Editörden Değerli okuyucularımız merhaba

advertisement
Yıl: 8, Sayı: 31, Ekim - Aralık 2016
Yayın türü: Yerel süreli ( 3 ayda bir yayınlanır )
Editörden
Değerli okuyucularımız merhaba,
B
u yılın son sayısında da yine sizlerle birlikteyiz. Öncelikle 15 Temmuz
kanlı kalkışma olayına ayırdığımız özel sayımıza gösterdiğiniz ilgi için
teşekkürlerimizi sunuyoruz. Olağanüstü şartlarda ve zaman darlığı nedeniyle sözkonusu sayıda yer alan bazı hatalar için siz okuyucularımızdan ve
dergimiz yazarlarından bağışlanma diliyoruz.
Sekiz yıldır aralıksız çıkarmayı sürdürdüğümüz dergimizde, derneğimizin
kuruluş amaçlarını ilke edinen bir yayın çizgisi takip ettik, bundan sonra
da öyle olacaktır. Hayatın her alanına dair konuları usta kalemlerin düşünceleriyle sizlere aktarmayı da Yeni Ufuklar Derneği’nin amaçları arasında
görmekteyiz. Yeni sayımız bu ilke doğrultusunda yine ilginizi çekeceğini
umduğumuz bir içeriğe sahip.
Derneğimizin geçen dönem İstanbul Şube Başkanlığı görevini yürüten
Prof. Dr. Yakup Çelik’in nefis üslubuyla kaleme aldığı edebiyatımızın köşetaşlarından Attilâ İlhan’a dair yazısı, bir geleneğin de başlangıcı olacak
diye umuyoruz. Bundan böyle her sayı, bir usta edebiyatçımızın hayatı,
sanat anlayışı, eserleri ve toplumdaki etkilerini konu alan yazıları paylaşmayı kararlaştırdık. İlki, Attilâ İlhan... Prof. Dr. Yakup Çelik’in kaleme aldığı
yazıyı okuyunca bize hak vereceğinizi düşünüyor ve Sayın Çelik’e hem
dernek yönetimindeki hizmetleri hem de yazısı için bir kez daha teşekkür
ediyoruz.
Dedik ki hayatın her alanı ve özellikle de düşünce... Sayfalarımıza konuk
ettiğimiz düşünce hayatımızın önemli
sîmalarından biri olan Prof. Dr. Şahin
Uçar ile Rus edebiyatının unutulmaz
kalemi Lev Tolstoy üzerinden bir fikir
turuna çıkalım istedik. Uçar, Prof. Dr.
Numan Konuk’un gerçekleştirdiği röportajda ‘insan’, ‘varlık’, ‘sistem’, ‘ölüm’ başta
olmak üzere, varoluş tarihimizin kadim
sorularına ilişkin düşündürücü anlatımı
ile bizlere yeni kapılar aralıyor.
Türkiye gibi kaderi jeopolitiği ile doğrudan bağlantılı ülkelerin en çetrefilli
konularından biri de doğal olarak
dışpolitika. Nitekim çok ciddi risklerin yaşandığı bölgemizde hararet iyiden iyiye yükselmiş durumda. Bu minvalde, Jeopolitikçi -Stratejist Aydın
Çetiner, Dr. Nejat Tarakçı ve Dr. Aslan Yaman’ın hem bölgemizde hem de
dünyada olup bitenlere dair yazı ve çevirileri okurlarımıza farklı bir açıdan
gözlem imkânı sunuyor.
Naif kalemleriyle, zarif üsluplarıyla bizlere hayata hoş bakmayı, olanla
yetinmeyi öğütleyen iki usta kalem H. Neşe Koçak ve Kudret Altun son
sayımızın iki önemli ismi. Detaycı bakışları ve özgün anlatımlarıyla Koçak
ve Altun’un dergimize renk kattıkları inancındayız. Yurdalgül Konuk’un da
yazılarıyla yeniden aramızda olduğunu müjdelerken, kendisine ‘hoşgeldiniz’ diyoruz.
Doç. Dr. Mustafa Aksoy’un kültürümüzün izlerini sürdüğü, geniş bir coğrafyayı kapsayan gezilerinden tadımlık bir metin ve görselleri de 31. sayımızın sayfalarında ağırlıyoruz.
“Yok olan meslekler, son ustalar” başlığı altında derlediğimiz nostaljik
turda fotoğraf tutkunu dostların katkılarına da değinmeden geçemeyeceğiz. Değerli çalışmalarıyla dergimize katkı sunma nezaketini gösteren
Enver Manço, Deniz Senyeşil, Oğuz Arat, Ali Başarır ve Bilal Akar beylere
teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Esen kalınız...
Dr. Zekeriya Kökrek
YENİ UFUKLAR DERNEĞİ
adına imtiyaz sahibi:
Prof. Dr. Mustafa Argunşah
Genel Yayın Müdürü:
Dr. Zekeriya Kökrek
Yayın Koordinatörü:
Doç. Dr. Mustafa Aksoy
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:
Zekeriya Muhiddin Arık
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Mustafa Argunşah, Prof. Dr. Yakup Çelik, Prof. Dr.
Gökhan Antalya, Doç. Dr. Mustafa Aksoy, Dr. Zekeriya Kökrek
Tasarım
A.Kadir Karataş
Reklam
Türkiye Yeni Ufuklar Reklam Rezervasyon
0212 230 86 59
Baskı
Yek Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti.
Matbaa Sertifika No: 32287
100. Yıl Mah. Mat.Sit.
Matbaacılar Sitesi. 4. Cad. No: 122 34204 Bağcılar/İST.
Tel: 0212 430 50 00
Yönetim Yeri
Merkez Mah. Abide-i Hürriyet Cad.
Yonca Apt. 148 Kat: 3 Daire: 8
Şişli - İstanbul
0212 230 86 59 - 230 94 43
bilgi@yeniufuklaristanbul.org
Kayseri İletişim
Cumhuriyet Mah. Tennuri Sok.
(Tennuri Geçidi) Hüsrevoğlu Kardeşler İşhanı No: 20/3
Melikgazi - Kayseri
Tel: 0352 221 30 60 (3 hat)
kayseriyeniufuklardernegi@gmail.com
Türkiye Yeni Ufuklar,
T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Dergide
yayınlanan yazı, fotoğraf ve haberlerin her hakkı saklıdır. İzinsiz
kullanılamaz. İmzalı yazılardaki ifadeler yazarlarına aittir.
sayfa
Edebiyat 04
kültür
Gezi 48
içi n de k i l er
KAPAK
30 ABD Ankara’daki Adamını Kaybediyor
04 Attilâ İlhan’a Yeniden Bakmak
32 İsrail-Türkiye Anlaşmasının Jeopolitik Şifreleri
Prof. Dr. Yakup Çelik
RÖPORTAJ
08 Prof. Dr. Şahin Uçar: Hiçbir şeyi olmayan insanlığın
arama arayışı da yok...
Prof. Dr. Numan Konuk
etkinlik
20 Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu 2015-2016 Dil
Ödülü Codex Cumanicus’a verildi.
Dr. Aslan Yaman
Dr. Nejat Tarakçı
DENEME
22 Sahafın Eşiğinde
Yurdagül Konuk
36 Derviş Ağa
Kudret Altun
STRATEJİ
52Bahçede
26 Soft Power (Yumuşak Güç)
Aydın Çetiner
H. Neşe Koçak
DÜŞÜNCE
40 Küreselleşme ve İslam’ı Yeniden sayfa
64 Belgesel
sayfa
56 Fotoğraf
EKİ M - KASI M - AR ALI K 2 01 6
Düşünmek
Prof. Dr. Hasan Onat
44 Karacaoğlan’ın Torunu: Mehmet Zeki Akdağ
70 Kitap Tanıtımı: Tarihsel Bunalım ve İnsan, Ortega y
Gasset / Ölümcül Kimlikler, Amin Maalouf
Anuş Gökce
Bayram Akcan
S. Orhun Altıparmak
48 Doğu Anadolu, Nahçıvan ve Tebriz’de Saha
Araştırmaları
66 Bir Barış Filmi: İnsanları İnsanlığa Çağıranlar
68 Okulun İlk Günleri
Doç. Dr. Mustafa Aksoy
eğitim
ENERJİ
54 Enerji Arz Güvenliği ve Tehdit Altındaki Ağırlık
Merkezlerimiz
spor
Dursun Yıldız
kültür - sanat
56 Fotoğraf Tutkunlarının Gözünden Son Meslekler
64 “Kuzeydeki Yavru Vatan Kırım” Okuyucuyla buluştu
Arş. Gör. Hilal İlknur Tunçeli
72 Bişkek’te Türk Sporları Sempozyumu
Ahmet Tüzün
78 Atın İnsan Ruhuna Dokunuşu
Lale Özen
MAKALE
Attilâ İlhan’a
Yeniden Bakmak
Ö
Yakup
ÇELİK*
Duvar’ı oluşturan şiirlerin
kaleme alınmaları ile Sisler
Bulvarı’nın yayınlandığı,
daha doğrusu sosyal realizm
düşüncesinin ortaya konduğu
dönemde Attilâ İlhan;
toplumsal mesajda heyecanı
ön plana çıkaran bir şairdir.
Yani estetik tavır heyecanla
şekillenmiştir. Duvar’daki
Gavurdağları’ndan Rivayet
bölümünde, memleketimizin
bir bölgesindeki bağımsızlık
mücadelesi, o bölge insanının
gerçekliği gözler önüne
serilerek destanlaştırılmıştır.
lümünün üzerinden 11 yıl geçti. Birçok şair ve yazar ölümünden
birkaç yıl sonra unutuluverir. Şiirleri
ve romanları okunmaz, tek tük kaleme
aldığı düşünce yazıları da geçerliliğini
kaybeder. Ancak Attilâ İlhan, öyle sanıyorum ki gün geçtikçe değerini artıracak bir şair, yazar, eleştirmen, düşünce
adamıdır. Gençler şiirlerini, aydınlar ve
halk romanlarını ve düşünce yazılarını
okumaya, eskisinden çok daha fazla devam ediyor.
Attilâ İlhan, İzmir’in Menemen ilçesinde Gürün’lü (Bedri Bey) bir baba
ile Menemenli eşraftan aile kızının (Perihan Memnune Hanım) çocuğu olarak
dünyaya gelmiştir. Kökeninde Anadolu
olan bir baba ile nispeten Batılı diyebileceğimiz bir annenin çocuğu olarak.
Ancak yetişmesinde yalnızca bunlar
etkili değildir. Zekiye Nine’nin masalları ve Bahri amcasının türküleri, Batılı
bir yaşama tarzının içerisine Anadolu
serpintileri olarak yerleşir ve ömrü boyunca çıkmaz. Bir bakıma, daha sonra
elde edeceği modern kültürün kökenine
henüz çocukluktan itibaren geleneksel
olan yerleşir.
Küçük yaşlardan itibaren inanılmaz
okuma faaliyetlerinde bulunur. Bir taraftan Necip Fazıl, Faruk Nafiz Çamlıbel, Mehmet Akif okurken diğer taraftan
Jules Verne gibi macera ve bilim kurgu
ile dünyaya bakışını farklı ve meraklı
bir çocuk ekseninde geliştirir. Bu nedenle çocukluğundan itibaren hep astronot olma merakı dikkati çeker. Henüz
ortaokulda iken kaleme aldığı “Merih’e
Seyahat” adlı roman ‘meraklı ve zeki’
çocuğun işaretleridir. Bu farklılığı, hiç
eksilmeden, ölümüne kadar devam eder.
Şair Attilâ İlhan
*Prof. Dr. , Yıldız Teknik Üniversitesi
4
Attilâ İlhan’ı ortalama okuyucular öncelikle şairliği çevresinde tanır
ve sever. İlk şiirini 1941’de yayımlayan Attilâ İlhan’ın şiir serüveni, 50 yılı
aşkın süre içerisinde farklı arayışlar
çerçevesinde gelişir. Bu gelişme çizgisinin birinci aşaması 1941 ilâ 1954
arasıdır. Yani Duvar’ın oluşumundan
Sisler Bulvarı’na kadar olan dönemdir. İkincisi, Sisler Bulvarı ile Yasak
Sevişmek (1955-1968) arasıdır. Yasak
Sevişmek’ten ölüm tarihi 2005’e kadar
yazdıkları da şiirinin üçüncü aşamasıdır.
Duvar’ı oluşturan şiirlerin kaleme
alınmaları ile Sisler Bulvarı’nın yayınlandığı, daha doğrusu sosyal realizm
düşüncesinin ortaya konduğu dönemde
Attilâ İlhan; toplumsal mesajda heyecanı ön plana çıkaran bir şairdir. Yani
estetik tavır heyecanla şekillenmiştir.
Duvar’daki Gavurdağları’ndan Rivayet bölümünde, memleketimizin bir
bölgesindeki bağımsızlık mücadelesi, o
bölge insanının gerçekliği gözler önüne serilerek destanlaştırılmıştır. Yine
bir destan denemesi olan Şafak Vakti
Dünya’da ise, “ben”in toplumcu kimliği
heyecanıyla ve duyumlarıyla birleşerek
destanı yapar. Hürriyet Yürüyor, Karanlıkta Kaynak Yapan Adam ve Harb
Kaldırımında Aşk bölümlerinde; toplumcu gerçekçi çizgi «ben”in düşünceleri çevresinde verilir. Ön planda «ben”
değil, “ben”in düşünceleri çevresinde
dile getirilen toplumsal mesajlardır. Fakat toplumsal mesajların sunulmasında,
toplumcu gerçekçi şiir anlayışına uygun
olarak şiirsel olandan vazgeçilmemiştir.
Halk şiiri kaynaklarından yararlanma ve
mesajı bu anlatımla ahenkli kılma arzusu da bu dönem şiirlerinin ortak özelliğidir. Duvar’daki şiirlerde, toplumcu düşüncelerin estetik süzgeçten geçirilerek
sunulmasında bilinçli bir tercihin varlığını iddia etmek oldukça zordur. Denilebilir ki Attilâ İlhan, biraz etkisi altında
kaldığı şairlerin, biraz da sezgilerinin
yardımıyla bu çizgiyi yakalamıştır.
Bu toplumcu çizgi Sisler Bulvarı’nın
Yeraltı Ordusu, Bursa’dan Yaylımateş, Barakmuslu Mezarlığı; Yağmur
Kaçağı’nın Acı Ninni bölümlerine kadar
sürer. Adı geçen bölümlerdeki şiirlerde,
halk şiiri kaynaklarından yararlanma,
köy hayatı, “ben”e ait heyecan ve toplumsal mesajların ön plana çıkması, bizi
bu bağlantıyı kurmaya yöneltmiştir. Ben
Sana Mecburum’un Memleket Havası şiirleri de, Anadolu gerçeğine temas etmesi, halk şiiri kaynaklarına başvurması ve
Anadolu’dan insan manzaralarını sunması bakımından Gavurdağları’ndan
Rivayet bölümüne bağlanabilir.
Yeni Ufuklar, sayı 23
31
MAKALE
Attilâ İlhan, bu dönemde kaleme
aldığı, özellikle halk edebiyatı etkisinin
belirginleştiği şiirlerde, anlattığı konuya uygun bir anlatım tarzını seçer. Şiire
konu seçtiği insanı; dili, zevkleri ve yaşama tarzları ile birlikte ele alır. Şiirde
köy insanı veya köy hayatı anlatıyorsa,
o konuya uygun bölge ağzını kullanır.
Toplumcu gerçekçi şiir anlayışı, Sisler
Bulvarı ile birlikte değişik bir yapıya
kavuşur. Attilâ İlhan’ın kendine has şiir
çizgisi de böylece ortaya çıkmış olur.
Sisler Bulvarı ile Yasak Sevişmek
çizgisinde büyük şehir yaşantısı içerisindeki ferdin aşkları, isyanları, toplumcu
mücadeleden ve büyük şehir hayatının
karanlık yaşayışından kaynaklanan gerilimleri söz konusudur. Bu dönemdeki
şiirlerde, daha doğrusu “ben”in ön planda olduğu şiirlerde, toplumcu gerçekçi
düşünce, imgeler yumağı içerisinde, ferdin yaşadıklarının arkasında sezdirilir.
Yani bu defa estetik süzgeç “ben”dir. Bu
safhanın ilk şiirleri Sisler Bulvarı’nın
Başka Yerde Olmak ve Kaptan bölümlerindedir. Yağmur Kaçağı’nda bu çizgiyi
Fabrika Durağı ve Bulvardia bölümleri devam ettirir. Aynı çizgi, Ben Sana
Mecburum’un Askıda Yaşamak ve Tension a Smyrne’de şiir bölümlerinde büyük şehir hayatının (İstanbul ve İzmir)
sunduğu gerilim “ben”in yaşadıkları
çevresinde estetik süzgeçten geçirilerek
yansıtılır. Belâ Çiçeği›nin, Türkiye’nin
eğlence merkezi Beyoğlu’nun şiir formu
içerisinde bütün gerçekliğiyle dikkatlere
sunulduğu Belâ Çiçeği ve Cinnet Çarşısı bölümlerinde de yine “ben” vardır.
XX. yüzyıl insanının büyük şehirde yaşadıklarıyla birlikte.
1968 sonrasında Attilâ İlhan, şirini
form ve söyleyiş çerçevesinde yeni arayışlarla kaleme alır. Artık duygu yoğunluğunun yerini sanat hünerleri, şairlik
yetenekleri almaya başlamıştır. Bir tarafta hatıraları, geçmişte yaşanan tutuklanmaları, gerilimleri gözden geçirme,
böylece toplumsal problemleri sezdirme; bir tarafta insan hayatını ve tabiatı
sorgulama, hayatın anlamını araştırma
söz konusudur. Yine bu dönem şiirlerinde cinselliği ‘bireysel diyalektik’in bir
parçası sayma ve cinsel çelişkileri konu
almak ile tarihin yeniden yorumlanması
demek olan tarihsel dönemlerin şiir sentezi içerisinde sunma gayretleri dikkati
çeker. Ayrıca gazeteciliğin verdiği tecrübeyle şiire, teleks haberlerinin faklı
yapısını (Tutuklunun Günlüğü-Teleks)
katmıştır.
Attilâ İlhan Tutuklunun Günlü-
ğü’ndeki Zincirleme Rubailer ile tabiatı
ve zamanı yorumlamaya, insanın tabiat içerisindeki yerini araştırmaya başlar. Bu, ölüme yaklaşmış veya ölümü
hissetmeye başlamış “ben”in, kendini
yeniden tanımlaması ya da metafiziğin
“ben”i etkisi altına alması şeklinde yorumlanabilir. Aynı şiir damarını Böyle
Bir Sevmek’te Gözlüklü Hamdi’nin
Notları, Elde Var Hüzün’de Rubaiyat,
Korkunun Krallığı’nda Yalnızgezerin
Notları, hattâ Ayrılık Sevdâya Dâhil’in
Şairin Not Defteri bölümlerinde izlemek
mümkündür. Bunlara divan şiiri etkisiyle yazılmış Elde Var Hüzün, Korkunun
Krallığı ve Ayrılık Sevdâya Dâhil’de bulunan Serbest Gazeller adlı bölümleri de
ekleyebiliriz.
Attilâ İlhan’ın şiirlerindeki önemli bir farklılık da tarihsel dönemlerin şiir formu içerisinde yeniden yorumlanmasıdır. Bu tarz şiirlerin ilkini
Gavurdağları’ndan Rivayet olarak kabul edebiliriz. İkinci Dünya Savaşı destanı olma gayesiyle kaleme alınmış olan
Şafak Vakti Dünya ve onun devamı olan
Yeraltı Ordusu’nda; duyumlar çevresinde, İkinci Dünya Savaşı’nın insanlarda
meydana getirdiği çöküntü sezdirilir.
Ben Sana Mecburum’un Cehennem Dairesi bölümünde ise çağrışımlar vasıta-
5
MAKALE
İlk roman Bıçağın Ucu’nda
Demokrat Parti-Menderes
Dönemi; intihar girişiminde
bulunan Suat-Yüzbaşı
Demir ve Miralay Ferit
çevresinde anlatılır. Sırtlan
Payı’nda, Mütareke ve
Kurtuluş Savaşı yılları ile 27
Mayıs Devrimi’nin hemen
sonrasındaki dönem vardır.
Döneme Miralay Ferit’in
anıları hareket noktası
alınarak girilir.
sıyla tarihsel gezinti; Yasak Sevişmek’in
Şehnâz Faslı bölümündeki Eski Rumeli, Hasköy Bahriye Kahvesi, Bir Özge
Muammer Bey serilerinde, Türk milletinin Balkan Savaşı yıllarından itibaren
yaşadığı acılı dönem işlenmiştir. Yasak
Sevişmek’teki Ç Koçaklaması da, Türk
tarihinin belirli dönemlerini, o dönemlere uygun nazım şekilleri içerisinde konu
almaktadır. Elde Var Hüzün’ün Drang
Nach Osten, Ayrılık Sevdâya Dâhil’in
O Hangi Zamandı şiirlerinde de Türk
ve Dünya tarihinin (Rusya – Sultan Galiyev) çeşitli dönemleri gözden geçirilir
ve yeniden yorumlanır.
Attilâ İlhan, Ben Sana Mecburum’un
Cehennem Dairesi bölümüyle başlayan,
divan şiiri kaynaklarından nazım şekli
ve ses açısından yararlanma işini son şiir
kitabı Kimi Sevsem Sensin’e dek sürdürür. Divan şiirine ait ilk önemli denemeler Belâ Çiçeği›nin Mahur Sevişmek adlı
bölümündedir. Yasak Sevişmek’le birlikte şarkı, kaside ve gazel formlarından
yararlanmalar dikkati çeker. Bu nazım
şekillerinin seçilmesinde, hem konunun
tarihin belli bir dönemini ele almasının
hem de şiirde mesajın gizlenmesinin
payı vardır. Divan şiiri kaynaklarından
yararlanma, Elde Var Hüzün’le birlikte
kesik mısralı yapı içerisinde gerçekleştirilir. Kesik mısralı şiirlerin şekli üzerinde yapılacak düzenlemelerle, divan
edebiyatına ait formlara ulaşılması da
dikkat çekicidir.
Şiirinde çok boyutlu arayışlara yönelen Attilâ İlhan; şiirsel zenginliği,
hem dil, hem de imge seviyesinde kendi
sistemi içerisinde oluşturabilmiş nadir
şairlerdendir.
Romancı Attilâ İlhan
Attilâ İlhan’ın ilk romanları Sokaktaki Adam ve Zenciler Birbirine Benzemez; Kaptan, Başka Yerde Olmak,
Fabrika Durağı, Askıda Yaşamak şiirlerindeki “ben’in roman kahramanı (Hasan – Mehmet Ali) olarak düzenlenmiş
hâlidir denilebilir. Korku, arayış ve gerilim içerisindeki insanın İstanbul – Paris
ikileminde yaşadığı imkânsız aşkların
ve maceraların yansıması.
Cinayet, gazetecilik ve aydın probleminin Mahmut Ersoy ve Gazeteci Ümit
gibi roman kahramanları çevresinde
kurgulandığı Kurtlar Sofrası; iktisadî
hayatın, eğlence ve düşünce dünyasının
karşı karşıya getirildiği bir çerçevedir.
Bu roman, Attilâ İlhan ile bütünleşecek
Aynanın İçindekiler’e zemin hazırlaması bakımından son derece önemlidir.
Aynanın İçindekiler roman dizisinde Türkiye’nin 20. yüzyıldaki toplumsaltarihsel macerası sorgulanır. Bu roman
dizisindeki kahramanların bir kısmı dizi
boyunca varlığını devam ettiririr. Demir, Ferit, Gazeteci Ümit, Suat gibi. Bu
roman dizisini oluşturan altı kitap, yakın
tarihimizin 1906–1960 yılları arasında
kalan dönemindeki olayları konu edinir.
İlk roman Bıçağın Ucu’nda Demokrat Parti-Menderes Dönemi; intihar girişiminde bulunan Suat-Yüzbaşı Demir ve
Miralay Ferit çevresinde anlatılır. Sırtlan
Payı’nda, Mütareke ve Kurtuluş Savaşı
yılları ile 27 Mayıs Devrimi’nin hemen
sonrasındaki dönem vardır. Döneme
Miralay Ferit’in anıları hareket noktası
alınarak girilir. 1919 Mayıs’ından 1960
Ağustos’una kadar. Bir askerin yaklaşık
Türkiye’nin kırk yılına ait sorgulamaları
da diyebiliriz romanda anlatılanlara.
6
Yeni Ufuklar, sayı 31
MAKALE
Yaraya Tuz Basmak’ta, Kore savaşı
ve Nato’ya girişimiz ile 27 Mayıs 1960
sonrasındaki kadro meselesi işlenmiştir. Yassıada duruşmaları, ihtilal sonrası
askerî çevrelerde yaşananlar, Binbaşı
Demir ekseninde okuyucuya aktarılır.
Dersaadet’te Sabah Ezanları romanında
ise Münif Sabri – Neveser ve Bacaksız
Abdi tipleri çevresinde, İttihat ve Terakki öncesi ve sonrasındaki oluşumlar,
Anadolu’da filizlenen Milli Mücadele dönemine kadar gelir. Burada ezan
sesinin Milli Mücadeledeki simgesel
rolü, inançla şekillenmiş bir kurtuluşun
hikâyesini naklettiğinin göstergesidir.
O Karanlıkta Biz romanında; II. Dünya Savaşı’nın dışında kalmak isteyen
Türkiye’nin bu uğurda harcadığı çaba
ve izlediği denge politikası anlatılır.
Dersaadet’te Sabah Ezanları’ndaki kimi
kişilerin (Ahmet Ziya, Mizrahiler) varlıklarını sürdürdüğü bu romanda “Donanma Olayı” ve “Karartma Geceleri”
gibi bir döneme damga vuran siyasal
ayrıntıların işlendiğini de görmekteyiz.
Aynanın İçindekiler serisinin son romanı olan Reis Paşa – Allah’ın Süngüleri,
“İstanbul’daki ezan sesi”nin Anadolu’ya
dalga dalga gelişidir. Roman, Milli
Mücadele’de Gazi Mustafa Kemal’in
verdiği mücadeleyi konu alır.
Attilâ İlhan’ın diğer iki romanından Fena Halde Leman’da, Leman
Korkut’un İzmirli sermaye sahipleriyle
ilişkileri ve lezbiyenlik meselesi; Haco
Hanım Vay’da ise Şam Defterdarı Feridun Hakkı’nın eşi Haco Hanım’ın yine
eşcinsel ilişkileri ele alınır. Attilâ İlhan
bu iki romanında kurguladığı problemleri Hangi Seks ve Yanlış Kadınlar Yanlış
Erkekler araştırma kitaplarında ayrıntılı
olarak araştırmacı kimliğini de ispatlayarak dile getirmektedir.
Düşünce Adamı Attilâ
İlhan
Attilâ İlhan, kültürün bir milletin
varlığındaki önemini ve hassasiyetini
1951 yılında Fransa’da görmüş ve bunu
“Türk şiirinin bileşenleri arama” yolunda çabalarıyla kendisine dert edinmiş bir
aydındır.
Kültür tanımını “evrensel” ve “ulusal” başlıkları üzerinden yapar. Evrensel
kültürü “Yahudi/Hristiyan tabanlı batılı
emperyalizmin, dünyaya evrensel diye
cebren ve hile ile kabul ettirmeye uğ-
raştığı, Yunan/Latin kökenli batı kültürü-kendi kültürü” (Ulusal Kültür Savaşı,
İstanbul 1986, s.11) olarak değerlendirir.
Kültür emperyalizminin işte bu noktadan başladığını belirtir.
Attilâ İlhan Batı toplumlarının medeniyet adı altında kendi kültürlerini
Osmanlı toprağına taşıdığını, böylece etki altına aldıkları milleti, kendine
özgü geçmiş değerlerinden uzaklaştırdığını açıklar. Batı’nın, Yahudi/Hristiyan
tabanlı kültür dairelerinin etkisi altına
girmeyecek toplumların da ulusal kültür
bileşimini gerçekleştirmelerini engelleme politikasından söz eder. Bunu da
“ulusal nüfuz politikası” ve “emperyalist yayılma planları” (s.13) için zorunlu
gördükleri düşüncesindedir.
Attilâ İlhan, asıl tehlikenin kültürel aşamadan sonra gerçekleştiğini
bildirir. Batılı emperyalizmin ikinci işi
bir “işbirlikçi” kesim oluşturmaktır.
Emperyalizmin etkisi altına giren ülkelerde yaptıkları ikinci iş, isteklerinin
gerçekleştirilebilmesinde kendilerine
yardımcı olabilecek bir “işbirlikçi” kesimi oluşturmaktır. Emperyalizmin girdiği ülkelerde “işbirlikçi” kesimin iki katmandan, burjuva ve aydından oluştuğu
düşüncesinde olan İlhan, bu işbirlikçilerin kültürel bileşimini gerçekleştirememiş ülkelerde hazır olduğunu da belirtir.
(Geniş bilgi için bakınız: Ulusal Kültür
Sentezi, İstanbul 1986).
Attilâ İlhan, “Hangi” serisi kitaplarında muhafakâr düşüncenin, ülkemizdeki solun, batı algısının ve batı gerçeklerinin, küreselleşmenin boyutlarında
farkındalıklarını, araştırmalarını ve sezgilerini ortaya koyar. Adı geçen kavramların ve düşünce hareketlerinin en ihtişamlı zamanlarında yapılan eleştiriler ve
uyarılar; yıllar sonra “şair”in haklılığını
ortaya koymuştur.
Attilâ İlhan, kültürün bir
milletin varlığındaki önemini
ve hassasiyetini 1951 yılında
Fransa’da görmüş ve bunu
“Türk şiirinin bileşenleri
arama” yolunda çabalarıyla
kendisine dert edinmiş bir
aydındır.
O; İnce bir seziş, zekice bir bakış
ve dikkatli bir muhakeme ile tarih ile
hâl arasında kurulan irtibatlarla yaşadığı zaman dilimine bakmış ve hep haklı
çıkmıştır.
Attilâ İlhan’a tekrar tekrar dönüşün
temelinde bu ince sezgi yeteneğinin bulunduğunu düşünüyorum.
7
RÖPORTAJ
Prof. Dr. Şahin UÇAR:
Hiçbir şeyi
olmayan
insanlığın
arama
arayışı da
yok...
Röportaj: Numan KONUK*
İstanbul’un tarihî semti
Samatya’da buluyoruz Şahin
Uçar’ı. Konu insanlığın
ahvaline geliyor. Bir tasvir
istiyoruz Hoca’dan. Tarih,
felsefe, sanat, tarih felsefesi, ilim
diye sayıp sıraladığı hikmetin
direklerinden… Hem sanatkâr
vasfı hem kendine mahsus tarih
felsefesi ile etkilendiği Tolstoy
şimdi yaşasa ne derdi acaba? Söz
kendi akışını belirliyor…
Prof. Dr.
*
8
M
arx’ın kendi tarih felsefesini hayata tatbik etmesi
bakımından diğer felsefi görüşlerden farklılaştığını
ifade etmiştiniz. Bu çerçevede Tolstoy’un görüşlerini
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tolstoy’un tarzı bu şekilde. Herkes kendi ihtiyacını
kendi üretsin. Ayakkabısını bile kendi yapsın. O da oturup kendi yapıyor ayakkabısını, bilmem köylü kıyafetini…
Otursun, bir toprak parçasını eksin, biçsin mujikler gibi…
Efendim iyi de, bu birkaç kişinin yapması mümkün olan
bir şey de, dünya çapında uygulanması mümkün olan bir
şey değil yani. Gençlik ve yabancılaşma diye bir makalemde de söylemiştim gerçi. Tolstoy böyle şeyler söyler ama
alienasyondan (yabancılaşmadan) kurtulmak için emeğin
yabancılaşmasını önlemek lazım, başka türlü olmaz. O
konuda Marx haklı. Çünkü o zaman medeniyeti de reddetmek zorunda kalırsın. İptidai hayata dönmek mi? Nasıl
döneceksin? Hadi diyelim ki kabul ettik. Peki. Tolstoy Abinin dediği gibi olsun. Biz bu sanayiden de vazgeçtik. Ziraat
şartlarına döneceğiz. Ee tamam, güzel… Yeryüzünde bir
gün elektriği kes, hayat durur öyle değil mi? Sanayi dediğin şeyin o kadar içindeyiz ki…
Öyle bakınca Marksizm de başarısızlıkla sonuçlandı…
Hayata tatbik edilebilir bir vizyon, insanlığın şimdiki me-
Yeni Ufuklar, sayı 31
RÖPORTAJ
mesela. Bunu Osmanlı da yaptı. Müesseseler kuruyor.
Tolstoy’un Hristiyanlığa karşı çıkışı müesses oluşuna
mı, dinin özüne mi idi?
Dinin özüne karşı çıkmıyor. Zaten Tolstoy dindar. Hatta
belki bir açıdan aşırı derecede dindar.
“Tanrı insanları yarattı, şeytan da kurumları…” anlayışından bir itiraz da o zaman sizin devlete karşı duruşunuz? Kurumsallaşmış hali ile modern insanın ihtiyaçlarına hitap etmiyor eski kurumlar? Din gibi, devlet gibi…
Sisler içinde bir durum
Evet tabi. Bir kere varlığı lüzumsuz? Niye var ki? He
şundan dolayı var; işte ziraat başladı, ziraat başlayınca
yerleşik hayat başladı, yerleşik hayat başlayınca da hem
mülkiyet problemleri başladı hem büyük çapta organizasyonlar, sulama kanalları falan gibi şeyler gerekti. İnsanlar
yavaş yavaş devleti bir şekilde inşa ettiler. Orası da sisler
içinde bir durum. Tam manasıyla doğru değil. Tahminlerini
konuşuyor tarihçiler orada. Efendim sonuç olarak büyük
çapta topluluklar olarak bir arada yaşayınca bazı mecburiyetlerden ister istemez düzen teşkil edecek bir şey lazım
oluyor. Bir defa eski insan toplulukları ailesi ile dağda, bayırda gezip, avlanıp, yenebilecek nesneleri toplayıp yiyen
avcı-toplayıcı bir insan nesli değil mi? Ama şimdi yerleşince toprak benim diyor. “Şu arazi şuradan şuraya kadar…”
Mülkiyet ortaya çıkıyor…
selelerine hitap eden....? Sanayiyi bırakıp tarım toplumuna dönmek de benzer biçimde sonuçsuz mu kalacak…?
Evet…
Kim kabul edecek? Sen şimdi diyorsun ki devlet kötü
bir şeydir. Böyle olur sanıyorsun. Adam diyor ki devletsiz
olmaz! Sen şimdi diyorsun ki, yahu arkadaş insanlık yeryüzünde 250 bin senedir yaşıyor bunun 240 bin senesini
hatta 245 bin senesini devletsiz yaşadı. Son 5-6 bin senenin eseridir devlet. Medeniyetle birlikte başlamaz. Biraz
daha sonra, şehirleşme başlar, arkasından yavaş yavaş
devlet çıkar. Ee neyse… Halen de yeryüzünde devletsiz
yaşayan sayısız kavim var. Siz incelemiyorsunuz, farkında
da değilsiniz. Küçük küçük kavimler var. Uganda’daki ormanlarda yaşayan pigmelerin devleti mi var? Devlet mi
tanıyorlar? Devlet diye bir şeyden haberleri mi var hatta?
Amazonlar’da, Asya’da böyle yüzlerce iptidai kültür var.
Yani insan toplulukları küçük topluluklar olmak kaydıyla
pek âlâ devletsiz de yaşıyor. Ezelden beri.
Din mi yoksa devlet mi daha eski bir kurum hocam?
Din daha eski, 50 bin yıllık, Şamanizm diye başlarsan.
Dinle devlet kavga ederse devlet kaybediyor. Hep tarihte
olan o. Ama devlet dini ehlileştiriyor. Bizans’tan itibaren
Bazı büyük teşebbüsleri korumak için devlet gerekiyor.
İdareciler olacak, vergi gibi bir sürü şey çıkıyor. Zamanla
olmuş şeyler… Ee tabi durum böyle olunca sömürgecilik
devirleri, ondan sonra da beraber kapitalizm, ardından da
sanayi doğuyor. Sanayileşme zaten her şeyi değiştiriyor.
Şimdi de sanayiyi falan aştık. Tamamen sanal bir dünyada
yaşıyoruz. Artık ne önemi var araba fabrikası yapmanın…
Ağır sanayi kurmanın bir önemi kalmadı. Sonuçta sanal bir
sermaye, sanal bir dünya var. Bilgisayarlarla, telefonlarla
bambaşka bir şeye dönüşüyor dünya şimdi. Dönüşüyor
da, bu durum kendi problemlerini beraberinde getiriyor…
‘Alienasyon’un belki had safhası…
Gittikçe de artacak. Bak sanal realite diye bir şey var.
Gözlüğü takıyorsun istediğin hayatı yaşıyorsun. İstersen
uçuyorsun, istersen Brigitte Bardot ile zaman geçiriyorsun,
istersen Hindistan’a gitmene gerek yok, Tac Mahal’i dolaşıyorsun, bilmem ne. İş bu safhaya gelmedi, geldiyse de
yaygın değil en azından. Bu dereceye geldiği vakit insanlar
birbirleriyle münasebetlerini dahi kesmek isteyecekler.
Daha şimdiden kimse kimseye zaman ayırmıyor. Konuşurken bile herkes telefonlarına bakıyor değil mi?
‘Suretler’ diye filmi bile yapılmıştı böyle, bir hayatı
tasvir eden…
Evet. Kendisi makineye bağlı evinde yatıyor… Yani
giderek faaliyetlerimizin neticesinde hayatı imkânsız hale
getiren bir faaliyet tarzı içine giriyoruz. Giderek öyle bir
9
RÖPORTAJ
KİTAP
faaliyet tarzını seçiyoruz ki bir adamın bir şekilde intihar
etmesi gibi. İnsanlık intihar ediyor, farkında da değil.
Yapabileceği bir şey de yok. Şimdi sen bu yemeği yedin
mi, affedersin çıkarmaya da mecbursun. Yani tükettiğin
kadar da kirleteceksin. Bu önemli değildi eskiden. Nüfus
azdı. Eski devirler için neler söylemişler… “Çin’in toprağı
insan gübresinden yapılma” derlerdi çok kalabalık olduğu
için. Böyle bir atasözü var Çinlilerin. Hayvan gübresi, insan
gübresi mühim değil. Ama senin ürettiğin sanayi atıkları
ona benzemiyor. Toprağa dönüşmüyor. Bir de toprağı zehirliyor! İçinde kimyevi atıklar var, plastiği var, petrolü var.
Havayı da suyu da zehirliyor. Bir şişe deterjan 40 ton suyu
kullanılmaz hale getiriyor. Dünyada su çok, fakat her gün
yedi milyar insan da deterjan kullanıyor değil mi? Şimdi
hesapla bakalım: 5-10 senede ne kadar deterjan kullanılıyor? Okyanuslar çok büyük de nihayetsiz değil. Dönüştürülememesi neyse de bazıları zehirli. Hatta o kadar zehirli
ki kadmiyum gibi, cıva gibi şeyler. “Midyede kadmiyum
çoktur” derler. Bunlar yazılalı neredeyse 40 sene oldu.
Hatta insanların DNA’larını bozup genetik dejenerasyona
sebep olacak kadar kötü atıklar. Genetik mirasını bozuyor
yani canlıların. Daha ötesi var mı? Yani öyle sıradan kirli
veya mikroplu atık değil.
Ben yine Tolstoy’dan soracağım. Onun insanlığın bu
problemleri karşısında durduğu yer…
Yani “Bir toprak al, ek biç” diyor. Yani güzel de, “Ben
toprağımı eker biçerim, devlete de asker vermem, vergi
de vermem…” İyi güzel de, bugün küçük Tolstoycu cemaatler var. Şimdi de var belki. Fakat küçük, iptidai kültürlere
mahsus bir şey yani. Olmaz ki şimdi nasıl döneceksin?
Şöyle diyelim: Hadi Türkiye’yi kurtardık bir şekilde. Ve
Türkiye’yi cennet yaptık. Hiçbir problem yok Türkiye’de.
10
İyi de dünya Türkiye’den ibaret değil ki. “Canım dünyadan
bize ne” diyebilirsin de dünya seni etkiliyor. Dünyada iklim
değişikliği olunca Türkiye de gidecek.
Cemiyetin organizasyonu olmasa
hayat durur
Tolstoy’un zamanında yoktu böyle bir problem, tıp
bile gelişmemişti. Tıpla dalga geçiyordu adam. Düşün antibiyotik yok, bilmem ne yok. İşte Çehov’la dalga geçiyor
Tolstoy’un oğlu… “Bana, ‘baban bu zatürreyi atlatamaz,
çok da ağır durumu. Yaşlı, artık takati yok. Ölümüne hazırlıklı olmamız lazım’ diyor. Bunu söyledikten bir sene sonra
Çehov öldü, babam 10 sene daha yaşadı.” diyor. Yani
şimdi son yüzyılda çok değişiklik oldu. Tolstoy’un çağına
gittiğin vakit çok sade bir insanlık var. Adam ata biniyor
kardeşim. Ya trenle seyahat ediyor, ya buharlı vapurla ya
da at. Uçak yok, otomobil yok. O devrin adamı. O devrin
safiyeti içinde Tolstoy’un düşündüğü gibi düşünmek mümkün. Şimdi ise yani bu sanayi, etrafımızdaki cemiyetin
organizasyonu olmasa hayat durur. Mümkün değil. Şimdi
sen düşün ki hiçbir motorlu vasıta kullanmayacağız diye
karar alalım. Peki yiyecekleri nasıl taşıyacağız? İnsanların
yüzde 92’si şehirlerde yaşıyor bugün. Tolstoy’un zamanında yüzde 90’ı köylerde yaşıyordu. Babam ticaretten bıktı.
“Köye dönüyorum” dedi. “Dön baba” dedim. Üniversitede
talebeyken yazları yanına gidiyoruz… Şimdi adam almış
200 tane koyun. Büyük bir ahırı var. Çobana veriyor işte
senede 20 tane kuzu. Koyunlar yavrulayacak. Adam parayla alışverişi de kaldırıyor. Köyün şartları öyle. Ziraat.
Tolstoy’un devir öyle. Evde de birileri hizmet ediyor. Veriyor ona da bir şeyler işte. Yani sonuç olarak adam hiçbir
Yeni Ufuklar, sayı 31
RÖPORTAJ
şey yapmıyor. Koyunları çoban güdüyor dağda bayırda.
Koyunun sütü var, yağı var, peyniri var, eti var. Koyun bir
sene 100 ise ertesi sene 180, 190 oluyor. O durum bugünkü şartlarda tasavvur edilebilir mi….?
Tamam efendim şimdi, bu uymuyor. O zaman şunu
soramaz mıyız: Tolstoy’u farklı kılan özellikleri ne idi?
Günümüz şartlarına onu farklı kılan şey ile nasıl bakabiliriz? Tolstoy’u insan yapan özelliği ne idi?
Tamamen farklı bir hayat onunki. Özel bir şey. Yani
adam durmadan ölümle karşılaşıyor. Anası, babası ölüyor
küçük yaşta… Sonra gidiyor Kafkasya’da savaşıyor. Gençken canı sıkıldığı için ağabeyinin yanına gidiyor. Bir sürü
kumar borcu birikmiş falan. Prens olan dedesinden kalan
evi satıyor. Bir kere adam aristokrat olarak yaşam sürmüş.
El bebek gül bebek. Sonra da kendi hayatında o Allah vergisi sanat kabiliyetinden dolayı gelmiş geçmiş en büyük
romancı. Herkes de bunu görüyor ve çok büyük başarı
kazanıyor. Bir de kitaplarından su gibi para geliyor. Öyle
Dostoyevski gibi açlıkla talim eden bir adam değil. Zaten
ihtiyacı da yok. Hem çifti çubuğu var hem de kitapları
çok satılıyor. Şimdi başarısı var, mutlu bir hayatı var. Çok
güzel, her şeyi var fakat devamlı da ölümle karşılaşmış.
Harpte, yerine göre bir insan öldürüyor, yanındaki arkadaşı ölüyor… Sadece akrabalarının ölümü değil. Savaşmış
bir insandan bahsediyoruz. Kafkasya’da Şeyh Şamil’e karşı
savaşan bir adamdan bahsediyoruz. Sonra Sivastopol’da
topçu teğmeni olarak Osmanlılarla savaştı. Daha sonra
ayrılıyor askerlikten, çiftliğine çekiliyor. Evleniyor falan.
Ama bu adam birçok şey yaşamış. Çok geniş bir hayat
tecrübesi var bir kere. Yani ölüm fikri ister istemez onu hayatın anlamlandırılması, dinî meselelere doğru sürüklüyor,
mecbur ediyor yani. Bir de yaşadığı hayat tatmin etmiyor
adamı her şeyi var ama anlamı yok.
Tam da şimdi o durumda değil mi insanlık?
Hayır, insanlığın şimdi hem hiçbir şeyi yok hem de
anlamıyor. Anlama arayışı falan da yok. Şimdi insanların
hepsi köle. Bir kere Tolstoy’un hürriyetine sahip kim var?
Tolstoy, Çar’ı da tenkit eder kiliseyi de… Solculardan bir
iki kişiyi Çar idam etmiş. Yanlış bir şey diye oturup Çar’a
mektup yazıyor. “Şiddeti şiddetle yok edemezsiniz” diyor.
Adamın muazzam bir itibarı var. Kimse “Sen kim oluyorsun?” demiyor, diyemiyor yani. Hem yüksek aristokrasiye mensup hem de aristokrasiyi en ağır şekilde tenkit
eden kim var? Herkes ‘Dostoyevski güzel’ diyor. Diyor da,
Dostoyevski’nin tasvir ettiği tiplerin içinde bir sürü halk
var, bir sürü aristokrasi var ama Aristokrasi hakkında ne
söylemiş? Hiçbir şey. Tolstoy ise aristokrasinin bütün rezilliklerini yazmış. Anna Karenina’sıyla… Ne kadar ahlaksız
bir hayatları var, ne kadar mürai, ne kadar sahte… Bunları
aristokrasinin en yüksek tabakasından biri olarak yapıyor
üstelik. Mesela romanında Anna Karenina evli ve çocuklu
olduğu halde Bronski diye bir konta âşık olur, onunla evlilik dışı yasak aşk yaşar. Fakat aşırı cesaretli de bir kadın.
Saklamaz bunu. Bu sefer toplum onu dışlar. İyi ama yüksek tabakada herkes zina yapıyor, bunu da herkes biliyor
ama söylemiyor falan. Yani bunun cezalandırılışında Anna
Karenina’nın durumunu düşündüğünde Anna Karenina as-
Yani şimdi adam daima ölümle
karşılaşıyor ya. Bir lafı vardır onun
biyografisindeki kitaplardan birinden
okudum. “Düşünmesini öğrenen
insanın ilk düşündüğü şey ölümdür.
Bilhassa da kendi ölümüdür.” Tabi
ölümle başladığın zaman hayatın anlamı
ne? Ölümden sonra ne var?
lında onlardan daha dürüst. Ötekiler daha sahtekâr. Bunu
bütün tafsilatıyla en ince detayına kadar hem de içinde
yaşıyormuşçasına size hissettirecek kadar kudretle. Yalan
yanlış bir tasvir değil yani adamın sanatı da acayip bir şey.
Tam manasıyla gerçek hayatmış gibi tasvir edebilen bir
adam. Yazmış yani şimdi, görüyorsun Rus sosyetesinin
hayatını orada değil mi?
İstisnai bir insan... Onu o şartlara getiren ölüm duygusu…
Orası muhakkak. Bir defa yaradılışı farklı. Allah vergisi,
onun gibi yoktur dünya tarihinde roman yazabilecek insan. Çünkü hiçbiri hayatı olduğu gibi resmetme kudretine
sahip değil. Tolstoy gibi değil hiçbiri. İstisnai bir anlayış
kabiliyetiyle yaratılmış.
Adam dahi. Hem de o işin en iyisi. Hiçbiri kenarından
bile geçemez dünya tarihindeki romancıların.
Devlet mi eski, din mi eski diye konuşmamız bağlamında Tolstoy’un söylediklerinin ehemmiyeti nedir?
İşte, Walter Kaufmann -Amerikalı bir profesör,
Amerika’da felsefe profesörüdür.- yazmış: ‘Religion From
Tolstoy to Camus.’ Kitabın zaten üçte birini ona ayırıyor
baştan girişte. Sonra da “Kitabın geri kalan kısımlarında
da Tolstoy’a sık sık atıf yapmaya devam edeceğim. Buna
da mecburum çünkü Tolstoy’un fikirlerini söylemeden din
fikirleri hakkında konuşmak insan aklına ihanet gibi bir
şey, ne yapabiliriz. Mecburuz Tolstoy’dan bahsetmeye”
diyor. Kalan kısmında da sık sık Tolstoy’a atıf yapıyor. Yani
zaten kitabın üçte birini ona ayırmış. Orada 20 adamdan
bahsediyorsun.
Şiddete şiddetle karşılık
vermeyin
Hocam Din şuuru denince Tolstoy’la zenginleştirdiğimiz kavram. Tolstoy’un hayatı, biyografisi, eserleri
çok uzayabilir. Kısaca izah edebilir misiniz? Din şuuru
Tolstoy’da nasıl anlaşılmıştır? Bu noktada Tolstoy ne yönden farklılaşıyor?
Bu konu böyle bir röportajla anlatılamaz. Konferans
düzenlesek 3-4 saatlik bir konuşma.
Onu da yapalım hocam. Burada söyleyecekleriniz
girizgâh olsun.
11
RÖPORTAJ
MAKALE
Yani şimdi adam daima ölümle karşılaşıyor ya. Bir lafı
vardır onun biyografisindeki kitaplardan birinden okudum. “Düşünmesini öğrenen insanın ilk düşündüğü şey
ölümdür. Bilhassa da kendi ölümüdür.” Tabi ölümle başladığın zaman hayatın anlamı ne? Ölümden sonra ne var?
Tanrı var mı, yok mu falan gibi büyük meseleler -Rusların
dediği gibi- bütün lanetli sorular sökün edip geliyor.
Şimdi bu adam devamlı ölüm tecrübesi yaşamış bir
adam. Sonra gençliğinde bir Avrupa seyahati yapıyor. Orada bir adamın kafasını giyotinle ayırdıklarını görüyor. İsyan
ediyor. Diyor ki “Bu olmaz! ‘Bir cemiyet ya da devlet böyle
insanın kafasını gövdesinden ayıracağım’ diye bir karar
vermek hakkına sahip değildir. Benim bunu kalbim kabul
etmiyor.” Aslında Hristiyanlık da şiddeti reddediyor. İsa’nın
sözlerine eğer itibar edilecekse. Pek itibar etmemiş Hristiyanlar, her türlü lanetli savaşı yapmışlar. Haçlı seferleri
falan. Halen de yapıyorlar. Ama ‘Harp ve Sulh’u okurken
bakıyorsun Tolstoy, dalga geçiyor. İşte Rus ordusunun galip
gelmesi için papaz dua ediyor. Sanki karşı taraf Hristiyan
değil. Hristiyan iki taraf savaşıyor. Rus Kilisesi Rusların
galibiyeti için dua ediyor falan. Bu adam bu sıkıntıları yaşarken her türlü felsefe metni, her türlü dinî kitapları inceliyor. Çok dil bilen biri olarak kolay da onun için. Ondan
sonra yani Hristiyanlığın aslında İsa’nın dağdaki vaazından
etkilenmiştir. Hristiyanlığın aslında şiddeti reddetmek
olduğu için “Bir yanağına tokat atıldığında öbür yanağını
çevir” diyor. “Şiddete şiddetle karşılık vermeyin” diyor. İyi
ama Hristiyan kilisesi böyle yapmıyor… Bir şekilde şiddeti
meşrulaştırıyor. Devleti, askerliği, savaşı… Kendisi zaten
arayış içinde bir adam. Öyle mürai biri de değil. “Hristiyan
kilisesi halt etmiş” diyor. Yani Hristiyanlığın aslı Tolstoy’un
tasavvur ettiği gibi de olmayabilir. Onu Allah bilir fakat İncillerden aldığı intiba bu. Adamın söylediği “kardeşim ben
şiddete karşı çıkarım” diyor. “Şiddete karşı çıkarım, insan
öldürmeye karşı çıkarım” diye başladığın zaman askerliği
de reddetmek zorunda kalıyorsun, devleti de reddetmek
zorunda kalıyorsun… Şiddeti uygulayan unsurlar bunlar
çünkü. Yani derken kendi kafasına göre yepyeni bir din
tasavvuru yerleştiriyor adam. Tabii bu din tasavvurunun
Hristiyanlıkla bir ilgisi yok. Bu adama “Muhammed peygamber midir?” diyorsun “Tabii peygamber” diyor. 40
hadisini tercüme etmiş Rusçaya. “İsa Tanrı’nın oğlu mudur?” diyorsun, “Ne münasebet, böyle saçmalık mı olur.
Kilisenin uydurmasıdır o. İsa peygamberdir en büyüklerinden” diyor. Adam Yunanca, İbranice öğrenmiş tercüme
hatalarını ortaya koymak için. Sonunda Tolstoyizm diye
kendi kafasına göre bir şey icad etti işte.
Halkın karar verme yetkisi
nereden geliyor?
Bu Tolstoyizm’de ne var? İtikad olarak Müslümanlığa
benziyor. İsa sadece peygamberdir. Büyük peygamberlerdendir ama peygamberdir. Muhammed de bir peygamberdir. Allah vardır. “Ben dinî anlayış olarak insanların
kötülükle mücadele ederken şiddet kullanmasını kabul
etmiyorum eski Hristiyanlıkta olduğu gibi” diyor. Yani
savaş da dahil askerlik de dahil. Veya cemiyetin insan-
12
ları cezalandırması da dahil. Hepsine karşı çıkıyor. Anna
Karenina’nın başında ne yazar: “Vengenance is mine and
I will repay...” “İntikam benimdir, onu ben alırım” diyen
Tevrat’tan bir ayet… Sen cezalandıramazsın cemiyet olarak. Ceza verme hakkı Tanrı’ya aittir. Ama şimdi modern
zihniyette öyle değil. Modern zihniyette nasıl? Cemiyet
veya devlet cemiyete zararlı gördüğü şeyi cezalandırma
hakkına sahiptir. Sen kanun yaparsın, suçtur dersin, sonra
da cezalandırırsın.
Aslında “do not judge otherwise you will be judged”
(Yargılamayın, nasıl yargılarsan öyle yargılanacaksın)
Öyle oluyor. Ben de soruyorum, sen giyotinle adamın
kafasını ayırma hakkını nereden alıyorsun? Sana ne? Biri
sana gelir saldırırsa nefsini koruyabilirsin. Yani adam gelip
sana yumruk atıyorsa sen de ya sakınacaksın ya mukabele
edeceksin değil mi? Ama hiç tanımadığın bir insanı, hiç
alakan olmayan bir şeyden dolayı cezalandırıyorsun kurumlar marifetiyle... Yani hakim var, savcı var, polis var, bir
mahkeme var, cemiyet var, kanunlar var falan. Nereden
alıyorsun bu hakkı kardeşim? Kim verdi sana kanun yapma
yetkisini? Şimdi mesela modern devlet? Bizim devlet kanun yapma yetkisini nereden alıyor? Anayasamız var, halk
seçti değil mi? Oradan. Anayasa işte umumun üzerinde
Yeni Ufuklar, sayı 31
RÖPORTAJ
MAKALE
Oğlum Ertuğrul’la bir kitabevine
gitmiştim. O sıra “Tolstoy’un Hayatı”
diye küçük bir kitap vardı. Hadi bunu
da okuyalım, bu Tolstoy çok büyük
adam, hayatı kim bilir ne kadar
enteresandır diye… Okuyunca da mest
oldum. Çünkü ben ne düşünüyorsam
aynısını düşünüyor her konuda...
Mistik ama bizim alıştığımız anlamda mistik değil. Yani
böyle din takıntısı, Tanrı takıntısı, ölüm takıntısı falan olan.
Bunlar var tamam ama aşırı derecede rasyonel bir adam.
Hiç mistik hezeyan yok adamda. Sembollere kendini kaptırıp saçmaladığı bir tek metni yok. Çok akılcı, aklı başında
bir adam. Hem hakikatin kaynağına inecek kadar anlayışı
yüksek hem de saçmalamayacak kadar aklı başında. O
yüzden severim ben Tolstoy’u. O yüzden özellikle “conscious” diyorum yani din şuuru bahsinde. Bakıyorsun din
şuuru bahsinde bir müddet sonra mistik hezeyanlar başlar, “İki cihan bende, ben bu cihane sığmazam” der bizim
Nesimî değil mi? Halbuki garibanın teki işte. Laf olsun diye
söylüyor. Tolstoy’da öyle zırvalar göremezsin yani. Asla
mistik hezeyan göremezsin. Varsa bile punduna getirip
ifade etmiştir. Adam çok iyi bir yazar. İster istemez kabullenmek zorunda kalıyorsun yani. Sesini çıkaramıyorsun.
Öbür adam bilmiyor bir şey zaten. Anlatır işte. Bilse bile
ifade edemiyor kendini. Bu adam onun zaten ustası değil
mi? Bunun için yaratılmış. O yüzden etkili yani. Ne kadar
dersen. İnsanların anlayışı sınırlı olduğu için çok fazla üzerine gitmez. Bir romanını okur bırakır. “Güzelmiş” der.
ittifak ettiği bir şey. İyi de halkın karar verme yetkisi nereden geliyor? Halk kim oluyor yani? Tanrı mı yani halk dediğin? Bir kere insanlar kalabalık oldu mu seviyeleri düşer.
Yani ne işe yarar çoğunluk olmak. Niçin halkın cezalandırma yetkisi olsun? Jeremy Bentham demiştir ki, “En büyük
çoğunluğun en büyük mutluluğu. Herkesin ortak menfaati,
çoğunluğun mutluluğu!” İyi de menfaat gibi son derece
materyalist, son derece süfli bir kavrama dayanarak nasıl
bir hukuk inşa ediyorsun yani?
Hak hakikat arayışı karşısında ne önemi var ki mutluluğun?
Evet. Tolstoy’unki o işte. Kendi yaşadıklarıyla, tespitleriyle, müşahedeleriyle adam çok güzel anlattığı için
“Tolstoy olmadan din şuuru olmaz” deyişimin sebebi o.
Yani “Tamam Müslüman olabilirsin. Hristiyan olabilirsin”
tamam. Ortalama bir Müslüman, ortalama bir Hristiyan.
“Ben farklı anlayacağım Müslümanlığı, daha yüksek seviyeden anlayacağım” diyorsan Tolstoy’a müracaat etmeden
olmaz. “En büyük çoğunluğun mutluluğu, cemiyetin mutluluğu, halkın sağlığı, neslin korunması” gibi birtakım laflar
söylersin değil mi? Bu adam mistik ama…
Tam onu soracaktım. Tolstoy’un mistik tecrübesi?
Olur mu hocam? geçen konferansınızda söylemiştiniz
takipçileri tüm külliyatını internete koymuşlar diye…
Tabii var. Duhoborlar falan. Tolstoyistler. Ama bu
Marx’ın binde biri kadar bile değil.
Marx’tan daha etkili birisi
Marx’tan sonra hiç dikkati bile çekmedi Tolstoyizm
hayata tesiri bakımından. Ama yok da değil, bir sürü müridi var. Onun adına kurulmuş şeyler var. Marx gibi değil.
Ama ötekilerden daha tesirli… Anarşistler mesela, öyle
çıngar çıkarırlar habire. Bu da anarşist ama şiddet taraftarı
anarşistler bunun kadar etkili değil mesela. Diğer tarih
filozoflarından da etkili.
Marx kadar etkili olmama sebebi nedir hocam?
Marx’ınki siyasete dönüşüyor artık. Sınıf kavgası, proleterya bilmem ne… Artık devrim falan bir sürü hayali var
Marx’ın. Zaten kasıtlı olarak öyle yapmış. Bu adam zaten
oralarda değil, öyle bir siyasi kavga adamı değil. Müdahale ediyor, yanlış yapıyorsunuz diyor, ama onun kavgasını
veren bir adam değil. Bu zaten devlete bile karşı. Askerlik
yapmaz, vergi de vermez. Tolstoyizm etkili olmuştur.
Şimdi diyelim ki, “Sen Tolstoy’u incele, çok faydalı
olur” diye tavsiyede bulundum. Sen de incelemeye karar
13
RÖPORTAJ
MAKALE
verdin. Hangi birini inceleyeceksin ve
nereden bulacaksın o kaynakları falan. Benim kadar uğraşman lazım. O
da bir ömür yani. Zor iş yani. İnsanoğlu her hâlükârda hüsranda vesselam.
Acaba nereye kadar, ne kadar okuyacak da anlayacak acaba? Benimki de
tesadüftür mesela. Lise ikiye kadar
romanları okudum. Sonra romanı
bıraktım, hep ilmî kitap okudum. Romanları toptan devrettim, ilmî kitaplar aldım. Fakat Tolstoy’dan ne okumuştum çocukluğumda? ‘Diriliş’ bir
de ‘Kroyçer Sonat’. Tamam etkilendik
güzel. Elbette etkileyecek en iyi yazar.
Ama başka bir şey de okumadım. Hiç
merak da etmedim. Herkes gibi ben
de Dostoyevski’yi yeniden okudum
İngilizcem gelişsin diye. Kitap okumam kolay olsun diye. Dostoyevski’yi
biraz tanıdıktan sonra tabii…
Hocam, Ordinaryus Profesör
Süheyl Ünver’in ‘dikkat namustur’
dediğini aktarmıştınız bir eserinizde… böyle bir dikkatle yaşayacaksınız,
Tolstoy’u başka tecrübelerinizin
yanında tetkik edeceksiniz de sizin
Tolstoy anlayışınıza ulaşılsın…
Putlaştırdığım yok
adamı
Amerika’dan döndükten sonra
oğlum Ertuğrul’la bir kitabevine gitmiştim. O sıra “Tolstoy’un Hayatı”
diye küçük bir kitap vardı. Hadi bunu
da okuyalım, bu Tolstoy çok büyük
adam, hayatı kim bilir ne kadar enteresandır diye… Okuyuverdim tabii
kitabı. Küçücük de bir kitap zaten.
Okuyunca da mest oldum. Çünkü
ben ne düşünüyorsam aynısını düşünüyor her konuda. Yani sanki ben
yazmışım. Bu kadar fazla fikir birliği
olunca tabii çok hoşuma gitti. Ondan
sonra da hadi şu ‘Harp ve Sulh’ü de
okuyalım… Çünkü anlıyorsun tabii
bu adam benim düşündüğüm gibi
düşünüyor, diğerlerinden çok daha
önemli. Ayrıca insan olarak da büyük
bir insan belli. Sadece romancı değil.
İşte okudum 10-15 eserini, birkaç
biyografiyi filan…
Hangileri?
Canım birkaç biyografi okudum
tabii. Çok fazla da değil 4-5 tane.
14
Romain Rolland’ı okudum. Henry
Troyat’ı okudum, Stephan Zweig’ı
okudum. Şimdi yani oturup bütün
külliyatını da okuyacak halim yok.
Okusam okurum da yani niye okuyacaksın. Önemli eserlerinden bazılarını
bile okumadım. ‘İtiraflar’ını okumadım mesela. Var bende, aldım. Hatta
Rusça orijinali bile var. Okumadım.
Böyle çok aşırı putlaştırdığım falan
yok adamı. Fakat yani adam her yö-
nüyle büyük bir adam. Övmeyip de
ne yapalım yani.
Tolstoy’u konuşma sebebimiz
de zaten putlaştırmak değil. Şimdi
modern insanın problemleri adına
bir fayda elde edebilir miyiz üzerine.
Ancak bir yandan da herkes kendisi
tecrübe edecek. Tecrübe de aktarılamıyor…
Şimdi ben sana söylesem ne ola-
Yeni Ufuklar, sayı 31
RÖPORTAJ
MAKALE
cak sen okuyacaksın da anlayacaksın da…
Bu manada Tolstoy’un da öne sürdüğü fikirler kendi
çağına hitap ediyor…
Ben bununla ilgili 1985’te “Gençlik ve yabancılaşma”
isimli bir tebliğ sundum. Bu konuda yani emeğin yabancılaşması konusunda, en doğru şeyi Tolstoy söylemiştir
ama Tolstoy’unki de ‘gayri kabil-i tatbik’tir dedim, bugünkü dünyanın şartlarında. En çok etkisinde olduğum yeni
biyografilerini okuduğum zamanlarda bile öyle demişim
yani.
Tolstoy’un benimsediğim tarafları var. Dinî şuur bakımından, anlayış bakımından, şiddet aleyhtarlığı bakımından… O da demokrasiden falan hoşlanmaz benim gibi.
Neyse yani benimsediğim şeyleri var, benim üzerimde
etkileri var elbette. Benim kendi dünya görüşüm var
onun üstünde de epeyce yüklüce bir etkisi var adamın.
O yüzden konuşmaya değer zaten başka sebep olmasa
bile. Dünya görüşümü şekillendiren birçok unsur var
Tolstoy’dan. Ben Mülk ve Hilafeti yazarken bile Tolstoy’dan
bahsetmişimdir bir şekilde. Din şuuru, başka türlü olmaz.
Yani şimdi bu adamı yok sayamazsın, çok büyük ağırlığı
var. Ama insanlar bunun farkında değil. Ben farkındayım,
söylüyorum. İnsanları da aslında hâlâ en çok etkileyen
yazarlardan biri. Ama bu kadar çok yönlü benim kadar
dalmamışlardır yani. Herkes derece derece bir şekilde
etkilenmiş. Artık herkes kendi anlayışına, kendi nasibine
göre ne kadar etkilendiyse. Bizim delikanlı bile etkilenmiş. ‘Halk İçin Hikâyeler’i okudu, ondan sonra başladı
namaz kılmaya… Ondan sonra Rusçayı öğrendikten sonra
Voskreseniye’yi Rusçadan baştan aşağı dinledi. İnsanların haberi yok yahu! Bu Diriliş ne kadar güzel falan diyor
anlatıp duruyor. İster istemez. Oluşuyor bu. Keşke biz de
öyle şeyler yazabilseydik. Yazamadık. Ne yapalım öyle bir
kabiliyet vermemiş Allah. Ama ben de kendi çapımda iyi
şeyler yapmadım değil. “Varlığın Anlamı”na benzer bir
kitap da yazılmamıştır yani. Buna benzer bir kitap da yok
ne Türkiye’de ne dünyada. Bu tarzda yazmıyor…
Tabii bir de Tolstoy’a tercümeler vasıtası ile ulaşma
problemi var…
Dilin bıraktığı intiba
Tabii. sen Tolstoy’u Türkçeden okuyacaksın da ne anlayacaksın... Sadettin Elibol diye bir delikanlı var. Tarih felsefesine meraklı. Ahmet Turan Alkan ve Ali Birinci tavsiye
etmişler gitmiş, o Tolstoy’un elli sayfalık tarih felsefesi bölümü var ya, son söz. Onun fotokopisini yapmış. Dağıtmışlar. Ben de bunu elinde gördüm. Şöyle bir iki sayfa okuyayım falan dedim. Ya okuyorum, okuyorum saçma sapan
lakırtılar kardeşim. Çok kötü, çok lezzetsiz, tatsız tuzsuz
bir şey. Bunu bir karşılaştırayım aslı ile diyorsun. Tercüme
doğru mu? Doğru. Yani böyle oluyor maalesef. Şimdi o
çocuk onu okudu da ondan ne anladı? Anladığından ne
kadar etkilendi? Problem yani. Mesela ben konferansımda anlatmıştım. Dostoyevski ‘Karamazov’lardaki ‘Büyük
Engizisyoncu’yu okuyunca yahu ben daha evvel niye dikkat etmemişim diyorum. Kimisinde o bölümü tamamen
George Orwell’in 1984’ünün sonunda
bir dil programı var. Diktatörler
insanları ‘hayvan gibi olsunlar,
düşünemez hale gelsinler, kolay
yönetelim’ diye dili bozuyorlar kasıtlı
olarak. Savaşı kastediyor, barış diyor
mesela. Ön ek diyor, son ek oluyor
mesela...
atlıyorlar kimisinde o kadar berbat ediyorlar ki… İşte
Ahmet Turan basmış gazetede Büyük Engizisyoncu’dan
birkaç paragraf. Bunlar zırva. Karşılaştırıyorsun. Anlamı
veremiyor. Tercüme doğru mu? Doğru.
Dilin bıraktığı intiba. Ama zaten sıradan hem de vasıfsız bir Osmanlı münevverinin bugünkü Türk münevverleri
ile karşılaştırdığın vakit öbürü epey kerli ferli esaslı bir
adam intibaı bırakacaktır yani. İnsan kalitesindeki düşüş
hâlâ da sürüyor. Türkler şanssız millet yahu. Dil de büyük
problem. Adam bozulmuş mozulmuş yazmış. Ama yani ne
okuyacaksın bu dille ? Okusan ne anlayacaksın, ne kadar
anlayacaksın? Ne kadar etkili olacak? Yani Korzibsky’nin
dediği gibi, ha bir bardak zehir içmişsin ha bunların kelimelerini yutmuşsun. Halbuki zararsız değil. Şuuru biçimlendiriyor.
Bu manada felaketin boyutları daha da büyük. Gazete, roman neşriyatı çoktan geçtik. Televizyon, radyo,
internet…
Sınırlı bir akletme melekesi
Bunlar habire insanın süflileşmesi için gereken bütün
zehirli kelimeleri boca ediyorlar insanın zihnine… Böyle bir
kastı yok belki ama olan bu. Sonuç bu.
İnsanın tefrik etmesi eskiden de zordu. Bu nispette
enformasyon bombardımanında daha da zor…
Tabii canım. Temyiz tefrik kabiliyeti… Zaten ‘Upanishad’larda bir fasıldır yanlış hatırlamıyorsam, tefrik etme
meselesi. Yani şimdi insanlar yanlışı doğruyu, iyiyi kötüyü,
güzeli çirkini bunları tefrik edemiyorlar. Çoğu zaman güzel
dediği şey çirkin, çirkin dediği şey güzel. Doğru dediği şey
yanlış. Hem de çok yanlış. Onun farkında değil. Yani maalesef böyle bir şey de var. Neden kaynaklanıyor dersen…
Geçen gün derste söyledim. George Orwell’in 1984’ünün
sonunda bir dil programı var. Diktatörler insanları ‘hayvan
gibi olsunlar, düşünemez hale gelsinler, kolay yönetelim’
diye dili bozuyorlar kasıtlı olarak. Savaşı kastediyor, barış
diyor mesela. Ön ek diyor, son ek oluyor mesela. Bizim
Türk Dil Kurumu’nun uyguladığı her şeyi yazmış. Harfiyyen
uygulamışlar romana. Hatta örnek de verdim. Biz Kıbrıs’a
Harekât yaptık. Adına Kıbrıs Barış Harekâtı koyduk. Savaş
yaptık adına barış dedik... Aynen ve harfiyen. Savaşa barış
diyeceksin diyor mesela. Amerika da demokrasi getiriyor
mesela. İnsanlar da demokrasi getiriyor bak diyor. Savaşarak demokrasi getirecek başka bir ülkeye! Sana ne el
âlemin demokrasisinden kardeşim. Ama öyle işte. İnsanlar
15
RÖPORTAJ
bu dili kullanarak çok fazla manipüle
ediliyorlar. İnsanoğlu oldum olası işte
Kur’an’da denildiği gibi. “Asra yemin
olsun ki insan hüsrandadır…” Yani aslında insanın bir numaralı problemi,
tamam hayvanlara göre çok zeki, çok
yüksek dimağının faaliyetleri, akletme
melekesi, muhakemesi falan her şeyi
hayvandan çok üstün. Ama bu yetmiyor. Melekiyyet seviyesinde de değil
insan sonuçta. Sınırlı bir akletme melekesi var, sınırlı bir anlayışı var. İstisnai insanlar var tarihte. Anlayışı geniş, karihası geniş, zekâsı farklı. Ama
çoğunluk çok sınırlı yaratıklar. Hiçbir
şey anlamıyor. Anladığını vehmediyor
bir de işte. Anladığını sanıyor. Ona ne
söylerlerse o söylenen saçma sapan
fikrin peşine takılıp gidiyor. Hatta
ölüme bile gidiyor o saçma sapan
sözlerin peşinde. Savaşa bile gidiyor
değil mi? Bir tanesi dolduruşa getirmesin yeter ki. En saçma bahanelerle
gerekçelerle.
Deminki anlayış olmazsa bu
söylemleriniz de siyasi boyuta çekiliyor. İnsanı merkeze koyan, insanın
hakikat arayışını merkeze koyan bir
anlayış olmazsa…
Tasvir kabiliyeti
Evet. Seni başka bir şey olmakla
itham edecek. İnsan çok sınırlı bir yaratık. Anlayışı çok sınırlı bir varlık. Her
söze, her dolduruşa geliyor. Sonuçları
da böyle oluyor. Anlamıyor yeteri kadar. Emek vermek de istemiyor. Zaten
tembel. Herkes konforunun peşinde.
Kim uğraşacak kardeşim, tonlarca
kitap okuyacak, düşünecek sıkıntı
çekecek, hayatı kolayca yaşamak, güzelce yaşamak varken? Adam intihar
etmenin eşiğinden dönüyor değil mi?
Aynen Krilov gibi. O kadar sıkıntı yaşamayan adam o sonuçlara varabilir
mi? İşte anlatıyor Anna Karenina’daki
Levin de. Tamam her şeyi var. Parası,
pulu, karısı, sevgilisi. Ama yetmiyor.
Üç aile var ya Anna Karenina’da. İşte
biri de Levin ve Kitty ailesi. Sevdiği
kızla bir sürü maceradan sonra evlenir. Adam zaten toprak ağası. Orada
anlattığı Levin Lev aslında Tolstoy’un
kendisi. Her şeyi var, ama her şeyi.
Ne eksik? Niye intihar etmek istiyor?
Şimdi anlatırım birkaç cümle ile ama
ne anlaşılacak? En detaylı tasvirleri
ile okuyup esaslı bir şekilde romanda
anlatılmış. Oradan etkilenebilirsin.
Benim sözlerimden ne özetliyorsun.
Sonuçta her söz eksik kalıyor.
Yani derdi ne yahu? Bu şartlar
dahilinde bir adam böyle davranır
mı? İyi de adam hem bunu yaşamış
hem de sana inandırıcı biçimde anlatıyor. Sana da kabul ettiriyor değil mi.
Problem orada, benim kastettiğim de
o. Yani bir şeyi bilmek başka, anlatabilmek başka. Herkeste yok ki o kadar
tasvir kabiliyeti. Adam anlatabiliyor.
Anlatmış. O yüzden büyük. Şimdi
sana ben diyorum, falan kitabı okudum, o kitap çok değerli. Ama adam
Prof. Dr. ŞAHİN UÇAR kimdir
Doğum Yeri, Tarihi: Acıyurt, Sivas 1949
Doktora Tezi: “640-750 tarihleri arasında Araplar’ın Anadolu Seferleri”
(“Anadolu’da İslam-Bizans Mücadelesi” adıyla yayınlanmıştır.) 1982
Üniversite Mezuniyeti: İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi, Tarih Bölümü, Umumi Türk Tarihi 1972
Özel Eğitim: Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver, Kemal Batanay,
Münir Nureddin Selçuk, Hâmid Aytaç gibi Türkiye’nin tanınmış
üstatları nezâretinde Klasik Türk Mûsikisi ve Hat-Tezhib sanatları 1968-1972
Orta Öğretim: Kızılırmak İlkokulu, Atatürk Ortaokulu, 4
Eylül Kongre Lisesi
Öğretim ve Kariyer Tecrübesi:
Sofya Yüksek İslam Enstitüsü Rektör Yardımcısı, Bulgaristan
2003
16
İslâm Araştırmaları Merkezi ve İslam Ansiklopedisi Başkanı,
İstanbul 2001
Mütevelli Heyet Başkanı Danışmanı, H. A. Yesevi Türk-Kazak
Üniversitesi 1999
Tarih Bölümü Başkanı, H. A. Yesevi Türk-Kazak Üniversitesi,
Türkistan 1999
Rektör Yardımcısı, Niğde Üniversitesi 1995
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü, Niğde Üniversitesi 1994
Profesör: Eğitim Fakültesi, Niğde Üniversitesi, Nığde 1993
Doçent: Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, Selçuk Üniversitesi. Konya 1988
Yardımcı Doçent: Selçuk Üniversitesi, Konya 1983
Doktora: Edebiyat Fakültesi,Tarih Bölümü, Atatürk Üniversitesi 1977
Paleografya ve Epigrafya Uzmanı: Edebiyat Fakültesi, Türk
Dili ve Edebiyatı Bölümü, Atatürk Üniversitesi, Erzurum 1976
Yeni Ufuklar, sayı 31
RÖPORTAJ
meramını iyi anlatamıyor seni de etkilemiyor. Ne anladık? Okudun ama bir
şey anlamadın.
Tolstoy’u özellikle tavsiye edişimin
sebebi dünya tarihinin en seçkin yazarı olması ve bu etkisi yüzünden onu
okuyup da etkilenmemek mümkün
değil. Kim okursa okusun etkileniyor
dünya anlayışı bakımından.
İnsanlık intihar ediyor dediniz.
Bu manada Krilov’un intiharı ile benzer mi?
Krilov’unki mantıklı bir kere, kendine göre birtakım gerekçelerle falan.
Bizimki şuursuzluktan, cehaletten,
ahmaklıktan intihar. İntihar etmek
istediğinden değil. Gayri iradi. Anladığı da yok ne olup bittiğinden. Kendi
aptallığından. Aşırı aptallığın yol açtığı
çok zararlı neticeler diye özetlenebilir
yani insanlığın durumu. Yoksa intihar
etmek istediğinden intihar etmiyor.
Teşekkür ederiz hocam…
Şahin Uçar’ın Voltaire’den naklettiği “Tarih beşeriyetin çılgınlıklarının
hikayesidir.” ifadesini duyumsayarak, biraz buruk, hüsranda insanlar
olarak, bu seferki çılgınlığın insanın
kendi kendini şuursuzca yok etmekte
oluşunu idrak ederek “insanca” ayrılıyoruz… Kim bilir belki de yine Will
Durant’tan nakille kendisinden duyduğumuz “Tarihin çoğu tahmin, geri
kalanı da peşin hükümdür.” sözüyle
umutlanarak, peşin hükümlerden
vazgeçme zamanı…
Sanat Tarihi Öğretmeni: Öğretmen Okulu, Sivas 1975
Müzik Öğretmeni: 4 Eylül Lisesi, Sivas 1974
Sosyal Bilgiler Öğretmeni: 4 Eylül Ortaokulu, Sivas 1973
Müzik Öğretmeni: Yeni Levent Lisesi, İstanbul 1972
Basılmış Kitapları:
Şeyda Divanı (Klasik Osmanlı tarzında şiirler) Sivas, 1980,
İkinci Baskı, Niğde,1987
1980
“Patterns and Trends in History” (Tarih Felsefesi hakkında
İngilizce Makale, Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Sayı: 3,
Sayfa: 157-194), Konya 1986
Anadolu’da İslam–Bizans Mücadelesi, İşaret yy., İstanbul
1990
Tarih Felsefesi Açısından İslamda Mülk ve Hilafet, Konya,
1992.Türkiye Yazarlar Birliği’nden “Yılın Fikir Adamı” ödülü
almıştır. İkinci Baskı, İstanbul
Tarih Felsefesi Yazıları, Vadi Yayıncılık, Ankara 1994
Varlığın Mâna ve Mazmûnu, İstanbul, Türkiye Yazarlar
Birliği’nden bu eserle ikinci defa “Yılın Fikir Adamı” ödülü
almıştır 1995
Malihülya, (Modern Türkçe Şiirler) Ötüken yy., İstanbul
1997
Tarih Felsefesi Meseleleri, Nehir yy., İstanbul 1997
İnsanın Yeryüzü Macerası, Gelenek yy., İstanbul 2003
1989’da Ankara Valisi himayesinde İl Kültür Sergi salonunda
“hat ve tezyinat” sergisi açmıştır ve Klasik Osmanlı Tarzındaki
bazı besteleri de TRT Denetleme Kurulu’ndan geçerek TRT
Repertuarı’na girmiştir.
Yabancı Dil: İngilizce, Arapça, Farsça, Latince.
17
MAKALE
18
Yeni Ufuklar, sayı 28
MAKALE
19
ETKİNLİK
PROF. DR. NECMETTİN HACIEMİNOĞLU 2015-2016 DİL ÖDÜLÜ
CODEX CUMANİCUS
‘A
VERİLDİ
Yeni Ufuklar Derneği
Genel Başkanı Prof. Dr.
Mustafa Argunşah ve
Doç. Dr. Galip Güner
tarafından hazırlanan
Codex Cumanicus ile
Doç. Dr. Figen Güner
Dilek tarafından
hazırlanan Güney
Sibirya Altay Türkçesi
Ağızları adlı eserler
ödüle layık görüldü
Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu adına her iki yılda bir verilen
dil ödülleri son sahiplerini buldu.
2015-2016 yılı ödülleri Yeni Ufuklar Derneği Genel Başkanı Prof. Dr.
Mustafa Argunşah ve Doç. Dr. Galip
Güner tarafından hazırlanan Codex
Cumanicus ile Doç. Dr. Figen Güner
Dilek tarafından hazırlanan Güney
Sibirya Altay Türkçesi Ağızları
adlı eserlere verildi. Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu’nun eşi Meral
Hacıeminoğlu’nun himayesinde,
Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun, Prof.
Dr. Kemal Eraslan, Prof. Dr. Hamza
Zülfikar, Prof. Dr. Leylâ Karahan ve
Prof. Dr. Vahit Türk’ten oluşan jüri
tarafından seçilen eserlerin sahiplerine 27 Ekim 2016 tarihinde Gazi
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi 75. Yıl
Salonu’nda yapılan bir törenle ödülleri takdim edildi.
Ödül törenini yöneten Prof.
Dr. Ercilasun, Hacıeminoğlu adına
verilen ödüllerin tarihçesinden bahsettikten sonra sözü Prof. Dr. Leylâ
Karahan’a bıraktı. Karahan, fotoğraflar eşliğinde Hacıeminoğlu’nun
hayat hikâyesini, fikirlerini ve eserle-
20
rini tanıtan bir konuşma yaptı. Tören
sonunda ödül kazanan üç bilim
insanına plaketleri Prof. Dr. Ercilasun,
maddi ödüller ise Meral Hacıeminoğlu tarafından takdim edildi.
Törende bir teşekkür konuşması
yapan Argunşah, Hacıeminoğlu’nun
büyük bir dil âlimi ve milliyetçi bir
fikir adamı olduğunu, onun fikirlerinin ve hatırasının yaşatılması için her
Türk’ün çalışması gerektiğini belirttikten sonra çalışmalarını ödüle layık
gören jüri üyelerine teşekkür etti.
Törende ödül alan Güner Dilek de bir
teşekkür konuşması yaptı.
Törene Hacıeminoğlu’nun eşi
Meral Hacıeminoğlu, kızı Oytun Şahin ile Ankara’daki üniversitelerden
çok sayıda öğretim üyesi ve öğrenci
katıldı.
PROF. DR. NECMETTİN HACIEMİNOĞLU KİMDİR?
10 Kasım 1932’de Maraş’ta
doğmuştur. İstanbul
Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü ile
Yüksek Öğretmen Okulu’nu
tamamlamış, aynı fakültede
Türk Dili alanında doktor,
doçent ve profesör olmuştur.
Türk dili uzmanı olan Prof. Dr.
Necmettin Hacıeminoğlu aynı zamanda yazar ve Türk milliyetçiliği
hareketinin önemli bir şahsiyetidir.
Aslen Darendeli Hacıeminzadeler
sülalesinden olan Hacıeminoğlu, 10
Kasım 1932’de Maraş’ta doğmuştur.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
ile Yüksek Öğretmen Okulu’nu tamamlamış, aynı fakültede Türk Dili
alanında doktor, doçent ve profesör
olmuştur.
Hacıeminoğlu, 1960’lardan iti-
Yeni Ufuklar, sayı 31
MAKALE
baren Hergün, Tercüman, Ortadoğu
gazeteleriyle Türk Edebiyatı, Töre, Milli
Kültür ve Yeni Düşünce dergilerinde
dil, edebiyat, kültür, tarih konularıyla
siyasi yazılar yazdı. 12 Eylül sonrası
yazıları dolayısıyla üniversitedeki
işine son verildi. 1985 yılında üniversiteye dönerek Edirne’de Trakya
Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü
kurdu. 1993 yılında tekrar İstanbul
Üniversitesi’ndeki kadrosuna dönen
Hacıeminoğlu 26 Haziran 1996’da
Ankara’da vefat etti.
Prof. Dr. Necmettin
Hacıeminoğlu’nun bazı eserleri şunlardır:
• Kutb’un Hüsrev ü Şirin’i ve
Dil Hususiyetleri
• Türk Dilinde Edatlar
• Karahanlı Türkçesi Grameri
• Harezm Türkçesi Grameri
• Yapı Bakımından Türk Dilinde Fiiller
• Türkçenin Karanlık Günleri
• Milliyetçi Eğitim Sistemi
• Milliyetçilik-Ülkücülük-Aydınlar
• Türkiye’nin Çıkmazları
• Yeni Bir Dünya (Hikâyeler)
• Millet ve Aydınlar
21
Sahaf
DENEME
‘ın
eşiğinde…
Yurdagül
KONUK*
Sen içerden
dışarı yayıldığında
Çarşamba’nın
devamındaki
sokağa, biz
gazetelerin iplerini
koparttığında
çıkan çatırtıdan
biliriyoruz yoksa
Türk Yurdu
dergilerinin
yan yana
durduklarında
giderek artan
nemin hamura
karışıp küflü
buğuya dönüşen
kokusundan mı
bilemiyorum.
22
Gidenler duyar. Fatih’li günleri anlatırken seni, seni anlatırken kendimizi,
bütün bunları söylerken şehrin tarihini
aktarabilmenin yegane imkânlarından birini fısıldarken duy şimdi. Herkes gibi sana
Dayı diyen kumral babayla kızını.
Ne garip, hayatımızın boşlukları kendilerine minnet besleyeceğimizi peşinen
bilemeyeceğimiz varlıklarla kurulan ilişkilerde örülüp dile geliyor. Şimdi çok yerel
olan bu metnin en hakiki kahramanı olarak, orada öylece duradurmanı hiç istemiyor insan. Mevziî ve kişisel acıları da îma
ediyor olması umurumda değil de, keşke
seninle tek sefer bile olsun konuşma kabul
edebileceğim bir cümle hatırlayabilseydim
yazıya ses verebilecek olan…Fatihin nohut
oda bakla sofa evlerinin kömürlüklerinden
birinde açtığın kültür atölyesinin içinden
çınlayan…
Darüşşafaka Lisesi’nın yamacına yaslanan bodrum dükkân. Kahve kumrular
girişin sağında solunda , parke taşların
aralarını didikliyorlar. Tahta tezgah girişin
tam önüne kuruluyor.
Sen içerden dışarı yayıldığında
Çarşamba’nın devamındaki sokağa, biz
gazetelerin iplerini koparttığında çıkan
çatırtıdan biliriyoruz yoksa Türk Yurdu
dergilerinin yan yana durduklarında giderek artan nemin hamura karışıp küflü
buğuya dönüşen kokusundan mı bilemiyorum. Matbuatı dışarı yayıp, bizi asılı
bir vaade bağlayıp içeri girdiğinde, biz,
hakikatle karşılaşmak isteyip de onun
için gösterilecek her çabayı kutsal bilenler
misali bekliyoruz dışarı çıkmanı. İçeri
almazsan biz kendiliğimizden giremeyiz.
Anlamıyorum. Satmak istemiyor mu
gönlün bu desteleri? İçeriye dair bir bilinç
oluşuyor giderek; içeri kıymetli, dışarı
gözden çıkarılmış. Fakat bu akşam söylemeliyim; senin için kesekağıdı, benim için
bir kainat olan serdiğin Akbabaların hiç
birine doymuş olarak ayrılamıyorum tezgahtan o yıllarda. Çünkü henüz okul yok
hayatımda. Okumam yazmam yok yani. O
uzun gagalı akbabanın Demirel’i güldüren
Ecevit için ne söylediğini, bir gün muhakkak sökmeye söz vererek yerine geri bıraktığımı görüyor musun? Aslında eve almak
için çok pahalı, biriktirmek içinse çok
ucuz olmasa babam alır onu bana. Fakat
biz öyle büyüdük, bilirsin işte, büyüklerine
gücünün üstünde isteklerde bulunmamalısın, yoksa almaya çalışırlar, çok üzülürsün.
Bütün sahaflar gibi, kitaplardan kafanı
kaldırmasan da bu gerçeği senden saklayamadığımız olurdu. O zaman da yüzüme
bakmaksızın ‘ver çocuğa’ işareti yaparken
dışarının bilinci miydi seni harekete geçiren, yoksa içinin bilmesi mi? Eve getirdiğimde de sökemiyorum ben o mereti,
galiba çizgi de yazıdan fazlası var.
Çınarlı yolda...
Pazarlıkta iyisin. Yine de her seferinde
sen kazanmıyorsun. Buna seviniyorum.
Babam kaybederse de çok üzülmüyorum.
Olsun. Biz kitabın sahibiyiz artık. Biz
diyorum çünkü biz onunla ortağız bu
konuda. Hatta bazı eserleri daha sana
gelmeden peyliyoruz. Kitapla eser, eserle,
Mushaf, Kitabı Kadim ile Hikâye arasında farkları bu çınarlı yolda öğreniyorum.
Serisi olmasa da dergilerin başlı başına
değerli olabileceklerini, dergilerde yazı
yazanlara hürmet edilmesi gerektiğini,
bazı gazetelerin dergiler kadar mühim,
Yeni Ufuklar, sayı 31
DENEME
bazı kitaplarınsa paket kağıdı olarak
kullanılabileceğini. Bir de güç kuvvet
yetirme kısmı var kitaba. Barınmanın
hemen ardından gelen zorunlu masraf
ortağımın dünyasında. O bana eseri
tarif ediyor, ciltli ise ne kadar, içinde
süsleme varsa ne kadar eder ondan
bahsediyor, fiyatı artırmaman için
kitabın nasıl senin karşında değerini
hafife alacağını anlatıyor. Çok çelişkili, ama, mesela diyelim ki Kalem Güzeli babamın talebi karşısında senin
ne kadar dirençle kalabildiğine bağlı
olarak kendi varlık değerini koruyor.
Mahmud Bedreddin Yazır Hoca kitabın bu mezatta çekişe çekişe bizim
sınırlarımıza dahil olduğunu bilirse
diye şimdi yazarken biraz mahcup
oluyorum. Çünkü bence alıcı da satıcı
da, kitabın ne o andaki ne de daha
sonraki eklenecek özel kıymetini bilmiyor henüz.
Bazen anlamıyorum, neden Çömlek Yapım Sanatı için bu kadar tiyatro
yapmak zorundayız? ‘ ‘Belki bir gün
lâzım olur’, ‘Bunları bir daha nerede
bulacaksın’,’ Şunun hamurunun kalitesine bak’, ‘Bunun bir de ‘Tavşan Bakım
Sanatı’ diye serisi var’, ‘Araştırmacıyız
biz’, ‘Binbir Temel Eser de lâzım, bu
da lazım’, ‘ Yarın sen de çocuk büyüteceksin’, ‘Kültür her şeydir ’diyor babam
ciddileşerek. Hiçbir kağıt parçasını
istihfafa niyeti yok. Yine de, nasıl olup
da ‘Geometrik Desen Kitabı’nı alınca
araştırmacı olacağımı kestiremiyorum.
Hafsala henüz hacmen yetersiz yani.
Ulama desenler...
Raport Desenler kitabını alıyoruz
ve ilk defa desenler ulama olduğunda
onları nizamî boyamanın, sağından
solundan-üstünden altından- altı
cihet üç boyuttan sonsuz kere aynalanan durumundaki imkansızlığı ile
yüzleşiyorum. Ama motifler varlar,
Bir varlık tarzı olarak hareket ediyorlar. Ve geometri hayatıma kendini
dayatan sınırsız imkân bolluğu ile
giriyor. Artık Fatih Camiinin Kadınlar mahfelini ayıran balkondaki
Selçuklu on kollu yıldız geçmeleri ile
desen kitabımdaki ulama desenlerin
farkını görebiliyorum. Biliyor musun,
bu müthiş sapa bilgi, bilginin kıdem
hiyerarşisi içerisinde, birinci sıradan
lâzım oluyor bana şimdi.
Şöyle ki;(biraz diren şimdi!)
-Böyle bir bilmenin diğer bilmelere olan geniş ve derin açılımlarına
tutunup yaşarken,
- hayat düzenimi böyle zincirleme
bozarken,
- hizanın fezadan bizim seçtiğimiz
kadarıyla inşa oluşturduğunu aksi
takdirde bütün düzgün doğrusal sıralamaların yanılgılardan ibaret olduğunu keşfederken,
-dokunma tecrübelerimizin çizgiye değdiğindeki yaşayabileceği
mahrumiyetleri peşinen bilemeyeceğimizin katı hakikati karşısında sınırlarımızdan birine daha vardığımızı
hissederken,
-çizgilerle gösterilecek hareketin
aktarilabilen, şeyleştirilebilen birer
malumat olmaktan ziyade anlamı bir
adım ötede başka bir anlamaya taşıyan
tezahürler olduğunu itiraf ederken,
-kudret içeren bir eyleme
mecbur ve mahkum olan
desenleri bu mevcudiyetlerini ‘güzel’ daveti olarak ele
alırken,
23
DENEME
-âlemi gözün gördüğü bir
nesne değil, gören görülen
karşılıklılığında bir deveran
olarak sezmeye başlarken,
-klasik çizim eserlerinin
çoğunlukla görülen eserin
bütünün yöneldiği eserin
desen ve helezon gruplarını
aynı harekete tabi tutan bir
iradeye eğilir gibi olduklarını
fark ederken,
-hattın birbiri üzerine
yığılan hareketini sade ama
en sade haline getirebilmekte
maharetin, insan olma mahareti ile benzeştiği manalarını
işleyişten seçerken,
kimse bana itiraz edemeyecek; O Batılı Raport
Desen Kitabı şüphe yok ki
bizim için de lazımdı. Keşke
bunun Barok Rokoko Sanatı
olanını da saklasaydın bizim için. Keşke Karamemi
Süslü bir şehzade Elifbâsı’nı
buluverseydim yığınların
göz korkutan tepeciklerinde.
Keşke, Mehemmed Kara
Kalemin mürekkep çizimli
kopyalarına varabilseydi seninle alışverişimiz.
Ev-İş dergilerini kadınlar için
olduğundan çok ehemmiyetli görmediğinden dışarıda tutarken, Türk
Edebiyatı fasiküllerini içeride muhafaza etmen muhakkak ki cinsiyetçi
bir ayrım değil de dünyanın kaç pula
döndüğü ile ilgili olmalı. Fakat dergilerin muhtevasına hiç göz atmış mıydın, meraktayım bu akşam. Farkında
değilken de böyle şeyler yapabiliyor
insan. Bak şimdi ne okuyacağım sana;
Ev-iş dergisi ( Kütüphanemin alt
rafındalar ve inanmayacaksın ama çok
kıymetliler)
…
Neyse üzülme, beni zaten Kız
Meslek Lisesi’ne vermediler. Karar
verildi. ‘Adam gibi Fatih Kız Lisesi’ne
devam edilecek.’ Hâlbuki kız mesleğe
gitse insan, şu antika yapma işini hızla
çözer, Dantel Anglez sehpa örtüsünü
mutlaka dokur, Vita yağıyla dereotlu
24
Hikâyeden kalan
bu işte. Yeniden
dirilişte biri ‘-Mustafa
Dayı’ diye isim
seslese, sadece sen
çıkıp ‘-buradayım’
diyecekmişsin
gibi geliyor bu
alacakaranlıkta. O gün
konuşur muyuz ki?
çöreği her seferinde aynı kıvamda
yapardı.
Şunu eklemeliyim duyacaklarına; Boşuna kıyın kıyın kaçırırdın
Banarlı’nın Resimli Türk Edebiyatı’nı.
Biz, ortağım ve ben, çok talip değildik
ona. Zira o, bize eve postayla gelirdi.
Her fasikül ayrı bir pastel renkken
ilgimi çekmediğini düşünmezsin elbette. Tahmin et, noldu, ilkokul bitmeden bu ansiklopedi bence okunmuş
olduğundan Türkçe’nin Sırları’ da ona
eklenmiş olduğundan hızla resimli
dergilerden çıkmış oldum. Zaten bir
gün postayla ‘Türk Dünyası el Kitabı’
gelince anladım; artık sendeki kitaplardan fazlası var İstanbul’da.
Yani sonraki yıllarda ben, karikatür yerine Peyami Sefa’ya geçtiğimde
dergileri boşuna sakladın. Hem sonra
biz bazen okuyup getirirdik onları geri. Gücendin mi? Affet demiş
miydim? Mutlaka demeliyim. Affet,
ama kız çocuğu da olsam, tarihin derinlikleri beni de cezbetti. Arkandaki
Darüşşafaka’ya gidemediğim için
üzülmeyi Tanzimat Dönemi’yle ilgili
Doktora yaparken bıraktım. Galatasaray Mektebi Sultanisi ve Darüşşafaka
okulunu attığın yıllıklardan tanıyarak
başlayan maceranın, yazıda varacağı
sakinliğe ulaşmak az zamanımı almadı. Ağır payını nereden nasıl vereyim, sığındığımız geleneğin müşfik
kollarından başkaca hakkaniyetli bir
yol yok sanırım. Kapısının tokmağını
bizim için çevirdiğin merdiven-altının
Fatih’in büyüttüğü bir kadının anlamlarının eşiği olarak görünmesi haklı
bir gurur olabilir mi melekût âleminin
karşısında?
Dışarıda hiç karşılaşmazdık ve
başkalarıyla olduğumda dükkanını
açık bulmazdım. O sayfa katmanlarının haricinde hiçbir yerinde yoksun
Fatih’in. Babam sen ve ben. Kabul
et, iyi bir üçlüyüz biz. Hikâyeleri
alan-satan ve şimdi anlatan. Hikâye
olan-bulan-sanki olmamış olan. Seni
çıkartsam bu üçlüden insaniyetimi
sürdüregelen bir çok insanlık halini
silsileyle çıkarmanın dehşeti ile yüzleşiyorum şimdi.
Hiç de ürpertmeyen, saçsız kafalı, az yiyen içen, kısa kollu beyaz
gömlekler ve mavi pantolonlar giyen
biri olman dışında, hatırladığım teferruatın, hep şahsiyetimize açılmasını,
yıllar sonra tabir edilen bir düş gibi,
hayra yordum geleneğe uyarak işte;
Bir emri bir kereliğine iletmek üzere
görevlendirilmiş bir elçinin, medeniyeti, kendi feleği ile tamamlaması.
Emri vâki ile vazifesini itaatkâr bir
tavırla yerine getiren efsunlu kişilerin
sessizliği. Ya da ne bileyim, işaretçi
rüyalardaki, kurtarıcı şahsiyetlerin
nutukları kesen nutuksuzluğunun
haşmeti. Hikâyeden kalan bu işte.
Yeniden dirilişte biri ‘-Mustafa Dayı’
diye isim seslese, sadece sen çıkıp
‘-buradayım’ diyecekmişsin gibi geliyor bu alacakaranlıkta. O gün konuşur
muyuz ki?
Keşke iki kelam
edebilseydik...
Belki de sırtının nereye iliştiğini
hiç bilmediğimiz o köhne girişin
muradıyız biz Fatih’in kızları. Aslında
İstanbul hanımefendisi ile İstanbul
kızını ayırt ede ede söylerken, şehrin
büyüttüklerinden bahsederken biraz
da senden bahsediyorum, anla işte!…
Şimdi, mânanın burası için de
kıymetli olduğuna dair itikadımı yineliyor ve o âlelâde eşiğin, sınırlarımla
kendine mahsus bir ilişkisi olduğunu
ihbar ediyorum sana. Keşke bir de iki
kelam edebilseydik…
Belki de o ‘kocanız için şık bir
plover’ kısmını bir daha okumalıyım
Ev-iş Dergilerinin…
Yeni Ufuklar, sayı 31
MAKALE
Ahmet ÖZDEMİR*
Çocukluğun mutlu çağından uzaklaşan
şair, değişen ellerine’ bakarak, yaşamış
olduğuna bir türlü inanamadığı anılarını
ve çocukluk özlemini dile getiriyordu,
Dağlarca
Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde gerçek bir kilometre
taşından söz edeceğim. Ama önce bir şiirinden baş ve son
iki kıta okuyalım;
“Bu eller miydi masallar arasından
Rüyalara uzattığım bu eller miydi?
Arzu dolu, yaşamak dolu.
Bu eller miydi resimleri tutarken uyuyan?
Bilyaların aydınlık dünyacıkları,
Bu eller miydi hayatı o dünyaların?
……..
Ayrılmış sevgili oyuncaklardan,
Kırmış küçük şişelerini.
Ve her şeyden ve her şeyden sonra
Bu eller miydi Allah’a açılan!
Bu şiir Cumhuriyet döneminin en geniş ufuklu şairleünden biri olan Fazıl Hüsnü Dağlarca ‘nın Çocuk ve Allah
adlı şiir kitabından alınmıştı. Çocukluğun mutlu çağından
uzaklaşan şair, değişen ellerine’ bakarak, yaşamış olduğuna
bir türlü inanamadığı anılarını ve çocukluk özlemini dile
getiriyordu.
26 Ağustos 1914’de İstanbul’da doğan Fazıl Hüsnü
* Gazeteci, yazar
Dağlarca, Kuleli Askeri Lisesi ve Harp Okulu’nu bitirdikten sonra, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde subay olarak görev
yapmıştı. Zorunlu hizmeti doldurarak ordudan ayrıldı. Bir
süre Çalışma Bakanlığı’nda müfettiş olarak çalıştı. Kitabevi,
dergi yayıncılığı gibi uğraşılarda da bulunan Fazıl Hüsnü,
15 Ekim 2008’de bedenen aramızdan ayrıldı.
Fazıl Hüsnü Dağlarca şiire hece ölçüsüyle başladı. Otuzun üzerindeki şiir kitabında duygu ve aklın baskın olduğu
iki dönemi yaşadı. İlk döneminde; büyük bir hayal gücü,
zengin ve yarı karanlık bir imaj örgüsüyle dikkati çekmişti.
İkinci döneminde titiz bir Türkçe ve kendine özgü dil yapısıyla sanat hayatını sürdürdü.
Dağlarca, başka şairlerin etkisinde kalmadığı gibi kendini tekrarlamaktan da kaçındı. Her yeni eserinde bir öncekine benzemeyen atılımlar yaptı. Zaman zaman vezinli,
kafiyeli yazdı, zaman zaman da şekli hiçe sayarak, açık seçik
söylemek istediklerini söyledi. İşte ağlamadan okuyamadığım bir şiiri:
“Yediyordu Elif kağnısını,
Kara geceden geceden.
Sankim elif elif uzuyordu, inceliyordu,
Uzak cephelerin acısıydı gıcırtılar,
İnliyordu dağın ardı, yasla,
Her bir heceden heceden.
Mustafa Kemal’in kağnısı derdi, kağnısına
Mermi taşırdı öteye, dağ taş aşardı.
Çabuk giderdi, çok götürürdü Elifçik,
Nam salmıştı asker içinde.
Bu kez yine herkesten evvel almıştı yükünü,
Doğrulmuştu yola önceden önceden.
Öküzleriyle kardeş gibiydi Elif,
Yemezdi, içmezdi, yemeden içmeden onlar,
Kocabaş, çok ihtiyardı, çok zayıftı,
Mahzundu bütün bütün Sarıkız, yanı sıra,
Gecenin ulu ağırlığına karşı,
Hafifletir, inceden inceden.
İriydi Elif, kuvvetliydi kağnı başında
Elma elmaydı yanakları üzüm üzümdü gözleri,
Kınalı ellerinden rüzgâr geçerdi, daim;
Toprak gülümserdi çarıklı ayaklarına.
Alını yeşilini kapmıştı, geçirmişti,
Niceden, niceden.
Durdu birdenbire Kocabaş, ova bayır durdu,
Nazar mı değdi göklerden, ne?
Dah etti, yok. Dahha dedi, gitmez,
Ta gerilerden başka kağnılar yetişti geçti gacır gucur
Nasıl dururdu Mustafa Kemal’in kağnısı.
Kahroldu Elifçik, düşünceden düşünceden
Aman Kocabaş, ayağını öpeyim Kocabaş,
Vur beni, öldür beni, koma yollarda beni.
Geçer götürür ana, çocuk, mermisini askerciğin,
Koma yollarda beni, kulun köpeğin olayım.
Bak hele üzerinden ses seda uzaklaşır,
Düşerim gerilere, iyceden iyceden.
Kocabaş yığıldı çamura,
Büyüdü gözleri, büyüdü yürek kadar,
Örtüldü gözleri örtüldü hep.
Kalır mı Mustafa Kemal’in kağnısı, bacım,
Kocabaşın yerine koştu kendini Elifçik,
Yürüdü düşman üstüne, yüceden yüceden.”
25
STRATEJİ
Aydın ÇETİNER*
SOFT POWER
(YUMUŞAK GÜÇ)
Türkiye’nin bölgesindeki
ülkelere nazaran görece
demokratik gelişimi,
ekonomik potansiyeli,
büyüme hızı ve görece
sosyal refahı komşu
ve yakın ülkelerde
ciddi etkileşimler
oluşturabilirdi.
*
Jeopolitikçi ve Stratejist
26
Türk dış politikasının son yıllarına bu kavram damgasını vurdu. Ülkemizin
dış politikasını oluşturan siyasi irade iki temel dış politika kavramı üzerinden
hareket etmiş, öncelikle ifade edilen ve uygulamaya konulan ‘’komşular ile sıfır
sorun’’ politikası iddialı bir şekilde dillendirilmiş ise de ülkemizin komşuları
ile sorunları yerli yerinde durmakta, hatta geçen yıllar içerisinde yaşanan gelişmeler nedeni ile ilişkilerimiz ‘’daha sorunlu’’ olarak tanımlanmaktadır. Takiben
ifade edilen ‘’soft power’’ (yumuşak güç) politikasının ise kavram ve kuram olarak orijinali Amerikalılara aittir. Amerikalı Joseph Nye tarafından 1990 yılında
ilk kez ortaya atılan bu kavram dış politikada güç kullanımına yeni bir anlam
yüklemekte idi.
Devletlerarası ilişkilerde belirleyici olan güç kullanımının, ordularınızın
gücü, kaba güç ve buna dayalı direkt ve dolaylı tehlikeler ile şekillendirilmesinden ziyade ABD’nin millî varlık ve gücünün sahip olduğu potansiyel argümanları devreye sokarak aynı sonuçları elde edebileceği tezidir.
2004 yılında konuyu şekillendiren Joseph Nye ABD’nin dünyaya açıldığı I.
Dünya Savaşı ile II. Dünya Savaşları arasında kalan dönemde kendi millî gücü
kültürel unsurlarının çekiciliği Hollywood filmlerinden, savaşlar ve yoksullukların ezdiği dünyada onların cazibe merkezi olarak algılanmalarına yol açan
‘’American Dream’’lerine kadar zaten uyguladığı politikaları yeniden dünyaya
sunuyordu.
Buna göre Nye Dış politikanın temel argümanı ‘’Hard power’’ (sert güç)
yerine işbirliğini öne çıkaran, muhatabınıza kendi cazip şartlarınızı göstererek
oluşturulacak politik dil ile hayranlık uyandırılarak politik çıkarların gerçekleştirilebileceği yaklaşımını önerir.
Yeni Ufuklar, sayı 31
STRATEJİ
Kısaca ABD’nin sağlamayı istediği dış politika çıkarlarına ulaşmak
için karşısındaki muhataplarının düşünce ve davranışlarına etki edebilme
yeteneği değerlendirerek bir strateji
önermektedir. Aslında birbirine zıt
gibi görünen bu iki kavram söz konusu alan dış politika ve strateji olunca
birbirinden direkt etkilenen birçok
özelliğe de sahiptir.
Son yıllarda Türk dış politikasına
yön verenler ise Soft Power (yumuşak
güç) kavramına yeni bir anlam ve yorum getirmek istediler. Onlara ilham
kaynağı olan bu Amerikan yorumu
Türkiye’nin bölgesindeki durumu ile
benzeyen özellikler içeriyordu.
Türkiye’nin bölgesindeki ülkelere
nazaran görece demokratik gelişimi,
ekonomik potansiyeli, büyüme hızı ve
görece sosyal refahı komşu ve yakın
ülkelerde ciddi etkileşimler oluşturabilirdi.
İlk yıllarda uygulamaya konulan
‘’komşular ile sıfır sorun’’ politikası Osmanlı İmparatorluğunun her
bakımdan mirasçısı olan Türkiye’de
uygulanmaya çalışıldı. Üstelik Türkiye
Cumhuriyeti kuruluşundan beri Batı
ile iyi ilişkiler geliştirerek yüzü batıya
dönük, II. Dünya Savaşından sonra
tamamen Batı yanlısı politikalar takip
etmişti. Sadece yüzyıl önce bugünkü
Türkiye’nin hemen bütün komşuları
Osmanlı tebaası idi ve Türkiye’nin
komşuları ile isterse Batı yanlısı ülkeler olsun, ilişkileri soğuk ve gergindi.
Ekonomik işbirliği arttırılarak var
olan sorunların güvenlikçi politikalar
yerine ekonomiyi önceleyen yaklaşımlar ile aşılmasına çalışıldı, ancak
dünyanın bu en sıcak bölgesinde
gerek yerel çıkarlar gerekse direkt ve
dolaylı çıkar sahiplerinin politikaları
Türkiye Cumhuriyeti politikalarına
galebe çaldı.
Özellikle İran, Irak, Irak’taki Kürt
Federe Devleti, Suriye gibi ülkeler ile
sıkı ilişkiler geliştirilmeye çalışıldı.
Politik meselelerde birlikte hareket
edebilmenin yolları arandı. Geçen
yılları hatırlayacak olursak İran’ın Batı
ile nükleer müzakerelerinde arabulucu olmaktan tutun da Irak’ta hem
merkezî hükümet hem de Kuzey Irak
Kürtleri ile ciddi işbirliğine girişildi.
Oğul Esad ülkemizde ağırlanırken iki
kardeş ülkenin tam bir ortaklık içinde hareket etmesi konuşuldu. Suudi
Arabistan, Katar, Mısır gibi ülkelerle
ciddi işbirliği geliştirildi. Bu politikaların yansımaları Türk dış politika
yapıcılarına cesaret veriyordu.
Bu dönemde Arap sokaklarının
kahramanı konumuna yükselen Türkiye başbakanı özellikle Filistin me-
selesi ve İsrail’e karşı sert tutumu ile
ezgin Arap kitlelerinin gözünde büyüyordu. Arap baharı olarak başlayan
gelişmeler zamanla kaos ve kargaşaya,
iç çatışmaya ve savaşlara, takiben hızla
bir sonbahara dönüştü/ dönüştürüldü.
Bu dönemde Türkiye Mısır’da
Mursi yönetimini, Suriye’de İhvan-ı
Müslim’i, keza Libya’da İhvancı
grupları destekliyordu. İlk başlarda
ABD ve Batı, Arap baharına temkinli
yaklaşırken özellikle Libya’da ABD
büyükelçisi Chris Stewenson’un öldürülmesi sonrasında direkt ya da
dolaylı olarak gelişmelere kendi lehine
müdahale etmeye başladı.
Türkiye’nin Libya’daki müdahaleleri yetersiz ve etkisiz kaldı, Mısır’da
Mursi’ye karşı darbe yapan Sisi hükümetini ABD, İsrail ve Batı açıkça
destekledi. Bölgede yaşanan kaos ve
kargaşa iç savaşlar ile sürerken Türkiye ‘’Hümaniter’’ ve ‘’Realist’’ söylem
arasında sıkışan ancak son derece sert
bir siyaset söylemi ile ele aldığı bölge
meselelerini yüksek tonla seslendirmeye devam etti. Türk dış politika
yapıcıları hem Güney Batı Asya
coğrafyasında hem Arap yarımadası
ve Kuzey Afrika’da ABD, Batılı politikalar ve bölgede İsrail’in saldırgan
tutumunu kuvvetle eleştirirken Türk
dış politikasının yaşanan gelişmeler
27
STRATEJİ
Türk dış politika yapıcıları
hem Güney Batı Asya
coğrafyasında hem Arap
yarımadası ve Kuzey
Afrika’da ABD, Batılı
politikalar ve bölgede
İsrail’in saldırgan
tutumunu kuvvetle
eleştirirken Türk dış
politikasının yaşanan
gelişmeler karşısında
söylemleri ile eylemlerinin
etkinliği ters orantılı idi.
28
karşısında söylemleri ile eylemlerinin
etkinliği ters orantılı idi. Türkiye’nin
Doğu Akdeniz’de İsrail ile yaşadığı
gerginlik sonrası İsrail; Kıbrıs Rumları, Grekler hatta Rusya ve Mısır
arasında Doğu Akdeniz’deki stratejik
Türk varlığını sıfırlayacak adımlar
atmış, buna karşılık Türkiye’nin Mursi
dönemi Mısır donanması ile Doğu
Akdeniz’de yapmayı planladığı donanma tatbikatı Mursi’nin devrilip
Sisi’nin işbaşına gelmesi ile suya düşmüş, ancak Türk dış politika yapıcıları
Mısır’a dönük yüksek sesli eleştirilerini söndürmüşlerdi.
Yemen’de yaşanan iç savaşta
Türkiye’nin takındığı tavır Suriye
Siyaseti’ne benzer bir yaklaşım ile
hem ABD ve Batının pek tasvip
etmediği bir siyaset yaklaşımını içermekte hem de Sünni olmayan Müslüman dünyası tarafından eleştirilen
‘’Sünni Ortadoğulu’’ bir tona sahipti.
İran’ın ABD ile sorunlarını çözerken Türkiye’siz hareket etmesi, diğer
yandan bölge sorunlarında daima
mazlumun yanında ve emperyalizmin
karşısında yer alan bir politik görüntü
oluşturması her ne kadar anti emperyalist bir siyasal söyleme sahip olsa da
‘’ ‘’ askerler ile törenler yapılması Neo
Osmanlıcı bir algıya yol açtı. Arap
intelijansiyasına Türk dışı politikasına
eleştirileri yükseltmeye başladı. Genel
hatları ile Suriye’de sıkıntılı bir siyaset
takip eden Türkiye, Işid ve CephetülNusra gibi örgütlere sıcak yaklaşmakla suçlandı. Türkiye’nin siyasal söylemi ile bölgede yaşanan olaylar karşısında fiilî etkisizliği bugün Türk dış
politikasının temel sorunlarından biri
olarak karşımızda durmaktadır. Asıl
çarpıcı örnek olan Suriye siyasetinde
Türkiye; 4 yıl önceki politikalarından
farklı hareket etmek durumunda
kalmaktadır. En önemlisi sonunda
Türkiye, IŞİD karşıtı çekirdek ABD
koalisyonuna katılmış ve ülkesindeki İncirlik, Batum, Diyarbakır gibi
yerleri çekirdek koalisyona daha
doğrusu ABD kullanımına açmışlar.
Her bakımdan bu gelişme Türkiye’nin
Bağımsız ‘’Soft power’’ politikalarının
sonu olmuş. Bölgede siyasal ilişkilerini domine eden ABD ile arasında
uzun yıllardır var olduğu söylenen
‘’stratejik partner’’ ilişkisi pragmatik ilişkilere dönüşmüştür. Kırım
ve Ukrayna karşısında etkisiz kalan
Türkiye Libya’dan Yemen’e, Mısır’dan
İran’a İslam dünyasında en azından
ciddi tereddütler ile karşılaşmakta,
bu durumda Türk dış politikasının
yeni dönemde yeni bir yön tayinine
ama en önemlisi uzun iradeli stratejik
öngörü ile geliştirilmiş, ülkenin millî
çıkarları ile uyumlu siyaset yapılarına
‘’consolide opinion’’ (düzenlenmiş
açıklamalar) kurallarına özellikle bağlı
olduğu yeni bir yaklaşıma ihtiyacı vardır. Zira ABD’de dış politika ile ilgili
uygulamalar bu çerçevede yürütülür.
Bir ABD başkanı, dışişleri bakanı
veya diğer devlet adına konuşmaya
yetkili kişiler ilk bakışta birbirine zıt
açıklamalar yapıyormuş gibi görünse
de dikkatle analiz edildiğinde tamamen ABD politik çıkarlarına uygun,
birbirleri ile koordineli açıklamalar
yaptıkları anlaşılmaktadır.
Bu sebeple ülkemiz dış politikasına yön veren yetkililer de öncelikle
devletin çıkarları açısından kısa, orta
ve uzun vadeli planlamalar yapmalı,
devlet politikasını daima bu politikaları belirleyenler siyasi yetkililere servis etmelidir. İktidar hatta muhalefet
yetkilileri bir koordinasyon içerisinde
siyasal beyanatlar vererek politik deklarasyon yapmalıdır.
Dış politikanızda adını ne koyarsanız koyunuz nihayetinde uygulanacak politikalar ‘’devletin âli
menfaatleri’’ doğrultusunda önceden
belirlenmiş, gücünüz ile mütenasip
planlamalar olmalıdır.
Ülkemiz Cumhuriyet’in kuruluş
yıllarından beri çok önemli bir eksikle iç ve dış siyasetini şekillendirmeye çalışmaktadır. Millet, Meclis,
ordu sac ayağı üzerine kurulmuş
Cumhuriyet’in başından beri en büyük eksiği millet ayağıdır. Belirlenecek dış politikanın önceden toplumun
geniş kesimlerine benimsetilerek
uygulamaya konması ve uzun vadeli
uygulamalar içermesi son derece
önemli bir husustur. Günümüze kadar
bu planlama yapılmadığı için Türk
dış politikası daima reaksiyoner gelişmeleri yeniden takip eden bir yapı ile
hareket etmiş, gelip giden iktidarlar
topyekûn millî menfaatler doğrultusunda uzun iradeli uygulamalara
gidememiştir.
Bu durum Türkiye üzerinde planları olan güçler tarafından güçleri ve
etkileri oranında kolaylıkla uygulana-
Yeni Ufuklar, sayı 31
28
STRATEJİ
bilen dış politika dayatmalarını yaşamamıza sebep olmuştur. Ülkesinin
gerçeklerinden habersiz ‘’monşerlerin’’
yönlendirdiği Türk dış politikasında
yerli ve millî olmak adına ‘’gücünün
üzerinde sertlikte politik beyanatlar
vererek’’ kendi kendisini zora sokan
‘’komşular ile sıfır sorun’’ diyerek
sorunlar yumağına dönüşen bir dış
politika ortamından ‘’Soft Power’’
(yumuşak güç) yorumlamalarına gelen
Türkiye’nin ufukta bekleyen Suriye
meselesinin çözümü, 2018 yılından
itibaren Türkiye’yi ciddi şekilde dış
politikadaki hak ve menfaatleri bakımından zorlamaya hazırlanan ‘’Doğu
Akdeniz’’ meselesi gibi uluslararası
sorunlara yeni bir bakış açısı geliş-
tirmesi gerekmektedir. Öncelikle
TBMM ve TSK ülkedeki demokrasi
ve din algısı gibi farklı düşüncelerin
ahenkli birlikteliğinin sağlanması gibi
sorunlara odaklanıp ekonomik, sosyal
ve siyasal alanlarda gücünü geliştiren
Türkiye’nin bunu teknolojik potansiyeli yüksek askerî gücü ile tamamlayarak hareketini yeniden başlatmalıdır.
29
STRATEJİ
Amerika Ankara’daki
ADAMINI KAYBEDİYOR
Tercüme:
Dr. Aslan YAMAN
By John HUDSON, Senior Reporter,
Foreign Policy, 5 Mayıs 2016
Birleşik Devletlerin
Ankara’da Davutoğlu
gibi Kürtlere çok daha
ılımlı yaklaşımları olan bir
muhatabı vardı. Davutoğlu; zayıf bir Başbakan
ve Cumhurbaşkanı’na
bağımlı hareket etmeyi kabul etmiş olmasına
rağmen, Birleşik Devletlerden pek çok yetkilinin
düşünce ve endişelerini
iletmek için Ankara’daki
en önemli kanalı idi.
Birleşik Devletlerin İŞİD ile savaşında Türkiye’de sahne
gerisindeki müttefiki Başbakan Ahmet Davutoğlu idi. Bakalım istifadan sonra neler olacak ?
Perşembe günü sürpriz bir şekilde gerçekleşen
Başbakan’ın istifası; mevcut halde, her iki taraf için de
endişe verici bir şekilde yürüyen, ancak, işlev görmeye
devam eden Ankara-Washington ilişkilerinin tamamen
sorunlu bir hale gelmesi riskini de beraberinde getiriyor.
Birleşik Devletler ve Türkiye, birbirlerine karşı temkinli
adımlar atmakla birlikte; İŞİD’e karşı yürüttükleri mücadelede birbilerine sıkı sıkıya ihtiyaç duyan müttefiklerdir aynı
zamanda.
Davutoğlu, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın
idaresi altında gittikçe otoriter bir yönetime kayan
Türkiye’de, Cumhurbaşkanı’nın etkisi altında kalmayan
sağduyulu yaklaşımlarıyla Birleşik Devletlerin itimat edebildiği Ankara’daki tek müttefiki gibi görünüyordu. Davutoğlu; hakkında yapılan değerlendirmelerde, çoğunlukla
becerikli bir diplomat olarak görülürken, Cumhurbaşkanı
Erdoğan’a kıyasla Amerika’nın İŞİD’e karşı kara gücü olarak
yetkilendirdiği Kürtlere karşı da oldukça toleranslı bir kişilikti. Obama idaresinin İŞİD ile savaşta en önemli adamı
olan general John Allen Foreign Policy’ye “ Davutoğlu ile
oldukça uyumlu bir şekilde çalışabilmiştik…onun halefi ile
çalışma farklı bir zeminde gelişebilir…” diyor. Aynı şekilde Birleşik Devletler Dışişleri Bakanlığı’nın şu andaki ve
eski yetkilileri de “… Davutoğlu’nun gitmesi ile bir Türk
Başbakan’ın Birleşik Devletler diplomatları ile yakın çalışma ilişkisi içinde olması da kaybedilecek…” diyorlar. Dışiş-
30
leri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Mark Toner Davutoğlunun
bu ani harketini “ Türkiye’nin iç politika konusu” olduğu
değerlendirmesini yaparak konu hakkında ilave yorumdan
kaçınıyor.
Birleşik Devletler, hemen hemen iki yıl boyunca,
Türkiye’nin ilgisini Irak ve Suriye’yi hırpalayan Sünni
radikallerin oluşturduğu İŞİD’in üstüne çekmeye çalışmış, fakat, Erdoğan yönetimindeki Ankara Amerika ve
Türkiye’nin terörist grup olarak ilan ettiği ayrılıkçı PKK ile
mücadeleye daha çok önem vermişti. Birleşik Devletler,
İŞİD militanlarının ülke sınırlarından Suriye’ye geçişlerinin önlenmesi için Türkiye’ye bağımlı olması yanında
Türkiye’nin ancak bir yıl kadar önce izin verdiği İncirlik
Hava Üssü’nden Irak ve Suriye’ye askerî müdahalede
bulunabilme iznini kullanmaya devam edebilmek istiyor.
Türkiye ise; İŞİD’in daha fazla yayılmasının önüne geçilmesi ve kendi arka bahçesinden ötelere itilmesinde Birleşik
Devletlerin hava harekâtına bel bağlıyor.
Bu karşılıklı bağlılık konumunun varlığına rağmen, her
iki başkent Amerika’nın Suriye’deki Kürt savaşçılara olan
desteği konusunda keskin bir görüş ayrılığına da sahipler.
Sert ve kanlı geçen 4 aylık bir savaştan sonra, YPG’nin
(People’s Protection Units) 2015’in başlarında Kobani’nin
kontrolünü İŞİD’in elinden almasından sonra, Batı’nın saygısını kazanmış ve bu tarihten sonra militan gruplara karşı
Washington’un en etkili kara gücü olarak kabul edilmişti.
Yine de; YPG’nin PKK ile bağlantılı olması Suriyeli Kürtlerin Türkiye tarafından millî güvenliklerini tehdit eden en
önemli grup olarak nitelendirilmelerine yol açmaktadır.
Erdoğan’ın Kürt militanlara güvensizliği Ankara’da 37 kişinin ölümü ile sonuçlaran intihar saldırıları sonrasında
sorumluluğun PKK’ya ait olduğunun ilan edilmesi ile büyümüş, en sonunda da bu saldırıların sorumluluğunu PKK
hareketinden ayrılan Kürdistan Freedom Falcons (Kürdistan Özgürlük Şahinleri) TAK üstlenmişti.
Menbiç konusundaki tartışmalar
Ankara ile Washington arasındaki temasların kesilmesi
yabancı savaşçıların Türkiye’den Suriye’ye geçmekte kullandıkları en önemli geçiş noktası olan Menbiç paketinin
oluşturulması sırasında oldu. New America düşünce
kuruluşunun uzmanlarından Barak Berfi “…Ankara, Kürt
savaşçıların Menbiç’i kontrol etmesini istemiyor… Menbiç
bölgesini Kürt kontrolünün dışına çıkararak Şam rejimini
devirmek üzere harekât merkezi haline getireceği güvenli
bir bölge oluşturmak istiyor….” diyor. Birleşik Devletler ise
Menbiç paketini İŞİD’in başkenti olan Rakka’nın geri alınması için konuşlanacak en önemli mevzi olarak görüyor.
Kürt savaşçılar üzerindeki görüş ayrılıkları; bu yılın
başlangıcında İŞİD’e karşı yürütülen kampanyanın başına
atanan Dışişleri yetkilisi Brett McGurk’un Kobani’de YPG
yetkilileri ile buluşması sonrasında kamuoyu önünde ağız
Yeni Ufuklar, sayı 31
STRATEJİ
dalaşına dönüştü. Bu toplantıdan bazı fotoğrafların yayımlanmasından sonra Erdoğan Türkiye’nin düşmanlarını
koruduğunu söyleyerek Birleşik Devletlere saldırdı. Konuşmasında “…Size nasıl güveneceğiz, sizin ortağınız biz miyiz
yoksa Kobani’deki teröristler mi ?...” diye sordu.
Birleşik Devletlerin Ankara’da Davutoğlu gibi Kürtlere çok daha ılımlı yaklaşımları olan bir muhatabı vardı.
Davutoğlu; zayıf bir Başbakan ve Cumhurbaşkanı’na
bağımlı hareket etmeyi kabul etmiş olmasına rağmen,
Birleşik Devletlerden pek çok yetkilinin düşünce ve endişelerini iletmek için Ankara’daki en önemli kanalı idi.
“…Davutoğlu’nun yokluğu Erdoğan’ın pragmatik Kürt
yaklaşımına hükümet içinde çok daha az aykırı düşünce
iletilmesi anlamına gelecek...” diyor Washington merkezli
Türkiye ve Suriye uzmanı Adrew Bowen ve “…iletilse bile
bu düşünceleri Erdoğan dinler mi ki…” diye de ekliyor. “…
Başbakan’ın bu resmin dışına çıkması ile, muhtemel bir
kara harekâtı sırasında Ankara, Suriye’deki Kürt savaşçılarla işbirliği yapmaya daha fazla direnecektir…” diyor
ismini açıklamak istemeyen bir Birleşik Devletler yetkilisi.
Aynı yetkili Türkiye’nin daha ileri giderek Türkiye ile Suriye
sınırını tümüyle kapatabileceğini de ilave ediyor.
Davutoğlu’nun istifası büyük ölçüde Erdoğan ile ekonomik konulardaki görüş ayrılıklarından, genişleyen Cumhurbaşkanlığı gücünden ve muhaliflerin yargılanmaksızın
gözatına alınmasından kaynaklanıyordu. 22 Mayıs tarihinde ofisini boşaltacak olan Başbakan perşembe günü
açıkladığı istifası ile bu farklılıkların önemsiz olduğunu
göstermek istedi. İstifasını açıkladığı konuşmada “ …Kimseye karşı bir suçlamam yok, öfke veya kırgınlık hissetmiyorum…. hiç kimse benim Cumhurbaşkanımız aleyhine
bir şey söylediğimi iddia edemez ve bundan sonra da bu
şekilde bir konuşmamı kimse duymayacak…” dedi. Böyle
açıklamakla birlikte, iki politikacının da pek çok konuda
cebelleştikleri bilinen bir gerçek. Mesela, ülkenin müzmin
problemi olan Kürt azınlığa karşı izlenen tutumdaki fark
gibi -bu konuda Davutoğlu çok daha uzlaşmacı bir görüşü
benimsemektedir.Geçen ay Davutoğlu Türk gazetecilere hükümetin
PKK’nın silahları bırakması durumunda, hükümetin kendileriyle müzakereleri yeniden başlatmayı göz önünde
bulundurduğunu söylemişti. Başbakan’ın bu açıklamalarının yayımlanmasından hemen sonra, Erdoğan, Başbakanı
açıkça azarlayarak PKK’nın tümüyle yok edilmesinin ileriye
doğru düşünülebilecek tek politika tercihi olabileceğini
söyledi. Bunun üzerine Davutoğlu pozisyonunu yeniden
ve Erdoğan’ın görüşleri doğrultusunda ayarlayarak, Cumhurbaşkanının söylediklerini tekrar etmeye başlayıp hükümetin Kürtlerle müzakere etme konusunda bir düşüncesi
olmadığını söyledi.
Kontrol etme arzusu
Erdoğan’ın açıklaması kendisinin daha evvel barış açılımı konusunda göstermiş olduğu çabaların reddi anlamına
geliyor. Fakat uzmanlar uzun süren ateşkesin uzlaşmazlıkla
sonuçlanması Cumhurbaşkanının gelecekteki müzakereler hakkında olumsuz bir kanaate sahip olmasına neden
olduğunu söylüyorlar. Mesela Barfi : “…Erdoğan’ın Kürt
konusundaki mevcut bakışı kendi esas inandığı şeylerden
daha çok, önceden tecrübe ettiği şiddeti bastıramamanın
mahcubiyetinden kaynaklanıyor…” diyor. Adalet ve Kalkınma Partisi yapılacak ilk toplantısında Davutoğlu’nun yerine birini seçecek. Erdoğan’ın Anayasanın değiştirilmesine
daha az karşı çıkan birini aday göstereceği tahmin ediliyor.
–Anaysanın Parlamenter sistem aleyhine olmak üzere,
Cumhurbaşkanlığının gücünün artırılmasının istendiğini
hatırlayalım- Erdoğan’ın uzun süredir Başbakan’a yönelttiği eleştiriler, gelecek Başbakan’ın gözünü korkutarak
mevcut Cumhurbaşkanı’na daha bağımlı olmasına sebep
olarak serbestçe konuşmaktan vazgeçirecektir.
Eski milletvekili ve Demokrasinin Korunması Vakfı
yöneticilerinden Aykan Erdemir “…Erdoğan kendi tercihlerine sadık kalacak bir başbakan adayı seçtirecektir…”
diyor ve “… Onun Türkiye’nin hem ulusal hem de devam
eden Birleşik Devletler ve Avrupa Birliği ile Suriye hakkında yapılan müzakerler, Türkiye’nin Avrupa Birliğine Üyeliği
süreci ve İsrail ile yeniden yakınlaşma gibi uluslararası
konuları tümüyle kontrol etmek istediğini kolayca tahmin
edebiliriz…” diye ekliyor.
Yine de Birleşik Devletler-Türkiye ilişkilerinde,
Davutoğlu’nun görevden uzaklaştırılması ve Erdoğan’ın
gücü tümüyle ele alması durumunda da esaslı bir değişiklik olmayacaktır. Atlantic Council’in daimi üyelerinden
Aaron Stein “…Türk Politikasının Suriye gibi ana konularda
esas karar vericisi de, harekete geçiricisi de, el sıkanı da
Erdoğan’dır…” diyor.
31
STRATEJİ
Dr. Nejat TARAKÇI*
İsrail - Türkiye
Anlaşmasının
Jeopolitik Şifreleri
Giriş
Davos 2009 sonrası kırılganlaşan ve 2010’daki Mavi Marmara olayı ile dibe
vuran Türkiye- İsrail ilişkileri 7 yıl sonra yapılan bir anlaşma ile normalleşme
sürecine girdi. Her iki ülkeyi yeniden yakınlaşmaya zorlayan jeopolitik şartlar
enerji ve güvenlik eksenindeki ortak çıkarlardan kaynaklanmaktadır. Bu anlaşmanın, bölgeye ve Türkiye’ye sağlayabileceği potansiyel jeopolitik avantaj ve kazançların enerjiden de öte çok önemli sonuçlar doğurması mümkündür.
İsrail’in Yeni Enerji Kaynakları
Türkiye,
İsrail-Rusya ekseninde
ortaya çıkan bu fırsata
İran’ı da katarak
PKK ile mücadelede
yeni bir hücum
stratejisi geliştirebilir.
Bu stratejide ABD
kontrolündeki Irak
hükümeti, eli ayağı bağlı
Barzani hükümeti ve
bizzat ABD’nin kendisi
olamayacağından
mücadele oldukça
güç olacaktır. İsrail
ile işbirliğinin daha
da geliştirilerek ABD
faktörünün PKK ile
mücadelede Türkiye
lehine dönmesi de
sağlanabilir.
Dr., Jeopolitikçi ve Stratejist
*
32
Bulunamayan enerji en pahalı enerji olmakla beraber, pazarlanamayan yani
satılamayan enerji de boşa akan bir su gibidir. Özellikle deniz tabanından çıkarılan enerjinin güvenlik risk ve tehlikeleri çok daha fazladır. 2009 yılında İsrail’in
karasuları ve Münhasır Ekonomik Bölgesinde (MEB) son derece zengin doğalgaz ve petrol rezervleri bulundu. Bu keşfi, Kıbrıs’ın etrafı, Lübnan, Suriye, Gazze
ve Mısır’ın Nil Deltası1 takip etti. Özetle Doğu Akdeniz potansiyel olarak yeni
bir Basra Körfezi haline geldi. Eksik olan limanlar, depolar, boru hatları, iskeleler, yükleme terminalleri ile bunların güvenliğidir. Katar, İran, Irak, Kuveyt, BAE,
Suudi Arabistan petrol ve doğal gazının da boru hatları ile Doğu Akdeniz’e akıtılması projeleri gerçekleştiği takdirde, bölge dünyanın Enerji Merkezi haline
gelecektir. İsrail, beş yıl önce 2016’da doğalgaz ihracına başlayacağını açıklamıştı.
Ancak Ortadoğu’daki gelişmeler buna izin vermedi. Türkiye, İsrail ve Mısır hariç
bölgedeki ülkelerin hiç birinde siyasi istikrar yoktur ve kısa vadede de olması
beklenmemektedir. Bu nedenle Türkiye-İsrail anlaşmasının esas amacı öncelikle
İsrail gaz ve petrolünün en uygun coğrafi konumdaki Türkiye üzerinden Avrupa
pazarlarına aktarılmasıdır.
Rusya Kilit Ülke
İsrail ile Türkiye yeniden yakınlaşırken, bu sürece Rusya’nın da dâhil olması kimseyi şaşırtmamalıdır. Çünkü Suriye krizine fiilî müdahalede bulunan
Rusya, hem Suriye’nin yeni siyasi yapılanmasında, hem de Doğu Akdeniz’deki enerji denkleminde söz sahibi olmuştur. Suriye 2011’de kendi karasuları ve
MEB’indeki tüm enerji arama, çıkarma, işletme ve pazarlama yetkisini Rusya’ya
vermiştir. Bu durumda İsrail ile Rusya’nın Doğu Akdeniz’de enerji alanında işbirliği yapması zorunlu hale gelmiştir. Rusya’nın stratejik kazancı, Doğu Akdeniz’deki enerji pazarlamasında söz sahibi olarak, kıta Avrupası’ndaki pazarlarını
kaybetme riskini bertaraf etmesidir. Ayrıca Rusya’nın Güney Akım Projesini
de Doğu Akdeniz projesi ile destekleme olanağı ortaya çıkabilir. Bazı enerji uzmanları İsrail’in sahip olduğu doğal gaz kaynaklarının Avrupa’yı beslemek için
yetersiz olduğunu, asıl amacın fazla gazın Türkiye’ye satılması olduğunu ileri
1 ENI in Egypt! Euregas! The Italian energy giant’s strategy seems to be paying off Sep 5th 2015;
http://www.economist.com/news/business/21663249-italian-energy-giants-strategy-seems-bepaying-euregas
Yeni Ufuklar, sayı 31
RÖPORTAJ
STRATEJİ
sürmektedirler. Bu projeye sadece İsrail gazını esas alarak
bakmak yetersiz kalacaktır. Proje uzun vadelidir ve bölgedeki tüm mevcut ve potansiyel kaynaklarının Türkiye üzerinden nakli söz konusudur.
Türkiye Kilit Ülke:
Beklentiler – Olası Kazanımlar
Türkiye enerji üretim çemberi ile çevrili bir coğrafyada
enerji açlığı çeken bir ülkedir. Buna rağmen Rusya hariç,
hiçbir ülke ile kalıcı, güvenilir bir enerji tedarik sistemi
kuramamıştır. İsrail gazı bu anlamda bir fırsat sunmaktadır. Doğu Akdeniz’de nerede petrol ve doğal gaz çıkarılırsa çıkarılsın, en verimli ve güvenilir dağıtım rotası Türkiye
üzerinden geçmek zorundadır. Bu bağlamda Türkiye’nin
en önemli avantajı veya kazancı petrol ve doğal gazı daha
ucuz almanın dışında İsrail ve Rusya ile stratejik ortaklık
statüsüne geçme olasılığıdır. Bu üç ülke bir anlamda gölge
bir federal yapıda birleşmiş konumda olacaklardır. Böylece
İsrail-Türkiye-Rusya otomatik olarak enerji odaklı ortak bir
güvenlik sistemine de geçeceklerdir. İsrail enerji kaynaklarının öncelikle pazarlanması dikkate alındığında; son beş
yıldan bu yana dile getirilen ve enerji koridoru olarak betimlenen Kürt Koridorunun engellenmesi gerekmektedir.
Gerçekte Basra Körfezi petrol ve doğal gazının Akdeniz’e
akıtılması için Kürt koridoruna ihtiyaç yoktur. Bu koridorun temel amacı Türkiye’yi Kürtler vasıtasıyla güneyden
tamamen kuşatmak ve Türkiye Kürtleri ile birleştirmektir.
Çünkü 1950’li yıllara ait boru hattı projeleri Kerkük-Musul-Hayfa boru hattı vasıtasıyla Irak petrolünün İsrail’e akıtılmasını öngörmekteydi. Ancak o dönemdeki bölgedeki
istikrarsızlıklar nedeniyle, Irak petrollerinin Hayfa yerine
Türkiye’deki Yumurtalık’a akıtılması sağlanmıştır. Hayfa hattı Irak-Ürdün üzerinden İsrail’e uzanmaktadır. Bu
hat faaliyete geçtiğinde, Arabistan Yarımadası’nı baştanbaşa kat eden Trans-Arabistan Boru hattının da bu hatta eklemlenmesi mümkündür. Böylece Suudi petrolü de
Hayfa’ya akıtılabilir. Bu hat kolayca onarılarak işletmeye
alınabilir. Belki de alınmıştır. Güncel durumda Kerkük ve
Musul petrollerinin kontrolünü ele geçiren ve bağımsızlık
yanlısı Barzani’ye İsrail’in kayıtsız şartsız destek vermesinin
temel nedeni bence budur. Ancak Irak merkezî hükümeti
Felluce’den sonra İran’ın da desteği ile Musul’u IŞİD’den
geri almaya çalışmaktadır. Özetle Barzani bölgesinin siyasi
geleceği tartışmalıdır.
Bu durumda yeniden İsrail gazına dönecek olursak,
hayalî Kürt koridoru üzerinden Irak, Katar, BAE ve Suudi
Arabistan’ın petrol ve doğal gazının Akdeniz’e akıtılmasının
da zaman alacağı görülmektedir. Çünkü Türkiye’nin muhalefetine rağmen hattın tesisi çok zor, hem de tesis edilse bile
alt yapı çalışmaları yönüyle kısa zamanda çalışması beklenmemelidir. Diğer taraftan İsrail ve bölgedeki diğer (Mısır,
Suriye, Lübnan vb.) enerji kaynaklarının da pazara girmesi
halinde Irak ve Katar gazına ihtiyaç duyulmayabilir. Öncelikle, İsrail-Rusya-Türkiye’yi içine alan enerji ağının arzdağıtım ve güvenlik yönüyle istikrarlı bir hale gelmesi gerekmektedir. Bu süreden sonra Avrupa ve diğer bölgelerde
ihtiyaç duyulacak miktarının Basra Körfezi’nden, Mısır’dan
veya Kıbrıs’tan tedariki gündeme gelebilir. Bu noktada
Doğu Akdeniz’den kim enerji ihraç ederse etsin kontrol, denetim ve güvenlik Türkiye-İsrail- Rusya’nın ortak kararına
bağlı olacaktır. Kürt koridorunun engellenmesi, en azından
Fırat’ın batısındaki bölümün bloke edilmesi Türkiye’nin
güvenlik ihtiyaçları yönüyle tercih edilen bir husustur. Türkiye, İsrail-Rusya ekseninde ortaya çıkan bu fırsata İran’ı da
katarak PKK ile mücadelede yeni bir hücum stratejisi geliştirebilir. Bu stratejide ABD kontrolündeki Irak hükümeti,
eli ayağı bağlı Barzani hükümeti ve bizzat ABD’nin kendisi
olamayacağından mücadele oldukça güç olacaktır. İsrail ile
işbirliğinin daha da geliştirilerek ABD faktörünün PKK ile
mücadelede Türkiye lehine dönmesi de sağlanabilir. Türkiye
ile İsrail arasındaki ilişkilerin ekonomik ve enerji alanına
ilave olarak, güvenlik eksenli yeni toprak kazanımlarını da
içerecek şekilde genişletilmesi mümkündür.
Gazze-İsrail-Türkiye
Türkiye, mezhep ve İslami kimlik üzerinden son 12
yıldan bu yana Gazze’ye destek vermektedir. Türkiye-İsrail
Anlaşması, Türkiye’ye Gazze’de belirli inşaatları gerçekleştirme ve insani yardım yapma olanağı sağlamıştır. 40 km’lik
kıyı şeridi olan Gazze’nin denizdeki enerji kaynakları üzerindeki hakları çok daha önem arz etmektedir. İsrail’in
Gazze’ye özerklik verme gibi bir lüksü olmadığını söyleyebiliriz. Gazze, İsrail’in karasuları gibi kabul edilmektedir.
33
STRATEJİ
Bu bağlamda, Filistin sorunu çözülse bile Gazze’nin statüsü İsrail’e bağlı bir eyaletten öteye geçemeyecektir. Filistin’e
gelince, İsrail üzerinde güçlü bir dış baskı olmadığı sürece
Gazze’siz olsa da tam bağımsız bir statü kazanmaları çok
zayıf bir olasılıktır
Rusya-Türkiye İlişkilerinin
İyileşmesi
Türkiye Rusya’nın kalbine giden bütün yolları kontrol
etmektedir. İlişkilerin eski seviyesine dönmesi ABD ve
NATO’nun Karadeniz ve Kafkasya’daki plan ve projelerini
menfi yönde etkileyebilir. Türkiye, ABD baskısı ile kabul
ettiği Kırım’ın ilhakına karşı çıkma politikasını yumuşatabilir. Çok önemli bir diğer husus, Rusya’nın Azerbaycan’la
Ermenistan arasındaki Karabağ sorununu çözecek tek ülke
olmasıdır. NATO üyesi Türkiye ile Rusya arasında kalıcı ve
her iki tarafa da çıkar sağlayacak bir ortamın oluşması iki
ülke arasındaki güvene bağlıdır. Türkiye, ülkesel ve bölgesel
çıkarlarını, içinde bulunduğu ve bugün için ne işe yaradığı
ciddi şekilde sorgulanacak ikili ve çok uluslu ittifaklara tercih etmelidir. Şu anda içinde bulunulan jeopolitik koşullar,
Rusya gibi güçlü bir ortak ile işbirliğini dikte etmektedir.
Uçak düşürme krizi Rusya ve Türkiye’nin hem ekonomik
olarak, hem de bölgesel stratejik güç dengeleri yönüyle birbirlerine ne kadar muhtaç ülkeler olduğunu göstermiştir.
Uçak krizi ile Türkiye’yi Rusya’dan uzaklaştıran ABD, Romanya, Bulgaristan ve Gürcistan üzerinden Karadeniz’de
taarruza yönelik bir yığınak başlatmıştır. Rusya-Türkiye ilişkileri normal seyrini koruduğu sürece ABD ve NATO’nun
Karadeniz üzerinden Rusya’ya yapacağı stratejik bir taarruzun başarı şansı yoktur. Aynı durum Güney Avrupa ve
Baltık için de geçerlidir. Bu durumda geriye sadece Basra
Körfezi-İran- Hazar ekseni kalmaktadır. Bunun için İran’ın
ABD yanında yer alması zorunludur. Bu nasıl sağlanacaktır? Yine orta vadede tek bir olasılık söz konusudur. İran’da
1979’da oluşan Amerikan düşmanlığı odaklı rejimin değişmesidir. ABD’nin örtülü (covert), gizli (clandestine) ve
unorthodox operasyonlarının temel hedefi bu yöndedir.
Sovyetler Birliği’nin yıkılması için yarım asır bekleyen
ABD, İran’daki rejimin değişmesi için de sabırla beklemeyi
sürdürüyor. Türkiye-Rusya ilişkilerini analiz ederken iki ülkenin yakın tarihteki ilişkilerini de unutmamak gerekiyor;
• Türkiye, 1853 Kırım Savaşı’nda müttefiklerle
beraber Rusya’ya yapılan stratejik taarruzda yer almıştır
• Rusya, İstiklal Savaşı’nda maddi-manevi her
türlü yardımla savaşın kazanılmasında hayati bir rol
oynamıştır
• Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nda Alman çizmeleri altında ezilen Rusya’ya yardım için Boğazları
açmamıştır
Türkiye’nin, Rusya’ya karşı Karadeniz üzerinden yapılması olası bir NATO taarruzunun parçası olmaması için
hem tarihsel, hem güncel hem de geleceğe yönelik çok
tutarlı neden ve gerekçeleri bulunmaktadır. Buna karşılık Rusya’nın da Ermenistan, PKK ve türevleri üzerinden
Türkiye’yi sıkıştırma plan ve stratejilerine ivedilikle son vermesi gerekmektedir.
34
ABD hatalı Suriye politikası ile
Rusya’nın Suriye üzerinden Doğu
Akdeniz’e girmesine neden oldu. Oysa
2009’da İsrail’in karasularında doğal
gaz keşfinden sonra, Suriye’yi İran ve
Rusya’dan koparabilseydi, bugün Doğu
Akdeniz’deki enerji denkleminde Rusya
olmayacaktı.
İsrail-Rusya-Türkiye’nin
Zamansal Yakınlaşması
İsrail-Rusya ve Türkiye’nin aynı zamanda yakınlaşması
tesadüf değildir. İsrail ile Rusya’nın işbirliği sadece Doğu
Akdeniz’deki enerji işbirliği ile sınırlı kalmayabilir. Çünkü
Rusya, Esat yönetimi, İran yönetimi üzerindeki etkin rolü
ile bu ülkelerden İsrail’e yönelik kaynaklanabilecek tehditleri durdurma şansına sahip olabilir. Rusya da Türkiye’siz
Doğu Akdeniz’deki stratejik çıkarlarına ulaşmanın çok zor
olacağının farkındadır. Nitekim Putin Türkiye’nin İsrail’le
ilişkilerinin normalleşmesinden memnun olacaklarını açıklamıştır. Rusya bugün ABD karşısındaki tek askerî güç
olarak Ortadoğu’daki siyasi etki alanını genişletmiştir. İsrail
bu gerçek üzerinden Rusya ile ilişkilerini yeniden düzenlemektedir. Diğer taraftan Soğuk Savaş dönemi dâhil İsrail,
Rusya ile ilişkilerinde her zaman tarihsel dayanışmayı esas
almış, ABD ile olan yakın ilişkisinin bu politikayı etkilemesine hiçbir zaman meydan vermemiştir. Eğer Rusya ile
İsrail Doğu Akdeniz’de enerji ilişkisine dayalı stratejik bir
ortaklık kurarlarsa bunun Rusya’ya da büyük faydaları olacaktır. Örneğin, ABD’deki AIPAC ve JStreet gibi etkili Yahudi lobileri Rusya üzerindeki ambargonun hafifletilmesi
ve ABD–Rusya ilişkilerinin rekabetten ziyade daha barışçı
projelere yönelmesini sağlayabilir.
ABD’nin Bölgedeki Rolü
ABD hatalı Suriye politikası ile Rusya’nın Suriye üzerinden Doğu Akdeniz’e girmesine neden oldu. Oysa 2009’da
İsrail’in karasularında doğal gaz keşfinden sonra, Suriye’yi
İran ve Rusya’dan koparabilseydi, bugün Doğu Akdeniz’deki enerji denkleminde Rusya olmayacaktı. Aynı zamanda
ABD sonrası Irak’ta yaşanan sosyolojik kırılmanın yarattığı
IŞİD’in de Suriye’ye yayılması önlenecekti. Bugün gelinen
noktada İsrail Rusya ile işbirliğine mecbur edilmiştir. Bir
noktada bu durum hem bölge, hem de İsrail ve Türkiye için
çok daha iyi olmuştur. ABD’nin on binlerce kilometre öteden bölgede kalıcı bir istikrarlı düzen kurması yerine, Rusya
gibi güçlü bir bölge ülkesinin bunu sağlaması daha kolay
olacaktır. Çünkü Rusya; Güney Avrupa, Baltık, Kuzey Denizi, Kafkasya, Ortadoğu, Doğu Akdeniz, Hazar, İran ve
Orta Asya gibi çok geniş bir coğrafyada etkili siyasi, askerî
ve ekonomik mekanizmaları başarıyla kullanan bir ülkedir.
Unutmayalım, ABD’nin Kanada ve Meksika olmak üzere
sadece iki kara komşusu vardır. Rusya’nın onlarca. ABD ve
onun politikasını destekleyen Avrupa ülkeleri bölgede ger-
Yeni Ufuklar, sayı 31
MAKALE
çek ve kalıcı bir barış ortamı istiyorlarsa Rusya ile işbirliği
yapmaları şarttır. Rusya’nın, Finans-Kapital Sistemin emrinde hareket eden ABD’den en önemli farkı, komşularına
sömürge mantığı yerine karşılıklı çıkara dayanan bir strateji
ile yaklaşmasıdır. Rusya’nın Kafkasya’da, Gürcistan’da ve
Ukrayna’daki sert ve kararlı politikalarla yapmak istediği,
Finans Kapital Sistemin Rusya’yı sömürülebilir ve kontrol
edilebilir bir ülke haline getirilmesini önlemektir. Rusya,
2008’de Güney Osetya ve Abhazya’yı, 2014’de Kırım’ı ilhak
ederek küresel ekonomik sistemin Rusya’yı sömürü çarklarının içine çekmesinin ne kadar zor olacağını göstermiştir.
Rusya uzun zamandan beri farkında olduğu bu düzenin feci
sonuçlarını 2011’de Libya’da uçuşa yasak bölge uygulamasına çekimser oy verdikten sonra daha iyi anlamış, kararı veto
etmediğine pişman olmuştur.
ABD-Rusya Bölgede Yeni Bir
Düzen Kurabilirler mi?
Suriye-Ürdün-Lübnan-Irak’ı içine alan coğrafyadaki
istikrarlı ve sürdürülebilir yeni bir düzen ABD ile Rusya
arasında yapılacak bir anlaşma ile sağlanabilir. Her iki ülkenin birlikte taahhüt edecekleri (garanti verecekleri) ilk şey
mezhep ve etnik köken üzerinden yapılan ve yapılacak çatışmalara izin vermemeleri olmalıdır. Bu anlaşmada her iki
ülkenin kendi stratejik çıkarlarından ziyade bölge ülkelerinin kendi gerçeklerine göre şekillenecek adil bir paylaşımın
hedef alınması öngörülmelidir. Bölgede çeyrek asırdan bu
yana devam eden siyasi, ekonomik ve sosyolojik gerçekler
aşağıdaki çözümleri dikte etmektedir:
• Türkiye PKK sorunundan kurtulmalıdır.
• Irak Kürtlerinin bağımsız bir devlet kurmaları
sağlanmalıdır.
• Suriye’de eski düzene benzer merkezî hükümet
kontrolünde yeni bir sistem kurulmalıdır.
• Gazze, İsrail’e bağlı otonom bir bölge olmalıdır.
• Kabul edilebilir sınırlar dâhilinde bağımsız bir
Filistin devleti kurulmalıdır.
• Sözde bağımsız devlet statüsündeki Lübnan,
referandum ile kendisine bir manda devleti seçmelidir.
• KKTC, Türkiye ile bütünleşmeli, Güney Kıbrıs
AB üyeliğine devam veya Yunanistan ile bütünleşme
seçeneklerinden birine karar vermelidir.
Doğu Akdeniz’de Güvenlik Nasıl
Sağlanacak?
Denizdeki petrol ve doğal gaz platformları ve deniz
içinden veya dibinden geçen boru hatları güvenlik yönüyle
en hassas yapılardır. Bu bağlamda D. Akdeniz’in güvenliği tamamen deniz gücüne bağlı olacaktır. Güçlü bir deniz
kuvveti bölgedeki enerji üretimini kolayca durdurabilir.
Güvenliğin sorumluluğu öncelikle proje ortakları olan Rusya-İsrail ve Türkiye’de olacaktır. Alanın büyüklüğü, gerçek
zamana dayalı bir gözetleme sistemine, su altı ve su üstü
mayın mânialarına ve karada konuşlu roket sistemlerine
gereksinim olacağını göstermektedir. Osmanlı ve Venedik
döneminde Akdeniz ticaretinin merkezi olan Doğu Akdeniz yedi asır sonra yeniden enerjinin merkezi olarak öne
çıkmaktadır.
Enerji işbirliğinin bölgeye barış getirmesi dileği ile.
35
DENEME
Derviş Ağa
Kudret
ALTUN*
Komşuluk kavramı
bugün saflığını kaybetmeseydi kelimenin
içini boşaltmasaydık,
kardeşlik hukuku gibi
idi demek isterdim.
janjanlı kelimeler yoktu, insanlar gönüllerine geleni konuşur,
kızmaları lazım gelince kızarlar, kimse
söylenenin arkasında bir şey aramazdı.
Her birimiz akşam
olunca komşularımızın evinde kalır, kimse
kimseye emanette
kusur etmezdi.
*Erciyes Üniversitesi
36
Mahallenin büyükleri emmimiz dayımız, hanımları nenemiz, daha orta
yaşlı olanlar halamızdı. Vahidala’nın Hasanüsün Emmi ile Deveci’nin Memet
Emmi Hacivat Karagöz gibi önümüzde tarih konusunda yarışırdı. Ondan mıdır bilmem, hâlâ bir yerlerde Hacivat Karagöz gölgesi görsem, onlardan bir iz
arar dururum.
“Biz İzmir’den gâvuru kovarken sen çarığını bağlayamıyordun” derken
Hasanüsün Emmi, “Benim çarığımın biri iç denizde, öteki senin kafandaydı,
ben bir kere baş zabittim, okuması yazması olmayan birine neyi efem (fehim
kelimesinden geldiğini edebiyat okuyunca anladığım kelam ) edem ki” diyerek
Deveci’nin Memet Enişteye çıkışırdı. Hasanüsün Dayı buna çok bozulur, şu
yeni elifbayı bir anlatmadın yegenim der, bana sitemli gözlerle bakarken biz
gülüşürdük. O, bastonuna dayanır, bir komutan edasıyla Tuna Nehri marşını
(onun marşı) mırıldanarak uzaklaşırdı. Ben kendimi özel hissederdim, şöyle bir
diğer bebelere (!) bakar, rap rap yürüyüp giderdim. Koskoca zabite yeni elifbayı
öğretecektim bugüne bugün, akşamı iple ve odunla çekerdik. Karşılaşmanın
sonu, akşam nenelerin yanında bitecekti zira. Sonra mahalleyi arşınlayıp yapılacak işleri yapar, odunu, tezeği bucağa çeker, akşamı beklerdik. Bütün bunları
yaparken herkesin, hamımızın işiydi yapılanlar. Sizin ev, bizim ev, el hakika
nâ-mevcud olmalıydı ki en canlı hatıralarım mahallem olduğu halde en silik
hatıram odamdır. Mahallemiz gibi evlerimiz de ortaktı ve kapıları asla kilitlenmezdi.
Yeni Ufuklar, sayı 31
DENEME
eğer, “Haklısın, hakkın ödenmez” der,
final de bu şekilde biterdi. Seyircilerini göz ucuyla süzen emmim, bir
keyiflenir, cücüğüne kabaran hindi
gibi bağırarak, “Kurban olduğum bu
kızanlar için değil on iki, yigirmi
sene daha yaparım lan Memet, haydi
kavurga yapak.” diyerek, bizi tandıra
doğru kovalardı. Biz üstümüzü başımızı parçalar, libaslarımızı çıkarır,
oynamağa başlarken Memet Enişte
hepimizi paylar, “Kork aprılın beşinden, öküzü ayırır eşinden, uşaklar!” diye
bağırır, çıkardığımız yamalı hırkaları
tekrar giydirirdi. Öyle mesut idik ki
televizyon, face ya da internet melaneti mahallemize uğrasaydı, bütün
yalanlarından utanır, insanların muhabbetinden erir, makine olmaktan
çıkar, etekleri zil çalarak uçup giderdi.
Hikâyenin sonu ne olacak diye
sabırla atışmanın galibini beklemeye
koyulurken biz de maçımızı yapar,
küçücük mahallede Ali Sami Yen
Stadı’nın tadını alırdık. Ben ve kardeşim hep karıştırılırdı, bu bazen benim bozulmama sebep olsa da faydası
da çoktu hani. Mahalle takımımızın
adı Çağlayan Spor’du, öyle uydurma
bir takım falan değildik, hatta ileride
şehre gidip oynayanlar bile vakidir.
Akşam olur, efeler sigaralarını
tütün tablasından yalap yalap sararken
biz sedirlere dizilir finali seyretmeyi bekleşirdik. Bu arada “sokaktaydı
o laf ebeliği, burada ne arıyorsunuz
çocuklar” diyen olmazdı. Biz doğal
seyircilerdik. Leylâla ve Vahidâla birisi kayısı kurusu dağıtır, diğeri kuru
üzüm kıstırır avucumuza, arada bir de
fitne verip veriştirirlerdi. “Bir gülleyi
kaç gâvura savurdun?” dedirtir, bir de
göz kırpardı Leylâla. Doğrusu Deveci Memet, çok laf ustasıydı, arada bir
atasözlerini de sıkıştırınca işin içine,
hepimiz onun yanına geçer, ağzının
içine bakardık, askerlik anılarının
galibi belli oluyordu, bazen ben “helal
Memet Enişte” diye bağırır, Hasanüsün Emmiyi cûşa getirirdim.
Velakin, ne zamana dek ?
“Sen gaç yıl eskerlik (askerlik)
yaptın, söylen bakıym lan oğlum, ona
göre konuşak, bah ben söyleyem mi,
tamı tamına 12 sene, on iki sene sonra bu eksik eteğin kapısına gelince sen
kimsin diye beni kovduydu” diyerek
göz ucuyla Vahidâla’ya bakıverirdi eski
kurt. O bakışta neler neler söylerdi
gözleri. Muhabbet bu olmalıydı O
sert bakışların arkasındaki şefkat hâlâ
yüreğimi ısıtır. Deveci’nin Memet
Enişte bu söz üstüne lâl olur, başını
Ramazan davulcumuz Muttaliden
(Mustafa abi) bahsetmezsem beni
rüyamda davuluyla döver. Hâlâ öyle
davul çalan, o ahengi veren, deyişlerle,
manilerle sahuru güzelleştiren bir davulcu var mıdır? “Lörgüde lörgü, Fikret Börkü, kalk elliğe kalk” diye bağrışları hâlâ kulağımda. Rahmetli Sabiha
Annemin her gece kete verişi ayrı
bir güzellik. O ramazan sahurlarını
içimizde yaşatmasak, teravih zamanlarında bağırıp çağırarak namazlarını
bozdurmasak, bu kadar sever miydik
her yaratılanı… Mehmet Efendi-Gülanım Hala, “Ceviz oynamaya geldim
odana” türküsünün mucidi Mehmet
Efendinin kardeşi Adnan Türközlerin
evi, çocukluğumda ilk cenazesi yıkanan, gözümü kırpmadan seyredip bir
hafta korkuyla rüyamda gördüğüm
tek kişidir. Mehmet Efendinin ağzına pamuk tıkamışlardı, heyecanla ve
gizlice izlemiştik. O zamanın cenazesi
bile başkaydı. Bizi kaçışırken gören
Cessur Dayıyı da korkutmuştuk,
adı Cesur ama yürüyen her şeyden
korkar, diye bir söylenti vardı, biz de
her fırsatta önüne çıkar, Hasanüsün
Emminin bastonunu görünceye kadar
canına okurduk biçarenin.
Komşuluk kavramı bugün saflığını kaybetmeseydi, kelimenin içini
boşaltmasaydık, kardeşlik hukuku gibi
idi demek isterdim. Janjanlı kelimeler
yoktu, insanlar gönüllerine geleni konuşur, kızmaları lazım gelince kızarlar,
kimse söylenenin arkasında bir şey
37
aramazdı. Her birimiz akşam olunca
komşularımızın evinde kalır, kimse
kimseye emanette kusur etmezdi.
Mahallemiz Orta Anadolu’nun
tam ortasında küçük bir kasabadaki
“Derviş Ağa” namıyla meşhur olup
sakinleri, fakir Anadolu insanıydı. Bir
dervişin adı konmuştu besbelli ama o
dervişe, ağa namını vermek dervişin
vakarından olmalıydı. Şans eseri hâlâ
bu mahalle aynı isimle devam etmekte çok şükür.
Mahalle isimlerinin değişmesi,
hele Türkçe olmayan kelimelerle
değişmesi hepimizi geçmişimizden
koparıyor, tıpkı eski avlulu, cumbalı,
balkonlu, bahçeli ferah evlerin lüküs
apartımanlarla (!) değiştirilmesi gibi.
Bugün ülkemizde hangi torun dedesinin, atasının evini dünya gözüyle
görebiliyor, bu sıralar artık doğduğumuz evler de yıkılıyor, birkaç daire
karşılığında üzüm asmalı yuvalarımız,
ufuksuz, ruhsuz, havasız, sevgisiz
apartmanlara dönüşüveriyor. Adı da
kentsel dönüşüm, ben istiyor muyum
dönüşümü, geçmişimle barışığım ben.
İnsanın kendi doğduğu evi tanıyamaması feci bir şey olmalı. Hayallerimiz
ölüyor… Yahya Kemal’in Üsküp için
sevgisini, özlemini hatta ıstırabını
hatırlarım, belli ki Balkanların vatan
olmaktan çıkmasıyla yitirdiği güzide
şehrini, sokaklarında oynadığı mahallesini, cumbalı mektebini hep yad
etti, unutmadı ve en güzel İstanbul
38
şiirleri, bu hasretin neticesinde ortaya
çıktı. Üsküp yerine İstanbul’u koydu.
Üsküp ki Şar Dağı’nda devâmıydı
Bursa’nın.
Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz
kanın.
Üç şanlı harbin arş’a asılmış
silâhları
Parlardı yaşlı gözlere bayram sabahları.
Bizlerin böyle bir hasreti olmadı
çok şükür. Hasanüsün Emmilerin,
Memet Dedelerin kazandığı vatanı,
şükrederek daha da güzelleştirmek
dururken mirasyediler gibi hor, hakir
kullanmakla meşgulüz. Şükretmek
denince, o güzel günlerde, çocukluğumda hatırladığım şükretmek, hamd
etmek kelimelerinin, yaydığı şûleleri
an geldi gönlümde hissedemedim,
duyamadım. Şükür mutluluktu. Herkesin maddi sıkıntısı vardı, kimsenin
eli para görmezdi, lakin buğum buğum tandır ekmeği kokusu evimizden
yayılır, Camici (Bizim mahallede sağcı, solcu ve dahi başkaca cı yoktu, bir
meslek isimlerine eklenirdi bu ek, bir
de camiden çıkanlara) çıkarken onlara
dağıtılır, bu da çocukların eliyle olurdu. Vahidâla pişirdiği ekmekleri öğle
ve ikindi camisinden çıkan Camicilere
dağıttırır, sonra da bize ödül olarak
en kızarmışını verirdi. Bütün mahalle
şükrederdi, teşekkür ederdi. Dünyanın
en zengini bizdik şüphesiz. Katığımız
olmasa da her şey hakiki idi, Tandır
ekmeği, tadındaydı sevgiler, konuşmalar hatta sitemler bile… “Kurban
olduğumun Vahidâlası, bu ekmek değil
lokum” diyen doymazsa bağırır, bidaha
isterdi. O hiç üşenmez, aşağıya avluya
iner, Hasanüsün Emmi’nin, “ verme
sakın, bana kalmadı” diyen bakışlarına
aldırmadan “al gadasını aldığım, kurban olsun halan sana” derdi. Bugün
anlıyorum ki onlar Yesevi torunlarıydı; erkek kadın ayırımı yapılmaz,
kaçma göçme olmazdı, bütün mahalleli Çalab kuluydu. Her durumda
mutlak eşitti her insan. Elbette bizler
müstesna idik, değerli, ve özeldik.
Bir çocuğun yetişirken kendini bu
kadar değerli, bir o kadar da sorumlu
ve sosyal hissetmesi ne hoş duygudur.
Modern yalnızları oynadığımız bugün ise, yaptığımız şükürde bile riya
var, tövbede bile sahtelik var sanki.
Bu kadar refah, lüks içinde doymak
bilmeyen bir dünya, gönül darlığı
çeken insan oğlu…
“Bunca varlık içinde gitmez gönül
darlığı” diyen Yunusu sevdirmek elzem belki de.
Çok sürse ayrılık, aradan geçse
çok sene,
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin
gene. (Yahya Kemal)
Yeni Ufuklar, sayı 26
28
DİLMAKALE
/ EDEBİYAT
39
MAKALE
Küreselleşme ve İslam’ı Yeniden
Düşünmek...
Hasan
ONAT*
Küreselleşme, bir yandan
“dünya vatandaşlığı”
gibi bir anlamda vatan
bilincini kaybetmiş yeni bir
“göçebelik” ve “göçebe”
kültür üretirken, diğer
yandan da tarih bilincinin
yeniden doğmasına yol
açmaktadır. Özellikle,
Türkiye gibi, tarihiyle pek
barışık olmayan ülkelerde
tarih bilinci, kökleri
geçmişin derinliklerinde
yatan sorunların çözümü
için tekrar, kendiliğinden
devreye girmektedir.
*Prof. Dr. / Ankara Üniversitesi
40
a. Küreselleşme Üzerine
Küreselleşme, en basit şekliyle,
insanlar arası etkileşimin küresel bir
boyut kazanmasıdır. Belki de insanlık
tarihinde ilk defa, bütün insanlığı
küresel ölçekte böylesine etkilemek,
yönlendirmek, hatta biçimlendirmek
mümkün hale gelmiş bulunmaktadır.
Demokrasi, laiklik, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi değerler, tüm
insanlık için ortak hale gelmiştir.
Tüketim ve eğlence kültürü, bütün
insanlığı birden kucaklamaktadır. Terör bile küresel bir nitelik kazanmıştır.
Hayatın bütün alanlarında, küresel bir
etkileşim söz konusudur. Öyle ki, karşı çıkmak ya da taraf olmak, küreselleşmenin etki çemberine girmek veya
bundan çıkmak anlamına gelmemektedir; belki etkileşimdeki yoğunluk
ve bilinçlilik düzeyi farklılaşmaktadır.
Bu sebepten, küreselleşmeye taraf, ya
da karşı olmaktan ziyade, küreselleşmenin etkilerini ve sonuçlarını, bütün
insanlığın geleceğini de göz önüne
alarak tartışmakta fayda vardır. Belki
bir adım daha atarak, tüm insanlığın
yararına olacak, bir yeni “orta yol”
arayışından söz etmek de imkan dahilinde görünmektedir. Buna ihtiyaç
vardır; çünkü insanların üzerinde yaşayabilecekleri yeni bir dünya henüz
keşfedilmemiştir.
Küreselleşme, yer yer modernleşmenin yeni bir aşaması, yer yer
de Amerika eksenli yeni bir kültür
dalgasının dünyayı istila etmesi olarak
anlaşılabilir ve yorumlanabilir. Her iki
halde de, küreselleşmenin, güçlü bir
ekonomik ve kültürel yapıya sahip olmayan, demokrasiyi içselleştirememiş
kültürler için bir tehdit olarak algılanmasının kaçınılmaz olduğu açıkça görülebilmektedir. Küreselleşme önüne
çıkan her şeyi çepeçevre kuşatmakta,
hiçbir şey onun etkisinden uzak
kalamamaktadır. Bu arada, birtakım
bastırılmış yerel kültür öğeleri ve
değerlerin de yeniden dirilme fırsatı
buldukları gözden kaçmamaktadır.
Üst üste bindirilmiş süreçlerin
oluşturduğu küreselleşmenin, hızlı
sosyo-kültürel değişmenin beraberinde gelen yeni bir algı biçimi olduğu da
ortadadır. Değişimin hızı, değişimin
doğru anlaşılmasını engellemektedir.
Bu öylesine ilginç bir hal almıştır ki,
değişime direnenler farkında olmadan
değişmekte; bir müddet sonra, belki
de karşı çıkmak adına karşı oldukları
değerleri savunmaya başlamakta; tüm
varlıklarıyla değişime açık olduklarını
söyleyenler de değişim adına muhafazakar bir çizgiye sürüklenebilmektedirler. Bu durum, büyük ölçüde, küreselleşmenin kontrol edilemez boyutu
ile ilgili olmalıdır. Kontrol edilebilir
boyutta, yeni kültürler, yeni insanlar,
yeni toplumlar yaratma hedefi, her ne
pahasına olursa olsun gerçekleştirilmek istenmekte; direnme, bir şekilde
kırılmaya çalışılmaktadır. Ancak,
görünen o ki, bütün dünyayı etkileyen
Amerika eksenli bir küresel kültür
vardır ve severek, okşayarak, döverek, azarlayarak, bazen de öldürerek
kendisini kabul ettirmektedir. Mevcut
koşullarda küresel kültür, dünyanın
tek kutuplu olarak devam etmesini,
daha açık bir ifadeyle hayatın bütün
alanlarında Amerika’nın etkin olmasını sağlamaya yönelik bir işlev görmektedir. Bu doğrultuda, küreselleşmenin Amerika’nın ideolojisi haline
geldiğini söylemek bile mümkündür.
Tarih bize, resmi ideoloji haline gelen
anlayış biçimlerinin, bir şekilde kendi
kendilerini yok etmeye başladıklarını
göstermektedir.
Yeni bir uygarlık
ihtiyacı
Bize öyle geliyor ki, küreselleşme,
belki de Türkiye’de, ya da Türkiye
gibi yeni bir uygarlığın yeşermesi
için uygun olan yerlerde, yeni bir
uygarlığın mayalanmasına imkan
hazırlamaktadır. İnsanlığın yeni
bir uygarlığa ihtiyaç duyduğu, artık
gizlenemez hale gelmiştir. Uygarlıkların yaratılması, biraz da birleşik
Yeni Ufuklar, sayı 31
MAKALE
kaplar teorisini çağrıştırmaktadır.
Müslümanlar, yaratıcı yeteneklerinin
varlığını unutup, kendilerini tekrarlamaya başlayınca, özellikle Endülüs’te
gerçekleşen aşılanma, modern Batı
uygarlığının mayasını oluşturmuştur.
O zamanki Endülüs’ün yerinde bugün
Türkiye vardır. Batı uygarlığının
meydan okuması, en iyi Türkiye’de
hissedilmektedir. Bu meydan okumanın cevapsız kalacağı herhalde
düşünülemez. Küreselleşme, bize
tıkanan damarlarımızı açma, kendi
varlığımızın farkına varma ve kendimizi ifade etme imkanı sağlamaktadır. Bizim en büyük sorunumuz,
birey olduğumuzun bir türlü farkına
varmayı başaramayışımızdır. Sağlıklı
demokrasi kültürü üretemeyişimizin
de geleneğin pençesinde kıvranışımızın da yeterince özgür olamayışımızın
da temelinde birey bilinci eksikliği
yatmaktadır. İşte küreselleşmenin bize
sağlayacağı en büyük katkı burada ortaya çıkmaktadır. “...Kültürel küreselleşmenin değişik kesimleri arasında
hem elit hem de halk düzeyinde hem
gerilimler hem de yakınlaşmalar vardır. Hepsinin paylaştığı ortak bir tema
varsa o da bireyleşmedir; yükselen
küresel kültürün bütün kesimleri,
bireyin gelenek ve cemaat karşısındaki bağımsızlığını artırır. Bireyleşme,
kişilerin bu konudaki görüşlerinden
bağımsız olarak, davranışlarında ve
bilinçlerinde gözlenebilecek biçimde
ortaya çıkan toplumsal ve psikolojik
bir süreç olarak görülmelidir”
Küreselleşme, birey bilincinin
öne çıkmasının yanında, özellikle,
gelişmekte olan ülkelerde geleneğin
ve toplumun baskısını büyük ölçüde
hafifletmektedir. İnsanlar, bir yandan
kendi geleneklerini, kültürlerini ve
içinde yaşadıkları ortamları sorgulama imkanına sahip olabilmekte;
diğer yandan da, farklı kültürlerin,
geleneklerin ve ortamların farkına varabilmektedirler. Bu durum, evrensel
ve yerel kültür ve değerler açısından
çift yönlü bir etkileşim sürecinin
ortaya çıkmasına yol açmaktadır:
Küllenmiş yerel kültür ve değerlerin,
eski kültlerin su yüzüne çıkma fırsatı
bulması, tekrar dirilmesi; başta kültür
ve değerler olmak üzere evrensel
boyut taşımayan hemen her şeyin,
tarihin çöplüğüne doğru hareket
etmeye başlaması. Bir başka ifadeyle,
küreselleşme, yerel olan pek çok şeyin
önce önünü açıp, biraz dirilmesine
imkan sağlamakta; arkasından da onu
evrensel boyutlu anaforların içine
çekmektedir. Ayakta kalabilecek olan,
sadece evrensel boyut taşıyan ya da
evrensel nitelik kazanabilenlerdir.
Tarih, bilginin ve paranın, daima
özgür ortamları sevdiğini göstermektedir. Küreselleşme, hem bilginin hem
de paranın önündeki bütün engelleri
ortadan kaldırmıştır. Bu, bilginin de
paranın da dolaşım imkanının ve
etki gücünün tahmin edilebilenden
daha ileri düzeyde artması anlamına
gelmektedir. İşin ilginç yanı, bilgi de
para da biriktiği yere güç kazandırmaktadır. Bu gücü elinde bulunduranlar, onun bumerang gibi olduğunu
hiç düşünmeden, insanlığın geleceğini, kendi istedikleri doğrultuda
biçimlendirmeye kalkışmakta, kısmen
de başarılı olabilmektedirler. Ancak,
bilginin ve paranın, küreselleşme
ile birlikte mutlak kontrol alanının
dışına çıkması, farklı ve alternatif
cazibe alanlarının oluşmasının imkan
dahilinde olduğunu da ciddi olarak
düşündürmektedir.
Tarih bilinci
Küreselleşme, bir yandan “dünya
vatandaşlığı” gibi bir anlamda vatan
bilincini kaybetmiş yeni bir “göçebelik” ve “göçebe” kültür üretirken, diğer
yandan da tarih bilincinin yeniden
doğmasına yol açmaktadır. Özellikle,
Türkiye gibi, tarihiyle pek barışık
olmayan ülkelerde tarih bilinci,
kökleri geçmişin derinliklerinde yatan
sorunların çözümü için tekrar, kendiliğinden devreye girmektedir. Bu
durumun bize geçmişimizi yeniden
keşfetme ve doğru anlama-değerlendirme imkanı sağlayacağını düşünüyoruz. Çünkü, bizde hem tarihi yok
farz eden, geçmişe küfrederek tatmin
olan insan tipinin hem de geçmişi
kutsallaştıran insan tipinin var olduğu
görülmektedir. Oysa her iki halde de
geçmişin anlaşılma imkanı ortadan
kalkmış olmaktadır. Aslında, yok farz
etmekle kutsallaştırmak arasında fazla
bir farkın olduğu da pek söylenemez.
Öte yandan, küreselleşme,
sorunların da küresel ölçekte ortaya
çıkmasını ve algılanmasını beraberinde getirmektedir. Artık, dünyanın
bütününü ilgilendirmeyen, hiçbir
köşe, bucak kalmamıştır. Çevre
kirliliği, nükleer tehdit, az ya da çok
bütün dünyayı ilgilendirmektedir.
AIDS, SARS, SARILIK gibi hastalıklar, belirli toplumların, ya da yörelerin
değil, bütün insanlığın ortak sorunu
haline gelmiştir. Bugün, yaşanılabilecek başka bir dünyanın olmadığı,
bu dünyanın da çok küçük olduğu,
iyice anlaşılmış durumdadır. Öyleyse,
bu küçücük dünya üzerinde, insanca
yaşamayı öğrenmek için, kıyametin
kopmasını mı bekleyeceğiz. İnsanlığın
bugüne kadar üretmiş olduğu bütün
kültür ve uygarlıkların, bütün değerlerin tüm insanlığın barış ve mutluluk içinde yaşatılması için seferber
edilmesi çok mu zor?
b. Küreselleşme ve Din
İnsanlık zor, fırtınalı bir zaman
diliminden geçmektedir. “Dünyanın
böyle fırtınalı bir döneminde insanlığın sadece politik programlara ve
hareketlere ihtiyacı yoktur. Onun,
halkları, etnik ve ahlaki grupları ve
dinleri gezegenimiz dünyanın ortak
sorumluluğunun bilinciyle barış
içinde birlikte yaşatacak bir geniş
görüşe (vizyon) de ihtiyacı vardır.
Geniş bir görüş ise ümitleri, hedefleri,
idealleri ve değerleri gerektirir. Maalesef dünyanın her yerinde insanların
çoğu, bunları kaybetmiş durumdadırlar. Yine de şundan emin olabiliriz:
Dinler, istismar edilmelerine ve tarih
içinde zaman zaman görülmüş başarısızlıklarına rağmen, ümitleri, hedefleri, idealleri ve değerleri canlı tutacak,
kuracak ve yaşatacak sorumluluğu içlerinde taşımaktadırlar...” . İnsanlığın
barış içinde yaşayabilmesi, barışın kalıcı olabilmesi, demokrasinin evrensel
bir ahlak anlayışının kılavuzluğunda
gelişmesine bağlıdır. Hans Küng ve
Karl Josef Kuschel’in kaleme aldıkları,
farklı dinlere mensup pek çok insan
tarafından imzalanan “Dünya Ahlakı
Hakkında Açıklama”da yer alan şu
tespitleri dikkat çekicidir:
“Kişisel tecrübelerden ve gezegenimizin sıkıntılarla dolu tarihinden
öğrenmiş bulunuyoruz ki;
*Sadece kanunlar, düzenlemeler ve
gelenekler yolu ile daha iyi bir dünya
düzeni oluşturulamamıştır; zorlama
ile de oluşturulamayacaktır;
*Barışın, adaletin ve yeryüzünün korunmasının başarılabilmesi,
insanların, adaletin sağlanmasında
41
MAKALE
hemfikir ve işbirliği içinde olmalarına
bağlıdır;
*Adaletin ve hürriyetin gerçekleşmesine katkı, bir sorumluluk ve görev
bilincini gerektirir ve bunun için de
insanların hem kafalarına hem kalplerine hitap edilmelidir;
*Ahlâkî davranış olmaksızın
hukukun devamını sağlayacak bir
dayanak söz konusu olamaz ve bunun
içindir ki, bir dünya ahlâkı olmadan
yeni bir dünya düzeni olmayacaktır”
İşin gerçeği, küreselleşme, insanlığı bir “Dünya Ahlâkı” arama noktasına getirmiştir. “Dünya ahlâkı ile
anlatılmak istenen şey, yeni bir dünya
ideolojisi değildir; mevcut dinlerin
ötesinde yeni ve birleşik bir dünya
dini de değildir. Dünya ahlâkından
kastımız, halihazırdaki bağlayıcı
değerler, değiştirilemez ölçütler ve
şahsi tutumlar alanında temel bir
uzlaşmadır. Ahlâkta bir temel muvafakat olmazsa kaos veya bir çeşit
diktatörlük, toplumları er ya da geç
tehdit edecektir ve insanlar ümitsizliğe düşeceklerdir” . İnsanlığın geleceği,
“doğruların”, “iyilerin”, “gerçeklerin”
hiç kimsenin veya hiçbir grubun ve
42
toplumun tekelinde olmadığının, olamayacağının anlaşılmasına bağlıdır.
Bu durum, kötülerin içinde iyi olmak
yerine, iyilerin içinde daha iyi olmak
şeklinde yeni bir düşünce kalıbının
etkin ve yaygın olmaya başlaması
anlamına gelecektir.
İnsanlığın geleceğinde barıştan,
güvenlikten, insanlıktan söz edilecekse, bilim ve teknolojiye bağlı
olarak artan gücün kontrol edilmesini
sağlayacak, tüm insanların insanca yaşayabilecekleri eşiğin altında
kalmayacakları şekilde zenginliğin
paylaşımını kolaylaştıracak ve açgözlülüğü dizginleyecek bir yüksek
evrensel değerler sistemine ihtiyaç
olduğu açıkça görülmektedir. Bu, ya
insanların benimsemeseler bile hayır
diyemeyecekleri, insanî boyutu, amaçları, yararları tartışma götürmeyecek
kadar açık seçik olan bir evrensel
ahlâkla sağlanabilir ya da örgütlenmiş
dinlerin küreselleşmenin gereklerine
göre yeniden yapılanarak, egemenlik
ve üstünlük yarışından çıkıp, sevgi,
barış ve hoşgörüde evrensel boyutu
ön plana çıkartmaları ile mümkün
olabilir. Ancak, her ikisinin de kolay
olmadığını belirtmekte fayda vardır.
Yüksek güven kültürüne olan
ihtiyaç, gücün kontrolü, çevre sorunlarının üstesinden gelinmesi, evrensel
ölçekte adaletin tesisi, dinin insanlığın
sonuna dek varlığını ve etkinliğini
sürdüreceğini göstermektedir. İnsanın
gelişmişlik düzeyi ve gücü arttıkça
dine olan ihtiyaç daha da artmaktadır. Toynbee’nin şu tespitleri dikkat
çekicidir: “Din bana, bilince sahip ve
sonuçta kaçınılmaz bir seçim yapma
gücü ve buna bağlı olarak seçim yapma gerekliliği olan bir varlığın yaşamı
için zorunluluk olarak görünüyor.
İnsanın gücü ne kadar büyürse dine
gereksinimi de o kadar artıyor. Eğer
bilimin uygulaması din tarafından
ilham ve idare edilmezse, bilim hırsa
göre uygulanacak ve hırsa o kadar
etkili hizmet edecektir ki yıkıcı olacaktır”. Küreselleşme, bir yandan dine
olan ihtiyacı artırırken, diğer yandan
da dinlerin öz ve yapı açısından kendilerini yenilemelerini, bir anlamda
zorunlu hale getirmektedir.
Küreselleşme, bilimsel anlayışın ve
bilimsel bilginin dünya ölçeğinde yaygınlaşmasını sağlayarak, dinin bilim-
Yeni Ufuklar, sayı 31
MAKALE
sel yöntemlerle araştırılmasının, hatta
anlaşılmasının kapılarını aralamıştır.
Bilimin sadece doğa bilimlerinden
ibaret olmadığı, dinle ilgili disiplinlerin insan bilimlerinin bir alt kümesi
olduğu yavaş yavaş bilim çevrelerinde
konuşulmaktadır. Dinin, en genel anlamda bilimin konusu yapılması, din
alanına yeni ufuklar açacaktır.
Küreselleşme, “dinler arası
diyalog” arayışlarını da hızlandırmıştır. Farklı dinlere mensup insanlar, insanlığın küresel çaptaki ortak
sorunlarına çözüm bulabilmenin
yolunun, “anlama”dan geçtiğini,
bunun da ancak diyalogla mümkün
olabileceğini anlamaya başlamışlardır. Ancak, “dinler arası diyalog”
çağrılarına ve bu doğrultuda yapılan
toplantılara rağmen, “misyonerlik”in,
bütün hızıyla devam ettiği de gözden
kaçmamaktadır. Küreselleşme, misyonerlik faaliyetlerine “küresel” bir
boyut kazandırmıştır. Bütün bunlara
rağmen, “insanoğlunun geleceğine
yönelik bugünkü tehdit, ancak birey
olarak insanlarda devrimsel bir ruh
değişikliği sağlanarak ortadan kaldırılabilir. Bu ruh değişikliğinin zor
yeni idealleri uygulamaya sokabilecek
irade gücünü ortaya koyabilmesi için
din tarafından ilham edilmiş olması
gerekir
İnsanoğlu, gelişen bilim ve teknoloji sayesinde, dünyayı, gerçek anlamda bir bütün olarak görme, kavrama
imkanına sahip olmuştur. Geleceğimizi tehdit eden sorunları ve bunların
çözüm yollarını da küresel ölçekte
algılamaya, değerlendirmeye başladık.
İletişim imkanlarının artması, farklı
kültür çevrelerine, farklı dillere, farklı
dinlere mensup insanların birbirlerini
anlamalarını kolaylaştırdı. Berlin Duvarı ile birlikte, insanların birbirlerini
tanımalarını, anlamalarını engelleyen
duvarlar da bir bir yıkılmaya başladı. Ancak, birey ve toplum planında
insanların birbirlerini anlamalarının
zannedildiği kadar kolay olmadığını
da açıkça görmeye başladık. Yıkılan
duvarlar, daha ziyade görülebilen,
ekonomik ömrünü doldurmuş olanlardı. Bunların yanında, görülemeyen, hissedilmeyen, fakat etkin olan,
insanın düşünce, tutum ve davranışlarını biçimlendiren duvarlar da vardır.
Bunların başında da, tarihte örülen,
kan, kin ve gözyaşı ile tahkim edilen,
gizli duvarlar; ya da Kur’an’ın “ataların
“İslâm’ı Yeniden
Düşünmek”, bir anlamda
insanlığın geleceğini
yeniden düşünmek
demektir. Türkiye, İslâm
anlayışında sağlıklı, tutarlı,
gerçekçi ve akılcı bir çizgi
yakalayabilirse, bu, yeni
bir zihniyet değişikliğini
beraberinde getirebilir.
dini” adı altında eleştirdiği düşünce
gelenekleri gelmektedir.
İslâm dini, ondört asrı aşkın bir
zamandan beri, insanların inanç, düşünce ve davranışları üzerinde etkin
olmaktadır. Küreselleşme, insanlığın
geleceği açısından, Müslümanların
da Müslüman olmayanların da İslâm
dini hakkındaki bilgilerini yeniden
gözden geçirmelerini, bir anlamda zorunlu hale getirmiştir. İslâm,
öncelikle, ondört asırdır insanların
temel paradigmalarının oluşmasında
etkin bir din olarak, bir bütün halinde
yeniden düşünülmeyi beklemektedir. İslâm’ı yeniden düşünmek, onu,
Hz. Muhammed’in ilk vahyi aldığı
zamanki tazeliği, sadeliği ve sıcaklığı
ile anlamaya ve yaşamaya çalışmak
demektir. Bir başka ifadeyle, İslâm’ın
evrenselliğinin gereklerini yerine
getirmek demektir.
İslâm, bizden önceki insanlar
tarafından, birikimleri ve yetenekleri
elverdiğince anlaşılmıştır. Daha önceki anlaşılma biçimleri, bize, İslâm’ı
daha iyi anlama konusunda yardımcı
olacaktır. İslâm, dinamik bir dindir; her zaman ve mekanda yeniden
anlaşılabilir ve yorumlanabilir. Hz.
Muhammed, sağlığında bir “model”
ortaya koymuştur. Bize düşen, Hz.
Muhammed’i örnek alarak, İslâm’ın
çağımıza uygun anlaşılma biçimini
ortaya koymaktır. Üzülerek belirtmek
gerekir ki, Müslümanlar, “Sanayi
Toplumu”na uygun bir din anlayışı
üretmekte başarılı olamamışlardır.
İnsanlık, bugün “Bilgi Toplumu”
aşamasındadır. Müslümanların geleceği, çağımıza uygun bir din anlayışı
üretmeye bağlıdır.
Müslümanların, laiklik, demokrasi, din-hukuk, din-siyaset ilişkisi
gibi alanlardaki mevcut sorunları,
daha çok din anlayışının “fukaha”ya
endeksli olmasından ve geleneğin
kutsallaştırılarak din gibi algılanmasından kaynaklanmaktadır. Bizden
önceki Müslümanların din anlayışlarını, ağırlıklı olarak “Fıkıhçılar” belirlemişlerdir. Bu durum, bir yandan
Müslümanların üretmiş oldukları
“hukuk”un “insan ürünü” olduğu
gerçeğinin göz ardı edilerek dinle özdeş hale getirilmesine yol açtığı gibi,
diğer yandan da “hukuk”un değişmez
kurallar bütünü halinde algılanmasına
sebep olmuş ve hukuk işlevsiz hale
gelmiştir. Müslümanlar tarafından
tarih içinde üretilmiş olan “hukuk”un
din olmadığının anlaşılması, Türkiye ölçeğinde dinsel sorunlarımızın
önemli bir kısmının gerçek anlamda
sorun olmadığının farkına varmamızı
sağlayacaktır. Çünkü, dini savunur
görünerek ya da dine küfrederek din
ticareti yapanların malzemeleri ellerinden alınmış olacaktır.
Bugün gelinen noktada İslâm’ın
yeniden anlaşılabilmesi için, öncelikle dine bakış açımızın değişmesi
gerekmektedir. Artık, İslâm’ı hayatın
bütün alanlarında “ontolojik” olarak
aramanın dönemi geçmiştir. İslâm’ın
selameti, insanları, insanlığın sonuna dek mutlu kılabilmesi, İslâm’ın
siyasîlerin elinde oyuncak olmaması, çarpık din anlayışının insanlara
dünyayı “Müslümanlık” adına zehir
etmemesi ve toplumu parçalamaması için, toplumsal hayatın akışında
etkin olan alanların, birbirlerinden
ayrılması ve birbirlerinin egemenlik
alanlarına tecavüz etmeden, hayatın
daha da sağlıklı ve güzel olması için
etkin olması gerekmektedir. Din, tıpkı
güneş gibi, yukarıda olmalı, ışıtmalı
ve ısıtmalıdır.
“İslâm’ı Yeniden Düşünmek”, bir
anlamda insanlığın geleceğini yeniden
düşünmek demektir. Türkiye, İslâm
anlayışında sağlıklı, tutarlı, gerçekçi
ve akılcı bir çizgi yakalayabilirse, bu,
yeni bir zihniyet değişikliğini beraberinde getirebilir. Köklü zihniyet değişiklikleri, yeni uygarlıklara aralanan
kapılardır. Türk milletinin köklü devlet geleneği ve uygarlık yaratmadaki
birikimi, Türkiye’nin, tüm insanlığın
muhtaç olduğu yeni bir uygarlığın
beşiği olmasını sağlayacak niteliktedir.
(Devamı gelecek sayıda)
43
EDEBİYAT
KARACAOĞLAN’IN TORUNU
MEHMET
ZEKİ AKDAĞ
Mehmet Zeki
Akdağ kimdir?
Anuş
GÖKCE*
Prof. Dr. Saim
Sakaoğlu, Akdağ için
“Şiiri yakalamıştı.”
der şairin “Yağmura
Duran Bulut” adlı şiir
kitabının ön sözünde.
“Benim sevmek
zorunda olduğum
şairler vardı. Güzel
şiiri yakalamıştı
çünkü onlar. Belki o
güzellikler bana göre
idi de başkalarına
göre değildi; olabilir.
Ben şiirin kurak
ikliminde “Yağmur’a
Duran Bulut”un
şairini sevmek
zorundaydım. O bize
soluk aldıracak şiirler
sunuyordu, o bizi
yeni ufuklara çekip
götürüyordu çünkü…”
*Gazeteci-Yazar
44
Torosların Yağız Ozan’ı, halkın gözü kulağı, milletinin derdiyle
dertlenen, sevinciyle kanatlanan bir
şairimiz ve gönül adamıdır Mehmet
Zeki Akdağ. O, 1940’ların, 50’lerin
kıtlık dönemini görmüş yoksul bir
ailenin yetiştirdiği, köyünün umut
ışığı bir aydın ve mütefekkirdir. Şiirleri sadece mahalli olmakla kalmamış,
kalemi, kalbi, vatan ve millet sevgisi
tüm milleti kucaklamıştır. Millî birlik
ve beraberliği, Türkçenin garipliğini,
dildeki yozlaşmayı kendine dert edinen Akdağ, bu dili geliştirmek için
tüm şairleri ve edipleri Türkçeyi en
iyi bir şekilde yazmaya davet eden
milletin şairidir. Aşk, sevgi, umut,
kahramanlık türünde de şiirler yazan
Mehmet Zeki Akdağ, bazen Yunus’ça
tozmuş, Mevlana’yla sema dönmüş,
Ziya Gökalp›a giderek onun harsından kendisine saraylar yapmış. Gönlü
bunlarla gezdiğinden beri,
“Ben ulu bir ırkım diye
Yok, dünyadan korkum diye
Türküm diye Türküm diye
Gezdiğimden beri şenim”1
diyen şair ve yazarımızdır.
Hayatı
Mehmet Zeki, 28 Haziran 1929
yılında Karaman’ın Sarıveliler İlçesi
Göktepe (Fariske) beldesinde doğdu.
1943’te Göktepe İlkokulunu, 1948’de
Veteriner Sağlık Teknisyeni Okulunu,
1960’ta Ordu dil Okulunu tamamladı.
1968’de emekli olduktan sonra basına
merhaba dedi. Milliyet, Akşam, Güneş, Yeni İstanbul, Son Posta, Hergün
1 Akdağ, M. Zeki, “Dalga Dalga bayrak Olmuş
sevincim”,Dar Saat, s,40, Hisar Yay, 1973/İST
ve Ortadoğu gazetelerinde muhabir,
haber müdürü, yazı işleri müdürü,
genel yayın müdürü olarak görev yaptı. Sürekli basın kartı sahibidir.
1945 yılından beri şiirle iştigal
eden Mehmet Zeki Akdağ’ın ilk şiiri,
1947’de Erciyes dergisinde yayınlandı.
Çınaraltı, Hisar, Türk Edebiyatı, Türk
Dili, Milli Kültür, Yeni Ufuklar, Türk
Yurdu, Türk Dünyası, Kültür Dünyası, Orkun, Ülkü, Doğu, Köye Doğru,
İvriz Kültür Dergisi, Yurt, Filiz, Çaba,
Çağrı, Tarla, Kızılelma, Türk Sanatı,
Petek, Dokuz Eylül ve Sarmaşık Kültür gibi çok sayıda dergide kalemiyle,
mısralarıyla yer aldı. 1977 yılı Gazetecilik Araştırma dalında “Yılın Gazetecisi” ödülüne layık görüldü.
Ayrıca 75. Yılında Cumhuriyet
Şiiri Güldestesi, Cumhuriyet Devri
Türk Şiiri, Türk Edebiyatı, Resimli
Türk Edebiyatı, Türk Kahramanlık
Şiirleri Antolojisi, Mevlana Şiirleri,
Yeni Şiirler, Hamasî Türk Şiirleri Antolojisi gibi edebiyat eserleri ve ders
kitaplarında geniş şekilde yer aldı.
Otuzu aşkın şiiri bestelendi ve
TRT repertuvarına girdi. Bu şiirlerden bazıları Zeki Müren, Ahmet
Özhan, Bilge Pakalınlar tarafından
seslendirildi.
Kültür Bakanlığına yaptığı 7500
kitaplık bir bağışla doğup büyüdüğü,
ilköğrenimini gördüğü köyünde adına
bir kütüphane açtırdı.
Türk Dünyası Yazarlar ve
Sanatkârlar Vakfı kurucu üyeliği,
İLESAM İstanbul temsilciliği yaptı.
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Gazeteciler Sendikası üyesidir. Edebiyat
dünyasında asrın Karacaoğlan’ı olarak
bilinir. Eserleri:
Kırk İkindi (1967), Dar Saat (1973),
Uzun Hava (1991), Yağmura Duran Bulut (1999), Önce Şiir Vardı
(1999), Boşa Çiğnemedim Yalan
Dünyayı (2003), Gecenin Gözleri
(2006).2
Edebî kişiliği
Akdağ şiir anlayışını tarif ederken
kendisinin Cumhuriyet Devri Millî
Edebiyat Akımı ve Hisar ekolünün
içinde gördüğünü söyler. Zaten hece
vezniyle yazdığı şiirlerinin büyük bir
bölü Hisar dergisinde yayımlanmış,
2 Haz: Ahmet Özdemir, Şiir İkindileri, C:2, s.45
v.d Hoca Ahmet Yesevi Vakfı Yay. 1999/İST
EDEBİYAT
Serbest tarzda
yazdığı ve dizler
arasında güçlü
bir ses ahenginin
sağlandığı “Dar Saat”
adlı şiirinde Akdağ’ın
duruşu millîdir.
1970’li yıllarda
Türkiye’nin içine
düştüğü iç savaş
döneminde halkın
sesi, kulağı olur.
Onların sıkıntılarını,
dertlerini dile getirir,
bozulan adalet
sisteminin tesisi için
uğraşır.
daha sonra yine Hisar Yayınevi tarafından kitap haline getirilmiştir. Hece
veznini başarıyla kullanan Akdağ,
serbest tarzda da şiirler yazmıştır. Fakat hece vezniyle yazılan şiirleri halk
tarafından daha çok tutulmuş, bazıları
bestelenmiş ve sanatçılar tarafından
sevilerek okunmuştur. Rüştü Erinç
şairin bazı şiirlerini bestelerken, Zeki
Müren de sevilen şiirlerini seslendirmiştir.
Edebiyat tarihçileri, Akdağ’ın
şiirlerine önem vermişler ve onun
durduğu yeri tarif etmişlerdir. Kabaklı
Türk Edebiyatı’nda, “Şekil ve muhtevası yeni, ama duyguları, nağmeleri
bilinenlere benzeyen türküler yazıyor.”
tespitinde bulunmuştur. Kabaklı,
Akdağ’ın şiirlerini modern türkü
olarak yorumluyor. Şairin bütün şiirlerine baktığımız zaman, genellikle
türkü tarzında olduğunu, hatta birçok
şiirinin başlığının Türkü adını taşıdığını görüyoruz.
Zeki Akdağ’ın şiirlerindeki temalara değinen Mehmet Nuri Yardım,
onu çok yönlü bir şair olarak kabul
ediyor: “Zira Akdağ sadece bir aşk,
sevgi şairi değildir. Yeri gelir en hamasi şiirleri yankılanır, bazen de mistik
duyguların yoğun olduğu mısralarla
yüz yüze gelebiliriz. Tabiat, insan sevgisi, din, Allah korkusu, vatan sevgisi,
Türkçeye bağlılık, Türk dilinin inceliklerini gözeterek güzel konuşmak ve
yazmak gerektiğine dair şiirler onun
ne kadar çok yönlü bir şair olduğunun
apaçık bir göstergesidir.3
21 Nisan 2015’te Fatih’teki Ali
Emiri Kültür Merkezinde Mehmet
Zeki Akdağ adına bir vefa gecesi
düzenlendi. Törende konuşan Abdurrahman Şen, Akdağ’ın edebî kişiliğini; “Ömrünü kültürümüze, şiirimize
ve sanatımıza adamış biri olarak
tanımlıyor.”4
Prof. Dr. Saim Sakaoğlu Akdağ
için, “Şiiri yakalamıştı.” der şairin
“Yağmura Duran Bulut” adlı şiir kitabının ön sözünde. “Benim sevmek
zorunda olduğum şairler vardı. Güzel
şiiri yakalamıştı çünkü onlar. Belki o
güzellikler bana göre idi de başkalarına göre değildi; olabilir. Ben şiirin
kurak ikliminde “Yağmur’a Duran
Bulut”un şairini sevmek zorundaydım. O bize soluk aldıracak şiirler
sunuyordu, o bizi yeni ufuklara çekip
götürüyordu çünkü…” 5
Türkü’nün Akdağ’ın hayatında
önemli bir yer işgal ettiğini söyleyen
Sadeddin Kaplan, her sanatçı gibi
onun da ahde vefa konusunda çok
duyarlı olduğunu, sanatçıya değerinin
ölmeden önce verilmesi gerektiğini
benimsediğini ifade etmektedir. 6
3 Yardım, M. Nuri, Günümüzün Karacaoğlan’ı
MEHMET ZEKİ AKDAĞ, s.17, Akıl Fikir Yay.,
Nisan 2015/İST
4sanatalemi.net
5 Yardım, a.g.e, s.66
6 Yardım, a.g.e,s.63
45
EDEBİYAT
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Kültür Müdürlüğü tarafından ESKADER’in katkılarıyla geçen yıl
düzenlenen “Günümüzün Karacaoğlan’ı Mehmet Zeki Akdağ’a Saygı Gecesi”ne katılan şair ve yazarlar, Akdağ’ın geleceğe kalacak
sanatkârlar arasında olduğunu belirterek, “Akdağ türkünün şiirini yazdı” dediler.
Akdağ şiirleriyle halkın
sesi, kulağı demiştik.
Doğup büyüdüğü
köyün düzgün bir yolu
yoktur. Her seçimde
yolunuzu yapacağız,
köye elektrik
getireceğiz diye söz
verirler. Ama ne yol
yapılır ne de elektrik
getirilir.
Akdağ’ın
Şiirlerinde vezin ve
şekil ve edebî sanat
Geleneğe bağlı olarak hece vezniyle dörtlükler halinde şiirlerini yazan Akdağ, bazen de serbest vezinde
şiirler yazmıştır. Serbest şiirlerinde
söz ahengini ve konu bütünlüğünü
muhafaza etmiştir. O, Torosların yetiştirdiği, coşkun akan bir ırmaktır ve
suyunu Türk milletinin hafıza denizine akıtmaktadır. Dörtlükler halinde
hece vezniyle yazdığı şiirlerinde mahlası yoktur. Şiirlerinde a-b-a-b, c-cc-b ve a-b-c-a tarzında sarmal kafiye
kullanmıştır.
Bahar ve Sen
46
“Haz yüklü dallarda gül ışık ışık
Gökte kucak kucak huzur döken
kim?
Düşüncem saçların kadar karışık
Sensiz çıldırtıyor beni bu mevsim
Haz yüklü dallarda gül ışık ışık”
Şiirlerinde yöresel konuşmaya da
yer veren Akdağ, geçmiş ile gelecek
arasına bir köprü vazifesini görerek
unutulmaya yüz tutmuş kelimelerin
canlı kalmasını sağlamıştır. “Ayrılık”
adlı şiirinde “alafladık” kelimesi, alevlendirmek, ateşi harlatmak anlamına
kullanılmaktadır. Dar Saat’te “epil
epil”, “kurşun çalımı” gibi ifadeler
onun edebiyat dağarcığımıza kazandırdığı kelime gruplarıdır. Şiirlerini
halkın anlayacağı dilde, sade bir
üslupla yazan Akdağ, edebî sanatları
pek kullanmamakla birlikte tecahü’l-i
arif, istifham, teşbih ve telmih sanatlarını bazı şiirlerinde kullandığını
Yeni Ufuklar, sayı 28
EDEBİYAT
toplumsal barış ve güven ortamı karşısında şair karamsar olmakla birlikte
yine de onlara gelecek aydınlık günlerin çok yakın olduğunu söylemektedir.
Biraz karamsar olmakla birlikte yine
de umudunu yitirmemektedir. Onun
yüreği, kalbi mutlu bir geleceği beklemektedir.
Dar Saat
Acı bir şarkı söyleniyor plakta
Akşam’ın gece karanlığına
Bir dul oturmuş yönünü geceye
Düşlerine esir, korkulu
Ağlamakta.
Baskının düşünden uyanmış yeşil
Savaş sonu hali… köşe bucakta
Ağaçlar gölgesini toplamış hırsından
Zamancasına ayakta.
Sevdiğimizi vurmuşlar
Hasret topraklarına dökülmüş kanı
Kimin vurduğunu herkes biliyor
Gene de bir suçlu aranmakta…
Çöl güneşi epil epil mutluluk
Bir yağmur başlayacakmış gibi sıcakta
Bütün peygamberler birleşti
Aminsiz dualar boşlukta
Meryem bekârlığınca umut
Çarmıha gerilmiş İsa
Kancık bir boşlukta sallanmakta.
Zamana kafa tutan kardeşlik ana
Kopan sevgileri ulamakta
Kutsal güneşimiz doğacak mutlak
Bir kurşun çalımı uzakta. 7
görmekteyiz.
Zeki Akdağ’ın
şiirlerinde tema
Zeki Akdağ’ın şiirlerinde çoğunlukla engin bir memleket sevgisi, millî şuurun oluşması, birlik
beraberlik, doğa, ayrılık, aşk, elem,
umut,karamsarlık vs. konularını işler.
Halkın içine düştüğü sıkıntı, fakirlik,
köylere hizmet götürülmemesi onun
şiirlerinin temelimi oluşturur. O
halkın şairidir ve halkının sıkıntıları
onun dertleridir.
Serbest tarzda yazdığı ve dizler
arasında güçlü bir ses ahenginin
sağlandığı “Dar Saat” adlı şiirinde
Akdağ’ın duruşu millîdir. 1970’li
yıllarda Türkiye’nin içine düştüğü iç
savaş döneminde halkın sesi, kulağı
olur. Onların sıkıntılarını, dertlerini
dile getirir, bozulan adalet sisteminin
tesisi için uğraşır. Halkın içine düştüğü korku, endişeli bekleyiş, bozulan
Akdağ şiirleriyle halkın sesi, kulağı demiştik. Doğup büyüdüğü köyün
düzgün bir yolu yoktur. Her seçimde
yolunuzu yapacağız, köye elektrik
getireceğiz diye söz verirler. Ama ne
yol yapılır ne de elektrik getirilir. Bu
durumu Zeki Akdağ şöyle eleştirir:
Dağ Köyünün Türküleri/III
Bayram gelmez köye her gün arefe
Yapın mezarımı yoldan tarafa
Her geçen jeep bir Fatiha sayılsın
Bir şey gelecekmiş inşallah bu güz
İnanırız inanmasak ölürüz
Şu tepe çukurda namaz kılsın.
Tam otuz yıl sonra hayrolmuş düşüm
Devran bu ya günü gelip ölmüşüm
Korna sesi duyuversem çıkarım.
Kendimize vuralım ilk sopayı
Deli çayı geçirtmeyen tepeyi
İzin verin tırnağımla yıkarım.8
Mehmet Zeki Akdağ’ın şiirlerinde millî birlik ve beraberlik vardır. O
7 Akdağ,a.g.e., s.7
8 Akdağ,a.g.e.,s.33
şiirlerinde toplumun bölük pörçük
oluşuna üzülür. Toplumunu bir arada
tutan değerlere saygı duyulmasını,
kin, öfke ve nefreti bırakıp birlik ve
beraberliğe yönelmesi gerektiğini
dizelerinde ilmek ilmek işler:
Oylar Gibi
Birbirini kovalayan
Aylar gibi hep ayrıyız
Birleşiyor görünsek de
Raylar gibi hep ayrıyız
Arınsın ruh beden beden
Yitik çağlara girmeden
Birbirini inkâr eden
Soylar gibi hep ayrıyız
Ermiş çağ dışında ermiş
Eskimiş yılları vermiş
Köprü yüzü görmemiş
Köyler gibi hep ayrıyız.
Ey can evimde oturan
Ateşlerde gül bitiren
Bozkırda aklın yitiren
Çaylar gibi hep ayrıyız.
Gocunduğum bir şey var ki
Dualara sinmiş korku
Güfteyi yitiren şarkı
Söyler gibi hep ayrıyız.9
Ayrılık
Bir ananın ikiziydik
Bizi bile ayırdılar
Duaya dönen dillerden
Sözü bile ayırdılar
Yaprağı yitirdi köken
Yetiş artık ulu hakan
Rahlenin dibine çöken
Dizi bile ayırdılar
Cümle kine sela verdik
Dönülmez bir yola verdik
Son umudu tele verdik
Sazı bile ayırdılar
Kurşunu inkârda fişek
Göze geldi bizim kuşak
Dilsiz mermere döndü uşak
Nazı bile ayırdılar
Büyü öksüz kuzum büyü
Ninniledik her türküyü
Alafladık yolsuz köyü
Közü bile ayırdılar.10
Ömrünü memleketine, Türk milletine ve kültürüne, Türk halkının
refah ve aydınlanmasına adamış ve bir
süredir rahatsız olan Mehmet Zeki
Akdağ’a sevgi ve saygılarımızı bu
sütunlardan gönderiyor ve kendisine
de acil şifalar diliyoruz.
9 Akdağ,a.g.e., s.9
10 Akdağ, antoloji.com
47
ARAŞTIRMA
Erzincan-Çayırlı. M. Aksoy arşivi.
Tarih Sosyoloji Bağlamında
Doğu Anadolu, Nahçıvan
ve Tebriz’de Saha
Araştırmaları
Mustafa
AKSOY*
Doç. Dr., Marmara Üniversitesi
*
48
Aşağıda ifade edilen bilgiler 30
Ağustos-7 Eylül 2016’da Erzincan,
Tercan, Erzurum, Tortum, Varto,
Nahçıvan, Tebriz’de yapmış olduğumuz saha araştırmalarından hareketle
kaleme alınmıştır.
Tarih ve sosyoloji âdeta tek yumurta ikizleri gibidir. Çünkü tarih,
tarihî olaylar ve olgular sosyal bir
yapı ile fiziki bir coğrafyada meydana
gelirler. Diğer yandan sosyolojinin
araştırma alanı ile konuları da tarihî
ve fiziki bir coğrafyada meydana gelir.
Bu bağlamda sosyolojiyi dikkate almadan tarih, tarihi dikkate almadan
da sosyoloji çalışmaları yapmak sağlıklı sonuçlar vermez.
Yazılı eserler elbette araştırmacılara sönmeli bilgiler verir. Ancak
bazı halde araştırmacılar için sadece
yazılı metinlere bağlı kalmak son dere
olumsuz sonuçların ortaya çıkmasına
neden olabilir. Bu nedenle araştırmacılar özellikle kültür araştırması
yapanlar ile uygulamalı sosyoloji
araştırmaları yapanların araştırma
alanlarını bizzat görmelerinde önemli
faydalar vardır. Mesela bizim araştırma konumuzla ilgili bazı çalışmalarda
Erzurum müzesinde üzerinde haç
işareti olan koç-koyun başlı mezar
taşlarının olduğu, Tortum’un bir beldesinde belediye binasının önünde 13
tane koç-koyun başlı mezar taşı olduğu, Erivan’daki Pir Hüseyin camisinde
bir adet koç başlı mezar taşı olduğu
yazılmaktadır. Ancak biz yapmış olduğumuz saha araştırmalarında bu
bilgilerin doğru olmadığını gördük.
Erzincan
İlk araştırma alanımız olan
Erzincan’da müze yetkilileriyle yapmış
olduğumuz söyleşide koç-koyun başlı
mezar taşlarının tarihî anlamlarından
haberdar olmadıklarını üzülerek gördük. Bu anlayışı bugüne kadar yapmış
olduğumuz çeşitli araştırmalarda
Yeni Ufuklar, sayı 31
ARAŞTIRMA
diğer müzelerde de gördük. Mesela
Kars müzesinde at başlı mezar taşlarından birinin üzerinde Ermenice
yazı olduğu için Ermeni, diğerinde ise
yazı olmadığı için Gürcü mezar taşı
yazıldığını bir başka araştırmamızdan
biliyoruz. Bu tip örneklerle hemen
her müzede karşılaştık. Oysa bu tip
mezar taşlarını sadece üzerindeki yazılara göre tasnif etmek mümkündün
değildir. Çünkü tarihî süreç içinde
devletler veya halklar farklı alfabeler
kullanmışlardır. Mesela Kıpçak Türkleri biz zamanlar Ermeni alfabesini,
Osmanlı Devleti ise Arap alfabesini
kullanmıştır.
Erzincan merkezinden sonra
Çayırlı ilçesinin bir köyünde iki adet
koç başlı mezar taşını görmek için
yola koyulduk. Uzun bir uğraşı ve
araştırmadan sonra koç başlı mezar
taşlarının olduğu köye vardık. Bu
köyde yaşayanlar Tunceli’nin Pülümür
ilçesinden buraya gelip yerleşmişler.
Zazaca konuşuyorlar. 92 yaşındaki bir
Alevi Dede, Pülümür’e Horasan’dan
geldiklerini ve Türk oldukları söyledi.
Ben de madem Türk olduğunuzu
söylüyorsunuz neden Zazaca konuşuyorsunuz diye sorduğumda, onu ben
bilemem, siz bilmelisiniz diye soruyu
bana yöneltti. Bu sorunun muhatapları, özellikle dilciler, diğer sosyal
bilimciler ve kamuoyunu oluşturanlar
olmalıdır. Dolaysıyla sorunun muhatlarının bu soruya cevap vermeleri
gerekiyor.
Bizim bilgilerimize göre bu mezar
taşlarının ilk örnekleri Rus arkeologlarının yapmış olduğu araştırmalarda
1722’de Altaylar’da bulunmuş ve onlar
ile Çin araştırmacılara göre bu tarz
mezar taşları Türklere mahsustur.
Çayırlı ilçesindeki köyden sonra
Tercan’daki Mama Hatun Türbesine
gittik. Buradaki mezarlıktaki mezar
taşları, Ayşe Bacı (Zile), Kırgızistan
ve Kazakistan’daki bazı mezar taşlarıyla birebir aynı olup adeta onların
Tercan’daki temsilcileridir.
Tercan’daki Mama Hatun
Türbesi’nden sonra Tercan’ın dağlık
bir köyüne gittim. Bu köy Sayın Başbakanımız Binali Yıldırım’ın kayın
babasının öğretmenlik yaptığı, rakımı
hayli yüksek olan Alevi-Bektaşi inancına sahip bir köy. Köy mezarlığında
hem tarihî hem de son döneme ait
mezar taşları var. Mezar taşları arasında koç-koyun başlı olanların yanı
sıra, günümüze ait mezar taşları da
var. Hatta mezar taşlarından biri Baş-
Tercan’da dağ köyündeki koç başlı mezar taşı. M. Aksoy arşivi.
Mama Hatun Türbesi, Tercan. M. Aksoy arşivi.
bakanımızın baldızının mezar taşıdır.
Söz konusu mezarlık önceleri son
dere bakımsız olduğundan çok sayıda
mezar taşı zarar görmüş. Fakat konu
bakanlığı zamanında Başbakanımıza
aktarılınca mezarlığın demir çitle koruma altına alınmasını sağlamış. Gönül ister ki sadece bu mezarlık değil,
tarihî öneme sahip diğer mezarlıklar
da koruma altına alınsın. Çünkü mezarlıklar bir milletin veya halkın tarihî
sayfalarının sergilendiği alanlardır.
Tercan’dan sonra yolumuz Erzurum üzerinden Varto’ya düştü.
da kaldım.
Araştırma yaptığımız Varto köylerinde hem koç-koyun başlı mezar
taşlarını hem de insan üsluplu yani
balbal tarzlı mezar taşlarını tespit
ettik.
Varto araştırması olur da rahmetli
Mehmet Şerif Fırat olmaz mı diyerek
onun köyüne gittim. Köyüne gitmemdeki amacım mezarını görüp dua
etmekti. Ancak köyde Mehmet Şerif
Fırat’ın ailesinden kimlerin olduğunu
sorduğumda kızının olduğu cevabını
Varto
Varto’da genel olarak Zazaca
konuşanlar Alevi, Kürtçe konuşanlar
Sünni olduğundan Zazaca aynı zamanda Aleviliği, Kürtçe ise Sünniliği
temsil ediyor. Mesela Varto’da gezerken bu köy Alevi mi diye sorduğumuzda, şoförümüz yok, onlar Kürt
–yani- Sünni diyordu. Bu görüşün
doğru olup olmadığını Varto merkezinde de araştırdığımda şoförümüzün
doğru söylediğini kabul etmek zorun-
Varto’da insan üsluplu mezar taşı. M. Aksoy arşivi.
49
DÜŞÜNCE
Varto’da Mehmet Şerif Fırat’ın
mezarı. M. Aksoy arşivi.
Varto’dan. M. Aksoy arşivi
Iğdır ve çevre
ilçelerinde koç-koyun
başlı mezar taşları
sıkça görülmektedir.
Yapılan çalışmalarda
genel olarak
Anadolu’daki bu
tip mezar taşları
Karakoyunlu
ve Akkoyunlu
bağlamında
değerlendirilmiştir.
50
aldığımda çok mutlu oldum ve doğrudan onun evine gittim.
Eve vardığımda, rahmetli M. Şerif
Fırat’ın kızı ile beraber torunları ve
yakın akrabalarıyla görüşme imkânım
oldu. Bu esnada torunlarından birinin hayli tedirgin olduğunu ve geliş
amacımı sık sık sorguladığını ve kendisinin çok rahat olduğunu, her türlü
soruyu sorabileceğimi söylediği halde,
tedirginliği yüzünden belli oluyordu.
Dedesinin kitabının özgün olduğunu,
fakat giriş kısmının doğru olmadığını
söyleyerek onları tartışmayacağını
çünkü devletin dahi o konuları artık
kabul ettiğini söyledi. Bu ifadeler
karşısında ben tarihî gerçeklere bakarım, siyasilerin görüşleri beni bağlamaz dedim. Arkadaş ise siyasilerin
görüşlerinin önemli olduğunu söylediği için konuyu tartışmaktan vaz
geçtim. Fakat Mehmet Şerif Fırat’ın
Türkiye’de önemli bir sözlü ve yerel
tarihçi olduğunu ifade ederek, onu ve
eserini hiç tanımayan Mimar Sinan
Güzel Sanatlar Üniversitesi, FenEdebiyat Fakültesi Genel Türk Tarihi
uzmanı arkadaşım Prof. Dr. Osman
Yorulmaz’ın “Geçmişten Günümüze
Kanglı Türkleri” (İstanbul 2012) adlı
eserinden hareketle şu bilgileri anlattım:
“Bilindiği gibi M. Şerif Fırat “Hormek” aşiretindendir.
Hormekler’in ataları ise Çin yıllıklarında “Gao-çı” (Kao-ch) olarak geçen
Kanglı Türkleri’dir. Kanglılar’ın nasıl
Hormek adını aldıkları, Türklerin
kadim vatanları olan Moğolistan’dan
Anadolu ve Suriye’ye kadar olan göçleri, kültürleri, yer adları hakkında
genel Türk tarihçisi Yorulmaz’ın on
yıl çalışarak hazırladığı, kitabında ayrıntılı bilgi vardır”. Bu ifadelerim karşısında Mehmet Şerif Fırat’ın torunu
heyecanla bu kitabı görmek istediğini
belirterek, söz konusu kitabı edinmek
istediğini ve bu konuda benden rica
bulundu.
Sohbetten sonra M. Şerif Fırat’ın
mezarına giderek dua ettim ve mezarlıkta bazı fotoğraflar çekerek, tekrar
kızının yanına dönüp ellerinden öperek köyden ayrılıp Varto’ya dönerek
Muş-Erzurum arasında çalışan bir
minibüs ile Erzurum’a göndüm.
Erzurum ve Iğdır
Erzurum’da ilk ziyaret yerim Erzurum müzesi oldu. Yazılı eserlerin
aksine Erzurum müzesinde göğsünde
haç olan koç-koyun mezar taşlarını
göremedim. Yetkililer hafta sonları da
müzede olması gerekirken, görevlerinde olmadıkları için gerekli bilgileri
alamadım.
Ertesi gün Tortum’un bir belde
belediyesinin önünde 13 adet koçkoyun başlı mezar taşının yazılı olduğunu okuduğum eserden hareketle
söz konusu beldeye gittim. Fakat
beldede bir tane koç başlı mezar taşını
gördüm, bir diğerinin ise kaybolduğunu öğrendim. Yani söz konusu belde
Tortum’un beldesinde koç başlı mezar taşı. M.
Aksoy arşivi.
Yeni Ufuklar, sayı 31
ARAŞTIRMA
Igdır’ın Melikli beldeside koç başlı mezar taşları. M. Aksoy arşivi.
Erzurum’da bir kilimden ayrıntı. M. Aksoy arşivi.
de 13 adet koç-koyun başlı mezar taşı
yoktu.
Doğal olarak Erzurum’dan sonra
yolumuz Iğdır’a düştü. Iğdır ve Kars
Türkistan’daki koç-koyun başlı mezar
taşlarının âdete giriş kapısı gibi. Ancak bu coğrafyadaki koç-koyun ve at
başlı mezar taşlarının kültür tarih ve
sosyoloji bağlamında değerlendirildiğini söylemek mümkün değil.
Iğdır ve çevre ilçelerinde koçkoyun başlı mezar taşları sıkça görülmektedir. Yapılan çalışmalarda
genel olarak Anadolu’daki bu tip
mezar taşları Karakoyunlu ve Akkoyunlu bağlamında değerlendirilmiştir. Belki bu görüşler doğrudur,
fakat Moğolistan’da Altaylar’da,
Kazakistan’da, Kırgızistan’da,
Türkmenistan’da koç-koyun başlı
mezar taşlarının olduğunu hesaba katarsak Karakoyunlu veya Akkoyunlu
bağlamındaki çalışmaların tartışılması
gerekiyor.
Nahçıvan ve Tebriz
Iğdır’dan hareketle önemli kültür
merkezlerimizden Nahçıvan’a geçtim.
Nahçıvan adeta Türkistan ile Anadolu
arasında bir köprü vazifesi görmektedir.
Hakasya ve Kazakistan’da yapılan
çalışmalara göre Nuh peygamberin
gemisinin söz konusu yerlerdeki bir
dağda durduğu kabul edilmektedir.
Aynı anlayış Nahçıvan’da karşımıza
farklı şekilde çıkmaktadır. Nahçıvan’daki insanlara göre Nuh peygamberin gemisi önce Ağrı dağında
durmuş, fakat bir süre sonra oradan
hareket ederek Nahçıvan’daki Haça
dağına gelerek burada kalmış. Bundan
dolayı olacak ki Nahçıvan’da Nuh
peygamberin temsilî mezarı var.
Nahçıvan şehrinin çeşitli yerlerinde koç-koyun mezar taşları olduğu
gibi Nahçıvan’daki Culfa ve Ordubad
gibi bazı önemli yerleşim yerlerinde
de bu mezar taşlarını görmek mümkündür. Özellikle Mümine Hatun
Türbesi ve çevresinde çok sayıda koçkoyun ve at başlı mezar taşı vardır.
Türkiye’deki koç-koyun başlı
mezar taşlarının en yoğun olduğu yer
Tunceli’dir. Fakat Nahçıvan’daki sadece Mümine Hatun Türbesi etrafınki
söz konusu mezar taşları Tunceli ve
ilçelerindeki koç-koyun başlı mezar
taşlarından çok daha fazladır.
Nahçıvan şehir merkeziden sonra
Culfa ve Ordubad’da da koç-koyun
mezar taşları ile damgalar hakkında
araştırmalar yaparak Culfa sınır kapısından Tebriz’e gittim.
Tebriz adeta bilinen kültür teorilerini yalanlamamaktadır veya o teorilerin yetersizliğini ortaya koymaktadır.
Bilindiği gibi Tebriz’de Türkler ve
Farslar beraber yaşamaktadır. Böyle
olmakla beraber Tebriz müzesinde ve
çevresindeki çok sayıdaki koç-koyun
ve at başlı mezar taşlarının hepsi
Türklere aittir. Dolayısıyla buradan
hareketle, kültür teorilerinde ifade
edilen etkileşim veya yayılma anlayışının geçerli olmadığını söylemek
gerekiyor. Bundan dolayı biz yeni bir
kültür teorisi ve anlayışı için “sosyal
DNA” yani “sosyal genetik teorisi”ni
“Tarihin Sesiz Dili Damgalar” adlı
eserimizde önermiştik.
Benim için Tebriz’in ayrı bir
önemi daha var. Koç başlı bir mezar
taşının üzerinde ok ve yay damgasını burada gördüm. Ayrı damga
Moğolistan’da ve Bosna’daki Bogomil
mezar taşında da vardır.
Ermenistan’ın Agrak gümrük
kapsından Ermenistan’a geçmek için
Tebriz’den tekrar Culfa’ya döndüm.
Oradan da İran’ın Nordooz gümrük
kapısına gittim.
Pasaportum yeşil olduğu için
Ermenistan’a girebilmem için normalde bir Ermenistan konsolosluğu
veya büyükelçiliğinden vize almam
gerekiyordu. Ben bunları yerine getirmemiştim ve Ermenistan’ı çok görmek istiyordum. Bu heyecanla Nordooz gümrüğüne geldiğimde İranlı
gümrük yetkilisi “Sizin pasaportunuz
özel, bu günü kadar bu pasaportla buradan geçen olmadı, boşuna gitmeyin
sizi de geri döndürürler” dedi. Ben ise
evet haklısınız, fakat şansımı denemek
istiyorum dedim.
Aksi halde Tahran’a gitmem ya
da buradan Azerbaycan’a, oradan
Gürcistan’a, oradan da Ermenistan
girmem gerekiyor. Fakat üniversitelerde öğretim yılı 19 Eylül’de başladığı
için o tarihte İstanbul’da olmalıydım.
Bu nedenle vaktim çok sınırlı olduğundan, şansımı denemek için İran
sınırdan geçerek Ermenistan gümrüğüne vardım. Burada vize alarak bir
ilk gerçekleşti, yani yeşil pasaportla
Agarak gümrük kapısından geçerek
Ermenistan’a girdim.
NOT: Bir sonraki sayıda Ermenistan ve Gürcistan araştırmalarını
okuyabilirsi
Nahçıvan’da bir torba. M. Aksoy arşivi.
Tebriz’de koç başlı mezar taşı. M. Aksoy arşivi.
51
DENEME
MAKALE
Yazı ve fotoğraflar:
H. Neşe KOÇAK
Asmalar sessiz sedasız
sararmaya başlamışlar
şimdiden. İri yaprakları
birer ikişer yere inmedeler
her gün. Mis gibi
kokularından, küçük
zarif mor çiçeklerinden
vazgeçmeye hazırlanıyor
öbek öbek lavantalar.
52
Bahçede
E
n güzel vakitlerinden birinde bahçedeyim. Güller, çiçekler, yapraklar ve
böcekler arasında.
Vakit en güzel vakit, mevsim sonbahar.
Bu küçük bahçede yüzlerce çeşit bitki, toprağa kavuştuğu günden bu yana
hızla büyüyerek birbirinin içinde hem-hal oldu. Her dal, her yaprak, her çiçek
birbirine ait olan bölümleri zapturapt etti. Kol-kanat gerdi.
Ne ki ben, en güzel vakitlerinden birinde, bu halinden zahir olan vahşiliği,
karışıklığı, dağınıklığı seviyorum. El değmemiş gibi, göz görmemiş gibi.
Emprestyonist bir ressamın akşam güneşinde, fırçasından dökülmüş bir gün
batımını hatırlatıyor bu hali. Belki Henri Matisse’in Le Jardin”i (bahçe). Belki
Claude Monet’in kendi bahçesini resmettiği tablolarından biri.
Hangi ressam boyamışsa dalları, çiçekleri, böcekleri, tuval üzerinde
resmedilmiş her bir nesneye, derinden şefkat ve merhamet besliyorum.
Her birinin rengârenk taç yapraklarına, allı pullu kanatlarına birer öpücük
kondurarak en içten sevgimi sunmak istiyorum.
Hafif bir akşam rüzgârı esiyor müstesna kokularını bana getiren ve biz
sadece görüntüden ibaret değiliz diyen.
Mesajı alıyorum...
Ve hanımeli, petunya, gül kokularını memnuniyetle ciğerlerime
dolduruyorum derin bir nefesle.
Yeni Ufuklar, sayı 31
DENEME
MAKALE
Büyük bir kuş kafesini andıran
beyaz demirden kameriyeyi telaşla
sarıp sarmalayan asma yaprakları anne
şefkatiyle koruklarını büyütüyor. İnce,
narin, koyu yeşil korukları.
Eski, paslı demir sandalyelere,
pervasızca uzanıp sarılmış mis kokulu
hanımelleri. Çözmeye kıyamıyorum.
İri yaban güvercinleri sürüyle
geçiyor bahçeden. Aklı karalı
teleklerinden birkaç yaz hatırası
bırakıyorlar; eğilip alıyorum. Kim
bilir belki bir teşekkürdür mermer
kurnadaki suya.
Solmuş alman papatyalarının
yanında kendiliğinden boy göstermiş
uzun, beyaz hatmiler. Susuz, ilgisiz
ama yine de çiçeklerle bezeli.
Minnetle bakıyorum kar beyazı
yüzlerine.
Yapraklarla dalların birbirine
karıştığı yerde koyu kırmızı yuvarlak
erikler gözüme ilişiyor. Onun
tam karşısında dalları üzerindeki
şeftalilerin yükünü taşıyamaz hale
gelmiş çelimsiz ve genç şeftali ağacı
var. Az ilerisinde küçük ekşi karadut
ağacı son birkaç lezzetli meyvesini
olgunlaştırmakla meşgul.
Asmalar sessiz sedasız sararmaya
başlamışlar şimdiden. İri yaprakları
birer ikişer yere inmedeler her gün.
Mis gibi kokularından, küçük zarif
mor çiçeklerinden vazgeçmeye
hazırlanıyor öbek öbek lavantalar.
Lavantaların akrabası lavantenler
ise açık yeşil bedenlerinde taşıdıkları
sarı çiçeklerini çoktan sarartıp
kurutmuşlar.
Duvar dibindeki eflatun
ve mahcup ortancalar zorlukla
görülebiliyor otların bürüdüğü
bahçede. Ortancaların hemen
üstünde, acemboruları var.
Turuncudan kırmızıya çalan huni
biçimli güzel çiçeklerini eski
taş duvarın üzerinden gururla
sarkıtmışlar.
Toprak saksılarda kendine ancak
yer bulan biberiyeler, kaktüsler,
pembe petunyalar ve mor sardunyalar,
merdivenin basamaklarına bir
anfitiyatrodaymış gibi dizilmişler.
Biraz hüzünlü, biraz mahcup, teşrinin
son sahnelerini seyretmekteler.
Çünkü artık mevsimin son
demleri.
“ Yalnız bu semti sevmek için
ömrümüz kısa,
Yazlar yavaşça bitmese, günler
kısalmasa” diyor üstad; heyhat!
Yazlar yavaşça bitiyor ve günler
kısalıyor. Güneş daha çabuk topluyor
üstümüzden elini eteğini.
İşte gün akşama dönmek üzere.
Yerlerde gezen gazellerin üzerinde
güneşin, feri sönmüş son ışıltıları
geziniyor bugünlük.
Akşam, Ahmet Haşim’in
şiirindeki akşamın gamını taşıyor
biraz, ama bahçe, o şiirdeki bir acem
bahçesi midir?
“Bir acem bahçesi bir seccade,
dolduran havzu ateşten bade,
Ne kadar gamlı bu akşam vakti,
bakışın benzemiyor mutade.”
Birazdan La Fontain’in haksızlık
ettiği, fedakâr anne cırcır böceklerinin
sesi duyulmaya başlar inceden inceye.
Ama az kaldı. Ne yazık ki yakında bir
kabuk kalacaklar, onlar da yakında sus
pus olacaklar her şey gibi.
Birazdan serin bir rüzgâr esmeye
başlayacak; hissediyorum.
Akşamın karanlığı sardıkça
ufku, içim ürperecek. Şimdiden yazı
özleyeceğim.
Ve üzüleceğim.
Bahçedekiler; bakışlarımdan
anlayacaklar hüznümü.
Birazdan; bir şal ve bir bardak
sıcak çay için içeri geçeceğim.
Birazdan; kış gelecek...
Biliyorum...
53
ENERJİ
Enerji Arz Güvenliği ve
Tehdit Altındaki
Ağırlık Merkezlerimiz
31 Mart 2015’te
saat 10:36 da tüm Türkiye çapında başlayan bu
kesinti saatler 12.36 olduğunda TEİAŞ’ın resmî
açıklamasında İstanbul ve Ankara’nın sadece %15’ine
elektrik verilebildiği şeklindeydi.
Dursun YILDIZ*
Sorunun oluşma
şekli elektrik iletiminin
“elektronik beyni”nin
yani komuta-kontrol
sisteminin bir sorun
ve/veya saldırı
ile karşı karşıya
olduğunu ortaya
koyuyor. Bu beynin,
iletim fonksiyonunu
düzenleyememesi
şeklinde bir sorunla
karşı karşıya geldiği
açık.
Su Politikaları Uzmanı, HPA Başkanı
*
54
Türkiye’nin tümünde 31 Mart
2015 saat 10.36 itibarıyla başlayan
elektrik kesintisi, ülkemizin elektrik
sisteminin arz güvenliği konusunda
hazırlık seviyesinin yeterli olmadığını
ortaya koyması açısından çok önemli
bir deneyim yaşattı.
Daha önceki toplu kesinti 2012
yılında 6 ilde gerçekleşmiş ve arz talep
dengesizliği nedeniyle oluştuğu açıklanmıştı. Bu, son dönemde yaşadığımız en yoğun elektrik kesintisiydi.
31 Mart 2015’te saat 10.36 da tüm
Türkiye çapında başlayan bu kesinti
saatler 12.36 olduğunda TEİAŞ’ın
resmî açıklamasında İstanbul ve
Ankara’nın sadece %15’ine elektrik
verilebildiği şeklindeydi. Kentlerdeki
yaşamı tüm sektörlerde etkileyen bu
kesinti Türkiye sanayisinin enerjisinin
%35’ini elektrik enerjisinden sağlaması nedeniyle bu sektörü de büyük
oranda etkiledi.
Elektrik Üretiminde
Değil İletimde Sıkıntı
Oldu…
Türkiye’nin elektrik üretiminin
yaklaşık %26’sı hidroelektrik sistemlerden, %44’ü doğalgaz santrallerinden, %25’i linyit santrallerinden,%3’ü
rüzgâr, %2’si de diğer santrallerden
üretiliyor. Bu santrallerin enerji
kaynağı temininde sorun olmadığı
biliniyor. Bu durum enerji kesintisi
sorununun enerji kaynağı sebepli üretim sorunu değil, üretilen elektriğin
iletilememesi sorunu olduğunu ortaya
koyuyor.
Bu yaklaşımımızı elektriğin saatler
içinde kentlere yeniden verilmeye
başlanması da doğruluyor. Ancak
hemen yeni bir soru gündeme geliyor.
Bu sorunun nedeni ne?
Bu sorunun nakil hatlarından kaynaklandığı yorumlarını doğru kabul
edebilmek şimdilik zor. Çünkü elektriğin iletim ve dağıtım sistemlerinde
elektrik iletimini toplu halde engelleyebilecek sorunun sadece iletim hatlarında oluşmayacağı biliniyor.
Sorunun oluşma şekli elektrik
iletiminin “elektronik beyni”nin yani
komuta-kontrol sisteminin bir sorun ve/veya saldırı ile karşı karşıya
olduğunu ortaya koyuyor. Bu beynin,
iletim fonksiyonunu düzenleyememesi şeklinde bir sorunla karşı karşıya
geldiği açık.
Bu durum, Türkiye’nin enerji arz
güvenliğinde sadece üretim güvenliğinin yeterli olmadığı, bunun yan ısıra
iletim ve dağıtım güvenliğinin de çok
önemli olduğunu ortaya koymuştur.
Elektrik iletimi ve dağıtımı için
kullanılan stratejik önemi haiz komuta-kontrol sisteminin siber/fiziki bir
saldırı ya da müdahaleye maruz kalmış olması kuvvetle muhtemel.
Yeni Yüzyılda
Sorunların Çözümü
20’nci yüzyılın son çeyreğinden
itibaren devletler veya devlet dışı
yapılar arasındaki sorunların çözüm
Yeni Ufuklar, sayı 31
28
ENERJİ
TARİH
şekli esaslı olarak değişmiş ve değişmeye devam etmektedir. O halde,
tehdidin doğası ve değişen yapısının
iyi anlaşılması gerekmektedir. Artık
sorunların çözümü için silahlı/ateşli
çatışma neredeyse son çare olarak
başvurulan ya da diğer harp vasıtalarını destekleyen bir yöntem olarak
kullanılmaktadır.
Rusya’nın Ukrayna’da yürüttüğü
harekâtı Rusya Genelkurmay Başkanı
ve Savunma Bakanı Birinci Yardımcısı Orgeneral Gerasimov “Hibrid
Harp” veya “Doğrusal Olmayan Harp”
kavramıyla açıklamaktadır. Bu harp
türünde savaş ve barış arasındaki sınırların giderek bulanıklaştığı ifade
edilmektedir. Sadece sınırların değil
aynı zamanda harp alanının da tüm
yerküreyi ve üzerinde yaşayan tüm
varlıkları kapsadığı ve bulanıklaştığı
bu dönemde devletler stratejik hedeflerinin ele geçirilmesinde sadece
askerî vasıtaları değil millî gücün diğer unsurlarını da yoğun olarak kullanmaktadırlar. Stratejik iletişim yöntemleriyle psikolojik harp/harekât ile
düşman kabul edilen devlet ve onun
halkının düşünme ve muhakeme
yeteneği topyekûn bulanıklaştırılmakta, karar verici makamlar üzerinde
yoğun etki sağlanmak istenmektedir.
Yeni harp dönemi askerî olmayan
kaynaklarla bütünleşik askerî gücün
kullanımı ile karakterize edilmektedir
ve hayatın tüm alanlarını içine almaktadır.
Ağırlık Merkezleri
Tehdit Altında,
Doğrusal Olmayan
Harp
Çatışmaların seviyesini tanımlayan düşük, orta ve yüksek yoğunluk
seviyeleri içerisinden düşük yoğunluk
tercih edilmektedir. Konvansiyonel
ve nükleer savaşı da kapsayan orta ve
yüksek yoğunluklu çatışmaların insani, siyasi ve ekonomik maliyetini karşılamak pek çok devlet için mümkün
olamamaktadır. Düşük yoğunluklu
çatışmada, siyasi, ekonomik ve psikolojik baskıdan istihbarat operasyonları
ve terörizme uzanan bir yelpazede
tüm araçlar kullanıma sokulmaktadır. Devletler veya ulus ötesi yapılar
isteklerini karşı tarafa kabul ettirmek
ve hedeflerine ulaşabilmek maksadıyla en az maliyetli ancak karşı tarafa
en fazla hasarı verecek yöntemlere
başvurmaktadırlar. Bu kısıtlar içinde
hedeflerini ele geçirmek için karşı
tarafın ağırlık merkezlerine saldırıda
bulunmaktadırlar. Ağırlık merkezi, bir
ülkenin veya bir teşkilin kapasitesini,
yeteneklerini, hayatta kalma becerisini aldığı özellikleridir. Etkisiz hale
getirilmesi durumunda karşı tarafın
dengesini bozacak, zayıflatacak, hayatta kalma olasılığını azaltacak fiziki
ve manevi tüm kaynak, kapasite ve
yetenekleri kapsar. Nedir bu ağırlık
merkezleri? Ağırlık merkezleri; bir
ulusun ordusu olabileceği gibi stratejik, ekonomik, politik varlıkları veya
değer atfettiği psikolojik etkisi büyük
unsurları da olabilir.
Stratejik unsurları içerisinde bilgi
ve karar destek sistemleri, elektrik
enerjisi üretim ve dağıtım sistemleri,
ticari/bankacılık sistemleri yer alır.
Ağırlık merkezine saldırı düşman olarak tanımlanan tarafın süratli ve geniş
kapsamlı olarak şekillendirilmesine
veya felç edilmesine olanak sağlar.
Ulusal ve devlet olarak yaşamsal tehdit anlamına gelen ağırlık merkezlerimize saldırıların, müdahalelerin ya da
benzer sonuçlar doğuracak arızaların
önüne geçmek için bu merkezlerimizin korunması, gerektiğinde savunulması ve eski fonksiyonuna hızla geri
dönebilmesine olanak sağlayan önlem
ve yeteneklere sahip olunması giderek
daha da önem kazanmaktadır.
55
FOTOĞRAF
Fotoğraf
tutkunlarının
gözünden
56
SON
USTALAR
Enver
MANÇO
Yeni Ufuklar, sayı 31
FOTOĞRAF
Kaybolmaya yüztutmuş mesleklerin izinde bir yolculuk
O
nlara kimi zaman izbe bir han odasında, kimi zaman Anadolu’nun ücra bir köşesinde denk gelirsiniz.
“Zanaatkâr” der, geçer çoğumuz. El becerisi, tecrübe ve
nesilden nesilen aktarılan birtakım kurallarla ekmeğini
kazanmadır bunun anlamı. Yalnız o mu? Elbette değil,
bir kültürün maddi unsurlarını onların hünerli ellerinden çıkan nesnelerle geleceğe taşırız aslında. Eyerden
çömleğe, sepetten süpürgeye aklınıza ne gelirse hep
o zanaatkârların el emeklerinin, alın terlerinin izi vardır
üzerinde. Keçecileri, bakırcıları, dökümcüleri artık aklınıza ne gelirse sayın sayabildiğiniz kadar. Elbette değişen
dünya ile birlikte onların da dünyaları değişiyor. Hoş
kimileri bu değişime dirense de, birer ikişer sahneden
çekiliyor emek ustaları.... Nasıl çekilmesinler ki, artık herşeyin fabrikasyon üretimi var. Bazı nesnelerin hayatımızda yeri bile yok artık... Anadolu da olmasa işler hepten
kesat. Ne eyerin, ne nalın, ne de mıhın hükmü kalmış...
Ömür yolculuğunun neredeyse sonuna gelmiş, elleri
nasırlı, gönülleri gökçe aydınlık, yüzleri güleç o isimsiz
kahramanlar en çok da belgeselcilerin, fotoğrafçıların
kapılarını çaldıkları kimselerdir. Çoğu zaman kapısı
çalındığında bir kenarda demlenen çaydan, sarma bir
sigaradan ikram ederek konuğu hoşnut etmenin telaşına
girerler. Aksileri mi, elbette var, olmaz mı? “Niye çekiyorsun, çekme istemem” diye kaş çatanından tutun, eline
gerçirdiği sopa ile sizi kapı dışarı edene kadar uğraşanı
bile vardır... Biraz direnir, zayıf yanlarını bulursanız aslında onların da yufka yürekli, sevecen insanlar olduklarını
çabucak anlarsınız...
Çok mu uzattık lafı, nedir? Dememiz o ki, bugün birçok
zanaatkâr kapısına birer ikişir kilit vurma, mesleği devam
ettirecek çırak bulamama hüznü ile karşı karşıya. Kimileri
nispeten şanslı, turistik yörelerde, kamu kurumlarının
da el uzatmasıyla işlerini sürdürebiliyorlar. Bulundukları
yerin önemli birer figürü, birer rengi olarak hayatlarını
idame ettiriyorlar. İşte onlardan birkaçını sizler için sayfalarımıza taşıdık. Fotoğraf ustaları Enver Manço, Oğuz
Arat, Deniz Senyeşil, Ali Başarır ve Bilal Akar’ın objektifinden ‘son ustalar’ı sizlerle tanıştıralım istedik. Keyifli
seyirler diliyoruz...
57
FOTOĞRAF
Bir ömrü sepet, küfe örerek tamamlayan usta kadar,
semer üreterek ekmeğini karşılayan amca da “Bizden sonra
bu işleri yürütecek pek az insan kalacak” diye serzenişte bulunuyor...
Deniz
SENYEŞİL
58
Yeni Ufuklar, sayı 31
FOTOĞRAF
Kasnak, elek, oklova, sini... Genç kuşağın isimlerinden bile bihaber oldukları bir
dönemin vazgeçilmez eşyalarır değil mi? Şimdilerde bir kısmı dekoratif malzeme
olarak kullanılmaktan başka bir şeye yaramıyor...
Oğuz
ARAT
59
FOTOĞRAF
Bıçaklarımız lazer ile bilenir olduğundan beri, basit el arabalarıyla sokak sokak dolaşıp hizmet sunan bilyecilerin de devri kapandı dense yeridir. Kalaycılık mı? O da ne
dediğinizi duyar gibiyiz. Eskiden bakır kap kacak için onların yolu gözlenirdi.
Ali
BAŞARIR
60
Yeni Ufuklar, sayı 31
FOTOĞRAF
“Yorgancılar, keçeciler, kepenekçilerden ne haber?” derseniz, onların da pazardaki
payları sadece sembolik. İşinin erbabı, yaşı kemale ermiş amcalar ne kadar kararlı
olsa da, bu meslekler de tarih olma tehlikesiyle yüz yüze...
Bilal
AKAR
61
YAYIN
Kuzeydeki Yavru Vatan
Okuyucu ile
KIRIM buluştu
Bayram
AKCAN
Gazeteci-yazar Kemal Çapraz’ın
Kuzeydeki Yavru Vatan KIRIM eseri
okuyucusuyla buluştu.
Geçirdiği trafik kazasında 44
yaşında hayatını kaybeden Kemal
Çapraz’ın ardından gazeteci dostu
Bayram Akcan tarafından hazırlanan
“Kuzeydeki Yavru Vatan KIRIM” KOCAV yayınlarından kitapseverlerle
buluşturdu.
256 sayfa olan eserde Çapraz’ın
Kırım’a yaptığı seyahatler sonrası
hazırladığı yazı dizileri ve röportajlar
yer alıyor. Kitapta Çapraz’ın “Kırım
Tatar Türklerinde Basın” isimli yüksek
lisans tezi bulunuyor. İlk kez yayınlanan resim ve belgelerin olduğu kitabın arka kapağında ise Kırım Türklerinin lideri Mustafa Cemiloğlu’nun
rahmetli Çapraz için yazdığı harikulade yazı dikkati çekiyor.
Hayattayken “Sürgünde Yeşeren
Vatan KIRIM” isimli kitabını çıkartan
Kemal Çapraz’ın vefatının ardından
gazeteci dostu Bayram Akcan 417
sayfalık “Kemal Çapraz’ın Kaleminden TÜRK DÜNYASI” isimli kitabı
Bilge Oğuz Yayınlarından çıkartmıştı.
Kemal Çapraz’ın Ufuk Ötesi ve
internethaber sitesinde tazeliğini koruyan yazı ve makalelerinden oluşan
bir kitabın daha basım aşamasında
olduğunu öğrenildi.
Kırım, denilince akla
gelen birkaç isimden
biridir Kemal Çapraz.
Keza Kemal Çapraz adı
zikredilince de kanayan Cemiloğlu’ndan
yaramız, acı vatanımız tanıtım yazısı
“Rahmetli Kemal kardeşim bir
Kırım gelir hatırımıza… başkaydı.
O büyük Türk milletinin
sadık
evlâdı
Bazen canı pahasına,
Kemal Çapraz ile Kırım bazen ekmekidi.parasını
kaybetmek
hafızalarda aynileşmiş, pahasına Türk’ün yaşadığı her bölgeye kalemi ile uzanmış, ideallerinden
birbirini çağrıştırır asla taviz vermemiştir.
Cesur yürek Kemal Çapraz,
olmuştur. Türk’ün yaşadığı her yerde, kalemi
ile onların yanında oldu! Türklerin
yaşadığı haksızlıklara korkmadan,
çekinmeden kalemi ile destek verdi.
Onlarla ağladı, onlarla güldü. Bu kısa
sayılacak şerefli ömründe o kadar
çok işler yaptı ki, herhâlde, Türk
62
Dünyası’nda mürekkebi dökülmemiş
bölge kalmamıştır.
Kemal Çapraz kardeşim bir başka
idi, Kırım Türkleri için. Bir başka idi
Kırım, Kemal Çapraz için.”
(Mustafa CEMİLOĞLU)
Kırım denilince akla
gelen...
Kırım, Türk’ün yüreğinde onmaz
bir sancı, tarifsiz bir hüzündür. Kırım
denilince yaşanan işgaller, sürgünler,
katliamlar, acılar, gözyaşları gelir
akıllara. Kırım demek hasret demek,
ayrılık demek, özlem demek, biçare
kalmış vatan toprağı ve o topraktan
yükselen feryat demektir… Öyle ya,
Kırım’dan gelirim gelirim
Adım da Sinan’dır hey yaman
Kılıcımın suyu yâr suyu
Kandır da dumandır hey yaman
sözleri hangi Türk’ün yüreğine
od düşürmez, hangi vatan evladını
efkârlandırmaz ki?
Rusya’nın Kırım’ı işgali gösterdi ki,
Kırım sadece Türkiye için değil, bütün Avrupa için önemli bir yerdir. Bu
işgalle birlikte, Kırım’ın varlığını ve
önemini bilmeyenler, Kırım’ın varlığını ve önemini bir parça kavradılar.
Kırım, denilince akla gelen birkaç isimden biridir Kemal Çapraz.
Keza Kemal Çapraz adı zikredilince
de kanayan yaramız, acı vatanımız
Kırım gelir hatırımıza… Kemal Çapraz ile Kırım hafızalarda aynileşmiş,
birbirini çağrıştırır olmuştur. Hâlbuki
Kemal Çapraz aslen Kırımlı değildir
ama onun Kırım için yaptığı emsalsiz
çalışmalar, birçok insanda böylesine
güzel bir düşüncenin oluşmasına
sebep olmuştur.
Türk Dünyası aşığı Kemal Çapraz,
Kırım Türklüğüne karşı her zaman
ayrı bir ilgi göstermiştir. Bunun en
büyük nedeni Kırım’ın yıllarca unutulmuş olması, yüzyıllardır verdiği
hayat-memat kavgasında bir başına
kalması, yetim bırakılmasıdır. İşte bu
nedenden ötürüdür ki; Çapraz, Kırım
için elinden geleni yapmış, bir Kırım
Yeni Ufuklar, sayı 31
YAYIN
Türk’ü gibi çalışarak Kırım Türklerinin
haklı dâvâsını başta Türkiye olmak
üzere dünyaya duyurmak için yazılar
yazmış, araştırmalar yapmıştır.
Kemal Çapraz, kendini Kırım’a
ve Kırım Türklüğünün çileli mücadelesine adamış ve bu sayede Kırım
dâvâsıyla özdeşleşmiş, Kırım’ın
bayrak şahsiyeti olmuştur. Aslında
“bayrak şahsiyet” tabirini rahmetli
Çapraz da Türk Dünyası’nın önde
gelen şahsiyetlerini anlatmak için
kullanmıştır. Aşağıdaki satırları her
ne kadar kendisi için yazmamış olsa
bile, bayrak şahsiyet tanımının Türk
Dünyası aşığı Çapraz içinde geçerli
olduğunu dost-düşman herkes kabul edecektir.
“…büyük önderlerin mücadeleleri dâvâlarıyla öylesine özdeşleşmiştir
ki, artık onlar ülkeleri ve idealleriyle
anılır olmuşlardır. Biz ülkesiyle ve
milletiyle özdeşleşen bu büyük önderlere bayrak şahsiyet diyoruz. Onlar ki, bayrak gibi her gittikleri yerde
ülkelerini temsil etmişler, onların
ismi söylendiğinde ülkeleri, ülkelerinin ismi söylendiğinde de onların
adı akla gelmektedir. Onlar bayrak
gibi lekesiz ve temizdir. Onlar zorluklar karşısında yılmamış, yıkılmamış,
gerektiğinde dünyanın en güçlü
devletleriyle bile tek başlarına mücadele etmişlerdir. Onlar hiç kimseden
makam ve mevki beklemeden yalnız
ve yalnız milletlerinin geleceği için
hayatlarını ortaya koymuşlardır. Kimse onlara önderlik sıfatını vermemiş,
onlar bu sıfatı hayatlarının her saniyesinde yaşayarak kazanmışlardır.”
Kemal Çapraz’ın Kırım tarihinde
müstesna bir yere sahip olmasının
bir diğer nedeni ise; Kırım’a giden
ve orada efsanevi lider Mustafa
Cemiloğlu ile röportaj yapan ilk
Türk gazetecisi olmasıdır. 10 Mayıs
1989’da Türk millî futbol takımı ile
SSCB arasında oynanan Dünya Kupası grup eleme maçını takip etmek
bahanesiyle Kırım’a giden Çapraz,
burada Kırım Türklerinin efsane lideri
Mustafa Cemiloğlu ile bir araba içinde gizlice buluşarak Türk gazetecilik
tarihine geçecek olan röportajı gerçekleştirdi. Bu röportaj başta Türkiye
olmak üzere dünyada geniş bir yankı
buldu.
Kemal Çapraz, “Kırım Türk Basını
ve İsmail Gaspıralı” konulu yüksek
lisans tezi ile birlikte “Sürgünde Yeşeren Vatan Kırım” isimli eseriyle Kırım
Türklüğünün tarihî hafızasının oluş-
masında da çok büyük pay sahibi
olmuştur. Çapraz, katıldığı toplantılarda Kırım’ın tarihî, siyasî ve kültürel
önemini Türk kamuoyuna aktararak,
Kırım Türklüğü’nün mücadelesinin
zihinlerde canlı kalmasına vesile
olmuştur. Kırım’a yaptığı seyahatlerdeki gözlemlerini çektiği resimler
eşliğinde paylaşan Çapraz, Anadolu
insanın hafızasında ve yüreğinin
derinliklerindeki Kırım hasretini ve
mücadelesini yeniden gün yüzüne
çıkarmıştır.
Mustafa Cemiloğlu’nun “Ömrümde ilk kez soru soran bir gazetecinin
ağladığına şahit oldum.” demesi
Çapraz’ın ne denli Kırım sevdalısı
olduğunun ve Kırım Türklüğünün
acısını iliklerinde hissettiğinin en
güzel misali olsa gerektir. Aylık yayınlanan Ufuk Ötesi gazetesini türlü
imkânsızlıklara rağmen tam 78 sayı
çıkartmayı başaran Çapraz, gazetesinde Kırım’la ilgili haberlere de özellikle yer veriyordu. Türk Dünyası’nın
birçok yerine ulaştırmayı başardığı
Ufuk Ötesi, Kırımlı büyük dâvâ adamı
İsmail Gaspıralı’nın, “Dilde, Fikirde,
İşte Birlik” şiarıyla yayınladığı Tercüman gazetesinin tabiî mirasçısı
olmuştu. Dünyada Türk’ün yaşadığı
birçok ülkeye ve bölgeye ulaşıyor, bu
sayede Türk halkları arasında önemli
bir bağ oluşturuyordu.
Kemal Çapraz’ın sahibi olduğu
Ufuk Ötesi gazetesinin kuruluş
yıldönümü kutlamalarına Mustafa
Cemiloğlu’nun şeref konuğu olarak
2 kere katılması bile Çapraz’ın hayatında Kırım’ın, Kırım Türkleri arasında
Kemal Çapraz’ın nedenli önemli
olduğunun başka bir nişanesi olsa
gerek.
Kemal Çapraz ve Kırım’a dair anlatılacak o kadar şey vardır ki, inanın
bu bile başlı başlı başına ayrı bir kitap konusudur. Değerli dostlar, ömrü
Türk Dünyası’na hizmetle geçmiş bir
ahlak ve ülkü adamı Kemal Çapraz’ın
Türk Dünyası üzerine yaptığı çalışmaları, yazıları, röportajları derleyerek “Kemal Çapraz’ın Kaleminden
Türk Dünyası” ismiyle sizlerle buluşturmuştuk. Bunu yapmak hem millî,
hem insanî bir vazifemizdi. Şimdi de
Kemal Çapraz’ın Kırım ile ilgili yayınlanmamış çalışmalarını bir kitap haline getirerek, özellikle Türk kültürüne
ve Kırım basın tarihine eşsiz değerde
bir eser kazandırmanın haklı gururunu ve bahtiyarlığını yaşıyoruz.
Bu kitabı hazırlamamızda bizden
desteğini hiçbir zaman esirgemeyen,
rahmetli Kemal Çapraz’ın kadim
dostu ve dert ortağı, Ufuk Ötesi
gazete sinin görünmeyen abidesi
Gül Öztürk’e, Kemal Çapraz’ın rahle-i
tedrisinden geçmiş, değerli dostum
Av. Uğur Tarhan’a, Kemal Çapraz’ın
vefatından sonra ailesine desteğini esirgemeyen, çeşitli vesilelerle
Kırım’da onun adını yaşatan, onun
yaptığı çalışmaları unutmayan aziz
Kırım Türklerine sonsuz teşekkürlerimi arz ederim…
Büyük mutasavvıf Yunus Emre
ne diyordu; Ölen hayvanimiş, âşıklar
ölmez…
Ölüler eser üretemez, Türklüğün
kara sevdalısını Kemal Çapraz, hâlâ
eser ürettiğine göre, ölmemiştir.
Demek ki, sevgiyle, ülküyle yaşayan
Kemal Çaprazlar ölmezmiş…
Bu bayrak yere düşmez, ölmedikçe son Kemal !
63
SANAT
Türkiye’nin kültürel zenginliklerini yaptığı
belgesel filmlerle tüm dünyaya tanıtan
Prof. Dr. Sedat Cereci’nin son çalışması,
uluslararası festivallerde yoğun ilgi görüyor.
BİR BARIŞ FİLMİ
İNSANLARI İNSANLIĞA ÇAĞIRANLAR
Antakya’da var olan inançların insancıl iletileri ve bu iletiler üzerine kurulan
Antakya’daki barış ve medeniyet atmosferini konu edinen ve Şubat 2016’da
Prof. Dr. Sedat Cereci tarafından kurgusu tamamlanan “İnsanları İnsanlığa
Çağıranlar” adlı belgesel film, Avrupa, Asya, Afrika ve Amerika kıtalarında 10
festivalde gösterime hazırlanıyor.
Filmde, Antakya’nın çok unsurlu ancak tek vücutlu yapısını oluşturan parçalardan Ortodoks Cemaati temsilcici, Musevi Cemaati temsilcisi, Alevi Cemaati temsilcisi, Sünni Cemaati temsilcisinin ve Antakya sakinlerinin görkemli
betimlemelerle anlattıkları Antakya’nın medeniyet ortamında, birlik, saygı ve
barış içinde yaşama özlemlerini dile getirerek barış çağrısı yaptıkları öğrenildi.
Prof. Dr. Sedat
Cereci tarafından
kurgusu tamamlanan
“İnsanları İnsanlığa
Çağıranlar” adlı
belgesel film,
Avrupa, Asya,
Afrika ve Amerika
kıtalarında 10
festivalde gösterime
hazırlanıyor.
Mustafa Kemal Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sedat
Cereci tarafından yönetilen, yapımına 2015 yılının ilk günlerinde başlanan
ve 2016 yılının Şubat ayında tamamlanan belgesel filmin yapım sürecinde
Antakya’nın ve Anadolu’nun binlerce yıldır yaşayan halklarının Anadolu’daki
medeniyetin sahibi ve barışın en güzel örnekleriyle yaşandığı bir kent olduğunun ortaya çıktığı belirtildi. Mezopotamya’dan, Roma İmparatorluğu’ndan,
Bizans’tan, Selçuklu’dan, Osmanlı’dan büyük bir miras alan Antakya’nın en eski
halkları olan Yahudilerin, Süryanilerin, Ermenilerin, Arapların birlikte yaşam,
saygı ve paylaşımla Antakya’da yüksek bir medeniyet oluşturduğu, Antakya’nın
son yıllardaki tüm olumsuz gelişemelere rağmen hâlâ bu yüksek medeniyet
düzeyinde yaşadığı bildirildi.
Çekimleri Antakya Musevi Havrası, Antakya Ortodoks Kilisesi, Altınözü
Kilisesi, Samandağı Ziyareti, Vakıflı Köyü, Habib Neccar Camii gibi mekânlarda
yapılan belgesel filmin Musevilik, Katoliklik, Ortodoksluk, Protestanlık, Sünnilik, Alevilik gibi Antakya’daki tüm inançların insancıl iletilerini ve inançların
Antakya’da kurulan medeniyet ortamına katkılarını kapsayacağı öğrenildi.
Binlerce yıldır Antakya’da yaşayan Yahudilerin, Süryanilerin, Ermenilerin, Ortodoksların ve diğer sosyal grupların Roma İmparatorluğundan bu yana birbirlerine saygı duyarak ve yaşamı paylaşarak yaşadıkları ve büyük özverilerle
kurdukları medeniyeti 21. yüzyıla kadar taşıdıkları, filmde ortak yaşamın ve
barışın örneklerinin en çarpıcı örnekleriyle yer aldığı belirtildi.
İlk gösterimi Mart ayında Kocaeli’nde düzenlenen Uluslararası Barış
Sempozyumu’nda yapılan filmin, 2016 yılının son aylarında ve 2017 yılında
64
Yeni Ufuklar, sayı 31
MAKALE
SANAT
farklılıklar
zenginlik
kaynağı
olarak
görülmeli
Prof. Dr. Sedat Cereci, Türkiy
e’de hem
akademik çalışma yapıp hem
de uygulamalı
üretimleriyle tanınan ender aka
demisyenlerden...
Doktora çalışmasını belgesel film
üzerine
yapan Prof. Cereci, bugüne kad
ar çektiği 15
belgesel filmle 20’nin üzerinde
film festivaline
katılarak ödüller alan bir yön
etmen aynı zamanda.
Çoğunlukla tarih ve kültür belg
eselleri çeken akademisyen, filmlerinin
çoğunu 21 yıl
görev yaptığı Doğu Anadolu’d
a çekti ve Türkçe, İngilizce, Arapça, Kürtçe çek
tiği filmlerde
Doğu’yu bambaşka bir yüzüyl
e yansıttı.
Türkiye’nin binlerce yıldır çok
değişik
kültürlere ev sahipliği yapmış
, çok değişik
uygarlıklardan miras almış bir
ülke olduğunun altını çizen Prof. Cereci,
“Türkiye’de 40
civarında değişik dil konuşuluy
or. Bu gerçeği
bilim adamı veya belgeselci belg
elemeyecekse
kim belgeleyecek?” diyor.
Sahip olduğumuz kültürel zen
ginliklerin
İngiltere, Fransa, İspanya, Çekya, Romanya, Rusya, Hindistan, Singapur, Amerika Birleşik Devletleri ve Nijerya’da
düzenlenen film festivallerine gönderileceği öğrenildi.
değerini bilmek gerektiğine dik
kati çeken Prof.
Dr. Sedat Cereci görüşlerini şöy
le özetliyor:
“Bu kocaman varsıl dünyayı
göremiyorsak,
ya da görüp de görmezden geli
yorsak büyük
hata yapıyoruz demektir. Bun
ların hepsi görülmeli ve tanınmalı. Bütünlük,
birlik, barış
ve uygarlık ancak farklılıkları gör
mek ve tanımakla mümkündür.
Şu sıralar 22. kitap baskıda. Hep
iletişim
yazdım. 2 roman, 2 deneme kita
bım var. Onlarda da tema insan ilişkileri,
iletişim. İletişimin niteliğinden haber ve röp
ortaja, reklamcılıktan fotoğraf tekniğine hem
en her konuya
değindim. Belgesel Film, Televiz
yonda Program Yapımı, Mağaradan Ekrana
Görüntünün
Öyküsü, Medya Yapımları ve
Yapım Teknikleri, Film Yapımı son çıkanla
r. Televizyon
sosyolojisi baskıda. Kitaplar 30’u
n üzerinde
üniversitede ders kitabı olarak
okutuluyor.
Biz üniversitede okurken fazla
kaynak yoktu.
Yükseklisansta çok sıkıntı çektim
. Sonra iletişimin kitaplarını yazmaya başlad
ım.”
başka tarihî gerçekleri de filmleri aracılığıyla ortaya çıkardığı ve her filminde barışa vurgu yaptığı dile getirildi.
Filmin yapımında Prof. Dr. Sedat Cereci’nin yanı sıra
Yrd. Doç. Dr. Tülay Atay Avşar, Yrd. Doç Dr. Emel Koç, Özgür Koç, Mustafa Duyuler, Nurat Kara, Yusuf Sağlamoğlu,
Ömer Sağlamoğlu, Mehmet Açıkgöz, Gülay Günay, Mustafa Eniç, Fikret Doğruyol, Murat Acar ve yerel koodinatörlerin görev aldığı dile getirildi.
Önceki yıllarda Van’da yaşayan Azeri kökenli Küresinliler adlı topluluğun İran’dan Van’a göçleri; Kürt kültüründe
Nevruz kutlamaları, Van Türklerinin geleneksel yemeği
Tırşik, Mardin’de yaşayan Süryaniler’in Müslümanlarla
ilişkileri, Batman ve Siirt yöresinde yaşayan Kürtlerin geleneksel tarihleri gibi etnik konuları fimlerine konu edinen
Prof. Cereci’nin, tarihin kaydetmediği veya unutulmuş
65
EĞİTİM
Okulun ilk günleri...
Hilal İlknur
TUNÇELİ*
Bazen çocuğun
okula kolay alışmasına rağmen ebeveyn çocuğundan
ayrılmakta zorlanmakta ve bu durum
çocuklar için bir ikilem yaratmaktadır.
Bu nedenle çocuk
okula alıştıysa anne
ve baba okula geliş
gidişi abartmamalı,
çocukla vedalaşma
uzun tutulmamalıdır.
*Araş. Gör., Marmara Üniversitesi
66
Yaz bitti, mevsim sonbahara döndü… Eylül ayının gelmesiyle birlikte okullar başladı. Bu sene itibariyle okula ilk kez başlayan çocuklar ve onların aileleri
için zor bir süreç kapıda…
Çocukların aile ortamından, doğduğu günden itibaren güvenli çevre olarak bildiği ortamdan tanımadığı bilmediği ve onun için zorlu birçok süreci
içeren okula geçişi, bu geçiş sürecinde göstereceği uyum becerileri onlar için
çok önemlidir. Okulun ilk günlerinde çocuklar ebeveynlerin kucağından inmek istemeyebilir, ağlayabilir, sınıfta sessiz kalabilir, anne babasının ne zaman
geleceğini, okulun ne zaman biteceğini sorabilir, yemek yemeyerek agresif davranabilirler. Daha önce aile ortamından başka bir sosyal ortamda bulunmamış,
sosyal ilişkiler kurmamış çocuklar için aileden ayrılmak ayrı bir travma, yeni bir
ortama girmek ayrı bir travma olarak ortaya çıkacaktır. Bu ve benzeri sorunların
yaşanmaması için çocuğun okula gelmeden önce psikolojik olarak hazırlanması,
okul için heves duymasını sağlayacak yönde destekler sunulması önemlidir.
Okula uyum için...
Polat-Unutkan (2003), sosyal ve entelektüel olmak üzere iki tür hazırlığın
okula uyum için tamamlanması gerektiğini belirtmiştir. Sosyal hazırlık; çocukların evden ve tanıdıkları yetişkinlerden uzakta bir grupta bulunma, ailelerinin
dışındaki yetişkinlerin otoritesini kabul etme yönünde olumlu tecrübelerini,
yaşıtlarıyla ve ilk kez bir arada oldukları çocuklarla nitelikli zaman geçirmelerini içerir. Entelektüel hazırlık; çocukların okulda karşılaştıkları yaşıtları ve yetişkinlerin dilini anlayıp kullanabilmelerini, sınıf tartışmalarında ve faaliyetlerinde
öğretmen ve diğer çocuklar tarafından belirtilen fikirler ve konularla bağlantı
kurabilmelerini, kendi yeteneklerine güvenmelerini içerir.
Çocukların okula uyumlarını etkileyen belli faktörler vardır (Özgenek,
1992):
1. Anneye aşırı bağımlılık,
2. Özgüven eksikliği,
3. Çocuğun, okul kavramını yeterince öğrenememiş veya yanlış öğrenmiş
olması,
4. Ailenin, çocuğun okula başlamasını, çocukluktan yetişkinliğe doğru geçiş
olarak algılaması ve bunu çocuğa hissettirmesi,
5. Çocuğun okula ceza olarak gönderilmesi,
6. Ana-baba ve öğretmen arasındaki tutum farklılıkları,
7. Aile içerisindeki huzursuzluklar
8. Ailede yeni bir kardeşin doğması, bir yakının ölümü, hastalığı vb. sorunların olması.
Okula uyumda okul, öğretmen değişikliği, arkadaşlık ilişkilerindeki eksiklik
de ortak etmenler arasında yer almaktadır. Bu sonuçlardan da anlaşılacağı gibi
okula uyumu sağlıklı bir şekilde yaşamak için öğretmen aile iletişiminin güçlü
olması, öğretmenin aileyi hem çok iyi tanıması hem de aileye doğru bilgileri
vererek çocuğun hayatındaki bu kritik yaşı iyi değerlendirmeleri için rehberlik
etmesi gerekmektedir. Çocuğun okula uyum sağlaması sosyal becerilerini de
desteklemektedir. Uyum sağlamakta zorlanan çocuklar ise kendilerini ifade
edemedikleri ya da uygun sosyal davranışları sergileyemedikleri için akranları
tarafından dışlanmaları devamlılık gösterebilmektedir (Erten, 2012).
Okula başlarken uyum sağlamada sorun yaşayan çocukların yanı sıra bu
süreci çok sakince karşılayan neredeyse sıfır problemle okula uyum sağlayan
Yeni Ufuklar, sayı 31
EĞİTİM
çocuklarda vardır. Bu çocukların özellikleri incelendiğinde
ise daha dışa dönük sosyal çocuklar olduğu, aileden başka
kişilerle de kolayca iletişim kurabildikleri, sosyal anlamda
daha güçlü çocuklar oldukları görülmektedir.
Yapılması gerekenler
Çocuğun okula başlarken uyum sorunu yaşamaması
için ailelerin dikkat etmesi gereken belli noktalar vardır:
1. Çocuk okula başlamadan önce ve gerekirse sonrasında kafasındaki sorular ve endişeleri hakkında onu
rahatlatacak ve doğru bilgiler verilerek çocuğun süreç hakkında bilgi sahibi olması sağlanmalıdır. “Okul yeni bilgiler
öğrenebileceğin çok güzel bir yer. Orada senin yaşında
arkadaşların olacak ve öğretmeniniz size yardımcı olacak”
denilebilir.
2. Çocuğun okulda kalacağı süre, onu kimin bırakacağı
ve kimin alacağı gibi konularda net bilgiler verilmelidir.
Pek çok çocuk, anne ve babasından ayrılacağı endişesini
duyar. Onların kendisini bırakıp geri gelmeyeceklerini
düşünür. Çocuğa okulda güvende olduğu, çıkışta almaya
gelineceği, okulda sürekli kalmayacağı açıklanmalıdır.
3. Ebeveynlerin okula ilişkin kendi kaygılarını çocuğun
yanında konuşmamaları önemlidir. Ebeveynlerinin okula
ilişkin kaygılı olduğunu gören, hisseden çocuk daha çok
kaygı duyacaktır.
4. Çocuklar okula gitmek için ne kadar hevesli olurlarsa olsunlar yine de yeni bir ortama girecekleri için özellikle okulun ilk günü endişe duymaları normaldir. Çocuk
yaşadığı duyguları paylaştığında onu dinlemek gerekir.
Çocuğun duyguları küçümsenmemeli ve eleştirilmemelidir.
Yaşadığı endişenin normal olduğu, diğer çocukların da bu
konuda endişe duydukları söylenmelidir.
5. Bazen çocuğun okula kolay alışmasına rağmen ebeveyn çocuğundan ayrılmakta zorlanmakta ve bu durum
çocuklar için bir ikilem yaratmaktadır. Bu nedenle çocuk
okula alıştıysa anne ve baba okula geliş gidişi abartmamalı,
çocukla vedalaşma uzun tutulmamalıdır.
6. Çocukları asla okulla ya da öğretmenle korkutmamak gerekmektedir. Aynı zamanda çocuğun yanlış yorumlayabileceği şakalar, takılmalar olmamalıdır. “Okula gidince
sen görürsün gününü” ya da “Seni öğretmenine şikâyet
edeceğim” gibi sözler sonraki zamanlarda çocuğu okuldan
soğutabilir.
7. Bazı çocuklar ilk hafta ya da ilk ay sorunsuz okula
giderken beklenmeyen bir zamanda “Okula gitmek istemiyorum” diyebilir. Bu durumda öncelikle çocuğun okula
gitmek istememe nedeni öğrenilmelidir. Arkadaşlarıyla anlaşamaması, anneden ayrılamaması gibi nedenler öncelikle
sınıf öğretmeniyle işbirliği içerisine girilerek çözülmeye
çalışılmalıdır.
8. Anne-baba, çocuğun yaş gelişim özelliklerini bilmelidir. Bazı etkinliklerden çabuk sıkılabilecekleri, oyun
istekleri, yeme içme ve tuvalet ihtiyaçlarını gidermede
sorunlar yaşayabilecekleri unutulmamalıdır.
9. Çocuk sınıfına girmek istemiyorsa asla zorlayarak
bırakılıp kaçılmamalıdır. Anne ve baba kararlılığını korumalı, okula gitmenin görevi olduğunu çocuğa hatırlatmalıdır. Sınıfa girmek istemiyorsa yavaş yavaş alıştırma yöntemi denenmelidir. Bu yöntemde ilk birkaç gün teneffüslerde
anne-baba rahatlıkla bulabileceği bir yerde beklemeli,
sonra aradaki mesafe gün gün artırılmalıdır. Bu uzaklaşma
süresi her çocuk için değişebilir.
10. Ailenin çocuğu okula götürmek için verdiği sözleri
tutması önemlidir. Çocuğu ikna etmek için olmayacak
sözler verilmemelidir.
67
MAKALE
KİTAP
Tarihsel Bunalım ve İnsan
(Ortega y Gasset)
S. Orhun
ALTIPARMAK
Her şey herkesin olursa hiç
bir şey hiç kimsenin olur
demeye getiriyor Gasset.
Mesela, halk için (tabii biz
biliyoruz ki oradaki kastı
“kitle”) “üretilmiş” bir sanat
sanat olamaz. Çünkü kitleler
üretmez, kovar.
19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın
başlarında yaşamış olan Ortega y Gasset tıpkı çağdaşları gibi içinde bulunmuş olduğu zaman diliminin ve coğrafyasının ıstıraplarını çekmiştir. Istırap
onun gibiler için yarı işkence yarı keyiftir. Çünkü her daim üretme/düşünme
kaygısı içerisindedir. Daha henüz tanıtmakta olduğumuz kitabının isminden
bile bu anlaşılabilir. “İnsan” kelimesine
yüklediği manayı her ne kadar bundan
önce tanıtmış olduğumuz İnsan ve
Herkes adlı eserinde söylemiş olsak
da bir kez daha söylemekte fayda var.
İnsan dediği “şey” gelmiş geçmiş tüm
insanlık kümesini içine alabilmesine
rağmen içeriği nadir insanlara nasip
oluyor. İnsan, orada ki “insan”dan kapabildiği kadarını emekleri ve yetenekleri
ölçüsünde gerçekleştirebiliyor.
68
Gelelim bu insan denilen “şey”in
yaşamış olduğu tarihsel bunalıma.
Tabii, Gasset tarih denilen şeyi tanımlama ile işe başlayıp bunalıma kadar
götürüyor meseleyi. En nihayetinde
asıl derdi ise “Kendini Arayan İnsan” a
karşı “Kendini Unutan İnsan”ı bulmak.
Yani, bazı bölümlerde de geçtiği gibi
konuşma esnasında kendisini ve salon
içerisindeki dinleyicileri iki farklı kümeye koyup hepimiz aynı yerdeyiz ama
farklı dünyaların insanlarıyız demeye
getiriyor. Biz kelimesini kullanmaktan
her ne kadar çekinse de bunu demek
zorunda olduğunu da biliyor. Yaşadığı
ıstıraplar buradan başlıyor ama bunun
da arka planında farklı meseleler var.
Tarihi çağlara ayırarak irdelemek
gerektiğine inanan Gasset, düşünsel
anlamda tarihi iki temel parçaya ayırıyor. İnsanın inanç ile hayatını idame
ettirdiği süreç ve Sokrates ile başlayan
aklın öne geçmeye başladığı süreç.
Yazar, artık ikinci sürecin sonuna gelindiği zaman diliminden sesleniyor
bize. Onu bu denli önemli kılan da bu
olsa gerek. İçinde bulunduğu koşulları
sezebilen nadir Batı aydınından bir tanesi. Biraz daha açmak gerekirse; inanç
ve güven ile kendisini Tanrıya odakla
idare eden insan, Sokrates ile başlayan
ama en çok da Galilei ve Descartes
etkileriyle başlayan akılcılık hareketine
yenilmiştir. Tabii bütün bu tartışmalar
Batı dünyası üzerinden gitmektedir.
Çünkü Gasset Batı ile Doğuyu ayırıp;
Doğuyu inanç meselesinde ısrarlı,
Batıyı ise akıl odaklı göstermektedir.
Bahsetmiş olduğu zaman dilimini
dikkate aldığımızda (1600’lü yıllardan
günümüze) söylediği şeylerin çok da
yanlış olmadığını düşünüyoruz.
“İnanç ve sorgulamama” haline
galip gelmiş olan “akl”ın da aslında
kendisine “tapıldığı” kadar değerli
olmadığını sezinleyen Batı düşünürleri
ile yoluna devam ediyor Gasset. Tabii
kendisi de bu kümenin içerisinde.
Akıl ve sorgulama durumunun doğru
olduğu yerler her ne kadar var olsa
da “Zenon’un okunu ne yapacağız?!”
diye de sormadan edemiyor. Tabii
aklın eksiklerini aktarırken sosyal hayat
üzerindeki etkilerini de eklemeden
geçemiyor. Yani, her insanın akla sahip
olması ile paralel giden demokrasi
yönetim biçimi ve tabi iRomantizm
akımı. Her şey herkesin olursa hiç bir
şey hiç kimsenin olur demeye getiriyor
Gasset. Mesela, halk için (tabii biz biliyoruz ki oradaki kastı “kitle”) “üretilmiş”
bir sanat sanat olamaz. Çünkü kitleler
üretmez, kovar. Bu da toplumsal hayatın düzensizliğini getiriyor çünkü herkesin görev sınırları belirlenmiş değil.
Aklın noksanlığını gösterirken
sadece sanat değil hayatın hemen
her önemli sahasında (hukuk, kültür,
eğitim vb.) ortaya çıkan kargaşaları
göstermeye çalışıyor. Tabii burada
kurumlar meselesine geliyor. O, kurumlardan bahsederken “Allah insanı
yarattıysa şeytan da kurumları yarattı.”
sözü kulaklarımızı çınlatıyor. Kuralsız
ayakta kalamayan ama sadece kurallar
üzerinden de pek bir yere varamayan
kurumlar da hayatımızı kaplamaya
başlıyor. Ama yine de “gelenek ve akıl
çakışması” Gasset’in en temel vurgusu.
Bir aydının ancak ve ancak geleneklerine karşı çıkabildiği kadar yeni bir
şeyler ortaya koyabileceğini iddia
ederken bu noktada içinde bulunmuş
olduğu topraklara da (İspanya) sitem
etmeden geç(e)miyor. Bu yüzden de
önce Fransa ardından Almanya’da
yapmış olduğu çalışmaları gözden
kaçırmamak gerekiyor. Herkesin kendi
görevini bildiği ve yaptığı Almanya’da,
bir sanatçıya/aydına/yaratıcıya geleneklerine karşı çıkmaktan başka bir
görev kalmadığını söylüyor. Okuyucunun da aklına Faust’un sahneye giriş
sözleri geliyor:
“Heyhat! Ateşli bir gayretle ve çok
esaslı bir surette felsefe, hukuk, tababet ve hatta, maal’esef, ilâhiyat bile
okudum. Böyle olduğu halde gene
ben, zavallı deli! eskisinden hiç de
daha akıllı değilim.”*
*Recai BİLGİN tercümesi, 1966.
Yeni Ufuklar, sayı 31
MAKALE
KİTAP
Ölümcül Kimlikler
(Amin Maalouf)
Sahip olduğu birden fazla
kimlikten birisini seçen
insan ona uygun hareket
etmeye başlıyor ve o da tıpkı
etkilendiği insanlar gibi
kendisinden olmayanları
dışlama veyahut küçümseme
/ büyümseme yoluna gidiyor.
İçinde bulunmuş olduğumuz
zaman diliminde insanlar
arası kimliksel fark azaldıkça
farklı kimliklere olan tepkinin
kuvveti de artıyor.
Amin Maaolouf daha çok romanlarıyla tanıdığımız bir yazar iken yazmış
olduğu iki tane de deneme kitabı
mevcut. Bunlardan da özellikle “Çivisi
Çıkmış Dünya” daha sonra yazılmış
olmasına rağmen daha fazla ilgi görüyor, ancak tanıtmaya çalışacağımız
bu denemesi de neredeyse aynı konu
etrafında yaptığı tespit ve önerilerinden oluşuyor; Soğuk Savaş döneminde daha bir hız kazanan, Soğuk
Savaş’ın bitişiyle de son hıza ulaşan
küreselleşme ve hayatımıza etkisi. Yani,
başlıkta geçen “kimlik” kelimesi, insan
olarak sahiplendiğimiz dinsel, etnik,
ulusal veya bir başka aidiyet olarak
tanımlanıyor.
Kimlikten ve onun ölümcül niteliğinden bahsediliyorsa önce neden
ölümcül yapısı var, hangi şartlar bunu
sağlıyor, ölümcül olması ile birlikte
kimlik ne gibi sonuçlara yol açıyor ve
görünen çözüm yolları neler gibi konular tartışılmalı ki Maalouf da bunları
yapıyor. Maalouf’a göre hiçbir kimlik
ve bu kimliklere üye hiçbir insan eşit
değildir ama her biri farklıdır. Mese-
le, bu farklılığı, dolayısıyla biricikliği
korumaktır. Tabii yazar bu noktaya
gelene kadar kendi hayat hikâyesini
anlatmakla işe başlıyor. Lübnan’da
doğmuş ama hayatının büyük bir kısmını Fransa’da geçirmiş, büyükannesi
bir Türk, ayrıca iç savaş sonrası İngiltere veya Amerika’ya gitmek varken
Fransa’ya gitmesinin sebebi ise Katolik
ve Protestan ebeveynlerinin arasında
kendisinin ne usulde yetiştirileceğine
dair güç mücadelesine dayanıyor. Tüm
bunlardan yola çıkarak kendisinin
herhangi bir kimlik ile tanımlamasının
kendisine hakaret olabileceğine inanıyor. Bu yüzden mevcut konumundaki
tüm kimlikleri benimseye çalışıyor ve
aslında bunu kendisine benzer durumdaki milyonlarca insana tavsiye ediyor.
Aslında bu tavsiyesi de sadece onlara
değil tüm insanlığa. Çünkü en nihayetinde bu konumdaki insanları kimliklerinden herhangi birini seçmeye
itip ona uygun yaşama zorunluluğunu
onlara yükleyen insanlığın tamamı
oluyor.
Sahip olduğu birden fazla kimlikten birisini seçen insan ona uygun
hareket etmeye başlıyor ve o da tıpkı
etkilendiği insanlar gibi kendisinden
olmayanları dışlama veyahut küçümseme / büyümseme yoluna gidiyor.
İçinde bulunmuş olduğumuz zaman
diliminde insanlar arası kimliksel fark
azaldıkça farklı kimliklere olan tepkinin kuvveti de artıyor. Bu konularda
yazar “karşılıklılık” ilkesini getiriyor
ve bu noktada da Doğu-Batı veya
Hristiyanlık-Müslümanlık çatışması
devreye giriyor. 1500-1600’lü yıllardan
beri insanlık tarihindeki değişmelerin
büyük çoğunluğuna Batı veya Hristiyan dünyası öncülük ederken (sadece
elit kesim için değil kitlesel manada
da bu geçerli), Doğu ve Müslümanlık
bu konularda hep daha muhafazakâr,
daha sert tepki veren ve kendisi ortaya
bir şey koyamayan konumuna geliyor.
Eserin bir başka kısmında yazar sanki
bu noktaya atıf yapmak istiyormuşçasına kendisine güvenen toplumların
farklı kimliklere daha fazla açık olduğunu söylüyor. Ama buraya gelmeden
Müslümanlıkla ilgili düşüncelerini
vermekte fayda var. Müslümanlığın şu
anda olduğu halin tarih boyunca hep
böyle olduğuna dair iddianın gerçek
olmadığını, hatta ve hatta hoş görü
açısından da Hristiyanlardan çok daha
iyi örnekler sunduklarını ileri sürüyor.
Ama gel gör ki hoşgörü tanımı tüm
evrende değişmeye başladı ve Müslümanlık bu tartışmaların gerisinde
kaldı.
Yukarı paragrafta anlatmış olduğumuz gibi örneklerle savını destekleyen
Maalouf, mevcut zaman diliminde Batı
dünyasının ve İngilizcenin ağır bastığını, bunun da Doğulular tarafından sert
bir şekilde tepkilendiğini düşünüyor.
Kendi dilini evrensel bir dil haline getirmeye çalışan Fransızlar İngilizce ve
Amerikan kültürünün kendi ülkesine
girmesi durumunu korku ile karşılıyor.
Ama duygusal olarak verdiğimiz tepkiden çok eylem ile verdiğimiz tepkinin
başarıya ulaşma ihtimali daha yüksek
ve ona göre bilginin yayılmasının,
onun ilerlemesinden daha da hızlı
olduğu bu dönemde (Toynbee’ye atıf
yapılıyor) aslında her kimliğin üyelerinin kendi kimliğini uluslararası arenada pazarlayabileceğini veyahut tanıtabileceğini ileri sürüyor. Bunu sadece
yapması ihtimal olan değil, yapması
gereken olarak anlatıyor.
69
MAKALE
SPOR
Türk Sporları Sempozyumu...
bişkek’TE
BİRLİK RÜZGÂRI
Ahmet
TÜZÜN*
“Türk Halklarının
Geleneksel
Spor Oyunları
2. Uluslararası
Sempozyumu”
Kırgızistan’ın
başkenti Bişkek’te
yapıldı. 11 ülkeden
çok sayıda bilim
insanı ve uzmanın
katıldığı sempozyuma
Kırgızistan-Türkiye
Manas Üniversitesi
ev sahipliği yaptı.
K
*Gazeteci
70
ırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sabahattin Balcı,
açılışta yaptığı konuşmada, geleneksel Türk sporlarının son yıllarda büyük
ivme kazandığını kaydederek, “Kırgızistan, Dünya Göçebe Oyunları’na (World
Nomad Games) ikinci defa ev sahipliği yaptı. İlkine 19 ülke katılırken, bu defa
62 ülke iştirak etti. Bu durum, dünyada geleneksel sporlara ilginin ne kadar
arttığını gösteriyor. Türk milleti tarihten bugüne geleneksel sporlarda daima
önde olmuştur. Biz de üniversite olarak bu gelişmelere destek veriyoruz. Türk
Halklarının Geleneksel Spor Oyunları Sempozyumu’nu üniversitemizde ikinci
defa yapıyoruz. Ayrıca, geleneksel Türk sporları alanında üniversitemiz bünyesinde bir enstitü açmak için çalışmalara başlamış bulunuyoruz.” dedi.
Yeni Ufuklar, sayı 31
MAKALE
SPOR
Sempozyumun açılış oturumunda konuşan Avrasya
Kültür ve Spor İş Birliği Derneği Genel Başkanı Ahmet
Tüzün, geleneksel Türk sporlarını tarihî derinlikleri ve
kültürel zenginlikleriyle birlikte ele aldıklarını ifade ederek şunları söyledi:
“Türk Cumhuriyetlerinin (Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Azerbaycan) bağımsızlıklarına
kavuşmalarından sonra, son 25 yılda geleneksel sporlarımız Türk Dünyasında daha çok gündeme gelmeye ve
daha geniş yer edinmeye başladı. Bütün Avrasya coğrafyasını etkisine alan bu sürecin sonunda Kırgızistan’da 1.
ve 2. Dünya Göçebe Oyunları yapıldı. Gelinen noktada,
bu alanda romantizmden realizme geçiş dönemine gir-
miş bulunuyoruz. Şartları buna göre değerlendirerek,
yapılması gerekenleri ana başlıklar halinde şöyle sıralayabiliriz:
Tarihî süreçte Türk uygarlığının kültürel unsurlarından birini teşkil eden geleneksel Türk sporları oyunlarını
toplu bir şekilde ortaya koyabilmek… Oyunların tarihî
gelişimini takip edebilmek… Spor oyunlarıyla ilgili etraflı araştırmaların yapılmasını sağlamak… Bu oyunların
tarihî, sosyal ve kültürel boyutlarını etraflı bir şekilde
incelemek… Geleneksel spor oyunlarının dünyaya doğru şekilde yayılmasını ve gelişmesini sağlamak… Bu spor
oyunlarının tarihî miras olarak korunmasını ve tanınmasını sağlamak… Bu faaliyetlerle, Türk halkları arasında
71
SPOR
işbirliğini sağlamak ve kardeşliği
geliştirmek…
Tarihten geleceğe
Türkler, tarih sahnesine çıktıkları
andan itibaren sportmen kimlikleriyle kendilerini göstermişlerdir. Onlar
gibi ok atanı, onlar gibi kılıç kullananı, onlar gibi ata bineni görülmemiştir. Milattan önceki dönemlerde
Türkler, kendi geliştirdikleri özel yazıları ve anıtlarıyla, uygar geçmişlerini
anlatan eserler bırakmışlardır. Aynı
dönemlerde Türklerin hayatında atın
büyük önemi olduğu, erkeklerin ve
kadınların ata hükmeden usta biniciler olmalarının yanı sıra, çocukların
da çok küçük yaşta at eğitimine
başladığı bilinmektedir. Hunlar’da,
Göktürkler’de, Uygurlar’da,
Avarlar’da spor ileri seviyedeydi.
Selçuklular’da, Harzemşahlar’da,
Hindistan Türk Devletlerinde,
Altınordu’da, Memlükler’de,
72
Osmanlılar’da güçlü spor teşkilatları
ve etkili spor faaliyetleri vardı. Okçuluk, güreş, atlı sporlar, cirit ve çevgen (bugünkü modern adıyla polo)
Türklerin yaptığı belli başlı spor
dalları arasındaydı. Türk halklarının
geleneksel sporları, günümüzde,
eski ihtişamına yaraşır bir gelişme
içindedir. Türk memleketlerinde
bu sporlara ilginin ne kadar yüksek
seviyede olduğu ve büyük kitleler tarafından ne derece sevildiği, çok açık
bir şekilde görülüyor.
Türk ülkelerinin yıllardır kendi
içlerinde yaptıkları bu sporların müsabaka ve organizasyonlarının artık
uluslararası seviyede yapılması ve
büyük ilgi görmesi; ne kadar derin
ve köklü bir tarihe ve ne derece
engin ve zengin bir kültüre sahip
olduklarının somut örnekleri olarak
karşımıza çıkıyor. Türk dünyasının
bu orijinal sporları, batı dünyası
için de yeni bir heyecan kaynağı ve
farklı bir soluk teşkil edebilir. Bizim
sporlarımıza karşı meraklı seyirci
durumunda olan batılılar, çok geçmeden uygulayıcı pozisyonuna
geçebilir. Biz Türkler, bütün bu süreci
çok iyi değerlendirerek geleneksel
sporlarımızın bütün branşlarını birer
dünya markası haline getirebiliriz.
Bu spor dalları etrafında sektörler
oluşturarak, kendi potansiyelimizi ve
imkânlarımızı kendimiz yönetebiliriz.
Yeni bir yapılanma
Türk memleketlerinde çok büyük
bir potansiyele sahip olan, büyük kitleler tarafından merak ve heyecanla
takip edilen, her geçen gün büyüme
istidadı gösteren geleneksel Türk
sporları, ulusal ve uluslararası seviyelerde dünya standartlarına uygun
bir sisteme kavuşturularak, dünya
sahnesine çıkarılmalıdır. Bütün
geleneksel Türk sporlarının ulusal
seviyelerde federasyonları olmalıdır.
Bu federasyonlar, kendi branşlarında
Yeni Ufuklar, sayı 31
SPOR
dünya federasyonlarını kurmalıdır.
Bütün dünya federasyonlarının hepsinin bağlı olacağı bir “Türk Sporları
Yüksek Kurulu” oluşturulmalıdır.
Bütün geleneksel Türk sporlarını,
Asya’da olduğu gibi Avrupa’da, tüm
Batıda ve bütün dünyada organizasyonlar düzenleyerek dünya kamuoyuna sergilemeliyiz.
Tarih araştırmacılarımız ve bilim
adamlarımız, Türk dünyasında ve
Türk halklarında sporun, hayatın
içinde ne denli önemli bir yere sahip
olduğunu ifade etmektedir.
Geleneksel sporlar
Türk halklarının geleneksel sporları, günümüzde, eski ihtişamına
yaraşır bir gelişme içindedir. Türk
memleketlerinde bu sporlara ilginin
ne kadar yüksek seviyede olduğu ve
büyük kitleler tarafından ne derece
sevildiği, çok açık bir şekilde görülüyor. Türk ülkelerinin yıllardır kendi
içlerinde yaptıkları bu sporların
müsabaka ve organizasyonlarının
artık uluslararası seviyede yapılması
ve büyük ilgi görmesi; ne kadar derin ve köklü bir tarihe ve ne derece
engin ve zengin bir kültüre sahip
olduklarının müşahhas bir tezahürü
olarak karşımıza çıkıyor.
Atlı mücadele oyunu gökbörü,
başta Kırgızistan ve Kazakistan olmak üzere bütün Türk memleketlerinde çok büyük bir rağbet görüyor,
kazananlara büyük ödüller veriliyor
ve müsabakalar binlerce seyirci
tarafından merakla takip ediliyor.
Gökbörüde her ülke kendi millî şampiyonalarını yaparken, ayrıca Asya
şampiyonaları ve Dünya şampiyonaları düzenleniyor.
Atlı sporlar Türk dünyasında o
kadar seviliyor ki, Türkmenistan’da
millî at bayramı, her yıl bir hafta boyunca kutlanıyor. Güreş çeşitleri de
Türk ülkelerinde en heyecanlı şekilde varlığını idame ettiriyor: Kuraş,
Özbekistan’ın sınırlarını aşarak Asya,
Avrupa ve bütün dünyaya yayıldı.
Son yıllarda dünya şampiyonlukları
yapılır hale geldi. Dünya federasyonu kuruldu. Kazak güreşi de son
yıllarda büyük bir gelişme göstererek, Kazakistan’da en sevilen sporlar
arasında hızla yükseldi. Kazakistan
Parsı, Avrasya Parsı ve Dünya şampiyonaları düzenlendi. Kazananlara
büyük ödüller verildi (Kazakistan
73
MAKALE
Parsı birincisi: 150 bin dolar). Televizyonlardan naklen yayınlandı. Kazak
güreşinin bazı organizasyonlarının
TRT Avaz tarafından canlı olarak
yayınlanması, bu sporun Türkiye’de
ve Türk dünyasında da tanınması ve
sevilmesine büyük katkı sağladı. Biz
de, TRT Avaz’ın canlı yayınlarında yorumculuk yaparak, Kazak güreşinin
tanınmasına ve yayılmasına katkıda
bulunma gayreti içinde olduk. Kırgız
güreşi ve Alış güreşi de seyir zevki
yüksek, heyecan verici ve ilgi ile izlenen güreşler arasındadır.
Ayrıca, Romanya Köstence’den
Kırım’a, Tataristan’dan Yakutistan’a
birçok Türk bölgesinde yapılan
belbağı-kuşak güreşi de tanınan,
sevilen ve yayılan güreş çeşitlerimiz arasındadır. Moğolistan’da
ve Macaristan’da geleneksel Türk
sporlarının şölenleri yapılmaktadır.
Merkezi Türkiye’nin Hatay ve Gaziantep şehirleri olan Aba güreşi de, Türk
dünyasında tanınan ve yayılan güreş
dallarımızdan biridir. Tarihî Kırkpınar
Yağlı Güreşleri, Türkiye’nin Edirne
şehrinde 655 yıldır yapılan, dünya
spor tarihinin en köklü ve en muhteşem spor organizasyonu olarak varlığını devam ettirmektedir. Bütün bu
74
örnekleri çoğaltmamız mümkün.
Göçebe oyunları
Dünya Göçebe Oyunlarının programı, katılımı ve çeşitliliği, tarihî ve
kültürel bakımdan son derece zenginlik arz ediyor. 1. Dünya Göçebe
Oyunları Çolpon-Ata kentinde Eylül
2014’te 10 spor dalında 19 ülkenin
katılımıyla gerçekleştirilmişti. Kırgızistan Cumhurbaşkanı Almazbek
Atambayev, “Bu oyunlarla dünyada
unutulmakta olan göçmen kültürü,
ruhu ve geleneklerini korumaya
çalışıyoruz.” ifadesini kullanmıştı. 2.
Dünya Göçebe Oyunları, “Birlikte
güç, ruhta güç.” sloganıyla düzenlendi. Dünya Göçebe Oyunları’nın ikincisine 62 ülke iştirak etti. Her geçen
yıl katılımın ve ilginin daha da artacağı anlaşılmaktadır. Dünya Göçebe
Oyunları, Türk göçebe halklarının
gelenek ve göreneklerini yaşatmak,
geçmişe sahip çıkmak anlamına
geliyor. 2. Dünya Göçebe Oyunları,
sporu ve kültürü buluşturan etkinliklere sahne oldu. Uluslararası basının
ilgisi, birinci oyunlara göre daha
fazlaydı. Dünya çapında 32 kanal
oyunlardan yayın yaptı.
Gelecekteki durum
Bütün geleneksel Türk sporlarını, Asya’da olduğu gibi Avrupa’da,
tüm Batıda ve bütün dünyada organizasyonlar düzenleyerek dünya
kamuoyuna sergilemeliyiz. Türk
memleketlerinin tarihî derinliğine
ve kültürel zenginliğine sahip geleneksel sporlarını dünya geneline
en doğru ve başarılı şekilde sunmak
ve uygulanmasını sağlamak, geleceğimiz açısından büyük önem arz
etmektedir.
Tarihî derinliğe ve kültürel zenginliğe sahip geleneksel sporlarımızı
en iyi şekilde anlatan kitaplar, dergiler, broşürler, bilimsel çalışmalar,
filmler, fotoğraflar, resimler bir araya
getirilerek Geleneksel Türk Sporları
Kütüphanesi kurulmalıdır. Dijital
kütüphane oluşturularak, dünyanın
her yerinden araştırmacılara açık
hale getirilebilir.
Geçmişten günümüze kesintisiz
bir şekilde devam eden geleneksel
sporlarımızı en iyi şekilde anlatan
spor aletleri, kıyafetler ve eşyaların
bir araya getirildiği bir Geleneksel
Türk Sporları Müzesi kurulmalıdır.
Yeni Ufuklar, sayı 31
SPOR
Batı dünyasındaki olimpik spor
branşları etrafında çok büyük paralar dönmekte, binlerce kişi istihdam
edilmektedir. Geleneksel Türk sporlarında da bu potansiyel fazlasıyla
mevcuttur. Bu münasebetle, geleneksel spor dallarımız markalaştırılmalı, marka değerleri oluşturularak
pazarlanmalı, yapılacak pazarlama
çalışmalarıyla, geleneksel Türk sporları tam bir sektör haline getirilmelidir. Böylece bu sporlarımız bütün
dünya tarafından tanınmış olacak,
yetişen gençlerimize yeni hareket ve
iş alanları açılmış olacak; bu sporları
yapan kişiler, kurumlar ve ülkeler
kazanacaktır.
Geleneksel sporlarımız gün geçtikçe yayılmakta ve büyük kitleler tarafından kabul görmektedir. Bütün
bu sporların malzemelerinin ve yan
ürünlerinin sergileneceği uluslararası fuarlar düzenlenmelidir. Bu fuarlar, dönüşümlü olarak her yıl bir Türk
cumhuriyetinde yapılmalıdır.
Modern olimpiyatların sisteminde hazırlıklar yıllar öncesinden başlatılıyor. Olimpiyat meşalesi ülkeden
ülkeye taşınıyor. Çeşitli branşlarda
elemeler, seçmeler yapılıyor ve en
sonunda, olimpiyatların finali muhteşem bir şekilde gerçekleştiriliyor.
Buna benzer bir organizasyon, bizim
bünyemize uygun hale getirilerek
yapılabilir.
Ata yurdumuz Kırgızistan coğrafi
konumu ve tarihî geçmişi itibarıyla,
geleneksel Türk sporlarının merkezi
olma yolunda ilerlemektedir. Bunu
perçinleyecek, destekleyecek bir
çalışma da Manas Üniversitesi bünyesinde bir geleneksel sporlar enstitüsü kurulması olacaktır.
Geleneksel sporlarımıza olan ilgi
giderek artmakta ve bu alanda başarılı organizasyonlar yapılmaktadır.
Fakat henüz işin başında olduğu-
VEFAT VE
BAŞSAĞLIĞI
Yönetim Kurulu Üyemiz Özgür Alçı’nın
kayınpederi, Makina Yüksek Mühendisi
YILMAZ ÖZBAKAN
05.10. 2016 tarihinde vefat etmiş, cenazesi
aynı gün Camiîkebir’de kılınan cenaze namazının ardından defnedilmiştir. Merhuma
Allah’tan rahmet, ailesi, yakınları ve sevenlerine başsağlığı dileriz.
YENİ UFUKLAR DERNEĞİ
VEFAT VE
BAŞSAĞLIĞI
Üyelerimizden Ahmet Alpay’ın kayınvalidesi
MAKBULE ERGİN
muzu kabul ederek meseleye yaklaşmamızda fayda vardır. Geleneksel
sporlarımız; atalarımızdan bize
miras kalan çok yönlü bir sahadır. Bu
saha içerisinde geleneksel sporlarımızın tarihi, tatbiki ve sosyal boyutları ayrı ayrı çok geniş alanlar teşkil
etmektedir.
Tüm bu saydığımız hususlarda
koordineli bir şekilde hem pratik
hem teorik çerçevede meseleye yaklaşacak, tek elden yönetilecek enstitülere ihtiyacımız vardır. Bu işlerin
en güzel şekilde ilerleme sağlanarak
yapılması, üniversiteler önderliğinde mümkündür. Türk Dünyası’nın
her bölgesindeki bu enstitülerin;
yapacakları yıllık toplantılarda gelişmeleri ele alıp, fikir alışverişinde
bulunup, yapılacak oyunlar, gösteriler ve diğer faaliyetler için gerekli
zemini oluşturmaları, milletimiz
açısından her yönüyle muazzam bir
fayda sağlayacaktır.”
VEFAT VE
BAŞSAĞLIĞI
Üyelerimizden Şahsenem Boz’un babası, Yönetim Kurulu Üyemiz Selcen Erişen’in dedesi
İZZETTİN ORAL
08.10. 2016 tarihinde vefat etmiş, cenazesi 9 Ekim’de Ankara Cebeci Asri Mezarlığı
Camisi’den kılınan cenaze namazının ardından defnedilmiştir. Merhuma Allah’tan rahmet, ailesi, yakınları ve sevenlerine başsağlığı
dileriz.
YENİ UFUKLAR DERNEĞİ
VEFAT VE
BAŞSAĞLIĞI
Üyelerimizden Mustafa Aksoy’un
babası
MEHMET AKSOY
24.10. 2016 tarihinde vefat etmiş, cenazesi
aynı gün Hunat Camisi’de kılınan cenaze namazının ardından defnedilmiştir. Merhumeye
Allah’tan rahmet, ailesi, yakınları ve sevenlerine başsağlığı dileriz.
28.09.2016 tarihinde vefat etmiş, cenazesi
Adana Kadirli Yusufizzettin Köyü’nde kılınan
cenaze namazının ardından defnedilmiştir.
Merhuma Allah’tan rahmet, ailesi, yakınları ve
sevenlerine başsağlığı dileriz.
YENİ UFUKLAR DERNEĞİ
YENİ UFUKLAR DERNEĞİ
75
Fotoğraf: Abdulkadir Karataş
YAŞAM
Atın
insan ruhuna
dokunuşu...
E
Lale ÖZEN*
*Gazeteci
76
ğer hayatta atlarla hiçbir anınız olmadıysa, bazı insanların neden atları bu
kadar çok sevdiklerini anlamanız zor olabilir.
Atların enerjisinde bir şeyler var ki bende güçlü bir enerji değişimine
sebep oluyor. Ne zaman çok stres yüklü olsam, dengem bozulsa onların
yanına gidiyorum ve mucizevi şekilde mutlu oluyorum, güçlü hissediyorum
ve enerji doluyorum... Benim tüm stresim yok olana kadar onun kalbi adeta
sakince ruhumu okşarcasına atıyor...
Bu tür bir deneyim şu an ne kadar evrensellikten uzak görünse de onlarla
daha çok vakit geçirmemiz için birçok neden var. Onları seven insanlar için
ata binmek, bakımlarını yapmak tamamen doğaldır ve organik etkileşimleri,
tatmin edici bir derin duygu ile doludur.
Neyse ki onlarla vakit geçirebilmek için bir at sahibi olmak ve onlar için hasat
elde etmek gerekmiyor. Bazen bir miktar ücret ile atlarla vakit geçirebilirken
Yeni Ufuklar, sayı 31
YAŞAM
Atlarla vakit geçirmenin
birçok psikolojik
faydalarından biri de
içimizdeki huzurlu doğanın
ortaya çıkmasını teşvik
etmektir. Washington Eyalet
Üniversitesi’nin yaptığı bir
çalışma, at ile vakit geçiren
gençlerin stresten uzaklaşıp
daha çok pozitif olduklarını
göstermektedir.
Kentucky Üniversitesi’nden
bir öncü 2013 çalışmasında
şunu keşfetti; atlarla vakit
geçiren insanların empati
duygularını geliştirmesinin
yanı sıra soysal ve liderlik
becerilerini geliştirmesine de
yardımcı olmaktadır.
bazı alanlarda ücretsiz yani gönüllü binicilik ve iz sürme
dersleri verilmektedir. Belirtmeliyim ki bu fırsatlar yalnızca kırsal alanlarla sınırlı değil, atlar ile muhteşem bir vakit
geçirmek bazen beklenmedik yerlerde de olabilir. :)
Atlarla bir gün geçirmeniz için 5 neden önermek istiyorum.
•Atlar bizimle ortak bir zemin
bulmaya yardımcı olabilirler.
Atlarla vakit geçirirken, onların fırçalanmasından ağaçlık
yollardan geçişlerine rehberlik edene kadar olan sürede
doğal olarak onlara bir yakınlık ve bağlantı duygusu ortaya
çıkıyor, bu bilimin yanı sıra sezgisel de bir oluşumdur.
• Sakinleşmemize yardımcı
olabilirler.
Evcil hayvanların sadece o güzel gözleri ile bize bakarak zen duygumuzu arttırmak için inanılmaz yeteneği
vardır ve bu sadece kedi ve köpekler ile sınırlı değildir.
Atlarla vakit geçirmenin birçok psikolojik faydalarından
biri de içimizdeki huzurlu doğanın ortaya çıkmasına teşvik etmektir. Washington Eyalet Üniversitesi’nin yaptığı
bir çalışma, at ile vakit geçiren gençlerin stresten uzaklaşıp daha çok pozitif olduklarını göstermektedir.
77
• Öğrenmemize yardımcı olabilirler.
Kentucky Üniversitesi’nden bir öncü 2013 çalışmasında şunu keşfetti; atlarla vakit geçiren insanların empati
duygularını geliştirmesinin yanı sıra soysal ve liderlik
becerilerini geliştirmesine de yardımcı olmaktadır. UK
Chandler Hastanesinde çalışmasına katılan küçük bir
hemşire grubu atların ahırlarında kaldıkları süre boyunca
öz-farkındalık ve sözsüz iletişimin geliştiğinin önemine
dikkat çekti. Atlar kendimizi anlamamıza yardımcı oluyor
ve dolayısı ile başkalarını anlamaya da yardımcı oluyor,
bu çalışmalardan kesinlikle sağlık sektöründe yararlanılmalıdır, çünkü yararı muazzamdır.
• Sağlığımızı korumamıza yardımcı
olabilirler.
Araştırmalara göre, at terapisi fiziksel ve duygusal
gelişimimizi teşvik edebilir. Günümüzde atlar ile ilgili
faaliyetler ve çevre ile bazı entegre yöntemler kullanarak
birçok sağlık sorununa çözüm bulunuyor, çeşitli muzdarip insanların sağlıklarının iyileşmesine yardımcı olunuyor. 2011 İngiliz At Cemiyeti (British Horse Society) düzenli at biniciliği ve aktivitelerine katılmanın hem fiziksel
hem ruhsal olarak sağlıklı olduğunu kanıtlamıştır.
• Onlar hepimizin içinde merak
uyandırıyor
Atların mitolojide önemli bir rolü vardır, ilham alan
sayısız kitap ve hikâyelerde oldular ve dünya genelinde
insanların en sevilen aile üyeleri gibi hizmet etmişlerdir.
Güç ve centilmenliğin bir arada olduğunu gösteren daha
güzel bir örnek olmadığı sayısız kere kanıtlanmıştır. İçinde yaşadığımız doğayı onların zarafeti, onların hafif ve
özgür ruhları ile keşfetmek yaşanması gereken en güzel
duygulardan biridir. Bilim bir yana, sahip oldukları bu
büyülü ve hareketli yaşamın kalitesinin asla inkârı yoktur.
Şimdi zaman kaybetmeden bir gün ayırın ve bu eşsiz
duyguyu yaşamak için bir plan yapın.
Yeni Ufuklar, sayı 28
MAKALE
79
MAKALE
80
Download