HEDEFLER İÇİNDEKİLER SOSYOLOJİNİN TANIMI VE TARİHÇESİ • Sosyoloji Nedir? • Sosyolojinin Temel Kavramları • Sosyolojinin Tarihçesi • Sosyolojinin Öncüleri • Sosyolojinin Kurucuları • Başlıca Sosyoloji Dalları • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Sosyolojinin ne olduğunu öğrenecek, • Sosyolojinin temel kavramlarını öğrenecek, • Sosyolojinin öncülerinin kimler olduğunu öğrenecek, • Sosyolojinin kurucularını ve onların temel görüşlerini öğrenecek, • Sosyolojinin alt dallarının neler olduğunu öğreneceksiniz. SOSYOLOJİ ÜNİTE 1 Sosyolojinin Tanımı ve Tarihçesi GİRİŞ İnsan denen varlık, doğal ve toplumsal olmak üzere iki temel gerçeklik içerisinde bulunmaktadır. İnsanı bu gerçekliklerden soyutlayarak ele alma imkânı yoktur. Hayatını düzenli bir şekilde sürdürebilmesi için insanın, doğal ve toplumsal çevresini tanıması, onların yasalarını ve kurallarını bilmesi gerekir. İnsanın yaşadığı doğal çevrede bir takım doğal nesneler ve durumlar vardır ki onlar insana etki eder, insanın ne şekilde hareket etmesi gerektiği konusunda ona baskı yaparlar. İnsanın doğal çevresini inceleyen bilimler, doğa bilimleridir. Benzer bir şekilde insan, içerisinde bulunduğu toplumun kurum, kural ve değerlerinin de etkisi altındadır. Doğal çevreden farklı olan ve kendine özgü birtakım kuralları bulunan bu gerçeklik, insanın toplumsal çevresi ya da toplumsal yaşam alanı olarak adlandırılmaktadır. İnsanın içerisinde yer aldığı bu ikinci gerçeklik alanını yani toplumsal çevresini inceleyecek olan bilim sosyolojidir. Sosyoloji kavramının etimolojik kökenlerine baktığımızda socius ve logos kelimelerinden türetildiğini görülür. Sosyolojinin bir bilim olarak kurumsallaşma sürecini Fransız İhtilali sonrasında eski rejimin ve ona denk düşen toplumsal birliktelik ve cemaat yaşamına ait toplumsallıkların zayıflamasına karşı modern topluma özgü toplumsallık arayışının oluşturduğu söylenebilir. Sosyolojinin 19.yüzyılın ikinci yarısında bir bilim olarak kuruluşu ile ilgili çeşitli yorumlarda, Klasik Sosyolojinin özellikle de Fransız Sosyolojisinin aydınlanma düşüncesi ile bu düşünce karşıtı yaklaşımların bir bileşkesi olduğu vurgulanmaktadır. Hatta Zeitlin, sosyolojinin kuruluşunu Aydınlanmanın toplumsal etkilerine karşı bir tepki olarak değerlendirir. SOSYOLOJİ NEDİR? TANIM Sosyolojinin konusu toplumdur. Sosyoloji, toplumun yapısını, toplumsal ilişkileri, toplumsal kurumlar ve grupları, gruplar arası ilişkileri ve toplumsal değişimi bilimsel olarak inceleyen bir sosyal bilimdir. Bir başka anlatımla sosyoloji, toplum içindeki toplumsal ilişkilerden ve toplumlar arasındaki yakınlaşmalardan kaynaklanan toplumsal yapı ve kurumların ortaya çıkışını ve gelişmesini, toplumların yapı ve görevlerini etkileyen etkenleri inceleyen bir bilimdir. O hâlde sosyoloji, toplumun oluşum, işleyiş ve gelişim yasalarını inceleyen bir sosyal bilimdir. Sosyoloji toplumun bilimi olduğuna göre her şeyden önce onun temel konusu olarak kabul edilen toplumun tanımlanması gerekmektedir. Öyleyse toplum nedir? Toplum, bireysel ve toplumsal ihtiyaçlarını karşılamak için birbirleriyle ilişki kuran, birbirlerini etkileyen, ortak bir kültürü paylaşan, belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insan topluluğudur. Toplum bir ağa, bir örgüye benzer. İnsanlar bu örgü Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Sosyolojinin Tanımı ve Tarihçesi Sosyoloji, olması gerekeni değil, olanı olduğu gibi inceler. içinde bir arada yaşarlar ve çeşitli toplumsal ilişkiler kurarlar. Sosyoloji, bir ağa benzetilen toplumu incelerken; o ağla birlikte, o ağın ilmeklerini, dokusunu, o dokudaki ince işçiliği, birbirleriyle kesişme ve ayrılma noktalarını ve nihayet uçlarının hangi sınırsızlıklara doğru gittiğini anlamaya, kavramaya ve idraki ölçüsünde anlatmaya çalışır. Bir başka ifadeyle toplum, kendi kendini devam ettiren, belirli bir fiziki yeri olan, varlığını uzun zaman sürdüren ve bir yaşam biçimini paylaşan insan topluluğudur. Demek ki her insan topluluğu, toplum değildir. Örneğin, bir köyde yaşayan insanların birlikteliği yukarıda verilen toplum tanımlarına uygun olduğu için toplum olarak değerlendirilir. Ama bir futbol maçını seyretmek için stadyumda toplanan ya da bir parkta dolaşan insanlara, aralarında fiziksel yakınlığın ötesinde bir bağ ve ilişki bulunmadığından dolayı toplum denemez. Sosyoloji, toplumu incelerken öncelikle toplumun yapısı üzerinde durur. Toplum yapısı, toplumdaki grupların oluşturduğu bir yapıdır. Toplumun yapısı, toplumsal grupların niteliklerine ve birbirleriyle olan ilişkilerine göre biçimlenir. Nitelik ve ilişkilerdeki önemli değişiklikler toplumun yapısını da değiştirir. Toplumun içerisinde, toplumu biçimlendiren ona hareketlilik veren toplumsal güçler vardır. Toplumsal güçler, bir arada yaşayan insanların ortak duygu, düşünce, inanç ve beklentilerinden kaynaklanır. Toplumsal güçler, aynı zamanda toplumdaki insanları birbirlerine yaklaştırır, toplumsal grupların oluşumunu sağlar, toplum yapısının değişmesine ve gelişmesine katkıda bulunur. Sosyoloji, toplumun yapısını, insan grupları arasındaki ilişkiler ve toplumsal kurumlar olmak üzere iki açıdan incelemektedir. İnsan grupları ya da toplumsal grupların oluşumunda iki temel etken önemli rol oynamaktadır: Bunlardan biri, bireyin doğayla olan ilişkisinde başka bireylerin yardımına ihtiyaç duymasıdır; diğeri, toplumsal bir varlık olması dolayısıyla, bireyin başka insanlarla bir arada bulunmaktan sağladığı doyumdur. Yukarıda açıklandığı gibi sosyoloji, toplumun yapısını aynı zamanda toplumsal kurumlar açısından incelemektedir. Toplumsal kurum ise iki ayrı anlamda kullanılmaktadır: 1. Aynı özellikte bulunan toplumsal değer ve olayların oluşturduğu bütüne toplumsal kurum denir. Örneğin ekonomik değerler ve olgular ekonomi kurumunu, hukukla ilgili değer ve kurallar da hukuk kurumunu meydana getirir. Bu anlamda, ahlak, hukuk, ekonomi, din v.b. birer toplumsal kurumdur. 2. Farklı amaçlarla insanlar tarafından oluşturulan teşkilatlı ve somut kuruluşlara da toplumsal kurum denir. Bu anlamda aile, okul, cami v.b. birer toplumsal kurum olarak adlandırılmaktadır. Hangi anlamda kullanılırsa kullanılsın, toplumsal kurumların iki temel özelliği vardır: Bunlardan biri, öğeleri arasında organik bağlar bulunan bir bütün oluşturması; diğeri de oldukça uzun bir sürekliliğe sahip olmasıdır. Sosyoloji aynı zamanda toplumda meydana gelen değişimleri incelemektedir. Dinamik bir varlık olan toplum, sürekli olarak hareket ve değişim içerisindedir. Toplum içerisinde bulunan bireyler, gruplar ve bunlar arasındaki ilişkiler de Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Sosyolojinin Tanımı ve Tarihçesi Sosyoloji topluma bir bütün olarak yaklaşır. değişmektedir. Toplumun temel özelliklerinden birisi de değişimdir. Toplumda meydana gelen değişmeler, zamana ve duruma göre yavaş ya da hızlı, kesintili ya da sürekli, gerileme ya da ilerleme biçiminde olabilir. Zaman süreci içerisinde toplumsal yaşamda ortaya çıkan farklılıklar toplumsal değişme olarak adlandırılmaktadır. Toplumsal değişme, toplumsal düzeni oluşturan öğelerin ve düzenin işleyişinin belirgin biçimde değişmesidir. Toplumdaki kurumların aralarında var olan göreli bir eşgüdüm ve uyum hâline toplumsal düzen denilir. Toplumu meydana getiren toplumsal gruplardır. Toplumsal gruplar ise insanların toplumsal ilişkiler aracılığıyla oluşturdukları birliktelikler şeklinde tanımlanabilir. Toplumu insanların sosyal ilişkiler aracılığıyla katıldığı gruplar meydana getirir. Her insan, yaşamı boyunca birçok grupta yer alır. Aile, okul, işyeri küçük boyutlu; sendika, siyasi parti ve devlet ise büyük boyutlu toplumsal gruplardır. Bu gruplar toplumun parçalarıdır. Sosyoloji, topluma uyum sağlayan toplumsal grupların yanında uyum sağlayamayan toplumsal grupları da inceler. TARİHÇE Sosyoloji, normatif bir bilim değildir yani toplumsal olayları incelerken herhangi bir kural ortaya koymaz, değer yargısında bulunmaz. Toplumsal bir varlık olan insanın diğer insanlardan ayrı, tek başına yaşama imkânı yoktur. Her insan gelişip yetişebilmesi için bir topluma ihtiyaç duyar. Toplumların nasıl oluştuğu; doğal bir varlık mı yoksa yapay olarak oluşmuş bir varlık mı olup olmadığı sorunu birçok düşünürü meşgul etmiştir. Bilimsel düşüncenin gelişmediği; doğal ve toplumsal olayların mitolojik bir takım açıklamalarla izah edilmeye çalışıldığı dönemlerde bile toplumun nasıl ortaya çıktığı önemli bir sorun olmuştur. İlkçağ düşünürlerinden Platon, insanı toplumsal bir varlık olarak kabul etmiş ve onun bir toplum içinde bulunmasının gerekli olduğunu söylemiştir. Aristoteles, politik bir canlı olarak kabul ettiği insanın belirli bir örgüt yapısı içerisinde bulunması gerektiğini söylemiştir. Aristoteles’e göre sitenin örgütlenmesinin temelinde bulunan toplumsal gerçeği oluşturan temel unsurlar, bireyler arası dayanışma, grupların ve devletin varlığı ile gelenek, görenek, ahlak ve hukukun meydana getirdiği toplumsal kontrol ve düzenleme mekanizmalarıdır. Eski Yunan düşünürlerinden Platon ve Aristoteles toplumsal sorunlarla ilgilenmiş olsalar da her iki düşünürün toplumsal olayları çözümlemeleri daha çok felsefe içerisinde kalmıştır. Bir başka ifadeyle, her iki düşünür de toplumsal olayları felsefi bir bakış açısıyla ele alıp çözümlemeye çalışmıştır. Diğer taraftan İslam düşünürü İbn-i Hâldun, toplumu Platon ve Aristoteles’ten farklı bir şekilde ele alıp incelemiştir. İbn-i Hâldun’a göre biyolojik hatta tüm doğal varlıklar gibi toplumlar da doğar, gelişir ve ölürler. Toplumu bir organizma gibi düşünen İbn-i Hâldun, kimi yazarlar tarafından sosyolojinin habercilerinden kabul edilse de; gerçekte o sosyolojinin kurucularından birisi olarak düşünülmelidir. İbn-i Hâldun’un düşünceleri daha sonraki birçok sosyolog ve tarih felsefesi düşünürleri üzerinde de etkili olmuştur. Yine de İbn-i Hâldun’un toplumsal olayları inceleme tarzının, çağdaş sosyolojinin toplumsal olayları inceleme tarzından farklı olduğu ve daha çok tarih felsefesi çerçevesinde değerlendirileceği bir gerçektir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Sosyolojinin Tanımı ve Tarihçesi SOSYOLOJİNİN ÖNCÜLERİ Sosyolojinin bilimsel bir disiplin olarak gelişmesi ve felsefeden ayrılması, 19.yy. başında Batı toplumlarının hızlı bir şekilde geçirdiği değişim sonrasında başlamıştır. Bu değişimler, 1750-1900 yılları arasında yer alan Sanayi Devrimi ve 1789 Fransız İhtilalidir. Bu çağlarda önce İngiltere ve Fransa sonra da Almanya sanayileşme ve şehirleşmenin etkisiyle birçok değişime sahne olmuştur. Sanayileşmenin etkisiyle küçük kasabalar ortadan kalkmış; yerine hava kirliliğinin yoğun olduğu büyük kentler kurulmuştur. Aileler topraklarından koparılmış, çeşitli fabrika ve maden işletmelerinde son derece olumsuz şartlarda, çok az bir ücretle uzun süreler çalıştırılmışlardır. Kadın ve çocuklar haftanın en az altı günü 14-16 saat çalıştırılmış, çocuk ve bebek ölüm oranları dünyadaki en büyük rakamlara ulaşmıştır. Cinayet, alkolizm, fakirlik ve çeşitli hastalıklar yaygın bir biçimde şehirlerde ortaya çıkmaya başlamıştır. Henri de Saint Simon Batı toplumunda meydana gelen bu değişimler birçok düşünürü toplumsal sorunlar konusunda yeni çözüm arayışlarına itmiştir. Bu düşünürlerden birisi de Henri de Saint Simon (1760-1825)’dur. Saint Simon’a göre bir toplumdaki yapılar, kurumlar, bilgiler ve inançlar tarihsel süreç içerisinde sürekli bir değişim ve dönüşüm hâlinde bulunurlar. Saint Simon’un toplumsal fizyoloji, beşeri bilim ya da özgürlük bilimi olarak adlandırdığı sosyolojinin temel görevi, toplumu hareket ve dönüşüm hâlinde incelemektir. Toplumu büyük bir atölyeye benzeten Saint Simon’a göre toplumun gerçek olan bütün kuvvetleri sanayide toplanmaktadır. Her toplum düzeni mutlak surette o toplumun sahip olduğu ekonomik yapıyla belirlenir. Bir çağa egemen olan ekonomik anlayış, o çağda yaşayan insanların zihin ve düşünce yapısının temelini oluşturur. Sanayi sadece endüstriyel etkinlikleri değil, toplumda gerçekleşen bütün ekonomik faaliyetleri kapsamaktadır. Bu düşünce tarzı, daha sonra gelecek ve tarihi maddeciliğin kurucusu olarak kabul edilecek olan Karl Marx’ın düşüncelerinin temelini oluşturmuştur. Saint Simon için toplumların evrimine yön veren güç, toplumsal grup ya da sınıflar arasındaki çatışmalardır. Bir toplumun yapısı ve işleyiş tarzı, yine bu toplumun ekonomisinde, mülkiyet biçiminde, siyasal düzeninde, değer ve bilgi sisteminde yansımasını bulacaktır. Bir siyasal düzen bilimsel olarak incelenecekse bu düzenin de, bütünsel nitelikteki toplumsal etkinliğin bir belirtisi olarak ele alınması gerekecektir. Saint Simon’a göre birey ve toplum, felsefeyle ahlak biliminin evrensel ve değişmez nitelikteki öğretileri çerçevesinde ele alınamaz. Toplumsal gerçeği açıklayacak öğeler, yine bu gerçeğin kendi oluşumu ve dinamizmi içinde aranmalıdır. Bir toplumdaki yapılar, kurumlar, bilgi ve inançlar sürekli dönüşüm içindedir. Toplumu, bu sürekli hareketliliği ve dönüşümü içinde inceleyecek olan bilim, Saint Simon’un toplumsal fizyoloji, beşeri bilim ya da özgürlük bilimi adını verdiği sosyolojidir. Toplum gerçek bir varlıktır ve bu varlık insanların ortak ve bireysel çabalarından kaynaklanan toplumsal iş içerisinde, üretim, eylem ve yaratma biçiminde ortaya çıkar. Bireyin toplumsal çabası, hem maddi hem de Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Sosyolojinin Tanımı ve Tarihçesi Sosyologların, uyulması gereken doğru değerlerin hangileri olduğunu insanlara söyleyecek özel bir otoritesi yoktur. manevi bir özellik taşır; bu iki özellik toplum yaşamında birbirinden ayırt edilemeyecek bir bütün oluşturur. Saint Simon, Comte’un teolojik, metafizik ve pozitif evrelerden oluşan üç aşamalı evrim şemasını, feodalizm, devrim ve sanayi toplumu ya da feodal liberal ve sosyalist ekonomi üçlüsüyle değiştirmeye yönelmiş, böylece üç hâl yasasına belirli bir sosyolojik hatta sosyo-ekonomik içerik kazandırmak istemiştir. Başka bir anlatımla, tarih felsefesinin bir yan ürünü olarak kabul edilen üç hâl yasasıyla önerilen şemaya, Saint Simon ekonomik bir nitelik vermiştir. Böylece manevi ve düşünsel kültürün dayandığı temelin ekonomik yapı olduğu anlayışı belirmiş olmaktadır. Karl Marx Daha önce de ifade edildiği gibi, Karl Marx (1818-1883), öğretisini Saint Simon’un düşünceleri üzerine bina etmiştir. Ancak Marx’ın düşüncelerini ortaya koymadan önce felsefi anlamda ona etki eden Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831)’in idealist felsefesine kısaca değinmek faydalı olacaktır. Hegel’in felsefesinin temelinde yer alan en önemli kavramlardan birisi diyalektik kavramıdır. Diyalektik kavramını ilk kez kullanan eski Yunan filozoflarından Heraklit’e göre evrendeki her nesne sürekli bir hareket, oluşum ve değişim içerisindedir. Her şey bir akış hâlindedir. Evrenin temel yasası, çatışma ve çelişmedir. Hegel’e göre ise diyalektik, bir karşılıklı ilişkiler olgusunu ya da etki-tepki sürecini içermektedir. Evrendeki her şey, her nesne bünyesinde kendi karşıtını veya çelişiğini barındırır ve yaşatır. Bu nedenle her şey, her nesne kendi kendisiyle çatışma ve çelişme hâlinde bulunur. Aynı varlık içerisinde karşıtlaşan ve çelişen bu öğelerin karşılıklı ilişkileri ya da bir etki-tepki sürecine göre etkileşimleri hareketi oluşturur. Bu hareket içinde her varlık, her nesne, kendi bünyesinde barındırdığı karşıtlar sayesinde kendini aşma, yeni bir bünyeye kavuşma olanağı bulur. Hegel’in diyalektiği aslında varlık bilimsel bir anlayışa dayanmaktadır. Bilimsel niteliği tartışılır olan bu varlık kuramına göre, varlık ve düşünce doğa üstü evrensel bir ilkede yani Mutlak Ruh’ta bütünleşmiştir. Varlıkİ evrensel bir akıl, doğa üstü bir düşünce olan bu ilkeden kaynaklanmaktadır. Tinsel ya da manevi bir nitelik taşıyan bu ilke çeşitli dönüşümler sonucu ortaya insan düşüncesi olarak çıkacaktır. Başka bir anlatımla madde düşünceden türemiştir. Evrende maddi olarak görülen nesneler, tinsel bir nitelik taşıyan evrensel düşüncenin görüntüleri, cisimlere yansıma, onlarda hayat bulma biçimleridir. Yani varlık ve varlığın kapsadığı her nesne, evrensel düşüncenin tek tek görüntüleşmesi veya cisimleşmesidir. Tek mutlak varlık olan evrensel düşünce, bir farklılaşma ve çelişme süreci ile tek tek görüntüleşecek, cisimlerde gerçekleşecektir. Diyalektik bir nitelik taşıyan bu oluşumda her gerçek, belirginleşinceye kadar tez-antitez-sentez aşamalarından geçecek ve sentez aşamasında yeni bir gerçek olarak karşımıza çıkacaktır. Ancak her yeni gerçek, tez ve antitezin basit toplamı değildir. Tez ve antitez aşamalarından geçen her gerçeklik niteliksel bir değişime uğramış yeni bir gerçekliktir. Tez ve antitez sonucu ortaya çıkan sentez diyalektik oluşum içerisinde, bünyesinde kendi karşıtını ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Sosyolojinin Tanımı ve Tarihçesi çelişiğini taşıyan yeni bir tez olarak belirginleşmektedir. Bu oluşum sonsuza kadar devam edip gidecektir. Değişim, hem tabiatın hem de toplumun en temel yasalarından birisidir. Diyalektik Yöntem Evrendeki olay ve olguları açıklamak isteyen Hegel, evrenin kapsadığı tüm nesneler arasında karşılıklı etki-tepki ilişkilerinin varlığından hareketle, diyalektik yöntemin birbirinden ayrılmaz yasalarını şu şekilde sıralamaktadır: Bütünlük, çelişme, hareket ve nitel değişme. 1. Bütünlük yasasına göre evren birbirleriyle yakından ilişkili ve karşılıklı bir şekilde bağımlı olan nesne ve olayların organik olarak bağlandıkları, etkileştikleri bir bütündür. Bu nedenle evrendeki her varlık ya da her olay, diğer varlık veya olaylardan bağımsız olarak ele alınamaz. 2. Çelişme yasası ise her varlığın, her olayın kendi karşıtını, kendi çelişiğini bünyesinde taşıdığını varsayar. Başka bir ifadeyle hem olumlu hem de olumsuz niteliklere sahip gelişen ya da kendisini ortadan kaldıran veya yenileşen öğeleri bünyesinde toplayan, hem bir tarihi hem de bir geleceği olan evrendeki her varlık, olgu veya olay sürekli bir iç çelişme içerisinde bulunur. Birbirlerini dönüştüren bu karşıt öğelerin mücadelesi, çelişme sürecinin temelini oluşturur. 3. Hareket yasasına göre evren ve evrendeki her varlık, her olgu, her şey sürekli bir hareket, değişim ve dönüşüm içerisindedir. Evrende her şey ya doğuş, gelişme, yenileşme ya da çözülme, farklılaşma veya başka bir türde yeniden doğmak üzere kaybolma hâlindedir. Ancak unutmamak gerekir ki diyalektik hareket aslında düşüncenin diyalektik hareketidir. İnsanın algıladığı somut hareket ise düşüncenin hareketinin somut gerçeklere yansıması yani olaylarda veya varlıklarda vücut bulmasıdır. Zaman, yalnızca düşünce düzeyindeki diyalektik gelişmenin tarihi olarak anlaşılmalıdır. 4. Nitel değişme yasasına göre, varlık veya olaylardaki gelişme ve değişmeler önce belirgin bir anlam taşımayan nicel değişmeler olarak değerlendirilmelidir. İç çelişmeler nedeniyle gerekli ve zorunlu bir biçimde oluşan bu nicel değişmeler giderek belirginleşen köklü nitel değişmeleri doğururlar. Bu nedenle Hegel’in idealist diyalektiğine göre, gelişme ve değişme süreci, basit ve niceliksel olandan karmaşık ve niteliksel olana doğru yükselen bir hareket şeklinde değerlendirilmelidir. Bu tür bir hareket ile varlık, olgu veya olay kendisini aşacak, daha yukarı bir düzeyde çok farklı bir niteliksel içeriği olan yepyeni bir sentez oluşturacak ve diyalektik süreç böylece devam edecektir. Diyalektik yaklaşımda dikkat edilmesi gereken bir başka nokta, yukarıda sıralanan her bir yasanın yalnız başına büyük bir anlam taşımayacağı gerçeğidir. Birbirlerini tamamlayan ve bölünmez bir bütün oluşturan bu yasalardan her biri ancak diğer yasalara bağlı olarak ele alınabilir. Bu tutum, bir düşüncenin ya da bir yaklaşımın diyalektik bir nitelik kazanabilmesi için gerekli hatta zorunludur. Diğer taraftan unutmamak gerekir ki Hegel için, varlığın temelinde düşünce yatmaktadır. Hegel, gerçekte idealist yani düşünsel olana öncelik ve ağırlık tanıyan bir tutum Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Sosyolojinin Tanımı ve Tarihçesi Eğer olaylar oldukları gibi olmak zorunda değillerse o zaman daha iyi de olabilirler. Toplumsal olay, toplumsal yaşamda toplumsal ilişkiler sonucunda ortaya çıkan tek tek değişmelerdir. içerisindedir. Bu tutum da evrensel düşüncenin önceden belli ve doğal bir ereğe doğru yönelmiş bulunduğunu varsaymaktadır. Başka bir ifadeyle, evrensel ilkenin diyalektik aşamalardan geçerek görüntüleşmesi, aslında onun kendi ereğinin gerçekleşmesidir. Bu da bir başka idealist alt varsayım olmaktadır. Hegel için diyalektik, sadece zihinsel süreçlerin ve doğanın değil bütün varlığın gelişme yasalarını gösteren evrensel bir yöntemdir. Düşünme ve varlık, her zaman karşıtları uzlaştırarak gelişmektedir. Varılan her uzlaşmada yeniden çözülmesi gereken yeni bir karşıtlık gizli olduğundan, diyalektik hareket, düşüncenin varlığı bir bütün olarak kavramasına, varlığın da kendi bilincine varıp özgürlüğünü elde etmesine kadar sürüp gider. Hegel’e göre ‘idea’ tinsel alanda yani kültür dünyasında, tek insanda değil; devlet, sanat, din, felsefe gibi birey-üstü oluşumlarda yeniden kendini bulur. Hegel’e göre, ahlaklılığın ölçüsü de, ereği de ‘objektif tin’deki gelişme ile ilgilidir. Birey ne kadar kendini aşar, kendini ne kadar kendi üstündeki objektif bir düzene bağlarsa o kadar ahlaklı olur. Bu çerçevede Hegel, Prusya Monarşisi’ni toplumsal gelişmenin en yetkin aşaması ve sonu olarak nitelendirir. Hegel’in idealist diyalektiği, bilincin evrimi üzerine diyalektik yasalardan söz ediyordu. Marx ve Engels’in kurguladığı diyalektik materyalizme göre ise bilince ilişkin diyalektik yasalar, aslında doğanın ve tarihin diyalektik yasalarının birer yansımasıdır. Buna göre Hegel’in diyalektik anlayışı, maddi dünyayı, maddi gerçekliği ve ona ilişkin gelişme yasalarını dikkate almadığı için dünyayı başının üstünde durdurmuştur. Marx’ın kendi ifadesiyle, diyalektik materyalizm, bu ’tepetaklak duran dünyayı tekrar ayakları üstüne bastırmış’, diyalektiği maddi bir temele oturtmuştur. Hegel’in idealist diyalektiğini tersine çeviren Marx, tarihin gelişme yasalarını; insanın doğayla karşılaşması, insanın var olma savaşı ve üretme etkinliklerinde temellendirmiştir. Buna göre, insan hayatını sürdürmesi için gerekli olan araçların üretimi ile ilgili etkinlikler, bütün diğer insan etkinliklerinden önce gelir. Düşünceler, bilinç, kültür, din, ahlak, ideolojiler son aşamada her toplumda üretim sürecinin örgütlenme biçimine ya da Marxist terminolojideki ifadeyle “üretim tarzı”na göre belirlenir. Dolayısıyla “ekonomik temel” , “ideolojik üstyapı” yı belirler. Her toplumdaki ekonomik temel üretim tarzına dayanır. Üretim tarzı, üretim güçleri ve üretim ilişkileri tarafından belirlenir. Üretim güçleri, üretim etkinliği içindeki toplumsal ilişkiler, özellikle de üretim araçlarına sahip olan toplumsal sınıflarla, üretim araçlarına sahip olmayanlar arasındaki mülkiyet ilişkilerinden oluşmaktadır. Üstyapı, kültür alanını, ideolojik toplumsal oluşumlar, siyaset, devletin niteliği ve hukuk gibi kurumsal yapıları içinde barındırır. Marx’a göre insan toplumları, tarihsel olarak diyalektik yasalara uygun bir şekilde evrilirler. Buna göre değişme, karşıtların çelişki ve etkileşiminden kaynaklanır. Belirli bir üretim tarzı, eski üretim ilişkilerini kaçınılmaz olarak yıkacak olan içkin çelişkileri içinde barındırır ve yeni bir üretim tarzı ve toplumsal oluşumu dolayısıyla farklı bir toplumsal yapıyı eskisinin yerine koyar. Sınıf çatışması, bu diyalektik tarihsel sürecin önemli bir öğesidir, tarihsel değişmenin motorudur. Marx ve Engels, Komünist Manifesto’da “ Şimdiye kadar mevcut tüm toplumların tarihi, sınıf çatışmalarının tarihidir.” diyerek tarihsel ve toplumsal değişmenin Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Sosyolojinin Tanımı ve Tarihçesi temelindeki güç olarak sınıf çatışmasını göstermişlerdir. Buna göre toplumsal sınıf ilişkileri, esas olarak üretim sürecindeki mülkiyet ilişkilerine göre belirlenir ve üretim sürecini denetleyenlerle, üretim sürecinde salt emekleriyle yer alanlar arasında sınıf çatışması yaşanır. Toplumun devrimci bir dönüşümünden önce sınıfsal çelişkiler gitgide daha da keskinleşir ve sınıfsal çıkarlar arasında kutuplaşma oluşur. Üretim sürecinde içkin olan çelişkiler, siyasi örgütlenme ve siyasi eylem sürecinde daha da belirgin bir duruma gelir. Marx, bu siyasi bilinçlenme sürecini toplumsal sınıfların “ kendi içinden sınıf” tan “kendi için sınıf” a dönüştükleri bir siyasi mücadele süreci olarak niteler. Marx, sadece toplumsal değişimin dinamik gücü olarak kabul ettiği sınıflar arasındaki çatışmayı izah etmekle kalmamış aynı zamanda kapitalizmin sömürü ve baskı içeren yapılarına karşı bir eleştiri getirip, sosyalist siyasi eylem öğretisini de ortaya koymuştur. Marx’a göre kapitalizmin kendi iç çelişkileri, diyalektik olarak bu sistemin eninde sonunda çöküşünü de hazırlayacaktır. Ancak toplumsal evrimi yönlendiren gerçek güç, sınıf mücadelesinde saklıdır. Kapitalizmin çöküşünü getirecek olan gerçek güç, proleteryanın kapitalist üretim ilişkilerine karşı siyasi eylemi ile mümkün olacaktır. Marx’a göre kapitalizmin gelişme sürecinde, işçi sınıfı gitgide daha yoksullaşacak “ Emeğinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan” “proleterya” ya dönüşecektir. Kapitalist üretim süreci, özelikle gelişen teknoloji, teknik bilgi, örgütsel, iletişimsel imkânlar vb. Bir yandan proleteryanın kollektif örgütlenmesi ve kollektif sınıf kimliği kazanması için imkânlar sağlarken; bir yandan kapitalist üretim ilişkilerinin temel özelliği olan üretim araçlarının özel mülkiyeti ve üretim araçlarının özel sermaye tarafından denetimi ile çelişecektir. Marx’a göre sermaye, az sayıda kişi ya da şirketin elinde toplanacak; sermaye, az sayıda elde merkezileşirken proleterleşme yaygınlaşacak ve çok sayıda insan, kendisini sermayenin denetiminde hem maddi açıdan yoksullaştırılmış hem de insani etkinlikler açısından kendi emeğine ve yaşam bilgisine yabancılaşmış olacaktır. Proleter sınıf sadece kendi emeğine değil aynı zamanda varlığına da el konulmuş proleterler olarak hissedecektir kendisini. Marx, genelde eşitsizliğin ve rekabetin köklerini özel mülkiyet kurumunda görür. Burada özel mülkiyetle giyim, mobilya veya ev eşyası gibi kişisel sahipliklerden ziyade servet ya da sermaye kastedilmektedir. Marx’a göre mülkiyet adaletsizliktir: Servet insan gücünün kullanılmasıyla toplu olarak elde edilir ve bu nedenle sadece kişiler tarafından değil, toplum tarafından sahiplenilmelidir. Mülkiyet, insanları aç gözlülüğe sevk etmekte ve bundan dolayı da toplumun ahlaki yönden yozlaşmasına etki etmektedir. Özel mülkiyet, insanları materyalist olma ve insan mutluluğunun ve insanın kendini gerçekleştirmesinin servet peşinde koşma ile kazanılacağına inandırma yönünde cesaretlendirir. İnsanlar serveti elde etmek için az istek duyarken veya hiç istek duymazken; özel mülkiyet onları, kendi mülkiyetlerini elde etmek arzusu içine sokar. Sonuçta mülkiyet sorun çıkartır: Toplumda, örneğin mal sahipleriyle çalışanlar arasında, işverenle işçiler arasında veya basit olarak zengin ve fakir arasında çatışmayı destekler. Marx, bu nedenle özel mülkiyet kurumunun üretici sermayenin genel sahiplenilmesiyle azaltılmasını Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Sosyolojinin Tanımı ve Tarihçesi ve kaldırılmasını istemektedir. Karl Marx özel mülkiyetin kaldırılmasını ve kapitalizmin yerine sınıfsız, komünist bir toplumun yaratılmasını tasavvur etmiştir. Auguste Comte Her toplumsal olayın belli bir yeri, zamanı ve yapanı (faili) vardır. Toplumsal olgu, aynı türden olayların sürekliliğinden yola çıkarak elde edilen soyut bir kavramdır. Sosyolojinin isim babası olarak da kabul edilen Auguste Comte’un (1798-1857) düşüncelerinde de Fransız İhtilali sonrası toplumsal kargaşayı eleştiren Fransız Katolik muhafazakâr düşünürlerin etkisi görülür. Bu düşünürler aydınlanmanın getirdiği eleştirel rasyonalizmi ve bireyciliği eleştiriyorlardı. Geleneksel düzenin ve kurumların sağladığı dayanışma duygusunu ve toplumsal hayatın din, gelenek, ritüel ve duygusallık gibi Aydınlanma düşüncesi tarafından reddedilen akıl dışı boyutlarını toplumsal hayatın vazgeçilemez olumlu unsurları olarak öne çıkarıyorlardı. Sosyolojiye ismini vermeden önce onu toplumsal fizik olarak adlandıran Auguste Comte, bu yeni bilim dalının, özellikle fizik, kimya, biyoloji gibi doğa bilimlerinin uyguladığı pozitif yöntemi uygulaması gerektiğini öne sürmüştür. Bir başka ifadeyle, o döneme kadar ağırlıkla dinbilim, metafizik ya da felsefenin egemen olduğu insan ve toplum konularını, artık bu yeni bilim dalı incelemeli ve nesnel yasalara ulaşmak amacıyla gözlem, karşılaştırma ve deney üzerine kurulan pozitif yöntemi uygulamalıdır. Comte’un toplumu inceleyecek bir doğa bilimi olarak tanımladığı sosyolojide uygulanmasını istediği yöntem yani pozitivizm de felsefi bir nitelik taşımaktaydı. Pozitivizme göre yalnız ve yalnız gözlemi ve deneyi yapılabilen olay ve olguların bilimi mümkündür. Başka bir anlatımla bilim, olay ve olguların somut ve maddi görünümlerinin dışına çıkamaz. Ayrıca doğa bilimleri için geçerli olan determinizm (gerekircilik) yani aynı nedenlerin aynı koşullar altında aynı sonuçları doğurabileceği şeklinde izah edilen ilke, toplumsal olay ve olgulara da uygulanabilmelidir. Comte’un düşüncesinde birey; eksik, gelişmemiş bir varlıktır. Egoizme özgü aşağı düzeydeki güdülenmeleriyle yönlendirilmektedir. İnsanın daha yüksek bir düzene ve toplumsal diğergamlık biçimlerine boyun eğme ihtiyacı vardır. Comte, toplumu belirli yasalarla açıklanabilecek bir sistem olarak tanımladığı için pozitivist sosyolojinin öncüsü olarak kabul edilir. Toplumsal olgu, aynı türden olayların sürekliliğinden yola çıkarak elde edilen soyut bir kavramdır. Üç Hâl Yasası: Comte, insan toplumlarının gelişme aşamalarını “Üç Hâl Yasası”nda anlatmıştır. Düşünür, insan zihninin tarih boyunca teolojik, metafizik ve bilimselpozitif evreye ilerleyişini anlatmakta ve bu zihinsel evrelere denk düşen toplumsal yapılardan söz etmektedir. Teolojik evrede, insan zihni, olayların ilk ve son nedenlerini, mutlak hakikati araştırır. Olayların nedenlerini doğa üstü birtakım varlıklarda görür. Metafizik evre, bir geçiş evresidir. Bu evrede doğa üstü etkenlerin yerini soyut bir takım etkenler alır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Sosyolojinin Tanımı ve Tarihçesi Pozitif evrede ise insan zihni mutlak’ı aramaktan vazgeçip gözlem ve akıl yürütme yoluyla olaylar arasındaki art arda geliş ve ilişkileri, bilimsel yasalar şeklinde ifade etmeye çalışır. Comte, sosyolojiyi, toplumsal statik ve toplumsal dinamik olarak ikiye ayırmaktadır. Comte’a göre sosyoloji hem belirli toplumları hem de insan türünün tarihsel gelişmesini incelemektedir. Bu nedenle o, sosyolojiyi statik ve dinamik olarak ikiye ayırmıştır. Toplumsal statik, belirli toplumlardaki düzeni inceleyeceği için bir ”düzen kuramı” dır. Toplumsal dinamik, yani dinamik sosyoloji ise toplumlardaki ilerlemeyi ve hareketliliği inceleyeceği için Comte onu bir “ilerleme kuramı” olarak belirtmiştir. Statik sosyoloji, toplumsal birliği ve uyumu inceler. Çünkü ona göre toplumsal olgular bir birlik içinde birbirlerine bağlıdırlar. Böylece statik sosyoloji hem belirli bir andaki toplumun yapısını, anatomisini inceler hem de toplumsal öğeleri-okul, aile- gibi toplumsal kurumları incelemektedir. Başka bir anlatımla statik sosyolojinin görevi, bölünmez, ayrışmaz bütün içerisinde toplumsal gerçeğin tüm öğelerinin birbirleriyle bütünleşmelerini, birbirlerini tamamlamalarını araştırmaktır. Comte’a göre bir toplumsal olgu ya da kurumu incelemek için, onu toplumun bütünü içindeki tüm ilişkileri çerçevesinde ele almak gerekir. Demek ki statik sosyoloji, belirli bir zaman kesiti içerisinde, bir yandan bir ilişkiler bütünü hâlinde toplumun yapısını incelerken; diğer yandan da toplumsal birlik ve uyumu meydana getiren toplumsal kurum, öğe ve olguları ele almaktadır. Toplumu, daha doğrusu kendi yaklaşım biçimiyle toplumsal birliği ve uyumu, doğa bilimlerinde olduğu gibi yaşayan canlı bir varlık olarak inceleyen Comte, her toplumsal birliğin kurucu öğelerine ulaşabilmek için, bunların çokluğunun ötesinde, toplumsal düzenleri belirleyici bazı temel ilke veya yasaları ortaya koymak istemiştir. Comte bu yolu takip ederek, toplumları belirli bir zaman kesiti içinde ele alan statik sosyolojiden, insanlığın gelişmesini inceleyecek dinamik sosyolojiyi yaratmış olmaktadır. Dinamik sosyolojide ise incelenen, insanlığın sürekli gelişmesi ve düzenidir. Ancak dinamik sosyoloji statik sosyolojiye bağlıdır. Toplumların gelişmesini harekete geçiren ise insan düşüncesidir. Herbert Spencer Toplumsal olgunun, belli bir yeri, zamanı ve faili yoktur. Her zaman ve her yerde olabilecek bir durumu ifade eder. Toplumu organizma gibi düşünen bir başka sosyolog ise Herbert Spencer (1820-1903)’dir. Spencer, yapısal işlevselci kuramın öncüsüdür. Liberal bireyselci ideoloji ile toplumsal Darwinizmin ilkelerini kuramında bir araya getirmiş ve Darwin’in “en uyumlunun hayatta kalabilmesi” kuralını toplumsal yaşam ve siyasete aktarmıştır. Spencer, zora ve güce dayanan askeri toplumlara karşı bilime dayanan sanayi toplumlarını tercih ettiğini belirtmiş ve liberalizmi savunmuştur. Spencer’in kuramının önerdiği toplumsal siyaset, toplumsal evrim yasalarına uygun olarak, bireylerin gelişmesine imkân tanınmasını ve devletin bu doğal evrim süreçlerine hiçbir şekilde müdahâle etmemesini ön görmektedir. Spencer, biyolojik organizmalara uygulanan evrim yasalarının toplumlara da uygulanabileceğini öne Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Sosyolojinin Tanımı ve Tarihçesi sürmüştür. Böylece sosyolojide biyolojik okulun kurucuları arasında yer almaktadır. Spencer, insanların birbirleriyle olan rekabetlerinin serbest bırakılmasını savunarak ancak bu şekilde en iyi ve yetenekli olanların toplumda yükselebileceği görüşünü ortaya sürmüştür. Yapısal-işlevselci kurama göre toplumlar ve toplumsal kurumlar çevrelerine uyum sağlamak için yapısal farklılaşma sürecine tabi olup evrimsel değişim geçirirler. Evrim; belirli bir yöne doğru, tek doğrusal, sürekli ve kaçınılmazdır. Toplumsal kurumlar homojen, basit yapılardan heterojen ve karmaşık yapılara doğru evrilirler. İlkel toplumlarda bir tek kurum, örneğin, akrabalık kurumu tarafından karşılanan birkaç işlev, evrim sürecinde uzmanlaşan, farklılaşmış yapılar tarafından yerine getirilir; böylece yapısal farklılaşma, uzmanlaşma ve yapısal bağımlılığı da beraberinde getirmiş olur. Spencer’e göre toplumlar, savaşçı, barbar siyasi yapılardan barışçı yapılara doğru evrilmektedirler. Çünkü sanayileşmenin ortaya çıkardığı iş bölümü, teknolojik gelişme ve uzmanlaşma, barışçı bir toplum düzenini gerektirmektedir. Bu modernist yaklaşıma göre, gelişmiş ya da çağdaş toplumlarda siyasi savaşların yerini ekonomik kalkınma savaşları alacağından, toplumlar bütün enerjilerini savaşa değil, barışa harcayacaklardır. Spencer, Durkheim üzerinde önemli etkileri olan bir düşünürdür. Toplumsal olgunun, belli bir yeri, zamanı ve faili yoktur. Her zaman ve her yerde olabilecek bir durumu ifade eder. SOSYOLOJİNİN KURUCULARI Emile Durkheim Emile Durkheim (1858-1917), Spencer’in bütün düşüncelerini reddetmiş; ancak toplumu toplumsal organizmaya benzeten görüşünü benimseyerek bu organizmanın nasıl korunup değiştirilebileceği üzerinde durmuştur. Durkheim sosyolojiyi toplumsal kurumların ve toplumsal olguların pozitif bilimi şeklinde düşünüp, sosyolojinin bilimsel bir disiplin olarak yerleşebilmesi için benimsenmesi gerekli olan metodolojik ilkeleri ortaya koyan kurucu sosyologlardandır. Böylece sosyolojinin felsefeden ve psikolojik açıklamalardan arındırılmasını sağlamıştır. Durkheim’ın belirlediği en önemli metodolojik ilkelerden biri, “Toplumsal olgular, ancak başka toplumsal olgularla açıklanır.” önermesidir. Bu ilkeye uygun olarak intihar konusunu sosyolojinin incelemesi gerektiğini söylemiş ve toplumsal uyum ve intihar oranları arasındaki ilişkiyi farklı gruplarda istatistiksel verilerle ortaya koyarak, intiharla ilgili eserinde metodolojik ilkeleri uygulamıştır. Durkheim’ın toplumbilimsel yöntemde ortaya koyduğu bir başka önemli ilke, ‘Bütün ilk kavramların, ön yargıların ve sağduyuya dayalı genel kanıların araştırma sürecinden arındırılması’dır. Yani araştırmacı, toplumsal olguları nesneler gibi incelemelidir. Hakkında bilgi sahibi olduğu toplumsal olguları bilmiyormuş gibi hareket etmeli, onların herhangi bir içe bakışla değil dışsal, nesnel özellikleriyle gözlem nesneleri olarak incelenmesi gerektiğini benimsemeli ve araştırma taslağını ona göre oluşturmalıdır. Toplumsal olgular nesneler gibi ele alınmalıdır. Başka bir Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Sosyolojinin Tanımı ve Tarihçesi ifadeyle, toplumsal olgular felsefi olarak değil deneysel olarak incelenmelidir. Toplumsal olguların nesneler gibi incelenmesi demek, onların belirli zihinsel tutumlara göre değil; bulundukları ortamda nasıl iseler o şekilde incelenmeleri demektir. Kolektif Bilinç, Mekanik ve Organik Dayanışma Marx’ın toplumsal çözümlemelerde üretim ilişkilerini temel alması gibi, Durkheim için de bir toplumdaki belirleyici unsur, ortak inanç, değer ve normların soyut bir bütünü olan toplumsal bilinçtir. Toplumsal bilinç her ne kadar bireysel bilinçlerde belirginleşirse de, toplumsal niteliği bakımından onlardan farklıdır; onların basit bir toplamı ya da sonucu değildir. Kendi yasalarına göre evrimleşen ve bireyleri çevreleyen, etkileyen veya belirleyen koşullardan bağımsız olarak varlığını sürdüren toplumsal bilinç, kendini diğer toplumsal öğelerden farklı kılan niteliklere sahiptir. Zaman süreci içerisinde büyük bir değişiklik göstermediği için kuşaklar arasındaki bağlantıyı sağlar. Kısacası, bireylerde somutlaşmasına rağmen, bireysel bilinçlerdeki oluşumdan bambaşka bir varlığa sahip olan toplumsal bilinç, kendine özgü nitelikleri, varoluş koşulları ve gelişme biçimi olan bir toplumsal gerçektir. Bu hâliyle bireysel bilinçler üzerinde sürekli bir baskı mekanizması oluşturur. Bu baskı mekanizmalarının somut toplumsal görünümleri ise, yaptırımlarla desteklenen toplumsal kurumlardır. Bireyler, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, ağırlıkla norm ve değerlerden veya onların bileşimlerinden oluşan bu toplumsal kurumlara göreli olarak davranırlar. Mekanik Dayanışma Bireylerin toplumu oluşturmalarının nedenini ve nasılını ayıran Durkheim, bunu, toplumsal bilinç olgusuna dayanan bir dayanışma kavramı ile açıklamak istemektedir. Durkheim için toplumlar, dayanışma türüne göre iki kategoriye ayrılır. Mekanik dayanışma üzerine kurulan toplumlarda (genellikle ilkel toplumlar) bireyler, benzer norm, inanç ve değerleri paylaşırlar; başka bir ifadeyle henüz farklılaşmamışlardır. Bu tür toplumlarda toplumsal bilinç, bireysel bilinçler üzerinde egemenlik kurmuştur ve hatta onları içerir. Organik Dayanışma Benzerliğe dayalı mekanik dayanışmanın karşıtı olan organik dayanışma, farklılaşmanın sonucu olarak beliren daha çağdaş bir oluşumdur. Canlı varlıklarda nasıl organlar arasında bir birlik, bir bütünleşme ve dayanışma varsa ve organizmanın varlığını sürdürebilmesi için nasıl her organın farklı görevini yerine getirmesi gerekiyorsa, bu durum toplumun varlığı için de aynen geçerlidir. Başka bir anlatımla organik dayanışma, bir toplumdaki iş bölümünün zorunlu bir sonucudur. Ancak Durkheim için toplumsal iş bölümü, teknik, mesleki ya da ekonomik iş bölümünden oldukça farklı bir anlam taşır. Örneğin bir toplumda görev ve mesleklerin farklılaşması, toplumsal farklılaşmanın, yani toplumsal iş bölümünün bir belirtisi, bir sonucudur. Durkheim, toplumsal iş bölümünü, başka bir toplumsal (morfolojik) etken olan nüfus yoğunluğu ile açıklamak istemektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Sosyolojinin Tanımı ve Tarihçesi Nüfus artışı ile bireylerin yaşamlarını sürdürebilmeleri için mücadele etme zorunluluğu doğar ve giderek gelişir. Bu durumun olumsuz etkilerini azaltmak için, toplumsal farklılaşma yoluyla aynı uğraşı dallarındaki kısır rekabet engellenmiş olur. Farklı uğraşı ve meslekler seçen bireyler, toplum içinde farklı görevler alarak hem birlikte yaşama olanağı bulur, hem de canlı bir organizma olan toplumdaki fonksiyonlarını yerine getirerek toplumun idamesini sağlarlar. Teknolojik gelişmeye paralel olarak farklılaşma önem kazanır ve organik dayanışma, mekanik dayanışma üzerinde giderek egemenlik kurar. Kısacası, toplumdaki bu ilk farklılaşmanın sonucu olarak beliren toplumsal iş bölümü; ekonomi, hukuk, din, siyasal düzen gibi tüm toplumsal olgu ve oluşumları anlamamızı sağlar. Ancak organik dayanışmanın ya da toplumsal farklılaşma veya iş bölümünün gelişmesi, bireylerde başkalarından farklı oldukları bilincini oluşturur. Bu bireylik bilincinin toplumsal bilinci giderek daha fazla etkilemesi ve zayıflatması, Durkheim için olumsuz bir nitelik taşır. Dayanışmanın olmadığı toplumlarda anomi ve kuralsızlık durumunun ortaya çıkma ihtimali daha yüksektir. Anomi ya da Toplumsal Kuralsızlık Ortamı Dayanışmanın olmadığı toplumlarda anomi ve kuralsızlık durumunun ortaya çıkma ihtimali daha yüksektir. Birey olma bilincinin toplumsal bilinci giderek daha fazla etkilemesini, zayıflatmasını ve bireyleri bütünleştirmede toplumun yetersiz kalışını vurgulayan ve açıklayan “anomi” olgusunu ilk olarak kavramlaştıran Durkheim olmuştur. Durkheim, “Toplumsal İş bölümü Üzerine” ve “İntihar” adlı yapıtlarında anomiden söz etmiştir. İş bölümünde Durkheim, üretim-tüketim eşgüdümsüzlüğünden ve üretimin başıboş kalarak olumlu ya da olumsuz belirli bir sınırı aşmasından doğan bunalımların, organizmanın bazı noktalarında toplumsal fonksiyonların birbirleri ile uyum sağlayamamalarının göstergesi olduğunu öne sürmektedir. Giderek, ekonomik bunalımlar ile “yöresel ve sınırlı bunalımlar” olarak nitelenen iflaslar artmaktadır. Ayrıca emek ve sermaye arasındaki karşıtlık ve savaşım, aynı olaya daha çarpıcı bir başka örnek oluşturmaktadır. İş bölümündeki verilere göre üç hâlde anomi vardır: 1. Ekonomi dünyasında iflasların çoğalması hâlinde 2. Ekonomik faaliyetler içerisinde işveren-ücretli ilişkileri düzeyinde 3. Bilimlerin aşırı parçalanması ve uzmanlaşması sonucu bilgi alanında İntihar olayını ekonomik bunalımlarla ilişkilendiren Durkheim’a göre, “Ekonomik bunalımların intihar eğilimi üzerinde hızlandırıcı bir etkisi vardır.” Fakat burada sözü edilen bunalımlarla, iş bölümünde söz konusu olan bunalımlar arasında önemli farklar bulunmaktadır. Bunalımlar artık iflaslar ile aynı çerçeve içerisinde ele alınmamıştır. Bu deyim genel olarak ekonomik karışıklık ve düzensizliği ifade etmektedir. Durkheim’e göre “Toplumsal yaşam içinde anominin kronik olarak varolduğu kesim, ticaret ve sanayi dünyasıdır.” Durkheim, ticaret ve sanayi dünyasında ağırlıkla var olduğuna inandığı ekonomik anomiyi, intihara neden olan tek anomi türü olarak görmediğini, evlilik ilişkilerinin de anomik intiharın bir çeşidini oluşturduğunu söylemiştir. Kısacası intiharda üç hâlde anomi vardır: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Sosyolojinin Tanımı ve Tarihçesi Biz duygusunun yaygın olduğu toplumlarda intihar oranı daha düşüktür. 1. Ekonomik karışıklık ve düzensizlik dönemlerinde, 2. Yerleşik ve sürekli olarak ticaret ve sanayi dünyasında, 3. Evlenme sözleşmesi ile ilgili pozitif hukukun boşanmayı kabul etmesi hâlinde, Demek ki anomi, bir açıdan, toplumsal kuralların yokluğu ya da yetersizliği sonucunda değer sistemleri ile birey arasındaki ilişkinin bunalımlı bir görünüm alması, toplumsal dayanışmanın çatlaması anlamına gelir. Bir diğer açıdan ise, çağdaş toplumda kişiler arasındaki ilişkilerin gayrişahsi niteliğini gösteren anonimlik olgusunun bir uygarlık hastalığı olarak bireysel düzeyde yansıması demektir. Özellikle intihar olayı üzerinde araştırmaları ile tanınan Durkheim, bu olayları özgeci (diğergam), bencil ve anomik niteliklerine göre farklılaştırmıştır. Bu nedenle Durkheim, organik dayanışmanın giderek geliştiği bireyci toplumlarda, toplumsal bilincin tümüyle yitirilmemesi gereğini savunur ve yeni bir ahlâk anlayışının zorunluluğu üzerinde ısrar eder. Görüldüğü gibi Durkheim de, yaklaşımı ve çözümlemeleri ne kadar bilimsel olursa olsun, kişisel değer yargılarından gereğince uzaklaşamamıştır. Bu açıdan Durkheim sosyolojisinin temelini oluşturan toplumsal bilinç kavramının, belirli bir düzeyden sonra metafizik bir nitelik aldığına dikkati çekmek gerekir. Aslında Durkheim bu kavramı, toplumun özgüllüğünü açıklamak ve toplumun bireylerden değil, bireyin toplumdan doğduğunu göstermek için kullanmıştır. Ancak bizzat kendisinin de belirttiği gibi, sonunda toplumsal bilinç, tanrılaşmış doğa üstü bir varlık gibi, toplum ve Tanrı arasındaki bütünleşmeyi, daha doğrusu özdeşliği gösteren bir kavram olarak ortaya çıkmaktadır. Bu abartmalı genellemelerine rağmen, Durkheim, yine de sosyolojiyi metafizik ve felsefeden farklılaştırmaya çalışanların arasında görünür. Zaten belki de onun bu çabalarının bir sonucu olarak beliren yöntemsel bulgu ve katkıları ile kuramın araştırmaya uygulanması hakkındaki önerileri, bugün hâla Durkheim’den söz edilmesinin temel nedenini oluşturmaktadır. Durkheim Metodolojisi Toplumsal Tasarımların Etkisinden Arınma Durkheim’a göre bilme biçimleri, yani bilginin oluşum yolları, hatta düşüncelerimizin ana kategorileri, belirli düzeylerde toplumsal koşullar tarafından biçimlendirilir. Bu nedenle, araştırmaya girişmeden önce “henüz hiçbir şey bilmiyorum.” veya “ Pek az şey biliyorum.” diye düşünmek gerekir. Gerçekte sosyolog, bilim yapmadan önce de toplum üzerinde pek çok şey bilmektedir. Zira kendisi de belirli bir toplumsal düzen içerisinde yaşar ve bu düzenin öğeleri üzerinde belirli kavramlar oluşturmuştur. Devlet, toplumsal sınıflar, aile, siyasal partiler gibi kavramlarla, bu toplumsal kurumları fiilen yaşama yolu ile elde edilen tasarımlar arasında belirli kalıplara göre oluşmuş bağıntılar vardır. Bir sosyologun, toplumsal yaşam aracılığıyla beraberinde getirdiği bu tasarımlar, ister istemez Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Sosyolojinin Tanımı ve Tarihçesi kavramsal üretimini etkileyecektir. Ayrıca sosyolog, toplumsal olgu ve oluşumlara yalnız bilgisiyle değil; diğer bireyler gibi en basitinden en karmaşığına kadar duygularıyla da katılır. Astronomi önceden belirlenmiş bu tür tasarımlardan, örneğin mitolojinin etkisinden kendisini kurtaramamış olsaydı, uzay ve gezegenler hakkında bilimsel bilgi oluşturmak mümkün olamayacaktı. Sosyolog da inceleyeceği konuya bir yabancıymış gibi yaklaşmak zorunluluğundadır. Başka bir deyişle, sosyologun öncelikle bu tasarımların etkisinden sıyrılması ve inceleyeceği konu üzerinde hiçbir şey bilmediği ya da pek az şey bildiği tutumu ile araştırmaya girişmesi gerekmektedir. Durkheim, mümkün olduğu kadar kaçınmak istemesine rağmen toplumsal tasarımları, zaman zaman neredeyse açıklayıcı bir neden olarak kullanmaktadır. Bunlar kuşaktan kuşağa geçerek, bilinçli veya bilinçsiz bir tür baskı ile kendilerini bireylere kabul ettirirler. Örneğin, bir toplumsal tasarımlar bütünü üzerine kurulu olan konuştuğumuz dil, bireylerin bilincinde belirdiği hâlde, bir toplumsal gerçek olarak böyle bir özellik gösterir; ayrıca yaşam süresi, birey ve toplumların yaşam sürelerinden çok daha uzundur. Durkheim’e göre, toplumsal tasarımlarındaki uzun dönemli değişmelerin nedenlerinin toplumsal morfolojide aranması gerekir. Zaten Durkheim, sosyolojiyi, birbirleri ile karşılıklı bağımlı üç özel dala ayırmıştır: Topografik, iklimsel ve demografik etkenlerin oluşturduğu toplumsal morfoloji, ağırlıklı toplumsal tasarımları kapsayan toplumsal fizyoloji ve küçük grupları içeren toplumsal psikoloji. Durkheim ayrıca, hukuk, tarih ve ekonomi de dâhil olmak üzere tüm toplumsal bilimlerin aynı yöntem aracılığıyla sosyolojinin çatısı altında toplanmaları gerektiğini söylemiştir. Şimdi tüm toplumsal bilimler için aynı ve tek olan, nedensel yasalarla açıklama temeline dayandırılan bu yöntemi ayrıntılı olarak incelemek gerekir. Sosyolojik Belirleyicilik ve Nedensellik Durkheim, toplumsal olguların nesneler gibi incelenmesi gerektiğini ve bir toplumsal olgunun ancak bir diğeriyle açıklanabileceğini savunur. Sosyoloji, nedensel bir belirleyicilik ile toplumsal olguları açıklamaya yönelik bir doğa bilimidir. Doğa bilimlerinde olduğu gibi, incelenecek konu; onu inceleyecek araştırmacı için bir bilinmeyenler bütünüdür. Konu hakkında bildikleri, sadece toplumsal tasarımlar aracılığıyla kavrayabildiği kalıplaşmış verilerdir. Ayrıca toplumun düşünme ve duyma biçimleri, onu oluşturan bireylerde görülenlerden çok farklıdır. Kendi davranışlarının bile tümüyle bilincinde olmayan bireyin bu davranışları, başkalarının davranışlarını da içerdiğinde, bunları gerçek anlamda algılayabilmesi olanak dışıdır. Bu durumda toplumsal olguya mümkün olan tek yaklaşım biçimi, onu nesne statüsüne indirgemeksizin bir nesne gibi dışarıdan incelemektir. Durkheim, toplumsal olgu veya olayı açıklamak için iki kural önerir: Olay veya olgunun nedeni ve toplumsal bütün içerisindeki fonksiyonu. Ancak nedensel açıklama, tamamlayıcı bir nitelik taşıyan fonksiyonel çözümlemeden daha önemlidir. Zira bir olgu veya olayın fonksiyonunu göstermekle, onun oluşumu, yapısı ve içeriği incelenmiş ve açıklanmış olamaz. Kısacası, yöntemin temelinde Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Sosyolojinin Tanımı ve Tarihçesi nedensel açıklama bulunmakta ve bir olgu veya olayın belirleyici nedeni, önceden varolan diğer toplumsal olgu ve olaylar arasında araştırılmaktadır. Tabiat şartlarının toplum üzerinde azımsanmayacak derecede etkisi vardır. Sosyolojik İlişkilerin Araştırılması: Birlikte Değişebilirlik Tabiat şartlarının toplum üzerinde azımsanmayacak derecede etkisi vardır. Durkheim’a göre, diğer doğa bilimlerinde uygulanan deneysel yöntemin sosyolojide farklı bir nitelik alması gerekir. Çünkü toplumun bütünü üzerinde gözlem yapılabilir; ama deney yapmak, olanak dışıdır. Deneysel yöntemin sosyolojide aldığı biçim, aralarında belirli ilişkiler olduğu varsayılan olay veya olgular arasındaki birlikte değişebilirlikleri ortaya koymak olacaktır. Örneğin Durkheim’ın ayrıntılı bir biçimde incelediği intihar konusunda, intihar olgusu bağımlı değişken; bu olguyu şu ya da bu düzeyde belirlediği varsayılan boşanma, doğum oranı, din, eğitim, medeni hâl gibi toplumsal veriler ise bağımsız değişken olarak ele alınmıştır. Durkheim böylece, bir toplumsal olguyu betimlemeden öteye geçerek, onu bilimsel ve nedensel olarak açıklayacak yasalara ulaşmak istemiştir. Deneysel yöntemi gözlem ve karşılaştırma ile sağlamlaştırmayı öneren Durkheim’ın yöntem bilimsel katkıları, geleceğin sosyolojisine geniş ufuklar açmış ve büyük olanaklar hazırlamıştır. Max Weber Weber’in Metodolojisi Eylemin Sosyolojisi Weber’in sosyolojisi bireylerin toplumsal eylemleri ve bu eylemlerin içerdiği anlam üzerine kurulmuştur. Weber, sosyolojiyi toplumsal eylemi yorumlayarak anlama ve sonuçları açısından nedensel olarak açıklama amacını güden bir bilim olarak tanımlamıştır. Weber, sosyolojisinin temel konusu, bireysel düzeyde beliren toplumsal eylem olmaktadır. Gerçek bireylerin içgüdüsel bir nitelik taşımayan tüm anlamlı davranışlarını birer eylem olarak düşünmek mümkündür. Ancak bireyin belirli bir amaca yönelik her anlamlı davranışı da, bir toplumsal eylem oluşturmayabilir. Weber’e göre, bir eylemin toplumsal bir nitelik kazanabilmesi için, bireyin bu eylemine bağladığı anlamın mutlaka diğer bireylerin geçmişteki, şimdiki veya gelecekteki davranışları ile ilişkili olması; hatta onları içermesi veya onlar tarafından içerilmesi gerekir. Geçmişteki bir saldırının öcünü alma, beliren bir saldırıya karşı koyma veya gelecekteki bir saldırıya karşı önlem alma; toplumsal eyleme örnek gösterilebilir. Eylemin toplumsal bir nitelik kazanmasında, bu eylemi koşullandıran diğer bireylerin tek ya da çok olması, birey tarafından tanınması veya tanınmaması, Weber için önem taşımamaktadır. Weber sosyolojisinde bireylerin toplumsal eylemleri, toplumsal gerçeğin ilk ve temel düzeyini oluşturur. Bu eylemlerin birbirleri ile ilintilenmesi ise, ikinci bir düzeyde birbirlerine bağlı toplumsal ilişkileri doğurur. Bunların bir süreç içinde Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Sosyolojinin Tanımı ve Tarihçesi gerçekleşmeleriyle de, üçüncü bir düzeyde toplumsal oluşumlarla karşılaşırız. Böylece belirli bir toplumsal düzene ulaşılmış olunur. Weber sosyolojisinin ölçüt öğesini oluşturan toplumsal eylemlerin diğer bireylerin eylemleri ile nasıl ilişkilendiği, toplumsal eylemi oluşturan anlamın niteliği ve hangi yöntemle yorumlanması gerektiği, toplumsal gerçeğin hangi yasalarla kavranacağı, Weber’deki “anlayış” ve “anlayıcı sosyoloji” deyimlerinin daha yakından incelenmesini gerektirmektedir. Anlayıcı Sosyoloji: Eylem ve Yorum Toplumu bireylerin eylemlerinden, bireylerin eylemlerini de toplumdan bağımsız düşünmek sosyologun ufkunu daraltır. Weber’e göre bir eyleme bağlanan anlamı, hem pratik bilgilerin yardımıyla hem de açıklayıcı anlayış yoluyla kavramak mümkündür. Örneğin başkalarının düşünce ve eylemlerini akılcı yoldan, duygularını ise akılcı olmayan bir yoldan, ancak her defasında pratik bilgilerin yardımıyla kavramak mümkündür. Başka bir ifadeyle başkalarının düşünce, duygu ve eylemleri geçmiş deneyimlerden, geleneklerden ve alışkanlıklardan edinilen bilimsel olmayan pratik bilgilerle anlaşılabilir. Ancak bu aşamada “anlayış” henüz bir bilimsel yöntem olarak kullanılamaz. Toplumu bireylerin eylemlerinden, bireylerin eylemlerini de toplumdan bağımsız düşünmek sosyologun ufkunu daraltır. Öte yandan herhangi bir toplumsal eylem, belirli bir “anlam bağlantısı” içerisinde yalnızca pratik olarak değil, akılcı yoldan nedenleri aracılığıyla da anlaşılabilir. Bu nedenlerin göz önünde bulundurulmasıyla ve anlam bağlantılarının kurulmasıyla, toplumsal olguları anlayış yöntemiyle açıklamak bilimsel bir nitelik kazanmış olacaktır. Weber sosyolojisinde açıklamak, pratik olarak anlaşılabilir bir eyleme verilen öznel anlamın, ait olduğu anlam bağlantısı içinde kavranması demektir. Yani toplumsal eylemin açıklanması, bireyin kendi eylemine verdiği öznel anlamın, eylem ile anlam arasında gerekli bağlantı kurularak kavranmasıyla mümkün olabilecektir. Başka bir anlatımla Weber, doğrudan doğruya anlama imkânının bulunmadığını varsaymaktadır. Anlama gerçekte, bireyin psişik (ruhsal) durumunun ve toplumsal eyleme verdiği anlamın bilgisidir; yani ona, yalnızca bireysel bilinçte oluşan bir yorumlama ile ulaşılabilir. Başka bir açıdan sosyolojinin, toplumu ve toplumsal eylemleri açıklamak için genel kavramlardan değil bireylerce öznel olarak düşünülmüş anlamlardan hareket etmesi gerekir. Anlayıcı sosyoloji, toplumsal eylemlerin gerçek anlamlarını yorumlayıcı bir biçimde kavramak, onları süreçleri ve sonuçları içinde nedensel olarak açıklamak isteyen bir bilimsel yaklaşım niteliğindedir. Bu nedenle anlama, açıklamadan ve nedensel çözümlemeden önce gerçekleştirilmelidir. Zira açıklamak, yani mantıksal bağlantılar kurmak için, önce anlamak yani bireyin eylemindeki niyetli anlamı bilmek gerekir. “Anlayış” yönteminde her yorumlama, aynı zamanda “nedensel açıdan geçerli bir yorumlama” niteliği taşımayabilir. Başka bir deyişle, yorumlamada nedenselliğin ortaya çıkarılması, her toplumsal eylem için mümkün olmayabilir. Bunun çeşitli nedenleri şöyle özetlenebilir. Önce, eylemi anlayış yöntemiyle çözümlemeye çalışılan birey bile çoğu kez, bu eylemi ile onu oluşturan nedenler arasındaki bağlantıyı doğru olarak kuramaz; yani söz konusu eylem üzerinde etkili olan birçok Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Sosyolojinin Tanımı ve Tarihçesi Bireylerin eylemlerini niyetlerinden bağımsız düşünme imkânı yoktur. neden arasında hangisinin daha önemli ve etkin olduğunu tam olarak bilemeyebilir. Ayrıca bilinçli ya da bilinçsiz olarak göz önünde bulundurulmayan, hatta saklanan nedenler de olabilir. Öte yandan, araştırmacı için benzer bir nitelik taşıyan bazı eylemlere, gerçekte bu eylemleri oluşturan bireylerin birbirlerinden çok farklı anlamlar vermiş olması da pekâlâ mümkündür. Nihayet, birbirlerine karşıt nedenlerin söz konusu olduğu bazı durumlarda, hangi anlam bağlantısının bireyin eylemini biçimlendirmede daha güçlü ve etkin olduğunu ortaya çıkarmak, çok güç hatta olanaksızdır. Gerçi Weber için sosyolojinin görevi, bireyin bilincinde belirginleşmemiş bile olsa, nedenler ve eylem arasındaki bağlantıyı yorumlayıcı anlayış yöntemiyle ortaya koymaktır. Ancak gerçek anlamın yorumlanmasıyla elde edilecek sonucun, yukarıdaki nedenlerden ötürü mutlaka başka yollarla da kontrol edilmesi gerekmektedir. Bu amaçla, istatistiksel teknikler ile karşılaştırma yöntemlerinden sınırlı bir biçimde yararlanılabilir. Ancak nedenselliği ortaya çıkarmak veya ortaya çıkarılan nedenselliği kontrol etmek için, genellikle nedenler arasındaki olası ilişkilerden muhakeme yolu ile çıkarılan bazı varsayımlar kullanılmaktadır. Bir başka açıdan Weber, sosyolojinin değer yargılarından arınması, yani kişisel değer yargılarının araştırmalarla ortaya koyulan toplumsal gerçekle karıştırılmaması gereği üzerinde de ısrarla durmuştur. Weber’e göre, birtakım pratik toplumsal gereksinimlerden doğan sosyolojinin amacı, uzun bir süre, devletin ve yönetim örgütlerinin eylemlerini meşrulaştırmak için değer yargıları üretmek olmuştur. “ Gerçekte var olan” ile “ olması gereken” arasında yapılması zorunlu olan ayrım, sosyolojiyi bir yandan bir doğa bilimi olarak değerlendirenlerin (Comte) öte yandan da tek yönlü bir gelişme kuramı ile bütünleştirmeye çalışanların (Marx) yaklaşımlarıyla, tam olarak gerçekleştirilememiştir. Zira birinciler “gerçekte var olanın değiştirilemezliği”; ikinciler ise “oluşumun kaçınılmazlığı” varsayımlarından hareket etmektedirler. Weber’e göre “değerler” , çeşitli yönlerde araştırma konusu olabilir; ancak kişisel yargılardan kesinlikle arındırılmaları gerekir. Bireylerin eylemlerini niyetlerinden bağımsız düşünme imkânı yoktur. 1- Metodolojinin Temel Tekniği: İdeal-Tip Bir yandan toplumsal bilimlerde kullanılan kavramların değer yargılarından arınmamış olması ve bu nedenle aynı kavrama çok farklı anlamlar verilmesi; diğer yandan da toplumsal eylem tipleri arasındaki farklılıkların sosyolojik çözümlemeyi zorlaştırması, Weber’i sosyolojik tiplerin kurulmasına yöneltmiştir. Gerçekte bu ölçüt tipler, Weber’den önce de, özellikle ekonomi kuramcıları tarafından kullanılmıştı. Weber “ideal-tip olarak” nitelendirdiği sosyolojik tiplerin dağınık ve belirsiz görüntülerin birleştirilmesiyle kurulabileceğini söylemektedir. Weber için ideal-tip, ahlak, din veya belirli değerler sistemi açısından taklit edilmesi istenen bir tip de değildir. Çünkü onun tüm değer yargılarından arınmış olması gerekir. İdeal tip bir varsayım veya betimleme olmadığı gibi, ortalama tip de değildir. Çünkü amacı, toplumsal olgulardaki ortak özellikleri toplamak değildir. Buna karşılık, akılcı yöntemlerle yaratılan soyut bir zihinsel yapıt olan ideal tipin kurulmasında, tipik olmayan özelliklere de yer verilmez. Bu nedenle ideal tipler, gerçek toplumsal Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Sosyolojinin Tanımı ve Tarihçesi yaşam içerisinde kavramsal saflıklarını yitirirler. Bu yaklaşımda amaç, soyut ve kavramsal niteliği olan ideal tip ile gerçek toplumsal yaşamda gözlenen somut olgunun karşılaştırmasını yapmak, böylece benzerlikleri saptamak ve farklılıkların nedenlerini araştırmaktan ibarettir. Weber, olguların ideal tiplerini kurarken, değer yargıları içeren kavramlardan özellikle kaçınmıştır. Metafizik kavramlardan uzak durmaya çalışan Weber, pozitivist yaklaşımı da benimsememiştir. Çünkü bir toplumsal olguda genel özellikleri belirleyici etken olarak değerlendiren pozitivizm, en yaygın ve görünür özellikleri tutarlı bir bütün içerisinde toplayarak bu olguyu tanımlamaya çalışmaktadır. Oysa ideal tip yaklaşımı birleştirici ve bütünleştirici genel özellikleri değil; aksine bireyleştirici veya özgülleştirici özellikleri belirginleştirmeyi amaçlar. Örneğin devlet kavramının ideal tipi oluşturulurken, bireylerin devleti algılama biçimlerinden hareket edilecek, böylece kurulacak tipte, bireyleştirici ve özgülleştirici özellikler önem kazanacaktır. Kısacası ideal tip: 1- Toplumsal eylemlerin anlamlarından itibaren akılcı yöntemlerle oluşturulan, 2- Değer yargılarından arınmış, 3- Belirli bir toplumsal olgunun tüm tipik özelliklerini kapsayan, 4- Bu özellikleri özgül bir biçimde bir araya getiren, 5- Gerçek toplumsal yaşam içerisinde hiçbir zaman kavramsal saflığı ile rastlanamayan, 6- Bir amaç olmaktan çok belirli bir olgunun saptanması, anlaşılması ve açıklanması için bir araç niteliği taşıyan, soyut bir zihinsel kurgudur. Metodolojinin Uygulandığı Örnekler Toplumsal eylem ideal-tipleri Weber, kapitalizm, homo economicus (ekonomik insan), protestan ahlakı, meşru otorite tiplerini somut olarak incelemiş, ancak en çok, sosyolojisinin temelindeki toplumsal eylem tipleri üzerinde durmuştur. Weber için, bireylerin birbirlerine yönelen veya birbirlerini içeren anlamlı eylemlerinin ördüğü toplumsal ilişkiler ağı, toplumun iskeletini oluşturur. Toplumun, bu tür anlamlı toplumsal eylemlerin bir toplumsal ilişkiler bütünü doğurmasıyla oluştuğu kabul edilirse, bir toplumdaki tüm kurumların da toplumsal eylemden hareket edilerek açıklanması zorunlu olacaktır. Weber’in, nedenleri açısından dört gruba ayırdığı toplumsal eylem tipleri şunlardır: 1- Geleneksel nedenlere dayanan eylemler 2- Duygusal nedenlere dayanan eylemler 3- Bir değere yönelmiş akılcı nedenlere dayanan eylemler 4- Bir amaca yönelmiş akılcı nedenlere dayanan eylemler Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Sosyolojinin Tanımı ve Tarihçesi Örnek Geleneksel nedenlere dayanan eylemler, genellikle alışılmış uyarmalara karşı mekanikleşmiş tepkiler olarak değerlendirilebilir. Alışkanlıklara dayanan bir takım güncel eylemleri, bu konuda örnek verebiliriz. Ancak belirli bir eylemin alışkanlıklar ile ilişkisi çok belirgin ve bilinçli ise, geleneksel eylem giderek bir değere yönelmiş akılcı nedenlere dayanan eylem tipine yaklaşmış olur. Duygusal nedenlere dayanan eylemler, genellikle olağanüstü bir uyarıcıya karşı güçlü bir tepki olarak ortaya çıkar. Özveri, öç alma, nefret vb. duygular o anda derhâl tatmine yönelik davranışlar, bu tür eylemlere örnek gösterilebilir. Ancak bazı durumlarda duygusal eylemin bilinçli bir psikolojik amaca yönelik olması, bir değere ya da bir amaca yönelmiş akılcı eylemle yakından ilişkili olabilir. Bir çocuğun ağlamasının, yediği dayağın verdiği bedensel acıdan çok kendisini acındırma ile ilgili olması, buna örnek gösterilebilir. Bir değere yönelmiş akılcı eylemlerde ise birey, bilinçli olarak saptadığı bir hedefe planlı bir biçimde varmayı amaçlamıştır. Ancak bu tür bir eylemde, görev, şeref, din, bağlılık vb. bir değer ile kendisini tümüyle bağlı gören birey, olumlu ya da olumsuz olası sonuçları göz önünde bulundurmadan davranır. Bir amaca yönelmiş akılcı nedenlere dayanan eylem tipi ise, bireyin, belirli bir amaca ulaşmak için araçlarla amaçları ve amaçlarla olası sonuçları duyarlı bir biçimde tarttıktan sonra giriştiği planlı ve rasyonel eylemleri kapsar. Bütünüyle akılcı bir biçimde amaca yönelik olan bu eylemleri, geleneksel ve duygusal eylemlerden kesinlikle farklılaştırmak gerekir. Ancak bir değere yönelmiş akılcı eylemler için böyle bir farklılaştırma yapmak oldukça zor olacaktır. •Çatışan veya çelişen amaçları arasında bir seçme yapması gerektiğinde, bireyin eylemi genellikle araçlar açısından akılcı bir nitelik taşır; ancak sonucu değerler belirler. Bu örnekte de görüldüğü gibi, toplumsal gerçek içerisinde gözlenen eylemler, bu saf tiplere ancak belirli ölçülerde yaklaşabilir. Bizzat Weber’in de belirttiği gibi, toplumsal eylemleri belirleyen nedenler oldukça karmaşık bir hâlde bulunurlar. Bu nedenle eylemle neden tipleri arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarmak, sanıldığından çok daha zor bir iştir. Kapitalist Sistem ve Kalvenci Ahlak İdeal-Tipleri Kapitalizm ve Kalvenci ahlak tipleri ve bu iki tip arasındaki ilişkiler sosyolojinin ilginç bir yönünü oluşturur. Weber’e göre bazı dinsel inançlar, bir ekonomik anlayışın doğuşunda önemli bir rol oynayabilir. Başka bir deyişle, dinsel öğretilerin yarattığı bazı nedenler, belirli ekonomik eylemlerin kökeninde yatar ve onları Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Sosyolojinin Tanımı ve Tarihçesi açıklamada birer araç olarak kullanılabilir. Bu açıdan Kalvenci ahlak anlayışı ile girişimci kapitalist düşünce arasında anlam bağıntıları ve nedensellik ilişkileri bulunmaktadır. Gerçekten Kalvenci protestan öğretinin özüne göre, insanlar dünyevi zevklerden sakınmalı ve Tanrının egemenliğini artırma yönünde çaba göstermelidirler. Başka bir anlatımla, çaba ve çalışma sonucu biriken zenginlikler, insanlara bu dünyada birtakım doyum ve zevkler sağlamak için tüketime dönüşeceği yerde biriktirilmeli, Tanrı’nın egemenliğini kanıtlayıcı bir doğrultuda, diğer insanların çıkarı ve mutluluğu için istihdam yaratıcı yeni çalışma alanlarında kullanılmalıdır. Weber’e göre bu tür inançlar, belirli bir ekonomik anlayış ve tutumu belirlemekte; sermaye birikimi, girişim ve yatırım gibi kapitalizme özgü davranışları açıklamaktadır. Kapitalizmin gelişme döneminde özellikle Batı Avrupa burjuvazisinin ne derece tutumlu, tüketimde duyarlı ve hatta cimri olduğu düşünülürse, kapitalizmin doğuşu ve gelişmesi ile protestan ahlakı arasında bir ilişkinin var olduğu rahatlıkla söylenebilir. Meşru Otoritenin İdeal-Tipleri Toplumu tıpkı doğa gibi nesnel bir gerçeklik olarak ele alıp incelemek çok zordur. Weber’in yakından incelediği bir diğer konu da, özellikle siyasal bilimlerde sık sık söz konusu edilen meşru otoritenin ideal tipleridir. “Meşru” deyimi Weber için yönetilenlerin “otorite” için besledikleri köklü inancı ifade eder ve bu inanç, otoritenin temelini oluşturur. Örneğin siyasal anlamıyla otorite, meşruluğunu geniş hâlk kitlelerine yaymak, meşruluğu üzerinde derinlemesine bir inanç yaratmak ve bu inancı güçlü olarak uzun bir süre ayakta tutmak ister. Weber, meşru otoritenin çeşitlerini, her otorite türü için “tipik” olan meşruluk ilkeleriyle, yani ideal tiplerle açıklamaya çalışır. Buna göre Weber, otoritenin meşruluğunu gelenekle, duygusallıkla (özellikle karizma olgusuyla) veya yasallıkla (rasyonalite ve bürokrasi ile) açıklayarak üçlü bir otorite tipolojisi kurmayı denemiştir. Weber terminolojisinde otorite deyimi en geniş ve kapsayıcı bir anlamda kullanılmış olmasına rağmen, biz burada daha çok somut siyasal otoriteden söz edeceğiz. Toplumu tıpkı doğa gibi nesnel bir gerçeklik olarak ele alıp incelemek çok zordur. Yasal otorite tipinde yönetme gücünün meşruluğu, akılcı kurallardan oluşan ve herkes için bağlayıcı ve zorunlu olan normlara dayanır. Atanarak ya da seçilerek işbaşına gelen yöneticiler, akılcı kurallara uygun olarak davrandıkları sürece meşrudurlar. Kamu önünde eşit olan yönetilenler ise, kişilere yani yönetme gücünü elinde bulunduranlara değil gerçekte akılcı kurallara yani hukuka itaat etmekle yükümlüdürler. Yasal otorite tipini niteleyen ve uzman kişilerden oluşan bürokratik yönetim örgütü, siyasal otoritenin yanısıra, çağdaş sanayi toplumundaki büyük kuruluşların, siyasal partiler veya üniversitelerin bünyesinde de ortaya çıkabilir. Uzun bir süreden beri geçerli olan geleneklere uygun olarak yönetimde bulunanların “kutsal” olduğu inancı da, geleneksel otoritenin meşruluğunu yaratır. Bu meşru otorite tipinde yönetenlerin kimliğini ve bunların karar ve uygulamalarını gelenekler belirler. En somut siyasal örneğini feodal yapıda bulan bu otorite tipinde, yönetenlere bırakılan keyfilik alanı bile gelenekler tarafından saptanmıştır. Yönetilenler ise, geleneksel bağlılık duygusuyla yönetenlere itaat ederler. Geleneksel otoritenin yönetim örgütü rasyonel bir bürokrasiden çok, yöneticilere Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Sosyolojinin Tanımı ve Tarihçesi karşı geleneksel bir bağlılık duygusu içerisinde olan ve belirli bir toplumsal statüye sahip kişilerden oluşur. Weber’in otorite tipolojisinde şüphesiz en ilginç ve özgün olan tip, bir kişinin varsayılan olağanüstü niteliklerine ve bu kişi tarafından yaratılan düzene hâlkın tam anlamıyla bağlanması sonucu ortaya çıkan karizmatik otoritedir. Burada önemli olan, bir liderin, olağanüstü yeteneklerle donanmış bir karizmaya sahip olduğu üzerinde toplumda bir inanç uyandırmasıdır. Başka bir anlatımla, bir liderin gerçekten bu tür niteliklere sahip olmasından çok, olağanüstü nitelikler taşıdığına dair kitlelerde derinlemesine bir inanç doğmuş olması önem taşımaktadır. Karizmatik lideri, toplumdan soyutlayarak incelemek mümkün değildir. Karizmatik lider, belirli bir toplumun tarihsel, ekonomik, toplumsal ve kültürel koşullarının hazırladığı belirli bir ortamın insanıdır. Ne o toplumdan ne de o ortamdan ayrı olarak düşünülemez. Başka bir anlatımla, belirli bir karizmatik liderin nitelikleri ile bu lideri oluşturan ve belirli bir zaman, mekân ve ortam bulunan toplumun bekleyiş, ümit, inanç ve eğilimleri arasında çok yakın bir ilişki olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Böyle bir çerçeve içerisinde kendisine tam bir itaat ve inanç sağlamış olan karizmatik lider, yardımcılarını yasal otorite tipinde olduğu gibi uzmanlık bilgilerine ya da geleneksel otorite tipinde olduğu gibi toplumsal statülerine ve geleneklere göre seçmez. Lidere bağlılık ve karizmatik olabilme ölçüt ve ölçülerine göre atanan bu yardımcıların eylem ve bu uygulamaları da yasa veya geleneklerden çok, liderin kişisel tercih ve kararlarına göre biçimlenir. Weber’in bu üçlü otorite tipolojisi toplumsal gerçeğe uygulanırken, ideal tiplerin tanımı somut gerçeklerden çok farklı olabileceği ve bu üç tipin ancak birer ölçüt olarak kullanılması gerektiği gözden uzak tutulmamalıdır. Toplumsal olguların her zaman karmaşık bir niteliğe sahip oldukları düşünülürse, somut bir siyasal otorite tipinin bir açıdan feodal, bir diğer açıdan bürokratik ve diğer yönleriyle de karizmatik bir nitelikte karşımıza çıkması şaşırtmamalıdır. Başlıca Sosyoloji Dalları Sosyologu, içerisinde yetiştiği toplumun değerlerinden bağımsız düşünmek, bilimsel bir yaklaşım değildir. Toplumu bir bütün olarak inceleyen sosyolojinin çeşitli alt dalları bulunmaktadır. Burada toplumsal yaşamın belli bir yanını kendisine konu olarak alan sosyolojinin dallarına kısaca değinilecektir. Toplumsal sorunların çoğalması ve bilgilerin giderek farklılaşan, uzmanlaşan ve sayıları artan alanlarda, diğer bilgi bütünlerinden neredeyse bağımsız bir biçimde yoğunlaşması sosyolojilerin doğuşunu teşvik etmiştir. Ancak sosyolojinin herhangi bir alt dalında uzmanlaşabilmek için diğer dallardan da haberdar olmak ve o dalların konularını da sınırlı bir şekilde de olsa incelemek gerekir. Çünkü sosyolojinin herhangi bir alt dalını diğer dallarından bağımsız düşünmek zordur. Bu nedenle bir sosyolog yapacağı çalışmada bütüncül bir yaklaşım izleyerek sosyolojinin diğer disiplinlerini de göz önünde bulundurmak zorundadır. Örneğin bir ülkedeki göç sorununu inceleyen bir sosyolog, bu sorunu ele alırken o ülkenin ekonomik yapısı, siyasal yapısı ve nüfus hareketlerini de göz ardı etmemelidir. Bir sosyolog sosyolojinin özel bir alanında uzmanlaşma çabasına girmeden önce, genel sosyolojinin temel, kuramsal, kavramsal ve metodolojik bilgilerini almış Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Sosyolojinin Tanımı ve Tarihçesi olmalıdır. Çünkü araştırma sonunda elde edeceği bulguları, ancak bu bilgi bütünüyle birleştirebilirse anlamlı sonuçlara ulaşabilir. Demek ki sosyolojinin her alt disiplini ya da özel bir alanın sosyolojisi, toplumsal gerçeğin belirli bir kısım veya kesitini açıklarken bu kısım veya kesiti, toplumsal gerçeğin bütünselliği ile olan ilişkileri çerçevesinde ele almak durumundadır. Sosyologu, içerisinde yetiştiği toplumun değerlerinden bağımsız düşünmek, bilimsel bir yaklaşım değildir. 1- Bilgi Sosyolojisi: Bilgi sosyolojisi, bilginin türü, doğuşu ve gelişmesi ile toplum arasındaki karmaşık ilişkileri ortaya koymayı amaçlamaktadır. Bir başka ifadeyle bilgi sosyolojisinin temel konusu uygarlık, kültür, toplumsal sınıf ve grup tiplerine göre öncelikli bilgi türlerinin ve biçimlerinin araştırılmasıdır. Bilgi sosyolojisi toplumsal bir olgudur ve toplum yapıları ile bu yapılara uygun bilgi türleri arasındaki ilişkileri araştırır. Başka bir anlatımla, günlük yaşamda kullanılan hukuk, din, dil, siyaset, ahlak, ekonomi bilgilerinin toplumla olan ilişkilerinin ortaya konulmasıdır. 2- Ekonomik Sosyoloji: Sosyoloji ve ekonomi arasında bugün bile karşılıklı fonksiyonel ve kapsayıcı bir ilişkinin olduğundan söz etmek mümkündür. Ekonomik sosyoloji, öncelikle bir toplumun ekonomik yapısını belirleyen başlıca etkenlerden birisi olan teknolojinin hangi toplumsal koşulların ürünü olduğunu ortaya koymaya çalışır. Ekonomik sosyoloji, bilgi sosyolojisiyle birlikte ekonomik bilginin toplumsal gerçek içerisindeki yerini belirlemeye çalışır. Bu nedenle ekonomik sosyolojinin temel bir görevi de, homo economicus’un (ekonomik insan) hangi toplum ve tarihsel dönemler için geçerli olabileceğini ve nasıl bir kültürel ve ideolojik içerik taşıdığını göstermektir. Ayrıca ekonomik sosyoloji, belirli bir toplumda ve bu toplumu oluşturan toplumsal gruplarda, gelir, tüketim, tasarruf, istihdam gibi ekonomik olay ve olguların ne ölçüde evrensel bir nitelik taşıyabileceğini de araştırmaktadır. 3- Sanayi Sosyolojisi: Çalışma ve iş sosyolojisi olarak da nitelenen sanayi sosyolojisi, örgüt sosyolojisi, psikoloji, toplumsal psikoloji, iş idaresi, ekonomi gibi birçok toplumsal bilimin ve bu bilimlerin özel dallarından birçoğunun çeşitli düzeylerde kurdukları ilişkileri kapsamakta ve toplumsal gerçeğin bütünlüğü açısından bunları toplumun yapısına göreli olarak bir sentez hâline getirmeye çalışmaktadır. Sanayi sosyolojisi sanayideki üretimin toplumsal temellerinin neler olduğunu ve hangi toplumsal ihtiyaçların ne türden sanayi üretimini gerektirdiğini de ele alıp incelemektedir. Sanayi sosyologlarının önemli sorunlarından birisi, temel terimleri olan “sanayi” yi tanımlamaktır. Ayrıca teknolojinin ve iş organizasyonundaki yöntemlerin açıklayıcı bir bakış açısıyla vurgulanması, fabrika dışındaki işlerin de sanayi sosyolojisi kapsamında değerlendirilmesine önemli bir dayanak sağlamıştır. 4- Kent Sosyolojisi: Gelişmiş-Gelişmemiş, Batılı-Doğulu tüm çağdaş toplumlarda görülen en kapsamlı ve önemli bir toplumsal olgu da kentleşmedir. Kentleşme, insanların yerleşik hayata geçtikten sonra ortaya çıkan sosyolojik bir olgudur. Kent sosyolojisi, kentlerin oluşumu, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Sosyolojinin Tanımı ve Tarihçesi konutlar, kent yaşamının insan ya da toplum üzerine etkileri, kentteki ekonomik yaşam ve doğurduğu sorunlar, kentin yerleşim düzeni, yeni kentlerin kuruluşu ve gelişmesi gibi çeşitli konuları inceleyen bir sosyoloji dalıdır. Sosyolojinin kentleşmeye ilgi duyması, kent sosyolojisini ortaya çıkaran toplumsal ilişkiler ile yapıların ilk önce on dokuzuncu yüzyılın hızla büyüyen sanayi şehirlerinde desteklendiğini düşünecek olursak, sosyolojinin kendisi ile birlikte başlamıştır. 5- Köy Sosyolojisi: Köyler doğal ve ekonomik fonksiyonları bakımından kentlerden farklı yerleşim birimleridir. Köy, doğrudan doğruya doğa ile mücadele içerisindedir. Köy sosyolojisi, köyü çevreleyen doğal ortam ile üretim biçimi ve teknolojisi arasında nasıl bir ilişki olduğunu ortaya koymaya çalışır. Ayrıca bir köyün nasıl ortaya çıktığı ve köydeki toplumsal ilişkiler; köyün tarihsel süreç içerisinde geçirdiği toplumsal değişimler de köy sosyolojisinin inceleme alanları içerisindedir. Tarım kesiminin sorunları, toplumsal değişme, teknolojik değişmenin yarattığı sorunlar, değer sistemlerindeki değişmeler ve köyün genel yönetim sorunları da köy sosyolojisinin inceleme alanı içerisinde bulunur. 6- Din Sosyolojisi: İnsanın, birtakım doğa üstü güçlere ve varlıklara inanması ve çok çeşitli biçimler içerisinde bunlara ibadet etmesi, din olarak tanımlanmaktadır. Dini, bireyin, grubun, toplumun veya belirli bir kültürün, duygusal ya da bilinçli bir biçimde kutsal bir nitelik verdikleri varlıklarla kurdukları manevi ve toplumsal ilişkilerin bütünü şeklinde tanımlamak da mümkündür. Din sosyolojisi, herhangi bir dinin ortaya çıktığı sosyolojik koşulları ve insanlar üzerindeki etkisini inceleler. Din sosyolojisi dinsel duygunun niteliğini ve kökenini açıklayıcı kuramlardan farklı olarak dinsel davranışların sosyolojik olarak nasıl ortaya çıktıklarını; birey veya grupların dini nasıl algıladıklarını, bu algı ve inançların somut toplumsal gerçek içerisinde nasıl uygulandıklarını, nasıl belirginleştiklerini de araştırma alanı içerisine almaktadır. 7- Hukuk Sosyolojisi: Örgütlenmiş ve yapılaşmış her insan topluluğu, belirli bir hukuki bütünün varlığı dışında düşünülemez; çünkü hukuk, insanların bir arada yaşama zorunluluğunun doğal sonuçlarından biridir. Hukukun kurucu öğeleri olan gelenek, görenek ve törelerin, din ve ahlak kurallarının ve somut yasaların temel fonksiyonu toplumsal ilişkileri düzenlemeleri, başka bir deyişle bu ilişkiler üzerinde kontrol mekanizmaları kurmalarıdır. Sosyolog, hukuk kurallarını belli bir toplumsal durumun anlatımı olarak ele alıp inceler. Her toplum, özellikle çağdaş toplum, yaşamın tüm yönlerini hukuk düzeninde yansıtır. Hukuk sosyolojisi bir toplumda geçerli olan hukukun toplumsal temellerini ortaya koyup; o toplumda yaşayan insanların toplumsal anlamda bu kurallardan nasıl etkilendiğini incelemektedir. Hukuk sosyolojisi hukuk kurallarının meşruiyetinin toplumsal koşullarını da inceleyen bir disiplindir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Sosyolojinin Tanımı ve Tarihçesi Tartışma 8- Ahlak Sosyolojisi: Toplum içerisinde yaşayan insanlar, o toplumda geçerli olan hukuk ve ahlak kurallarından bağımsız olarak hareket edemezler. Birey açısından ahlak, bazı öznel ve nesnel (toplumsal) değerlerin bütünüdür. Gerçek yaşamda bu değerler, somut toplumsal töreler şeklinde ortaya çıkar. Bunlar arasında öznel bir nitelik taşıyanlara örnek olarak iyi-kötü ayrımı, sorumluluk duygusu, vicdan ve ahlaki değer yargıları verilebilir. Toplumsal değerlerden nesnel nitelik taşıyanlara örnek olarak da onur, adalet, sorumluluk, insan değeri, gruba, topluma ve diğer insanlara karşı olan görevlerle ilgili töreler gösterilebilir. Ahlak sosyolojisi, ahlaki kuralların ve değerlerin toplumsal temellerini ve zaman içerisinde ne türden değişimler geçirdiğini kendisine konu edinmektedir. 9- Siyaset Sosyolojisi: Siyaset sosyolojisi genel sosyolojinin bir alt dalıdır. Tıpkı kent sosyoloji, din sosyolojisi, hukuk sosyolojisi gibi. Adından da anlaşılacağı gibi siyaset sosyolojisinin inceleme alanı, toplumda meydana gelen siyasal süreçlerle ilgilidir. Ancak siyasal süreçler ve siyaset olgusu aynı zamanda siyaset biliminin de konusudur. Öyleyse siyaset sosyolojisi ile siyaset biliminin temel farkı nedir? Siyaset sosyolojisi, siyaset olgusunu toplum içinde varolan diğer olgularla ilişkileri çerçevesinde ele almaktadır. Siyaset ile toplum arasındaki ilişkileri incelemek siyaset sosyolojisinin önemli amaçlarından birisidir. Siyaset sosyolojisi, siyasal kurumların; parlamento, siyasal rejimler, seçimler, devlet gibi kurumların yer aldığı toplumun yapısal, kültürel özgüllüğü ile siyaseti ilişkilendirmeyi ön görür. Siyaset sosyolojisinde vurgu, siyasetin ve siyasal kurumların toplumla bağlantılarının ne olduğu üzerinde yoğunlaşır. Siyaset sosyolojisi işe toplumla başlar ve devletin toplumu değil, toplumun devleti nasıl etkilediğini incelemeye çalışır. 10- Eğitim Sosyolojisi: Sosyolojik olduğu kadar felsefi bir kavram olan eğitim, bilgi aşılayan ve bilgiyi yönlendiren ideolojiler, müfredat programları ve pedagojik teknikler ile kişiliklerin ve kültürlerin toplumsal bakımdan yeniden üretilmesini kapsar. Pratikte ise eğitim sosyolojisinin en çok ilgilendiği konu okul eğitimi, özellikle modern sanayi toplumlarının toplu eğitim sistemleridir. Eğitim sosyolojisi, aynı zamanda eğitimin toplumla olan ilişkilerini ve tarihsel süreç içerisinde eğitimin toplumu nasıl etkilediği ve toplumdan nasıl etkilendiğini de ortaya koymaya çalışır. Eğitim sosyolojisi bir toplumsal yapı içerisindeki eğitim sorunlarına ilişkin araştırmalar yapan bir disiplindir. Her kültürün eğitim sorunu değişik olacağından dolayı o toplumun kültürüne uygun bir eğitim politikasının belirlenmesi de eğitim sosyolojisinin inceleme alanındadır. •Topluma ait yazılı kuralların ihlal edilme sebeplerini incelemek isteyen bir sosyolog hangi bilimde faydalanabilir? Tartışalım. •Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Özet Sosyolojinin Tanımı ve Tarihçesi •Sosyoloji insan toplumlarının sistematik bir biçimde, modern, sanayileşmiş düzenleri özellikle vurgulayarak incelemesidir. •Sosyoloji pratiği, yaratıcı bir biçimde düşünebilmeyi ve kişinin kendisini toplum yaşamı hakkındaki devralınmış düşüncelerden ayrı tutmasını gerektirir. •Sosyoloji, geçmiş iki ya da üç yüzyıl boyunca insan toplumlarında ortaya çıkan kapsamlı değişmeleri anlama çabası sonucu doğmuştur. Söz konusu değişmeler yalnızca büyük ölçekli değişmeler değillerdir; bunlar aynı zamanda insanların yaşamlarının en özel ve kişisel özelliklerinde de gerçekleşen değişmeleri de içerirler. •Sosyolojinin klasik kurucuları arasında şu isimler özellikle önemlidir: Auguste Comte, Karl Marx, Emile Durkheim ve Max Weber. Ondokuzuncu yüzyıl ortalarında yazan Comte ve Marx, sosyolojinin kimi temel konularını belirlemişler ve bu konular daha sonra Durkheim ve Weber tarafından geliştirilmiştir. Bu konular sosyolojinin doğası ile toplumsal dünyanın çağa uygun hale gelmesinin getirdiği değişmelerin etkilerini dikkate almaktadır. •Sosyolojide bir dizi farklı kuramsal yaklaşım bulunmaktadır. Kuramsal ayrılıkların doğa bilimlerinde bile çözümlenmesi zordur; sosyolojide de kendi davranışımızı inceleme konusu yapmaktan kaynaklanan karmaşık sorunlar yüzünden özel zorluklarla karşı karşıya kalınır. •Sosyolojideki temel kuramsal yaklaşımlar, işlevselcilik, çatışmacı bakış açıları ile sembolik etkileşimciliktir. Bu bakış açılarının arasında, konunun İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde gösterdiği gelişimi büyük ölçüde etkileyen kimi temel farklılıklar bulunmaktadır. •Sosyoloji, önemli pratik içermeleri olan bir konudur. Toplumsal eleştiri ve pratik toplumsal reforma çeşitli yollardan katkıda bulunur. Başlangıç olarak, verilmiş bir toplum durumları kümesinin daha iyi anlaşılması genellikle bize bu durumları daha iyi denetleme şansı verir. Aynı zamanda, sosyoloji bizim kültürel duyarlılıklarımızı artırmanın, farklı kültürel değerlerin varlığının bilincinde olan politikalar belirlemenin bir aracını sağlar. Pratik açıdan, belirli politika programlarının benimsenmesinin sonuçlarını inceleyebiliriz. Son olarak da, belki de en önemlisi, sosyoloji, grupların ve bireylerin kendi yaşam koşullarını değiştirme fırsatlarını artırarak kendi kendilerini aydınlatma olanağı sağlar. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Sosyolojinin Tanımı ve Tarihçesi DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1- Sosyolojinin konusu toplumdur. Sosyoloji, konusuna giren her şeyi toplumun ilişkileri içinde yani öteki toplumsal öğeleri de dikkate alarak inceler. Parçada sosyolojinin hangi özelliği vurgulanmaktadır? a) Nesnel olduğu b) Bütüncül bir yaklaşıma sahip olduğu c) Evrensel olduğu d) Sosyal olayları, sosyal olaylarla açıkladığı e) Olayları nedensellik ilkesine göre açıkladığı 2- Sosyolog da bir insandır ve toplum içinde yaşar. Toplumsal değerlerden, görüşlerden benimsediği ya da karşı olduğu değerler, görüşler olabilir. Araştırmalarında farkında olmadan bunların etkisinde kalabilir. Bu açıklamadan hareketle aşağıdaki genellemelerden hangisine ulaşılabilir? a) Sosyolog, toplumsal olayları bütünüyle ele alır. b) Sosyoloji pozitif bir bilimdir. c) Sosyolog değer yargılarından etkilenebilir. d) Toplumsal değerler sosyolojinin konusudur e) Sosyoloji toplum bilimidir. 3- Sosyal olayların gerçekleşmesinde bazı faktörler, belirli tarihi devirlerde koşulları gereği önem taşısa bile daha sonraki bir tarihi devrede ikinci plana geçebilir. Bundan dolayı sosyoloji, olayları açıklamada genel bir açıklama biçimi benimsemek zorundadır. Bu parçada sosyolojinin hangi özelliği vurgulanmaktadır? a) Sosyal olayları, sosyal olaylarla incelemesi b) Değer yargılarından uzak olması c) Olayları bütüncü bir bakışla ele alması d) Normatif bir bilim olmaması e) Pozitif bir bilim olması Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 Sosyolojinin Tanımı ve Tarihçesi 4- Sosyoloji toplumun yapısını, toplumsal yaşantıya şekil veren faktörleri ve toplumsal gelişmeyi belirleyen kanunları inceleyen bir bilimdir. Buna göre aşağıdakilerden hangisi sosyolojiyi ilgilendirmez? a) Toplumsal gelişme b) Sosyal yasalar c) Sosyal gruplar d) İdeal devlet düzeni e) Toplumsal kurumlar 5- Sosyal olgular genel değişimleri ifade ederken, sosyal olaylar özel değişmeleri ifade ederler. Bu savdan yola çıkarak aşağıdakilerden hangisi sosyal olguların özelliklerinden biridir? a) Somut olması b) Öznel nitelikli olması c) İnsan iradesi dışında ortaya çıkması d) Kısa süreli değişimi ifade etmesi e) Aynı türden genel sosyal olayları kapsaması Cevaplar: 1.B, 2.C , 3.C, 4.D, 5.E Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 Sosyolojinin Tanımı ve Tarihçesi YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK KAYNAKLAR Giddens, A. (2008). Sosyoloji. (Çev. Cemal Güzel). İstanbul: Kırmızı. Özkalp, E. (2003). Sosyolojiye Giriş. Eskişehir: Anadolu Üniv.. Ozankaya, Ö. (1984). Toplumbilime Giriş. Ankara: S. Dönmezer, S. (1984). Sosyoloji. Ankara: Savaş. Bottomore, T.B. (1984). Toplumbilim. (Çev. Ünsal Ozkay). İstanbul: Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş. Tolan, B. (2005). Sosyoloji. Ankara: Gazi Kitabevi. Erkal, M. E. (2000). Sosyoloji. İstanbul: Der. Doğan, İ. (2000). Sosyoloji. İstanbul: Sistem. Çağatay, T. (1968). Günün Sosyolojisine Giriş. Ankara: Ankara Üni. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi. Bilgiseven, A. K. (1986). Genel Sosyoloji. İstanbul: Filiz. Sezal, İ. (2010). Sosyolojiye Giriş. İstanbul: Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş. Fichter, J. (2006). Sosyoloji Nedir. (Çev. Nilgün Çeleb). Ankara: Anı. Bottomore, T. & Nisbet, R. (1990). Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi. (Çev. M. Tunçay- A.Uğur). Ankara: V Yayınları. Aron, R. (1986). Sosyolojik Düşüncenin Evreleri. (Çev. Korkmaz Alemdar). Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür. Game, A. & Metcalfe, A. (1999). Tutkulu Sosyoloji. (Çev. Osman Akınhay). İstanbul: Ayrıntı. Bauman, Z. (1998). Sosyolojik Düşünmek. (Çev. Abdullah Yılmaz). İstanbul: Ayrıntı. Zijderveld, A. C. (1985). Soyut Toplum. (Çev. Cevdet Cerit). İstanbul: Pınar. Poloma, M. M. (1993). Çağdaş Sosyoloji Kuramları. (Çev. Hayriye Erbaş). Ankara: Gündoğan. Swingewood, A. (1998). Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi. (Çev. Osman Akınhay). Ankara: Bilim ve Sanat. Kessler, G. (1985). Sosyolojiye Başlangıç. (Çev. Fahri Fındıkoğlu). İstanbul: İstanbul Üni. İşletme Fakültesi. Marshâll, G. (1999). Sosyoloji Sözlüğü. (Çev. Osman Akınhay-Derya Kömürcü). Ankara: Bilim ve Sanat. Freyer, H. (1977). İçtimai Nazariyeler Tarihi. (Çev. Tahir Çağatay). Ankara: Ankara Üni. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi. Oskay, Ü. (1990). Sosyolojik Düşünce Tarihi. İzmir: Ege Üni.. Sezal, İ. ( 2002). Sosyolojiye Giriş. (Ed. İhsan Sezal). Ankara: Martı. Ashford, N. (2009). Özgür Toplumun İlkeleri. (Çev. Atilla Yayla). Ankara: Liberte. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 30