetinde bu konumdaki insanları kimliklerinden herhangi birini seçmeye itip ona uygun yaşama zorunluluğunu onlara yükleyen insanlığın tamamı oluyor. Sahip olduğu birden fazla kimlikten birisini seçen insan ona uygun hareket etmeye başlıyor ve o da tıpkı etkilendiği insanlar gibi kendisinden olmayanları dışlama veyahut küçümseme / büyümseme yoluna gidiyor. İçinde bulunmuş olduğumuz zaman diliminde insanlar arası kimliksel fark azaldıkça farklı kimliklere olan tepkinin kuvveti de artıyor. Bu konularda yazar “karşılıklılık” ilkesini getiriyor ve bu noktada da Doğu-Batı veya Hristiyanlık-Müslümanlık çatışması devreye giriyor. 1500-1600’lü yıllardan beri insanlık tarihindeki değişmelerin büyük çoğunluğuna Batı veya Hristiyan dünyası öncülük ederken (sadece elit kesim için değil kitlesel manada da bu geçerli), Doğu ve Müslümanlık bu konularda hep daha muhafazakâr, daha sert tepki veren ve kendisi ortaya bir şey koyamayan konumuna geliyor. Eserin bir başka kısmında yazar sanki bu noktaya atıf yapmak istiyormuşçasına kendisine güvenen toplumların farklı kimliklere daha fazla açık olduğunu söylüyor. Ama buraya gelmeden Müslümanlıkla ilgili düşüncelerini vermekte fayda var. Müslümanlığın şu anda olduğu halin tarih boyunca hep böyle olduğuna dair iddianın gerçek olmadığını, hatta ve hatta hoş görü açısından da Hristiyanlardan çok daha iyi örnekler sunduklarını ileri sürüyor. Ama gel gör ki hoşgörü tanımı tüm evrende değişmeye başladı ve Müslümanlık bu tartışmaların gerisinde kaldı. Yukarı paragrafta anlatmış olduğumuz gibi örneklerle savını destekleyen Maalouf, mevcut zaman diliminde Batı dünyasının ve İngilizcenin ağır bastığını, bunun da Doğulular tarafından sert bir şekilde tepkilendiğini düşünüyor. Kendi dilini evrensel bir dil haline getirmeye çalışan Fransızlar İngilizce ve Amerikan kültürünün kendi ülkesine girmesi durumunu korku ile karşılıyor. Ama duygusal olarak verdiğimiz tepkiden çok eylem ile verdiğimiz tepkinin başarıya ulaşma ihtimali daha yüksek ve ona göre bilginin yayılmasının, onun ilerlemesinden daha da hızlı olduğu bu dönemde (Toynbee’ye atıf yapılıyor) aslında her kimliğin üyelerinin kendi kimliğini uluslararası arenada pazarlayabileceğini veyahut tanıtabileceğini ileri sürüyor. Bunu sadece yapması ihtimal olan değil, yapması gereken olarak anlatıyor. 69 MAKALE SPOR Türk Sporları Sempozyumu... bişkek’TE BİRLİK RÜZGÂRI Ahmet TÜZÜN* “Türk Halklarının Geleneksel Spor Oyunları 2. Uluslararası Sempozyumu” Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te yapıldı. 11 ülkeden çok sayıda bilim insanı ve uzmanın katıldığı sempozyuma Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi ev sahipliği yaptı. K *Gazeteci 70 ırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sabahattin Balcı, açılışta yaptığı konuşmada, geleneksel Türk sporlarının son yıllarda büyük ivme kazandığını kaydederek, “Kırgızistan, Dünya Göçebe Oyunları’na (World Nomad Games) ikinci defa ev sahipliği yaptı. İlkine 19 ülke katılırken, bu defa 62 ülke iştirak etti. Bu durum, dünyada geleneksel sporlara ilginin ne kadar arttığını gösteriyor. Türk milleti tarihten bugüne geleneksel sporlarda daima önde olmuştur. Biz de üniversite olarak bu gelişmelere destek veriyoruz. Türk Halklarının Geleneksel Spor Oyunları Sempozyumu’nu üniversitemizde ikinci defa yapıyoruz. Ayrıca, geleneksel Türk sporları alanında üniversitemiz bünyesinde bir enstitü açmak için çalışmalara başlamış bulunuyoruz.” dedi. Yeni Ufuklar, sayı 31 MAKALE SPOR Sempozyumun açılış oturumunda konuşan Avrasya Kültür ve Spor İş Birliği Derneği Genel Başkanı Ahmet Tüzün, geleneksel Türk sporlarını tarihî derinlikleri ve kültürel zenginlikleriyle birlikte ele aldıklarını ifade ederek şunları söyledi: “Türk Cumhuriyetlerinin (Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Azerbaycan) bağımsızlıklarına kavuşmalarından sonra, son 25 yılda geleneksel sporlarımız Türk Dünyasında daha çok gündeme gelmeye ve daha geniş yer edinmeye başladı. Bütün Avrasya coğrafyasını etkisine alan bu sürecin sonunda Kırgızistan’da 1. ve 2. Dünya Göçebe Oyunları yapıldı. Gelinen noktada, bu alanda romantizmden realizme geçiş dönemine gir- miş bulunuyoruz. Şartları buna göre değerlendirerek, yapılması gerekenleri ana başlıklar halinde şöyle sıralayabiliriz: Tarihî süreçte Türk uygarlığının kültürel unsurlarından birini teşkil eden geleneksel Türk sporları oyunlarını toplu bir şekilde ortaya koyabilmek… Oyunların tarihî gelişimini takip edebilmek… Spor oyunlarıyla ilgili etraflı araştırmaların yapılmasını sağlamak… Bu oyunların tarihî, sosyal ve kültürel boyutlarını etraflı bir şekilde incelemek… Geleneksel spor oyunlarının dünyaya doğru şekilde yayılmasını ve gelişmesini sağlamak… Bu spor oyunlarının tarihî miras olarak korunmasını ve tanınmasını sağlamak… Bu faaliyetlerle, Türk halkları arasında 71 SPOR işbirliğini sağlamak ve kardeşliği geliştirmek… Tarihten geleceğe Türkler, tarih sahnesine çıktıkları andan itibaren sportmen kimlikleriyle kendilerini göstermişlerdir. Onlar gibi ok atanı, onlar gibi kılıç kullananı, onlar gibi ata bineni görülmemiştir. Milattan önceki dönemlerde Türkler, kendi geliştirdikleri özel yazıları ve anıtlarıyla, uygar geçmişlerini anlatan eserler bırakmışlardır. Aynı dönemlerde Türklerin hayatında atın büyük önemi olduğu, erkeklerin ve kadınların ata hükmeden usta biniciler olmalarının yanı sıra, çocukların da çok küçük yaşta at eğitimine başladığı bilinmektedir. Hunlar’da, Göktürkler’de, Uygurlar’da, Avarlar’da spor ileri seviyedeydi. Selçuklular’da, Harzemşahlar’da, Hindistan Türk Devletlerinde, Altınordu’da, Memlükler’de, 72 Osmanlılar’da güçlü spor teşkilatları ve etkili spor faaliyetleri vardı. Okçuluk, güreş, atlı sporlar, cirit ve çevgen (bugünkü modern adıyla polo) Türklerin yaptığı belli başlı spor dalları arasındaydı. Türk halklarının geleneksel sporları, günümüzde, eski ihtişamına yaraşır bir gelişme içindedir. Türk memleketlerinde bu sporlara ilginin ne kadar yüksek seviyede olduğu ve büyük kitleler tarafından ne derece sevildiği, çok açık bir şekilde görülüyor. Türk ülkelerinin yıllardır kendi içlerinde yaptıkları bu sporların müsabaka ve organizasyonlarının artık uluslararası seviyede yapılması ve büyük ilgi görmesi; ne kadar derin ve köklü bir tarihe ve ne derece engin ve zengin bir kültüre sahip olduklarının somut örnekleri olarak karşımıza çıkıyor. Türk dünyasının bu orijinal sporları, batı dünyası için de yeni bir heyecan kaynağı ve farklı bir soluk teşkil edebilir. Bizim sporlarımıza karşı meraklı seyirci durumunda olan batılılar, çok geçmeden uygulayıcı pozisyonuna geçebilir. Biz Türkler, bütün bu süreci çok iyi değerlendirerek geleneksel sporlarımızın bütün branşlarını birer dünya markası haline getirebiliriz. Bu spor dalları etrafında sektörler oluşturarak, kendi potansiyelimizi ve imkânlarımızı kendimiz yönetebiliriz. Yeni bir yapılanma Türk memleketlerinde çok büyük bir potansiyele sahip olan, büyük kitleler tarafından merak ve heyecanla takip edilen, her geçen gün büyüme istidadı gösteren geleneksel Türk sporları, ulusal ve uluslararası seviyelerde dünya standartlarına uygun bir sisteme kavuşturularak, dünya sahnesine çıkarılmalıdır. Bütün geleneksel Türk sporlarının ulusal seviyelerde federasyonları olmalıdır. Bu federasyonlar, kendi branşlarında Yeni Ufuklar, sayı 31 SPOR dünya federasyonlarını kurmalıdır. Bütün dünya federasyonlarının hepsinin bağlı olacağı bir “Türk Sporları Yüksek Kurulu” oluşturulmalıdır. Bütün geleneksel Türk sporlarını, Asya’da olduğu gibi Avrupa’da, tüm Batıda ve bütün dünyada organizasyonlar düzenleyerek dünya kamuoyuna sergilemeliyiz. Tarih araştırmacılarımız ve bilim adamlarımız, Türk dünyasında ve Türk halklarında sporun, hayatın içinde ne denli önemli bir yere sahip olduğunu ifade etmektedir. Geleneksel sporlar Türk halklarının geleneksel sporları, günümüzde, eski ihtişamına yaraşır bir gelişme içindedir. Türk memleketlerinde bu sporlara ilginin ne kadar yüksek seviyede olduğu ve büyük kitleler tarafından ne derece sevildiği, çok açık bir şekilde görülüyor. Türk ülkelerinin yıllardır kendi içlerinde yaptıkları bu sporların müsabaka ve organizasyonlarının artık uluslararası seviyede yapılması ve büyük ilgi görmesi; ne kadar derin ve köklü bir tarihe ve ne derece engin ve zengin bir kültüre sahip olduklarının müşahhas bir tezahürü olarak karşımıza çıkıyor. Atlı mücadele oyunu gökbörü, başta Kırgızistan ve Kazakistan olmak üzere bütün Türk memleketlerinde çok büyük bir rağbet görüyor, kazananlara büyük ödüller veriliyor ve müsabakalar binlerce seyirci tarafından merakla takip ediliyor. Gökbörüde her ülke kendi millî şampiyonalarını yaparken, ayrıca Asya şampiyonaları ve Dünya şampiyonaları düzenleniyor. Atlı sporlar Türk dünyasında o kadar seviliyor ki, Türkmenistan’da millî at bayramı, her yıl bir hafta boyunca kutlanıyor. Güreş çeşitleri de Türk ülkelerinde en heyecanlı şekilde varlığını idame ettiriyor: Kuraş, Özbekistan’ın sınırlarını aşarak Asya, Avrupa ve bütün dünyaya yayıldı. Son yıllarda dünya şampiyonlukları yapılır hale geldi. Dünya federasyonu kuruldu. Kazak güreşi de son yıllarda büyük bir gelişme göstererek, Kazakistan’da en sevilen sporlar arasında hızla yükseldi. Kazakistan Parsı, Avrasya Parsı ve Dünya şampiyonaları düzenlendi. Kazananlara büyük ödüller verildi (Kazakistan 73 MAKALE Parsı birincisi: 150 bin dolar). Televizyonlardan naklen yayınlandı. Kazak güreşinin bazı organizasyonlarının TRT Avaz tarafından canlı olarak yayınlanması, bu sporun Türkiye’de ve Türk dünyasında da tanınması ve sevilmesine büyük katkı sağladı. Biz de, TRT Avaz’ın canlı yayınlarında yorumculuk yaparak, Kazak güreşinin tanınmasına ve yayılmasına katkıda bulunma gayreti içinde olduk. Kırgız güreşi ve Alış güreşi de seyir zevki yüksek, heyecan verici ve ilgi ile izlenen güreşler arasındadır. Ayrıca, Romanya Köstence’den Kırım’a, Tataristan’dan Yakutistan’a birçok Türk bölgesinde yapılan belbağı-kuşak güreşi de tanınan, sevilen ve yayılan güreş çeşitlerimiz arasındadır. Moğolistan’da ve Macaristan’da geleneksel Türk sporlarının şölenleri yapılmaktadır. Merkezi Türkiye’nin Hatay ve Gaziantep şehirleri olan Aba güreşi de, Türk dünyasında tanınan ve yayılan güreş dallarımızdan biridir. Tarihî Kırkpınar Yağlı Güreşleri, Türkiye’nin Edirne şehrinde 655 yıldır yapılan, dünya spor tarihinin en köklü ve en muhteşem spor organizasyonu olarak varlığını devam ettirmektedir. Bütün bu 74 örnekleri çoğaltmamız mümkün. Göçebe oyunları Dünya Göçebe Oyunlarının programı, katılımı ve çeşitliliği, tarihî ve kültürel bakımdan son derece zenginlik arz ediyor. 1. Dünya Göçebe Oyunları Çolpon-Ata kentinde Eylül 2014’te 10 spor dalında 19 ülkenin katılımıyla gerçekleştirilmişti. Kırgızistan Cumhurbaşkanı Almazbek Atambayev, “Bu oyunlarla dünyada unutulmakta olan göçmen kültürü, ruhu ve geleneklerini korumaya çalışıyoruz.” ifadesini kullanmıştı. 2. Dünya Göçebe Oyunları, “Birlikte güç, ruhta güç.” sloganıyla düzenlendi. Dünya Göçebe Oyunları’nın ikincisine 62 ülke iştirak etti. Her geçen yıl katılımın ve ilginin daha da artacağı anlaşılmaktadır. Dünya Göçebe Oyunları, Türk göçebe halklarının gelenek ve göreneklerini yaşatmak, geçmişe sahip çıkmak anlamına geliyor. 2. Dünya Göçebe Oyunları, sporu ve kültürü buluşturan etkinliklere sahne oldu. Uluslararası basının ilgisi, birinci oyunlara göre daha fazlaydı. Dünya çapında 32 kanal oyunlardan yayın yaptı. Gelecekteki durum Bütün geleneksel Türk sporlarını, Asya’da olduğu gibi Avrupa’da, tüm Batıda ve bütün dünyada organizasyonlar düzenleyerek dünya kamuoyuna sergilemeliyiz. Türk memleketlerinin tarihî derinliğine ve kültürel zenginliğine sahip geleneksel sporlarını dünya geneline en doğru ve başarılı şekilde sunmak ve uygulanmasını sağlamak, geleceğimiz açısından büyük önem arz etmektedir. Tarihî derinliğe ve kültürel zenginliğe sahip geleneksel sporlarımızı en iyi şekilde anlatan kitaplar, dergiler, broşürler, bilimsel çalışmalar, filmler, fotoğraflar, resimler bir araya getirilerek Geleneksel Türk Sporları Kütüphanesi kurulmalıdır. Dijital kütüphane oluşturularak, dünyanın her yerinden araştırmacılara açık hale getirilebilir. Geçmişten günümüze kesintisiz bir şekilde devam eden geleneksel sporlarımızı en iyi şekilde anlatan spor aletleri, kıyafetler ve eşyaların bir araya getirildiği bir Geleneksel Türk Sporları Müzesi kurulmalıdır. Yeni Ufuklar, sayı 31 SPOR Batı dünyasındaki olimpik spor branşları etrafında çok büyük paralar dönmekte, binlerce kişi istihdam edilmektedir. Geleneksel Türk sporlarında da bu potansiyel fazlasıyla mevcuttur. Bu münasebetle, geleneksel spor dallarımız markalaştırılmalı, marka değerleri oluşturularak pazarlanmalı, yapılacak pazarlama çalışmalarıyla, geleneksel Türk sporları tam bir sektör haline getirilmelidir. Böylece bu sporlarımız bütün dünya tarafından tanınmış olacak, yetişen gençlerimize yeni hareket ve iş alanları açılmış olacak; bu sporları yapan kişiler, kurumlar ve ülkeler kazanacaktır. Geleneksel sporlarımız gün geçtikçe yayılmakta ve büyük kitleler tarafından kabul görmektedir. Bütün bu sporların malzemelerinin ve yan ürünlerinin sergileneceği uluslararası fuarlar düzenlenmelidir. Bu fuarlar, dönüşümlü olarak her yıl bir Türk cumhuriyetinde yapılmalıdır. Modern olimpiyatların sisteminde hazırlıklar yıllar öncesinden başlatılıyor. Olimpiyat meşalesi ülkeden ülkeye taşınıyor. Çeşitli branşlarda elemeler, seçmeler yapılıyor ve en sonunda, olimpiyatların finali muhteşem bir şekilde gerçekleştiriliyor. Buna benzer bir organizasyon, bizim bünyemize uygun hale getirilerek yapılabilir. Ata yurdumuz Kırgızistan coğrafi konumu ve tarihî geçmişi itibarıyla, geleneksel Türk sporlarının merkezi olma yolunda ilerlemektedir. Bunu perçinleyecek, destekleyecek bir çalışma da Manas Üniversitesi bünyesinde bir geleneksel sporlar enstitüsü kurulması olacaktır. Geleneksel sporlarımıza olan ilgi giderek artmakta ve bu alanda başarılı organizasyonlar yapılmaktadır. Fakat henüz işin başında olduğu- VEFAT VE BAŞSAĞLIĞI Yönetim Kurulu Üyemiz Özgür Alçı’nın kayınpederi, Makina Yüksek Mühendisi YILMAZ ÖZBAKAN 05.10. 2016 tarihinde vefat etmiş, cenazesi aynı gün Camiîkebir’de kılınan cenaze namazının ardından defnedilmiştir. Merhuma Allah’tan rahmet, ailesi, yakınları ve sevenlerine başsağlığı dileriz. YENİ UFUKLAR DERNEĞİ VEFAT VE BAŞSAĞLIĞI Üyelerimizden Ahmet Alpay’ın kayınvalidesi MAKBULE ERGİN muzu kabul ederek meseleye yaklaşmamızda fayda vardır. Geleneksel sporlarımız; atalarımızdan bize miras kalan çok yönlü bir sahadır. Bu saha içerisinde geleneksel sporlarımızın tarihi, tatbiki ve sosyal boyutları ayrı ayrı çok geniş alanlar teşkil etmektedir. Tüm bu saydığımız hususlarda koordineli bir şekilde hem pratik hem teorik çerçevede meseleye yaklaşacak, tek elden yönetilecek enstitülere ihtiyacımız vardır. Bu işlerin en güzel şekilde ilerleme sağlanarak yapılması, üniversiteler önderliğinde mümkündür. Türk Dünyası’nın her bölgesindeki bu enstitülerin; yapacakları yıllık toplantılarda gelişmeleri ele alıp, fikir alışverişinde bulunup, yapılacak oyunlar, gösteriler ve diğer faaliyetler için gerekli zemini oluşturmaları, milletimiz açısından her yönüyle muazzam bir fayda sağlayacaktır.” VEFAT VE BAŞSAĞLIĞI Üyelerimizden Şahsenem Boz’un babası, Yönetim Kurulu Üyemiz Selcen Erişen’in dedesi İZZETTİN ORAL 08.10. 2016 tarihinde vefat etmiş, cenazesi 9 Ekim’de Ankara Cebeci Asri Mezarlığı Camisi’den kılınan cenaze namazının ardından defnedilmiştir. Merhuma Allah’tan rahmet, ailesi, yakınları ve sevenlerine başsağlığı dileriz. YENİ UFUKLAR DERNEĞİ VEFAT VE BAŞSAĞLIĞI Üyelerimizden Mustafa Aksoy’un babası MEHMET AKSOY 24.10. 2016 tarihinde vefat etmiş, cenazesi aynı gün Hunat Camisi’de kılınan cenaze namazının ardından defnedilmiştir. Merhumeye Allah’tan rahmet, ailesi, yakınları ve sevenlerine başsağlığı dileriz. 28.09.2016 tarihinde vefat etmiş, cenazesi Adana Kadirli Yusufizzettin Köyü’nde kılınan cenaze namazının ardından defnedilmiştir. Merhuma Allah’tan rahmet, ailesi, yakınları ve sevenlerine başsağlığı dileriz. YENİ UFUKLAR DERNEĞİ YENİ UFUKLAR DERNEĞİ 75 Fotoğraf: Abdulkadir Karataş YAŞAM Atın insan ruhuna dokunuşu... E Lale ÖZEN* *Gazeteci 76 ğer hayatta atlarla hiçbir anınız olmadıysa, bazı insanların neden atları bu kadar çok sevdiklerini anlamanız zor olabilir. Atların enerjisinde bir şeyler var ki bende güçlü bir enerji değişimine sebep oluyor. Ne zaman çok stres yüklü olsam, dengem bozulsa onların yanına gidiyorum ve mucizevi şekilde mutlu oluyorum, güçlü hissediyorum ve enerji doluyorum... Benim tüm stresim yok olana kadar onun kalbi adeta sakince ruhumu okşarcasına atıyor... Bu tür bir deneyim şu an ne kadar evrensellikten uzak görünse de onlarla daha çok vakit geçirmemiz için birçok neden var. Onları seven insanlar için ata binmek, bakımlarını yapmak tamamen doğaldır ve organik etkileşimleri, tatmin edici bir derin duygu ile doludur. Neyse ki onlarla vakit geçirebilmek için bir at sahibi olmak ve onlar için hasat elde etmek gerekmiyor. Bazen bir miktar ücret ile atlarla vakit geçirebilirken Yeni Ufuklar, sayı 31 YAŞAM Atlarla vakit geçirmenin birçok psikolojik faydalarından biri de içimizdeki huzurlu doğanın ortaya çıkmasını teşvik etmektir. Washington Eyalet Üniversitesi’nin yaptığı bir çalışma, at ile vakit geçiren gençlerin stresten uzaklaşıp daha çok pozitif olduklarını göstermektedir. Kentucky Üniversitesi’nden bir öncü 2013 çalışmasında şunu keşfetti; atlarla vakit geçiren insanların empati duygularını geliştirmesinin yanı sıra soysal ve liderlik becerilerini geliştirmesine de yardımcı olmaktadır. bazı alanlarda ücretsiz yani gönüllü binicilik ve iz sürme dersleri verilmektedir. Belirtmeliyim ki bu fırsatlar yalnızca kırsal alanlarla sınırlı değil, atlar ile muhteşem bir vakit geçirmek bazen beklenmedik yerlerde de olabilir. :) Atlarla bir gün geçirmeniz için 5 neden önermek istiyorum. •Atlar bizimle ortak bir zemin bulmaya yardımcı olabilirler. Atlarla vakit geçirirken, onların fırçalanmasından ağaçlık yollardan geçişlerine rehberlik edene kadar olan sürede doğal olarak onlara bir yakınlık ve bağlantı duygusu ortaya çıkıyor, bu bilimin yanı sıra sezgisel de bir oluşumdur. • Sakinleşmemize yardımcı olabilirler. Evcil hayvanların sadece o güzel gözleri ile bize bakarak zen duygumuzu arttırmak için inanılmaz yeteneği vardır ve bu sadece kedi ve köpekler ile sınırlı değildir. Atlarla vakit geçirmenin birçok psikolojik faydalarından biri de içimizdeki huzurlu doğanın ortaya çıkmasına teşvik etmektir. Washington Eyalet Üniversitesi’nin yaptığı bir çalışma, at ile vakit geçiren gençlerin stresten uzaklaşıp daha çok pozitif olduklarını göstermektedir. 77 • Öğrenmemize yardımcı olabilirler. Kentucky Üniversitesi’nden bir öncü 2013 çalışmasında şunu keşfetti; atlarla vakit geçiren insanların empati duygularını geliştirmesinin yanı sıra soysal ve liderlik becerilerini geliştirmesine de yardımcı olmaktadır. UK Chandler Hastanesinde çalışmasına katılan küçük bir hemşire grubu atların ahırlarında kaldıkları süre boyunca öz-farkındalık ve sözsüz iletişimin geliştiğinin önemine dikkat çekti. Atlar kendimizi anlamamıza yardımcı oluyor ve dolayısı ile başkalarını anlamaya da yardımcı oluyor, bu çalışmalardan kesinlikle sağlık sektöründe yararlanılmalıdır, çünkü yararı muazzamdır. • Sağlığımızı korumamıza yardımcı olabilirler. Araştırmalara göre, at terapisi fiziksel ve duygusal gelişimimizi teşvik edebilir. Günümüzde atlar ile ilgili faaliyetler ve çevre ile bazı entegre yöntemler kullanarak birçok sağlık sorununa çözüm bulunuyor, çeşitli muzdarip insanların sağlıklarının iyileşmesine yardımcı olunuyor. 2011 İngiliz At Cemiyeti (British Horse Society) düzenli at biniciliği ve aktivitelerine katılmanın hem fiziksel hem ruhsal olarak sağlıklı olduğunu kanıtlamıştır. • Onlar hepimizin içinde merak uyandırıyor Atların mitolojide önemli bir rolü vardır, ilham alan sayısız kitap ve hikâyelerde oldular ve dünya genelinde insanların en sevilen aile üyeleri gibi hizmet etmişlerdir. Güç ve centilmenliğin bir arada olduğunu gösteren daha güzel bir örnek olmadığı sayısız kere kanıtlanmıştır. İçinde yaşadığımız doğayı onların zarafeti, onların hafif ve özgür ruhları ile keşfetmek yaşanması gereken en güzel duygulardan biridir. Bilim bir yana, sahip oldukları bu büyülü ve hareketli yaşamın kalitesinin asla inkârı yoktur. Şimdi zaman kaybetmeden bir gün ayırın ve bu eşsiz duyguyu yaşamak için bir plan yapın. Yeni Ufuklar, sayı 28 MAKALE 79 MAKALE 80