Untitled - Diyanet İşleri Başkanlığı Müdürlükler

advertisement
B AŞYAZI
Prof. Dr. Mehmet Görmez
Diyanet İşleri Başkanı
Şimdi kardeşlik zamanı
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.
1989 yılından bugüne peygamber
sevgisi etrafında toplumumuzu
bütünleştirmek amacıyla kutlana
gelen Kutlu Doğum Haftası'nın 2012
yılı ana teması, “Hz. Peygamber
(s.a.s.), Kardeşlik Hukuku ve
Kardeşlik Ahlakı”dır. Zira biz kardeşliği ondan öğrendik. O bize
kardeşliğin sadece bir retorik, bir
söylem ve bir edebiyat olmadığını
öğretti. Doğulu-Batılı, Arap-Acem,
Türk-Kürt, kadın-erkek, zenginfakir, şehirli-köylü, işçi-memur, eğitimli-eğitimsiz, kariyerli-kariyersiz
gibi yapay tüm ayrımları, iman kardeşliğinin potasında eritmeyi bize o
öğretti. İnsanlık onunla vardı hakiki
kardeşliğin tadına… O bize kardeşi
kardeşe bağlayan en yüce değerin sadece sevgi, ilgi ve muhabbet
değil; aynı zamanda bir hak olduğunu bildirdi. Ona göre müminler birbirine hak bağı ile bağlıdır.
Hak bağının kurucusu ise bizzat
Cenab-ı Hakk’ın kendisidir. Nitekim
ayette “Hep birlikte Allah’ın ipine
(Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp
bölünmeyin. Allah’ın size olan
nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de o, kalplerinizi birleştirmişti. İşte onun bu
nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz.” (Âl-i İmran, 3/103.) buyrulmuştur.
Bu konuyu gündeme getirmemizin
iki önemli sebebi vardır: Biri, insanları kardeşliğe mani olacak duygu
ve yönelişlerden arındırmaya çalışmak; diğeri insanlarda kardeşliği
yüreklerde pekiştirecek hususiyetleri inşa etmeye yöneltmektir. Asıl
amacımız kardeşliği bir söylem,
bir retorik ve bir edebiyat konusu olmaktan çıkararak bir ahlak ve
hukuk konusu hâline getirmektir.
Bugün İslam coğrafyasının bir ilim
ve medeniyet coğrafyasından bir
zulüm ve mazlumiyet coğrafyasına
dönüşmesinin en büyük sebebi, kardeşlik ahlakı ve kardeşlik hukuku
ihlalidir. Oysa kardeşlik hukukunun
çiğnendiği bir Müslüman dünyayı, kardeşlik ahlakının zedelendiği
bir İslam dünyasını Yüce Rabbimiz
ateş dolu bir çukurun kenarında
yaşamak olarak değerlendirmiştir.
Böyle bir yaşam her an ateş dolu
çukura düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu tehlikeden kurtulmanın
yolu, her şeyden önce müminlerin
kardeşliğinden geçmektedir. Bunun
için kalpler arasında ülfetin sağlanması ve Cenab-ı Hakk’ın nimeti
sayesinde kardeşler olduğumuzu
bir kere daha hatırlamamız gerekmektedir. Çünkü bizim kardeşliğimiz Yüce Allah’ın bize en büyük
lütfu, ikramı, ihsanı ve nimetidir.
İslam kardeşliği soy, sop, ırk, renk,
dil, bölge ve asabiyet temelinde bir
kardeşlik değildir. Menfaat temelinde bir kardeşlik hiç değildir. Yüce
değerler ve yüksek idealler etrafında bir kardeşliktir. İman ve takva
ekseninde bir kardeşliktir. Yüce
Rabbimizin ifadesiyle “Müminler
ancak kardeştirler.” (Hucurat, 49/10.)
Bir mezhebe, bir meşrebe, bir ideolojiye olan aidiyet ve mensubiyeti bizi asıl kardeş kılan İslam’a
olan mensubiyetin önüne geçirme
hareketlerinin, İslam coğrafyasında
yaygınlaşması, kardeşliği yeniden
inşa etmek için seferber olmamızı gerektirmektedir. Öyle ki Allah
yolunda hizmet için meydana gelmiş birlikteliklerde dahi kardeşlik
ahlakı ve hukuku zaman zaman göz
ardı ediliyor. Rahmet-i ilahiyi bile
kıskanarak birbirinin cennetinin
yolunu kesmeye çalışan kardeşlerin
sayısı çoğalıyor. Kibir, buğz, öne
geçme, riyaset, gıybet gibi yürekleri
kemiren ve ihlası eriten duygular,
insanların içinde kol gezip bulduğu
bütün güzellikleri talan ediyor.
Evet, biz Müslümanlar için daima
bir geçici ve küçük; bir de kalıcı ve
büyük aidiyet ve mensubiyetlerimiz
olmuştur. Bir aileye, bir ırka, bir
gruba, bir mezhebe, bir meşrebe,
bir cemaate, bir ideolojiye olan intisabımız ve mensubiyetimiz geçici,
küçük mensubiyetlerimizdir. Asıl
büyük aidiyet ve mensubiyetimiz,
İslam ailesine olan mensubiyetimizdir. Önemli olan şairin “İntisabım
ta ezeldendir Cenab-ı Ahmed’e”
dediği gibi doğumunun 1441. yıl
dönümünü kutladığımız Sevgili
Peygamberimiz Hz. Muhammed
Mustafa’ya (s.a.s.) olan intisabımızdır. Tarih boyunca Müslümanlar
için en büyük tehlike, küçük mensubiyetleri kimliğe dönüştürerek
bu büyük mensubiyetin önüne
geçirmeye kalkışmak olmuştur.
Irkçılık, mezhepçilik, meşrepçilik
ve cemaatçilik üzerinden kardeşlik
hukukunu çiğnemek ve bizi kardeş
kılan değerleri yok saymak, aslında
Peygamber Efendimize olan intisabımızı hep gölgeleye gelmiştir.
Bu duygu ve düşünceler içerisinde Kutlu Doğum Haftası'nın bütün
Müslümanların gönlünde kardeşlik
duygusunun ve kardeşlik coşkusunun yeniden filizlenip yeşermesini,
bütün davranışlarımızda kardeşlik
ahlakı ve kardeşlik hukukunun
yaşanmasını Yüce Rabbimden niyaz
ediyor; başta ülkemiz ve gönül
coğrafyamız olmak üzere bütün
İslam dünyasının Kutlu Doğum
Haftası'nı kutluyorum. Cenab-ı
Hak’tan en büyük niyazımız, Sevgili
Peygamberimizin sık sık özlemini
dile getirdiği kardeşler topluluğu
olmaktan hiçbir zaman uzaklaşmamaktır.
içindekiler
5
DİYANET AYLIK DERGİ • NİSAN 2012 • SAYI: 256
GÜNDEM
Kardeşlik: Üzüntü ve sevinci paylaşmaktır.................. 5
Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz
İslami bakışla kardeşlik algısı...................................... 9
Doç. Dr. Halil Altuntaş
Kardeşlik:
Üzüntü ve sevinci
paylaşmaktır
Peygamberimizin sözlerinde ve örnekliğinde
Kardeşlik ve kardeşlik hukuku.................................. 12
Prof. Dr. Raşit Küçük
Hz. Peygamber döneminde kardeşlik uygulamaları.. 15
Prof. Dr. Hüseyin Algül
Başkasının kıyameti................................................. 19
Sibel Eraslan
Kardeşlik hukukunun ölçüleri................................... 22
Prof. Dr. Ali Bakkal
Ahlakla var
olmak
Koruyucu kardeşlik.................................................. 26
Prof. Dr. Ramazan Altıntaş
DİN-DÜŞÜNCE-YORUM
Ahlakla var olmak.................................................... 30
Prof. Dr. Muhammet Şevki Aydın
Yüksek bir duygu ve yüce bir haslet: Vefa................ 34
Dr. Durak Pusmaz
Bir kardeşlik hukuku refleksi: Helalleşme.................. 38
30
Dr. Şemsettin Ulusal
AİLE
Aile içi iletişimde “Değer” kazandırma yolları-I.......... 42
Prof. Dr. Ertuğrul Yaman
Allah Rasulü’nün rahmet yüklü ilişkileri
(Aile ve yakın çevredeki örnekliği)............................. 46
Hatice Kübra Görmez
Aile içi
iletişimde
“Değer”
kazandırma
yolları-I
42
Diyanet İşleri Başkanlığı Adına Sahibi ve
Genel Yayın Yönetmeni
Dr. Yüksel Salman
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Dr. Faruk Görgülü
Mali İşler ve Dağıtım Sorumlusu
Mustafa Bayraktar (Dön. Ser. İşl. Müd.)
Yayın Koordinatörleri
Mustafa Bektaşoğlu
mbektasoglu@mynet.com
Elif Arslan
elifarslan4@gmail.com
BİR AYET BİR YORUM
Hayata kulluk mührünü vurmak............................... 50
Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı
BİR HADİS BİR YORUM
Allah için sevmek..................................................... 52
Prof. Dr. İ. Hakkı Ünal
Kâmil Büyüker
kamilbuyuker@gmail.com
Son Okuma
Mustafa Bektaşoğlu - Sait Şan
Mutlu Doğan - Sedat Memiş
Uygulama
Latif Köse
Arşiv
Ali Duran Demircioğlu
Yönetim Merkezi
Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü
Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar Bulvarı
No:147/A 06800 Çankaya/ANKARA
Tel: (0312) 295 73 06 Fax: (0312) 284 72 88
diyanetdergi@diyanet.gov.tr
Abone İşleri
Tel : (0312) 295 71 96-97
Fax : (0312) 285 18 54
e-mail: dosim@diyanet.gov.tr
Abone Şartları
Yurt içi yıllık: 28.80 TL.
Yurt dışı yıllık: ABD, 30 ABD Doları
AB Ülkeleri, 30 Euro
Avustralya, 50 Avustralya Doları
İsveç ve Danimarka, 250 Kron
İsviçre, 45 Frank
Abone kaydı için, ücretin Döner
Sermaye İşletme Müdürlüğü’nün T.C.
DİN GÖREVLİSİNİN HATIRA DEFTERİNDEN
Hep birlikte saf tutalım............................................. 54
Gülsüm Dokuz
KÜLTÜR - SANAT – EDEBİYAT
Nakibü’l-eşraflık müessesesi ................................... 56
Ayhan Işık
Anadolu’da bir kardeşlik tecrübesi: Ahilik................. 60
Dr. Adil Şen
ÖRNEK HAYATLAR
Hacı Veyiszade Mustafa Kurucu (1887-1960).......... 63
Mustafa Özdamar
Nakibü’l-eşraflık
müessesesi
56
HİKMET PENCERESİ
Kafa dengini değil kalp dengini bul.......................... 66
M. Lütfi Arslan
UZMAN GÖZÜYLE
Hukuka bir açıdan bakış.......................................... 68
Mevlüt Akyürek
FIKIH KÖŞESİ
Din İşleri Yüksek Kurulundan.................................... 70
60
İSLAMLA YENİDEN DOĞANLAR
Bruce:...bir Müslüman diğerine “kardeşim” diyorsa
bunun çok derin bir anlamı olmalı............................ 72
Anadolu’da bir kardeşlik
tecrübesi: Ahilik
DAĞARCIK
Din görevlisinin çocuklarla iletişiminde beden dilinin
önemi...................................................................... 74
Adem Güneş
KÜRSÜDEN
Peygamber sevgisi.................................................. 76
Yunus Akkaya
KİTAP TANITIMI
Fahrıâlem romanı..................................................... 79
Hacı Veyiszade
Mustafa Kurucu
(1887-1960)
Vural Kaya
Ziraat Bankası Ankara - Akay şubesindeki
İBAN: TR 84000100076005994308-5001
no’lu hesabına yatırılması ve makbuzun fotokopisi ile abonenin hangi sayıdan başlayacağını bildirir bir dilekçe, mektup, yazı, faks veya
e-postanın Diyanet İşleri Başkanlığı Döner
Sermaye İşletme Müdürlüğü Üniversiteler
Mahallesi Dumlupınar Bulvarı No:147/A 06800
Çankaya/ANKARA adresine gönderilmesi
gerekir.
Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın
Diyanet Aylık Dergi (Türkçe)
Temsilcilikler
Yurt içi: İl Müftülükleri, İlçe Müftülükleri
Yurt dışı: Din Hizmetleri Müşavirlikleri,
Din Hizmetleri Ataşelikleri
web: www.diyanet.gov.tr
e-mail: diniyayinlar@diyanet.gov.tr
sureliyayinlar@diyanet.gov.tr
aylikhaber@diyanet.gov.tr
Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve
çıkartmalar yapılabilir.
Yazıların bilimsel sorumluluğu
yazarlarına aittir.
63
Tasarım - Baskı Cilt
Evren Yayıncılık ve Bas. San. Tic. AŞ
Konya Devlet Karayolu (29. km)
Evren Yayıncılık Serpmeleri
Oğulbey Kavşağı Nu.: 1
06830 Gölbaşı/ANKARA
tel.: (0.312) 615 54 54
belgeç: (0.312) 615 54 55
Basım Yeri: ANKARA
Basım Tarihi: 31.03.2012
ISSN - 1300 - 8471
EDİTÖRDEN
B
aşkanlığımız 14-20 Nisan
tarihleri arasında düzenlediği
Kutlu Doğum Haftası’nı birkaç yıldan bu yana belli bir tema çerçevesinde gerçekleştiriyor. Bu haftaya
olan ilgi ve sevgi artık Avrupa’dan
Amerika’ya,
Balkanlar’dan
Avustralya’ya ve gönül coğrafyamızın
neredeyse tamamına ulaştı. Bugün
yüz ülkeye yaklaşan yurt dışı temsilciliklerimiz aracılığıyla peygamber sevgisi kıtaları aştı. Her geçen yıl da artarak ve zenginleşerek devam edecek.
Bu yıl Kutlu Doğum Haftası’nın ana
teması, “Hz. Peygamber, Kardeşlik
Ahlakı ve Kardeşlik Hukuku.”
Başkanlığımız bu hafta vesilesiyle;
“Müminler ancak kardeştirler.” ilahî
hitabıyla kardeş olan bizlere, benliğimizi kuşatan dünyevileşmenin ve
ihtiraslarımıza yenik düşmenin etkisiyle ihmal ettiğimiz kardeşlik hukukunu ve ahlakını yeniden hatırlatmayı
amaçlıyor. Örselenen kardeşlik duygularımızı tamir edebilmek ve yeni
bir farkındalık oluşturmak üzere yurt
içinde ve yurt dışında pek çok bilimsel ve kültürel etkinlikler hazırlandı.
Hafta boyunca, Cenab-ı Hakk’ın, “Biz
seni ancak âlemlere rahmet olarak
gönderdik.” (Enbiya, 21/107.) hitabına mazhar olmuş rahmet peygamberini, kardeşlik ve sevgi ilkeleri ekseninde daha yakından tanımaya, onun
kardeşlik mesajlarını özümsemeye
ve yaşamaya katkı sağlayacak birçok
etkinlik gerçekleştirilecek.
Kardeşlik merkezli hazırladığımız bu
sayıda, kardeşlik bağlarımızı yeni bir
duyarlılıkla nasıl güçlendirebileceğimize ilişkin kıymetli yazılar yanında,
ilişkilerimizde ön plana çıkmaya başlayan ben merkezli ve çıkar odak-
lı ilişkileri sorgulayan ve kardeşlik
temelli bir toplum inşasının önemine
işaret eden yazıları bulacaksınız.
Dosya kapsamında Prof. Dr. H. Kâmil
Yılmaz, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in
bir Müslümanın diğer Müslümanlar
üzerindeki haklarına işaret eden ve
bu konuda çerçeve oluşturan hadisinden hareketle kardeşlik hukukunu bizlere aktarıyor. Doç. Dr. Halil
Altuntaş, İslam’ın kabilecilik, ırk,
renk gibi sebeplere dayalı kardeşliği
kabul etmediğini vurgulayarak, birlik ve bütünlüğün öncelikle insanın
ruh dünyasında gerçekleşeceğini ve
asıl yüreklerden beslenen kardeşliğin
kalıcı olduğuna dikkat çekiyor. Prof.
Dr. Raşit Küçük, hadis kaynaklarımızda dostluk, ülfet, muhabbet, samimiyet ve dürüstlük gibi kardeşlik duygularımızı güçlendirecek ve bize her
zaman rehberlik edecek pek çok ilke
ve prensibin bulunduğunu örnekler eşliğinde ifade ediyor. Prof. Dr.
Hüseyin Algül’ün birlik şuuruyla dirliğe erişi sahabe örnekleriyle ele aldığı
yazısıyla, Prof. Dr. Ali Bakkal’ın kardeşlik hukukunun gereklerini ve ideal
ölçüsünü ele aldığı yazısını ve Prof.
Dr. Ramazan Altıntaş’ın koruyucu
kardeşliğin temeli, özveride bulunma
ahlakı ve samimiyetin önemi konulu
yazısını da beğenerek okuyacağınızı
düşünüyoruz.
Sizler için özel hazırladığımız kardeşlik dosyasını ve birbirinden değerli
diğer köşe yazılarını ilginize sunarken, Kutlu Doğum Haftası’nın ve
gerçekleştirilecek bütün faaliyetlerin
verimli, bereketli olmasını, bizleri
Kur’an’ın ve Sevgili Peygamberimiz’in
kardeşlik ilkeleri etrafında bir araya
getirmesini diliyorum.
Gündem
Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı
Kardeşlik: Üzüntü ve sevinci
paylaşmaktır
KARDEŞLİK MESULİYET, FEDAKÂRLIK VE FARKINDALIK BİLİNCİ İSTEYEN BİR
BİRLİKTELİKTİR.
KARDEŞLİK
KRİSTAL CAMA
BENZER.
DİKKATLİCE
KORUNMAZ
İSE ÇEŞİTLİ
ZARARLARA
UĞRAYARAK
KIRILIR VE
BOZULUR.
Kardeşlik, insanlar arasındaki her
türlü farklılık ile sosyal ve ekonomik üstünlüğü bir tarafa bırakmayı
sağlayan ve yürek bütünlüğü içerisinde Allah’a yönelmeyi gerçekleştiren bir duygudur. Kardeşlik
mesuliyet, fedakârlık ve farkındalık bilinci isteyen bir birlikteliktir.
Bu yüzden İslam dini, toplum
içinde yaşayan fertlerin birbirlerinin farkında olmalarını; üzüntü
ve sıkıntıları ile sevinç ve mutluluklarını paylaşmalarını emretmektedir. Nitekim Hz. Peygamber
(s.a.s.)’in kardeşlik hukuk ve
ahlakını anlattığı şu hadis-i şerif,
bu konuda yapılması gerekenleri
özetler: “Müslümanın, Müslüman
üzerindeki hakkı beştir: Selamına
mukabele etmek; yani selamlaşmak, hastayken ziyaret etmek,
cenazesinin teşyiine katılmak,
davetine icabet etmek ve aksırdığında yerhamükellah/Allah sana
merhamet etsin! demek.” (Buhârî,
Cenâîz, 2; Müslim, Selâm, 4.)
1. Selamlaşmak, kardeşinin
selamına mukabele etmek
Selam içtimai huzur, mutluluk ve
barışın gerçekleşmesi için kalbî
dua, fiil ve söylemdir. Toplum
hayatında kardeşlerin birbirleriyle selamlaşmaları barış ve güvenin sembolüdür. Selam, genelde
kâinatta varlıkların fıtrat, tabiat
ve şeriat kanunlarına göre birbirleriyle olan kavlî, fiilî ve kalbî
iletişimlerinin genel adı olarak
değerlendirilebilir.
Kardeşler arası selamlaşmayı
hayatın bir parçası gören İslam
dini, selamın yaşaması için ona
mukabeleyi ondan daha önemli bir manevi sorumluluk olarak
görmektedir. Nitekim bir ayet-i
kerimede: “Bir selam ile selamlandığınız zaman siz de ondan
daha güzeli ile mukabele edin
veya verilen selamı aynen iade
edin.” (Nisâ, 4/86.) buyrulmuştur.
Selamlaşma, kardeşlerin dünyada birbirlerine duası, ahirette ise
daru’s-selama çağrısıdır. Selam,
hayatı paylaşmaktır. Selam ile
insan, hemcinslerinin farkına
vararak hayatın zorluk ve kolaylığını, sevinç ve üzüntüsünü fiilî
ve kalbî olarak paylaşmış olur.
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
5
Cenâiz, 53.) gibi fiilî hizmetlerle beraber zikretmesi, selamın hizmet ve destek boyutuna
işarettir.
2. Hastayken ziyaretinde bulunmak
Hasta ziyaretinin biri ziyaret edilen ile; diğeri
ziyaret eden ile ilgili iki boyutu vardır. Ziyaret
edilen hastalık sebebiyle moral desteğe ve
acısının paylaşılmasına muhtaçtır. Bu yüzden
müminlerin hasta olanları ziyaretleri hem bir
hak, hem de bir hizmet sorumluluğudur. Zira
hastalık anı, insanın moral seviyesinin en
düşük olduğu zamandır. Ziyaret sayesinde
hasta olan kimse arandığını, kendisinin değerli olduğunu hisseder ve bu moral, hastalığının
tedavi sürecine olumlu katkı sağlar.
DERDİYLE BAŞ BAŞA KALMIŞ,
HASTALIĞINDAN DOLAYI İNİM İNİM
İNLEYEN BİR HASTANIN NE ÇEKTİĞİNİ
ANLAMAK İÇİN ONU ZİYARET ETMEK
GEREKİR.
Selam en hayırlı amellerden biri kabul edilir.
Nitekim bir sahabi Allah Rasulü’ne: “İslam’ın
en güzel ve hayırlı davranışı hangisidir?” diye
sorduğunda o: “İnsanlara yemek yedirmek
(it’am-ı taam), tanıdığın, tanımadığın herkese
selâm vermektir (ifşâü’s-selâm).” (Buhârî, Îmân,
20; Müslim, Îmân, 63.) diye cevap vermiştir.
İnsanın mümin kardeşini evinde, iş yerinde ziyareti, bir tür selamı yayma çabasıdır.
Selam, insanın kardeşine kalbî duasının yanı
sıra fiilî destek ve hizmetidir. Selamı sadece
kavlî lafızlardan ibaret saymak, ondaki hizmet
boyutunu görmemek demektir. Selam hem
hayatı, hem sevinç ve sıkıntıları paylaşmaktır. İnsan selamlaşma sayesinde toplumdaki
diğer insanların farkına varır; onların dert
ve sıkıntılarını fiilî ve kalbî olarak paylaşmış
olur. Selamın lafzi boyutu kadar fiilî boyutu
da önemlidir. Hz. Peygamber’in selamı, hadisin farklı rivayetlerinde hasta ziyareti, cenaze
teşyii, zayıfa yardım ve mazluma destek (Bkz.
Buhârî, Mezâlim, 5; Müslim, Libâs, 3; Tirmizî, Edeb, 45; Neseî,
6
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
Hasta ziyareti önemlidir, çünkü derdiyle baş
başa kalmış, hastalığından dolayı inim inim
inleyen bir hastanın ne çektiğini anlamak için
onu ziyaret etmek gerekir. Hasta ve dertli
insanların yüreğindeki yangın ve acı, ancak
ziyaret edildiğinde idrak edilebilir. Hasta, dert
çekmiş ve hâlden anlayan bir ziyaretçisi olduğunda hastalığını bir nebze unutur. Bu yüzden Müslümanların asli vazifelerinden birisi
de hasta olan ve derdi bulunan kardeşlerini
ziyaret edip onlara hizmet etmektir.
Hasta ziyaret eden ise bir yandan hastaya dua
etmeli, diğer yandan da hastalıktan ibret alıp
hâline şükretmeyi bilmelidir. Duada ölüm
duygusu içerisinde olan hastaya soluk aldırma
ve rahatlama vardır. Nitekim Hz. Peygamber
bir hadislerinde: “Hasta ya da ölünün başında bulunduğunuz zaman hayır dua ediniz.
Çünkü melekler sizin dualarınıza amin derler.” (Müslim, Cenâiz, 6; Ebû Dâvud, Cenâiz, 15.) buyurduğu gibi bir başka hadislerinde de: “Hastaya
ölüm konusunda soluk aldırın.” (Bkz. Tirmizî, Tıbb,
35, 2088.) buyurarak bu hususa vurgu yapmıştır.
Kendinden kötü olan birini ziyaret etmek,
kişinin hâlinden razı olup şükretmesine vesile
olur. Bu bakımdan hastanelere ve hastalara
yapılan ziyaret, daha kötüyü görerek insana
empati kurma ve şükretme imkanı verir.
3. Cenazesinin teşyiine katılmak
İslam’ın emrettiği vazife ve içtimai ibadet-
lerden birisi de vefat eden mümin kardeşine
son görevin yapılmasıdır. İnsan cenazeye
katılmak suretiyle cenaze yakınlarının acısını
paylaşmış olur. Bu insani bir görevdir. Cenaze
namazı ve kabre giderek dua ve helalleşmek
suretiyle de İslami bir vazifeyi icra etmiş olur.
Cenaze sırasındaki şahitlikte Allah’ın kullarına yüklediği ilahi bir görevi yerine getirme
vardır. Çünkü Allah Rasulü: “Siz yeryüzünde
Allah’ın şahitlerisiniz. Kime hayırla şahitlik
ederseniz, ona cennet vacip olur…” (Buhârî,
Cenâiz, 86; Müslim, Cenâiz, 60.) buyurmaktadır. Vefat
eden mümin kardeşin namazını kılarak hüsn-i
şehadette bulunmak ve defnetmek farz-ı kifaye kabul edilen bir hak ve sorumluluktur. Bu
görevler ihmal edildiğinde toplumdaki herkes
sorumlu olacaktır.
Cenazeye iştirakin bir de katılana sağladığı
fayda vardır ki en az diğerleri kadar önemlidir. O da cenaze sayesinde ölümü hatırlamak
ve ölümden ibret almaktır. Bir süre önce
hayatta olan, kendisi gibi yaşayan birinin
bugün cenazesini kaldırmak ibretamiz bir
durumdur.
4. Davetine icabet etmek
Davete icabet sevinci paylaşmak demektir.
Müminin diğer bir mümin üzerindeki haklarından birisi statüsüne, ekonomik ve sosyal
durumuna bakmadan mütevazı bir şekilde
mümin kardeşinin davetine icabettir. İnsanın
mümin kardeşinin davet ve sevincini pay-
laşması aralarındaki muhabbetin artmasına
vesile olur.
“Sevinçler paylaşıldıkça artar” prensibi gereği
insanın mümin kardeşinin davetine icabet
etmesi gerekir. Düğün, nikâh, mevlit, sünnet
ve açılış gibi davetlere icabet edilmesi insanın
asli vazifeleri arasındadır. Mümin bir yürek
böyle zamanları fırsat bilmeli ve gönüller
arası köprülerin kurulmasına vesile saymalıdır. İnsanlar genellikle sevinçli ve hüzünlü
günlerinde dost ve kardeşlerini yanlarında
görmek isterler. “Ağaç dalıyla gürler” sözü
bunu ifade eder. Hatta sevinçli ya da üzüntülü
gününe kimlerin katılıp, kimlerin katılmadığını insanlar tespit ederler.
5. Aksırdığında “Allah rahmet etsin”
demek
Aksırmak bazen sıhhatli olmanın alameti, bazen de hastalığın habercisidir. Allah
Teala’nın verdiği bütün nimetler gibi sıhhat
alameti olan aksırma için de şükredilmesi
gerekir. Aksırma sırasında insana canı âdeta
iade edilir.
İnsanın aksıran bir mümin kardeşine “Allah
sana rahmet etsin” demesi aslında onun farkında olduğunun beyanı ve bir ilgi ifadesidir.
Yalnızlaşan günümüz insanı aslında bugün,
bu ilgiye eskisinden daha çok ihtiyaç duymaktadır. İnsanın kardeşinin farkında olması, derdini hissetmesi ve çareler araması bir
sorumluluktur. Çünkü kardeşliğin özü farkın-
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
7
Kardeşlik yük vermekten çok, yük taşımak ve
hizmette bulunmaktır. Kardeşler arasındaki
münasebet insanın iki eli arasındaki ilişki
gibi olmalıdır. Nasıl ki elin biri diğerini yıkar,
korur, ısıtır, bir arada tutar ve birliktelik verirse kişi de kardeşiyle öyle olmalıdır.
DIŞA DÖNÜK, BAŞKALARININ ÜZÜNTÜ
VE SEVİNÇLERİNİ PAYLAŞANLAR
BAŞKALARIYLA ARALARINA KÖPRÜ
KURANLARDIR. YALNIZ, İLGİSİZ YAŞAYAN
VE ÇEVRESİNDEN ETKİLENMEDEN
İÇLERİNE KAPANANLAR İSE DUVAR
ÖRENLERDİR.
da olabilmek, üşüyenle üşüyebilmektir.
Hz. Peygamber’in Müslümanların birbirleri
üzerindeki hakları olarak sembolize ettiği bu
hususlar üzüntü ve sevinç konularına münhasır bulunmaktadır. Selam ve davete icabet
sevinç zamanlarını, hasta ziyareti ile cenaze
teşyii üzüntü anlarını, sonuncusu ise her ikisine şamil bulunmaktadır. Üzüntü ve sevinçteki
ziyaret, icabet ve hizmet, uzakları yakın edecek bir enerjiye sahiptir.
İçtimai münasebetlerde insanlarla ilişkinin
iki boyutu vardır: Duvar örmek ya da köprü
kurmak. Dışa dönük, başkalarının üzüntü ve
sevinçlerini paylaşanlar başkalarıyla aralarına
köprü kuranlardır. Yalnız, ilgisiz yaşayan ve
çevresinden etkilenmeden içlerine kapananlar ise duvar örenlerdir. Sosyal hayatın zorlukları ancak kurulacak köprülerle aşılabilir.
Yüce dinimiz ve O’nun şanlı nebisi bize sosyal
hayatı kolaylaştırmak için köprüler kurmayı
önermektedir.
Allah yolunda kardeşlik gönül köprüleri kurarak yüz yüze bakmayı, yürek bütünlüğü içinde olmayı gerekli kılar. Kopukluk ve uzaklık
başladığı zaman kardeşlik ortadan kalkar.
Kardeşlik kristal cama benzer. Dikkatlice
korunmaz ise çeşitli zararlara uğrayarak kırılır
ve bozulur. Kardeşliği devam ettirmek, başlatmaktan daha zordur.
8
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
Netice itibarıyla üzüntü ve sevinci paylaşmak
demek olan Allah için kardeşlik ve dostluk,
cennet kapılarını açan, cehennem kapılarını
kapatan bir feragat ve fedakârlıktır. Dünyevi
dostluklar dünyada kalır. Ahirete taşınan dostluk Allah için olandır. Nitekim Allah Teala
takva ehlinin dostluğunun asıl ahirette işe
yarayacağını şöyle ifade buyurur: “O gün
takva ehli dışında bütün dost/kardeşler birbirlerine düşman kesilir.” (Zuhruf, 43/67.) Böyle bir
kardeşlik ve dostluk Hz. Peygamber’in hiçbir
gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde Hak
Teala’nın arşın gölgesi altında barındıracağını
haber verdiği yedi gruptan birini teşkil eder.
Onlar Allah için birbirini seven, bu sevgi
üzere yaşayan ve bu sevgi ile ölen kardeşlerdir. (Buhârî, Ezan, 36, Zekât, 16, Hudûd, 19; Müslim, Zekât,
91; Tirmizî, Zühd, 53.)
BUNDADIR
Teslimiyet ile Hakk’a ver başı
Huşû, takvâ ile edâ et “beş”i
Özünden ve gözünden akıt yaşı
Şükrân-i nîmetle nûş eyle aşı
Abdiyyet ve kurbiyyet bundadır
Uyumlu ol incitme sakın eşi
Farkında ol, anla dâim kardeşi
Tecessüs ile karıştırma işi
Ele değil, öz nefsine at taşı
Fazîlet ile mutluluk bundadır.
Yükselsin ister isen gönül kuşu
Bitir artık içindeki savaşı
Kimseye ne iğne batır, ne şişi
Üşüyen kardeşinle sen de üşü
Empati de, kardeşlik de bundadır.
Mütevâzı, zarif ol çatma kaşı
Yamuk bakma! Bu yapar seni şaşı
Zorluklar için sabreyle, sık dişi
Dünyâ fânîdir, gerçek sanma düşü
Âhiretteki kurtuluş bundadır.
Gündem
Doç. Dr. Halil Altuntaş
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
İslami bakışla kardeşlik
algısı
DİN, SEVGİ, ŞEFKAT, ANLAYIŞ, KENDİNİ BAŞKALARININ YERİNE KOYMA GİBİ DUYGU VE
TUTUMLARIN İNSANLAR ARASI İLİŞKİLERİN TEMELİNDE YER ALMASINI ÖNGÖRÜR.
GÖRMEDİĞİMİZ,
TANIMADIĞIMIZ
KİMSELER
İMAN BİRLİĞİ
SAYESİNDE
KARDEŞİMİZ
OLUR. BÜTÜN
MADDİ
ENDİŞELERİ
DIŞARIDA
BIRAKAN
VE SADECE
YÜREKLERDEN
BESLENEN BU
KARDEŞLİK
DUYGUSU ONU
PAYLAŞANLAR
ADINA BÜYÜK
HAYIR VE
GÜZELLİKLERİN
KAYNAĞIDIR.
Kardeşlik kavramına vücut veren
başlıca unsur ortak bir anne babaya sahip olmak durumudur. Ancak
çeşitli anlam ilişkileri sebebi ile
bu çerçeve daha da genişletilerek ortak kabile, arkadaşlık, sevgi
ve muhabbet ile benzeri olgular
da kardeşlik algısına kaynaklık
ede gelmiştir. Kur’an, kardeşlik
kelimesini bütün bu anlamlarda
kullanmıştır. Ancak bununla kalmamış, inanç esasını kardeşliğin
temeline oturtmuş ve onu diğer
bütün kardeşlik algılarının önüne
geçirmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hutbesinde artık Rabbine kavuşmak
vaktinin geldiğini ima edince
Hz. Ömer ağlamaya başlamıştı.
Rasulüllah bu durumu görünce;
“Ebubekir, ağlama!” buyurmuş ve
şöyle devam etmiştir: “Arkadaşlığı
ile malı ile insanların bana en
çok iyiliği dokunanı Ebubekir’dir.
Eğer ümmetimden bir dost edinecek olsaydım Ebubekir’i seçerdim. Fakat İslam kardeşliği ve
bundan kaynaklanan sevgi daha
önemlidir.” (Buhari, Salat, 78.)
Bu ifadesi ile Rasulüllah,
“Müslümanlar arasında en güçlü
yakınlaşma ve ünsiyet kaynağı
inanç birliğidir.” mesajını vermiş
oluyor. Din, sevgi, şefkat, anlayış, kendini başkalarının yerine
koyma gibi duygu ve tutumların insanlar arası ilişkilerin temelinde yer almasını öngörür. Ne
var ki kişisel menfaat ve hırslar çok kere bu yönelişleri geri
plana iter. Günümüz insanında
sıklıkla görülen durum budur,
ne yazık ki. Ben merkezli bir
hayat anlayışı, her bireyi kendi
küçük dünyasının hâkimi yapmış bulunuyor. Bununla birlikte
bazı özel durumlar insanın gerçeği görmesine sebep olabiliyor.
ABD Cumhuriyetçiler Partisinin
(Reagan ve Baba Bush’un) siyaset
ve strateji danışmanı Lee Atwater
(1951) ağır bir hastalığa yakalandıktan sonra diyor ki: “Hastalığım,
toplumda kaybedilmiş olan şeyin
benim içimde de yok olduğunu
anlamama yardımcı oldu: Biraz
sevgi ve dostluk, biraz kardeşlik. 80’li yıllarda herkesin hedefi
kazanmak; zenginlik, güç ve say-
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
9
olur. Bütün maddi endişeleri dışarıda bırakan ve sadece yüreklerden beslenen bu
kardeşlik duygusu onu paylaşanlar adına büyük hayır
ve güzelliklerin kaynağıdır.
Nitekim Kur’an, din kardeşliği olgusunun kazandırdığı
birlik ve bütünlük şuurunu
Müslümanlar adına ilahi bir
nimet olarak nitelemiştir. (Al-i
İmran, 3/103.)
Kur’an’ın ifadeye koyduğu
müminler arası kardeşlik ilkesini pratik hayata geçirmek
üzere Hz. Peygamber (s.a.s.)
Medine’ye hicretinden yaklaşık beş ay sonra da 45’i muhacirlerden 45’i ensardan olmak
üzere toplam 90 kişiyi ikişer
ikişer birbirlerine kardeş yapmıştır. Bu uygulama maddi ve
manevi olarak yardımlaşma
ve birbirine varis olma temeBÜTÜN MADDİ ENDİŞELERİ DIŞARIDA BIRAKAN VE
line dayalı idi. Din kardeşliSADECE YÜREKLERDEN BESLENEN BU KARDEŞLİK
ğinin kurduğu yakınlık bağı
DUYGUSU ONU PAYLAŞANLAR ADINA BÜYÜK HAYIR VE
böylece kan ve soy kardeşGÜZELLİKLERİN KAYNAĞIDIR.
liği ile bir tutulmuş oluyordu. Daha sonra muhacirlerin
gınlık elde etmekti. Evet, ben pek çok kişiden
yerleşik düzene geçmeleri ve
daha fazla servet, güç ve saygınlık elde ettim.
maddi durumlarının düzelmesinden sonra bu
Ancak, her şeyi elde etmiş olabilir ve yine de
mirasçı olma uygulamasına son verildi. (Bak:
kendinizi boşlukta hissedebilirsiniz. Ailemle
Enfal, 8/75.)
daha fazla bir arada olabilmek için neler
Ensar ile muhacirlerden kardeş kılınanların
vermezdim! Arkadaşlarımla bir akşam birsosyal ve ekonomik durumları dikkate alınlikte olabilmek için ne bedeller ödemezdim!
dığında ince bir psikolojik ve sosyo-politik
Gerçeği görebilmem için ölümcül bir hastalıhedefin güdüldüğünü fark ediyoruz. Farklı
ğa yakalanmam gerekti. Bu; acımasız isteklere
ırk, kültür ve ekonomik kesimlerden insankapılmış, ahlaki çürüme içindeki ülkenin,
lar birbirleri ile kardeş kılınarak, iman bağı
benim durumuma bakıp öğrenebileceği bir
dışında kalan dünyevi farklılık unsurları devre
gerçektir. 90’lı yıllarda bizi kimin yönetecedışı bırakılmıştır. Böylece kardeşler birbirğini bilemiyorum, ama bu kimseler Amerikan
lerinin her halinden haberdar olmak istiyor,
toplumunun kalbindeki bu manevi boşluğa,
onlarla ilgileniyorlardı. Enes b. Malik diyor
bu ruh tümörüne hitap edecek kimseler olmaki: Rasulüllah (s.a.s.) iki kişiyi kardeş ilan
lıdır.” (Life, Şubat, 1991.)
ediyor ve artık geceler onlara uzun gelmeDin kardeşliği o kadar güçlü bir bağdır ki,
ye başlıyordu. Kardeşlerden biri öteki ile
onun yanındaki bütün diğer bağlar görmezlikkarşılaşınca onu sevgi ve iyilikle karşılıyor
ten gelinebilir. Görmediğimiz, tanımadığımız
‘Görmeyeli nasılsın?’ diye soruyordu. Genel
kimseler iman birliği sayesinde kardeşimiz
10
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
olumsuz etkenlerolarak ise, bir kimse, İNANCA DAYALI KARDEŞLİK BİLİNCİ SINIR
den biri asabiyetkardeşinin durumun- VE MESAFE TANIMAZ; BİRBİRİNİ HİÇ
tir. Asabiyet, etki
dan haberdar olmaksı- GÖRMEYEN İNSANLAR ARASINDA BİR
ve müdahalemizin
zın üç gün geçirmiyor- MUHABBET VE BAĞLILIK PEYDA EDER.
ürünü olmayan bir
du.” (Beyhaki, Şuabu’l-İman,
özelliğe dayana9056) Ensarın en zenrak üstünlük iddiasında bulunmak demektir.
ginlerinden olan Sa’d b. Rebi’, kardeş olduIrk, dil, renk, güzellik gibi özellikler insan
ğu Abdurrahman b. Avf’a, malını kendisi ile
çaba ve emeğinin sonucunda elde edilen şeyarasında eşit olarak taksim etmeyi teklif etmiş
ler değildir. Hiç kimse mensup olacağı ırkı,
fakat Abdurrahman bunu kabul etmeyerek
konuşacağı anadilini, taşıyacağı deri rengini
Sa’d’e, “Allah malını bereketli ve mübarek kılve güzellik derecesini belirleme şansına sahip
sın, siz bana çarşının yolunu gösterin.” demişdeğildir. Dolayısı ile bu niteliklerle övünmek,
tir. Abdurrahman ticaret yaparak belli bir süre
üstünlük ayrıcalık iddiasında bulunmak dayasonra maddi durumunu oldukça iyileştirmişti.
naksız ve anlamsızdır. “Asabiyete çağıran biz(Buhari, Menakıb, 57.) Bu tekil bir örnek değildi.
den değildir; Asabiyet uğruna çarpışan bizden
Medineli Müslümanlar, ihtiyaç içinde olsalar
değildir; asabiyet üzere ölen bizden değildir.”
bile muhacir kardeşlerini daima kendilerine
tercih ediyorlar, onları öz kardeşleri gibi hatta
(Ebû Davud, Edeb, 121.) şeklindeki nebevi yargı,
daha da yakın hissediyorlardı. Kardeşlerine
İslam temelsiz üstünlük iddialarının ne derekarşı derinden, beklentisiz bir sevgi besliyorce tehlikeli sonuçlara sebep olacağını ortaya
lardı. Elde edilen ganimetlerin kendilerine
koymaktadır.
pay verilmeksizin muhacirlere dağıtılmasınLüks ve rahata düşkünlük bencilce bir hayat
dan dolayı hiçbir rahatsızlık duymamışlardı.
anlayışını getiriyor. Paylaşma kültürü zayıflıKendileri ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları
yor, ya da tamamıyla yok oluyor. İnsan “kenkendilerine tercih ediyorlardı. (Haşr, 59/10.)
disi” ile meşgul olurken çevresini “unutuyor”.
İslam’ın telkin ettiği kardeşlik ilkesi, bu tür
İnanca dayalı kardeşlik bilinci sınır ve mesafe
harici etkenler sebebi ile zayıflamaya, yüz tututanımaz; birbirini hiç görmeyen insanlar arayor. Yine, insanlar arası yakınlaşmanın önemli
sında bir muhabbet ve bağlılık peyda eder.
etkenlerinden biri olan sevgi ve merhamet
Sahabi Ebu Malik el-Eş’ari anlatıyor:
duygularının zayıflaması, kin ve nefretin dev“Hz. Peygamber (s.a.s.) yanında bulundureye girmesi de kardeşliğin başlıca aşındırıcığum bir sırada şöyle buyurdu: ‘Allah’ın öyle
larındandır. Mayamızda var olan kin ve nefret
kulları vardır ki ne peygamberdirler, ne de
duyguları, kişisel menfaat düşkünlüğü kontrol
şehit. Fakat kıyamet gününde Allah’a yakınaltına alınamazlarsa davranışlarımıza hâkim
lıkları sebebi ile peygamberler ve şehitler
olurlar. Şu uyarıyı hep zihinde tutmak gerekionlara özenir.’ Bir çöl sakini el kaldırıp, ‘Ya
yor: “Birbirinize haset etmeyin. Müşteri kızışRasulallah! Onların kim olduğunu bize anlat’
tırmayın. Birbirinize buğzetmeyin. Birbirinize
diyince Rasulüllah’ın yüzünde bir sevinç
arka çevirmeyin. Birbirinizin pazarlığı üzerine
belirtisi gördüm. Buyurdu ki; ‘Bunlar farklı
pazarlık etmeyin. Ey Allah’ın kulları, kardeş
ülkelerden, farklı kabile ve soylardan kimolun.” (Müslim, Birr ve Sıla, 9.) Kur’an müminleri
selerdir. Kendilerini birbirlerine bağlayacak
kardeş ilan etmiş olduğu halde Rasulüllah’ın
akrabalık, ya da dünyevi menfaat ilişkisi yok“kardeş olun” buyurması, Allah’ın bu iltifatına
tur. Allah’ın rahmeti sayesinde birbirlerini
layık olacak davranışlar sergileyin; kardeşin
severler…’ (Beyhaki Şuabuliman, Fi kıssati ibrahime fil
kardeşe nasıl davranması gerekiyorsa öyle
muanekati fissalis 6/473)
davranın, anlamını ifade ediyor.
Birçok ahlaki güzellik eşliğinde iman temeli
Bütün yıpranmalara rağmen din kardeşliüzerine kurulan, ilmek ilmek işlenen karği bilinci Müslümanlar açısından önemli bir
deşlik örgüsü yıpratıcı, yok edici etkilerden
yapıcı güç olmaya devam ediyor.
korunmalıdır. Bu noktada akla ilk gelecek
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
11
Gündem
Prof. Dr. Raşit Küçük
Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı
Peygamberimizin sözlerinde ve örnekliğinde
Kardeşlik ve kardeşlik
hukuku
ALLAH KELAMI KUR’AN İLE PEYGAMBERİMİZİN SÜNNETİ VE HADİSLERİ, BU BİLİNEN VE
HER DİLDE ORTAK OLAN ANLAMI YANINDA KARDEŞLİĞE DAHA FARKLI, DAHA VURUCU,
İNSANLIK AİLESİ İÇİN DAHA ÇOK ÜZERİNDE DURULMASI VE VURGULANMASI GEREKEN
ANLAMLAR YÜKLER.
Kardeş sözcüğü, yeryüzünün bütün
dillerinde var olan ve sıcaklığı,
sevimliliği, ifade ettiği ortak anlam
olarak, ana baba bir, ana bir baba
ayrı veya baba bir ana ayrı kişileri anlatan ortak bir kavramdır. İslam
dininin temel referans kaynakları olan Allah
kelamı Kur’an ile Peygamberimizin sünneti ve
hadisleri, bu bilinen ve her dilde ortak olan
anlamı yanında kardeşliğe daha farklı, daha
vurucu, insanlık ailesi için daha çok üzerinde
durulması ve vurgulanması gereken anlamlar
yükler.
Peygamberimiz bir hadislerinde şöyle buyurur: “Ruhlar toplu cemaatlerdir. Onlardan
birbiriyle tanışıp anlaşanlar kaynaşır, tanışıp
anlaşamayanlar ise ayrılırlar.” (Buhârî, Enbiyâ 2;
Müslim, Birr 159-160.) Bu kısa ve fakat önemli
hadis-i şerif bize şu gerçeği öğretiyor: İyi
ve güzel huylular, hayır ehli olanlar, ihlası,
ihsanı, takvayı şiar edinenler kendileri gibi
olanlara, bu özelliklerin aksine sahip olanlar
da kendi benzerlerine meylederler. Birtakım
üstün ve kıymetli nitelikler ve seçkin özelliklere sahip olmada bir ve beraber olanlar,
birlikteliklerini, sevgilerini ve kardeşliklerini
güçlü ve kuvvetli kılar, bu özelliklere sahip
olmayan veya bunlar açısından zayıf olanların
ise sevgi ve dostlukları da zayıf kalır. İnsanlar
arasında dostluğun, ülfetin ve kardeşliğin
12
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
gerçekleşebilmesi için, her şeyden önce iki tarafın birbirini en
güzel biçimde ve etraflıca tanımaları, Allah’ın koyduğu ölçülere
uymaları, en üstün ahlaka sahip
olmaları, birbirlerine samimi ve içten
bir kardeşlik hissiyle dolu olarak yönelmeleri gerekir. Bundan sonra kardeşler arasında
mutlaka bulunması gereken ve zaruri olan
haklar ve yükümlülüklere sıra gelir.
Din kardeşliğinin ve üstün niteliklere sahip
mümin olmanın sünnet-i seniyye ve hadis-i
şeriflerden öğrendiğimiz bazı temel esaslarını
şöyle sıralamak mümkündür: Her an kardeşleriyle bir ve beraber olma, Kur’an ve sünnete
sımsıkı sarılıp bağlanma, sadece Allah’tan
yardım dileme, aralarındaki dostluğu en üstün
seviyeye çıkarma, cömertlikte en yüksek
dereceye varma, her türlü davranışında sadece Allah’ın rızasını gözetme, kardeşinin sıkıntılarını giderip onu hoşnut edip sevindirme,
iyilik ve takvada yardımlaşma, birbirini iyice
bilip tanıma, birbirine yardımcı olma, sıla-i
rahmi yerine getirme, kötü hallerinden dolayı
kardeşini ikaz edip iyiye yöneltme, iyi geçim
ehli olma, insanlara karşı güzel davranışlar
sergileme, güzel ahlak sahibi olma bunların
ilk sırada gelenleridir.
Peygamberimiz, “Mümin bir kimse din kardeşini sevince bu sevgisini ona bildirsin." buyur-
muştur. (Tirmizî, Zühd 53) HZ. PEYGAMBER, KARDEŞLER
(Müslim, Birr 32.) buyurarak din kardeşlerimize
Çünkü bu durum karşı- ARASINDA SEVGİSİZLİĞİ, KÖTÜ NİYET
karşı ne derece dikkatlıklı muhabbetin, dost- VE DÜŞÜNCELERİ, NEFRETİ ORTAYA
li olmamız gerektiğini
luğun, güven duygu- ÇIKARICI DAVRANIŞLARDAN UZAK
DURMAMIZI
ÖĞÜTLER.
bize hatırlatıyor. Bu
sunun gelişmesine ve
konuda canlı bir örnekardeşlik hukukunun
ği meşhur sahabi Ebu
gereklerinin
yerine
Zerr’in hayatında görüyoruz. Olayın ravisi
getirilmesine, Allah’ın da kendisini sevmesine
Mağrur’un naklettiğine göre o, Rabeze denivesile teşkil eder.
len mevkide Ebu Zer ile kölesini aynı cins
Hz. Peygamber, kardeşler arasında sevgisizkumaştan yapılmış elbiseler içinde görmüştü.
liği, kötü niyet ve düşünceleri, nefreti ortaKendisine bunun sebebini sorunca, Ebu Zer:
ya çıkarıcı davranışlardan uzak durmamızı
Ben bir kimseyi annesi sebebiyle kınamış, onu
öğütler. Abdullah İbn Ömer (r.a.)’in naklettiği
küçümsemiştim. Bu duruma muttali olan Nebi
Efendimizin şu hadisi bizim için altın değe(s.a.s.) bana dedi ki: Ey Ebu Zer! Onu gerçekrindedir: “Bir kimse, din kardeşine “ey kâfir”
ten annesinden dolayı kınadın ve küçümsedin
diye hitap ederse, bu küfür ikisinden birine
mi? Şayet böyle ise sen kendisinde cahiliye
ait olur. Eğer kardeşi öyle ise ona, değilse bu
özelliği/cahiliye huyu bulunan bir kimsesin.
sözü söyleyen kimseye döner.” (Buhârî, Edeb 73;
Onlar sizin kardeşleriniz ve hizmetçilerinizdir.
Müslim, İman 111; Tirmizî, İman 16.) Bu hadis-i şerif,
Allah onları sizin himayenize vermiştir. Kimin
niyetimizi, gönlümüzü, dilimizi ve her türlü
himayesinde bir kardeşi varsa yediğinden ona
tavır ve davranışımızı ölçülü tutmayı bize
yedirsin, giydiğinden de ona giydirsin Onlara
öğütlemiş oluyor. Bu kadar da değil, “Mümin
güç yetiremeyecekleri şeyleri yüklemeyiniz.
bir kişiye, Müslüman kardeşini hakir görmesi,
Şayet yüklerseniz kendilerine yardımcı oluona değer vermemesi, kötülük olarak yeter.”
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
13
MÜSLÜMANLAR SADECE
MÜMİN KARDEŞLERİMİZE KARŞI
DEĞİL, İNSANLIK AİLESİNE
KARŞI DA YÜKÜMLÜLÜK VE
SORUMLULUKLARIMIZIN
BULUNDUĞUNU AKLIMIZDAN
ÇIKARMAMALIYIZ.
nuz.” buyurdu. (Buhârî, İman 22; Itk 15; Müslim, Eymân
40.) Hadis şarihleri, Ebu Zerr’in annesi sebebiyle kınadığı kimsenin Bilâl el-Habeşî olduğunu söylerler. Ebu Zer, Bilal’e “Siyah kadının
oğlu” diye seslenmiş ve annesinin zenci/siyah
tenli oluşunu, sanki onun için bir noksanlık
ve ayıpmış gibi ifade etmişti. Ebu Zer, bu
sebeple ömrünün sonuna kadar yaptığı bu
işten pişmanlık duydu. Sahabe-i kiram, Allah
Teala’nın hoşnut olmadığı ve Peygamber
Efendimiz’in kınadığı bir şey yaptıkları zaman
onu derhal terk eder, işledikleri günah ve
kusura tövbe eder ve bir daha o hataya dönmemeye azami dikkat gösterirlerdi. Bütün
bunlara karşın Efendimiz bize şu davranışları önemseyip öne çıkarmamızı öğütlüyor:
“Mümin kardeşine güler yüz göstermen sadakadır; iyiliği emredip kötülüklere engel olman
sadakadır…” (Tirmizî, Birr ve Sıla 45.) Ebu Eyyub
el-Ensarî, Peygamberimizin şu buyruğunu
bize nakleder: “Bir kimseye mümin kardeşini
üç günden fazla terk etmesi helal olmaz. O
ikisi karşılaştıklarında, biri yüzünü şu tarafa
diğeri öbür tarafa döner. Onların en hayırlısı
ve üstün olanı, selâmı önce verendir.” (Tirmizî,
Birr ve Sıla 21.) Peygamberimiz, uzaklarda bile
olsalar, kardeşin kardeşi unutmaması, daima
hatırında bulundurmasını ister, hatta dualarında kardeşini anmasını tavsiye buyurur:
“Müslüman bir kimsenin, din kardeşinin gıyabında yaptığı duası kabule şayandır. O kimsenin başucunda Allah’ın görevli bir meleği
bulunur, din kardeşi için hayır dua yaptıkça,
o melek de ona dua eder ve, “Amin, kardeşin
için istediğinin bir misli de senin için olsun.”
der. (Müslim, Zikr 86-88.) Enes İbn Malik diyor ki:
Nebi (s.a.s.) hayatta iken iki kardeş vardı.
Bunlardan biri sürekli Efendimize gelir, diğeri
de kazanç elde etmek için çalışır dururdu.
Bu çalışan kardeş, diğerini Nebiyy-i Ekrem’e
14
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
şikâyet etti. Peygamberimiz: “Kim bilir belki
sen onun sayesinde rızık elde ediyorsun.”
buyurdular. (Tirmizî, Zühd 33.)
Peygamberimiz, sadece Müslümanlara değil,
İslam davetine muhatap olan başka ümmetlere de onların peygamberleri üzerinden
mesaj vermiştir. Buyurdular ki: Ben, insanların İsa İbn Meryem’e dünyada da ahirette
de en yakın olanıyım. “Bu nasıl oluyor ya
Rasulallah” diye sorulunca: “Peygamberler
baba bir kardeştirler, anneleri farklı, dinleri
ise birdir. İsa ile aramızda başka peygamber de yoktur” buyurdu. (Müslim, Fezâil 143-145)
Dolayısıyla biz Müslümanlar sadece mümin
kardeşlerimize karşı değil, insanlık ailesine
karşı da yükümlülük ve sorumluluklarımızın
bulunduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Hz.
Peygamber (s.a.s.): “Zalim de mazlum da olsa
kardeşine yardım et.” buyurdu. Kendisine:
“Ya Rasulallah, mazluma yardım tamam, bunu
anladık; zalime nasıl yardım edeceğiz?” denilince: “Zalimin de zulmüne engel olur, onu
zulüm işlemekten alıkoyarsınız.” buyurdu.
(Buhârî, İkrâh 7; Mezâlim 4.)
Kardeşlik hukukunun bazı temel unsurlarını,
kalıcı ve sürdürülebilir olmasının esaslarını,
Peygamber Efendimizin şu özlü/cevâmiu”lkelim cinsinden olan hadis-i şeriflerinden
öğreniyoruz:
“Birbirinizle ilişkilerinizi kesmeyin, birbirinize
arka dönüp sırt çevirmeyin, birbirinize karşı
kin beslemeyin, birbirinizi çekememezlik
etmeyin. Ey Allah’ın kulları böylece birbirinizle kardeşler olun. Müslüman bir kimsenin din
kardeşine üç günden fazla küs durması helal
değildir.” (Tirmizî, Birr ve sıla 24. Ayrıca benzer rivayetler
için bk. Buhârî, Edeb 58; Nikâh 46.)
Netice olarak: Kur’an’ın pek çok ayeti yanında sünnet ve hadislerde, din kardeşliği başta
olmak üzere, kardeşliğin her çeşidi, dostluğun, ülfetin, muhabbetin, samimiyetin
ve dürüstlüğün her türü hakkında bize her
zaman rehberlik yapacak yeterli derecede
örnekler bulma imkanına sahip olduğumuzu
söyleyebiliriz.
Gündem
Prof. Dr. Hüseyin Algül
Uludağ Üniv. İlahiyat Fak.
Hz. Peygamber döneminde
kardeşlik uygulamaları
PEYGAMBER EFENDİMİZ, MUHACİRLER VE ENSAR ARASINDA UHUVVET (KARDEŞLİK)
KURARAK MEDİNE-İSLAM TOPLUMUNDA BÜTÜNLEŞMENİN SAĞLANMASINDA VE O
GÜNKÜ SOSYO-KÜLTÜREL-EKONOMİK PROBLEMLERİN ÇÖZÜMÜNDE ÇOK ÖNEMLİ
BİR ADIM ATMIŞTIR.
KARDEŞLİK
KURUMU,
ASR-I SAADET
AHLAKININ
ÖZÜNÜ
OLUŞTURUR VE
MÜSLÜMANLARIN
AHLAKİ
DAVRANIŞLARININ
MERKEZİNDE YER
ALIR.
Hz. Peygamber (s.a.s.) İslam’ın
yayıldığı ilk yıllardan itibaren
inananlar arasında kardeşlik
tesisini, birlik, beraberlik ve
dayanışmayı, başarıların devamı ve sıkıntıların aşılması için
en mühim tedbir olarak görmüş
ve Mekke döneminin sıkıntılı yıllarında hicretten önce her
hâl ü kârda birbirlerine maddimanevi destek vermeleri şartıyla Müslümanları kendi aralarında kardeş kılmıştır. Mekke’de
çeşitli sıkıntılarla karşılaşan
Müslümanlar, bu gaye ile gerçekleştirilen kardeşliğin hayırlı
bir meyvesi olarak sabır, sebat
ve tahammül duygularıyla birbirleriyle kenetlenmek suretiyle
müşrikler karşısında bir bedenin
organları ve bir binanın tuğlaları
gibi eğilmeden dimdik durmayı
başarmışlar, istikametlerini yitirmeden hicret günlerine erişmişlerdir.
Kardeşliğin Medine boyutu
Peygamber Efendimiz hicretten sonra Medine’de toplumun
muhtaç olduğu huzur ve daya-
nışmayı sağlayabilmek için bir
taraftan, “Selamlaşmak, açları doyurmak, akrabayı gözetmek, geceleyin namaz kılmak”
gibi güzellikleri Müslümanlara
kazandırmaya çalışırken, öte
yandan da bu girişimini cami
ve okullaşma ile desteklemiştir.
Bu doğrultudaki önemli gelişmelerden birisi de “Uhuvvet
tesisi: Kardeşlik kuruluşu”dur.
Hicretten yaklaşık beş ay sonra,
Peygamber Efendimiz, muhacirler ve ensar arasında uhuvvet
(kardeşlik) kurarak Medineİslam toplumunda bütünleşmenin sağlanmasında ve o günkü
sosyo-kültürel-ekonomik problemlerin çözümünde çok önemli bir adım atmıştır. O günkü
gelişmeler dikkate alındığında gerçekleştirilen bu faaliyet,
cami-cemaat ilişkisi ve öğretimin
yaygınlaştırılması anlayışının da
tamamlayıcısı sayılır. Dolayısıyla
kardeşlik kurumu, bu yönüyle asr-ı saadet ahlakının özünü
oluşturur ve Müslümanların
ahlaki davranışlarının merkezinde yer alır.
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
15
Medine’de tesis edilen kardeşliğin gayesi
Peygamber Efendimiz gerçekleştirdiği kardeşlikle “hılf” denilen cahiliye âdetini ortadan kaldırmış oluyor, muhacirlerin Medine’ye uyum
içinde yerleşmelerini kolaylaştırıyor, ensarın
muhacirlere sağladığı maddi desteği manevi
bir yakınlıkla destekliyor, yardım görenlerde doğabilecek psikolojik ezikliği gideriyor,
İslam’ın ilk yıllarından itibaren çeşitli zorlukları sabırla göğüsleyebilen fedakâr muhacirlerin ensara tecrübelerini aktarmalarına zemin
hazırlıyor, ashab-ı kiram arasında ortak değer
yargıları çevresinde muhabbetle bütünleşme
ve zihniyet beraberliğine ulaşma hususunda
ciddi bir atılım gerçekleştiriyor, başta Mescid-i
Kuba ve Mescid-i Nebi olmak üzere cami
cemaatinin iman, ibadet ve ahlak bütünlüğünü sağlıyor; inkârcı, münafık ve Yahudi
fitnesine karşı İslam toplumunun birlik ve
beraberliğini güçlendiriyordu.
Gerçekten de Evs ile Hazrecliler, muhacirlere
fevkalade yakınlık göstermişler, onları hur-
16
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
ENSAR-MUHACİR KARDEŞLİĞİNİN
TOPLUM HAYATINA ÇOK OLUMLU VE
VERİMLİ YANSIMALARI OLMUŞTUR.
malıklarına ve evlerine ortak etmek istemişlerdi. Ensar, “Ya Rasulallah! Hurmalıklarımızı
muhacir kardeşlerimizle aramızda taksim et!”
demişler, Rasulüllah da, “Hayır, öyle olmaz!
Mülkiyeti verilmez, ancak muhacirler emekleriyle iştirak ederler, sularlar, tımar ederler.
Böylece aranızda mahsulü taksim edersiniz.”
buyurmuştu. İki taraf da buna razı oldular.
Kardeşlikte veraset meselesi
Söz konusu kardeşliğin kayda değer toplumsal yansımalarından biri de başlangıçta
kardeşler arasında mirasın geçerli olmasıdır.
Ancak, Bedir harbinden sonra nazil olan, “...
Allah’ın Kitabına göre yakın akrabalar birbirlerine (vâris olmaya) daha uygundur...”
(Enfâl, 8/75.) ayetini müteakip muhacirlerle ensar
arasında din kardeşliği üzere cereyan eden
miras intikali (tevarüs), bundan sonra geçerli-
likten kaldırılmış ve müminler arasında miras,
akrabaya hasredilmiştir. Ancak kardeşlik,
“Yardımlaşma, birbirine destek olma, öğüt
verme, öğüt alma” tarzında her zaman yürürlükte kalmış ve bu anlamdaki uhuvvet, daha
sonra, “Müminler ancak kardeştirler...” (Hucûrât,
49/10.) ayetinin hükmünce bütün müminleri
içine alacak şekilde umumileştirilmiştir.
o pazara götürünüz, bana rehberlik ediniz.”
diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Sa’d, Hz.
Abdurrahman’ı Kaynuka çarşısına götürdü ve
ona bir miktar sermaye verdi. Ticari işlerde
tecrübesiyle tanınan Hz. Abdurrahman, kısa
zamanda geçimini kendi kendine sağlayabilecek duruma geldi ve ensardan bir kadınla
evlendi. (Buhârî, Menâkıbü’1-Ensâr, 2/6.)
Kardeş kılınan iki şahsın örnek davranışları
Kardeşliğin verimli bir ürünü olarak
ikram-ihsan-isar
Ensar-muhacir kardeşliğinin toplum hayatına
çok olumlu ve verimli yansımaları olmuştur.
Bu konuda dikkatimizi çeken bir örnek, Hz.
Sa’d b. Rebi ile Hz. Abdurrahman b. Avf arasındaki kardeşliğin toplumsal yansımasıdır.
Aralarında kardeşlik bağı kurulduktan sonra
ensardan Hz. Sa’d b. Rebi, muhacirlerden
Hz. Abdurrahman b. Avf’a tüm mal varlığının
yarısını bağışlayarak temlik etmek istemişse
de bu zat, “Allah, ehlini ve malını sana mübarek eylesin! Benim bunlara ihtiyacım yoktur.
İçinde ticaret yapılan bir çarşınız yok mu? Beni
Kardeşliğin toplumsal yansımalarında görülen
isar boyutuna dair yaşanmış bir örnek daha
verebiliriz: Hz. Ebu Hüreyre, açlık sebebiyle
ayakta durmaya, namazda rükû ve secdede
kelimat-ı tesbihatı telaffuza bile gücü kalmayınca durumunu Hz. Peygamber’e arz etmişti.
Rasulüllah (s.a.s.)’ın evinde onu doyurmak
için yeterince yiyecek bulunmayınca o sırada orada olan ensardan bir zat -bir an için
kendi yoksulluğunu unutarak- onu doyurmak
niyetiyle evine götürdü. Hâlbuki evde sadece
iki çocuğuna yetecek kadar erzak vardı. Söz
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
17
ENSARIN, MUHABBET MERKEZLİ
KARDEŞLİK ÇERÇEVESİNDEKİ DERİN
İNANÇ VE SADAKATİNİ YANSITAN
UYGULAMALARININ YARARLI BİR
SONUCU DA MÜSLÜMANLARIN
MEDİNE’DE BİR SÜRE SONRA
MUHÂCİRLER KANALIYLA İKTİSADİ
HAYATTA DA SÖZ SAHİBİ OLMALARIDIR.
üstün bir cömertlik ve kişilik/mürüvvet örneği
göstermişlerdir. Yukarıda mealini verdiğimiz
isardan bahseden ayetin iniş sebepleri arasında söz konusu taksim işinde ensarın gösterdiği bu feragat da zikredilir. (el-Belâzürî, Fütûhu’lBüldan, çev. Mustafa Fayda, s. 27-28.) Buna benzer bir
ikram da Bahreyn arazisinin taksiminde ortaya çıkmış, ensar burada da kendi hisselerinin
muhacir kardeşlerine verilmesini istemişler,
Hz. Peygamber de onları Kevser Havuzu
başında kendisine kavuşmakla müjdelemiştir.
(Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 7.)
konusu ensar ailesi, yiyeceklerini misafire
ikram edip çocuklarını aç yatırmışlar, kendileri de karı-koca aç gecelemişler, bununla
beraber, aç kaldıkları zannıyla misafirin üzülmesini önlemek için kandili yakıp söndürerek yemek yiyor gibi davranmışlardı. Sabah
namazı için camiye gittiklerinde namazdan
sonra Peygamber Efendimiz, ensariye şöyle
dedi:
- Allah Teala Hazretleri, karı-koca olarak sizin
bu gece yaptığınız güzel hareketten hoşnut
oldu ve hakkınızda, “...ve ensar, kendileri
ihtiyaç sahibi olsa dahi misafir ve muhacirleri
kendi nefislerine (öz canlarına) tercih ederler.” ayetini indirdi. (Haşr, 59/9; Olayın nakli: Buhârî,
Menâkıbü’l-Ensâr, 9/23.) Ensarın bu davranışı, İslam
ahlakına “İsar: kendisi muhtaç olsa bile din
kardeşini kendine tercih” olarak geçmiştir.
Keza, Hz. Peygamber, Benî Nadir ganimetlerini muhâcirler arasında taksim etmiş, ensardan
sadece üç fakire hisse ayırmış, buna karşılık
ensarın hurmalıklarındaki muhacir hisselerinin kaldırılması teklifinde bulunmuşsa da,
onlar, kendi mallarındaki muhacir hisselerinin
devam etmesini, bununla beraber ganimetlerin de onlar arasında dağıtılmasını isteyerek
18
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
Hz. Ömer’le manevi kardeşi İtbân b. Malik
el-Ensârî (r.a.)’nin Hz. Peygamber’i sıra ile
takip ederek, öğrendiklerini akşam olunca
evlerinde birbirlerine aktarmaları da ensarmuhacir kardeşliğinin ilginç sonuçları arasında sayılmalıdır. Ensarın, muhabbet merkezli
kardeşlik çerçevesindeki derin inanç ve sadakatini yansıtan uygulamalarının yararlı bir
sonucu da Müslümanların Medine’de bir süre
sonra muhâcirler kanalıyla iktisadi hayatta da
söz sahibi olmalarıdır.
Netice olarak Hz. Peygamber devrinde asr-ı
saadette birlik şuuruyla dirliğe ermiş, selamlaşan, açları doyuran, akrabayı gözeten, ibadetlerini huşu üzere ifa eden, cami ortamında cemaat bilincine eren, kardeşlik şuuruyla
birbirinin sevinç ve sıkıntılarına ortak olan,
çalışkan, üretken, ilme ve öğrenmeye yatkın,
muhtaçlara duyarlı, ikram, ihsan ve isar sahibi, hizmette fedakâr, sıkıntılara karşı sabırlı ve
müşkülleri çözmede azimli bir sahabe topluluğuna tanık oluyoruz.
Ne mutlu bu zevatın örnek davranışlarını
doğru anlayıp özümseyerek onların deruni
kardeşlik anlayışlarını günümüze taşıyabilenlere!
Gündem
Sibel Eraslan
Başkasının kıyameti...
YANGIN YERİNE ÇEVİRDİĞİMİZ BİR GEZEGENDE, ATEŞİN HENÜZ BİZE DEĞMEMİŞ
OLMASI, İLANİHAYE DEĞMEYECEĞİ ANLAMINA DA GELMİYOR.
DÜNYANIN
KÜÇÜCÜK BİR
CAMDAN ODAYA
DÖNÜŞTÜĞÜ
GÜNÜMÜZDEYSE,
HERKESİN
BİRBİRİNDEN
HABERİ OLUYOR.
NE GARİP,
AYNI ANDA HİÇ
KİMSENİN DE
BİRBİRİNDEN
HABERİ
OLMUYOR…
1. “Birleşmiş Milletler Gıda ve
Tarım Örgütü (FAO)'nün ifadesine göre; “Gerçek açlık rakamları
bilinmemekle birlikte, son tahminlere göre 925 milyon insan
yatağa aç giriyor. Bu, dünya nüfusunun yüzde 13.6'sı ve önemli
çoğunluğu gelişmekte olan ülkelerde olmak üzere 7 insandan
biri anlamına geliyor. Çocuklar,
açlığın en görünür kurbanları.
Yetersiz beslenme dünyadaki
yılda 10.9 milyon çocuk ölümünün en az yarısından sorumlu.
Yani 5 milyondan fazla çocuk,
açlıktan yaşamını yitiriyor. Kötüyetersiz beslenmenin gelişmekte olan ülkelerdeki çocukların
3'te 1'ini etkiliyor. Son dönem
Somali'de yaşananlar, sorunun
boyutları açısından son derece
çarpıcı. Açlık en çok çocukları
vuruyor. Aç çocukların yüzde 70'i
Asya, yüzde 26'sı Afrika kıtasında.
Yetersiz beslenen ya da aç annelerden doğan çocuklar, açlıkla
mücadele ediyorlar."
Geçtiğimiz ramazan ayında gittiğimiz Somali'de, uçaktayken
okuduğum yukarıdaki raporun
altına, tükenmez kalemle şu notu
düşmüşüm: “Dünyadaki tarımsal üretim, 30 yıl öncesine göre
kişi başına yüzde 17 daha fazla
imiş günümüzde... Peki, o zaman
sorun nerede? Ne yapmalıyız ki,
açlığı engelleyelim? Fazla üretim
açlık olan bölgelere yönlendirilebilir mi. Ve nasıl?”
2. 2010, Ağustos ayında günlüğüme düştüğüm notlardan:
“ Pakistan sokaklarına serilmiş
çocuk ölülerine baktıkça, insan
filizkıran fırtınasının anlamını
idrak ediyor. Sel, “cive Pakistan”ı
vurmuş. Şu güler yüzlü billur
gibi parlak gözlü esmer ve kibar
çocukların ülkesi Pakistan...”
3. “Başkası olabilmek’’ deneyimi,
bugünkü dünya felsefelerinin ana
tartışma konularından birisi.
Yangın yerine çevirdiğimiz bir
gezegende, ateşin henüz bize
değmemiş olması, ilanihaye değmeyeceği anlamına da gelmiyor
oysa. Açlık, işgal ve fena muamele ile bilinçlerimizin gerilerine
itelediğimiz milyonlarca şanssız
insanın ah’ı gökleri tutmuş halde.
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
19
ÇOCUKLAR, AÇLIĞIN EN GÖRÜNÜR KURBANLARI. YETERSİZ BESLENME, DÜNYADAKİ
YILDA 10.9 MİLYON ÇOCUK ÖLÜMÜNÜN EN AZ YARISINDAN SORUMLU.
Küresel ısınma, kıyamet çanlarını çalıyor,
üstelik sadece önümüzdeki elli yıl içinde
soyu tükenecek kara derili adamın kıyameti
de değil bu… Kıyamet, hepimize çatıyor! Kıta
büyüklüğünde buzullar kutuplardan koparak
dünya denizlerine açılıyor. Buz, önce soğutup ardından sıcaklığı yükseltiyor geçip gittiği
kıyılarda... Pakistan ve Endonezya selden yıkılırken, Somali açlığın zirvesinde, Suriye'deki
iç savaş, Sudan'daki korkunç afetler, Irak
işgalinden sonra dinmek bilmeyen çatışmalar derken, Sibirya ömründe ilk kez yakıyor
ormanlarını, yirmi yıllık katliamı Hocalı'nın,
hatırlanması bile suçluluk yaratan bir tez olarak susturuluyor...
Dünya hızla küçülürken, aynı korkunç yazgı
hepimizi etkiliyor.
Ve başkası olmaktan çıkıyor herkes...
Biz yok ettikçe kardeşliği, biz çiğnedikçe ahdimiz, biz öldürdükçe, sevmedikçe, dışladıkça
döne döne gerisin geri saplanan bir bumerang
20
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
gibi, “başkasının ölümü” gelip dolaşıp bizi
buluyor. Ölen ve yok olan her başkası, bizi de
öldürüyor azar azar…
“Başkası olabilmek” deneyimi, Batı felsefesi
için deneyimden çok deneyimsizliği ifade
ediyor aslında. Merak ettiği her şeye el atan
ve iştahından başka hiçbir makul tanımayan
birinin, “başkası olabilmek” adına söyleyebileceği çok şey yok aslında. Savaşırken de
savunurken de Batı insanı için; “ben”den
başkası yoktu, benden başkası el’di… Garip
bir dilbilgisi bu; birinci tekil şahıstan başka
hiçbir kişiyi ve özneyi barındırmayan, ıssızlık
haddinde bir egoizm…
Bizim İslam medeniyeti tasavvurumuz böylesi
bir atomizasyonu reddediyor oysa.
Gerçek manada mümin olmayı; kendi için
istediklerini başkaları için de isteyebilme iradesinde arayan bir din İslam. Yani Batı’nın
Ben’ci dilbilgisiyle kıyaslandığında geniş bir
edebiyat alanımız var bizim! Edebiyat yani
ANA-BABAYA, AKRABAYA,
YETİMLERE, YOKSULLARA,
YAKIN KOMŞUYA, UZAK
KOMŞUYA, YAKININIZDAKİ
ARKADAŞA, YOLDA
KALMIŞA, ELİNİZİN
ALTINDA OLANLARA,
İYİLİK EDİN! ALLAH,
KENDİNİ BEĞENEN VE
BÖBÜRLENEN KİŞİYİ
SEVMEZ.
edepler… Başkası olunmadan, yolunuzu başkasının
iç dünyasından geçirmeden
hakiki Müslüman olamıyorsunuz. Bir duvar ustası veya
fırıncı çırağı olsanız veya
ordulara komuta eden başarılı bir kumandan yahut şair
veya yargıç olsanız da fark
etmiyor, hiçbir şöhret sizin
“başkası olma” sorumluluğunuzu bertaraf edemiyor.
Buradan hareketle Hz. Ömer,
bir devlet başkanı olduğu
halde, yetimlerine pişirecek
aşı olmayan kocakarıya bizzat kendi omzunda taşıyor infak çuvalını. Halifedir, kumandandır, sahabedir, rasul arkadaşıdır… Fark
etmez. O, çuvalı omzunda taşıyıp, yetimlerin
yerine kendini koymak zorunda. Sabahlara
kadar uykusuz kalsa da, Dicle kenarında
anasını arayan yitik bir keçi yavrusundan bile
sorumludur yüreği…
“Allah’a ibadet edin. O’na hiçbir şeyi eş tutmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakınınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa, elinizin altında olanlara, iyilik edin! Allah, kendini beğenen ve böbürlenen kişiyi sevmez…” Böyle
diyor Nisa suresi 36. ayette Yüce Allah başkası
olmadan, mümin kendisini olduramıyor.
Büyük müfessir Kurtubi ve hukukçu İbn
Hazm, yukarıdaki ayete dikkat çekerek diyorlar ki; “Bir beldede bir kişi açlıktan ölecek
olsa, o belde halkının tümü, ölenin katili
sayılır ve ölenin diyeti, onlardan tahsil edilir.”
Emire’l-müminin Hz. Ali, sesimizin gittiği yere
kadar herkesten, yukarıdaki ayet bağlamında
mesul olduğumuzu söylüyor. Dünyanın küçücük bir camdan odaya dönüştüğü günümüzdeyse, herkesin birbirinden haberi oluyor. Ne
garip, aynı anda hiç kimsenin de birbirinden
haberi olmuyor…
Pakistan'daki sel felaketinde hayatını kaybetmiş binlerce insana, Somali'de her yarım saatte bir ölen beş altı çocuk eşlik ediyor... Her
saat başı yenileri ekleniyor bu rakamlara...
Haber ajanslarında birer kuş ölüsü gibi yerlere serilmiş kimisi açlıktan kimisi susuzluktan
vefat etmiş küçük çocuk cenazelerini görünce
içimiz yanmıyor mu? Ne kadar duyarsız ne
kadar bihaberiz komşumuzun yaşadıklarına...
Bu, başkasının ölümü, başkasının kıyameti
değil aslında...
Bu, bizim ölümümüzden, insanlığımızın kıyametinden başkası değil...
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
21
Gündem
Prof. Dr. Ali Bakkal
Kardeşlik hukukunun
ölçüleri
HANGİ İNANCA SAHİP OLURSA OLSUN HER FERT İNSAN KARDEŞLİĞİNİN GEREKTİRDİĞİ
TEMEL HAK VE HÜRRİYETLERE SAHİPTİR.
Müslüman
olsun olmasın bütün
insanlar
Âdem’in
çocukları
olması hasebiyle kardeştir.
H a n g i inanca sahip olursa
olsun her fert insan kardeşliğinin
gerektirdiği temel hak ve hürriyetlere sahiptir. Kardeşlik gibi, kardeşlik hukukunun gereklerini de
asgari, vasati ve ideal olmak üzere
üç açıdan değerlendirmek mümkündür:
Kardeşlik hukukunun asgari
ölçüsü: Başkasına zarar vermemek
İslam hukukunun ana gayesi
makasıd-ı şeria denilen ve dinin,
canın, aklın, neslin ve malın
korunması şeklinde beş ana başlık altında toplanan hususların
korunmasını
gerçekleştirmektir. Gerçekleştirilmek istenen bu
maksatlar için “maslahat” kavramı
da kullanılır. Maslahat ise “celb-i
menafi (faydalı şeylerin elde edil-
22
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
mesi) ve def-i mazarrat (zararlı şeylerin
uzaklaştırılması)”tan ibarettir. İslam’a göre
zararlı şeylerin uzaklaştırılması, faydalı şeylerin elde edilmesinden önce gelir. “Def-i
mazarrat, celb-i menafiden evladır.” Kişiler
arasındaki hukuki ilişkiler de bu kurala göre
belirlenir. Dolayısıyla bir kişinin başka bir
kişiyle olan hukuki ilişkisinin asgari ölçüsü
ona zarar vermemektir. Hz. Peygamber (s.a.s.)
“İslam’da zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur.” (İbn Mâce, Ahkâm 17; Muvatta’,
Akdiye 31; İbn Hanbel, III/348.) buyurmakla bu kuralı
en kesin bir şekilde belirlemişlerdir. Tabii ilişkiler çerçevesinde düşünüldüğü zaman da bir
kişinin başka bir kişiden beklediği ilk şeyin
ondan emin olmak ve ondan zarar görmemek
olduğunu söyleyebiliriz. “Gölge etme, başka
ihsan istemem” gibi atasözleri de bu gerçeğe
işaret etmektedir.
İslam gerek kişiye gerekse topluma karşı
“zarar” niteliğinde olan bütün davranışları
yasaklamış, bunları “günah” olarak nitelemiş, Cenab-ı Allah da Müslümanları “Günah
işlemek ve başkasına saldırmak hususunda
birbirinizi desteklemeyin.” (Maide, 5/2.) şeklinde
uyarmıştır.
Hadislerde kardeşine zarar verme meselesi
sadece günah olarak değil aynı zamanda
imanla ilgili bir mesele olarak da takdim edilmiştir: Peygamber Efendimiz üç defa, “Vallahi
iman etmiş olmaz” buyurdu. Sahabiler, “Kim
iman etmiş olmaz, Ey Allah’ın Rasulü?” diye
sorunca Rasul-i Ekrem (s.a.s.) “Komşusu
yapacağı fenalıklardan kendisini güvende hissetmeyen kimse!” buyurmuşlardır. (Buharî, Edeb
29; Müslim, İman 73.)
Cenab-ı Allah insanlara zarar vermeyi zulüm
olarak nitelendirmiş ve “hiçbir zalimin yardımcısı olmayacağını” (Hac, 22/71.) beyan etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de müminleri zulme
karşı şöyle uyarmıştır: “Zulümden şiddetle
sakının! Çünkü zulüm kıyamet günü zalime
zifiri karanlık olacaktır.” (Müslim, Birr, 56.)
Kardeşlik hukukunun vasati ölçüsü:
Başkasına faydalı olmak
Kardeşlik hukukunun normal ve vasati ölçüsü
başkasına faydalı olmaktır. Hz. Peygamber
(s.a.s.)’in ifadesiyle “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.” (Feyzü’l-Kadîr, 3/84;
Kenzü’l-Ummâl, H. No: 4044.) Sıradan bir mümin dahi
az-çok bu özelliğe sahip olmalıdır. Felaha,
kurtuluşa ermenin yolu da hayır işlemektir.
(Hac, 22/77.) “Bir kimse, herhangi bir müminden
dünya sıkıntılarından birini giderirse, Allah da
kıyamet gününde o müminin sıkıntılarından
birini giderir. Bir kimse darda kalana kolaylık
gösterirse, Allah da ona dünya ve ahirette
kolaylık gösterir…” (Müslim, Zikr, 38.)
Bazı iyilikleri yapmak sadece bir sevap ve fazilet sebebi değil aynı zamanda bir yükümlülüktür. Mesela nesep kardeşliği bazı durumlarda
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
23
kardeşin nafakasını temin etmeyi gerektirir.
Böylesi durumlarda Hz. Peygamber (s.a.s.)’in
“İaşesini temin etmekle yükümlü bulunduğu
insanları ihmal etmesi, insana günah olarak
yeter.” (Ebû Dâvûd, Zekât, 45.) şeklindeki ikazı
büyük önem arz eder.
Mümin kardeşliği sebebiyle de bazı fiiller
hadislerde iyilikten öte, mümin kardeşimizin
hakkı olarak nitelendirilmiş ve bunların yapılması emredilmiştir: Berâ’ b. Âzib diyor ki:
Rasulüllah (s.a.s.) bize hastayı ziyaret etmeyi,
cenazeye katılmayı, aksırana “yerhamükellah”
demeyi, (dünyevi ve uhrevi zarar gelme durumu yoksa) yemininde hanis olmaması için
yemin eden kişiye yardımcı olmayı, zulme
uğrayan kimseye yardım etmeyi, davet edenin
davetine gitmeyi ve selamı yaygınlaştırmayı
emretti. (Buharî, Cenâiz 2; Müslim, Libâs 3.)
İslam, başkasına faydalı olan her şeyi ibadet seviyesinde görmüş, alan el olmaktan
ziyade veren el olmayı teşvik etmiştir. Hz.
Peygamber (s.a.s.)’in ifadesiyle, “Yüksek el
(veren el) aşağı elden (alan elden) daha hayırlıdır. Yardım etmeye, geçimini üstlendiğin
kimselerden başla.” (Buharî, Zekât, 18.)
İSLAM, BAŞKASINA FAYDALI OLAN HER
ŞEYİ İBADET SEVİYESİNDE GÖRMÜŞ,
ALAN EL OLMAKTAN ZİYADE VEREN EL
OLMAYI TEŞVİK ETMİŞTİR.
24
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
İnsan kardeşliği sebebiyle de yardıma muhtaç
insanlara yardım etmek bir fazilet sayılmıştır.
Bir kimsenin kâfir olması ona karşı her türlü
hayrın yapılmasına engel değildir. Nitekim
Hz. Peygamber (s.a.s.) kendisi Medine’de
iken Mekke’de meydana gelen bir kıtlık sebebiyle kâfir oldukları halde Mekkelilere yiyecek göndermiş, Hz. Ömer yardıma muhtaç
olan zimmilere devlet hazinesinden maaş
bağlamıştır. İslam’da sadece insanlara yardım
etmek değil, aç ve susuz kalan hayvanlara
yiyecek ve su vermek, onları ölüm tehlikesinden kurtarmak kişiye sevap kazandıran ameller arasında sayılmıştır.
Başkasına iyilikte bulunmak sadece kişiye
sevap kazandıran bir amel değil aynı zamanda
sıhhatli bir imanın şartlarından kabul edilmiştir: Nitekim hadiste “Sizden birisi kendisi
için arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip
arzu etmedikçe kâmil manada iman etmiş
sayılmaz.” (Buharî, İman, 7; Müslim, İman, 71.) buyrulmuştur.
ilişkisini isar hasleti belirler; bu haslete sahip
olanlar da Allah’ın has kulları arasına girmiş
olurlar.
Siyer ve İslam tarihi kitaplarında bu hasletle
ilgili pek çok örnekten bahsedilmektedir.
Esasen Hz. Peygamber ve ashabının genel
yaşantısı bu şekildeydi. Hz. Peygamber (s.a.s.)
en alt tabakadan birisi gibi yaşar ve kendisi
ona muhtaç olduğu halde eline bir şey geçtiği
zaman onu ashaptan birine vermeyi tercih
ederdi. Hendek savaşında açlıktan karnına
taş bağlayanlar olmuştu. Ancak başkaları tek
taş bağlarken Hz. Peygamber (s.a.s.) iki taş
bağlamıştı. Bedir savaşında “su su!” diye bağıranlar, kendilerine su getirildiğinde mümin
kardeşinin “su!” sesini duyunca kendileri suya
çokça ihtiyaç duydukları halde getirilen suyu
içmeyip bunun mümin kardeşine götürülmesini istemişlerdir.
Kardeşlik hukukunun ideal ölçüsü:
Başkasını kendine tercih etmek (isar)
Bir kişinin, kendisi muhtaç iken başkasının
ihtiyacını gidermeyi tercih etmesine isar denir.
Bu haslet sahabenin davranış özelliğidir ve
kardeşlik hukukunun da ideal ölçüsüdür.
Cenab-ı Allah muhacirlere karşı sergiledikleri
güzel tutum ve davranışları sebebiyle ensar
hakkında şöyle buyurur: “Daha önceden
Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı
yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç
edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden
dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler.
Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları
kendilerine tercih ederler…” (Haşr, 59/9.)
Başka ayetlerde ise Cenab-ı Allah bu özelliği “Allah’ın has kulları”nın hasleti olarak
niteler: “Onlar kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler.” (ve şöyle derler): Biz sizi Allah rızası
için doyuruyoruz.” (İnsan,76/8-9.) Şu halde bir
Müslümanın başka bir Müslümanla olan ideal
Kardeşlik hukukunun vasati gereği kardeşin
kardeşe yardım etmesidir ki bu da kardeşler
arasındaki normal ilişkiyi ifade eder. Kardeşlik
hukukunun ideal seviyesi ise bir kimsenin
kardeşini kendisine tercih etmesini gerektirir.
Bu durumda kişi, kendisi daha fazla ihtiyaç
içinde olmakla birlikte kardeşini kendisine
tercih eder, kendi ihtiyacını görmeyip kendi
imkânlarıyla kardeşinin ihtiyacını karşılar.
MÜSLÜMANIN BAŞKA BİR MÜSLÜMANLA
OLAN İDEAL İLİŞKİSİNİ İSAR HASLETİ
BELİRLER; BU HASLETE SAHİP OLANLAR
DA ALLAH’IN HAS KULLARI ARASINA
GİRMİŞ OLURLAR.
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
25
Gündem
Prof. Dr. Ramazan Altıntaş
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
Koruyucu kardeşlik
EVRENSEL PLANDA BÜTÜN MÜMİNLER BİRBİRLERİNİN KARDEŞİDİR. BU KARDEŞLİĞİN
SEVGİ İLE TAHKİM EDİLMESİ GEREKİR.
İslam kardeşliği, “akîde”
üzerine bina edilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de:
“Müminler,
ancak
kardeştirler.” (Hucurât,
49/10.) buyrulur. Bu bağlamda müşterek manevi
değerlere bağlı kardeşlik, biyolojik kardeşlikten daha kuvvetlidir.
Dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, hangi
kavme mensup olursa olsun, hangi dili konuşursa konuşsun, derisinin rengi, cinsiyeti,
ekonomik durumu ne olursa olsun, evrensel
planda bütün müminler birbirlerinin kardeşidir. Bu kardeşliğin sevgi ile tahkim edilmesi gerekir. Bundan dolayı Hz. Peygamber,
imanı, sevgi ile ilişkilendirmiştir:“Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din
kardeşi için de sevip istemedikçe (gerçek
anlamda) iman etmiş olmaz.” (Buhârî, “İman” 6, 7;
Müslim, “İman” 71–72.) Görüldüğü gibi bu rivayette,
doğrudan empati yapmamız istenmiş, neredeyse sevgisizlik, imanın zafiyetine işaret gibi
gösterilmiştir.
Cahiliye döneminde yıllarca kendi aralarında
savaşmış olan Evs ve Hazreç kabileleri arasındaki bu kavgayı sona erdiren ve gönüllerine
sevgiyi yerleştiren güç nedir? Bu sorunun
cevabını şu ayette çok açık ve net bir şekilde bulabiliriz: “Hep birlikte Allah'ın ipine
26
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
(Kur'an'a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın.
Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de o,
kalplerinizi birleştirmişti. İşte onun bu nimeti
sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir
ateş çukurunun tam kenarında idiniz de o sizi
oradan kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini
böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.” (Âl-i İmran, 3/103.) Bu ayette geçen “hablullah” tabirinin iki manası vardır. Bunlardan
birisi “cemaat/birlik olmak”, diğeri ise, semadan arza indirilen Allah’ın kitabı olan Kur’an-ı
Kerim’e sımsıkı sarılmaktır. (Mâtürîdî, Ebû Mansûr
Muhammed, Te’vîlâtü’l-Kur’an, thk. A. Vanlıoğlu, İstanbul,
2005, II, 328.)
Öte yandan biraz önce ifade ettiğimiz
KİŞİLERE KÖTÜ LAKAP TAKMAK, O
KİMSENİN TOPLUM NEZDİNDEKİ SOSYAL
İTİBARINI VE ONURUNU SARSMAKLA
KALMAZ, FERTLER ARASINDAKİ SEVGİ
BAĞLARINI DA ZAYIFLATIR.
gibi,“hablullah” kavramının bir diğer anlamı da “cemaat”ten ayrılmamaktır. Bu birliktelik ruhunu Hz. Peygamber’den gelen şu
rivayet desteklemektedir: “Allah’ın kudret eli
cemaatle beraberdir.” (Bkz. Tirmizî, “Fiten” 7; Nesâî,
“Tahrîm” 6.) Buradaki cemaatten maksat, bütün
Müslümanları içine alan sevad-ı azamdır.
İslami literatürde cemaat kavramı, farklılıkları,
yetenek ve kabiliyetleri tek bir kalıpta eritmeyi değil, ümmet şuuru içerisinde geliştirmeyi
ihtiva eder. Bu bağlamda: “Cemaat rahmet,
tefrika ise (ayrılık çıkarmak) azaptır.” (Ahmed
bin Hanbel, Müsned, 4/145, 278.)
Koruyucu kardeşliği bozan nedenlerin başında, müminlerin birbirlerine çirkin lakap takmaları gelir. Kişilere kötü lakap takmak, o
kimsenin toplum nezdindeki sosyal itibarını
ve onurunu sarsmakla kalmaz, fertler arasındaki sevgi bağlarını da zayıflatır. Kur’an-ı
Kerim’de, müminler kötü lakap takmaktan
men edilmişlerdir: “...Birbirinizi (kötü) lakaplarla çağırmayın.” (Hucurât, 49/11.)
Kardeşlik hukukumuzu zedeleyecek hastalıklardan bir diğeri de yargısız infaz manasına gelen “sû-i zan”da bulunmaktır. Kur’an-ı
Kerim’de müminler bu kötü davranıştan şiddetle sakındırılmışlardır: “Ey iman edenler!
Zannın birçoğundan sakının, çünkü zannın
bir kısmı günahtır.” (Hucurat, 49/12.) İslami literatürde zan, sanmak, şüphe etmek, ihtimal
üzere hüküm vermek, mahiyetini bilmediğimiz bir konuda akıl yürütmek manalarına
gelir. Müslümanlar,“beraat-i zimmet asıldır”
fehvasınca, suizandan uzak durmalı, bunun
yerine, alternatif olarak “hüsnüzan”ı ahlaki
bir ilke edinmelidirler. “Hüsnüzan, ibadetin
güzelliğindendir.” (Ebû Dâvud, “Edeb” 89.) Bir İslam
âliminin dediği gibi, “Güzel gören, güzel
düşünür.” İşte böyle bir bakış açısı, kardeşlik
hukukunun korunmasına hizmet eder.
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
27
İnsanın dokunulmaz hak ve hürriyetleri vardır. Mahremiyet de bunlardan birisidir. Çünkü
mahremiyet alanı, dokunulmaz bir alandır.
Kur’an-ı Kerim’de: “Birbirinizin suçunu araştırmayın.” (Hucurât, 49/12.) buyrulmak suretiyle,
insanların özel hallerini araştırmak yasaklanmıştır. Hastalığı ve sağlığı anlamak için
nabız yoklamak manasına gelen tecessüs, dinî
anlamda, herhangi bir kimse ile ilişkili olarak
onun gizli hallerini araştırmak demektir. (Bkz.
Ragıb el-Isfehânî, el-Müfredat, İstanbul, 1986, 131.)
İslam’da, insan hakları arasında yer alan temel
haklardan bir diğeri de kişinin dokunulmazlığı ilkesidir. Bu ilkeyi zedeleyen manevi
hastalıklar arasında “gıybet” gelir. Toplum
düzenini bozan unsurlar arasında yer alan
gıybet, bir kimseden, gıyabında hoşlanmadığı şeylerden bahsetmektir. Gıybet, söz, yazı,
görüntü, karikatür, mizah, taklit, ima, işaret
gibi davranışlarla da yapılabilir. Bir defasında
Hz. Muhammed (s.a.s.)’e: “Gıybet nedir?” diye
KORUYUCU KARDEŞLİK HUKUKUNU ZEDELEYEN KÜSLÜKLER, KISA ZAMANDA YERİNİ
SULHA BIRAKMAYACAK OLURSA, ÖFKE, İNTİKAM VE DÜŞMANLIKLARIN ARTMASINA
YOL AÇABİLİR.
28
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
sorulur. O da, “Kardeşini hoşlanmayacağın
bir şeyle anmandır.” der. “Peki, söylediklerim
onda varsa, buna ne dersin?” diye ilave bir
soru daha sorulur. O zaman şu açıklamayı
yapar: “Eğer dediklerin onda varsa, tam bir
gıybet yapmışsın demektir. Eğer dediklerin
yoksa iftira etmiş olursun.” (Bkz. Ebû Dâvud “Edeb”
35; Tirmizî “Birr”23.)
İslam kardeşliğini zayıflatan erdemsizlikler
arasında, Türkçemizde “çekememezlik” dediğimiz haset hastalığı da vardır. Haset, başkalarının sahip bulunduğu imkânların elinden
çıkmasını ve kendisine geçmesini istemektir.
Haset, menfi anlamda bir duygu ve niyet
meselesidir. Kur’an-ı Kerim’de Yahudilerin,
Müslümanları küfre döndürme niyet ve isteklerinin arkasında hasedin olduğu anlatılır:
“Kitap ehlinden birçoğu, hak kendilerine
belirdikten sonra, içlerindeki kıskançlıktan
ötürü sizi, imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler.” (Bakara, 2/109.) Bu bağlamda Hz.
Peygamber, kin ve hasedin kardeşlik hukukunu ihlal edeceğine dikkatlerimizi çekmiştir:
“Birbirinizle kinleşmeyin, hasetleşmeyin, birbirinizden yüz çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları
kardeş olun...” (Buhârî, “Edeb” 57.)
Hz. Muhammed (s.a.s.) kıskançlık/haset adı
verilen bu kötü huyun tedavi edilmesinde
alternatif olarak gıpta etme ahlakını önerir:
“Ancak iki kişiye gıpta edilebilir. Biri, Allah
kendisine mal vermiş ve onu, bu malı hak
yoluna sarfa sevk etmiş, diğeri de, Allah kendisine ilim vermiş o da bununla amel ediyor ve
(başkalarına da) öğretiyor.” (Buharî “Tevhîd” 45.)
İslam iyi insan yetiştirme projesidir. İnsana
daima iyiyi eylem hâline getirmeyi ve kötülüklerden de kaçınmayı telkin eder. Bütün bunlara rağmen, yine de insanlar arasında küskünlük ve dargınlıklara yol açabilecek olaylar
yaşanmaktadır. Koruyucu kardeşlik hukukunu zedeleyen küslükler, kısa zamanda yerini
sulha bırakmayacak olursa, öfke, intikam ve
düşmanlıkların artmasına yol açabilir. Küslük
sorunuyla alakalı olarak Hz. Peygamber’in şu
uyarıları çok anlamlıdır: "Size oruç, namaz
ve sadakanın derecesinden daha üstün olan
BÜTÜN İNANANLARI “ÜMMET” KALIBINDA
ERİTEN İSLAM, GÖNÜLLERDEN SINIRLARI
KALDIRIR VE BİZE BİRTAKIM TOPLUMSAL
SORUMLULUKLAR YÜKLER.
şeyi haber vermeyeyim mi?" "Evet (Ey Allah'ın
Rasulü, söyleyin!)" dediler. "İnsanların arasını düzeltmektir. Çünkü insanların arasındaki
bozukluk (dini) kazır.” (Ebû Dâvud, “Edeb” 58.)
Netice olarak söylemek gerekirse, koruyucu
kardeşliğin temelini üretici sevgi, özveride
bulunma ahlakı ve samimiyet duyguları oluşturur. Bütün inananları “ümmet” kalıbında
eriten İslam, gönüllerden sınırları kaldırır ve
bize birtakım toplumsal sorumluluklar yükler. Bunların başında, birbirimizi hasbi olarak
sevmek ve birbirimizin dertleriyle hem dem
olmak gelir. Eğer bugün Müslüman toplumlar arasında sıkıntılar yaşanıyorsa, bunların
nedenlerinden birisi de kardeşlik hukukunun ciddi anlamda gözetilmemiş olmasıdır. O
halde, gün, yeniden kardeşlik hukukunu ihya
etme günüdür. Gün, yeniden Medine toplumunda olduğu gibi muahat projesine işlerlik
kazandırma günüdür.
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
29
D in-Düşünce-Yorum
Ahlakla var olmak
Prof. Dr. Muhammet Şevki Aydın
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
msaydin@diyanet.gov.tr
ELEKTRONİK
MEDYANIN
ENFORMASYON
BOMBARDIMANI
ALTINDA CİDDİ
ANLAMDA ZİHİNSEL
HAZIMSIZLIK
YAŞAYAN
GÜNÜMÜZ
İNSANININ,
BU KARMAŞA
ORTAMINDA
KENDİNE GÜVENİLİR
BİR AHLAKİ ROTA
ÇİZME KONUSUNDA
VAHYİN
KILAVUZLUĞUNA
İHTİYACININ
KAÇINILMAZLIĞI
AÇIKÇA
ORTADADIR.
30
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
Günümüzde gelişmiş teknoloji sayesinde kitle iletişim araçları, küresel
ölçekte ilişkiler ağı oluşturarak iletişim ve etkileşimi küreselleştirdi. İnsanlık
elektronik medyanın bombardımanı altında kültürel
dönüşümlere ve alt üst
oluşlara maruz kalmaktadır. Kitlesel popüler kültür küreselleştirilmektedir.
Doğru ile yanlış, iyi ile kötü
birbirine karış(tırıl)makta;
hatta iyi olan kötü, kötü
olan iyi gösterilebilmektedir. Bu küresel iletişim ve
etkileşim ağıyla aramıza
duvarlar örme imkânımız
da yoktur. Böyle bir kaos
ortamında kalan insanın,
hakla batılı ayrıştırıp kendine “emin” bir yol haritası oluşturması alabildiğine zorlaşmıştır. Efendimiz
(s.a.s.)’in şu duasının
önemi bugün daha iyi
anlaşılmaktadır: “Allahım!
Bize hakkı hak olarak göster ve ona uymayı lütfet;
batılı da bize batıl olarak
göster ve ondan uzak durmayı nasip et.”
• SAYI: 256
Ne var ki, biz sadece bu
sözlü duayı etmekle yetinirsek, sonuç elde edemeyiz. Bu dua metninin işaret
ettiği diri bir mümin bilinciyle birlikte fiili duayı da
yapmak zorundayız. O da,
her birimizin hakkı hak,
batılı batıl olarak görebilme ve batıldan uzaklaşıp
hakka tabi olabilmemizi
sağlayacak bir donanıma
sahip olmaktır. Öz denetim yeteneği gelişmiş,
iyi geliştirdiği vicdanının
sesine kulak veren ahlakça özgürleşmiş bireyler
olmak. Çağdaş toplumsal
şartların itmesiyle ve özellikle de medyanın bombardımanı altında sürekli
şuraya buraya savrulmaya,
ahlaki donanımla direnilebilir. Bu ortamda böyle
bir direnişin öznesi olabilmek, kendini yönetecek
kadar ahlaken gelişmiş
birey olmayı gerektirmektedir. Bu ahlaki gelişmişlik/donanım ise, iddia edilecek bir şey değil, bedeli
ödenerek kazanılacak bir
şeydir.
Bu ihtiyar, hayatı, varlığı ve
Bu gerçeği şu anekdotla açmak İSLAM AÇISINDAN
varlık bütünü içinde kendi
istiyorum: Yaşlı dede, sabah DÜŞÜNCE İLE İMAN
ARASINDA
KARŞILIKLI
varoluşunu anlamlandırmış;
erken evinden çıkar, yolda bir
bu anlamlandırmanın doğal
bisikletlinin çarpmasıyla yere ETKİLEŞİM SÖZ
uzantısı olarak kendi değeryuvarlanır ve hafifçe yaralanır. KONUSUDUR. DÜŞÜNME
Sokaktan geçenler hemen en İMANA YÖNLENDİRİRKEN, lerini oluşturmuş, özümseİMAN DA DÜŞÜNMEYE
miş ve içtenlikle benimseyeyakın sağlık birimine ulaştırırYÖNELTMEKTEDİR.
rek kendi ahlakî varoluşunu
lar. Hemşire, önce pansuman
gerçekleştirmiş, öz benliğini
yapar ve "Biraz bekleyin, bir
kurmuş. Bu, onda güçlü bir özsaygı geliştirde röntgen çekelim. Herhangi bir kırık-çatlak
miş. Benimsediği değerlere ve kendisine olan
olabilir" der. Yaşlı dede, "Hayır, acelem var,
saygısı, ahlaklı/ilkeli davranmasına yetiyor.
gitmem gerek" der. Hemşire merakla acelesiÖzdenetim yeteneğini geliştirdiğinden, dış
nin nedenini sorar. Dede, "Eşim huzur evinde
çevrenin herhangi bir ödül veya ceza şeklinde
kalıyor. Her sabah birlikte kahvaltı etmeye
yaptırım(lar)ına ihtiyaç duymamaktadır.
giderim, gecikmek istemiyorum" diye cevap
verir. Hemşire, "Eşinize haber iletir gecikeceğiAhlaki ve vicdani muhakeme yeteneğini yitirnizi söyleriz" deyince de, yaşlı adam üzgün bir
miş bir dünyada yaşayan insanlar, bu ahlaki
ifade ile, "Ne yazık ki karım alzheimer hastası
duruşu kavramakta zorlanabilirler. Böyle bir
hiçbir şey anlamıyor, hatta benim kim olduahlaki sorumluluk bilinci, bu dünyanın insanğumu dahi bilmiyor" der. Hemşire hayretle,
ları için artık ütopik gelebilir. Ama gerçekte
"Madem sizin kim olduğunuzu bilmiyor neden
bunun başarılması, kolay olmasa da ütopya
her gün onunla kahvaltı yapmak için koşuşdeğildir. Allah’ın verdiği fıtratı ve bu arada
turuyorsunuz?" diye sorar. Cevap müthiştir:
idrak yeteneğini iyi geliştirip doğru kullanan
"Ama ben onun kim olduğunu biliyorum."
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
31
VARLIK DÜNYASI VE HAYATA
DAİR “OLAN”I, “OLUP BİTEN”İ
ANLAM(LANDIRM)ADAN, “OLMASI
GEREKEN”İN NE OLDUĞU ANLAŞILAMAZ.
herkes, insanlığın tarihsel birikiminden yararlanarak belli bir ahlaki varoluş düzeyini yakalayabilir. Ahlaki iyi ve kötü hakkında yargıda
bulunma eğilimiyle yaratılan her insan (Şems,
91/8.), bunu başarma potansiyeline sahiptir.
Yeter ki, bu fıtri potansiyelini iyi koruyup geliştirebilsin. Düşünme, anlama/kavrama yeteneğini iyi geliştirmiş, fıtratını tahrip etmemiş olan
insan, “Kendine yapılmasını istemediğini başkalarına yapma.” ve benzeri evrensel ahlaki
değerleri, vahiyden doğrudan yararlanamasa
bile keşfedebilir.
Bu konuda İslam bilginleri arasında ihtilaf olsa
da, İmam Maturidî gibi bilginlere göre aklını
kullanabilen insan, dürüst olmak gibi “kendinde/tabiatında/özdeğerinde (lizatihi) iyi”
ve yalan söylemek gibi “kendinde kötü”nün
ne olduğunu bilebilir. Bu kategorideki ahlaki
iyi ve kötü hakkında vahyin söylediği ile aklın
söylediği örtüşür. (Bk. Biçer, 2010:198 vd.) Fakat
böylesine evrensel gerçekliği açıkça ortada
olmayan ahlaki iyi ve kötüyü insan aklıyla
kestiremez; bu kısım ahlaki değerler vahyin
kılavuzluğuyla bilinebilir. Mesela, “tarafların
rızasıyla nikâhsız birliktelik”in ahlaken kötü
olduğu, ancak vahiy desteğiyle bilinebilir.
“Belki hoşlanmadığınız bir şey, sizin hakkınızda daha iyidir ve hoşunuza giden bir şey
de sizin kötülüğünüzedir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (Bakara, 2/216.)
Şu da var ki, “kendinde iyi ve kötü”nün ne
olduğunu belirleme konusunda da vahyin
desteği, elbette bireyin bu alabildiğine zor
işini kolaylaştırmaktadır. Başkaları bu ahlaki
değerleri tamamen rasyonel bilgi ve düşünce
ile kazanmaya çalışırken Müslüman birey,
vahiy destekli akli düşünce ve bilgi ile elde
etmektedir. Müslüman birey, vahyin aydınlığında, evrensel ahlaki gerçeklerle daha kolayca ve fazla zaman kaybetmeden buluşabilme
32
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
imkânını elde etmektedir. Özellikle elektronik medyanın enformasyon bombardımanı
altında ciddi anlamda zihinsel hazımsızlık
yaşayan günümüz insanının, bu karmaşa ortamında kendine güvenilir bir ahlaki rota çizme
konusunda vahyin kılavuzluğuna ihtiyacının
kaçınılmazlığı açıkça ortadadır.
Üstelik salt rasyonel bilgi ve düşünce ile keşfedip benimsediği ahlaki değerlere bireyin bağlılığına kıyasla vahiy destekli rasyonel bilgi ve
düşünce ile ürettiği aynı değerlere Müslüman
bireyin bağlılık düzeyi aynı olmayacaktır. Akli
kabule ilaveten bir de iman dayanağına sahip
olduğundan Müslüman bireyin ahlaki müeyyidesi daha güçlüdür. Tahkiki imanla ihsan
bilincini kazanan mümin, “Allah’ı görüyormuşçasına” yaşamaya çalışacağından, tutum
ve davranışlarını kendi vicdanına onaylatırken Allah’ın onayını temel ilke olarak görecektir. Yukarıda nakledilen anekdottaki yaşlı
adam, İslam ahlakını özümsemişse, "Ama ben
onun kim olduğunu biliyorum" sözünü, arka
planda “Allah görüyor/biliyor ve hesabını
soracak” inancına yaslamaktadır.
Bu inanca sahip olmak, müminin özgürlüğünü zedelememektedir. Çünkü “Allah’a ait
olmak, Allah’ın koyduğu sınırlar içerisinde
var olmak ve yaşamak” şeklinde tanımlanabilecek özgürlük anlayışı, onda körü körüne
oluşmuş değildir. Aksine onun bu anlayışının
arkasında köklü bir kişisel sorgulama, anlamlandırma, değerlendirme ve özgür iradesiyle
tercihte bulunma vardır. Başkaları ona dikte
ettiği için değil, kendisi bunun hakikatini/gerçekliğini kavrayıp gönülden benimsediği için
bu karara varmıştır. Bu kararının özgür öznesi
olarak kendisi, tercihinin, konumunun, tarz
ve tavrının bilincindedir. Özgürlüğüne ahlaki
sınırları bizzat kendisi koymaktadır. Hâliyle
onun bu kararı, kendi özgürlüğüne halel
getirmemektedir.
Tahkiki imana dayanan ve bireye tam bir
özgürlük kazandıran bu İslami ahlak, görüldüğü gibi vahiyle birlikte rasyonel bilgi ve
düşüncenin ürünüdür. “İslam dininin esaslarını kabul keyfiyetinin, serbest münazara ve
münakaşa sonucu olması, onun en önemli esaslarındandır.” (Naim, 2010: 39.) Derinlikli
düşünce, rasyonel bilgi, sorgulayarak anlama
çabası olmadan vahyin getirdiği ahlaki esaslar
hakkıyla anlaşılamaz. Varlık dünyası ve hayata dair “olan”ı, “olup biten”i anlam(landırm)
adan, “olması gereken”in ne olduğu anlaşılamaz. Düşünme ve bilimsel çabalar, vahyi
anlamanın alt yapısını oluşturduğundan dolayı bireyin entelektüel düzeyi/birikimi, vahyi
anlama düzeyini belirleyicidir. Dolayısıyla
sözü edilen İslami ahlakı üretmek, fikrî ve
entelektüel çaba olmadan gerçekleşemez.
Esasen İslam açısından düşünce ile iman
arasında karşılıklı etkileşim söz konusudur.
Düşünme imana yönlendirirken, iman da
düşünmeye yöneltmektedir. Düşünme imanı
beslerken, imandan beslenmektedir/beslenmelidir de. Yani, imanın tahakkukundan
sonra da düşünme durmaz/durmamalıdır.
Tam aksine, bu eylemler yoğunlaşarak devam
eder/etmesi gerekir. Tahkiki iman, düşünmeyi durdurmaz, iyice tetikler. İslam’a göre takdire şayan iman, körü körüne bir kabullenme,
anlamadan itaat etme, pasif bir sahiplenme
değildir. Önemli olan, imanın bilinçli bir tercihin, aktif bir benimsemenin eseri olmasıdır.
“Ta ki, içlerinden helak olacak varsa bile bile
helak olsun, hayat bulacak da varsa bile bile
hayat bulsun” (Enfal, 8/42.)
Bir Müslüman, “anlamadığım için inanıyorum” d(iy)emez, dememelidir. “İslam dininde
aklın keşfedemeyeceği nitelikte, sadece iman
edilmesi gereken sırlar yoktur.” (Naim, 2010: 42.)
İslam’da akıl üstü denebilecek durumlar varsa
da, “akıldışı”lık yoktur. Fizik ötesi meseleler, en azından akıl tarafından yorumlanabilmektedir. İslam’ın öngördüğü tahkiki imanın
altında bilgi vardır, düşünce vardır, anlamlandırma ve bilinç vardır/olmalıdır. Ahmet
Naim Hocamızın dediği gibi, “Bizde imanın
esası ve dayanağı akıldır. Gerek Allah’ın varlığına ve gerek şerefli Nebi Hz. Muhammed
(s.a.s.)’in peygamberliğine, bildirdiklerinin
Allah tarafından indirildiğine iman eden her
Müslüman, her halde akli delillere başvurarak
bu hakikatleri kabul eder. Getirilen delillerin
MÜSLÜMAN BİREY, VAHYİN VE VAHİYDEN
BESLENEN AKLIN KILAVUZLUĞUNDA
VARLIĞI VE HAYATI ANLAMLANDIRMA
BAĞLAMINDA AHLAKİ VAROLUŞUNU
GERÇEKLEŞTİRMEYE ÇALIŞACAKTIR.
zayıflık ve kuvveti şekil ve görünüşü değişik
olsa da, imanın esası hiçbir zaman, bir şekilde delillendirilmekten uzak kalmaz… Hiçbir
kimseye “aklın alsın almasın herhalde iman ile
yükümlüsün. İman edilmesi gereken konuları
tartışmaya aklın yetkisi yoktur.” denilmemiş
ve denilemez. O derecede ki, kalbî iman gerçekleştikten sonra bile, dinî nasslar ile kesin
akli deliller arasında bir çatışma olduğu görülse, dinî nasların yorumlanması yoluna gidilir.”
(Naim, 2010: 42.)
Böyle olmasaydı Kur’an, kendinden tamamen
emin olarak meydan okuyup ayetleri üzerinde insanların derin derin düşünmelerini
(Muhammed, 47/24; Nisa, 4/82; Muminun, 23/68; Sâd, 38/29;
Zümer, 39/18; Yunus, 10/24,100.), güçleri yetiyorsa onda bir
eksiklik bulmalarını talep eder miydi? (Bakara, 2/23; Yunus,
10/38; Nisâ, 4/82.)
istemezdi.
Bir akademisyenimizin şu değerlendirmesi
İslam açısından ciddi yanlışlar içermektedir:
“İnanmanın akılla desteklenmesi inanmanın
gerçekleşmemesi demektir. Oysa bizim dindarlarımız sürekli olarak akla yaslanarak pozitivist, rasyonel bir aklın güvencesi içinde seyretmek istiyorlar oysa inanç âleminin, içimize
yapılan gezilerin hiçbir güvencesi yoktur.”
Bir defa, Müslümanın rasyonel tavrı, pozitivist
bir tavır değildir, onunla karıştırılması onaylanamaz. İslam’ın öngördüğü imanın, akla
yaslandırılması, akılla desteklendirilmesi doğrudan Kur’an’ın talebidir. Müslüman birey,
vahyin ve vahiyden beslenen aklın kılavuzluğunda varlığı ve hayatı anlamlandırma bağlamında ahlaki varoluşunu gerçekleştirmeye
çalışacaktır.
Kaynak
BİÇER, Ramazan, Küreselleşen Çağda İslâm, Gelenek yay.
İstanbul 2010.
NAİM, Ahmed, İslâm Ahlakının Esasları, Sadeleştiren, Recep
Kılıç, T.D.V. yay. Ankara 2010.
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
33
D in-Düşünce-Yorum
Yüksek bir duygu ve yüce
bir haslet: Vefa
Dr. Durak Pusmaz
Haseki Dini Yüksek İhtisas Merkezi
Eğitim Görevlisi
EN BÜYÜK
VEFAKÂRLIK,
İNSANIN YÜCE
YARATICI’YI
TANIMASI, VERDİĞİ
NİMETLERİN KADR U
KIYMETİNİ BİLMESİ,
O’NA KARŞI KULLUK
GÖREVLERİNİ
EKSİKSİZ YERİNE
GETİRMESİDİR.
34
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
Vefa; sözünde durma,
sözünü yerine getirme,
borcunu ödeme, sevgi,
dostluk ve bağlılıkta sebat
etme, kendini sevenleri,
kendisine iyiliği dokunanları unutmama, dostlarıyla ilgiyi kesmeme gibi
anlamlara gelir. Bu güzel
özelliklere ve yüce vasıflara sahip olan kimseye de
vefakâr ya da vefalı denir.
Vefanın zıttı nankörlüktür.
Vefakârlık; kadir kıymet
bilmek, kendisine yapılan iyiliği unutmamaktır.
Nankörlük ise iyiliğin kadrini bilmemek ya da kendisine yapılan iyiliğe kötülükle mukabelede bulunmaktır.
Vefakâr kimseler dostlarını, kendilerine iyilikte
bulunanları unutmazlar,
zamanı gelince onlara misliyle veya daha fazlasıyla
mukabelede bulunurlar.
En büyük vefakârlık, insanın Yüce Yaratıcı’yı tanıması, verdiği nimetlerin
kadr u kıymetini bilmesi,
O’na karşı kulluk görevle-
• SAYI: 256
rini eksiksiz yerine getirmesidir. En büyük nankörlük de kulun Rabb’ini inkâr
etmesi, verdiği nimetlere
şükretmemesi, nimetleri
O’na isyanda kullanmamasıdır. Nitekim Enfal suresi-
nin 55’nci ayetinde: “Allah katında canlıların en
kötüsü, gerçeği örten nankörler/inkârcılardır.
Bunlar iman etmezler.” buyrulmuştur.
Yerine göre hayvanlar bile kendilerine verilen
nimetin kadrini bilirler, o nimeti verenlere
vefalı davranırlar, sadık olurlar. Mevlana hazretleri bunu Mesnevi’sinde çok güzel ifade
eder. O şöyle der:
“Köpekler bile mahallelerine gelen serseri
köpeklere ‘ilk evden gönül bağını koparma,
kemik yemiş olduğun ilk kapıya sımsıkı sarıl,
o nimetin şükrünü yerine getir. Hakkı gözet, o
kapıdan ayrılma…’ diye öğüt verirler.
“İlk kapısına gitsin ve orada kurtuluşa ersin
diye o serseri köpeği terbiye etmek için ısırırlar… Ona: “Bizim vefasızlığımıza örnek
olma. Vefasızlık edip boş yere vefasızlığı açığa
vurma. Çünkü vefalı olmak köpeklere mahsus
bir huydur. Sen vefasızlık ederek köpeklerin
adını kötüye çıkarma.” derler.
Mevlana hazretleri devamla sözü Yüce
Rabbimizin en güzel şekilde yarattığı ve üstün
meziyetlerle donattığı insana getirir ve ona
hitap ederek şöyle der: “Vefasızlık köpekler
için bir leke, bir ayıp olduğu halde sen nasıl
oluyor da insan olarak vefasızlık gösteriyorsun. Cenab-ı Hak da vefa göstermekle övündü
de “Bizden başka kim ahdine vefa gösterdi.”
(Tevbe, 9/111.) diye buyurdu. Hakk’ın haklarını
reddedene, saymayana karşı vefalı olmak, iyi
bil ki vefasızlığın ta kendisidir. Hiç kimsenin
hakkı Allah’ın hakkından önce gelemez.” (Şefik
Can, Mesnevi Tercümesi, III, 44, Beyit: 315-324.)
Ahmet Rifat da “Tasvîr-i Ahlak” isimli eserinde şöyle der: “Ana-babaya itaat, akraba
ve dostlara hürmet ve yardım, vatana sevgi
hep vefa duygusunun eseridir. Vefasızlar ciddi
dost bulamazlar. Sıkıntılı zamanlarında kimseden yardım göremezler. Şurası da enteresandır ki, bazıları kendileri sıkıldıkları zaman
vefakârlardan vefa umarlar, yardım beklerler
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
35
ASLINDA KENDİSİNE İYİLİK YAPILAN
KİMSE BİLSE DE, BİLMESE DE HİÇBİR
İYİLİK ZAYİ OLMAZ, BOŞA GİTMEZ.
de kendi vefasızlıklarını terk etmezler.”
(Ahmet
Rifat, Tasvîr-i Ahlak, İst., ts., s. 366.)
“Vefa yüksek bir duygu ve yüce bir haslettir. Abbasi vezirlerinden Yahya el-Bermekî
vermiş olduğu sözünü teyit etmek isteyince:
“Ahde vefayı, görünen şeylerin en yükseği
kılan Allah’a yemin ederim.” diyerek sözüne
başlardı. (Ahmet Rifat, age., s. 366.)
Aslında kendisine iyilik yapılan kimse bilse
de, bilmese de hiçbir iyilik zayi olmaz, boşa
gitmez. Onun için dilimizde: “İyilik yerde kalmaz”, “İyilik et de denize at, balık bilmezse
Hâlık bilir” denilmiştir.
İnsanlar kendilerine yapılan iyilik ve kötülükleri unutup unutmama açısından farklıdırlar:
Kimi insanlar vardır ki kendilerine yapılan
kötülükleri hep unuturlar, iyilikleri ise hiç
unutmazlar. Bunlar erdemli, fazilet sahibi kimselerdir. Dinimizin istediği güzel ahlak sahibi
müminler böyle olurlar, kendilerine yapılan
iyiliği hiç unutmazlar, zamanı gelince ona iyilikle mukabelede bulunurlar, dostlarıyla her
zaman ilgilenirler, iyi günlerinde de kötü günlerinde de onları ararlar, varsa dertleri, sıkıntıları gidermeye, yardımcı olmaya çalışırlar.
Kimi insanlar da vardır ki kendilerine yapılan
yüzlerce iyiliği unuturlar, yapılan herhangi bir
kötülüğü ise hiç unutmazlar. Hep onu söyleyip
dururlar, temcit pilavı gibi durmadan tekrar
ederler. Bu, dinimizin tasvip ettiği güzel davranış ve hoş bir tutum değildir. Bunlar dostlarını kendilerine işleri düştüğü zaman ararlar,
sorarlar, o zaman yanlarından hiç ayrılmazlar.
Onların kendilerine işi düştüğü zaman ise hep
onlardan kaçmaya, uzak durmaya çalışırlar, o
zaman onları tanımazlar, daha doğrusu tanımazlıktan gelirler. Mesnevî Şerhi’nde bu tip
insanlarla ilgili şöyle bir olay anlatılır:
Mervli biri, ticaret için seyahate çıktıkça her
defasında Iraklı birine konuk olur, en güzel
36
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
şekilde ağırlanır, kendisine izzet ve ikramda
bulunulur, yer içer, giderken de:
“Ah sen de bir bize gelsen, biz de seni ağırlasak” dermiş.
Tesadüf bu ya, Iraklının da bir sefer yolu
Merv’e düşmüş, kendisine devamlı gelip giderek konuk olan ve her defasında davet eden
dostunu hatırlamış, doğruca ona gitmiş. Fakat
Mervli, Iraklıyı tanımazlıktan gelmiş. Adam ‘her
halde beni yolcu elbisemle gördü o yüzden
tanımadı’ demiş, külahını, elbisesini çıkarmaya
başlamış. Mervli:
“Boşuna uğraşma, derini bile yüzsen, ben
seni tanımıyorum.” demiş, (Bk. Abdülbâki Gölpınarlı,
Mesnevî ve Şerhi, III, 111-112.) böylece kendisinin
karakterini ortaya koymuş.
İnsan yaratılışı icabı hep başkalarından vefa
bekler, dostluk bekler, iyilik bekler. Bunlar
doğru ve güzel şeylerdir. Fakat daha güzel
olanı insanın, dostlarına karşı önce kendisinin vefakâr olmasıdır. Kendisi vefakâr olmayan kimse başkalarından vefa bekleyebilir mi?
Şayet beklerse bu ne kadar doğru ve isabetli
olur? Ünlü Divan şairi Nâbî ne güzel söylemiş:
Bende yok sabru sükûn, sende vefadan zerre,
İki yoktan ne çıkar fikredelim bir kerre.
Diğer ahlaki meziyetlerde olduğu gibi,
vefakârlığın en güzel örneklerini de Peygamber
Efendimiz’de görmekteyiz. Hz. Peygamber,
dadısı Ümmü Eymen’i, ücret karşılığı da olsa
yıllarca kendisine bakan sütannesi Halime’yi,
sütkardeşi Şeyma’yı, çocukluğunu yanında
geçirdiği amcası Ebu Talib’in hanımı Fatıma’yı
ömrü boyunca unutmamış, her fırsatta onlarla ilgilenmiş, onlara gereken saygı, şefkat ve
merhameti göstermiştir. Mekke müşriklerinin zulmünden kaçan Müslümanlara kucak
açan Habeş Necâşî’sini daima hayırla yad
etmiş, öldüğünde dua etmiş, yıllar sonra oğlu
Medine’ye geldiğinde, babasına hürmeten bizzat kendi eliyle ona hizmet etmiştir.
Sevgili Peygamberimiz eşlerine karşı da son
derece vefakârdı. Onun vefakârlığı sadece
hayatta olan eşi ile sınırlı değildi. Vefat etmiş
olan eşi Hz. Hatice validemizi de hep hayırla
anar, hayırla yad ederdi. Hatta onun arkadaşlarına bile saygı gösterir, ikramda bulunurdu.
Bir defa yanına gelen bir yaşlı hanıma fazla
ikramda bulunmuştu. Bunun sebebini soranlara: “Bu kadın Hatice (r.a.)’nin sağlığında bize
gelir giderdi.” diye cevap vermişti
İnsanlar hep zamanlarındaki vefasızlıktan
şikâyet ederler. Osmanlıların son döneminde
yaşamış olup reisületıbba, devlet adamı, eğitimci, edip ve tarihçi olarak bilinen ve 1866
yılında Tahran sefiri iken vefat eden Hayrullah
Efendi bir beytinde zamanındaki insanların
vefasızlıklarından şikâyet ederek şöyle der:
Ehibbada vefâ yok âşinâ bîgânedir Hayrî
Bu âlem bildiğim âlem değil, bilmem ne hâl
oldu. (Bk. Osmanlı Müellifleri, III, 67.)
Ahmet Cevdet Paşa da zamâne kibarının, ‘vefa’
sözcüğünü yazsa da manasından habersiz
olduğunu, bu yüzden kimsenin onlara güvenmemesini belirterek şöyle der:
Lafz-ı vefayı yazsa da bilmez meâlini
Kimse güvenmesin bu zemâne kibârına.
Unutulmaz Mısralar, s. 640.)
(Bk.
Şair Karamanlı Kâmî ise; bülbülün, sesini âşık
olduğu güle işittiremediği gibi artık vefa, sevgi
sözünü de kimsenin okumadığından ve dinlemediğinden şikâyette bulunarak şöyle der:
Güle gûş ettirmez, boş yere bülbül inler
Varak-ı mihr ü vefâyı kim okur, kim dinler.
Çağ kapatıp, çağ açan, İstanbul’u fethedip
Türk-İslam dünyasına kazandıran, böylece iki
cihan güneşi sevgili Peygamberimizin müjdesine nail olan ulu sultan, Fatih Sultan Mehmed
de vefânın kokusunu ancak mezarında beklemektedir:
Vefâ görmeden ölürsem eğer ben gül-i
zârumdan;
Erişe dem-be-dem
mezârumdan.
bû-yi
vefâ
hâk-i
Yazımızı Mevlana hazretlerinin şu güzel sözü
ile noktalayalım:
“Ey dost! Sen, gamlar içinde bulunduğun halde
neşeli ol; vefasız olan, vefa nedir bilmeyen şu
dünyada, sen vefalı ol!”
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
37
D in-Düşünce-Yorum
Bir kardeşlik hukuku
refleksi: Helalleşme
Dr. Şemsettin Ulusal
Bir arkadaşım “…son
sözleri: ‘Hakkınızı helal
edin… La ilahe illallah’
oldu” diyordu, annesinin vefat anını anlatırken.
Yine televizyonda verilen
bir haberde, “…yavrumla
dün gece telefonla görüştüm. ‘Anne, operasyona
gidiyoruz. Hakkını helal
et. Babam ve gelinin de
haklarını helal etsin’ dedi.
Bugün şehadet haberi
geldi” diye gözyaşı döküyordu şehit annesi.
Eğitim Uzmanı
Bu anlatımlarda, gündelik yaşantımızda, bilhassa uzunca bir yolculuğa
çıkacağımız zaman ihmal
etmemeye çalıştığımız ve
dilimizin mutadı hâline
getirdiğimiz bir terime
vurgu yapılmaktadır aslında. Belki de yaptığımızın
önemini bilmeden, o üç
kelimelik cümlenin mana
derinliğini kavramadan,
bir alışkanlığın sonucu ya
da aldığımız bir terbiyenin
gereği olarak söyleyiveririz, o sözleri: Hakkını helal
et.
ZARAFET, NEZAKET
VE ALÇAK
GÖNÜLLÜLÜK
KARIŞIMI MEŞREB-İ
KUR’AN’IN
BAL TATLISI
KATRELERİDİR,
“HAKKINI HELAL
ET.”
38
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
“Kul Hakkı” müessesi ile yakından alakalı
olan bu ifade, aslında bütün İslami değerlerin insan hayatına ince hassasiyetler hâlinde
yansımasını sağlayan kişilik disiplininin dilde
şekillenmesidir. Hem dahi, zarafet, nezaket ve
alçak gönüllülük karışımı meşreb-i Kur’an’ın
bal tatlısı katreleridir, “hakkını helal et.”
Helalleşmedir bu. Dinimizin bir kuralı ve kardeşlik hukukunun da bir gereğidir. Öyleyse
nedir helalleşme? Konunun daha net anlaşılabilmesi için, öncelikle “hak” teriminin anlamının ve çeşitlerinin izahı ile hak gaspına uhrevi
hayatta taalluk edecek hususları ifade etmek
yararlı olacaktır.
Hak terimi hukuki ve dinî bakımdan anlamlandırılırken tanımın yetki, sorumluluk ve
ayrıcalık kelimelerine ilmeklenerek yapıldığı
hemen göze çarpmaktadır. Bu bakımdan hak,
hukukun bir yetki ve bir yükümlülük olmak
üzere benimsediği aidiyettir. Bu tanımın açılımı şöyledir: Hak, hukuk tarafından tanınan ve
korunmasını isteme hususunda ferdin yetkili
sayıldığı menfaattir. Her hakkın mutlaka bir
hukuk kuralına dayanması esastır. Bu hukuk
kuralının yazılı bir kural (kanun, kanun hük-
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
39
İSTER KAZAİ İSTERSE DİNÎ HAK OLSUN, DİNİMİZ KUL
HAKKINI İHLAL ETMEYİ ZULÜM, KUL HAKKINI İHLAL EDENİ
DE ZALİM OLARAK NİTELENDİRMEKTEDİR.
münde kararname, tüzük, yönetmelik) veya
yazılı olmayan bir kural (örf ve âdet hukuku) olması önemli değildir. Hukuk düzeninin
tanımadığı bir yetki, korumadığı bir menfaat
mahkemeye konu teşkil edecek bir hak olarak nitelendirilemez. (Turgut Akıntürk, Hukuka Giriş,
Eskişehir 2009.)
Hiç şüphesiz yukarıdaki tanım, dinin hükümlerine göre esasen var olan, ancak mahkemede şahit ya da delil yetersizliği sebebiyle ispat
edilemeyen ya da hukukun konu edinmediği dinî hakları kapsam dışı bırakmaktadır.
Dindar birey için konunun bu yönü en az
öteki kadar, belki ötekinden de çok önem arz
ettiği için daha kapsamlı bir tanımın yapılması
gerekir. Dolayısıyla hak, korunmasını isteme
hususunda sahibinin yetkili sayıldığı menfaat
olup, ihlal ya da gasp edenin dünyevi ve/veya
uhrevi sorumluluk yüklenmesini ve cezaya
çarptırılmasını gerektirir. O halde hakkı dinî
ve kazai olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür. Bu bağlamda dinî hak, dinin hükümlerine göre esasen mevcut olduğu halde mahkemede ispat edilemeyen hakları da kapsar.
Kazai hak ise, dinin hükümlerine göre mevcut
olsun veya olmasın mahkemede ispatı mümkün olan hakları ifade eder.
40
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
Tasnifi netleştirilmemiş olsa
dahi haklar ayrıca, Allah
hakkı ve kul hakkı şeklinde
de ayırıma tabi tutulur. Bu
sınıflandırmaya göre Allah
hakkı denilince ilk planda
iman ve ibadet gibi yalnızca
Allah’a yöneltilebilen, sadece O’nun layık olduğu haklar, ayrıca belirli bir kişi ve
zümreyi değil kamu yarar
ve düzenini ilgilendiren
haklar kastedilir. Kul hakları ise, sonuçta kamu yararını ilgilendirse bile ilk planda ferde ait bir menfaatin
korunmasını hedef alan ve
ferdin söz hakkının bulunduğu haklardır. (Ali Bardakoğlu,
“Hak”, DİA, XV/139-150.)
Söz konusu olan ister kazai isterse dinî hak
olsun, dinimiz kul hakkını ihlal etmeyi zulüm,
kul hakkını ihlal edeni de zalim olarak nitelendirmektedir. En net tanımıyla zulüm, başkasının mülkünde sahibinin izni olmaksızın
tasarrufta bulunmaktır. Başkasına ait bir şeyi
gizli ya da aleni olarak zulüm yoluyla alan kişi
zalimdir. Aldığı şey ister mal olsun, isterse
manevi hakka tecavüz olsun değişmez, yaptığı haramdır.
Ne yapmak lazımdır bu haramdan sakınmak
için? Öncelikle kul hakkını gözetmeyi bir
disiplin hâline getirmelidir Müslüman. Zira
günlük yaşantımızda bu disiplinin uygulanmadığı neredeyse tek bir alan dahi yoktur. Bir
kişiyi sözle veya fiille aldatmak kul hakkıdır.
O kişiyi, karalamak, çekiştirmek, kaş göz işareti ile onu aşağılamak, ona hakaret etmek ve
onun ayıbını araştırmak kul hakkıdır. Sokak
ve caddeleri kirletmek, trafik kurallarını ihlal
etmek, amme menfaatini koruyan kanun ve
kurallara uymamak, kul hakkına tecavüz
etmektir. Cinsel taciz, aile içi şiddet de kul
hakkına girer. Ücret aldığı işi layıkıyla yapmamak, işçisine hak ettiği ücreti zamanında vermemek, kamu araç, gereç ve malzemesini yetkisiz ve haksız yere kullanmak ve sarf etmek
de kul hakkının gözetilmemesidir. Kamuya ait
bir emaneti ehline teslim etmemek ve kamu
kaynaklarını yerli yerinde kullanmamak, yine
kul hakkının göz ardı edilmesidir.
Bütün bunları yapan kimseden öbür dünyada
hesap sorulacağını Kur’an ve sahih hadisler
bize haber vermektedir. Nitekim Allah (c.c.)
şöyle buyurmaktadır: Sakın, Allah’ı zalimlerin
yaptıklarından habersiz sanma! Allah, onları
ancak gözlerin dehşetle bakacağı bir güne erteliyor. (İbrahim, 14/42.) Bir başka surede ise yüce
Allah şu ikazı yapmaktadır: Ey iman edenler!
Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin.
Ancak karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle olursa başka. Kendinizi helak etmeyin. Şüphesiz
Allah size karşı çok merhametlidir. Kim haddi
aşarak ve zulmederek bunu yaparsa, O’nu
cehennem ateşine atacağız. Bu Allah’a pek
kolaydır. (Nisâ, 4/29-30; ayrıca bkz. Bakara, 2/188.)
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de uhdesinde
başkasına ait bir hak bulunduğu halde vefat
eden kişinin başına gelecek dehşetengiz hâli
şöyle tasvir etmektedir: "Kimin sorumluluğunda kardeşinin nefsi (ırzı) veya ona ait bir şey
ile alakalı hak var ise, paranın işe yaramadığı
kıyamet günü gelmeden önce dünyada mazlumla (hak sahibi ile) helalleşsin (mazlumdan
hakkını bağışlamasını dilesin). Bu yapılmadığı takdirde zalimin var olan salih amelinden
(kıyamet günü), zulmü kadar alınır (da hak
sahibine verilir). Eğer zalimin sevabı bulunmazsa, mazlumun seyyiatından alınıp zalim
üzerine yükletilir." (Buharî, “Mezâlim”, 10; “Rikâk”, 48.)
Hadiste öncelikle inanan insanları diğerlerine
karşı haksızlık yapmaktan sakındırma vardır.
Bu haksızlık metnin orijinalinde “ırz” ve “bir
şey” kelimeleri ile ifade edilmiştir. Söz konusu
iki kelime yukarıda örneklendirilenle birlikte
tüm hakları kapsar. Hadiste vurgulanan ikinci
husus ise, kişinin gasp ettiği bu hakkın hesabını ahirete bırakmaması ve hak sahibinden
bunun affedilmesini dilemesi ve affettirmesidir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) diğer bir hadis-i şerifte
ise, “Şüphesiz ümmetimden müflis o kişidir ki,
kıyamet günü namaz, oruç ve zekâtla (sevabıyla) gelir. Ancak ona buna söven, zina iftira-
UHDEMİZE BİRİSİNİN HAKKI GEÇMİŞ İSE
VE BU HAK MADDİ KIYMETİ OLAN BİR
ŞEY İSE, HAK SAHİBİNE BU HAKKI TARİF
EDEREK VE AF DİLEYEREK ÖDEMEMİZ
GEREKİR.
sı yapan, haram mal yiyen, kan döken ve darp
eden bir kişi olduğu için iyiliklerinin sevabı
(hak sahibi) şuna buna verilir. Üzerindeki kul
hakları bitmeden sevapları tükenir de hak
sahibi kişilerin günahları kendisine yüklendikten sonra cehenneme atılır.” buyurmaktadır. (Müslim, “Birr”, 59.)
İşte dinî terbiyemizde ve kültürümüzde oldukça güzel bir alışkanlık hâline gelmiş bulunan
“helalleşme”nin temelinde bu dinî faktörler
yatmaktadır.
O halde uhdemize birisinin hakkı geçmiş ise
ve bu hak maddi kıymeti olan bir şey ise, hak
sahibine bu hakkı tarif ederek ve af dileyerek
ödememiz gerekir. Böyle bir durumda hak
sahibi vefat etmiş ise bedelini onun vârislerine
vermemiz, vârisleri de yok ise hak sahibinin
adına fakir fukaraya veya bir hayır kurumuna bağışlamamız icap eder. Uhdemizdeki bu
malı aynı veya bedeliyle ödememiz mümkün
değil ise, tarif ve tayin ederek hak sahibinden,
bu hakkı bağışlaması (helal etmesi) rica edilir.
Hak sahibinin böyle bir hakkı bağışlaması
erdemli bir davranış olmakla birlikte, bağışlamama hakkının bulunduğu da unutulmamalıdır.
Diğer yandan hakkın konusu cinayet, iftira,
gıybet gibi Allah’ın haram kıldıklarından ise
hak sahibinin bu konudaki affı ve kendisinden alınan helallik de yeterli olmayacaktır. Kişi ayrıca samimiyetle tövbe etmeli ve
Allah’tan af dilemelidir.
Konuyu yine Hz. Peygamber’in bir hadis-i
şerifi ile bitirelim. O (s.a.s.) buyuruyor ki:
“Haksızlığa uğramış kişinin (mazlumun)
bedduasından sakınınız Çünkü onun duasıyla Allah arasında perde yoktur.” (Buharî,
"Mezalim", 9.)
Hakkınızı helal ediniz!
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
41
Aile
�nsanoğlunun değerlerini
kazanabileceği en mükemmel
mekân ailesi; en uygun zaman da
çocukluk evresidir.
Aile içi iletişimde
“Değer” kazandırma
yolları-I
Prof. Dr. Ertuğrul Yaman
Yıldırım Beyazıt Üniv.
(eyaman62@yahoo.com)
A
ilelerde, ebeveynlerin en değerli mirasları yetiştirdikleri çocuklarıdır. Çocukların
da en önemli güç kaynakları aileleridir.
Dolayısıyla, aile herkes için hem güvence,
hem güç kaynağı, hem de değer(ler) merkezidir. Yüce Yaratıcı, kendi iradesi ve
güzelliğiyle insanı ahsen-i takvim üzere
(en güzel şekilde) yarattı. İnsanoğluna,
bütün canlılara nispetle, biyolojik anlamda hüsn, letafet ve zarafeti yükledi. Ne var
ki insanın bu dış güzelliğini, iç güzelliğiyle bütünleştirme işini insanların kendine
bıraktı. Bu açıdan bakıldığında, insanoğlunun kendini geliştirmesi, yenilemesi,
değer kazanması, eğitilmesi ve değiştirilmesi mümkündür.
Konu bu cepheden ele alınırsa, insanoğlunun değerlerini kazanabileceği
en mükemmel mekân ailesi; en uygun
zaman da çocukluk evresidir. Çocukların
ailede değer kazanması için, öncelikle
ailenin öz değerlerine sahip olması, bunları yaşaması ve çocuklarına aktaracak
bilinç düzeyini yakalamış olması gerekir.
Ailenin huzur ve saadeti, çocukların değer
kazanması için aile içinde yapılabilecek
etkinlik önerileri şu şekilde sıralanabilir:
Eşler arası önceliklerin tespiti
Aile, her şeyden önce iki farklı cinsin bir
araya gelmesinden oluşan bir kurumdur.
Dolayısıyla eşlerin uyumu, aile saadeti
ve değer yargılarının sağlıklı bir şekilde
benimsenmesi için öncelikli konudur.
Bu bağlamda eşlerin birbirleriyle
iyi bir uyum yakalamaları,
karşılıklı olarak önceliklerinin doğru belirlenAile
mesine bağlıdır.
herkes için
hem güvence,
hem güç kaynağı,
hem de değer(ler)
merkezidir.
Eşlerin birinci önceliği, birbirini mutlu
etmek olmalıdır.
Her türlü söz ve
davranış bu temel
prensip üzerine bina
edilmelidir. Eşler, karşı-
lıklı olarak birbirlerini mutlu etmeyi; birbirlerini incitmemeyi esas alırlarsa, ailede
birlik ve dirliğin temelleri atılmış olur.
Evliliğin doğası itibariyle evli çiftler, birbirini mutlu etmek isterler. Türk toplumunun geleneksel görev bölümünde, evin
hanımı, evi temizleyip çocuklara bakarak ve yemek yapmak suretiyle kocasını
mutlu ettiğini düşünüyor. Beyefendi ise;
öncelikli olarak para kazanıp evin ihtiyaçlarını karşılarsa ve ailesinin başında
bulunursa eşini mutlu ettiğini zannediyor.
Bütün bunlar doğru ve gerekli olmakla
birlikte, uyumlu bir aile için çok daha
önemli önceliklere ihtiyaç vardır. Eşler
arasındaki bu uyum sürecinin sağlıklı bir
tarzda sürdürülebilmesi için aşağıdaki yol
ve yöntemler kullanılabilir.
Eşlerin hassas olmaları gereken en önemli
konu, birbirlerinin hoşlandığı noktaların
doğru tespit edilmesidir. Eşler birbirinin
sevdiği tavırları öne çıkarmalı; sevmediği söz ve davranışlardan uzak durmaya
dikkat etmelidirler. Hanımlar ve beylerin,
birbirlerinin bam teline basmamaya bilhassa dikkat etmeleri gerekir. Hanımların
ve beylerin öğretilmiş rutin görevler dışında birbirlerinin duygu dünyalarını keşfetmeleri huzur ve mutluluğa giden en kestirme yoldur. Her şeyden önce, karşılıklı
olarak duygu dünyalarını doldurmakta
büyük faydalar vardır. Kadın, kocanın
duygularını anlamalı, koca da hanımın
duygularını önemsemelidir. Hayatın merkezine mal mülk değil, sağlık ve mutluluk
konulmalıdır. Çünkü mal mülk biriktirmek, huzur ve mutluğa tek başına hizmet
etmezken; huzurlu ve uyumlu bir ailede
mal mülk kendiliğinden birikir. Mal mülk
birer emanet, güzel hatıralar ve paylaşılan
duygular ise, hayatın özüdür.
Her aile ayrı bir dünyadır. Standartlar her
aileye göre değişir. Ailede eşler, asgari
müştereklerde ittifak etmelidirler. Eşler,
birbirinin gönlündeki gamı gidermeli;
öfke patlaması yaşamadan önce öfkeyi önleyici tedbir almalıdırlar. Esas olan
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
43
eşlerin içlerinde olur olmaz sebeplerle negatif
duyguları biriktirmemesi ve gönül bardağını
taşırma noktasında hassas olmalarıdır.
Ebeveyn önceliklerinin tespiti
Birçok anne baba, evlenir evlenmez çocuk
sahibi olduktan sonra, daha çok bu dünya
için maişet derdine düşerek mal mülk biriktirme derdine düşerler. Para biriktirmek uğruna neredeyse bütün zamanlarını sarf ederek
kimi zaman bu uğurda sağlıklarını dahi riske
atmaktadırlar. Oysa ebeveynin birinci önceliği iyi, ahlâklı, dürüst, temiz, kaliteli, erdemli çocuklar yetiştirmektir. Ailenin geçiminin
temin edilmesi, ailede huzurun sağlanması,
mutluluğun hâkim olması bir aile için elbette
temel zemindir. Ancak; anne babaların en
önemli mirasları, insanlık için yararlı işler
yapacak ve arkalarından kendilerine hayır
dua edecek mirasçılar bırakmalarıdır.
Çocuklar, bir anlamda ailedeki huzur, mutluluk ve uyumun meyveleridir. Her çocuk,
büyük oranda ailesidir. Ailede yaşanan her
duygu ve değer, çocuklar tarafından âdeta bir
ayna gibi kopyalanır ve hayatlarının ilerideki
dönemlerine yansıtılır. Bu açıdan, bütün anne
ve babaların en değerli öncelikleri makam,
mevki, mal mülk, iş güç, meslek, kariyer, imaj
vb. değil; kendilerinin en bariz yansımaları
olan çocukları olmalıdır. Hepimizin en birincil
görevimiz geleceğin iyi insanları olan çocuklar yetiştirmektir.
Açık iletişim modeli
Aile kurumunda fertlerin birtakım duygu
ve değerleri kazanabilmesi için, ailenin iletişim tarzı en önemli belirleyicilerdendir.
Kendimize sormamız gereken sorular şunlardır: İletişimimiz doğrudan mı yoksa dolaylı
mı? Beklentimizi biz mi anlatıyoruz yoksa karşımızdakinin anlamasını mı bekliyoruz? İstek,
arzu, ihtiyaç ve beklentilerimizi doğrudan mı
yoksa ailedeki diğer bireyler üzerinden mi
sürdürüyoruz.
Her şeyden önce iletişimin açık ve anlaşılır
bir tarzda yürütülmesi gerekir. Birbirlerinin
en yakını olan insanlar (aile büyükleri, anne-
44
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
baba, eşler, çocuklar ve varsa diğer aile yakınları) arasındaki ilişkiler son derece açık, nezih
ve ölçülü olmalıdır. Bunun en uygun yolu
ise, birlikte geçirilen anlardır. Özellikle toplu
yemekler, piknikler, geziler, eğlenceler ve aile
toplantılarında doğrudan iletişim kurmakta
büyük yarar vardır.
Evin çocuğu kendi isteğini kendi ağzından
ifade ederek “Baba, bana telefon lazım, alabilir
miyiz?” demek gerekirken devreye genellikle
anne girer ve hafiften de suçlama modunda
“Oğlun arkadaşları arasında mahcup oluyor,
bir telefon bile almıyorsun!” gibi bir yaralayıcı
cümle ile açık iletişim yerine dolaylı ve belli
oranda kapalı bir iletişim tarzı oluşturularak
daha sonraki iletişimler için kötü, yanlış ve
yorucu bir yönteme de yol açılmış olunur.
Aile içinde gizlenen ufak tefek gibi görünen
konular, zamanla büyümekte, kartopu etkisiyle çığa dönüşebilmektedir. Bu bakımdan
konu ve sorunları sıcağı sıcağına paylaşarak
hem bir sohbet ortamı oluşturulabilir hem de
ileride çözülemeyecek kadar büyüyen sorunlarla karşılaşmaktan kurtulmuş olunur.
Unutmamak gerekir ki aile kurumu, güzelliklerin, sevinçlerin paylaşıldığı; sıkıntı ve
sorunların birlikte göğüslendiği bir mekândır.
Şu dünyada sorunsuz ve sıkıntısız aile pek
azdır. Belki de hiç yoktur. Önemli olan neşeyi
de ızdırabı da birlikte paylaşmaktır. Özellikle
incir çekirdeğini doldurmayan olay ve durumlar için her gün kafa şişiren eşlerin bu noktada
çok daha dikkatli olmaları gerekir. Bilhassa
eşler arasındaki iletişimde yıllarını eğitime
adamış Sami Yaman’ın şu sözleri kulağımıza
küpe olmalıdır: “Hiçbirimiz Ferhat ile Şirin
değiliz!”
Selamlaşma kültürü
Selam, karşımızdaki insanlara esenlikler dilemek demektir. Tanıyalım, tanımayalım; sevelim sevmeyelim herkese; hatta mümkünse ara
sıra kendimize ve her daim bütün canlılara
esenlikler dileyelim. Dileyelim ki herkes ve
her şey de bizim hakkımızda esenlikler dilesin!
Birbirlerinin en yakını olan aile bireyleri, ara-
larındaki hoş, güzel duyguları daha da nezih
hâle getirmek için, sabah kalktıklarında, gün
içinde içeri-dışarı giriş çıkışlarında ve akşam
yatarken güzel temennilerde bulunmak üzere
sözlü olarak esenlik bildiren selam sözleri
söylemeleri, aile içindeki iletişimin selameti
açısından büyük önem taşımaktadır. Eve gelen
herkes evdekilere “selam vermeli”, evdeki de
gelene “hoş geldin” demeli. Selamlaşmaya
dair söz ve davranışları önemsemek gerek.
Çünkü her ayrılış son ayrılışımız, her gelişimiz
de son gelişimiz olabilir.
Birlikte zaman geçirmek
Aile olmak, yalnızca aynı çatı altında yaşamak veya zorunlu ikamete mahkûm olmak
değildir. Aile olmak, zamanları birlikte ve
güzel geçirmenin tadına varmaktır. Özellikle
eşlerin birbirleriyle ve ebeveynlerin çocuklarıyla olan iletişimlerinde nitelikli zaman geçirmeye gayret etmeleri gerekir. Çünkü geçen
zamanın tekrarı olmayacaktır. Yaşadığımız
anın, o andaki duygularımızın, sevinç ve
mutluluklarımızın yeniden yaşanması zor olabilir. Öyleyse, birbirimizin değerini vaktinde
bilelim. Ve yine bilelim ki kaybedilenlerin
arkasından ağıt yakmanın hiçbir faydası olmayacaktır.
Aile bireylerinin birlikte zaman geçirirken aile
duygularını güçlendirecek birlikte sohbet, birlikte oyun, birlikte bayram, birlikte gezi, birlikte yemek, birlikte çalışma, birlikte okuma,
birlikte aile ziyaretleri, birlikte kabir ziyaretleri gibi etkinlikleri düzenli olarak yapmalarında büyük yararlar vardır. Bu etkinliklerin
gözle görülür birçok katkısı olacaktır.
Aileye mensup herkesin en önemli barınak ve
en sıcak mekân olarak aileyi kabullenmelerini
sağlamamız gerekiyor. “Gözü dışarıda olmak”
deyimini “gözü içeride olmak” olarak değiştirmeliyiz. Aile bireylerinin evlerini sıcacık yuvaya çevirebilmeleri için, birlikte geçirecekleri
zamanı nitelikli kullanmaları çok önemlidir.
Aile bireyleri, özellikle akşam saatleri bir
araya geldiklerinde gün içinde yaşadıklarını
ve öğrendiklerini mutlaka birbirleriyle paylaşmalıdırlar. Paylaşmak, pek çok açıdan
faydalı bir uygulamadır. Özellikle çocuklara
bu alışkanlığın mutlaka erken yaşlarda kazandırılması gerekir. Çocuklar, yaşadıkları ve
karşılaştıkları her şeyi -iyi veya kötü olsunöncelikle aileleriyle paylaşmayı öğrenmelidir.
Çocuklar ailede paylaşımı yaşamazlarsa, bu
durum onları hoş olmayan mecralara sürükleyebilir. Oysa insanın sığınabileceği ve güvenebileceği bir ailesinin olması büyük bir öz
güven kaynağıdır.
Ailelerin –ne kadar çok işleri olursa olsunçocuklarını dinlemeleri, onlara kendilerini
gerçekleştirme imkânı sunmaları gerekir.
Büyüklere anlamsız gelen çocukça duygu,
değer, davranış ve sözleri önemsemekte
yarar vardır. Çünkü büyüklere anlamsız gelen
tutum ve ifadeler, çocuklar için ileri derecede önemli olabilir. Eğer; anne ve babalar,
çocuklarına kulak vermezlerse, çağdaş zaman
hırsızları olan televizyon, cep telefonu ve bilgisayarın inisiyatifine terk etmiş olurlar ki bu
teknik araçlar kontrolsüz kullanılırlarsa hem
çocuklar hem de toplum için büyük bir tehdit
olabilirler. Unutmamak gerekir ki her çocuk,
her şeyden önce bir insandır ve insanlar çok
değerlidir. Konuya bir sonraki ay devam edeceğiz.
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
45
Aile
Allah Rasulü’nün rahmet
yüklü ilişkileri
(Aile ve yakın çevredeki örnekliği)
Hatice Kübra Görmez
Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla
Bir insan düşünün: Hayatında asla yalan söylememiş, sıddîk olmuş. Emanete asla ihanet etmemiş,
el-emîn olmuş. Hiçbir zaman puta tapmamış,
hanîf olmuş. Ağzından hiçbir zaman kötü söz
çıkmamış, gıybet ve dedikodu yapmamış, ahlakı
Kur’an olmuş. Hiçbir zaman adaletsizlik yapmamış, âdil olmuş. Eşlerinden hiçbirine asla vurmamış ve bunu yasaklamış, en hayırlı eş olmuş.
İnsanlara hep hizmet etmiş, insanlığın efendisi
olmuş. İbadetlerinde asla ihmalkârlık göstermemiş, şükreden bir kul olmuş. Asla tabiata, hayvana, bitkiye zarar vermemiş, insan-ı kâmil olmuş.
Asla dünyaya rağbet etmemiş, vuslatı; refikü’l-âlâ
makamı, kevser olmuş. Ve bir insan düşünün, her
hâliyle en güzel örnek olmuş… İşte bu sebeple
Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de; “Andolsun,
Allah’ın Rasulü’nde sizin için; Allah’a ve ahiret
gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden
46
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
kimseler için güzel bir örnek vardır.”(Ahzab, 33/21.)
buyurmaktadır.
O, dünyaya teşrifleri çağlar çağı beklenen bir
muştudur.
“Benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici olarak geldim.” (Saff, 61/6.)
diyen Hz. İsa’nın muştuladığı, gelmesiyle âlemlere
rahmet olan, karanlık geceleri nura boğan,
Ahmed-i Mahmud-u Muhammed’dir O. O, her
hâliyle bizlere en güzel örnek olsun diye meleklerden değil, fakat bizlerden biri olarak, insan olarak
gönderilen; hayatı boyunca bir insanın yaşayabileceği her türlü zorluk, sıkıntı ve acıyı yaşayan; dünyanın türlü türlü meşakkatlerini göğüsleyen; bütün
bunların karşılığında ve Cenab-ı Hakk’ın, “Biz seni
ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya,
21/107.) hitabına ve övgüsüne mazhar olan rahmet
ve merhamet peygamberidir.
Fahr-i kâinat Efendimiz, çoluk-çocuk, kadın-
erkek, genç-yaşlı, büyük-küçük, köle-efendi, zengin-fakir çevresindeki her seviyeden insanın, bir
peygamber gibi yaşayabilme seviyesine yükseltilmelerinin imkânsızlığını bildiği için bizzat onların
seviyesine inmek suretiyle insanları dâreyn saadetine erdirebilme yolunu seçmiştir.
O, yetim bir çocuk olarak hayata başlamıştır.
Daha doğmadan babasını, çok küçük yaşta annesini ve dedesini kaybeden; Yüce Rabbimizin,
“O seni yetim bulup barındırmadı mı? (koruyup
gözetmedi mi?" (Duha, 93/6.) ilahî hitabına mazhar
olan sadece Allah’ın sevgisi, tesellisi ve himayesine bırakılan yetim bir çocuktur. Bilindiği gibi Hz.
Peygamber, babasını hiç görmemiş, annesini ise
çok küçük yaşta kaybetmiştir. Bu sebeple onun
hayatında baba yerine koyduğu Ebu Tâlib ile Hz.
Ebu Bekir gibi erkekler ve annesi yerine koyduğu
özel hanımlar vardır. Hicretten önce, hep hayırla
yâd ettiği annesinin kabrini ziyaret ettiğine dair
sahih bir bilgiye ulaşılmaz. Ancak hicretten sonra
Mekke’ye 160 km uzaklıktaki Ebvâ’ya 5-6 kez
gidip Hz. Âmine’nin kabrini ziyaret ettiğine dair
bilgiler Sahih-i Müslim’de yer almaktadır. Mezarın
başında gözyaşı döktüğü, taşlarını ve toprağını
düzelttiği, kabri başında annesi ile sohbet ettiği bu
bilgiler arasındadır.
Hz. Muhammed’in (s.a.s.) “annem” dediği diğer
hanımlar, Hz. Peygamber’in dadısı Ümmü Eymen
Bereke, Ebû Leheb’in kölesi Süveybe Hatun, süt
annesi Halime Sadiye ve Hz. Ali’nin annesi Fatıma
binti Esed olup, Allah Rasulü zaman zaman bu
hanımları ziyaret etmiş, hâl hatır sormuş ve onlara
ikramlarda bulunmuştur. Çocukluk yıllarını geçirdiği amcasının evinde yengesi Fatıma binti Esed’i
annesi gibi görmüş, onun iyiliklerini asla unutmamıştır. Vefat edince “annem öldü” diyerek kendi
sırtından gömleğini çıkarıp ona kefen yaptırmış,
soranlara da: “Ebu Talip’ten sonra bu hanım kadar
bana iyiliği dokunan kimse yoktur. Ahirette cennet
elbiselerinden bir elbise giymesi için ona kefen
olarak gömleğimi sardırdım,” cevabını vermiştir.
Yine Sevgili Peygamberimiz sütannesi Halime ile
her karşılaştığında da hemen sırtındaki ridasını
alıp yere sermiş, onu üzerine oturtmuş ve ona
ikramlarda bulunmuştur.
Rasul-i Ekrem’in (s.a.s.), “Annem” dediği altıncı
hanım ise, kendisine, “Ümmü Ebîha: Babasının
annesi” diyerek iltifatta bulunduğu kızı Hz.
Fatıma’dır ki bu münasebet bize baba-evlat ilişkisinin zirve noktasını göstermektedir. Hz. Fatıma,
annesini kaybettiğinde daha çocuk denecek kadar
küçük bir yaşta babasının hizmetlerini görmeye
başlamış ve Peygamber Efendimizin bu iltifatına
nail olmuştur… Allah Rasulü’nün bu hanımlara karşı takındığı tavır ile gösterdiği nezaket ve
zerafetteki rahmet ve merhamet dolu ilişkilerin
boyutu aslında özel bir araştırmaya mevzu olacak kadar önemlidir. Bu şekilde yetim büyüyen
Hz. Muhammed (s.a.s.), yetimlerin hâlinden anlamış, onları asla gözü yaşlı görmek istememiş ve
“Cennette yetimi himaye edenle ben şu iki parmak
gibi yakınız.” diyerek ümmetine bu konuda tavsiyede bulunurken kendisinin de şefkat ve merhamet kanatları hep onların üzerinde olmuştur.
O, aile hayatında en hayırlı eştir.
25 yaşında genç bir delikanlı iken aklı, hikmeti,
dirayeti ve yüksek ahlakı gözeterek 40’lı yaşlarda
dul bir hanım olan Hz. Hatice ile evlenmesi ve
başka hiçbir kadınla evlenmeden Hz. Hatice vefat
edene kadar 25 yıl süreyle bu evliliği sürdürmesi, onun aile hayatının en önemli dönemidir. Bu
itibarla Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Hz. Hatice ile
dostluk, sadakat ve vefaya dayalı evliliği; Hz. Aişe
ile bilgi temelli, hoca-talebe ilişkisine dayalı evliliği; dinî, siyasi ve diplomatik sebeplere dayalı diğer
evlilikleri satır satır okunması gereken mevzulardır. Şu hususu da bu arada ifade etmek gerekir ki;
hayatının son on yılında, İslami, diplomatik, siyasi
ve ilmî gayelerle yaptığı evliliklerle ilgili ona hak
etmediği ithamlarda bulunmak veya bu hususu
istismar etmek suretiyle sünnetiyle amel ettiğini
söylemek ona yapılacak büyük bir haksızlık olsa
gerektir…
Araştırıldığında görülecektir ki; o evlilik hayatında
hiçbir zaman ailesine karşı en ufak bir öfke ve
şiddet göstermemiş; aksine Hz. Aişe validemizin
rivayet ettiğine göre: “Sizin en hayırlınız, ailesine
karşı hayırlı olandır. Ben aileme karşı hepinizden daha hayırlıyım." buyurarak özüyle sözüyle,
muhabbet ve meveddetiyle örnek bir eş olmuştur.
Yine, Enes b. Malik’in rivayet ettiği bir hadiste:
“Bana dünyada kadınlar ve güzel koku sevdirildi.
Namaz ise gözümün nuru kılındı.” sözleriyle insan
ilişkilerinin en nezihine, dünya nimetlerinin en
hayırlısına ve ahiret azığının en değerlisine dikkatlerimizi çekmiştir. Sa’d b. Ebî Vakkas’tan rivayet
edilen başka bir hadiste Sevgili Peygamberimiz
yemek yerken hanımının ağzına konulan bir lokmayı sadaka olarak nitelemiştir. Ayrıca bu konuda:
Mikdam b. Ma’dî Kerib’den rivayet edildiğine göre
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
47
Rasulüllah (s.a.s.): “Kendi nefsine yedirdiğin sana
bir sadakadır. Çocuğuna yedirdiğin senin için bir
sadakadır. Hanımına yedirdiğin, senin için bir
sadakadır. Hizmetçine yedirdiğin de senin için bir
sadakadır.” buyurmuştur.
Özel hayatıyla ilgili olarak, “Kişinin eşinin yüzüne tebessümle bakması sadakadır.” buyuran
Peygamber Efendimiz, eşleriyle şakalaşmış, bazen;
“Kellimînî ya Aişe; benimle sohbet et ya Aişe!”
diyerek Aişe annemizle özel sohbetlerde bulunmuş, yarış ve gece yürüyüşleri yapmıştır. Vahiy
dâhil birçok bilgiyi hanımlarıyla paylaşarak ve
gerektiğinde onlara danışarak, her zaman hayırla ve sabırla muamelede bulunan Allah Rasulü,
hane-i saadetinde hep rahmet esintileri oluşturmuştur. Ne yazık ki ondan bir süre sonra insanlar,
“Kadınlarla istişare edin ama dediklerinin tersini
yapın!” “Kadında, atta ve evde uğursuzluk vardır.”
şeklinde rivayetler uydurarak onun adına ona
büyük haksızlık etmişlerdir. İçinde yaşadığımız
dünyamızda 21. asrın modern insanı, hala aile içi
şiddet, kadınlara yönelik şiddet gibi sorunlarla
uğraşırken o, asırlar öncesinden Iyâs b. Abdillah
b. Ebî Zübâb’dan rivayet edilen bir sözlerinde bizlere şöyle seslenmektedir: “Allah’ın kadın kullarını
dövmeyiniz!”
İnsanın mutluluğu noktasında evliliğin ve saliha
bir eşin ne derece önemli olduğunu vurgulamak
için de: “Allah bir kimseye saliha bir hanım nasip
etmiş ise ona dininin emirlerinin yarısını yerine
getirmekte yardım etmiş demektir. Artık o ikinci yarısını eda etme hususunda Allah’a niyazda
bulunsun.” buyurmak suretiyle âdeta tüm çağlara
ve günümüz insanına mesajlar göndermiştir. Allah
Rasulü’ne göre; bir kadın kocası veya velisinin
emri altında bir köle veya esir değildir. Bilakis o
kâmil bir insan olarak, müstakil şahsiyet sahibi
olup kararlarında hürdür. Seçme ve seçilme, malını harcama, eşini seçme ve hatta ondan ayrılma
hakkı vardır. Kadının söz sahibi olması, görüş
beyan etmesi onun en temel haklarındandır.
O, Hane-i Saadet’te şefkat dolu bir babadır.
Allah Rasulü, gözünün nuru yavrularını sevgi ve
muhabbetle, şefkat ve merhametle yetiştirmiş,
dinî ve ahlaki eğitimlerine büyük önem vermiştir.
Bizzat evlendirdiği kızı Hz. Fâtıma ile damadı Hz.
Ali’yi her gün evlerine uğrayarak sabah namazına
kaldırması, çocuklarına karşı hassasiyetini ve onlara verdiği önemi gösteren güzel bir örnektir.
Hz. Aişe, Peygamber Efendimizin kızı Hz.
48
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
Fatıma’ya olan sevgisini şöyle anlatır: “Kendisine
hoş geldin diyerek ayakta karşılar, onu alnından
öper, sonra yanına oturturdu.” Bütün bunlara
rağmen o, her zaman hakkı ve adâleti her şeyden
üstün tutmuş, iki gözünün nuru Hz. Fâtıma’ya
bile: “Ey Muhammed’in kızı Fatıma sen de kendini Cehennem ateşinden koru senin için fayda
ve zarar verebilecek bir imkânım yoktur.” diyerek
hakkaniyet sahibi bir baba olduğunu göstermiştir.
O, aynı zamanda kalbi evlat acısıyla dağlanan
cefakâr bir babadır. Zira Hz. Fâtıma hariç evlatlarının hepsini kendi elleriyle toprağa vermiştir.
O, yüreği merhamet dolu bir dededir.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), öylesine şefkat ve
merhametlidir ki; namazda iken torunları sırtına
çıkmış, o ise düşmesinler, sırtında biraz daha kalsınlar diye namazın secdelerini uzatmıştır. Yine
bir gün torunlarını öpüp okşarken bir bedevi
onun huzuruna gelmiş ve şaşkınlığını gizleyemeden: “Benim 10 çocuğum var, bunlardan hiçbirini
öpmüş değilim” dediğinde Allah Rasulü (s.a.s.):
“Merhamet etmeyene merhamet edilmez” buyurmuştur. O şefkat peygamberi, çocuklara yolda
selam vererek hatırlarını sormuş, gözyaşlarını silmiş, elinden tutan bir kız çocuğunu hiç sorgulamadan istediği yere kadar gidip onun derdine
çare olmuştur. Hatta kuşu ölen bir çocuğa yaptığı
başsağlığı ziyareti, ne kadar nezaket, nezahet,
rahmet ve şefkat dolu bir yüreğe sahip olduğunu
göstermeye yeterlidir.
O, vefakâr bir akrabadır.
O, Allah’ın gözetilmesini emrettiği akrabalık bağlarına, sıla-ı rahime çok özen gösteren, akrabalarını
fırsat buldukça ziyaret edip onlara hediyeler götüren kadirşinas bir akrabadır. Zira o Nisa suresinin
36. ayetini kendine ilke edinmiştir: “Allah’a ibadet
edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anababaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın
komşuya, uzak komşuya, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyi davranın. Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez.”
Hz. Hatice’nin vefatından sonra eşine olan vefasını, onun arkadaşlarına ve akrabalarına hürmet
ederek, ikramda bulunarak göstermiştir. Bu
hususta Enes b. Mâlik: “Çoluk çocuğuna ve aile
fertlerine karşı Hz. Peygamber’den daha şefkatli
olan bir kimse görmedim. Ben Rasulüllah’a 10
yıl hizmet ettim. Allah’a yemin ederim ki bana
bir kere olsun ‘of’ demedi. Herhangi bir şey için
“Bunu niye böyle yaptın, şöyle yapsaydın ya,
O, risaleti
geceleri ayakları şişinceye kadar
demedi. diyerek onun aile fertleibadet ve taatini layıkıyla ifa
rine karşı olan ilişkilerini özetsüresince her konuda
etmiş, soranlara “Ben de şüklemiştir. Peygamberimize bir
bize örnek olarak, aklın,
reden bir kul olmayayım mı?”
adam gelip; “Ben akrabalailmin, ahlakın, sabır ve
diye karşılık vermiştir.
rımı ziyaret ediyorum ama
Her fırsatta ümmetine olan
onlar beni ziyaret etmiyorlar”
vefanın, güçlüyken müşfik
düşkünlüğünü ifade eden
dediğinde Hz. Peygamber
olmanın, haklıyken
ve:“Ben, beni görmeden iman
(s.a.s.): “Olsun, sen onları
özveride bulunmanın
eden kardeşlerimi özlüyorum”
ziyarete devam ettiğin sürebuyuran
Sevgili Peygamberimiz
ce Allah seninle beraberdir.”
adı olmuştur.
bizi bizden daha çok düşündübuyurmuştur.
ğünü “Ümmetimi isterim Ya Rabbi,
O, aynı zamanda müşfik bir komÜmmetim bağışlanmadan cennetine gireşudur.
mem” sözleriyle dile getirmiştir. Bütün gayreti
O yüce resul, komşuyu da akraba gibi görerek bu
insanlığı, içine düşmüş olduğu maddi-manevi her
hususta şöyle buyurmuştur: “Cebrail (a.s.) bana
türlü sıkıntıdan kurtarmaya çalışmak olan îsar sahikomşuluk hususunda o kadar çok tavsiyelerde
bi, abide peygamberimizin bu özellikleri Kerim
bulundu ki, nerede ise komşuyu komşuya mirasçı
Kitabımızda şöyle ifade bulmaktadır: “Andolsun,
yapacak sandım.” Yine bu bağlamda Ebu Zer’e:
size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir
“Yâ Ebâ Zer! Çorba pişirdiğin vakit suyunu çok
ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O
koy ve komşularını gözet! diye tavsiyede bulunsize çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli
muştur. Allah Rasulü bir başka ifadelerinde de:
ve merhametlidir.” (Tevbe, 9/128.)
“Komşusu aç olup da karnını doyuran kimse,
O, risaleti süresince her konuda bize örnek olarak,
mümin değildir.” buyurmuştur. Böylece o, şefkat
aklın, ilmin, ahlakın, sabır ve vefânın, güçlüyken
ve rikkatin en güzel örneklerini sunmuş, modern
müşfik olmanın, haklıyken özveride bulunmanın
zamanların yalnızlaşan ve bencilleşen insanlık,
adı olmuştur. O, dünyanın türlü türlü acılarını
komşuluk ve akrabalık anlayışlarına asırlar öncegöğüsleyen, savaşta yaralanan, taşlanan, hakaret
sinden mesajlar vererek çorak gönüllerimizi serinedilen, üç gün üst üste yiyecek ekmek bulamayan,
leten bir pınar olmuştur.
açlıktan karnına taş bağlayan, taş taşıyan, hendek
O, gerçekten çok müşfik ve hilm sahibi bir insankazan, kendisine yapılan eziyete dayanamayan
dır. Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah, Rasulüne şöyle
Cebrail’in (a.s.), “Beddua et, Allah bunları anında
seslenmektedir: “…Şayet sen kaba ve katı kalpli
helak etsin.” teklifine karşı: “Ben rahmet peygamolsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi…
beriyim, azap peygamberi değil. Allah’ım, bunlar
”(Âl-i İmran, 3/159.) Bu ayet-i kerime, onun insan
ilişkilerinin temel felsefesini göstermektedir.
bilmedikleri için böyle davranıyorlar, affet” deme
O, Nübüvvetin Hâtimesi, Peygamberler aileerdemini gösteren bir insan-ı kâmildir. Hz. Aişe
sinin son üyesidir.
annemiz, bizlere onu ne güzel anlatmıştır: Şöyle
Sevgili Peygamberimiz; “Biz, Allah’ın peygamberder: “Rasulüllah ne kötülük yapar, ne de çirkin bir
söz söylerdi. Çarşı-pazarda kabalık yapmaz, hiçbir
leri arasında hiçbir ayrım yapmayız” (Bakara, 2/285.)
kötülüğe kötülükle karşılık vermezdi. O, sadece
ilahî hitabını insanlığa miraç hediyesi olarak müjaffeder ve bağışlardı.”
delemiştir. “Peygamberler, anneleri ayrı, babaları
Çünkü o, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.
bir kardeşlerdir; dinleri de aynıdır.” buyuran Hz.
Çünkü o, hep sevdirmiş, nefret ettirmemiş, kolayMuhammed (s.a.s.), peygamberler ailesini güzel
laştırmış, zorlaştırmamıştır. Bugün onun gibi bir
bir binaya benzeterek kendisinin de o binada
aile bireyi olmaya ve onun gibi yaşamaya, fakat
eksik kalan bir tuğla olduğunu söylemiş; böylece
onun gibi yaşayabilmek için onu anlamaya, onu
kardeşliğin, tevazuun ve alçakgönüllülüğün en
anlayabilmek için onu bilmeye, tanımaya ve nihagüzel örneğini hikmetli bir şekilde anlatmıştır. “Ey
yet tanıtmaya çok ama çok ihtiyacımız var. Bunun
Rasulüm; muhakkak ki senin için tükenmez bir
için Yüce Rasul’ün hane-i saadetinden, asr-ı saademükafat vardır” (Kalem, 68/3.) müjdesine rağmen;
tinden süzülen hakikat parıltılarına gönlümüzü ve
cennet ayaklarının altına serildiği, miraçta Yüce
aklımızı açmamız yetecektir.
Allah ile baş başa görüşmeye nail olduğu hâlde
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
49
Hayata kulluk
mührünü vurmak
BİR AYET
BİR YORUM
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler
diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56.)
Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
ihkarsli@diyanet.gov.tr
‘kulluk’, Arapçada ‘ubudiyet’, kelimesi ile ifade
T ürkçemizdeki
edilir. Bu kelimenin kökeninde, bir varlığa karşı en mükemmel
manada tevazu ve hürmet göstermektir. Kelime, sebebini sorgulamadan verilen emirlere her yönüyle itaat manasına da gelir.
İnsanın bu dünyada var oluşunun esas sebebi, Allah’a ibadet
etmektir. İbadet ise, sadece namaz kılmak, oruç tutmak, hacca
gitmek gibi belirli dinî emirlerden ibaret değildir. Geniş manada
ibadet, hayatın her alanında ilahî buyrukları yerine getirmek,
Allah’ın rızasını kazanmayı amaç edinmektir.
Kullukta bir tarafta bütün mükemmellikleri kendisinde toplayan
mutlak kudret sahibi Allah Teala vardır. Diğer tarafta da O’nun
nihayetsiz yüceliği karşısında hayranlık duyan insan vardır. Bu
gerçek de bizi şu sonuca götürür: Kul, Rabbini sıfat ve isimleri ile
tanıma konusunda derinleştikçe, kendi acizliğini, sınırlı ve muhtaç oluşunu daha iyi kavrayacaktır. Bu da onun Yüce Mevla’ya
daha fazla yaklaşma ve yakınlaşmasına vesile olacaktır.
İnsanın kulluk etmeye neden ihtiyaç duyduğu şöyle izah edilir:
İnsanın hayatı, tat ve lezzetlere varma, acı ve kederlerden uzaklaşma şeklinde cereyan eder. Bu dürtüler, insandaki ümit ve korkunun da kaynağıdır. Bu sebeple o, üstün kudret sahibi olarak
gördüğü bazı varlıkların kendi derdine çare olacağına inanır ve
onlara tapınır. (M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1935, I, 98.)
Kulluk, belirli bir hayat tarzının insana zorla dikte edilmesi, dayatılması şeklinde anlaşılmamalıdır. Aksine kulluk kişinin kendi
iradesiyle gerçekleşir ve ancak bu şekilde bir anlam ifade eder.
Dolayısıyla müminler, severek Allah Teala’ya kulluk ederler.
Çünkü O’nun, sonsuz rahmet ve şefkatiyle kendilerini kucakladığını çok iyi bilirler. Nitekim Fatiha’da önce Yüce Allah’ın rab,
rahman, rahim sıfatlarından bahsedilir; daha sonra da kulluğun
sadece O’na yapılacağı müminlerin dilinden bir şükran ifadesi
olarak dökülür. Yine müminlerde sevginin zirvesini ilahî sevgi
oluşturur. (Bakara, 2/165.) Dayatma ve zorlamanın olduğu yerde sevgiden bahsedilmez. Bu da gösteriyor ki kulluğun temelinde sevgi
vardır.
Namaz, eğer bir
şuur uyanıklığı
içerisinde eda
edilmezse,
zamanla
derinlikten
yoksun,
tekrarlanan
bir adet hâline
dönüşür.
50
DİYANET AYLIK DERGİ
Kulluk şuurunda olmak, kul olduğunun farkında olmak, bunu
bir bilinç hâline getirmektir. Bu da sadece bilgi sahibi olmak ve
NİSAN 2012
• SAYI: 256
Kulluk şuuruna sahip olmak, Allah Teala ile alakanın kesilmemesi
demektir. Çünkü unuttuğumuzda, hemen Rabbimizi hatırlamamız
bizden istenmektedir.
inanmakla gerçekleşmez. Çünkü şuur sahibi
olmak, bilgi sahibi olmanın ötesinde bir şeydir. Bu, konuyla ilgili bilgilerin insan zihninde
yoğunlaşması ve devamlılık kazanmasıdır.
Şuurun tersi, gaflette olmak, yaşadığı hayatta dinî ve ahlaki değerleri umursamamak
demektir. Bir kimse hakkında “Kulluk şuuruna sahiptir” dendiği zaman, bu kimsenin
kulluğun gereklerini yerine getirdiği anlaşılır.
Günümüz Müslümanlarının çoğunluğunun bu
anlamda bir kulluk şuuruna sahip olduklarını
söylemek zordur. Çünkü çoğu Müslüman’da
kulluk, bir hayat tarzı bir yaşam felsefesi
haline gelememiştir. Kulluğun gerektirdiği
değerler hayata hâkim değildir. Aksine vahiy
dışı, şeytani telkinler düşünce ve davranışlara
yön vermektedir. Müslümanların önemli bir
kısmı, namazlarını disiplinli bir şekilde yerine
getirmemektedir. Ayrıca kılınan namazların,
hayatın bütün alanlarında ilahî buyruklara
teslimiyetin bir simgesi olduğu yeterince kavranamamıştır. Oysa kulluk bölünme ve parçalanma kabul etmez. Camide Allah Teala’yı
tazim ve takdis eden müminlerin, toplumsal
hayata döndüklerinde vahiy dışı ölçülere göre
hayatlarını yaşamaları doğru değildir.
Günde beş vakit tekrarlanan namaz, eğer
bir şuur uyanıklığı içerisinde eda edilmezse,
zamanla derinlikten yoksun, tekrarlanan bir
adet hâline dönüşür. Bu şekilde yapılan ibadetler de bir iç derinliği kazandırmaz. Manevi
ve ruhsal hayatta tekâmüle erdirmez. Ancak
‘ihsan’ şuuruyla yani Allah’ı görüyormuşçasına secde ve rükûlar yapılırsa (Müslim, İman,
1), işte o zaman eda edilen namazlar adeta
her gün insanın eğitildiği mekteplere dönüşür. Namazda şekil şartı elbette ki önemlidir; ancak ebedi kurtuluşun, ilk şartının da
namazda huşudan geçtiği unutulmamalıdır.
(Müminun, 23/1-2).
Namazlar, ‘ihsan’ eğitiminin yani ilahî murakabe altında olma şuurunun yoğunlaştığı zaman
kesitleridir. Bu şekilde eda edilen namazlar
sayesinde ihsan şuuru, ferdi hayattan aile
hayatına, ticaretten eğitime, siyasetten sanata,
kısaca bütün insani faaliyet alanlarına yayılır.
Artık hiçbir meşgale, mümini Allah Teala’nın
zikrinden, O’nun murakabesi altında olduğu
şuurundan alıkoymaz.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: “Kulum,
kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli bir şeyle bana yaklaşamaz. Kulum nafile
ibadetlerle de bana yaklaşmaya devam eder,
ta ki ben onu severim. (Sevince de) artık onun
işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen
ayağı olurum. Benden isterse muhakkak ona
(istediğini) veririm. Bana sığınırsa muhakkak
onu korur ve kollarım.” (Buhârî, Rikâk, 38.)
Kulluk şuuruna sahip olmak, Allah Teala ile
alakanın kesilmemesi demektir. Çünkü unuttuğumuzda, hemen Rabbimizi hatırlamamız
bizden istenmektedir. (Kehf, 18/24.) Hatırlamak,
Allah Teala’nın katında hatırlanmak demektir.
İster müşrik, isterse münafık olsun; insanlar Allah Teala’yı nadiren de olsa zikrederler. (Ankebût, 29/65; Nisâ, 4/142.) Ancak müminlerin
O’nu zikretmesi farklıdır. Bu bakımdan, ayetlerde müminlerin zikrinden bahsedilirken,
çokça zikretmelerine vurgu yapılır. (Ahzâb,
33/35, 41.)
Kulluk, müminin hayatının her alanına rengini
verir. Kulluk bilincine sahip olan, ticari hayatta müşteriyi aldatmaz. Devlet dairesinde kamu
malını zimmetine geçirmez. Sağlık kurumunda hastaya karşı hoyratça davranmaz. Trafikte
keyfi hareket etmez. Eğitimde görevini savsaklamaz. İdarede adalet ve ehliyetten sapmaz. Toplumsal hayatta fitne ve fesada karşı
duyarsız kalmaz. İnsanların günah ve isyana
sürüklenmesi karşısında sorumsuzca davranmaz. Kısaca ibadet, şu ayette belirtildiği gibi,
yaşanan zamana ve mekâna kulluk mührünü
vurmak, neticede hayatı her yönüyle manevi
bir ticarete dönüştürmektir. “Ey Muhammed!
De ki: ‘Şüphesiz benim namazım da, diğer
ibadetlerim de, yaşamam da, ölümüm de
âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (Enam, 6/162.)
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
51
BİR HADİS
BİR YORUM
Prof. Dr. İ. Hakkı Ünal
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
Allah için sevmek
Ebu Hureyre (r.a.)’nin Rasulüllah (s.a.s.)’dan naklettiğine göre, bir adam
başka köydeki bir kardeşini ziyarete gitmişti. Allah, adamın yolu üzerine bir melek
gönderdi. Adam meleğin yanına gelince, melek; “Yolculuk nereye?” diye sordu.
Adam, “Şu köydeki kardeşime gidiyorum.” dedi. Melek, “Ondan elde edeceğin
bir dünyalık mı var?” deyince adam, “Hayır, fakat onu aziz ve celil olan Allah için
seviyorum.” dedi. Melek, “Ben Allah’ın sana gönderdiği elçisiyim, senin o kardeşini
sevdiğin gibi Allah da seni seviyor.” dedi. (Müslim, Birr, 38.)
için sevmek” ifadesinin canlı bir tablosunu resmeden bu
“ Allah
ve onları birhadis, müminleri kardeş ilan eden
(Hucurât, 49/10.)
Peygamberlerin
davetine muhatap
bütün bir insanlık içinden
bu davete icabet edenler
birbirlerinin din kardeşleri
iseler, davete muhatap
olan geri kalan kesim de
bu kardeşliğe aday
olanlardır.
52
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
birlerinin dostları olarak niteleyen (Tevbe, 9/71.) Cenab-ı Hakk’ın
beyanıyla tam bir paralellik arz etmektedir. Hadiste de ifade edildiği gibi Allah için sevmek, hiçbir karşılık ve çıkar beklemeden
sevmektir. Bunun için de kardeş olmak yeterlidir. Bu kardeşlik
sadece nesep kardeşliğini değil, ondan daha kapsamlı ve hatta
daha öncelikli olan din kardeşliğini de içerir. Onun için Cenab-ı
Hak, “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki merhamet olunasınız.” (Hucurât 49/10.) buyurmuştur. Öncelikle müminler arasında
olması gereken bu kardeşliğin, karşılıklı iyi ilişkiler sayesinde
bütün insanlığı kapsayacak bir çerçeveye ulaşmasına engel bir
durum da yoktur. Nasıl ki peygamberlerin davetine muhatap
bütün bir insanlık içinden bu davete icabet edenler birbirlerinin
din kardeşleri iseler, davete muhatap olan geri kalan kesim de
bu kardeşliğe aday olanlardır. Alemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimizin merhamet kanatları nasıl
bütün bir insanlığı kuşatacak genişlikte ise, onun ümmeti
olan bizlerin de, insan olarak kapımızı çalan herkese
açabileceğimiz bir gönlümüz olmalıdır.
İlgili ayet ve hadislerde özellikle mü’minlerin kardeşliğine yapılan vurgu, kardeşliğin doğal sınırının burası
olduğunu göstermekte, bunu daha da daraltan yaklaşımların makbul olmadığına işaret etmektedir. Daha
açık ifadeyle, birbirlerini “ihvan” (kardeş) kabul eden ve
mü’minlerin birbirlerine karşı görev ve sorumluluklarını,
çizdikleri dar çerçeve içindekilerle sınırlandıran veya bu
• SAYI: 256
konuda önceliği onlara veren oluşumlar, Allah
ve Rasûlü’nün muradına uygun bir kardeşlik
sergilemiş olmamaktadırlar. Halbuki Kur’an
ve sünnet bize, her türlü mezhebin, meşrebin,
cemaatin, tarikatin, partinin ve örgütün ötesinde ve üstünde bir din kardeşliğini tavsiye
etmektedir. Bu kardeşlikte, muhtaca yardım
edilirken, grup üyesini öncelemek yoktur. Bu
kardeşlikte, sevinç ve keder paylaşılırken bizden olan ve olmayan ayrımı yoktur. Düşünce,
görüş ve yorum farklılığı, imanın gereği olan
bu kardeşliğin önüne geçecek ve onu zedeleyecek gerekçeler değildir.
İslamın ilk asrından başlayarak, yüzyıllar
boyu devam eden ve aynı Allah’a, Kitab’a,
Peygambere inandığı halde, siyasî, itikâdî,
fikrî birçok sebeple, birbirlerini tekfir eden,
canına malına kast eden, kanını heder, malını
helal sayıp, çoluğunu çocuğunu esir almayı
caiz gören fasid anlayış, ne yazık ki, iman
kardeşliğini yeterli saymayıp, gizli amaçlarını
gerçekleştirmek için dini kullanarak başkalarını ötekileştirmeyi ve dışlamayı çıkarlarına
uygun gören tekelci yaklaşımın bir sonucudur. Bugün de İslam coğrafyasının birçok
yerinde, çeşitli gerekçelerle birbirleriyle çatışan müslüman grupların baş sloganı, kendi
İslam anlayışlarının iyi ve doğru, diğerlerinin
yanlış olduğu iddiasıdır. Bu iddianın bir adım
ötesi tekfir, yani karşıdakini müslüman saymamaktır. Aslında onlar da müslüman olsa,
ya da kendileri gibi iyi müslüman olsalar
hemen kardeş olabileceklerdir.(!) Ne var ki
kendilerinden kaynaklanmayan sebeplerle bu
kardeşlik gerçekleşmemektedir. İşte şeytanın
verdiği bu vesveseler, tarih boyunca olduğu gibi bugün de müslümanları aldatmaya
devam etmektedir.
Rahman ve Rahîm olan Allah’ın, rahmet elçisiyle insanlığa gönderdiği bu evrensel dini,
dar bakış açıları, tekelci ve hizipçi yaklaşımlarla başkalarına tebliğ etmenin olumlu sonuç
doğurmayacağı açıktır. Kur'an ve sünnetin
evrensel ilkeleri yerine, kişisel dindarlık algıları, sübjektif yorum ve değerlendirmeler,
bağlılarını diğer mü’minlerden ayıran sembol
ve işaretlerle grup kimliklerini korumaya özen
gösteren insanlar, “din”e davet ederken, bir
bakıma “kendi”lerine davet ettikleri kimseler
yoluyla bu kısır döngüyü sürekli üretmektedirler. Dolayısıyla, kendilerine ihvan olan bu
küçük oluşumlar, İslam ümmetinin evrensel
kardeşliği bir yana, yaşadıkları toplumda bile
kardeşliğin gereğini yerine getirememektedirler.
Burada yorumlamaya çalıştığımız hadis, gerçek kardeşliğin ancak karşılıksız sevgiyle,
diğer bir ifadeyle Allah için sevmekle mümkün olabileceğini belirtmektedir. Bu karşılık
her zaman maddi olmak zorunda değildir.
Onun için, karşılıksız sevgide, mesela, karşımızdakini, bizim gibi düşünen, bizim gibi
anlayan, bizim gibi yapan, bizim gibi yaşayan
biri olduğu takdirde sevmek ve kardeş kabul
etmek gibi bir anlayışın yeri yoktur. Mümin
olduğunu bildiğimiz kimselerin özel hayatına
karışmak, günah ve sevaplarının çetelesini
tutmak yoktur. Sadece, kardeşlik hukukundan kaynaklanan iyiliği tavsiye ve kötülükten
sakındırma görevi vardır. (Tevbe, 9/71.) Bu kardeşlikte, kimin iyi müslüman olup olmadığını
yargılamak yerine, herkesin hesabını Allah’a
havale etmek vardır. Bu kardeşlikte, sevgimizi sevdiğimiz kişiye izhar etmek vardır.
(Ebu Davud, Edeb, 122.) Bu kardeşlikte, iyilik ve
takvada yardımlaşma, kötülük ve düşmanlıkta yardımlaşmama vardır. (Mâide, 5/2.) Bu
kardeşlikte zulüm ve kötülük yok, yardımlaşma, dayanışma, kişisel kusurları örtme (Müslim,
Birr, 58.) ve kardeşini küçük görmeme (Müslim,
Birr, 32.) vardır. Bu kardeşlikte, ilişkiyi kesme,
birbirine sırt çevirme, kin tutma, hased etme,
küs durma yoktur. (Müslim, Birr, 24.) Bu kardeşlikte, suizan, tecessüs ve gıybet yoktur. (Hucurât,
49/12.) Velhasıl bu kardeşlikte, “iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de (tam) iman etmiş olmazsınız” buyuran ve sevginin formülü olarak da selamın
yayılmasını tavsiye eden (Müslim, İman, 93.) Allah
Rasûlü’nün mührü vardır. İşte bu bilinçte olan
mü’min, “ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce
iman etmiş kardeşlerimizi bağışla. Mü’minlere
karşı kalbimizde bir kin bırakma. Ey rabbimiz,
şüphesiz sen çok şefkatli, çok merhametlisin.” (Haşr, 59/10.) duasını bize öğreten Cenab-ı
Hakk’ın beyanına uygun olarak, hiçbir hesap
yapmadan gönlünü bütün mü’min kardeşlerine açabildiği zaman, Allah için karşılıksız
sevmenin ne olduğunu idrak edecektir.
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
53
D in görevlisinin hatıra defterinden
Gülsüm Dokuz
Çanakkale Müftülüğü
Din Hizmetleri Uzmanı
Hep birlikte saf tutalım
Yeryüzüne çisil çisil yağan yağmur Allah’ın
kudretini haykırırken, rahmetini indiriyordu
üzerimize sağanak sağanak… O rahmet sadece toprağa değil, kalplerimize de hayat bahşediyordu. Görebilen gözler için yağmur rahmet
olarak ulaşıyordu toprağa…
Allah’ın rahmetinden yine onun rahmetine
sığınıyorduk bir seher vakti sessizliğinde.
Din görevlisinin samimi ilgisiyle gösterilen
mekânda aldığımız abdestle ilk adımımızı
atıyoruz Hisar Camii’ne. Abdestle maddi kirlerden arınan bedenimizden sonra, manevi
bir arınmanın coşkusunu arıyor ruhumuz.
Allah’ın evinde yine onun kutlu sözleriyle karşılanıyoruz. Lahuti bir ses camiyi dolduruyor.
Mülk suresi okunuyor ve şu yüce meal ile son
buluyor. “De ki: “Söyleyin bakalım: Suyunuz
çekiliverse, size kim temiz bir akar su getirir?”
(Mülk, 67/30.)
Sessizce kılınan sünnetin ardından kamet
getiriliyor. Ve saf bağlanıyor sımsıkı, sımsıcak. Cemaatin rahmetine bereketine inanmış
gençler, yaşlılar, çocuklar, kadınlar saf tutuyor, bir duvarın tuğlaları gibi kenetleniyorlar
birbirlerine… Hissesine ne düştüyse yetişen
alıyor. Kimi henüz ezan okunmadan camideki yerini alırken, biliyor ki beklediği sürece
ibadet sevabı alacak. Kimi de teşehhüde bile
yetişmiş olsa kazançlı olacak.
İlk rekâtta okunan Al-i İmran suresi, sanki ilk
defa iniyormuş gibi.”…De ki: “İçinizdekini
gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu
bilir. Göklerdeki her şeyi, yerdeki her şeyi
de bilir. Allah her şeye hakkıyla gücü yetendir...” (Al-i İmran, 3/29.) Kalplerimizin derinlikle54
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
rine nüfuz ediyor ve kalplerimiz ürperiyor,
silkiniyoruz. …“Eğer Allah’ı seviyorsanız bana
uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır,
çok merhamet edendir.” (Al-i İmran, 3/31.) Allah
sevgisiyle coşan gönüllerimiz, O’nun sevgisine ve bağışlamasına mazhar olabilmek için
Rasulüne tabiiyete ahdediyor. Ve âdeta sevgi
yumağını, arınmışlığı hissediyor.
Hep birlikte kıyam, hep birlikte rükû, hep
birlikte secdeyle Rabbin huzurunda ahengi
temsil ediyorlar, her biri yek bir vücut.
Ardından ikinci rekât… “Sen bu beldedeyken
bu beldeye (Mekke’ye), babaya ve ondan
meydana gelen çocuğa yemin ederim ki biz
insanı bir sıkıntı ve zorluk içinde (olacak
ve bunlara göğüs gerecek şekilde) yarattık.”
(Beled, 90/1-4.) “Bu Belde”nin hayaliyle namaz
devam ediyor. Er ya da geç, sıkıntı ve zorluklarla hayallerinin gerçekleşmesi ümidiyle kıraat dinleniyor, “İnsanoğlu, kendisine kimsenin
güç yetiremeyeceğini mi sanıyor? “Yığınla mal
harcadım” diyor. Kendisini kimsenin görmediğini mi sanıyor?” (Beled 90/5-7.) Kıyam ediliyor,
rükûa varılıyor ve secdeyle Rabbe en yakın
olma hissediliyor. Tesbihat ve dualar gözyaşlarıyla yıkanıyor.
“Eğer biz, bu Kur’an’ı bir dağa indirseydik,
elbette sen onu Allah korkusundan başını
eğerek parça parça olmuş görürdün. İşte
misaller! Biz onları insanlara düşünsünler diye
veriyoruz.” (Haşr, 59/21.) Bu Kur’an nağmeleri, dinleyenlere yüklendikleri sorumlulukları
hatırlatıyor.
El-Fatiha ile her şey bitmiyor. Peygamberin
etrafındaki Suffe ashabı gibi bir sohbet halkası
oluşuveriyor.
Ne güzel bir birliktelik, cami çatısı altında,
caminin kuşatıcılığında…
Neden caminin bu güzelliklerinden toplumun
bir kesimi uzak durur ki ya da uzak tutulur?
Yapılan araştırmalara bakıyoruz kadın erkekten daha dindar. Ama camide kadın yok. Peki,
olmak zorunda mı? Tabii ki bu bir tercih,
olmak zorunda değil. Ama neden olmasın,
çarşıda, pazarda, piknikte, eğlence yerinde
vs. olan kadın neden camide yok? Fitne korkusu vs. ile zamanında camiden uzaklaştırılan
kadın artık camide yeri olmadığını düşünüyor, camiler erkekler için vardır bu genel
kanıya göre. Kadın olsa olsa ramazandan
ramazana Hz. Peygamberin müekket sünneti
teravih namazı için uğrar camiye. Sünnet bir
namaz için camileri dolduran kadınların, beş
vakit farz namaz için camiye gitmek akıllarına
gelmez.
Günahtan bu kadar çekinen insanlar olarak,
asr-ı saadetteki ağlaşan bebekleriyle de olsa
mescitte vakit namazı kılan o güzel insanları
görmezden geliriz. Onlar yolumuzu gösteren
yıldızlardan değil miydi yoksa?
Kendimizi mutluluk çağında gibi hissedip
camilerin lahuti havasını hep beraber teneffüs edelim, camiler tek renk değil rengârenk
çiçekler açsın. Camilerimiz çiçek açsın diyerek çocuklarımızı camiye davet ederken,
yavrularımız bir elleriyle babalarının elinden
tutup diğer elleriyle de annelerinin ellerinden
tutsun. Tıpkı parka gittikleri gibi… Yoksa
korkarım ki anne ve babalarıyla camilere gitmeyince çocuklar, camiler kimsesiz kalacak
gelecekte.
Camilerin kadınlara ayrılan bölümlerinin
güzelleştirilmesi için oluşturulan komisyonda
görevliyiz. Programımız çerçevesinde önceden haber verdiğimiz cami görevlilerimiz
ilgiyle karşılıyorlar bizi camilerinde.
- Kadınlar camide namazı nerede kılıyorlar?
Sorusuna, bin bir zahmetle ulaştığımız kadınlar bölümünü gösterip şu cevabı verdi bir
arkadaşımız:
- Burası, ama ihtiyaç duymuyor kadınlarımız,
biz de kapalı tutuyoruz. Binde bir yabancı
birileri gelip de, namaz kılacak yer bulamazlarsa uğruyorlar camimize, bizi arayıp buluyorlar, biz de açıyoruz.
Yine abdest mekânını sorduğumuzda:
- Abdest almak için mi? Anahtarı kahvecide,
almak isteyen arayıp buluyor, cevabını veriyor.
Ne kadar zor camide yabancı bir kadının
engelleri aşarak namaz kılması. Hem neden
sadece yabancı kadınlar namaz kılmak için
camilere ihtiyaç duyuyor? O mahallenin kadınları hiç mi camiye namaza gelmez? Yirmi yedi
derece sevabı neden reddederler ki? Şüphesiz
onlara bu güzelliklerden bahseden yoktur da
ondan. Evdeki yemek, temizlik, çocuk gibi
sorumluluklarının yanında, cemaatle kıldıkları namazla, sevaplarının kat kat arttığının
farkında değillerdir.
- Hem sahi hocam, eşiniz gelmez mi? Diyorum.
- Yok hocam ya, ne işi var. Zaten giyinip
hazırlanması bir sürü zamanını alır, diyor.
………..
Kafa yorup emeği geçenlerden Allah razı
olsun. Başkanlığımız çok iyi düşünmüş;
kadınların camilere alıştırılması adına, cami
şartlarının iyileştirilmesini. Ancak önce yapılması gereken bir şey var ki, o da buna önce
kendimiz inanmalı ve kendi adımıza bir şeyler
yapmalıyız.
Bir din görevlisi olarak biz, ezan okunurken
caminin önünden geçiyor ve cemaate katılmıyorsak, bir imam hatip eşini, çocuklarını
arkasında görmekten haz almıyorsa önce kendimizi eğitime tabi tutmalıyız. Camilerimizin,
nüfusun en az yarısını oluşturan kadınlarımızla tanıştırılması ve barıştırılması ümitlerimizle…
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
55
KÜLTÜR - SANAT - EDEBİYAT
Nakibü’l-eşraflık
müessesesi
Ayhan Işık
Meşihat Arşivi
İstanbul Müftülüğü
Hz. Fatıma ile Hz. Ali’nin evladı Hz. Hasan’ın
soyundan gelenlere şerif, Hz. Hüseyin’in
soyundan gelenlere ise seyyid denmektedir.
(Asım Efendi, Kâmus Tercümesi I-IV, İstanbul, ts., c.I, s. 626;
Şemseddin Sâmi, Kâmûs-ı Türkî I-II, İstanbul 1318, c.I, s.
548.) İslam
toplumundaki bu yaygın kullanıma
rağmen Osmanlı’da böyle bir ayrım sezilmemektedir. Seyyid olarak kabul edilmenin şartı,
soyun baba tarafından Hz. Peygamber’e ulaşması esasına dayandırılmakla birlikte anne
tarafı da belli ölçüde dikkate alınmıştır. Hz.
Hasan’ın veya Hz. Hüseyin’in zürriyetleri arasında herhangi bir fark gözetilmemiştir. İki
soyun mensupları da seyyid kabul edilmekte
ve nesebi anne tarafından gelen kadınlara
seyyide (Nakîbü’l-eşrâf Defterleri’ndeki seyyide kayıtları
için bkz., İstanbul Müftülüğü Meşîhat Arşivi, Nakîbü’l-eşrâf
Defterleri, nr. 16, vr.80b.; nr. 5, vr. 27a.) veya şerife,
erkeklere de şerif denilmektedir. (Nakîbü’l-eşrâf
Defterleri’nde şerîfelerle ilgili müstakil bir bölüm oluşturulmuştur. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz., İstanbul Müftülüğü
Meşîhat Arşivi Nakîbü’l-eşrâf Defterleri, nr. 2, vr. 26a vd.)
İslamiyet’in her döneminde kendilerine
muhabbet beslenmiş ve pek ziyade tazimde
bulunulmuş bu kimselere, özellikle Osmanlı
Devleti olmak üzere; Abbasiler, Memlukler
ve Selçuklular gibi İslam devletleri tarafından
56
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
gösterilen ihtiramın yanında, onlara ait işleri
görmekle vazifeli bir memur tayin edilmiştir.
Nakibü’l-eşraf adı verilen bu görevli, İslam
devletlerindeki Hz. Peygamber’in torunlarının
-evlad-ı Rasul’ün- her türlü işleriyle ilgilenen; neseplerini, doğum ve vefat kayıtlarını
tutan, seyyidliklerinin ispatı için bulundurdukları siyadet hüccetlerini düzenleyen, onları şanlarına uymayan sıradan işlere girmekten
men eden, aynı zamanda haklarını koruyup
ganimetten alacakları hisselerin de aralarında dağıtılmasını sağlayan idareci konumundaki kimsedir. Başka bir ifadeyle bütün bu
vazifeleri üstlenen Nakibü’l-eşraf, seyyid ve
şeriflerin umumi vasisidir. Seyyidlerle ilgili bu
türlü uygulamalarda ve daha sonra Nakibü’leşraflık müessesesinin kurulmasında, doğrudan veya dolaylı birçok ayet ve hadis etkili olmuştur. (Murat Sarıcık, Osmanlı İmparatorluğu’nda
Nakîbü’l-eşrâflık Müessesesi, Ankara 2003, s.5 vd.; Öz, Mustafa
Konuyla ilgili belgelerde, çoğunlukla da Nakibü’l-eşrafların
seyyidliği sabit olanlara verdikleri siyadet
hüccetlerinde karşılaşılan Şura suresinin 23.
ayetinde Allah (c.c.), ehlibeyti sevmeyi emrederek “Ey Kureyşliler, ben size yaptığım tebliğ
ve tebşirata karşılık olarak sizden herhangi
Ehl-i beyt (498-501), DİA, X, s.498.)
21 nolu nakibüleşraf defteri, 1-2 sayfa.
bir ücret istemiyorum, ancak ehlibeytimi sevmeniz müstesna.” (Şûra,
42/23.) buyurmaktadır. Aynı şekilde
ehlisünnetin ehlibeyt mefhumuna
dayanak gösterdiği Ahzap suresinin 33. ayetinde, Allah (c.c.)’ın
onları günah kirinden temizlemek istediği belirtilmektedir. “Ey
ehlibeyt! Allah sizden ancak kiri/
günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzab, 33/33.)
Ehlibeytin Allah’ın teveccühüne
mazhar olduğunun delili kabul
edilen ve “tathir” (temizleme)
ayeti olarak bilinen bu ayeti kerime İslam Tarihi boyunca ehlibeytin önemine kaynaklık eden ilahî
bir işaret olarak yorumlanmıştır.
(Uyar, Gülgûn, “Hz. Muhammed’in Ehl-i Beyti”,
Osmanlı Devletinde Ehl-i Beyt Sevgisi, İstanbul,
Hz. Peygamber’in
torunlarına duyduğu tüm sevgiye ve
onlara verdiği değeri ifade eden birçok hadisine rağmen Emevi Hilafeti,
Arap asabiyeti ve Haşimi rekabetinden dolayı seyyidlere karşı genelde
olumsuz bir tutum sergilemiştir. (Şit Tufan Buzpınar,
2008, s. 11, 17.)
Nakîbü’l-eşrâf (322-324), DİA, XXXII, s. 323.)
Seyyid ve Şeriflerin farklı coğrafyalara
dağılması
Hz. Ömer döneminde İslam’ı yaymak üzere
Arap yarımadasının dışına çıkarak Asya ve
Afrika gibi bölgelere ulaşan Müslümanların
tebliğ faaliyeti, Hz. Osman zamanında iyice
yoğunlaşmıştır. Kur’an ahlakını tüm insanlara bildirmek gayesiyle yola çıkan bu
Müslümanlar arasında Hz. Peygamber’in
soyuna mensup çok sayıda seyyid ve şerif de
vardır. O devrin İslam devletlerinin sınır bölgeleri Fas, Kafkasya, Maveraünnehir, Horasan,
Taberistan, Yemen gibi şehirlere yerleşen
ehlibeyt mensupları, genellikle bölge halkıyla
kaynaşarak burada İslam inanç ve itikadını
öğretmekle meşgul olmuşlardır. (Fasıldan Fasıla:
Kader-Denk Çizgisinde Alperenler ve Kuddusiler, Zaman
Gazetesi, 13 Temmuz 1996, s.14.)
Osmanlı Devleti, topraklarına gelen seyyid
ve şeriflere, diğer ülkelerde örneğine zor
rastlanır bir hürmet ve tazim göstermiş, onların rahat ve huzur içerisinde yaşamaları için
gereken her türlü hizmeti yerine getirmiş,
kendilerine birtakım muafiyet ve imtiyazlar
sağlamıştır. Örneğin, evlad-ı Rasul olduklarını belgeleyenlere birer berat vermiş, onlara
maaş bağlamış ve aynı zamanda askerlik ve
çeşitli vergilerden de muaf tutmuştur. (Bkz.,
Körlitz, Fredrich Von, İlk Osmanlı Padişahlarının İsdâr Etmiş
Oldukları Bazı Beratlar, Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası,
İstanbul 1332, Yıl 5, s. 244-246.)
Osmanlı Devleti’nde Nakibü’l-eşraflığın
kurulması ve işleyişi
Osmanlı
Devleti’nde
Nakibü’l-eşraflık
Makamı, seyyid ve şeriflerin kayıtlarının tutulması, suç işlediklerinde yargılanıp cezalandırılması gibi muameleler için Yıldırım Bayezid
zamanında 802/1400 tarihinde Nazır-ı Sadat
ismiyle ihdas edilmiştir. Nikabet teşkilatının
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
57
yer almaktadır. (Bkz., BOA. İDH. Dosya No:78,
Gömlek No: 3900; BOA, Hatt-ı Hümâyûn No: 26846.)
İlmiye sınıfındaki seyyidlere verilen
Nakibü’l-eşraflık, Osmanlı devlet teşrifatında yüksek bir mevkiye sahiptir.
Hatta Nakibü’l-eşraflar bu sınıfın en
yüksek rütbelileri ile eş değer tutulmuştur.
18 nolu nakibüleşraf defteri, sayfa 17.
Ordu, padişahın bizzat katılımıyla sefere çıktığında Nakibü’l-eşraf da bir kısım
sadatla sefere iştirak eder ve sancak-ı
şerifin yanında bulunurdu. Seferde
imamlık vazifesini üstlenerek ordunun muzaffer olması için dua ederdi.
Seyyidler ise savaş sırasında sancak-ı
şerif altında tekbir ve salavat getirirlerdi. Nakibü’l-eşraf, Alemdarın kendisini
temsilen sancağı taşıdığı seferlerde ise
ordunun uğurlanması ve karşılanması
törenlerine katılırdı.
Osmanlı bünyesindeki teşekkülünde başta
Anadolu Selçukluları, Memlukler, İlhanlılar
ve Abbasiler’in tesiri bulunduğu gibi, bu kurumun daha önce İslam dünyası tarafından
bilinmesinin de etkisi açıktır.
Osmanlı Devleti’nde seyyid ve şeriflerin yanı
sıra Hulefa-i Raşidin, Abbasiler ve sahabilerin soyundan gelenler de özel bir konuma sahip olmuştur. Örneğin, 1525 tarihli bir
belgede, Anadolu’da avarıza kayıtlı haneler
verilirken Hz. Ömer neslinden bir ve Hz.
Abbas soyundan dört kişinin bu vergilerden
muaf tutuldukları yer almaktadır. (Kanûni Devri
Eyalet Kanunnameleri, Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki
Tahlilleri, Hazırlayan Ahmet Akgündüz, İstanbul 1992,V, 19-25;
Kılıç, Rüya, Osmanlı’da Seyyidler ve Şerifler, İstanbul 2005,
s.24.) Ayrıca Nakibü’l-eşraf Defterleri’ndeki
seyyid ve şeriflerin isimleri yazılırken Hz.
Abbas nesebinden olanların adları müstakil
bir bölüm altında “şeyh” ünvanıyla kaydedilmiştir. (Nakîbü’l-eşrâf Defterleri, nr 2, vr. 16a.) Meşihat
ve Osmanlı Arşivi’ndeki birçok belgede, soylarına hürmeten evlad-ı Rasul’e belli görevler verildiğine (Meşîhat Arşivi, Gelen Evrak Fonu, Hz.
Abbas soyuyla ilgili belgeler..) ve padişahlar tarafından ihsanda bulunulduğuna dair kayıtlar
58
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
Osmanlı Devleti’nde, sadatın kendi
içlerindeki veya diğer insanlarla olan hukuki ihtilaflarının bir karara bağlanması için
İstanbul’da Nakibü’l-eşraf, taşrada ise
Nakibü’l-eşraf Kaymakamları görevlendirmişti. Cezayı hak edecek bir hata işleyerek
kabahati sabit hâle gelen seyyid veya şerifler,
İslam hukukunun emri gereğince yasalar karşısında diğer vatandaşlarla eşit şartlarda yargılanmalarının ardından suçlu bulunurlarsa
Nakibü’l-eşraf konaklarında hapsedilmektedir. Nakibü’l-eşraf Başçavuşunun nezaret ettiği (Sâdât çavuşlarıyla ilgili bkz., Meşîhat Arşivi Nakibü’l-eşrâf
Defterleri Genel No:86, Özel No:19, 2a; Meşîhat Arşivi Nakibü’l-
bu hapishanede genelde borç sebebiyle tutuklu bulunan
bu kimselerin, burada uzun süre kalmaları
uygun görülmediğinden mevlit kandillerinde
veya diğer zamanlarda padişah veya valide
sultanlar tarafından borçları ödenerek serbest
bırakılmaları sağlanmıştır. (BOA, HAT.1319/51442B;
HAT.543/26846.) Cezalarını çekenler de Nakibü’leşraf ve şahitlerin huzurunda bir daha böyle
bir kabahat işlemeyeceklerine dair söz verdirilerek serbest bırakılmıştır. (Bkz., Meşîhat
eşrâf Defterleri Genel No:72, Özel No:5, 36a.)
Arşivi Nakibü’l-eşrâf Defterleri Genel No:76, Özel No:9, 82b.)
Hz. Peygamber’in soyundan
geldiğini şahitler huzurunda
ispatlayan kişilere, Nakibü‘l-eşraf
tarafından o nesebe mensubiyetini
gösteren siyadet hücceti verilmiştir.
Seyyidlerin, halk arasında öne çıkmaları ve
sosyal hayat içerisinde birtakım saygısızlıklara
maruz kalmamaları için kendilerine has birtakım kıyafetleri vardı. Özellikle yeşil sarık bu
zümrenin ayırt edici özelliği olmuştur.
Şeyhülislam fetvalarında yeşili sadece sadat
mensuplarının taşıyabileceği vurgulanmış
(Bkz., Meşîhat Arşivi Nakibü'l-eşrâf Defterleri Genel No:70,
Özel No:3, 1b.) ve bu gruba dâhil olmayanlar
tarafından takılması da yasaklanmıştır. Hatta
evlad-ı Rasul olmadığı hâlde yeşil sarık takınıp seyyidlik iddia eden kişi hakkında darb-ı
şedid ve habs-i medid lazım geleceği fetvası
çıkarılmıştır. (Fetva için bkz., Meşîhat Arşivi Nakibü’l-eşrâf
Defterleri Genel No:89, Özel No:22, 3a.)
Ayrıca yeşil sarık takma yetkisinin ancak baba
tarafından seyyid olanlara verilebileceği belirtilmiş, anne tarafından olan Sadat-ı kiramın
ise sadece yeşil bir alamet bulundurabileceği
fakat bütün olarak yeşil sarık saramayacağı vurgulanmıştır. (Bkz., Meşîhat Arşivi Nakibü'l-eşrâf
Defterleri Genel No:70, Özel No:3, 1b; Meşîhat Arşivi Nakibü’leşrâf Defterleri Genel No:83, Özel No:16, 80b.)
Nakibü’l-eşraf kaymakamları
Görevlerini yerine getirmek üzere İstanbul’a
Nakibü’l-eşraf, eyaletlere ise Nakibü’l-eşraf
Kaymakamları atanmaktadır. (Nakîbü’l-eşrâf
Kaymakamları için bkz., Nakîbü’l-eşrâf Defterleri, nr. 34, 35
İlmiye sınıfından ve sadattan seçilen bu
kaymakamların kadılık, müftülük gibi görevlerinin yanı sıra çeşitli tarikatların şeyhlikleriyle
ilgili vazifeleri de bulunmaktadır. Nakibü’l-eşraf
Kaymakamlarının tayin edildikleri yerlerdeki
sadatın soy silsilesini muhafaza etmek, suç işlediğinde seyyidleri tedip etmek ve müteseyyidleri tespit ederek merkezdeki Nakibü’l-eşrafa
bildirmek başlıca görevleri arasındadır.
ve 36.)
Şer’iyye
sicillerinde,
Nakibü’l-eşraf
Kaymakamlarının, bulundukları bölgelerde
siyadetinden şüphelendiği kişilerden kadı
huzurunda nesebini ispatlamasını istediği de
görülmektedir. (Bkz., Antep Şer‘iyye Sicili, nr. 162,
s.234; Nakîbü’l-eşrâf Defterleri, nr. 5, vr. 45b.) Nakibü’leşraf Kaymakamının belli dönemlerde kadıyla
beraber teftiş yaparak seyyid olmadıkları tespit edilenlerin başlarındaki yeşil sarığı aldığı
ve Kadı’nın da durumu şer’iyye siciline kaydettiği bilinmektedir. (Nakîbü’l-eşrâf Defterleri, nr. 5,
vr. 45b.)
Siyadet hüccetleri
Hz. Peygamber’in soyundan geldiğini şahitler
huzurunda ispatlayan kişilere, Nakibü’l-eşraf
tarafından o nesebe mensubiyetini gösteren
siyadet hücceti verilmiştir. Seyyid ve şerifleri tespit etmek ve bunlara siyadet hücceti
düzenlemek, seyyid olmadıkları hâlde bu
kuruma mensup olanlara tanınan birtakım
haklardan yararlanabilmek için sahte belge
hazırlayanları ortaya çıkarıp bunların hüccetlerini iptal etmek Nakibü’l-eşrafların başlıca görevleri arasındadır. Seyyidlerin şecere
tespitleri yapıldıktan sonra isimleri, siyadet
veya şerafet silsileleri, çocukları, ahval, ahlak
ve ikametgâhları Nakibü’l-eşraf tarafından
Şecere-i Tayyibe denilen kayıt defterlerine
kaydedilmektedir. Nakibü’l-eşrafların tuttuğu
kendi dönemine ait sadat defterleri sayesinde
de, şeceresi bulunmayan veya herhangi bir
sebeple kaybedenler Nakibü’l-eşraf’a veya
Nakibü’l-eşraf Kaymakamları’na müracaat
ederek siyadetlerini ispat edebilmektedir.
Nakibü’l-eşrafın seyyidlik veya şeriflik iddiasının kabulünde iki temel şartı vardır: Birincisi
şahitlerin o kişinin siyadetini doğrulaması,
ikincisi de aile üyelerinin ellerinde, önceki
Nakibü’l-eşraflar tarafından verilen hüccetin
bulunmasıdır.
Peygamber soyundan gelen bu insanlar memleketimizin birçok yerinde halen hayatlarını
sürdürmekte ve kurumsallık dışında da olsa
“evlad-ı Rasul”e gösterilen sevgi ve tazim
devam etmektedir.
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
59
KÜLTÜR - SANAT - EDEBİYAT
Anadolu’da bir kardeşlik tecrübesi:
Ahilik
Dr. Adil Şen
Eskişehir Osmangazi Üniv. İlahiyat Fak.
İnsanlık tarihini incelediğimizde çeşitli coğrafya ve zaman dilimlerinde büyük bunalımların
yaşandığını görürüz. Bu sıkıntılı dönemlerin
çoğunlukla bir ilahî din yardımıyla atlatıldığına da şahit oluruz. İslamiyet’in zuhurundan
önce Arabistan yarımadasının içine düştüğü buna benzer kötü durumdan, İslamiyet
sayesinde kurtulup ve kısa sürede Kuzey
Afrika’dan, Orta Asya içlerine kadar insanlığa
bu “Kurtuluş Muştu”sunu ulaştırdıkları herkesin malumudur.
İslam dini ile, başta Araplar ve onları takiben Müslüman olan diğer milletlerin önünde
geniş ufuklar açılmaya başladı. Türk milleti
de aynı yoldan geçerek Karahanlılar (8401212), Gazneliler (963-1186) ve arkasından,
Selçuklular (1040-1157) ile Orta Asya coğrafyasında Türk-İslam kültür ve medeniyetinin
ilk mahsullerini ortaya koymaya başlamışlardır. Yalnız bu arada bir bütün olarak İslam
dünyasına özellikle de Türk milletine musallat olan iki büyük bela, daha yeni çiçekleniş mevsimindeki bahçenin talan edilmesine
sebep olmuştur. Bunlardan ilki Batı’dan İslam
âlemine ve Anadolu’ya saldıran Haçlı Seferleri
(1096-1291) yaklaşık iki asır milletimiz için
60
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
Devrin ulema, meşayih ve
ümerasıyla münasebet içinde
gördüğümüz Ahi Evren halkla da
bütünleşerek “önder âlim” şahsiyeti
ile bayrak isim olmuştur.
zorlu mücadeleler ve kayıplara yol açmıştır.
Daha bu gaile bitmeden Doğu’dan Moğollar
önlerine çıkan her şeyi silip süpürerek, yakıp
yıkarak Anadolu içlerine kadar girip, İslam
dünyasına büyük zararlar vermiş, derin acılar
yaşatmıştır. (Bkz. Osman Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk
İslam Medeniyeti, 8. Bsk. İst. 2003 s. 299-301.)
Moğol tahribatının önünden kaçarak,
Maveraünnehr, Horasan, İran gibi bölgelerden birçok şehirli ahali, esnaf, zanaatkâr,
âlim vb. insanlar Anadolu’ya göç etmişler,
Anadolu’nun Türk yurdu hâline gelmesini
kolaylaştırmışlardır. Himayesine sığındıkları
Anadolu Selçuklu Sultanları ve Uç bölgelerdeki Uç Beyleri, bu kitleleri Anadolu’nun
bütün yerleşim birimlerinde iskân ettikleri
gibi, yeni yerleşim yerleri de ihdas etmişlerdir. (Bkz. Mehmet Şeker, Fetihlerle Anadolu’nun Türkleşmesi
ve İslamlaşması, Ank. 1997, s. 53-96.) Anadolu’da
Haçlıların açtıkları yaralar henüz iyileşmemişken, acı yıkım ve yoksunlukları bizzat yaşayan, Orta Asyalı muhacir kafileler, yeni yurt
tuttukları Anadolu’ya dört elle sarılmışlardır.
Her türlü kargaşa ve hercümercin yaşandığı
bu dönemde Moğollara karşı varlık savaşı,
yerli halka karşı tutunabilme ve hayatın zaruretlerine karşı da ayakta durabilme mücadelesi vermek zorundaydılar. Bu mecburiyetler
onların teşkilatlanmasını icap ettirdiğinden
bu konuda fazla zorlanmadan, bütün yerleşim birimlerinde varlıklarını göstermişlerdir. Öncülüğü kendisi de Hoy’dan gelen Ahi
Evren (1171-1261) Anadolu’nun o dönemdeki siyasi, iktisadi, beşeri durumuna uyacak
şekilde Ahilik çerağını yakarak insanlara yol
göstermiştir. (Bkz. Mikail Bayram, Ahi Evren (Tasavvufi
Düşüncenin Esasları), Ank. 1995 s.16.46.) Devrin ulema,
meşayih ve ümerasıyla münasebet içinde gördüğümüz Ahi Evren halkla da bütünleşerek
“önder âlim” şahsiyeti ile bayrak isim olmuştur. Anadolu Selçuklu sultanının merkezi hakimiyetinin zaafa uğraması, vilayetlerdeki emirlerin ayrı baş çekmesi, Moğolların gerek zorla,
gerekse başka yollarla yanlarına çektikleri
bazı âlim, şehy ve idarecilerin durumu, halkın
neye, kime tabi olacağını şaşırdığı ve perakendelik manzarası arz ettiği dönemde; Ahi
Evren Anadolu’nun en çok ihtiyacını duyduğu
“Ahilik=Kardeşlik ülküsü”nü elden ele, dilden
dile parola gibi yaymıştır. Parçalanmışlıktan
çok çekmiş toplum, bütün katmanları ile bu
“Kardeşlik Ülküsüne” can simidi gibi sarılmış;
kademe kademe toplumdaki umumi ümitsizlik, yerini azme; parçalanmışlık hali birlik ve
beraberliğe; kargaşa emniyete, verimsizlik,
çalışıp-üretme istikametinde değişmeğe başlamıştır. (Bkz. Ziya Kazıcı, İslam Kültür ve Medeniyeti (İbn
Batuta Seyahatnamesine Göre Ahilik), İst. 19968. s. 130-136.)
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
61
terkibe ulaşma cehAhiler ilk dönemde
Toplumumuzda yaşayan örf ve
seyfi ve kavli olmak
didir. (Bkz. Hasan Küçük,
âdetlerimizin büyük bir kısmı
Türk-İslam Sosyal Düşünce
üzere ikiye ayrılıp,
Yapısı, İst. 1980, s. 196-223.)
seyfi kısım daha çok
Ahilikten izler taşımaktadır.
İslam ahlakının ferdi
Moğol istilasına karşı
şehirleri savunmak,
ve sosyal cepheleiçte de toplumun huzur ve asayişini sağlamak
rinin dengeli bir şekilde “Ahilik=Kardeşlik
için yardımcı olmuşlardır. Kavli kısım ise daha
ülküsü” teknesinde yeniden yoğrularak mayaçok halkın irşadı ve kendi mensuplarının eğilanmasıdır. Tarihen görüyoruz ki bu kardeşlik
timi ile uğraşmışlardır. Bir başka tasnife göre
mayası tutmuş, zamanla sadece Anadolu’da
ise Ahiyan-ı Rum, Gaziyan-ı Rum, Abdalan-ı
değil; Doğu Türkistan’dan Balkanlar’a kadar
Rum ve Bacıyan-ı Rum gibi isimlerle anılan
çalışan, üreten insanların ortak ülküsü ve
Ahiler, kadını-erkeği ile aynı gaye etrafında
hayat tarzı hâline gelmiştir.
teşkilatlanmışlığı gösterir. (Bkz. Orhan F. Köprülü,
Zaman itibarıyla de 13. yy.’dan 20. yy.’ a kadar
“Baciyan-ı Rum” mad. T.D.V.İ.A İst. 1991 c. IV s. 415.) Moğol
toplumun tüm kesimlerini etkileyecek şekilde
belasının savuşturulmasından sonra, kuruyaygınlık kazanmıştır. Ahiler, el emeğinin,
lan beyliklerde yine öncü-danışman görevini
göz nurunun, sözün, sohbetin, yerine göre
üstlenmişlerdir. Sözgelimi Osmanlı devletinin
kılıcın ve kalemin hakkını verecek şekilde
kurucusu Osman Gazi Ahiliğe ait “ihtiyaru’dkendilerini programlamışlardır. Bugün hâlâ
din” ünvanını almış, kayın pederi Şeyh Edebali
toplumumuzda yaşayan örf ve âdetlerimizin
de Ahi şeyhlerinden âlim-mutasavvıf bir kimbüyük bir kısmı Ahilikten izler taşımaktadır.
seydi. Osman Gazi Karacahisar da cuma,
Eskişehir de bayram namazını bir ahi olan
Bugün bile bir değer olarak kabul edilen
Dursun Fakih’e kıldırtıp hutbeyi kendi adına
yüksek disiplin, ahlak, doğruluk vb. vasıfların
okutarak beyliğini ilan etmişti. (Bkz. Aşıkpaşaoğlu
yanında üretim, tüketim, ticaret v.b. münaTarihi, (Nşr. N. Atsız) 1985. S. 27-28; Ziya Kazıcı, a.g.e. s. 127sebetleri belirlemişler, kontrol etmişler, belli
128.)
bir kalite ve standardı yakalayamayanların
Ahiler devletin kuruluşuna müteakip zamanla
“pabucunu dama atmışlardır.” Açgözlülük,
siyasi bir güç olmaktan çıkarak, esnaf birlikkaraborsa ve sahtekârlığın yerine; kanaat,
lerinin idari işlerini düzenleyen bir teşkilata
yardımlaşma ve dürüstlüğü ikame etmişler,
dönüşmüştür. Daha çok çırak, kalfa, usta
İslam’ın helal ve haram ölçülerini, milli secihiyerarşisi içinde kendi mensuplarının eğitiyeye tatbik ederek tarih boyunca iktisadi
mi, o günün şartlarında el emeği, sınai imalat
hayatımıza yön vermişlerdir. Bugün ülkekalite, denetim ve standardizasyonla kendimizde faaliyet gösteren esnaf ve zanaatkâr
lerini sınırlamışlardır. (Bkz. Yusuf Ekinci, Ahilik ve
birlikleri, sanayi ve ticaret odaları, birçok sivil
Mesleki Eğitim. İst. 1990 s.22-43; Muhittin Şimşek, TKY ve
toplum kuruluşlarımızı, Ahiliğin çağdaş temTarihteki Bir Uygulaması Ahilik, İst. 2002 s. 133-210.)
silcileri olarak telakki ediyor; Ahiliğin kökü ve
Ahilik menşe itibarıyla kendisinden önceki
uzantılarının bize güven ve ümit bahşettiğini
muazzam bir birikim oluşturmuş ilmi ve irfani
söylemek cesaretini gösteriyoruz.
ocaklardan beslenmekle birlikte esas itibarıyla
Özet olarak, Ahiliğin milletimizin duygu,
“Fütüvvet Teşkilatı”ndan daha çok etkilenmişdüşünce ve davranış kalıpları içinde göstertir. Abbasi halifesi Nasır li-dinillah’ın (1180diği beceriler, şekillendirdiği sosyal yapılar,
1225) Fütüvvete dâhil olmasıyla Selçuklu sultatbik ettiği dinî, milli, ahlaki, hukuki, iktisadi
tanı I. İzzettin Keykavus da 1213’te şedd kuşave estetik değerler manzumesi ile milletimizin
narak bu harekete destek vermişlerdi. Ahilik,
kendi varlığı ve kültürüne kalıcı hizmetleri
Fütüvveti kendine mal ederek zamanın zaruolmuştur hükmüne varabiliriz.
retleri doğrultusunda yeni bir arayış yeni bir
62
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
Ö rnek hayatlar
Hacı Veyiszade
Mustafa Kurucu
(1887-1960)
Mustafa Özdamar
Din-diyanet,
ilim-irfan camiasının
çok iyi tanıması ve
dikkate alması gereken
bu kâmil ve mükemmil
zat, peygamber vârisi
olmanın bütün özellik ve
güzelliklerini yaşayarak
günümüze taşıyan
müstesna bir örnektir.
İç ve dış ilişkiler ağının odağında kendine (nefsine)
hâkim olan insan, hakîm olur. Hakîmin gönlü Hak
Teala’nın hikmet ambarıdır. Bu hikmet ambarında
Allah’ın halifesi için lazım olan her türlü malzeme vardır.
Bu kutsal malzemeyi Allah’ın muradına uygun şekilde
kullanma marifetine sahip olanlar, yüce Allah’ın ilim
sıfatına, âlim ve alîm ism-i şeriflerine mazhar oldukları
için, onlar, Allah’ın ailesi olan mahlûkâta -cümle yaratılmışa- rahmet, merhamet ve mağfiret tavrı ile bakarlar.
Her şeye ve herkese şefkatle muamele ederler. Haklılara
haklarını, haksızlara müstehaklarını verme konusunda
son derece kavi ve zarif davranırlar. Herkesi kendi diyarında kendi huyu suyu ikliminde, fıtratı doğrultusunda
idare etme sanatının sanatkârı olan bu insanlar, yüce
Allah’ın celal ve cemal tecellilerinin tevhidini yaşayan
bilge kahramanlardır.
Böyle bir bilge kahraman olan Hacı Veyiszade Mustafa
Kurucu (1887-1960), sadece Konya’nın değil dünyanın
medar-ı iftiharı (övünç kaynağı) kâmil bir şahsiyettir.
Kendilerini yakından tanıyanlar çok iyi bilirler ki onun
hiç gevşek tarafı ve kendi (nefsi) için harcanmış bir dakikası yoktur. Her durumda hep kavi ve yapıcı bir özelliği
vardır. Torunu Prof. Dr. Mustafa Fayda, Hazretin bu özelliğini şöyle ifade ediyor:
“Dedemin boş ve gevşek geçen bir vakti yoktu. Abdestsiz
yere bastığı sanmam ki vaki olsun. (Konya İmam Hatip
Okulunda öğretmenlik yaptığı yıllarda) iki ders arasında
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
63
Hacı Veyiszade'nin ders açma duası. (Kendi el yazısıyla.)
Gerek okuldaki, gerek
okul dışındaki eğitim
öğretim hizmetleri ve
diğer faaliyetler yanı
sıra, nişan, düğün, ölüm
doğum hadiseleri, hasta
ziyaretleri, fukaraya yardım büyük yer tutuyordu dedemim hayatında. Herkesin her şeyine koşan bir insandı
dedem. Tatili yoktu. Ben
tatil yaptığını pek hatırlamam dedemin.
boş bir saati varsa, o saat içinde; eğer böyle
bir boşluk yoksa teneffüslerde derhal abdest
tazeler ve bol bol nafile namaz kılardı. Bir
odası vardı bu işe mahsus. Daha doğrusu
hademelerin odasında yapardı bunu.
Dedem kendisi çok nafile namaz kılardı ama
öğrencilerini nafilelerle uğraştırmazdı. Hatta
şöyle bir şey anlatırlar. Babasını dedemin
ziyaretine getiren bir öğrencisi nafileden sormuş da: “Baban kılsın” demiş. Sen nafileyle
uğraşma! Dersine çalış sen! Ders çalışma farzı
dururken, nafileyle uğraşamazsın sen.
İlim talipleriyle bir başka türlü meşgul olurdu
dedem. Nesi var nesi yoksa her şeyini, var
gücünü sererdi onlar için. Islah-ı Medaris-i
İslamiyye’de başlamış dedemin eğitimciliği.
En yasakçı devirlerde bile daima özel öğrencileri olmuş. Ve onların her şeyiyle ilgilenirmiş.
Çok farklı bir tarafı vardı dedemin. Bir şeyi
sadece yapmazdı, hem yapar hem de yaşardı
onu. Yaşamadan yaptığı bir şey yoktu.
64
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
Herkesle ilgilenir, herkese dua eder, herkese
selam verirdi. Dedemin
selamı meşhurdu; çoluk
çocuk, kadın erkek,
yaşlı genç, ölüye diriye,
önüne gelen herkese
selam verirdi. Hatta öyle
ki, dedemin bu selamları
çocuklar için bir eğlence vesilesi bile olurdu.
Dedem daha onlara selam vermeden, onlar
dedeme selam verirler, dedem de başlarını okşaya okşaya: Aleyküm selam, aleyküm
selam, der giderdi. Elindeki çerez torbasından
çetnevir dağıta dağıta giderdi. Çetnevir dediğim de çifte kavrulmuş sarı leblebi.
İyiliğe çok sevinir, kötülük karşısında şöyle bir
irkilerek kaş çatar, üzülür ve sanki o kötülüğü
içinde yakıyormuşçasına değişik bir ürperme
içine girer, ama işin gıybetini etmez ve ettirmezdi. Şikâyeti sevmezdi hiç. (M. Özdamar, Hacı
Veyiszâde, Kırkkandil Yayınları, s. 13-17.)
Büyük insanlık ailesinin iki cihan azizliği
için gerekli olan bütün sistemleri bünyesinde
barındıran güzelim İslamiyetin şeriat, tarikat,
marifet ve hakikat boyutlarının hiç birini ihlal
ve ihmal etmeden halka hizmetkâr olmak,
Hacı Veyiszade’nin Habib-i Hüda Hz.lerinden
tevarüs ettiği bir şuur ve şiarın uzantısıdır.
Din-diyanet, ilim-irfan camiasının çok iyi tanıması ve dikkate alması gereken bu kâmil ve
Hacı
Veyiszade
mükemmil zat, peyİyiliğe çok sevinir, kötülük
Hz.lerinin Konya’da
gamber vârisi olmakarşısında şöyle bir irkilerek kaş
hem imamlık hem
nın bütün özellik ve
öğretmenlik yaptıgüzelliklerini yaşaçatar, üzülür ve sanki o kötülüğü
ğı yıllarda bir gün,
yarak
günümüze
içinde yakıyormuşçasına değişik
Aziziye Camii’nin
taşıyan müstesna bir
bir
ürperme
içine
girer,
ama
işin
imam
odasında
örnektir. Onu çok
ziyaretçiler
arasında
özel ve güzel kılan
gıybetini etmez ve ettirmezdi.
İmam Hatip Okulu
ana haslet, onun
Müdürü de vardı.
bütün hayatı boyunMüdür Bey sonradan
ca hep ve daima
geldiği için kapı eşiğine yakın bir yere çömeHabib-i Hüda Hz.lerinin izinde, Habibullah
livermişti. Hacı Veyiszade Müdür Bey’in eşiğe
Hz.lerinin sünnet-i seniyyelerini giyinip kuşaçömeldiğini görünce:
nan “emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ayetini
yirminci yüzyılda yaşayan canlı bir abide
- Müdür Bey, dedi tatlı mütebessim bir sesle.
olmasıdır. Habibullah Hz.lerinin “Beni kocaltMüdürün yeri orası değil… Siz orada (okulda)
tı” buyurduğu bu ayet, hem her şeye ve
da müdürsünüz, burada da. Şöyle buyurun!
herkese hoş bakmayı, hem de üstüne vazife
Müdür Bey’i kendi yanına aldıktan sonra
olan olmazsa olmaz kuralları ihlal ve ihmal
konuşmayı şöyle sürdürdü:
etmeden hayata geçirmeyi, hak ve hukuk
üstünlüğünü koruyup kollama gayreti içinde
- İmam Hatip Okuluna müdür olmak sıradan
olmayı zorunlu kılıyor.
bir iş değildir. Bu memleketi müdür Bey’in
Zorluk ve kolaylık iç içedir. Zorluğun içindeki kolaylığı yakalamak hünerdir. Bu niyet,
gayret, himmet, hamiyet ve dirayetin doruklarında çalışıp çabalamak kolay değildir ama
imkânsız da değildir.
idare ettiği mektebin talebeleri ihya edecek.
Bu çocuklar meleklerin kanatları üzerinde
gidiyorlar. Bu memleketi onlar ileri götürecek. Bu milletin sönen, söndürülen kandillerini onlar uyandıracak.
Çeşitli katmanlardan oluşan toplumsal hayatın
çalkantıları içinde kaderin yorumsuz kavranmaz akışı içinde müslim veya gayrimüslim
önüne gelen herkese selam veren, müslimleri: Selamün aleyküm ketebe rabbiküm alâ
nefsihi’r-rahmeh: Selam size, rabbiniz rahmeti
kendi (nefsi)ne farz kıldı!” Gayrimüslimleri
de: Selamün alâ menittebeal hüda! Hüda’ya
-en doğruya tabi- olanlara selam olsun!” ayetleriyle selamlayan bu büyük bilge, Habib-i
Hüda tavrında yaşadığı için her durumda
zuhuru zorunlu olan kahırların zamirindeki
lütfu kollama dirayetinin doruklarında yer
almıştır.
Namaz sonrası sohbet sona erip de Müdür
Bey ve cemaat dışarı çıkınca, Hoca’nın yanında yöresinde çok bulunanlardan biri olan
astsubay Mehmet Başçavuş:
Bulunduğu makam ve mertebelerin hep
üstünde seyreden bir bilge Hacı Veyiszade.
Bu gayret ve dirayet az rastlanan bir özelliktir.
Habib-i Hüda Hz.lerinden tevarüs ettiği bir
tavır bu. Gerçek anlamda Allah adamlığı bu...
- Hocam, elini öpeyim… Bu adam değmez
bu iltifata!... Bu müdür, Talim Terbiyeye sizin
hakkınızda müspet rapor vermiyor. Hoca
Efendi asrını anlayamamış, talebelere günün
icabı bilgileri veremiyor diye rapor etmiş sizi,
deyince, Hacı Veyiszade:
- Mehmedim, evladım, bilirim, farkındayım,
fakat ben, bir insanın yetişmesi için bin münafığın kahrını çekerim! İnsan bahçıvanıyız biz,
bu kahrı seve seve çekeriz! (A.g.e., s. 107-108.)
Yâr için ağyâra minnet ettiğim ayb eyleme!
Bâğibân bir gül için bin hâre hizmetkâr olur!
Yâr için başkalarına minnet etmemi ayıplama!
Bahçıvan bir gül için bin dikene hizmet eder!
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
65
HiKMET
PENCERESi
M. Lütfi Arslan
Kafa dengini değil
kalp dengini bul
Kalbe ve gönle
kefil dostlar
bulmak ne
büyük bahttır.
Kalbin ve gönlün
frekanslarının
aynı merkezlerden
alındığı ve
aynı yerlere
salındığı bir
dostluk ikliminde
yaşamak ne
büyük devlettir.
Bir çoban sürüsünü otlatırken, bir kurt sürüden koyun
kaptı. Çoban kurdun peşine düştü ve koyunu ondan kurtardı. Ancak kurt, çobana dönüp baktı ve şunu söyledi: “Bu
koyunları benden başka çobanın olmadığı gün kim kurtaracak?” Orada bulunanlar “Olur mu öyle şey, hiç kurt konuşur mu?” diye itiraz edecek oldular. Peygamber Efendimiz
bunun üzerine: “Ben, Ebubekir ve Ömer buna inanırız.”
dedi.
Yine bir zaman adamın birisi ineğinin üzerine bindi. İnek
adama dönüp: “Ben bunun için yaratılmadım, ben çift
sürmek için yaratıldım.” dedi. Orada bulunanlar “Olur mu
öyle şey, hiç inek konuşur mu?” diye itiraz edecek oldular.
Peygamber Efendimiz bunun üzerine: “Ben, Ebubekir ve
Ömer buna inanırız.” dedi. Hâlbuki iki olayda da Ebubekir
ve Ömer orada değillerdi.
Buhari ve Müslim’de geçen bu hadis, herkesin kafa dengi
aradığı ve fakat kafa karışıklığından fena halde muzdarip
olduğu için bir türlü hakiki dostlar bulamadığı bir zamanın
insanlarına ne anlatır? Ne anlatırsa anlatsın biz evvela böyle
dostluklar dileyelim Rabbimizden.
Kalbe ve gönle kefil dostlar bulmak ne büyük bahttır. Kalbin
ve gönlün frekanslarının aynı merkezlerden alındığı ve aynı
yerlere salındığı bir dostluk ikliminde yaşamak ne büyük
devlettir. Herkes bu devlete erişemez. Bu devlet ancak böyle
bir dostluk iklimini her şeyin ötesinde görenlere verilir. Bu
ise önce niyet, sonra da o dostluğa liyakat gerektirir. Dost
arayan dost olmayı bilmelidir. Dostluğun safasını sürenler,
dostlarına cefa ile bâr değil vefa ile yâr olanlardır. O yüzden
“ben, ben” diyen dost bulamaz, dost olamaz. Dost, “sen,
sen” diyeni arar. Ne “sen”, “ben”dir, ne de “ben” “sen”;
dosttur, dostluktur aslolan. Dostluk, bir manadır ki kokusu
da, neşvesi de cennettendir. Evet, hakiki dostluk bir cennet
manasıdır ki onu bu denî dünyanın ne serveti, ne ömrü ne
de vüsati kaldırabilir.
66
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
Dostluk bir kalp kıvamıdır. O kıvama zihin de
akıl da ermekten acizdir. Dolayısıyla dostlar
öncelikle kafa dengi değil, kalp dengidirler. Kalbi birbirlerinde atmayanlar, zihinlerin
güvenilmez ve gevşek zemininde fazla yol
alamazlar. Kalplerinin frekanslarını çözemeyenler, zihinlerin şifre çözücülerinden medet
ummasınlar. Dost kafa ve zihin ile kazanılmaz;
dost, kalp ile kazanılır. Bir kalp kazanmak için
ise aynı cinsten bir kıymetten başkası verilmez. Kalbin alışverişi kalple yapılır. Kalbini
vermeyen başkasının kalbini alamaz.
Evet, herkes çeker gider ama dost dostunu
bırakmaz. Tam kırk gün aynı saatte dostunun
kabrine ziyarete gider. Orada öyle sessizce
oturur, ama gönülden kim bilir neler konuşur?
Kırk gün sonra ziyaretten kalkarken döner ve
şöyle der: “Dostum, işte kırk gün geçti. Ben
duydum ki insan kırk günde her yere alışırmış. Sen de yerine alıştın herhalde. Artık bana
müsaade eder misin? Yine gelirim, merak
etme ama daha seyrek… Seni yeni yerinde
rahat bırakmak gerek…
Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Dostların
yöneldiği yön dostlarının kalplerinden başka
neresidir? Dostlar kalpleri ile birbirlerine
yönelmiş olanlardır. Bu zamanla zihin birliğini de getirir, çünkü kalp merkezdir, esastır.
Dost ötede bile dostunu bırakmayandır.
Kalbe ve gönle kefil dostlar, sadece beraberliklerinde değil, gıyaplarında da birbirleri ile
yaşayanlardır. Onlar dostları ile yaşar, dostları ile susar ve dostları ile kanarlar. Dost der,
dostla dost olur, dost içer, dost solurlar, çünkü
onlar bilirler ki dostluğun yolu Hakiki Dost’a
giden yolun bizatihi kendisidir. Burada dost
olamayan ya da bulamayan En Yüce Dost ile
nasıl dost olur? Fanileri sevemeyen, Baki’ye
nasıl yol bulur, meğerki yol Baki’den gele…
Gerçek dostlar dostlarını yanlarındayken de
özleyenlerdir. “Sana senin yanında bile hasretim Efendim” ifadesi bunu anlatır. Onlar sadece hayatlarında değil, ölümlerinden sonra bile
dostlarının hasreti ile yaşarlar.
Mesela böyle bir dost ölür gider, vasiyeti açılır, çocukları “falanca dostlarım olmadan beni
gömmeyin” diye bir yazı bulur. En yakınların
dahi bilmediği, çünkü menfaatin karışmadığı,
sadece Hakiki Dost’a dostluk için dostluk
yapmış, o yüzden de hiç ortalarda gözükmemiş o dostlar çıkar gelir, son vazifelerini yapar
ve dostlarını defnederler.
Dost, kabrinde huzuru dostlarının eli ile
gömülmekte görendir. Yine böyle bir dost
vefat eder mesela, defnedilir. İlk günler iyidir,
herkes gelir, gider, ziyaretçisi eksik olmaz
kabrin. Ya sonra? Herkes terk eder, ama dost
terk etmez. Onun başka bir sezdiği vardır.
Zaten öyle olduğu için, kimsenin sezemediğini sezdiği için de dosttur ya.
Dost, dostunun kabrindeki rahatını dert edinendir.
Dostluk dostu olmadan yaşayamamak, olamamak, olmamaktır. Ve en muhteşem tablo:
İkinin ikincisi, tutar elinden babasını getirir. “Ya Rasulallah Müslüman olacak babam”
der. En Yüce Dost’tan başkasını dost edinmemiş o en güzel insanın yüreği elvermez:
“Neden buraya yordun ihtiyarı, biz gitseydik…” Kelime-i şahadet telkin edilir. O ara
sevinçli ve vefalı oğul gözyaşı dökmeye başlar. Babası Müslüman olmuştur, acaba onun
sevinç gözyaşları mıdır bu? Sorulur: “Neden
ağlıyorsun ey Ebubekir?” Cevap dostluğun
boyutunu gösterecek cinsten muhteşem bir
anıttır: “Şu an babamın yerinde senin amcanın
olmasını ne kadar isterdim Ya Rasulallah…”
Dost, kendi sevincini dostunun sevincine feda
edebilendir.
Güzel kardeşim, hayatının baharında dostluğun kıymetini yeni idrak etmeye başladığın
bir zamandasın. Dostlar bulacak, birilerine
dost olacaksın. Senin dostluğun hakiki tadını
tatmanı dilerim. Öyle dostlara ve dostluklara talip ol ki dostların sadece bu dünyada
değil ötede ebedî kurtuluşun mekânında bile
sensizliğe dayanamasınlar. Böyle dostluklara
ancak alıp kalbini eline koyabileceğin kadar
emin ve sadık insanlarla erebilirsin.
Unutma! Gerçek dostluk burada olmanın
değil ötede, güzellik ve sonsuz mutlulukla
beraber olmanın derdine düşenlerin yanındadır. Onları ara, bul; onlarla ol, onlara dost ol,
onların dostu ol…
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
67
UZMAN
GÖZÜYLE
Mevlüt Akyürek / Hukuk Müşaviri
Hukuka bir açıdan bakış
Hukuk kurallarının öngörülebilir olması hem idareciler açısından hem de bireyler
açısından arzulanan bir durumdur.
Hukuk devleti, bireylerin hukuki bakımından
güvenlik içinde oldukları ve devlet organlarının
eylem ve işlemlerinin hukuk kurallarına bağlı
olduğu sistemi ifade eder. Statik olan hukuk
kurallarının değişmesi ve bu değişikliğin geriye doğru uygulanması hukuka güveni zedelemektedir. Hukuki güvenlik -geriye yürümezlikbireylerin temel hak ve özgürlüklerini güvence
altına almaktadır.
Geriye yürümezlik ilkesi, Norveç gibi bazı ülkelerin anayasalarına, “Hiçbir kanunun geçmişe
etkisi olamayacaktır.” şeklinde emredici hüküm
olarak girmiştir.
Türk hukukunda ve doktrinde bu ilkenin, hukukun genel ilkelerinden olduğu genel kabul
görmüş bir ilke olmakla birlikte, anayasal bir
prensip hâline gelmediğini görmekteyiz.
Bir kuralın, yürürlüğe girdiği dönemde tamamlanmamış
olaylara uygulanmasına,
gerçek
olmayan
geriye
yürüme,
buna
karşın yürürlükte
bulunan kurallara
göre bütün sonuçları tamamlanmış
olan olaylara uygu68
DİYANET AYLIK DERGİ
lanması hâlinde de dar anlamda geriye yürüme
söz konusudur.
Kanunların geriye yürümezliği ilkesi, idari
işlemlerde daha genel ilke hâlini almaktadır.
Hukuk düzeninde mevcut olmayan ve kişilerin bilmediği bir işlemin uygulanması hâlinde
kişilerin hukuka olan güvenleri sarsılacaktır.
İlkelerin hâkim olduğu yapıların uzun ömürlü
olması gerçeği de söz konusu güvenin tesisiyle
açıklanabilir. Hukuk kurallarının öngörülebilir
olması hem idareciler açısından hem de bireyler
açısından arzulanan bir durumdur.
İdari işlemlerin geri alınması, işlemin yapıldığı
tarihten itibaren geçersiz kılınması, idari işlemlerin geriye yürümezliğinin istisnasını oluşturmaktadır.
İşlemin geri alınması için yargı mercilerince iptali gereken
bir hukuka aykırılığın olması şart
değildir. Yargı mercilerince bir işlemin
iptali, geri alma işleminden daha geniş
sonuçlara racidir.
Hukuka
aykırı
işlemlerin hangi
sürede geri alınması
gerektiği hususu da
ayrı bir sorundur.
NİSAN 2012
• SAYI: 256
Bir tarafta hukuka uygunluk ilkesi bir tarafta
hukuki güvenlik ilkesi olup, bu iki ilke çatışma
hâlindedir. Bu çatışan ilkelerden hangisini tercih etmek gerekecek? İşte burada bir dengenin
kurulması gerekir. Bu durumda hukuka aykırı
bir işlemde olsa belirli süre içinde geri alınmadığında artık hukuka uygun olduğunu kabul
etmek gerekir. Aksi halde her daim geri alınacağı ihtimali olan idari işlemler nedeniyle hukuki
güvenlik ilkesinin zedelenmesi daha da hukuka
aykırılığa sebep olacaktır.
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel
Kurulunun 27/01/1993 tarihli ve E. 197/6,
K.1973/2 sayılı kararında ilk kez geri alma işlemi, iptal davası açma süresi ile sınırlandırılmıştır. Bu kararda açık hata ve hile ile elde edilen
işlemlerin her zaman geri alınabileceği, bu tür
işlemlerin kişiler bakımından korunmaya değer
hak doğurmayacağı, ancak açık hata ve hile
dışındaki hukuka aykırı işlemlerin iptal davasını
açma süresi içinde geri alınabileceğini benimsemiştir. Aynı içerikte Fransız Danıştay’ının da
kararları da mevcuttur.
Danıştay 1973 tarihine kadar hukuka aykırı
olan işlemlerin her zaman geri alınabileceğini
benimsemişken, Danıştay İçtihadı Birleştirme
Kurulunun 22/12/1973 tarihli ve E.1968/8,
1973/14 sayılı kararıyla geri alma işlemlerini
belli bir standarda bağlanmıştır. Anılan karara göre, açık hata, yokluk, hile ve gerçek dışı
beyan dışında hukuka aykırı işlemler iptal davası açma süresi içinde geri alınabileceği aksi
hâlde hukuki güvenlik ilkesi gereği geri alınamayacağı ilkesini benimsemiştir.
Hukuk devletinin bir bütün olarak değerlendirdiğimizde, hukuka aykırı işlemin toplumda
hukuki güvenlik ilkesini ihlal edip etmediği
hususu bu işlemlerin geri alınmasındaki ölçü
olmalıdır. Bu nedenledir ki, idari işlemlerin
tesisinde kamu yararı idareleri bağlayıcı bir ilke
halini almıştır.
İkinci olarak idari işlemlerin geriye yürümezliği
ilkesinin istisnası olarak kanuni düzenlemelerdir.
Kanun koyucu kanunla geçmişe etkili olarak
düzenlemeler yaparak idarenin geriye doğru
işlem tesis etmesini zorunlu kılabilir. Kanunla
geriye doğru işlem tesis edilmesi, kamu yararı veya bireylerin menfaatine olan hususlarla
ilgili düzenlemeler muvacehesinde yapılmalıdır. Aksi hâlde kanunların Anayasa Mahkemesi
denetimine tabi olmaları nedeniyle iptalleri söz
konusu olacaktır.
Kamu düzeni ve genel sağlığı korumak amacıyla kişi güvenliğinin korunması hukuki güvenlik
ilkesine galip gelebilir. Bu durumda da idari
işlemlerin geriye yürümezliği ilkesinin istisnaları
söz konusu olur.
İptal edilen işlem hukuku düzeninde varlık
kazandığı haliyle yargılandığından verilen iptal
kararından hâliyle etkilenecektir. İptal kararlarının geriye yürümesi hususunda yargı mercileri
ve doktrinde görüş birliği mevcut iken, iptal
edilen kararın kendiliğinden ortadan kalkmadığı, ancak yargı kararlarının uygulanmasında
usulde paralellik ilkesine uyulması da gerekmemektedir.
İptal edilen işleme dayanarak hak ve menfaat
edinen üçüncü kişilerin bu hakkı korunmaktadır. Hukukun genel ilkelerinden olan iyi niyetin
hukuk tarafından korunacağı prensibi ile kesin
hükmün nispi kuvveti ilkesinin de devrede
olduğunu unutmamak gerekir.
İçtihadı birleştirme kararları, kuralların uygulamadaki denetim mekanizması olan mahkemelerin uygulamalarında birlikteliğin sağlanması
yoludur. İçtihadı birleştirme kararları da genel
düzenleyici kural hüviyeti kazandığı için hâliyle
geriye yürümezlik ilkesinin uygulanması gerekir.
İçtihadı birleştirme kararında önce anılan içtihada aykırı karar veren mahkemelerin kesinleşen
kararları nedeniyle yargılanmanın yenilenmesi
yoluna gitmeyecekleri gibi, idari işlem tesis
eden idarelerin de anılan içtihattan sonra işlemlerini geri almaları gerekmez. Ancak özlük ve
sosyal haklar bakımından bu kararların geriye
yürütüldüğünü yargı kararlarında görmekteyiz.
Hukukun doğası gereği devlet güçlendikçe
bireyin lehine hakların genişletildiği gerçeği
Ülkemizde de son birkaç yıldır iyice hissedilmektedir. Hukuk içinde kalmak temennisiyle.
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
69
FIKIH
KÖŞESİ
DİN İŞLERİ YÜKSEK
KURULUNDAN
Saç boyası, abdest ve gusle engel
midir?
İçeriğinde kan gibi dinen temiz olmayan şeyler bulunmadığı sürece, el veya başa sürülen
kına, boya gibi maddelerin katı atıkları iyice
yıkanıp, sürüldüğü yerlerden temiz ve saf bir
su akması durumunda, bunların deri ve saçlarda bıraktığı renk, suyun deriye nüfuzuna
engel olmaz. Dolayısıyla deri üzerinde tabaka
oluşturmayan, kına (Buhârî, Libâs, 66; İbn Mâce, Libâs,
34.), saç boyası ve jöle gibi maddeler abdest ve
gusle mani değildir.
Guslederken suyun küpe deliklerine
ulaşması şart mıdır?
Gusül, cünüplük, hayız ve nifas gibi hükmi
kirlilik hallerinden kurtulmak için gerekli olan
dinî temizliktir. Guslün farzları, ağzı, burnu ve
bütün bedeni hiç kuru yer kalmayacak şekilde
tam olarak yıkamaktır. Kur’an-ı Kerim’deki
“Eğer cünüp iseniz, iyice temizlenin (yıkanın).” (Nisâ, 4/43; Mâide 5/6.) emri gereği, bedenin
zahmetsiz yıkanabilen bütün organlarını birer
defa yıkamak gerekir.
Yıkanmasında güçlük ve zahmet olan göz,
tıkanmış küpe deliği gibi yerleri yıkamak ise
farz değildir. Gusül esnasında, kadının, küpelerini ve dar olan yüzüğünü oynatması gere-
kir. Kulak deliğinde küpe bulunmazsa kulağını yıkarken deliğe su girmesi yeterlidir. Suyun
kulak deliğine ulaşması konusunda önemli
olan, galebe-i zan yani kalbin kanaatidir.
Mest üzerine giyilen çoraplara mesh
edilebilir mi?
Mestler üzerine giyilen çoraplar, ince olup
üzerine mesh edildiğinde, altına ıslaklığı geçirirse, bunlar üzerine mesh edilmesi caizdir.
Islaklık alta geçmediği takdirde mesh üzerine
mesh gerçekleşmiş olmaz.
Mest üzerine giyilen çoraplar, üzerine mesh
yapılabilecek evsafta ise bu çoraplar üzerine
de mesh yapılabilir. Zira bunlar mest üzerine
giyilen çizme hükmündedir.
Abdestli iken az da olsa uyumak
abdesti bozar mı?
Yan üstü yatarak, bağdaş kurarak, dirseklere
dayanarak, ayakları yan tarafa çıkarıp oturarak, namaz dışında secde hâline geçerek
uyumak veya oturup dayandığı şey alındığı
takdirde düşecek derecede bir şeye yaslanarak uyumak abdesti bozar. Ancak, uyku
ile uyanıklık arasındaki hal, oturağı tamamen yere yerleştirerek uyumak veya bir yere
dayanmadan uyumak abdesti bozmaz.
Mezhepler arasında abdestin farzları konusunda farklılık var mıdır?
Hanefilere göre abdestin farzları, Mâide suresinde (5/6) ifade edildiği üzere; yüzü yıkamak,
kolları dirseklerle birlikte yıkamak, başı mesh etmek, ayakları topuklarla birlikte yıkamaktır.
Şafiîlere göre bu şartlara ilaveten, abdeste niyet etmek ve tertip (abdest organları yıkanırken
ayetteki sırayı gözetmek) de farzdır. Hanbeliler, tertibi ve organların ara verilmeden art arda
yıkanmasını (muvâlât); Malikiler ise, niyet ve abdest organlarının art arda yıkanması yanında, organların yıkanırken ovulmasını da abdestin farzlarından sayarlar.
Öte yandan abdestin ittifak edilen farzlarının detayıyla ilgili de mezhepler arasında bazı
farklılıklar vardır. Hanbelilere göre yüzü yıkamanın kapsamına ağza ve burna su vermek
dahildir. Aynı şekilde hem Malikilere, hem de Hanbelilerce tercih edilen görüşe göre başın
tamamını mesh etmek, başı mesh etme farzının kapsamındadır.
70
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
Besmele ve niyet unutulduğunda
gusül veya abdest sahih olur mu?
Abdeste ve gusle başlarken niyet etmek ve
besmele çekmek sünnettir. Bu bakımdan
niyet etmeden ve besmele çekmeden alınan
abdest ve gusül geçerlidir. Şu kadar var ki,
abdest ve gusülden önce besmele ve niyetin unutulması sünnet sevabından mahrum
olunmasına neden olur. Şafii mezhebine
göre ise abdest ve gusülde niyet farz, gusle
başlarken besmele çekmek ise sünnettir.
Abdest veya gusül alırken konuşmak abdeste veya gusle zarar verir
mi?
Abdest veya guslederken konuşmak abdeste
veya gusle zarar vermez. Ancak, bir ihtiyaç
olmadıkça konuşmamak adaptandır. Abdest
veya gusül almaya başlayan kişi, yaptığı
ibadete odaklanmalı, dünyevi meşguliyet,
duygu ve düşüncelerden mümkün olduğunca uzaklaşmalıdır. Bu itibarla, ihtiyaç
olmadıkça abdest veya boy abdesti alırken
konuşulmamalıdır. Bir zaruret veya ihtiyaç
hâlinde konuşmakta ise bir sakınca yoktur.
Alkolün temizlikte
caiz midir?
kullanılması
Alkollü içeceklerin içilmesi dinimizde kesin
olarak haram kılınmıştır (Mâide 5/90-91).
Bunlar necis oldukları için kullanılmaları da
caiz değildir. Dolayısıyla elbise ve beden
üzerine dökülmeleri halinde yıkanmaları
gerekir. Zira üzerine şarap, şampanya, rakı,
konyak ve benzeri alkollü bir içki dökülmüş
olanlar bunları yıkamadıkça namaz kılamazlar.
İçmek için değil de, temizlik amacıyla üretilmiş olan alkollü maddelerin içilmesi haram
olmakla birlikte (Buhârî, Edep, 80, Müslim, Eşribe,
73), temizlik maddesi olarak kullanılması
caizdir. Bu nedenle, namaz kılmadan önce
bu ürünlerin sürüldüğü yerlerin yıkanması
gerekmez.
Çorap üzerine mesh etmek caiz midir?
İslam âlimleri, abdest alırken ayağa giyilen
deri ve benzeri sert ve dayanıklı maddelerden yapılan mestler üzerine mesh etmenin,
Rasulüllah (s.a.s.)’ın sünnetiyle sabit olduğu (Buhârî, Vudu’ 35, 48; Müslim, Taharet 72, 73; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, IV, 245.) konusunda görüş
birliği içersindedirler. Ancak çoraplar üzerine mesh etme konusunda, görüş farklılıkları vardır. Bu ihtilaf, öncelikle Peygamber
Efendimiz (s.a.s.)’den, çorap ve ayakkabı üzerine mesh ettiğine dair gelen rivayetlerin sıhhatindeki görüş ayrılıklarından
kaynaklanmaktadır. Ayrıca Hz. Peygamber
(s.a.s.)’in üzerine mesh ettiği mestlerin
keyfiyeti konusunda farklı görüşler ileri
sürülmüştür. ö İmam Muhammed ve İmam
Ebu Yusuf, aşağıda belirtilen şartları taşıyan çoraplar üzerine mesh etmeyi caiz görmüşlerdir. Buna göre ayağa giyilen çorap
vb. bir şeyin üzerine mesh edilebilmesi için
bunların; ayağa giyilmiş olarak normal bir
yürüyüşle en az bir fersah (yaklaşık 5 km.)
veya daha fazla yürüyecek kadar dayanıklı
olması, giyildiğinde çorabın bağsız olarak ayakta durabilecek kadar sağlam ve
kalın olması, hemen suyu emerek ayağa su
geçirmemesi, çorapların kıl, pamuk, yün
vb. giyimde kullanılan ürünlerden imal
edilmiş olması ve içini gösterecek kadar
şeffaf olmayıp, kalın olması gerekir.
Ebu Hanife, önceleri kalın da olsa çorabın alt kısmının deri ile kaplı olmadıkça
üzerine mesh etmenin caiz olmayacağı
görüşünde iken, vefatına az bir zaman
kala bu görüşünden vaz geçerek, caiz
olduğu kanaatine varmıştır. Hastalığında
kalın çoraplar üzerine mesh ederek, ziyaretçilerine: “Vaktiyle başkalarına nehyettiğim şeyi, şimdi kendim yapmaktayım.”
demiştir.
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
71
İSLAMLA
YENiDEN DOĞANLAR
Bruce:
bir Müslüman diğerine
“kardeşim” diyorsa
bunun çok derin bir
anlamı olmalı...*
...
1989 yılında ihtida etti. İngiltereli.
1965 yılında İngiltere’nin Merseyside şehrinde
doğmuşum. Kendi hâlinde orta sınıf bir ailenin ortanca çocuğuydum. Babam Protestan,
annem Metodist’ti. Ailem, kardeşlerimle beni
pazar günleri dualar öğrendiğimiz bir okula
gönderirdi. On altı yaşıma kadar gittiğim devlet okulunda ise İncil’deki hikâyeler öğretilirdi. Doğrusu, dinî eğitim aldığım dönemlerde
bu alan çok da ilgimi çekmiyordu. Aile olarak
hiçbirimiz dine eğilimli değildik ve dine karşı
ulvi duygular taşımıyorduk. Annem ve babam
farklı mezheplerden olmalarına rağmen, ikisinin de inandıkları mezhepler arasındaki
farkı bildiklerini sanmıyorum. Bu yüzden dinî
duygular içinde ve dine yakın bir ortamda
yetiştiğimi söyleyemem.
On dört yaşımdayken kız kardeşimin de üyesi
olduğu bir Hristiyan Gençlik Kulübü’ne katıldım. Orada konuşulan şeyleri ilgi çekici buluyordum. Ama bir türlü aralarında bağlantı
kuramıyordum. Tartışma konularını dahi net
anlayamıyordum. Aynı dönemde İncil’deki
hikâyeleri de okumaya devam ediyordum.
Ama hayatımı yönlendirecek kadar değillerdi.
Yedinci sınıftayken “klasik medeniyetler”
72
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
isimli bir dersimiz vardı. Bu derste İslam’la
ilgili bazı şeyler öğrendik. Ders, Medine’deki
ilk Müslüman toplulukla ilgiliydi. Gerçekten
çok etkilendim. Hatta İslam dininin çok etkileyici olduğunu kardeşime söylediğimi bile
hatırlıyorum. Çok mantıklı görünüyordu ama
bu bir tarih dersiydi. Din derslerinde ise bir ya
da iki kez İslam adının geçtiğini hatırlıyorum.
Fakat İslam’a hep önyargılı yaklaşılıyordu.
Müslümanların Tanrı’sının affedici olmadığı
söyleniyordu.
1970’lerde İslam’ı benimseyen ünlü pop star
Cat Stevens (Yusuf İslâm), 1985 yılında ilgilenmeye başladığım bir sanat dalıyla ilgili
konuşma yapmak üzere davet edilmişti. Bu
konferansa ben de katılmıştım. Çünkü bu kişi
çok ünlüydü. Cat Stevens okulda kendisine
1+1= 2 olduğunu, ama Hristiyanlık’ta 1+1+1=3
değil, 1 olduğunu öğrettiklerini söyledi. Eğer
bu öğretilen, başka alanlarda bir anlam ifade
etmiyorsa neden dinden etsin ki? Dinde de
bir mantık olmalı. Cat Stevens mantıklı bir
adamdı. Olayları sadece olduğu gibi aktarmaktansa, nedenleriyle açıklamayı tercih ediyordu. Daha sonra benimle aynı dersi alan
birkaç Müslüman çiftle tanıştım. Hatta birkaç
arasında çok kuvvetay Müslüman
Müslüman olduğumu açıkladığımda,
bir
kızla
li bir bağ olduğunu
çevremdeki Müslüman arkadaşlarım
arkadaşlık
fark ettim. Eğer bir
elimi sıkıp beni kucakladılar ve
yaptım ve o
Müslüman diğer bir
sonra da beni yemeğe davet ettiler.
beni İslam’a
Müslüman’a “kardeMüslümanlar arasında çok kuvvetli
yöneltmeye
şim” diyorsa bunun
bir bağ olduğunu fark ettim.
çalıştı.
Bu
çok derin bir anlamı
Müslüman
olması gerektiğini
arkadaşlaanladım.
rım bana İslam ile ilgili kitaplar verdiler.
Günde beş vakit namaz kılmam gerektiğini
İngiltere’deki Birmingham Islamic Propagation
bildiğim halde bir iki vakit kılıyordum. Bu
Centre’dan Ahmed Deedat’ın yazdığı kitapçıkdine ait ibadetleri yerine getirmem gerekilardan bir tane aldım. Kitapçığın adı İncil Tanrı
yordu. Duygularımdaki ve hareketlerimdeki
kelamı mıdır? Şeklindeydi. Müslüman arkadeğişimlerin ardından değişen ilk şey düşündaşlarıma neye inandıklarını, İslam’ın bilimcelerim oldu. Birkaç hafta içinde de kendimi
le ilgisinin olup olmadığını, evrim teorisine
tamamıyla Müslüman olarak görmeye başlainanıp inanmadıklarını ve Hz. Muhammed’in
dım.
gerçekten peygamber olup olmadığını sordum. Sorduğum her şey için mantıklı cevaplar
aldım. Neredeyse her hafta bu merkeze sorular yazıp gönderdim. Yazdıklarımın hepsine
cevap alıyordum. Birkaç mektuptan sonra
İslam dini bana daha açık ve mantıklı gelmeye
başladı. Sonra bana bir Kur’an gönderdiler,
hemen ardından onlara Kur’an’ın Tanrı kelamı olduğuna inandığımı belirten bir cevap
gönderdim.
İnancımın ne olduğunu tam olarak anlayamıyordum ama gitgide İslam’a yaklaşıyordum.
Annem ve arkadaşlarım benim Müslüman
olup olmadığımı öğrenmek istiyorlardı. Çünkü
İslam’ı savunan biri olup çıkmıştım. İslam ile
ilgili ilk araştırmam 1988 yılının Eylül ayında başladı. İçki içmeyi ve domuz eti yemeyi
bıraktım. İslam’ın doğru yol olduğuna dair
düşüncelerim tam oturduğunda ise artık resmen kendimi Müslüman olarak ifade ediyordum. Bu; aniden, düşünülmeden verilen bir
karar değildi. Mantığımla verdiğim bir karardı.
29 Ekim 1989 tarihinde Regent’s Park Camii’ne
gittim. Orada din değiştirenlere yönelik
çalışmalarda bulunan bir gruba katıldım ve
kelime-i şehadet getirdim. O zaman yirmi
dört yaşımdaydım. Müslüman olduğumu açıkladığımda, çevremdeki Müslüman arkadaşlarım elimi sıkıp beni kucakladılar ve sonra
da beni yemeğe davet ettiler. Müslümanlar
Önceleri ailem çok şaşırdı ve üzüldü. Galiba,
İslam dinine gösterdiğim ilginin normal bir
derse gösterdiğim ilgiden farklı olmadığını
düşünüyorlardı. İlk önce, bunu anneme yüz
yüze söylemektense, mektup yazarak anlatmayı tercih ettim. Ama mektubuma cevap
yazmadı. Ben de telefon ettim. Konuşmamız
ne iyi geçti, ne de kötü. Kararıma saygı gösterdi. Ancak herhangi bir politik olaya ya
da gösteriye katılmamamı istedi. O sıralarda
arkadaşlarımla görüşmektense camilere gidiyordum. Arkadaşlarım bu duruma çok şaşırmışlardı. Sanırım onları biraz ihmal ettim; ama
sonra içki içmeye davet etmek yerine onlara
camiye gitmeyi teklif ettim. İşyerimdeki arkadaşlarım benim seçtiğim dinin geri kalmış bir
din olduğunu iddia ediyorlardı.
Şimdi bir Müslüman olarak doğru şeyler yapmaya çalışıyorum. Önceleri de kötü şeyler
yaptığımı sanmıyorum; ama artık daha iyisini yapmak için uğraşacağım. Okuduğum ve
anladığım şeyleri uygulamaya çalışıyorum.
Namaz kılmak ve bundan huzur duyduğumu
hissetmek hoşuma gidiyor. Bir namazı kaçırsam kendimi kötü hissediyorum. Çünkü İslam
hayatımdaki en önemli şey oldu.
* Neden Müslüman Oldum? (İhtida Öyküleri),
Haz. Aydoğan Arı, Yusuf Karabulut, Diyanet İşleri
Başkanlığı yay. Ankara 2011. s.112-117.
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
73
DAĞARCIK
Adem Güneş
Din görevlisinin çocuklarla
iletişiminde beden dilinin önemi
etkisi altına almasıdır. Böylece kişi eğer ruhunÇocuklar yetişkinlerin ne söylediğinden daha
da bir mutluluk hâli yaşıyor ise, bu dudaklarına
çok ne söylemek istediğine dikkat ederler. Bu
yansır, gözleri ışıl ışıl olur. Eğer ruhu daralmış
nedenle yetişkinlerle girdikleri diyaloglarda
ve içinde sıkıntılar var ise, bu da olduğu gibi,
bütün çocuklar (farkında olmadan) yetişkinlerin
bedenine yansır.
beden dillerini okumakta maharet sahibidirler.
Kişinin ruhu beden dili ile okunur. Bu açıdan
Yetişkinin bir bakışını, bir gülüşünü, bir sessiz
bakıldığında, beden dilinin sağlıklı işleyebilmeduruşunu çocuklar çok güzel anlamlandırırlar.
si için en temel şart kişinin kendisi ile barışık
Bundan dolayıdır ki, çocuklarla muhatap olan
olmasıdır. Beden dilini kullanırken dikkat ediyetişkinler kullandıkları beden diline oldukça
lecek hususlar:
önem vermelidirler. Belki niyetler iyi olsa da,
1. Abartılı ifadeler: Mademki beden dili insakullanılan beden dilinde bu iyi niyet yansımının duygularında yaşadıklarının karşılığının
yor olursa çocuklar sözel iletişimde sarf edilen
bedenine yansımasıdır, o halde, abartılardan
kelimelere değil, vücudun diline dikkat ederler.
kaçmalı, hissetmediğini hissetmiş gibi bedeKaş yapayım derken göz çıkartmak
nine yansıtmamalıdır. Eğer içimizden gülmek
Çocuklara dinî eğitim verecek olan yetişkinler,
gelmemişse gülmemeliyiz; ağlamak gelmiyorsa
iletişimde beden dilini kullanmayı çok iyi biliçimizden, asla ağlar gibi yapmamalıyız.
melidirler. Bazen iyi niyet ile söylenmiş olan
2. Göz ruha açılan kapıdır: Beden dilindeki
bir söz, beden diline yansıyamaz ise çocuk sözen önemli işlevi gözler görür. İnsanın sanki
lerinize değil, bedeninizin ifade ettiği anlama
gözlerinde ruhuna inen bir yol varmış gibidir.
yoğunlaşacaktır.
Gözlere bakınca ruhun derinlikleri görünecek
Özellikle gençler, yetişkinlere verdikleri değergibidir. İşte bu yüzdendir ki, içinde gizlilikleri onlarda göremezler ise, o kişiden uzakler barındıran kişiler iletişim
laşmaya çalışırlar. Bilhassa
kurdukları kişinin gözlerine
yetişkinlerin tavır ve harebakmaktan çekinirler. Bu
ketlerindeki tutarsızlıklar
Beden dili, insanın
nedenle, bir yetişkinin yapagençlerin dini değerler eğiruhunda yaşadığı
cağı en önemli şey, çocukla
timine zarar verir.
bütün
duyguların
iletişim içinde iken, gözünü
Beden dili nedir?
bedenine aksetmesi, hiç sakınmadan çocuğun gözAslında beden dili, insalerine sıcacık bakabilmesidir.
nın ruhunda yaşadığı
bedenini de etkisi
Böylece çocuk karşısındaki
bütün duyguların bedenialtına almasıdır.
yetişkinden “güven” hisseder.
ne aksetmesi, bedenini de
74
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
Bazen iyi niyet ile
söylenmiş olan bir
söz, beden diline
yansıyamaz ise
çocuk sözlerinize
değil, bedeninizin
ifade ettiği anlama
yoğunlaşacaktır.
3. Eşit mesafeden bakış: Çocuk ile kurulacak
iletişimde yetişkinin boyu uzun olduğu için
çocuğa tepeden bakıyormuş izlenimi uyandırabilir. Hiçbir insan da kendisine yukarıdan
bakan birinden hoşlanmaz. Bundan dolayıdır
ki, çocukla kurulacak iletişimde mutlaka çocuğun gözü seviyesine kadar eğilmek ve gerekirse
dizler üzerinde durularak çocukla aynı seviyede
konuşmak gerekir.
4. Baş şakaklardan okşanır: Yetişkinlerin en
bildik davranışı çocukların başını okşamaktır.
Böylece çocuğa değer verdiklerini düşünürler.
Evet, bu söz yeri geldiğince doğrudur. Ancak
eğer çocuğun başının neresi okşanacağı bilinmez ise, çocuk ile yetişkin arasında sürtüşme
olur. Hiçbir çocuk başının tam tepesinin okşanmasından hoşlanmaz. Zira tepeden okşamak
çocuk için küçüklük ifadesidir. Çocuklar en çok
şakaklarından okşanmasını isterler.
5. Ses yumuşak olmalı: Birçok yetişkin çocuğu kontrol altına alabilmek ve ona söz geçirebilmek için sert bir ses tonu ile konuşmayı marifet
zanneder. Hâlbuki sert bir ses tonu çocuğun
duygu dünyasının kapanmasına ve öğrenmenin
aksamasına neden olur. Bunun yerine, çocukla
konuşurken, yumuşak bir ses tonu kullanmak
gerekir.
6. Kelimeler sayılı çıkmalı: Çocuklar çok
konuşan değil, anlaşılır konuşan yetişkinleri
dinlemeyi tercih ederler. Bu nedenle anlatılan
şeylerin çok olması marifet değil, çocuğun anlayabiliyor olmasıdır önemli olan.
7. Çocuk, avuç içleri açılmış yetişkini
sever: Çocuklara elini uzatan yetişkin, avuçları
açık ve yukarı gelecek şekilde çocuğa uzatmalıdır. Elin üstü yukarı gelecek şekilde çocuğa
uzanmak çocuğa saldırmak gibidir. Emniyet
hissi sunmak ise, avuçlar yukarı gelecek şekilde
ve sakince çocuğa uzanmalıdır. Elindeki bir şey
istenmelidir.
8. Gözler canlı olmalı: Gözlerin bir özelliği
vardır ki, kişinin ruh dünyası sıcacık ve sevecen
ise gözler ekstra ışıldar. Eğer kişi bir bıkkınlık
ve bezmişlik içinde ise gözler solgundur ve
ölü ölüdür. Bu yüzdendir ki, çocuklarla iletişim
kuran yetişkinin öncelikle kendi gözlerinin içi
gülüyor olması gerek ki, çocuk böylesi bir yetişkinden mutluluk kopyalasın.
9. Hareketler yavaş ve sükûnet içinde olmalı: Çocuklarla iletişim kuracak yetişkinin en dikkat edeceği şey, tavır ve davranışlarında yavaşlıktır. Sükûnet ve sekinedir. Çocuklar hızlı hızlı
hareket eden, aceleci işler yapan, kendisini acele
ettiren yetişkinlerden hoşlanmazlar. Çocuk fırsat
yakalamak ister, yetişkinin aceleci tavrı nedeni
ile bu fırsatları kullanmak istemeyebilir.
10. Beden dik durmalı: İnsanlar karşıdaki
insanın bedeninin tükenmişliğini algıladığında
o kişinin duygularının da tükenmiş olduğu
hissine kapılırlar. Bu nedenledir ki, vücut sanki
yorgunluk ve bir tükenmişlik hissi uyandıracak
derecede çökmüş ve kendinden geçmiş gibi
durmamalı, enerji dolu bir diklik içinde çocukla
iletişime geçmelidir.
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
75
KÜRSÜDEN
Konu:
Peygamber sevgisi
Yunus Akkaya
Basılı Yayınlar Daire
Başkan Vekili
I. Plan
a) Peygamber sevgisinin anlamı ve önemi
b) Kur’an-Kerim’de ve hadislerde peygamber sevgisi
c) Hz. Peygamber’i sevmenin belirtileri
II. İşlenişi
Konuya peygamber sevgisinin anlam ve önemine değinilerek
başlanır. Hz. Peygamber’i sevmenin imanla ilgili boyutu üzerinde
durulur. Peygamber sevgisi konusu ayet ve hadislerden yararlanılarak genişçe izah edilir. Bu bağlamda peygamberimizin âlemlere
rahmet olarak gönderilmesi, üstün insani niteliklere sahip olması,
güzel ahlakı ve ümmetine olan düşkünlüğü anlatılır.
Daha sonra peygamber sevgisinin ancak; onun davetine icabet
etmek, sünnetini yerine getirmek, sevdiklerini sevmek, sevmediklerini sevmemek ve ahlakını örnek almak suretiyle mümkün
olacağı vurgulanır. Son bölümde kültürümüzde ve edebiyatımızda
peygamber sevgisi konusu üzerinde durulur ve genel bir değerlendirme yapılarak vaaza son verilir.
III. Özet sunum
Hz. Peygamber’e inanmak ve onu sevmek imanın temel
şartlarından birisidir. Kur’an’ın ifadesine göre en
üstün ahlak sahibidir. Etrafına ışık saçan bir kandildir. Kendisine tabi olanları daima en doğruya götürür. Bütün insanlar için rahmet
olarak gönderilmiştir. Allah’a ve ahiret
gününe inananlar için en mükemmel
bir örnektir.
Hz. Peygamber’in hayatı incelendiğinde; o, Allah’a gönülden bağlan-
manın, onun emirlerini aşkla yaşamanın, insanların ızdırabına ortak
olmanın, onlara sırf Allah rızası
için yardım etmeyi bir vicdan zevki
hâline getirmenin, yine onlara sırf
insan oldukları için sevgi ve saygı
duymanın, intikama muktedir iken
affetmenin en güzel örnekleri
görülecektir.
Gerçek bir mümin kendisine örnek
edineceği bu ideal insanı Yüce
Allah’tan sonra kendi canından,
malından, her şeyden ve herkesten
daha çok sever ve onu kendisine
rehber edinir.
IV. Konu ile ilgili bazı ayetler
De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız
bana uyun ki, Allah da sizi sevsin
ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü
Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. (Al-i İmran, 3/31.)
“And olsun size kendinizden öyle
bir peygamber gelmiştir ki, sizin
sıkıntıya uğramanız ona çok ağır
gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” (Tevbe, 9/128.)
“Peygamber, müminlere kendi
canlarından daha yakındır…”
(Ahzab, 33/6)
“Şüphesiz Allah ve melekleri peygambere salat ediyorlar. Ey iman
edenler! Siz de ona salat edin,
selam edin. Şüphesiz Allah ve
Rasulünü incitenlere, Allah dünya
ve ahirette lanet etmiş ve onlara
aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır.”
(Ahzab, 33/ 56, 57.)
Konu ile ilgili ayrıca şu ayetlere de
bakılabilir: Al-i İmran, 3/128,164;
Nisa, 4/69; Tevbe, 9/24,129;
Nahl, 16/64; Kaf, 50/45; Kehf,
18/6; Nur,24/62-63; Şuara,26/3,
215; Haşr, 59/7; Kalem 68/4;
Müddessir,73/1, 4.
V. Konu ile ilgili bazı hadisler
Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz beni annesinden-babasından, çoluk-çocuğunuzdan ve bütün insanlardan
daha çok sevmedikçe iman etmiş
olamaz.” (Buhari, Sahih, İman, 2/89.)
“Hz. Ömer: “Ey Allah'ın Rasulü!
Ben sizi canımdan başka her
şeyden daha çok severim" dedi.
Peygamberimiz:
Ey Ömer! Canımı kudret elinde
tutan Allah'a yemin ederim ki, beni
canından daha çok sevmedikçe
olgun mümin olamazsın, buyurdu.
Peygamberimizi dikkatle dinleyen
Hz. Ömer:
Ey Allah'ın Rasulü! Vallahi ben
şimdi sizi canımdan daha çok seviyorum, deyince Peygamberimiz:
İşte Ya Ömer, şimdi olgun mümin
oldun buyurdular.” (Aynî, Umdetü'lKârî,1/144.)
Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Üç özellik vardır; bunlar kimde
bulunursa o, imanın tadını alır:
Allah ve Rasulünü, (bu ikisinden
başka) herkesten fazla sevmek.
Sevdiğini Allah için sevmek. Allah
kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve
tehlikeli görmek. ” (Buhari, Sahih, İman,
2/9.)
Bir bedevi Rasulüllah (s.a.s.)’a:
Kıyamet ne zaman kopacak? Diye
sordu. Efendimiz: “Kıyamet için
ne hazırladın?” buyurdu. Allah ve
Rasulünün sevgisini, dedi. Bunun
üzerine Hz. Peygamber: “O halde
sen, sevdiğin ile berabersin.”
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
77
buyurdu. (Müslim, Sahih, Birr ve Sıla, 45/50.)
VI. Konu ile ilgili bazı hikmetli
sözler
Muhammed'in barbar, kan dökücü insanların vahşi geleneklerini,
sayısız ilerlemelere dönüştürmesinden başka bir şöhrete ihtiyacı yok. O'nun hikmetli dini, dünyayı hâkimiyeti altına alacaktır.
Muhammed (s.a.s.) hürmet ve saygıya layıktır. (Tolstoy)
Muhammed, büyük bir insandı;
erdem ve mükemmellik örneği ile
büyük insanlar yetiştirdi. Hikmetli
bir kanun yapıcı, adil bir yönetici, münzevi bir peygamberdi.
Dünyanın o ana kadar benzerini
görmediği bir devrimi gerçekleştirdi. (Voltaire)
Hiç kimse Hz. Muhammed’in prensiplerinden daha ileri adım atamaz.
Avrupa’ya nasip olan bütün başarılara rağmen bizim konulmuş olan
bütün kanunlarımız, İslam kültürüne nispetle eksiktir. Biz Avrupa
milletleri medeni imkânlarımıza
rağmen, Hz. Muhammed’in son
basamağına varmış olduğu merdivenin daha ilk basamağındayız. Şüphe yok ki, hiç kimse bu
yarışmada onu geçemeyecektir.
(Goethe)
VII. Verilebilecek mesajlar
Günah bataklığındaki Mekke toplumunda dahi tertemiz bir gençlik
dönemi geçirmiştir.
Kendisine iman etmeyen müşrikler
tarafından bile el-Emin olarak nitelendirilmiştir.
Âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Ümmetine çok düşkündür
ve müminlerin sıkıntıya düşmesi
ona çok ağır gelir.
78
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
Müşriklerin her türlü hakaret ve
işkencelerine rağmen peygamber
nezaketinin en güzel örneklerini
sergilemiştir.
Cennetle müjdelenmesine rağmen
ibadetlerine bağlı kalarak ibadetlerin bizler için Allah’ın bir lütfu
olduğunu göstermiştir.
İnsanlık için en güzel örnektir ve
onun ahlakı Allah Teala tarafından
“Muhakkak ki sen, en yüce ahlak
üzeresin.” şeklinde takdir edilmiştir.
Allah
sevgisi
Peygamber
Efendimiz’e tabi olmaktan geçer.
Hz. Peygamber’in davetine icabet,
sünnetini yerine getirmek ve ahlakını örnek almak ona olan sevginin bir tezahürüdür.
VIII. Yararlanılabilecek diğer
bazı kaynaklar
• İslam Peygamberi, Muhammed
Hamidullah, trc. Salih Tuğ, M. Said
Mutlu, İstanbul, İrfan Yayınevi,
2002
• Hz. Muhammed’in Hayatı, Martin
Lings, İnsan yayınları.
• Hayatü's-sahabe: Peygamberimiz
ve ilk Müslümanlar, Muhammed
Yusuf Kandehlevi; trc. Sıtkı Gülle,
İstanbul, Divan Yayınları, 1990.
• Hazret-i Peygamber’in Hayatı:
Siyer-i Nebi/Osman Keskioğlu,
Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı,
1974.
• Riyazü’s-Salihin, Nevevi, tercüme ve şerh eden M. Yaşar
Kandemir, İsmail L. Çakan, Raşit
Küçük, İstanbul, Erkam Yayınları,
2001.
Vural Kaya
FAHRIÂLEM ROMANI
Fahrıâlem eseri Zeynel Abidin Rahnuma’nın kaleme
E fendimiz
aldığı alanında farklı ve etraflı bir çalışma hüviyetindedir.
ROMAN TARZINDA İLK SİYER ESERİ
Eser hacim ve muhteva bakımından tatminkâr olmakla birlikte İslam dünyası açısından düşünüldüğünde geç kalınmış,
gecikmiş bir eserdir de. Çünkü şimdiye dek kültür ve medeniyetimiz tarihî bağlamla birlikte düşünülerek ele alındığında
uzun yıllardır Efendimizin hayatını çeşitli bakımlardan ele
alan düşünür ve alimlerimiz Rahnuma’nın mezkûr eserine
gelinceye kadar farklı bir tarz denememiştir. Rahnuma’nın
eserinin en belirgin özelliği kaynakları edebiyatla alakalandırarak yeni zamanlarda karşımıza çıkan roman tarzında denemeye çalışmasıdır. Efendimiz Fahrıâlem, mütekâmilen bir
roman mıdır, ayrıca düşünülüp tartışılabilir. Müslümanların
edebî geleneği içerisinde roman pek yeni bir alandır fakat
kadim geleneğimizde romanın işlevini üstlenen Bir “mesnevi” geleneğimiz bulunmaktadır. Zeynel Abidin Rahnuna
âdeta geleneksel “mesnevi” geleneğimizle yeni zamanların
türü olan “roman”ı mezcederek ve kaynaklarına da hassasiyet göstererek Efendimiz Fahrıâlem’i ortaya koymuştur.
Eser Diyanet Vakfı Yayınlarınca tercüme ettirilip hayat bulmuştur. Tercümesi Doç. Dr. Hayati Aydın ve Cemil Sönmez
tarafından gerçekleştirilmiş olup, eserin Türkçe halinin bir
diğer özelliği de tercüme başarısı olmuştur. En Güzel Farsça
Türkçe Çeviri Ödülü etkinliğine mütercimleri katılmış ve
orijinal adı “Peygamber” olan Rahnuma’nın bu eserinin tercümesi dolayısıyla ikincilik ödülü kazanmışlardır.
“ARTIK YOL
KESİCİLERDEN EMİN
OLUN, EY GÖNÜL VE
BİLGE KAFİLELERİ!
ÇÜNKÜ KILAVUZ
YETİŞMİŞTİR.”
HAFIZ
Efendimizin çocukluk ve gençlik yıllarına dair derinlikli araştırma, bilgi ve materyal seviyesi oldukça dikkat çekidir. Bu
dönemleri romanlaştırmanın zor ve çekinceli yanları olduğu
halde Rahnuma, buna âdeta korkusuz yaklaşarak şecaat göstermiştir. Belirli kişiler üzerinden karakter oluşturarak belli
bir roman dili oluşturmak da aynı derecede zordur. Bu da
oldukça başarılı bir dereceyle okura sunulmuş olup eserdeki
salt didaktik ifadelerin, kuru anlatımın da önüne geçilmiştir.
SAYI: 256
• NİSAN 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
79
Eserde, Efendimizin sözlerinin büyük bir şiirsel
akıcılık ve ustalıkla işlendiğini görmek mümkündür.
Bu da yazarın kabiliyet
ve maharetiyle alakalıdır.
Böylesi melekeleri yüksek bir edibin kaleminden
Efendimizi okumak ayrı
bir haz vermektedir. Eserin
bir başka dikkat çekici
özelliği ise 1935 yılında
Rıza Tevfik’in Lübnan’da
bu esere bir mukaddime
yazmış olmasıdır.
İSLAM DÜNYASI AÇISINDAN
DÜŞÜNÜLDÜĞÜNDE GEÇ
KALINMIŞ, GECİKMİŞ
BİR ESERDİR DE. ÇÜNKÜ
ŞİMDİYE DEK KÜLTÜR VE
MEDENİYETİMİZ TARİHİ
BAĞLAMLA BİRLİKTE
DÜŞÜNÜLEREK ELE
ALINDIĞINDA UZUN
YILLARDIR EFENDİMİZİN
HAYATINI ÇEŞİTLİ
BAKIMLARDAN ELE ALAN
DÜŞÜNÜR VE ALİMLERİMİZ
RAHNUMA’NIN MEZKUR
ESERİNE GELİNCEYE
KADAR FARKLI BİR TARZ
DENEMEMİŞTİR.
DİLDE SADELİK, İFADE VE ANLATIM
ZENGİNLİĞİ VE OKURU KUŞATMASI
“Küçük bir gemi, gecenin karanlığında,
büyük bir denizin coşkun dalgaları arasında
yelken açmıştı. Gecenin karanlığı, Arabistan
Yarımadası insanının cehaleti; coşan dalgalar ise Kureyş ileri gelenlerinin dizginlenemeyen heva ve hevesiydi. Büyük deniz, vahşi
Araplardı. Küçük gemi ise, tevhit sözünün
etrafında toplanmış bir avuç insandı.
Müslümanların sayısı beş yüzü geçmiyordu;
ancak gönüllerinde İslam’ın aşkı, fikirlerinde
ise ilahî bir nur taşıyordu. Bu mümin grup, bu
karanlık insan denizinde, özel bir nur ile parlayan, günden güne güzelleşen ve renk renk ışık
saçan bir erdemli şehir oluşturdular.” [s. 553]
Eserin müellifi bu eserin sadece bir roman
olmadığını ve kaynaklara, rivayetlere hassasiyetle yaklaştığını ifade etse de eserin roman
olarak anılması ya da roman olarak telakki
edilmesi de ayrıca önemlidir. Zira romanda
Müslüman edebiyatının terakki göstermesi
elzemdir. Bu boşluğu doldurabilecek mühim
ediplerin alanlar arası münakaşalardan çok
eserlerdeki değerleri ve okurla buluşmasını
80
DİYANET AYLIK DERGİ
NİSAN 2012
• SAYI: 256
mühim mevzu saymaları
gerekmektedir.
Müellifin rivayetleri ve
hadis-i şerifleri roman
metni içerisinde işlenmesi
ve edebiyatla sahih kaynakları meczetme mahareti ayrıca dikkate şayandır.
Bunda başarı gösterebilmek fevkalade güç iştir ve
ehliyet gerektirir.
“Kılıçlarını kınından çekip
yukarı tutan Hişam ve arkadaşları, “gidelim…gidelim…” diye bağırdılar. Ebu
Cehil’in “Siz bunu yapamazsınız, bütün kabilelerin altına imza attıkları bir anlaşma metnini
yırtamazsınız” diye yükselen sesi, Hişam ve
Zübeyri haklı bulan ve onları destekleyen topluluk tarafından bastırıldı.
Hişam ve Zübeyr, arkalarında yavaş yavaş
çoğalan halkla birlikte Kâbe avlusuna girdiler.
En uzun boylu bir kimsenin bile yetişemeyeceği bir yükseklikte asılı antlaşma metnini
birbirlerine işaret ettiler. Bu arada iki kişi ellerini birbirine geçirerek yapay bir merdiven
oluşturdular. Hişam, ayaklarıyla bu iki kişinin
yukarıda tuttukları avucuna basarak antlaşma
metnini duvardan indirdi. İnsanlar aşağı indirilen antlaşma metninin etrafını sardılar.”
Rahnuma’nın edebî anlatımı, dildeki akıcılığı,
tasvir gücü, içli anlatımı görüldüğü üzere bir
araya gelerek eserin yüksek düzeyde değerli
ve kaliteli bir çalışma olduğunu göstermektedir. Hz. Peygambere dair okuma alanlarının
giderek genişlemesi ve çeşitliliğin de artması
ayrıca mutluluk vericidir. Edebî değeri yüksek
başka eserlerin de vücuda getirilmesine öncülük edecek eserin daha büyük okur kitlelerine
ulaşması temennimizdir.
Download