HÜSEYİN PERVİZ PUR Yeminli Mali Müşavir EKONOMİK KRİZ, KEYNES VE IMF (III) IMF’nin Borç Verme Koşulları IMF‟den borç alabilmenin birinci unsuru koşulların ülkelerce yerine getirilmesidir. Bu koşullar borç alan ülkelerin ekonomik ve hatta sosyal durumuna göre değişmektedir. IMF, Dünya Bankası gibi kredi verme kurumu değildir. Kredi verme işlevi o devletin IMF‟nin öne sürdüğü koşulların yerine getirilmesi ile gerçekleşebilmektedir. Kredi talep edildiğinde doğrudan doğruya bir nakit akımının oluşması olayı IMF ile çalışma koşullarında yoktur. Dünya Bankasından en önemli farkı budur. IMF kredi talep eden ülkelere borç vermeden önce uzun bir inceleme devresi geçer. Bu dönem sonunda yapılması ön koşul olarak tanımlanan bazı taleplerde bulunur. Bu koşullar ülkelerin iç işleri ile ekonomik ve sosyal reformların yapılması dahil çok çeşitlidir. Hatta o kadar şaşırtıcı olanları kullanılmıştır ki, bunun nasıl yorumlanabileceğine karar veremediğimiz durumlar yaratabilmektedir. Günümüz hükümetlerinin ve üretim sektörünün 2008 ekonomik krizi dolayısıyla IMF‟ye temkinli yaklaşımlarının nedenleri çoktur. Örneğin; “Memurlar ve kamu yöneticileri için ahlaki görev ve uygulama esaslarının oluşturulmasına ilişkin yasal düzenleme” yapısal kriteri olan bu koşul 2002 yılından itibaren tüm niyet mektuplarında yer almaktadır. Sonunda yasal düzenleme Türkiye Büyük Millet Meclisi‟nde Haziran/2004 tarihinde yerine getirilmiştir. O kadar açık ve net bir tanımki, 2002 yılında devleti temsil edenlerin bu koşulu kabul ederek niyet mektubuna koymaları kabul edilebilir bir davranış değildir. IMF tarafından öne sürülen koşullar, IMF tarafından hazırlanan programlarının düzenlenmesine bağlı idi. Bu programlar borç isteyen ülkelerin kamu maliyesi, para ve ödemeler dengesine uygun “finansal programlama” ile parasal artış ve kamu açıklarına bağlı “performans kriterleri” ile tespit ediliyor ve bu kriterler kullanılarak ülkede uygulanan ekonomik programlar izleniyordu. Borcun bütünü dilimlere ayrılıyor, yazılı olarak belge vererek (niyet mektubu) kabul edilen performans kriterlerinin izlenme sonuç raporuna göre borç 2 dilimlerinde serbest kullanım hakkı IMF tarafından tanınıyordu. Böylece ülke IMF‟nin tam bir denetimine girmiş oluyordu. Bu denetim kapsamının boyutu, ekonomik ve sosyal yapısındaki borç ödemeye uygun olmayan noktaların tespit edilerek IMF tarafından düzeltme kriterlerinin programlanması ve o ülkenin bu program direktiflerini yazılı olarak yapmayı kabul etmesi ile yoğunlaşıyor veya normal düzeyde kalıyordu. “Stand-by düzenlemesi” terimi en çok kullanılan bir tümcedir. Bu sözcük dizisinin İngilizce anlamı; ülke kaynaklarının gerektiğinde kullanıma uygun olduğunun belgelendirilmesidir. “Stand-by” kaynaklarının mevcut olduğunun belgesinin verilmesi için IMF ağır koşullar öne sürmektedir. Bir ülkenin “borcunu ödeyebilir durumdadır” diyebilmenin ağır sorumluluğunu yüklendiğinde gerçekten o ülkenin tüm ekonomik kurumlarının politikasına el atmakta, bu politikaları yönlendirebilecek kurum yetersizliği tespitinde yeniden yapılandırma projeleri devreye girmekte, kurumların yetkileri yetersiz kaldığında bunun yerine getirilmesi için gerekli hukuksal desteklerin sağlanması talep edilmekte veya bazı yetkilerin kurumlar arasında değişiminin yapılmasını veya eksik kurumların oluşumunun yerine getirilmesi önerilmektedir. Dar bir çerçeve olarak çizdiğimiz bu tablodaki değişimler yeni kanunların çıkarılmasını, yürürlüktekilerde saptanan değişikliklerin yapılmasını veya amacından uzaklaştırılmış olanların yeni baştan yazılmasına kadar varan bir erkin fon tarafından kullanılmasını gerektirmektedir. IMF ile ilgili olarak; devamlı tenkit ettiğimiz Türkiye tarım politikasına müdahaleleri idi. Devletin çiftçiye verdiği desteklerin kaldırılması tarım ve hayvancılık üretimini sekteye uğratmış, bu yanlış politika iç göçü hızlandırmıştı. Çiftçiye tarım alanı kadar “Doğrudan gelir Desteği” verilirken, üretim hiçbir şekilde şart koşulmadığından tarım ve hayvancılığımızı yok edilmiştir. Nüfusumuzun % 35‟inin geçimi tarım sektörüdür. Milli gelirin bölgesel dağılımında uçurumlar meydana gelmiştir. Doğu ve güneydoğunun ekonomik ve sosyal sorunlarının acil ancak planlı çözümünün ülkemizin geleceğine sağlayacağı katkısı tartışılamaz. Ekonomimizin gelişme hızının düşmemesi, artması için ulusal sermayenin oluşmasına gereksinimi olacaktır. Yatırımcı olmayan yabancı sermaye kalıcı olamaz. Ülkedeki güven ortamı yabancı sermayeye kalıcılığı sağlayan en önemli öğedir. IMF ve Dünya Bankası ve AB elele vererek tarımda ve üretimde tüm 3 subvansiyonların kaldırılmasını ön koşul olarak dikte ettiler ve tüm teşvik ve yatırım indirimi istisnaları kalktı. Ayrıca, Avrupa Birliği‟nin “Gümrük Birliği” anlaşması ile gümrük vergisinin sanayi mamülü ile tüm Türkiye‟de üretilenler serbestçe yurda ithal edilerek sanayi yok edildi. Yabancı sermaye genellikle önceleri finans sektöründe yerlerini alırlar. Haklı olarak; ülkenin iç, dış ve ekonomik politikalarına güvenleri geldikce üretici sektörlere kayacaklardır. Türkiye onlar için daha çok ürettiklerini tüketecek sosyal yapıya sahiptir. 70 milyonluk nüfusun 50 milyonu tam tüketici genç bir sosyal yapıdan oluşuyor. Bu sosyal yapının milli gelirden alacağı pay arttıkça hızlı bir trend ile gayri safi milli hasılanın artışı ivme kazanacaktır. Bu hız ulusal sermayenin daha dengeli dağılımını oluşturarak ülkenin genel boyutundaki bölgeler arazi yaşam seviyesinin dengesizliğini azaltacaktır. Tarım sektörü sermayenin büyük bölümünün araziye bağlanmasını gerektirdiğinden yabancı sermayenin en son yatırım yapacağı sektör tarım sektörüdür. Sanayi yatırımlarının durdurulması yetmiyormuş gibi karşımıza Avrupa Birliği‟nin tarım politikası çıktı. Müzakere sürecinde en sıkıntısını çekeceğimiz konu “Türkiye Tarım Politikası” olacaktır. Avrupa Birliği tarıma kapalı verimsiz alanların kazanılması için 4,5 milyar euro yatırımın gerekli olduğunu, diğer Avrupa Birliği ülkelerinin tarımı ile aynı seviyeye gelebilmemizin faturasının 7 milyar euro olduğunu Türkiye Tarım raporunda yazdılar. Bizim bu toplulukta yer almamızda AB „liğinin bize 11,5 milyar euro kredi vermeleri gerekeceğini, bu maddi katkının şu anda ellerinde olamadığını açık ve net söylediler. Toprağa bağlanan sermaye yatırımın devamlılığı ile ilgili karar alınmasında engelleyici ögeler taşır. Bundan dolayı bu sektörde özellikle “Bölgesel ulusal” sermaye yatırım yapacaktır. “Bölgesel ulusal sermayeler” yatırımlarını yaptıklarında özellikle organik tarım ürünleri ihracat pazarında yerini alacak, hayvancılıkta büyük boşluk bölgesel ulusal sermayenin en verimli yatırım alanı olacak, daha sonra tüm ürünleri değerlendiren sanayi sektörü gelişecek. “Bölgesel ulusal Sermayeler” olarak tarım ile uğraşanların toprak mülkiyetini devretmeden ortaklık kurarak işletme kurmaları da önerdiğimiz bir diğer modeldir. Dünya bor maden rezervinin % 72‟si Türkiye‟dedir. Bu maden; cep telefonu, seyyar telsiz, dizüstü bilgisayar gibi modern teknoloji, enerji kaynağı olarak, sağlık sektöründe; kanser, prostat, kemik erimeleri, mantar hastalıklarının 4 tedavisinde, çok sert ve ikibin derecenin üstünde eriyen toz olduğundan silah sanayinde, sulandırıldığında petrolün yerine yakıt olarak, kullanılmaktadır. Ülkemizdeki rezervin parasal değeri saptanamamaktadır. Bunun nedeni; teknoloji geliştikçe değeri artmaktadır. Bu değerli madenin en büyük alıcısı ABD‟dir. Maden dış ülkelerde doğadan çıkarıldığı gibi işlenmemiş halde çok ucuza taş, toprak fiatına satılmaktadır. Önce hazır mamül var ise mamul olarak yok ise işlenmemiş olarak yüksek bir fiatla satılmalı veya hiç satılmamalıdır. Bugüne değin Türkiye bor madenlerinin işlenmemiş olarak satılmasından çok zararlı etmiştir. Ancak bu ibrenin bize dönmesinin süreci gelmiştir. Nitekim, mamul olarak işlenerek satılma başladığında “bor mineralleri”nin insan sağlığına zarar maddeler olarak kabul edilerek satışı engellenmek istenmiştir. Bu engellemenin zamanlamasına dikkat ederseniz, Türkiye madeni işlemeye başlayıp, pahalı satmaya başlayarak yüksek gelir elde ettiğinde ortaya çıkmıştır. Ne yaparlarsa yapsınlar artık toprak altında tohum patlamış, filizler hudutlarımızı aşmaya başlamıştır. Genç yatırımcıların hızını hiç kimse kesemez. Ekonomik savaşa girdiler, artık onları ne biz ne Avrupa nede dünya ülkelerinin durdurması olanaksızdır. Ataları Orta-Asya‟dan binlerce kilometre yolu at sırtında büyük bir cesaretle nasıl Avrupa‟ya gelmeyi başardı ise onlarda tüm dünyaya genç Türk müteşebbisleri devamı olarak dağılacaklardır. Vede dağılmışlardır. Örneğin sadece balkan ülkelerinde yapılan sanayi yatırımlarının toplamı 2 milyar doları aşmıştır. Keynes teorisinin genel açılımında ekonomik krizle mücadelede devletin harcama yaparak özel sektörü canlandırırken, diğer taraftan mali politikalarla vergi uygulamaları önermektedir. Günümüz hükümeti bu uygulamaya geç kalmadan başlamıştır. Keynes‟in Neo-liberalizm doktrini ekonomilerin ulusallıktan çıkarak küreselleşmeye değişimini önermektedir. IMF ve Dünya Bankası bunun ilk adımı olarak yer almaktadır. Son yapılan G-8 toplantısında ülke sayısının G-20 olması ve ülkemizinde bu gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında yer alması Türkiye‟nin ekonomik geleceğinin aydınlık olduğunun göstergesidir. 5 Mali politika olarak vergi indirimleri veya vergi teşvikleri kullanılmaktadır. 13.11.2008 tarih ve 5811 sayılı kanunun gerekçesinde anlamlı bir yorum yer almaktadır. “Ülkemizde uzun yıllar boyunca kalıcı güven ve istikrarın sağlanamamış olması nedeniyle milli servet unsurlarından bir kısmı yurt dışına çıkarılmış olup, varlıkların yurt dışına çıkarılmasında, kambiyo mevzuatında yer alan hükümler, Türkiye‟de mevcut olan ağır vergi yükü yurt dışında uygulanan teşvikler ve sağlanan imkanlar da etkin olmuştur. 2001 yılında yaşanan derin ekonomik krize rağmen, makroekonomik programların kararlı bir şekilde uygulanması sonucu, ekonomi sürekli bir büyüme ortamına kavuşturulmuş, enflasyon düşürülmüş, kamu açıkları kontrol altına alınarak kamu borçlarının sürdürülebilirliği sağlanmış ve ekonomide karar alıcılar için hayati önem taşıyan kalıcı güven ve istikrar ortamı tesis edilmiştir. Varlıkların Türkiye dışına çıkarılmasına yol açan etkenlerden siyasi ve ekonomik istikrarsızlık faktörleri giderilmiştir.” Türkiye 2008 krizini çok üstünde durarak mücadele ettiğimiz “kayıt dışı” ekonomisini ürkütmeden kullanabilir veya daha açık tanımla kayıt içine alabilirse atlatacaktır. Bundan dolayı 5811 sayılı kanunun birçok işverenin önerdiği gibi beyan usulünün olmaması ve vergi alınmasının yer almaması ülkemiz ekonomisine büyük katkı sağlardı.